Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. §V 🕯

@visnelicorek

Oylama ve yorum sayısı benim için çok önemli. Lütfen bir tanede olsa yorum bırakın ve yıldıza dokunun. Bana eski tempomuzu geri verin 🤍

 

§V🕯️

 

 

İlahi Bakış Açısı

 

Hayat zordu. Adama göre zorluk, her zaman galip olduğu savaşlardan yalnızca biriydi. Onun için imkansız diye bir şey yoktu. Hayatının bir döneminde yüzüne kapanan kapılar, önüne çekilen setler, kaçışlar ve korkularla boğuşurken şimdilerde yaptığı bir el hareketi önüne çıkan engelleri ortadan kaldırmaya yetiyordu.

 

Hisleri, duyguları olmayan bir canavara dönüşmek kolay olmamıştı.

 

Bu gücünün bir bedeli vardı. Güce her zaman ödenen bir bedel vardı. Vermek istemese de kaderin ondan söke söke aldıklarının eksikliğini hala yaşıyordu.

 

Efrail Akher.

 

Adının anlamı "batmayan güneş" demekti. Güneşten nefret ederdi. Sarıyı, aydınlığı eskisi kadar sevmezdi. Çünkü önüne ışık tutan güneşini, toprağa vereli çok olmuştu. Soyadı, içinde köz parçaları bulunan sıcak kül demekti. O kadar çok yanmıştı ki soyadını hakkıyla taşıdığı bir gerçekti.

 

Elindeki resmi biraz daha kaldırıp göz önüne hizaladı. Gözleri arada camın gerisinde kalan şehrin ışıklarına değip tekrar resimdeki genişçe gülümseyen iki kadına çarpıyordu. Hangi ışık daha parlaktı diye düşünürken baktıkça içini aydınlatan resim karesini seçmemek aptallık olurdu. Onun sevdiği tek aydınlık annesi ve kız kardeşinin gülerken gözlerinden saçtığı sevinç ışığıydı.

 

Sarıdan nefret ederdi. Çünkü kız kardeşinin uzun ipek gibi saçları sarıydı ve artık yaşamıyordu. Sarıdan nefret ederdi. Çünkü annesinin gözleri bal köpüğü, baktıkça içini ısıtan şefkattendi ve artık ona bakamıyordu. Yaşamıyordu...

 

Derince bir nefes alıp resmi cüzdanının şeffaf bölümüne geri yerleştirdi. Üzerinde hatırı sayılır bir zaman geçmişti. On seneden sonrasını saymamıştı. Ne tuhaftı, halbuki o günkü acı sönmeyen köz parçaları gibi içinde yanmaya devam ediyordu. Onca acıya rağmen zaman kavramını zihninde kaçıralı çok olmuştu. Kız kardeşi yaşasa şu an kaç yaşında olurdu?

 

Kendisi 30 yaşında yaş aldıkça içine devrilen bir adama dönüşmüştü. Kardeşi ise on üç yaşında küçük kalbi yaşam dolu kız çocuğu olarak kalmıştı. Peki ya annesi? Annesi... Onun annesi günahsız bir melek olarak ait olduğu yerde hak ettiği yaşamı yaşıyor olmalıydı. En azından orada yaşıyordu...

 

Gözleri elindeki kristal bardağın içindeki sıvıda dolaştı. Aslında içmezdi, içmeyi sevmezdi. Ona göre kontrolü elinden kaybettirebilecek her etken tehlike barındırırdı. Tadı iğrenç olsada kafasındaki kargaşaya biraz sessizlik lazımdı. Yine de tercihini her zaman kahveden yana yapardı. Bazen kendi koyduğu kuralların dışına çıktığı zamanlar olurdu. O anlardan birini yaşıyordu.

 

Bardağı tek dikişte bitirip çalışma masasının üzerine seslice bıraktı. Başını oturduğu tekli deri koltuğun sırtına yaslamıştı. Düşünecek o kadar çok şeyi vardı ki kafası artık patlamak üzere olan bir bombadan farksızdı. Tahammül edip sabrettiği şeyleri aklına dahi getirmek istemiyordu.

 

Masaja ihtiyacı vardı. Birinin başına masaj yapmasına ihtiyacı vardı. Hayır, birinin kafasına bir dolu şarjörü boşaltmasına ihtiyacı vardı.

