Yeni Üyelik
8.
Bölüm

BÖLÜM 7: GİTMEKLE KALMAK ARASINDA

@violam_s0

Malikanede geçirdiğim bir hafta boyunca etrafta aval aval dolaşmak ve kendime kaçma planları yapmaktan başka bir şey yapmadım. Bu saçma ötesi planları yaparken günler adeta ışık hızında geçmişti. Koca bir hafta boyunca Şafak benimle hiç konuşmadı, beni gördüğü yerde yön değiştiriyordu. Yaptığı tamamen aptalca ve çocukça olmasına rağmen o bunu cilveli buluyordu.

Silva da cabasıydı, Şafaktan bir farkı yoktu. O da beni gördüğünde yok sayıyordu. Ares’i ise bu bir hafta boyunca sadece iki defa görmüştüm. Pek meşguldü anlaşılan.

Ben ise malikanede dolaşıyordum. Her tarafını hemen hemen ezberlemiştim. Yardımcılara kadar hepsinin yüzü ezberimdeydi. Malikanede etrafta dolaşan pek insan olmazdı. Arada sırada görüyordum bazılarını. Geldiğimde büyülü bir yer gibi dursa da gezdiğim ve gördüğüm yerlere bakınca çok da büyülü bir yere benzemiyordu. Daha çok sıkıcıydı. Fazlasıyla sıkıcı...

Şaşırdığım tek şey buradakiler yemek yiyordu. Ama herkes ayrı yiyordu yemeğini. Herkesin, odasına geliyordu yemekler.

Asil’le ise o günden beridir görüşmemiştim. Kayıplara karışmıştı sanki ne bir ses ne de bir olay yoktu.

Elimi tozlu raflarda gezdirirken bir ses düşüncelerime set çekti. “Ne yapıyorsun burada Adelina?”

Burası asla görmediğim malikanede gizli gibi duran bir kütüphaneydi. Her taraf ahşaptı ve kahverenginin bin bir tonuyla bezenmişti. Burası en üst kattı, aşağıdan malikanenin bahçesini görebiliyordum. Her taraf tozlu ve son derece karanlıktı, bazı yerleri göremiyordum bile. Ortada ise koca ve uzun bir masa vardı. Burayı bulunca direkt olarak burayla ilgili kitaplara bakmaya başlamıştım ve şimdi de elim buranın geçmişini ve tarihini anlatan kitabı bulmaktı. Kitapların hepsi romandı. Çoğunluğu klasiklerden oluşuyordu. Bunun bir yanıltmaca olduğunu düşündüm.

Hadi ama her fantastik kitapta bir hikaye olur.

Göz ucuyla arkamı döndüğümde kollarını göğsünde birleştirerek bana tek kaşını kaldırmış bakan Silvayı gördüm. Kendinden emin duruşu beni benden alıyordu her defasında. “Gördüğün üzere kitap okumaya çalışıyorum sevgili Silva.”

“Bu kütüphanede masalların olmadığını biliyorsun. Nereden çıktı bu okuma merakı merak ettim doğrusu?”

İmasını anlamamazlıktan gelerek cevap verdim. “Bilmem, içinde yazı olan her şeyi okuyabilirim.”

Arkamdaki öfkeli nefesini hissedebiliyordum. Silva da balo gecesinden beri benden nefret edenler arasındaydı. Oysa buraya ilk geldiğimde bana ne kadar iyi davranmıştı. Hızlı nefes alışverişlerine kadar duydum ama o benimle uğraşmaktan vazgeçmedi. Oysa Silva, bu savaşın kazananı benim.

“Buda yeni çıktı herhalde. Alışkın olmadığın şeyler yapmaya başladın.”

Dudaklarımdaki tebessüme engel olamadım. “Belki de büyümüşümdür,” derken elime geçen ‘Minevra Tarihçesi’ adlı kalın kitaba bakıyordum. Yeşil kaplı kitap oldukça tozlu duruyordu. Eskimiş bir kitaptı. Dikkatimi Silvadan kitaba yönlendirdiğim sırada Silva’nın otoriter sesi tekrar kulaklarıma doldu. “Büyümek ukalalık değildir.”

