Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10.§V🕯

@visnelicorek

Görüntülenme sayısı ve oylama arasında ki uçurumu yalnızca gören benmiyim? Yorum kıtlığımızdan bahsetmiyorum bile. Pekala sizin istediğiniz gibi oynayalım bu oyunu. Herkes sessizliğini korumaya devam etsin emin olun bende aynısını yapacağım...

🕯

 

Çocukken düştüğümde dizlerim acımazdı. Bazı geceler kabuslar ile uyandığımda korkmazdım. Tek kaldığımda yanımda ikinci birine ihtiyacım olmazdı. Hastaysam iyileşmeyi beklerdim. Dışlandığımda omuzlarım düşmezdi. Kötü söz işittiğimde alınmazdım. Bu yüzden hiç saçım okşanmamış, güzel sözler işitip kalbim ısınmamıştı.

 

Fakat canım yanıyor ve tehlikedeysem başımı kaldırır, göğsümde verdiğim savaşın izleri hala tazeyken direnirdim. Benim zırhım; sesimi çıkarmadan sustuğum, sustukça içimde kanayıp göğsüme yapışan yaralarımdı. Zırhım acılarımdı.

 

Bir kalbim yokmuş gibi yaşamalı daha sonra kalbim sökülüyormuş gibi kuytu bir köşede acı içinde sızlanmalıydım.

 

"Acın göğsünden çıkıyormuş gibi olsa da yalnız olduğun anı bekle. " Annemin bana öğrettiği buydu. Yıllardır yalnız olduğum anı bekliyordum. Ne için mi? Acısı dinmeyen her yaram için...

 

"Gördün. Neye benzediğini biliyorsun." Sessizliğin baltasını geçirdiği zihnim, anın içine Efrailin sesi ile geri geldi. Bana doğru attığı birkaç adım tam karşımda durunca ağırca kesildi. Kafasını eğdi ve aşağıda kalan yüzüme bütün dikkatini vererek bakmaya başladı. "Onu gördün değil mi? Broşu biliyorsun." Benden duymak istiyordu, tekrar. Emindi fakat daha emin olmak istiyordu.

 

"Gördüm." Gözlerinde ki çatlamak için yarılmayı bekleyen kırmızı damarlar genişledi. "Gümüş rengindeydi, ortasında bir ör..." Avucu o kadar büyük bir hızla dudaklarımın üzerine kapandı ki gözlerim büyüdü. Şiddetli bir hamle olduğu için geriye doğru sendelendim ve diğer eli hareket etmemi engellemek için başımın arkasından saçlarımın arasına girerek enseme sarıldı. Eli gözlerim hariç tüm yüzümü kapladı ve boynumda ki elinin parmakları ensemi tutuyorken boynuma kadar uzanıyordu. Tenime temas etmesi kalbime esaslı bir yumruk atılmış gibi hissettirdi.

 

"Sus!" Gözümü bir kez kapatıp açtığımda bu bir refleksti. Kirpiklerim yüzümde asılı duran elinin baş parmağına sürtündü. Bakışları oraya yöneldi. "Sana detay ver demedim." Yüzüme baskı yapan eline hemen ardından gözlerine baktım. Kirpik diplerine kadar koyuluğu bulaşan gözlerinde ki ifadenin içinde belirmeye başlayan parıltılar biliyordum ki hayra alamet değildi.

 

"Buda ne?" Yaşam akan damarımı üzerine parmağı ile sürtündü. Kaşlarının çatılı olduğu yerde ki deri dahada katlandı.

 

"Elini çek." Göğsüm sızladı.

 

"Kalp atışların hızlandı." Eli ensemden kayarak boynuma sarıldı. Nefesimi tuttum. Avuç içi boynumun derisine yaslı dururken kan akan tüm damarlarımı hissettiğini biliyordum. Evet kalbim hızlanmıştı. Bana bu şekilde kafasına göre dokunursa panikle hızlanması doğaldı.