 

Gözlerini sıkıca kapattı ve koltukta biraz daha aşağıya kayarken bir pozisyon aldı. Kısa süre öylece dururken rahatlığı hissetmeye çalıştı ama başarısız oldu çünkü oturduğu yerde onu rahatsız eden bir şey vardı. Oturuşunu değiştirip ensesini koltuğun sırtına iyice yasladı, gözlerini kapattı ve uyuyabilirse tam da şu anda bu rahatsız edici koltukta uyuyacaktı. Bir süre de bu pozisyonda bekledi fakat yine olmadı. Ensesine dayadığı kumaş bile batıyordu. Çenesini sıkarak bir anda yerinden kalktı ve sertçe koltuğa bir tekme atıp geriye doğru devrilmesine neden oldu.

 

Rahatı için gözünden çıkaramayacağı para birimi yoktu. Bu lanet koltuk takımına ödediği paranın karşılığı bu muydu? O halde gün ağardığında ilk işi üretici firmanın Türk piyasasından çekilmesi için gereken talimatı vermek olacaktı. Hatta tam şu anda bunu yapacaktı.

 

Kumaş pantolonun cebine koyduğu telefonu çıkarıp güç tuşuna bastı. Gerekli aramayı yapacakken açılan kapı ile öfkeli ifadesini koruyan yüzü gelene doğru döndü. Gelen Tuncay'dı. Yaşıtı olan adam, hayatını emanet ettiği koruması aynı zamanda da arkadaşı olmuştu.

 

Koşarak odasına geldiği çok belliydi çünkü göğsü hızla inip kalkıyordu. Kısık olan gözleri daha da kısılırken ona bakmaya devam etti. Konuşması gereken yere ne diye susuyordu anlayamıyordu.

 

Tuncay'ın yıllardır tuhaf tavırlarına anlam veremediği gibi artık şu sıralar hiçbir şeyine anlam veremiyordu. Ters giden bir şeyler varmış da köşe bucak ondan saklanıyormuş gibi bir his vardı içinde. Şimdilik sessizdi, sessizliğini koruyorsa bozduğunda çıkacak arbededen de asla kendisi sorumlu olmayacaktı.

 

"Susmaya mı geldin?" Efrail'in koyu kahve gözleri Tuncay'ın mavi gözlerinde sabırsız bir ifadeyle dolaştı. "Oğlum niye susuyorsun lan?" Ellerini iki tarafta dümdüz duran adama bakmaya devam etti. Bu gece kendisi delirsin diye adam mı seçilmişti yoksa adam mı tutulmuştu anlamak için sakinliğini korumaya çalıştı. Derdi neydi şimdi öğrenecekti.

 

"Konuş demedin." Ona öyle bir baktı ki, sabır denen duygunun dibinde, kırk ayrı şekilde kırk kere derisini yüzüp ve iskeletine geri dikmişti.

 

Dişlerinin arasından sessizce "Niye susuyorsun dedim ya Tuncay." dedi. Aynı döngüyü günde kaç defa yaşadığını artık saymayı bırakmıştı.

 

"Bende konuş demedin diye cevap verdim."

 

"Konuş lan!" Tek gözü seğirmeye başladığında çenesini sıkıca kenetlemişti. Arkadaşı bir aptaldı. Kendisinin aptallara tahammül seviyesi diye bir aralığı dahi yoktu. Arkadaşı olmasa onu kapının önüne koyar, sabır sınırlarını zorlamaya devam ederse kafasına sıktırırdı. Sakindi, sakin kalmalıydı.

 

"Aylardır aradığımız Kuzgun kod adlı olan adamı bulduk." Efrail, karşısındaki adamın son derece sakin kurduğu cümleyi algılayıp hızla ayaklarını hareket ettirdi. Odanın kapısını sertçe açtı. Tuncay'ın bu bilgiye karşı nasıl bu kadar dengesiz bir duygu durumuyla yüzüne baktığını anlayamamıştı. Zaten oldum olası Tuncay'ı anlayamıyordu. Bu ismi bulabilmek için aylardır ona eziyet etmişti. En azından yüzünde bir sevinç ifadesi beklemişti. Üstelik soğuk ve tepkisiz olanın her zaman kendisi olduğunu düşünürdü.