Gözlerimi anlıkta olsa devirdim. Kitap hala sımsıkı elimde dururken Silvaya döndüm. “Belki de ben buyumdur Silva, ukala bir kızımdır. Ya da belki de ben Adelina değilimdir, başka bir bedendir bu?”

Silva ufak çaplı kahkahasını odada patlatırken o cılız ve şımarık sesine katlanmak zorunda kaldım. Bana ukala diyen kadın kendini benden üstün sanıyordu. Asıl ukalalık buyken, ben ukala ve aptal bir kız rolündeydim.

Adelina karşısındayken belki de ona üstün ve otoriter biri olduğunu kanıtlamıştı ama ben Adelina değildim. Benim karşımda böyle tavırlar sergileyen aptal bir kadının benim üstümde otorite kurmasına izin verecek kadar hiç değildim.

“Şimdi de Adelina olmadığını mı söylüyorsun? İlahi Adelina... Ama sana kızmayacağım çünkü haklı olabilirsin, benim tanıdığım Adelina hiç bu kadar ahmak olmamıştı.”

Öfke hayatım boyunca kontrol altında tuttuğum bir histi. Karşımdaki bana ne derse desin ya da ne yaparsa yapsın bir şekilde dizginlenebilirdim ama bu kadın karşımdayken bu imkansızdı. O an ne olduğum ya da ne olacağım önemli değildi belki de Ares bile nefret edecekti benden ama ben alışkındım, nefrete.

Elimdeki kitap serçe Silva’nın kafasına çarptığında Silva şoka uğramış halde suratıma bakıyordu. Suratındaki damarların tek tek şiştiğini görebiliyordum. Gözleri git gide daha da koyulaşırken hayatımda hiç şahit olmadığım şeylere şahit oluyordum. Gözleri şimdi kopkoyuydu ve böyle adeta bir canavara benziyordu.

Ya da vampire demeliyim.

Gözlerinin kahverengi olduğunu şimdi fark edebilmiştim.

Kitap ortadan ikiye ayrılmış halde yerde dururken Silva soluyan öfke dolu sesiyle kütüphane de yankı uyandırdı. “Sen ne yaptın?!”

Hak ettiğini.

Ses çıkarmadım. Ardından kafasındaki kızıllığa odaklandım. Korkunç derecede kana bulanmıştı kafası. Bu kadar sert attığımı düşünmemiştim. Silva öfke soluyan nefesiyle ben daha ne olduğunu anlayamadan üzerime geldiğinde, boğazıma yapışan sivri tırnakları nefes almamı engellemeye başlamıştı bile.

Hırıltılı sesi ne kadar sinirlendiğini anlamama yetiyordu. Gözleri geçen her saniye adete seri bir katil havasına bürünüyor, nefesi yüzümü yakmadan geçmiyordu. Boğazımdaki eller daha da sertleşti.

Gözümün yavaşça karardığını fark ettim. Önümü göremeyecek kadar sıkıyordu boğazımı. Kaçınılmaz sonum böyle mi olacak diye düşünmeden edemedim. Aslında bende herkes gibiydim. Herkes gibi sıradan, hayatın ne getireceğini bilmeden yaşayan bir genç kızdan farkım yoktu. Hayat, sillesini yüzüme bir tokat gibi vurmadan önce tabii.

Korku muydu bu hissettiğim?

Ölüyor muydum ya da?

O an düşünmek çok zordu. Tek hissettiğim şey boğazımdaki sivri ellerdi. Silva’nın kararan gözlerine baktım görebildiğimce. Gözü şuan hiçbir şey görmüyor gibiydi. Kendini durdurmak istediğini de görebiliyordum çünkü istese o sivri tırnaklarıyla iki dakika da işi mi bitirirdi ama kendiyle uzun bir iç savaş veriyor gibi görünüyordu.