 

Gözleri kısıldı. Üzerime doğru eğildiğinde ne yapamaya çalıştığını anlayamadım. Fakat göğsümün altındaki o organ boğazımı yakacak kadar hızlanmıştı. Kalp atışlarımın yükselmesinin nedeninin bana olan yakınlığı olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ben bir erkeğin yakınlığından etkilenmezdim. Karşı cinse duygu beslememem gerektiğini bana annem öğretmişti.

 

"Her zaman bir sıfır önde ol. Kadınları var eden hisleridir. Önce hislerini yitir! Bakışlarını dikleştir, sakın üzerine çökme dizlerinin. Tam tersi karşı tarafı dizlerinin üzerinde sana dilendir." Annem haklıydı. Ben annemin yoğurup şekil verdiği bir kadındım.

 

"Onlar senden sevgi dilensin, ne kadar ulaşılmaz olursan, o kadar el değmez, az acı çekersin." Dediğini yaptığımdan beri beni zaman zaman tek üzen erkek babamdı. İnsanları analiz etmeyi daha çocuk yaşımda annemden öğrenmiştim.

 

Şimdi ise Efrailin yüzünün derisinde gezinen kurnazlığı görebiliyordum. Beni test ediyordu? Beni istediği gibi yönlendirmek için duygularımı öğrenmeye çalışıyordu. Ona karşı hissettiğim tek duygu öfkeydi. Fakat o kalp atışlarımın hızlanmasını onun bana olan yakınlığına bağlıyordu.

 

Elinin teki Ağzımın üzerine kapalı, diğer teki boynumu kelepcelemişken ona doğru iki adım attım. Bir adım daha atarak üçe çıkardım. Üzerimde ki tişört onun üzerinde ki giysilere sürtündüğünde durdum. Yüzüme doğru eğdiği kafası ona yaklaşmamın verirdiği tuhaflık ile geri çekildi. Dudaklarımı aralayıp ağzımın üzerinde duran elini dişlerimin arasına aldım. Isırığım onun için beklenmedik ve acı verici olmalıydı ki kısık olan gözleri dahada kısıldı fakat bir tepki vermedi. Canınjn yandığına emindim fakat sesini çıkarmıyordu. Dişlerimi etinden bir parça koparmak istiyormuşum gibi daha sert derisine bastırdım. Şimdi gözleri endinden beklenmeyecek büyüklüğe ulaşmıştı.

 

"Siktir İfra!" Elini çektiğinde başarısız oldu çünkü eti hala dişlerimin arasındaydı. Ne yapacağımı asla kestiremezdi. Benden gelen hiç bir hamleye hazırlıklı olamazdı. "Şunu yapamyı kes! Beni ısırmayı kes İfra!" Kiminle dans ettiğinin farkında bile değildi.

 

Kendi gölgesini devleştirip gözüme sokabilirdi. Fakat ben o gölgenin içinde gizlenen bir cambazdım haberi yoktu.

 

Geriye doğru bir adım attı. Yüzümü sabit tutsamda kaşlarım havalanıp şaşkınlık ifadesi oluşturmak istedim. Küçük dağları ben yarattım havasında ki adam onu ısırıyorum diye geriye adım atıyordu. Neredeyse gülecektim.

 

Boynumda ki elini yukarıya doğru çıkarıp çenemi kavradığında parmakları yanağıma gömüldü. Dudağımda ki yara sızladı ve yüzümü buruşturdum. Bu onu durdurmadı. "Ağzının aç!" Dudaklarımı sıkıştırıp bir ördek gibi uzanmasını sağlandığında eli hala dişlerimin arasındaydı. "Aç o ağzını yoksa elimin yerini hiç hoşlanmayacağın bir şey alır!" Yüzünü yüzümün sınırlarını alt üst edecek kadar yakınlaştırdı. "Dediğimi yaparım. Dediğimi hep yaptım." Ağzımı açıp dişlerimin gömülü izler bıraktığı elini serbest bıraktım. Yaptığı imayı anlamayacak kadar toy değildim. İhtimal dahilinde bile olsa dengesiz bir adamdı beni öpmesini göze alamazdım.