 

Aydınlatması soluk olan koridoru hızla yürürken onu takip eden adamın ayak sesleri kendisinin durması ile kesildi. Tuşuna bastığı an gelen asansör yalnızca ona ait yapılmıştı. Bu yüzden beklemeden içeri girdi. Gökdelenin en üst katında zemine ulaşması birkaç dakikasını alacaktı.

 

"Bizimkiler nerede bulmuş?" Cam asansör duvarından ayaklarının altında ezilmek için dizilen insan yapımı binalara tepeden bakarak beklemeye devam etti. "İçeriye yerleştirdiğimiz köstebeklerden biri olayı çözmüş. Kuzgun'un neye benzediği, kim olduğunu artık biliyoruz. Ekip çoktan yola çıktı. Onlar güvenliği sağlandıktan sonra varmış oluruz." Kafası çalışan aptal bir koruması vardı. Genç adamın onun hakkında verdiği son karar buydu.

 

"Bizi fark etmiş mi?" Asansörün zemine son beş katı kalmışken genç adamın sonunda elde edeceği şey engel olamadığı bir heyecanı içine yaymıştı.

 

"Sanmıyorum, gölge ekibini sahaya çıkardım."

 

"Siz kafayı yemişsiniz." İki adam da sesin geldiği yöne baktığında asansör kapıları çoktan açılmıştı. Efrail'in kendi dünyasındaki iş ahlakında edindiği bir diğer dostu tam karşısında dikiliyordu. Burada ne işi olduğunu bile sorgulamadan gözlerine baktı. Eldiven sarılı ellerinin tekiyle motorunun kaskını tutan adam ağzından çıkarmadığı maskesinin gerisinden boğuk bir ses tonuyla konuşmaya devam etti.

 

"Bir kumaş ve tekstil sektörü için, işini tanınmadan yapan bir adamın peşine silahlı adamlarla düşmek tam siz iki gerizekalının işi." Kaskı kafasına geçirip bıkkınca nokta atışlarına devam etti. "Ve yine siz iki gerizekalının götünü kollamak da bana kalıyor."

 

Efrail üzerindeki düğmeli takımın iliğini açıp elini rahatça havaya kaldırmış önünde kendini bir bok sanarak yürüyen Dağhan'ın kask geçirdiği kafasına sertçe indirmişti.

 

"Doğru konuş. Yoksa eğriyi konuşacak bir ağzın bile olmaz." Efrail'in sesindeki öfkenin dozunu dahi ezbere bilecek kadar yakınlıkları vardı. Fakat bu durum ne Tuncay'ı ne de Dağhan'ı pek değil hiç etkilemiyordu. Açıkçası Efrail'in deliliğini gördüklerinde ikisi de sopasını saklayacak kadar akıllıydılar ama Efrail kolay kolay o sınırı geçmezdi.

 

"Aynen, biri götüne sıktığında tekrar konuşalım, ağzımın eğri mi yoksa doğru mu konuştuğunu." Kaskın önündeki ufak cam bölmeyi indirip eliyle patronunu ve aynı zamanda arkadaşı olan Tuncay'ın önden ilerlemesi gerektiğini işaret etti.

 

"Sektörü elinde tutuyor diye adamı öldürecek değilim." Koruması soluna, kendisinin ve korumasının koruması olmasına az kalan Dağhan da sağında yer alırken şirketin dönen kapısından çıkmışlardı.

 

"Güldürme lan. Her zaman zirvede olacak değilsin. Ülkedeki ses getiren işlerin altında yeterince imzan var. Birini de sal, başkaları yapsın." Ona bir cevap vermedi. Amacı başarıdan çok ülkeye hizmet etmek falan değildi. Amacı yalnızca güçtü. Önce önünde durulamaz bir güce sahip olmalıydı, bu şekilde ülkenin isteklerine tam destek verebilirdi. Genç adam pahalı kol saatine bakmak için bileğini göz hizasının altına kaldırdı ve saate baktı. Gece yarısı olmak üzereydi. Bu işi gün ağarmadan halletmeliydi.

 

"Bu gece Kuzgunun işi bana devretmesi gerek." Kaskın şeffaf bölmesini kaldırıp Efrail'e bakan adam bu konuyu aylardır niye takılmıştı hala anlayamıyordu.