Nefesim giderek yavaşladı. Biraz sonra ölecektim.

Hep ölmenin merakıyla yaşamıştım. Şimdi ise ölüme o kadar yakındım ki...

Silvadan kurtulmak için kılımı kıpırdatmıyordum bile.

Saniyeler geçtikçe ölüme daha da yaklaştığımı hissettim. Bir umut biri Silvayı üstümden çekerde beni kurtarır diye bekledim. Kimse gelmedi. Ölecektim.

Bu savaşı Silva kazanacaktı.

Ne olacağım önemli değildi. Olabildiğimce ve tüm gücümle Silvayı üzerimden itmeye çalıştım. Bu hareketimi beklemiyor olacaktı ki anlık sarsıldı. Onun bu şaşkınlığı bana fırsat verdi ve Silvayı tüm gücümle geriye ittim. Tahmin ettiğim gibi de oldu, geriye sertçe olmasa da düşmüştü.

“Sen kimsin,” diyerek tekrar üstüme geleceği sırada önümde duran masa aramızda engeldi. Biliyordum, istese öldürürdü. İstese yanıma da gelirdi ama onu durduran bir şey vardı.

“Sen hangi hakla bana kitap fırlatırsın?”

“Beni öldürmeye çalıştın,” derken sesimde tek bir titreme yoktu. Bu halim beni de şaşırtmıştı. Az daha ölecektim ama sesim hala kendimden emin çıkıyordu.

Elim yine de acıyan boğazıma gitti ve birkaç kez öksürmeden edemedim.

Silva’nın git gide şişen damarlarına baktım. “Seni mahvederim!”

“İlk olmaz.”

“Ares’in hatırına sana katlanıyordum ama artık yettin, Ares umurumda değil öldüreceğim seni!”

O sıra kapının önündeki silüet dikkatimi çekti. Kapının önünde heybetli bir gölge dikiliyordu. Kim olduğunu anlamıştım bile. Zafer gülümsemesi mi denirdi buna bilmiyorum ama ben kazanmıştım. Kılımı bile kıpırdatmadan hem de.

“Ben sana hiçbir şey yapmadım ve Ares’e haksızlık ediyorsun...”

“Umurumda değil o!” Aradığım cevap gelmişti.

Ares artık kapının önünde dikilmekten çıkmıştı, içeriye usulca süzüldü ve bana baktı. Suratımdaki mahzun ifadeyi süzdüğünü fark ettim ve daha da zavallı durdum. Boğazımın kızardığını biliyordum. Ares gözlerini yavaşça boğazıma indirdi. Usulca süzdükten sonra beklemeye başladı. O sırada Silva seri hareketlerle tekrar üstüme gelirken beklediğim son nihayet gelmişti. Ares’in tok sesi Silvanın kulaklarındaydı.

“Silva.”

Silva kanı donmuş şekilde olduğu yere mıhlandı.

“Derhal Adelina’dan özür dile ve odama gel.”

Gözleri kızarmıştı. Ağlayacak mıydı? İşte buna çok gülerdim...

Silva sakince Ares’e doğru döndü. Şimdiki surat ifadesini göremesem de ben bu savaşın galibiydim.

“Ares, beni yanlış anladın... Kafama kitap fırlattı, ilk o bana saldırdı!” Eliyle beni işaret etti. Boşuna uğraşıyordu ben kazanmıştım. Ares o ne derse desin bana inanacaktı ve benim yanımda duracaktı.

Ares onun dediklerini umursamaz bir ifadeyle, “Derhal!” diyerek Silvayı bir kez daha şoka soktu.

Ares kütüphaneden hızlı adımlarla çıktığında etrafta oluşan sessizlik ürkütücü bir hal alıyordu. Silva yerinde kıpırdamadan arkası bana dönük şekilde öylece dikilmekten başka bir şey yapmıyordu. Aniden dönüp üzerime atlasa ne yapardım bilmiyordum.