 

"Boş tehditler savuracağına elini çek dediğimde çekmeliydin." Gözleri avucunun içine yönelmişti. Diş izlerimin oluşturduğu resmin görüntüsü adete ünlü ressamların fırça darbelerini misafir ediyordu. Ciddi anlamada adamın avuç içinde ki eti koparmak üzereydim.

 

"Her defasında bir yılan gibi kıvrılarak sokulup dişlerini tenime saplıyorsun." Elini yumruk yapıp kan oturmuş elini kapattı.

 

"İki kez seni ısırdım ve bunu mutlaka bir gün üçe tamamlayacağım." Ona göz kırptım. Canını yakmaktan son derece hoşnut içerisindeydim. O ise yalnızca bakışlarını indirerek bana baktı.

 

"Kendi zehrin ile cezalandırılman şart oldu."

 

"Zehir zehirleyeni öldürmez." Dudaklarımı sızlatan bir cümleydi. Zehir zehirleyeni öldürmezdi. Konu yılan değildi....

 

"Ama sen bu inadın ile kendini bile öldürürsün." Yüzüme düşen saçlarımı hırsla geriye doğru ittim. Onların açık olmasından nefret ediyordum. Asıl nefret ettiğim şey Efrailin benim hakkımda çıkarımlar yapmasıydı.

 

"Konumuz bu değil. Sen o ısırığı hak ettin. Alt tarafı bir broş. Gördün, neye benzediğini biliyorsun dedin bende kabul ettim. Karşılığında nefes aldığım iki organımıda kapatmana gerek yoktu. Beni öldürmeye mi çalışıyorsun?!" Sona doğru yükselmem ile derin bir nefes aldı.

 

"Çünkü bu bir sorun. Görmemeliydin! Bilmemeliydin! Anlıyor musun? Bana özel, bana ait. Benimse kimse göremez, bilemez!" Deli olmalıydı. Bu hırsa bulanmış ve her kelimesinin üzerine kızgın közler basarak kurduğu cümlenin başka açıklaması olamazdı.

 

"Ama gördüm" Ona üstünlük taslar gibi baktım. "Ve ben hafızası hasta bir kadınım." Yüzünde ki agresif ifade yerini korudu. "Gördüğümü, duyduğumu, hissettiğimi hatta dokunduğumu dahi unutmuyorum. Unutamıyorum." İşte şimdi gözlerinde ki savaşın sesleri kesilmişti. Aramızda uğursuz bir sessizlik yaşandı.

 

"Hafızan hasta." Anlamak ister gibi beni tekrarladı.

 

"Evet. Şuan alıp verdiğin nefesi saysam onu dahi unutamam." Bir süre sustu, o kadar uzun bir süre sustu ki, konuşmasını susmasından daha çok istemeye başladığımı fark ettim. Nasıl bir cevap vereceğini merak ediyordum.

 

"Sana bir itirafta bulunacağım." Elinin kemikli derisi yanağımın yüzünde dolaşmaya başladı. "Güzelsin." Bu beklemediğim hareketi ve iltifatı ile kaskatı kesildim. Şaşkınlıktan sıyrılıp bana olan temasını başıma kızgın lav dökülmüş gibi geriye çekerek kestim. Boşluğa düşen eline baktı. " Vahşi bir güzelliğin var. Sana bakınca insan dönüp bir kez daha bakmak için yüzünü arayabilir ama..." Beni umursamadı. Diğer eli saçımı omuzumun arkasına iterken sessiz kaldı. Güzel olduğumu söylediği andan beri kaburgama baskı yapan kalbimin atışları hızlanınca kendime şaşırıp kalmıştım.

 

"Ama?" Diye sordum. Elini geri çekip ceplerine yerleştirdi.

 

"Zekan tehlikeli. Benim için derinde ki güzelliğin hiç bir önemi yok. Seni ayağıma dolandığın ilk anda ortadan kaldırabilirim. Zekanı beni sıkıştırmak için kullandığın anda aldığın nefesin son sefer olduğunu bile anlayamazsın. Söz veriyorum. Ölümün eşsiz ve özel olacak." Gerdiği yaydan oku o kadar sert savurdu ki göğsüme, kendimi tutmasam geriye doğru sendelenecektim. Beni alelen öldüreceğini söylüyordu. Nasıl bir şeyin içine düştüğümü anlayamadan şimdide tehdit ediliyordum.