 

"Tekstil bandına girince eline ne geçecek? Asla anlamadığın bir sektör." Önemli değildi. Anlayan bir ekip oluşturup başına koyabilirdi. Yine de genç adamın tek kaşı havaya kalkarken büyük bir kibirle Tuncay'ın kolunu tutup Dağhan'ın önüne doğru çekti. Kimse ona şu işten anlamıyorsun diyemezdi.

 

"Ona bir bak." Direk gibi dikilen arkadaşının kolunu ittirip "Etrafında dön." Dedi. Tuncay aldığı komut ile sorgusuz etrafında bir tur dönüp tekrar aydınlatma direği gibi dümdüz ayakta dikilmeye devam etti.

 

"Sosyal medya kızlarına çevirdiniz beni. Ayağımın tekini de kıçıma kaldırayım mı?" Diye homurdanmıştı. "Birazdan glossun markası ne? Oha pantolon şaka mı?" Diye soranlar olacak."

 

Efrail ve Dağhan tuhaf bir ifadeyle birbirlerine baktı. "Gloss ne demek sen biliyor musun?" Efrail tek kaşını havaya kaldırıp bir süre düşündü ve başını olumsuz anlamda salladı. Silah markası olmadığına emindi. Dağhan da bir motor markası olmadığına emindi. O halde gloss ne demekti?

 

"Neyse ne, Bugün Tuncay'ın üstündeki takımı ben seçtim. Zevkim tartışmaya kapalı bir konu." İki adam da Efraile bakıp onu başıyla onayladı. Gerçekten giyinmeyi bilen bir adamdı. Fakat bu sektör çok da bu yönde yetenek istemiyordu.

 

"Çorapları" Dağhan cümleye tam girmeden Tuncay "Sus." Diye sertçe tepki gösterdiğinde Efrail'in bakışları otomatikman adamın ayaklarına düştü. Siyah parlak deri ayakkabılarının içine nasıl mor çorap giyerdi?

 

"Sen..." devam edemeden Tuncay tekrar araya girmişti. "Bu konuda taviz vermediğimi biliyorsunuz. Çorap bir kültürdür. Siz bu tarz çoraplar giyersiniz giymezsiniz bilmem. Ben çorap adamıyım." Efrail ve Dahlan birbirlerine bakıp sessiz kalmayı seçti. Evet, çorap onun için tuhaf bir kültüre evrilemişti. Kimse sert yüz hatlara sahip takım elbiseli bir korumanın tuhaf baskılarla dolu çoraplar giydiğine inanmazdı.

 

"Sen o Kaskı ve şu ilerideki makinenin anahtarını ver bizim çocuğa garaja park etsin. Arabayla gideceğiz." Dağhan elinde oyuncağı alınmak istenen bir çocuğun agresifliğiyle Efraile baktı. "Bebeğime kimse dokunamaz. Motorla gelebilirim."

 

Efrail Akher konuşuyorsa ikinci bir kişinin verdiği fikrin karar değeri taşımadığını herkes bilirdi. Bu yüzden Dağhan'ın isyan eden sesi gökyüzünde sönüp atmosferde kaybolan basit bir balon gibi havada yok oldu.

 

"Kendim park ederim bebeğimi." Bu bir pes edişti. Farlarını kapatsa karanlıkla rahatça gözden kaybolabilecek bir siyahlıkta olan motoruna bindi. Kısa sürede gözünden sakındığı iki tekerleğini güvenli bir yere park edip geri geldi. Bu durumda son derece rahatsız olsa da tek kelime edemeyeceğini biliyordu.

 

Kısa sürede üç adamın ve arkalarındaki bir düzine korumanın bineceği araçlar tam önlerinde fren yapmıştı. Arabalara binen ekipler konvoy halinde ilerlerken bu saate kalabalık araç dizesini görenler şaşırabilirdi.

 

Bu görüntü aslında çok doğaldı. Çünkü nereye giderse gitsin onu takip eden en az dört araç mutlaka olurdu.

 

Efrail Akher gerçekten korunması gereken bir girişimciydi. Onun yaptığı işler yalnızca medyaya yansıtıldığı kadarıyla kalmıyordu. Geride çok iş döndürüyordu...