Sessiz geçen dakikaların ardından Silva ağzını açmadan kütüphaneden dışarı çıktı. Ben ise olduğum yerde adeta mıhlanmış gibi dikiliyordum. Şimdi ne olacaktı mesela Silva gidecek miydi? Bu benim için iyi olurdu çünkü bu saatten sonra Silva benimle iyi anlaşmayacaktı ve ölmem için elinden geleni yapacaktı.

Kendimi çok savunmasız hissediyordum.

Etrafta her yer dağılmıştı. Yerde iki yana açılmış duran kitaba kaydı gözlerim. Silva yüzünden yarım kalmıştı, bakamamıştım. Şimdi işim yokken biraz bakmalıydım. Az önce ölümden dönmemişim gibi olduğu yere gittim ve kitabı olduğu yerden elime aldım. Açılan sayfaya odaklandım. Kırmızı bir mürekkeple yazılmıştı yazılar. Kırmızı ve eğikti. Kitabın sayfalarının rengi oldukça kasvetli duruyordu. İnsanın içini ürpertecek kadar kasvetli...

“Minevra Tarihçesi”

Adı buydu.

İlk sayfayı açtım Silva yüzünden kızarmış parmaklarımla. Hızlıca göz gezdirmeye başladım yazılarda.

“Ve bir gün ölüm kapıya dayandığında, biz hala beraber savaşıyor olacağız.”

Kitabın ilk sayfasındaki yazı aynen böyleydi. Kitabın adı tarihle alakalı olduğu için buranın tarihi ve geçmişi hakkında bilgi verdiğini biliyordum. Bunları okumalıydım. Her şeyi öğrenmeliydim çünkü burada yaşamak istiyorsam her şeyi bilmeliydim.

Bu kitabı odama götürüp orada okuyacaktım. Kitabı kapatıp kütüphaneden dışarı çıktım. Bir kaç dakika sonra odamdaydım. Yatağın üzerine oturdum ve hızlıca okumaya başladım.

Bazı sayfalar aşırı tozluydu. Her sayfayı çevirişimde kendimi fantastik bir kitabın içinde gibi hissediyordum. Bu kasaba yüzyıllar önce bir kaç köken vampirin kurduğu bir yerdi okuduğum kadarıyla. Aslında çok klasik bir hikayeydi bu. Bir kaç vampir birleşip bu kasabayı kuruyor ve gün geçtikçe dahada fazla nüfusa sahip oluyorlar. Köken vampirler, vampirler, cadılar ve büyücüler... Kasabada çoğunluk buydu. Cadıların ortaya çıkması bir vampirin hiç bilmediği bir kadından çocuğu olmasıyla ve o kadının cadı olmasıyla başlıyordu anladığım kadarıyla. Ares de bir köken vampirdi yani bu kasabayı kuranların soyundandı. Burada hükümet, köken vampirlerdi.

Vampirlerin nasıl ortaya çıktığı ile alakalı herhangi bir yazı yoktu. Kitapta bunun hakkında bilgi de yoktu. Anlamadığım şey kitaptaki bazı sayfaların bomboş olmasıydı. Bazı sayfalar boştu.

Bu kitabı yazan kişi hakkında da herhangi bir bilgi yoktu okuduğum yere kadar. Zamanında cadıların burada kendi adaletini sağlamak için savaş başlattığı yazıyordu bir yerde. Vampirlerin onları ezmesini istemedikleri için kendi adaletini sağlıyorlardı. Cadıların ve vampirlerin bir araya gelmesi ise kesinlikle yasaktı. Eğer gelmişse ve ondan çocukları olduysa çocuklar öldürülürdü. Korkunç bir yöntem diye düşündüm.

Okuduğum yere kısa bir ara verip kitabı yana bıraktım. Bu okuduğum şeyler fantastik bir kitabın parçası gibiydi. Her şey karışık, her şey darmadağın. Daha okuyacak sayfam vardı ama ben biraz ara verip olduğum yerde düşünmek istiyordum. Yorulmuştum. Burada olmaktan, tanımadığım birinin taklidini yapmaktan çok yorulmuştum.