 

Şaşkınlığını verdiği afallamışlıkla "Yalancı, sen bir yalancısın." Diye mırıldandım. Dudaklarım nefese muhtaç bir hasta gibi aralık kaldı. Bir şeyler daha söylemek istiyordum. Ona sen kimsin?! Sen kimsinde beni öldüreceksin demek istiyordum. Fakat sesim yine kendini tekrarladı. "Yalancı," O bir yalancıydı.

 

"Benim gibi kadın yalnzıca yardım edeceğini söylemiştin." Annem her zaman haklıydı. Erkekleri dizlerinin üzerine çöktürüp korku için dahi dilendirmek gerekiyordu.

 

"Bana hiç bir şey yapamazsın." Başımı kaldırdım. Omuzlarımda alışık olduğum dikliğe yükseldi. "Çünkü broşu evde bulamadınız." Bunun zaten farkında olduğunu biliyordum. Ona verdiğim karşılıktan hoşlanmadığını belirten bir yüz ifadesi takındı. "Broşa değer veriyorsun. Senin için önemli bunu anlaması zor değil. Belli ki bir şey için ona ihtiyacın var." Broşun bir şeyi temsil ettiğini anlamamak için aptal olmak gerekiyordu. Bunu gösterdiği hassasiyet de destekliyordu.

 

"Kötü bir haber daha artık bana da ihtiyacın var." Kollarımı göğsümün üzerinde birleştirdim. Onu dizlerinin üzerine düşürecektim. Bana şuan olduğu gibi tepeden değil ayaklarımın altından bakacaktı. Beni öldüremeyecek hale gelene kadar durmaya niyetim yoktu.

 

"Şuan sana hiç bir şey yapamam, haklısın. Peki ya sonrası için sana kim garanti veriyor." Ona ben neden ölecekmişim diye sormak istesemde cevabını biliyordum. Ne idüğü belirsiz bir aksesuarı gördüğüm için ölmeliydim. Hastaydı, hastalıklı düşünceleri vardı. Düşüncemin yüzüme yansımasınıa engel olmadım ve ona kaşlarımı çatarak baktım.

 

"Broşu aldıktan sonra beni öldüreceksen sana..."

 

"Bana yardım etmeyecek misin?" Diyerek beni tamamladı. Elini cebinden çıkardığında elinde ki telefonu bana uzatışını izledim.

 

"Al ve sana yardım edecek birini ara." Gözlerimi buzdan sarkıtların sardığı gözlerine çıkardım. "Seni benden alacak birini ara. Söz veriyorum gitmene engel olmayacağım." Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. Önemli de değildi, bana bir telefon veriyorsa kullanacaktım.

 

Elinde ki telefona baktım. Madem bunu istiyordu o halde birini arayacaktım. Bu kişi babam olmazdı. Onu böylesi bir tehlikenin içine çekemezdim. Babam için asıl tehlike benim varlığımdı. Şahinide arayamazdım. O adamın hayatımda ki varlığını Efrail öğrenirse tahmin etmekte zorlandığım şeyler yaşanabilirdi. Endişelendiğim kişi Şahin değildi. Efrail zeki bir adamdı. Şahini bana karşı kullanacak bir şey mutlaka yapardı. Beni buradan kurtarması için arayacak başka kimsem yoktu. Şaka gibi ama gerçekti. Benim benden başka kimsem yoktu.

 

Elinde ki telefona uzanıp aldım. Açık ekranda ki rakamlara bir süre baktım. Beni izlediğini biliyordum. Buna emindim. Kimi ararsam arayayım onu bana karşı kullanacağını adım kadar emindim. Kurnaz zekasına karşı temkinli davranmalıydım. Parmaklarım tuşların üzerinde gezindi ve en sonunda bir numara tuşladım. Gözlerini indirip ekrana bir bakış attığını gördüm. Telefonu kulağıma yaslayıp aramanın cevaplanmasını beklerken tedirgindim.