 

Neticede bir insan kaçakçısıydı. Neyi, kimi kaçırdığı konusu ile derin ve karmaşıktı. Ülkeden insan çıkardığı kadar farklı eyaletlerden aranan isimleri de Türkiye Cumhuriyeti'ne sokabilirdi. Bu konuda ülkesinin elini güçlendirdiği çok isimi Türkiye'ye getirmişti.

 

O isterse diye bir tabir vardı Efrail'in dünyasında. Efrail Akher isterse dünyada bağlantı kuramayacağı hiçbir nokta yoktu. En basit bir sokağa bile erişim sağlayabilecek kadar eli kolu uzun bir isimdi.

 

"Bu gece bir tuhaf hissediyorum." Filmli camdan dışarıya bakan Dağhan gözlerini baktığı yerden çekmedi. Ağzındaki siyah boyunluklu maskeyi biraz daha yukarıya çekiştirdi.

 

Araç kırmızı ışıkta durduğunda Efrail'in kısık gözleri bir kadının elinde levye ile arabadan indiğini gördü. Kaşları havalanırken aynı zamanda da çatıldı.

 

"Başlama yine." Ses Tuncaya aitti. Siyah saçlı kadın üzerinde son derece midi boy olan elbisesi ve elinde tuttuğu levye ile komik ve absürt bir görüntü veriyordu. Ayrıca dirseklerine kadar uzun bir çift eldiven giymişti. Yanındaki arabanın camına hiç düşünmeden demiri geçirdiğinde Efrail'in gözleri kısıldı. Kadın kafadan çatlak olmalıydı.

 

"Bu gece dönüm noktamız olan bir şeyler yaşanabilir." Dağhan bir şey söylüyorsa ya olurdu ya da olacak bir şey söylerdi. İnanması zordu ama böyle bir yeteneği vardır. Efrail çoğu zaman altıncı hissi kuvvetli diye düşünse de bazen ürkütücü bir altıncı hisse dönüşebiliyordu. Bu yüzden onun bu tarz konuşmalarını hep dikkate alırdı.

 

"Bayılıyorsun ortamı germeye." Tuncaya ters bir bakış attı.

 

Genç adam elini kaldırıp kaşının köşesine dokundu. Gözleri hala dışarıda belaya kucak açan kadındaydı. Yüzünü bu uzaklıktan net göremiyordu. Eldiven giyili elindeki levyeyi arka sinyal lambalarını geçiren çatlağa iyice dikkat kesildi. Korkmuyor olmalıydı. Şahsen onun aracına biri bu zararı vermeye kalksa mutlaka üzerine sürerdi. Tabi kadın olması işleri karıştırabilirdi. Bir kadına zarar verecek değildi. Fakat psikolojik hasar verebilirdi.

 

"Ortamı yanımdaki patronun geriyor. Taktı iki parça kumaşın dikildiği mesleğe." Konu tekrar Efraile bağlanınca adamın kafasındaki düşünce yığını aralanır gibi oldu. Gözlerini dışarıdaki cesur ama kafadan problemli kadından çekti.

 

"Mesleğe falan taktığı yok. İklim aşkı kabardı yine. Bayılıyor kadının olduğu ortamlara girmeye. Bir sektörüne el atmadığımız kalmıştı."

 

"Her ikinizde sesinizi kesin. Kafamı siktiniz."

 

İklim Efrail'in çocukluk aşkıydı. Herkesden her şeyden vazgeçebilirdi. Ama İklim onun kilit ismiydi. Tabii kadının onunla ilgilendiği yoktu. Bu onu daha da hırslandırıyordu. Efraile göre İklim gördüğü, baktığı tek kadındı. Fakat onun için bu geçerli değildi.

 

İklim onun olduğu yerde daralıyor, boğuluyordu. Adamı ve sahip olduğu gücünü sevmiyordu ama kullanmaktan da geri kalmıyordu. Tek yaptığı buydu. Adamı kullanıp kısa sürede yeteneği olmayan bir sektörde isim yapmıştı. Fakat daha fazlasına ihtiyacı vardı. Kurnaz bir kadındı, daha fazlasının Efrail'de olduğunu bildiği için ona göre hareket ediyordu.

 

Adam ise kadını nasıl kendinde tutacağını bilmiyordu. O da bulunduğu her yeri, girdiği her piyasayı elinde tutarak bir çözüm bulmuştu. Bu şekilde kadının tüm kapıları ona çıkıyordu. Adam da memnuniyetle kapıları aralıyordu.