Kendimi sırtüstü yatağa atıp tavanı izlemeye başladım. Aslında kimsenin inanmadığı bir gerçek vardı; ben yalan söylememiştim. İlk geldiğimde onların istediği kişi olmadığımı söylememe rağmen onlar kendi doğrularına inanmayı seçtiler. İnsanın içini titreten bu kasaba, gitgide bana cehennem oluyordu.

Kitabı tekrar elime aldım ve okumaya kaldığım yerden devam ettim. Bazı sayfalar boş olmasına rağmen her geçen sayfa da daha fazla şey öğreniyordum. Aile ilişkileri de verilmişti bu kitapta. Aresin soyu hakkında net bilgiler vardı. Mesela Asil, Aresin soyundandı. Yani Asil ve Ares arasında kan bağı vardı ama şimdilerde ikisi de birbirine düşman duruyordu.

Bu duruma içim acıdı. Ares kesinlikle güçlü bir karakterdi buna emindim. Buraya geldiğimden beridir de Asilin korkutucu bir karakter olduğunu biliyordum. Yani kısaca ikisi bir arada olsaydı eminim şuan burası tek yönetim haline gelir ve kuş uçmazdı. Bana göre Ares ne kadar güçlü olursa olsun kendi düzenini oturtamayan bir adamdı bu yüzden burada, en azından bu malikanede herkes kafasına eseni yapmakta oldukça ısrarcıydı. Kimse durması gereken yeri bilmiyor gibiydi...

Buraya el atıp masallardaki gibi kahraman olsam nasıl olurdu diye düşündüm. Tek sorun bu bir masal değildi ve ben kahraman olamayacak kadar kendimi seviyordum.

Aslında herkes biraz öyledir, ta ki zaaflarından vurulana kadar.

Aklıma Şafağın buradaki işinin ne olduğu geldiğinde pek bir fikrim yoktu. Şafaktı işte... Dümdüz Şafak. Aresle olan kan bağını bilmiyordum. Oğlu olduğunu düşünmüyordum çünkü Ares’in oğlu olamayacak kadar uzak ve dik başlı duruyordu. Üstüne kitapta Şafağın adı bile geçmiyordu okuduğum yere kadar.

Adelina bu hikayeyi biliyor olmalıydı ama ben bilmiyordum ve kimseye sormadan, şüphe çekmeden bu işi nasıl çözecektim onu da bilmiyordum.

Kapının aniden açılmasıyla kitabı yastığın altına fırlatmam bir oldu. Şafak içeriye hırsla girdiğinde bana Silvadan farksız bakıyordu. Yatakta daha oturur bir pozisyona geçerek Şafağa odaklandım.

“Silva neden ağlıyor Adelina?”

Demek Silva ağlıyordu, pekala bundan bana neydi?

Bu kadar çabuk yenilgiyi kabullenip ağlaması beni şaşırtmıştı. Onun daha güçlü bir rakip olduğunu düşünmüştüm.

“Bunu ona sormaya ne dersin?”

Şafak derin bir nefes çekti içine. Sinirlenmişti.

“Adelina, Silvayla aranızda ne geçti bilmiyorum ama onun adına ben özür dilerim. Seni Asille yan yana görünce hepimizin sinirleri altüst oldu. Seni incitmek ya da kırmak istemezdik ama sende biliyorsun o adam güvenilir biri değil. Sana bir şey olmasından korkuyoruz.”

Histerik bir gülüş yanlışlıkla boğazımdan kaçınca Şafak tek kaşını kaldırarak suratıma baktı. “Boğazımdaki morlukları görmediğini söyleme bana Şafak,” dedim iç çekerek.

Şafak tek yumruğunu sıkarak gözlerini kaçırdı. Bunu bana yapan Silvaydı. Sizden güçsüz birine saldırmak fazlasıyla özgüvensiz ve aptalca bir davranış olurdu.