 

"Buyrun nasıl yardımcı olabilirim?" Evet 112i aramıştım. Beni bu adamdan polis koruyabilir, kurtarabilirdi.

 

"Ben" Yutkundum ve ona baktım. O kadar rahat bir ifadeyle ellerini ceplerine geçirip dikiliyordu ki sanki olayın muhatabı hiç o değil gibiydi. "Ben kaçırıldım. Yaralıyım lütfen yardım edin." Beni dahada panikleten durumu kontrol edemiyordum artık. Beni öldüreceğini söylüyordu ve tedirginliğim sesimede yansıyordu. Kontrol edemiyordum. Ölmek istemiyordum.

 

"Konuşmayı yaptığınız yerde güvendemisiniz?" Konuşan kadının oturduğu yerde hareket ettiğini duydum. Gözlerim Efrailin yüzüne çıktı. Dudağının kenarında ki kıvrıma baktım. Eğleniyordu.

 

"Hayır." Gözlerim onun üzerinde gezinip dururken son derece güvensiz hissediyordum.

 

"Kapısı olan bir odaya girin ve anahtarı varsa kilitleyin. Bana konum bilgisi verebilir misiniz?" Klavye üzerinde dolaşan parmaklarının çıkardığı sesleri duyuyordum.

 

"Hayır." Kurduğum her olumsuz cümle onu mutlu ediyordu. Bunu gözlerinde ki parıltılardan görebiliyordum. Hoşuna gidiyordu, beni avucunun içinde çırpınan bir kuş gibi oynatıyordu.

 

"İsim verebilirim beni alıkoyan adamın ismini verebilirim." Omuzlarımı dikleştirdim. Onun adını verirsem evini bulmaları ve beni buradan almaları kolaylaşabilirdi. Fakat o bu ihtimali dahi ifadesizce karşıladı. "Efrail Akher. onun evin..." devam edemeden hattın diğer ucundan gelen bozuk bir televizyonu andıran cızırtı sesi yükseldi. Anlayamadım ve "Alo" diye seslendim fakat bir karşılık alamadım. Hemen ardından hattın kesildiğine dair bir ses duydum. Kapanmıştı. Arama sonlanmıştı.

 

"Bu, bu nasıl?" Telefonu kulağımdan indirip ekranına baktım "Sen mi yaptın? Sen bir şey yaptın!"

 

"Tekrar dene İfra. Tekrar ara." Hırsla yardım merkezinin numarasını tekrar tuşladım. Telefonu kulağıma dayayıp aramanın cevaplanmasını bekledim. Bu kez hattın diğer ucundan gelen erkek sesinin dediklerini dinlemeden tek nefeste konuşmaya başladım.

 

"Efrail Akher tarafından kaçırıldım yard..." Cümlemi bitirmeden hat tekrar kesildi. Ne olduğunu anlayamıyordum. Bu yüzden denemeye devam ettim. Tekrar aradım. Çaldı, çaldı, çaldı ve çalmaya devam etti.

 

"Anlamıyorsun, anlam veremiyorsun değil mi?" Gözlerim bir mıknatısın zıttına denk gelişi gibi onun gözlerine çekildi.

 

"Adımı söylediğin taktirde hiç bir devlet kurumu sana yardım edemez. Sana kimse yardım etmez." Kulağımda ki telefonu yavaşça çektim ve hala çalmaya devam eden ekranının kararmasını izledim. "Sıradan bir adamın parmaklarının arasında can çekişmiyorsun. Benim adımın bu ülkenin sınırlarında ne anlama geldiğini anlaman için ufak bir ders aldın az önce." Onun adı... Devletin polisine, devletin yardım hattına nasıl bu şekilde müdahale edebilirdi. Bu nasıl bir sistemdi ki onun adı geçince telefon meşgule düşüyordu?

 

"Bu, çok saçma. Sen...Sen kimsin ki?" Bilmek istiyordum. Ona bu gücü verenin ne olduğunu, nasıl bu kadar kendinden emin olduğunuz bilmek istiyordum.