 

Efrail Akher, İklim Kumru'yu seviyordu. Hastalıklı bir histi, daha çok takıntı ama ona göre bu aşktı. Bu aşkın, Efrail'in yakında dengelerinin değişeceği bir aşk olduğunu bilmeden geçirdiği son gecesiydi.

 

🕯

 

 

İғʀᴀ Mᴇᴠᴅᴀ Siᴠᴀ̂ʀi

 

Çocuklar, okula gitmeli, arkadaş edinip oyunlar oynamalıydı. Yere düştüğünde dizleri kanamalı, annesi telaşla acısına içerlemeli, akşam olduğunda babası eve gelip elindeki en sevdiği şekerlemelerle kucak açmalıydı. Sevgi, şefkat, minik kalplerinde hissettikleri en büyük duygular olmalıydı.

 

Çocuklar gülümsemeliydi.

 

Hiçbir çocuk ağlarken gülmemeliydi.

 

Dudakları kıvrılan çocukların gamzelerine göz yaşları dolmamalıydı.

 

Dizlerinin üzerine düştüğünde hastane koridorunun tam ortasındaydı. Küçük bedenini artık ayakları taşımıyordu. O kadar büyük bir acıyla düşmüştü ki, dizlerinin üzerine onu oradan babası gelse dahi kaldıramayabilirdi.

 

Zaten babası hiçbir zaman onu düştüğü yerden kaldırmaya gelmemişti...

 

Dudaklarından dökülen feryat on bir yıldır atan kalbini sarsığında tek elini göğsüne bastırdı. Ağlamak, bu ağlamak değildi. Onun kalbi sökülüyordu. Feryat... Bu çığlık, çığlığa edilen bir feryattı.

 

Elleriyle üzerindeki geceliği kavrayıp sıktı. Daha sesli bağırdı, daha çok yüreği yandı. Göz yaşları gülümserken çıkan gamzelerine doluyordu. Dudakları kıvrılmıştı ama hayır, gülümsemiyordu. Dişlerini olabildiğince sıkıp boğazında gelen hıçkırıkları ard arda bıraktı. Göğsü hızla inip kalkarken gözleri etrafı seçemiyordu.

 

"Anne..." Bir mırıltı döküldü dudaklarından. Etrafında toplanmaya başlayan hastane çalışanlarının kalabalığı ile ürkekçe daha sesli "Anne!" diye bağırdı. Korkardı, onsuz kalmaktan çok korkardı.

 

Onsuz kalmıştı, korkuyordu...

 

Omuzunda hissettiği el ile irkilip yaşlı gözlerle elin sahibine baktı. Kendini geriye doğru çektiğinde o doktoru tanımıştı. Hemen gerisindeki polis memurunu da tanıdığı gibi. Az önce aralarında konuştukları yavaşça kulağında çınalamaya başladı.

 

"Getirdiğiniz hasta eks oldu." Genç doktor dalgınca karşısındaki polis memuruna bilgi verirken kaldığı gece nöbetinin yorgunluğu vardı üzerinde. "Bu bir intihar. Çok ilaç içmiş, kalbi defalarca durdu. En sonunda geri getiremedik. Öldü."

 

Polis memuru belindeki kemere yasladığı parmaklarını çenesine sarıp tek eliyle yüzünü kapattı. Nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Ufacık bir kıza "Annen öldü" nasıl denirdi?

 

"Ölüm belgesi imzalanmalı. Hastanın bir yakını var mı?" Polis memuru, onları dinlediğini bile fark edemediği kızın bakışları altında doktora döndü. Verecek hiçbir cevabı yoktu. Bu gece bu hastanede kuracak tek bir cümlesi bile yoktu.

 

Annesi öldü diyorlardı. Annesi intihar etti diyorlardı. İntihar ne demekti? Onu dahi bilmiyordu. Ölümü nasıl bilip kabul edecekti?

 

"Ö-öldü mü?" Islak kirpiklerini bir kez kapatıp açtığında karşısındaki doktoru daha net görmeye başlamıştı. "Ölmek ne demek doktor bey? Ben artık annemi göremeyecek miyim?" Genç adam kıza kaldırdığı elini titreyerek geri çekti. O doktordu, eli titrememeliydi. Çocuk öyle içli sormuştu ki, artık her aklına geldiğinde genç adamın değil, eli kalbi bile titreyecekti.