“Onun adına özür dilerim.”

“Onun adına özür dilemene gerek yok, o kendi adıyla pekala özür dileyebilir.”

“-Ama,” dedim Şafak tekrar ağzını açamadan. “Bu bir işe yaramaz. Özür kelimesi bir şeyi kırınca olur; birine yanlışlıkla çarpınca olur ya da birinin kalbini istemeden kırdığında olur. Başkasının boğazına yapıştıktan sonra özrün bir anlamı yok. Ağızdan çıkan iki kelime buradaki morlukları iyileştirmez.”

Şafak beni dikkatle dinledi ardından yine o kendine has hareketi yaparak iki kaşını birden kaldırdı. “Birinin kalbini kırdın mı hiç?”

“Dram mı yapacağız?”

“Sadece soruma cevap ver.”

“Bilmem, sence?”

Güldü. Ama alaylı bir gülüştü bu. “Daha önündekini göremiyorsun boş ver.”

“Sana aşık olmamam çok mu kalbini kırıyor?”

Anlık sorum karşısında dumura uğramış şekilde suratıma baktığında ben hala ifademden ödün vermemiştim. İfadesi gitgide gergin bir hal alırken sıktığı yumruğu gevşetti. “Eski Adelina bana aşıktı.”

“Ben Adelina değilim.”

“Evet,” derken bana hak veren ifadesi anlıkta olsa ürpermeme sebep oldu. “Sen eski Adelina değilsin.”

Yine güldüm. Buraya geldiğimden beri hiç olmadığım kadar gülüyordum. “İnandığınız şeyler sonunuz olacak Şafak,” dedim kafamı alaycı bir şekilde yana yatırırken.

Bir kaç dakika sonra Şafak tek kelime etmeden odadan çıktı.

Odada kendimle baş başa kaldığımda yatağa geri uzandım. Ellerimi karnımda birleştirdim ve uzunca tavanı izlemeye başladım. Kimsenin kalbini kıracak kadar kibirli biri olmak istemiyordum ama insanların bana yaklaşım biçimi hep gel ve kalbimi parçala bana gerçekleri anlat gibi olduğundan kendime de hakim olamıyordum. Şafak ise sadece bir kurbandı.

Aşk kurbanı. Adelinaya aşkı onun gözünü kör etmiş ve onu ne olursa olsun seveceğine inanmış. Adelina ise ortada yok. Başıma açılan şeylerin tek ve en nadide suçlusu olan kız ortada yok. Yarın yaşayabilecek miyim diye her gün düşünmemin tek suçlusu olan o kız... Öldü mü yaşıyor mu o bile belirsizken ben hala burada her gün acaba bugün ne yaşayacağım diye düşünmeden duramıyordum. Ve bu kız belki de şuan gününü gün etmekle meşguldü.

Silvaya gelince, o sadece yaptıklarının bedelini ödeyecekti.

Şafak odaya daldığında yastığın altına fırlattığım tarihçeyi hatırlayarak elimi yastığın altına soktum. Yeşil kaplı kitabı kaldığım yerden devam etmek için açacağım sırada bir ses bütün düzenimi yine altüst etti.

“Adelina...”

Ve Asil.

Balodan bu yana aklımda kalan sesi, ismimi dudaklarından dökmüştü.

Aklım karışmış bir halde yatakta kalktım. Hava kararmaya yüz tutmuşken Asilin burada ne işi vardı merak etmiştim. Ses tam olarak kapının arkasından geliyordu. Kapı bir kere tıklatıldıktan sonra yavaşça açıldı ve ben Asil’in kehribar rengi gözleriyle bir kez daha karşı karşıya kaldım.