 

"Annemi artık göremez miyim?" Göz yaşları boynuna kadar tenini ıslatırken doktor, kız çocuğunu kendisine doğru yavaşça çekip sarıldı. Ağlayarak sorular soran kız çocuğu konuşmaya devam etse de bu gece onun kuracak tek bir cümlesi bile kalmamıştı.

 

"İçeriye birlikte girdiniz, annemi siz götürdünüz. Onu geri getirin!" Elleriyle ona vuran kızın saçlarını okşamaktan başka bir şey yapamıyordu. "Annemi geri getirin efendim. Bir daha gece yatarken zorla masal anlattırmayacağım, söz veriyorum. Babamı da sormayacağım. Anneme söyleyin, söz verdiğimi söyleyin. Geri gelsin lütfen!" Kızın kucağında ki çırpınışları, haykırışları o kadar şiddetliydi ki genç doktor ne yapacağını şaşırmış bir halde çocuk aciline anons geçmelerini söylemişti.

 

"Daha iyi çizeceğimi söyleyin. Artık sözünden çıkmayacağımı söyleyin, yalvarırım!" Onu tutamamıştı, ellerinin arasından sıyrılıp arkasına doğru koşarken buzlu cam kapıya vurmaya başladığını gördü.

 

"Anne!" Elleriyle daha sert vurmaya başladığını düşünse de tek yaptığı kendi canını yakmaktı.

 

"Anne gelmiyor! Onun için yapma, yalvarırım. Babam gelmiyor, gelmeyecek. Beni bırakma! Beni niye bırakıyorsun anne?" Alnını cama yaslayıp takati tükenmiş bir şekilde dizlerinin üzerinde tekrar yere oturdu. Gözleri geriye doğru kayarken kalçasına yapılan iğneyi dahi hissetmemişti.

 

"O gelmiyor, o hiçbir zaman bize gelmedi."

 

Etrafındaki kalabalık kıza içleri acıyarak baksa da ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Kimsesi olmayan bu kızın bu geceki feryat edişleri hastane koridorlarında yankılanarak kalplerine çarpıyordu.

 

Bu gece bu hastanede onların biri ölü bir diriydi. Acı, dirisi ölü bir çocuğun ta kendisiydi.

 

Aslında ölüm, bu gece ufak bir kız çocuğunun tam göğsündeydi.

 

🕯

 

Zihnimin içindeki savaşın mağlup düşmanıydım. Zihnim, yakalarımı tutup beni her defasında aşağıya çeken bir Sevâd Vadisiydi. Bu karanlık vadide her defasında sıkışıp kalmam, gün ağarana kadar sürüyordu. Gün ağarır, gökyüzü gözlerimin rengine döner, karanlık dediğim bu yer aydınlanır ve bana nefes aldırırdı.

 

Gözlerim, ağlamanın verdiği sızıyla arlanırken, hastane koridorunda perişan halimi her uyuduğumda görmekten yorulmuştum. Yirmi dört yaşındaydım ve bu ızdırap on üç senedir sürüyordu. Kafamı yastıktan kaldırıp yavaşça doğrulduğumda, açık bıraktığım camdan içeriye dolan soğuk ayazın perdeyi havalandırmasını izledim. Gün daha ağarmamıştı; muhtemelen uyuduğum birkaç saatlik uykulardan birine daha dalmıştım.

 

Üzerimdeki saten şortlu geceliğin düşen askılarını omuzlarıma doğru çekip yatakta ayağa kalktım. Hava buz gibiydi. Üşüyordum ama içimdeki yangını üşümemden daha çok önemsiyordum.

 

İçimdeki yangın, her zaman önemserdim.

 

İleriye doğru attığım adımla aynanın karşısına denk gelince durdum. Ayağımın altında ezilen parke, parmaklarıma batacak kadar canımı yaktığında, bakışlarımı tedirginlikle sağ koluma düşürdüm. Yalnızken çıkardığım eldivenler, hemen arkamdaki komodinde dururken, çıplak kolumla karşı karşıyaydım. Karanlıktı, net göremiyordum ama kolumdaki yanık izlerini ezbere biliyor oluşum, hafızamın tam ortasındaydı.

 

Sol elimi titreyerek sağ koluma doğru kaldırdım ve parmak uçlarımla izlere dokundum. Sorun yoktu. Gören yalnızca ben isem hiçbir sorun yoktu. Gözlerimi kaldırıp bu karanlıkta bile rengi belli olan sarı gözlerime baktım.

 

Acı ve çöküşlerimi bu aynanın karşısında yaşadığım kaçıncı an olduğunu bilmiyordum. Bildiğim bir şey varsa o da bu gecenin sabahına sağ salim çıkıp ayaklarımın üzerinde hayatıma devam edeceğimdi.

 

Ayaklarım, düşen omuzlarımla birlikte beni tekrar yatağa doğru taşırken, evin içinde yankılanan ses ile durdum. Gözlerim panikle aralandı, kafamı odamın dış kapısına doğru hızla çevirdim. Site oldukça korunaklıydı fakat evler müstakil olduğu için emin olamıyordum. Eve hırsız girmiş olabilir miydi? Sıcaktan nefret ettiğim için evin camlarını hep açık bırakırdım. Belki de bir kedi girmişti.

 

Ya da yine o Allah'ın cezası, her gün ölüm haberini almak için dualar ettiğim nişanlandığım adam mı gelmişti? Ruh hastası pisliğin tekiydi. Kendisi bu nişanı zorla kabul etmiş olsa da sınırlarımı zorlayacak çok davranışta bulunuyordu. Her an her yerden çıkıp beni kendinden son derece tiksindirici hareketler yapabilirdi. Sınırı yoktu ve sıkıntılı biriydi. Bir senedir son derece ne denli aşağılık bir adam olduğunu ezbere biliyordum. Eğer oysa tepkim son derece canını yakacak türden olacaktı.

 

Komodinin üzerindeki çift eldivenlerin tekini alıp sağ koluma geçirdim ve dirseğimde biten kumaştan elimi çektim. Hemen yatağımın dibinde çıkardığım siyah yüksek topuklu stilettoların tekini elime alıp doğruldum. Her ihtimale karşı etrafıma bakınıp telefonumu aramaya başladığımda alnıma yavaşça vurup şansıma tükürdüm. Yoktu.

 

Odamın kapısını aralarken kulaklarım çıkacak en ufak sese duyarlı hale gelmişti. Sessiz adımlarla on on beş basamaklı merdivenleri inip oturma odasının açık olan sürgülü camına baktım. Perde, bir tabut kapağı gibi açık olan kapının boşluğuna kapanıp açılırken ilerledim. Kapının kulpunu tutup sürgüyü ilerlettiğimde hissettiğim şey ile durdum.

 

Bakışlarım bahçenin ışıklandırması ile parmaklarımdaki ıslaklığa düştü. Gözlerim şokla aralanırken geriye doğru sendeledim ve bu kez aynı şeyi ayaklarımın altında da hissettim. Çenem titreyip dudaklarım aralandığında bedenim kitlenmişti. Bu bir kandı, bu kan kime aitti?

 

Arkamı dönüp etrafıma bakınırken telefonumu arıyordum. Lanet olası telefonu nereye koymuştum?! Ayağıma bulaşan kana tekrar basmamak için parmak uçlarımda ilerliyordum. Gelenin az sevgili nişanlım olmadığı kesindi. Pis işlerle uğraşsa dahi yara alıp benim kapımı çalmazdı. Bana hayatı zehir etmek için var olmuş karakteriyle dünyama ayak basan bir adamdı. Canını bana teslim etmezdi.

 

Belki de her kimse ben uyurken evime girmiş ve çıkmıştı. Yukarıdayken duyduğum gürültü gittiğinde çıkardığı ses olabilirdi.

 

Bu ihtimaller ışığında yanıldığımı anlamam uzun sürmemişti. Tekrar duyduğum ama anlam veremediğim sesler ile kaskatı kesildiğimde artık her şey daha netti. Bu evde nefes alan yalnızca ben değildim. Sertçe yutkunup gözlerimi bir kez sıkıca kapatıp açtım. Ensemden tüm bedenime yayılan ürpertiyle göğsüm hızla inip kalktı.

 

Metal bir yapının soğukluğunu saç köklerimde hissettiğimde tehlikenin tam arkamda olduğunu anlamam uzun sürmedi.

 

 

 

10:04:2024 01:53

 

 

Loading...
0%