Gözlerimiz kesişti ve Asil olduğu yerde hafifçe tebessüm ederek kapıyı kapattı arkaya doğru. Şimdi odada sadece o ve ben vardım. Yine buraya nasıl girdiğini merak etmiştim. Gözlerim hızlıca onu süzdü ve siyah ceketi, pantolonu ve içindeki siyah gömleğiyle tam olarak korkunç duruyordu. Kumral saçları dikkatimden kaçmıyor değildi yine de önemsemedim.

Şafak, Asil’e göre daha yakışıklıydı ama Asil’in kendine has bir havası olduğu aşikardı. İnsanı meraklandıran o his... Ama bahsettiğim şey o romanlardaki kötü çocuk değildi. Sadece Asildi işte. Çok az bir sürede tanıdığım ve beni onun tarafına yönlendiren o ürkütücü his.

“Ne istiyorsun bakalım?” Dedim kollarımı göğsümde birleştirirken.

İfadesinden ödün vermedi. “Konuşmak.”

İşte yine o merak. Buradaki insanlarda ciddi bir sorun vardı. Cümleleri hep bu kadar uzatmak ve insanı içten içe kemiren o merak duygusunu yaşatmadan asla konuşmuyorlardı.

“Konuş,” dedim bende tebessüm ederken.

“Daha yakından konuşmak,” dedi aynı tebessümü o da yaparken.

Daha fazla uzatmak istemediğimden hiçbir şey demeden sadece orada durdum. Hayatımın sonuna kadar bilinmezlik ve korkaklıkla burada yaşamayacaktım. Asil buradakilerin düşmanıydı, benim değil.

Asil bir adım atarak bana yaklaştı. Ben olduğum yerde sadece ona bakıyordum.

“Nerelerdeydin Adelina,” dedi. İlk cümlesi bu oldu. Güzel soru. Neredeydi Adelina? İşte onu bende bilmiyorum Asil. “Ne istiyorsun,” dedim konuyu kapatmaya çalışarak.

“Her şeyi istiyorum.”

“Ee?” dedim artık söylemesini umarak. Ve cevabını vermek istemediğim o cümleyi kurdu.

“Seni istiyorum. Ve emin ol bunu çok centilmence söylüyorum. Burada kalıp esir hayatına devam etmek istediğine emin misin?”

Ağzım açık Asil’e bakmamak için direndim. Bu şimdi buradan kaçmak demekti. Bunu diyen kişi buranın düşmanıydı ve onunla gelmemi istiyordu. Daha bir haftadır buradaydım ve yaşadığım şeyler oldukça doğaüstüydü. Şimdi ise tanımadığım bir vampirle kaçacaktım. Ya da kaçacak mıydım?

Bunu Adelinaya mı söylüyordu yoksa bana mı? Adelina nasıl yaşıyordu bilmiyorum ama benim esir hayatı yaşadığım kesindi. Şimdi buradan Asille çıkıp gitmek buradaki herkese kırmızı bayrak çekmekti. Ve Aresi’i Silvaya karşı haksız çıkartacaktım.

Ama diğer yanım burada öğrenebileceğim bir şeyin olmadığını söylüyordu.

Kalmakla gitmek arasında seçim yapmam gerekiyordu.

Asil’e baktım. Bana bakan keskin kehribar gözlerine baktım. İçimin huylandığını hissettim. Adrenalin hissi daha da arttı. Sessizlik rüzgar gibi ikimize de vururken hala konuşmuyordum.

Kafamda az da olsa bir ağrı belirdi. Artık buradaki her şey canımı fiziksel olarak acıtmaya başlamıştı. Bir haftadır malikaneden dışarıya adımımı bile atamamıştım. Geçen çıktığım için Şafak bahçeye bir kaç adam dikmişti ama kim bilebilirdi ki benim Asil’le gideceğim?

Adelina olsaydı ne yapar diye düşündüm. Adelina kalırdı eminim. Onun ailesiydi burası. Onun eviydi. Onun hayatıydı ve ben başkasının hayatını canlandıran bir kukladan ibarettim.

Bu yüzden Alinanın yapacağı şeyi yaptım; gitmeyi seçtim.

*** 

Loading...
0%