 

"Yaralı bacak ile ayakta durmaya devam mı edeceksin yoksa oturup konuşacak mıyız?" Zafer kazanmış bir duruş ile bana bakıyordu. Gözlerim boşluğa düştü. "Unuttun mu?" Parmağı ile kafasını işaret etti. "Ah, doğru sen unutmuyordun. Senin için söylediklerini tekrarlayayım. Ben değişik fantezileri olan bir adamım. Kurbanım ölürken bana aşağıdan çaresizce bakmasından zevk alıyorum." Ona az önce söylediğim cümlelere atıfta bulunuyordu. "Bu yüzden otur, İfra."

 

"Sen hasta bir adamsın." Diye karşılık verdim.

 

"Evet bu hasta adam için şimdi tek yapman gereken sorgulamadan sorduğum sorulara cevap vermen."

 

"Bunu yapamayacağım. Broşu ben çalmadım onu evimde düşürdün. Bunun suçlusu ben değilim. Sana yardım etsemde etmesemde beni öldüreceğini söylüyorsun. Üstelik en savunmasız halinde yaranı diktiğimi halde. Senin hayatını kurtardım." Ona unuttuğu bir gerçeği hatırlatarak kendisine gelmesini sağlamak istedim. Fakat bunun boş çaba olduğunu o sinir bozucu yüzünden anlayabiliyordum. "Çok mu istiyorsun, öldür o zaman. Senin için sana karşı tek bir cümle daha kurmayacağım." Boşa konuştuğumu fark ettiğim an içimde patlayan öfkenin de önüne geçmeyi kestim.

 

"Yaptığına karşılık bekliyorsun." Göğsümde biriken sinirle onu parçalamak istiyordum.

 

"Evet bekliyorum!" Yaşamak benim hakkımdı. "Beni bulan sendin. Evime giren de, en değer verdiğin eşyayı düşürende sendin. Beni öldüreceğini söyleyemezsin. Herseyin suçlusu sensin!"

 

"Yaşamak istiyorsun." O kadar düz bir ifadeyle konuşuyordu ki benimle, hissettiği tek bir duygu olduğuna dahi inanmam güçtü. İfadesiz bakışları, acımasız sözleri ile birleşince kendimi kezzap dolu bir kuyuda gibi hissediyordum.

 

"İnsiyatifime kaldın İfra. Ve içimde bir yerde sen yaşa diye en ufak bir his dahi yok." Sert bir duvara çarpmışım gibi bedenim sızladı. Ölmemi istiyordu. Ona hiç bir kötülüğüm dokunmamıştı. Onun hayatını kurtarmıştım. Fakat benim ölmemi istiyordu.

 

"Yaşamak için sana yalvaracağımı mı düşünüyorsun? Senin zifir kalbine yalvaracak bir kadın değilim ben."

 

"O zaman ölmeyi istiyorsun. Şu inadına bak. Kanın son damlasıda aksa o dik bakışlarınla bakmaya devam edeceksin." Bir erkek karşısında güçlü duran bir kadın görünce hareketlerinden şikayet ederdi. Benim ona gösterdiğim tavırdan, attığım bakıştan ve verdiğim karşılıktan rahatsızdı.

 

"Ölmeyi istemiyorum. Ama o şey senin için o kadar önemli ki uğruna birini öldürüyorsun."

 

"Otur, İfra." Bana doğru bir adım attığında arkamda ki koltuğa oturdum. Ona itaat ettiğim için değil ayağım ağrıdığı için oturmuştum.

 

"Bana o geceyi anlat. En başından ne yaşadıysan hepsini anlat. Tek bir anı dahi atlamadan. Beni anlıyor musun?" Karşımda ki tekli koltuğa oturup bir bacağını diğerinin üzerine yerleştirdi ve keskin gözlerini üzerime dikti. "Hadi, bana o anı yaşat. Hasta hafızanın gücünü göster bana." Evime girenlerin kim olduğunu bulmak için anlatmamı istediğini biliyordum. Broş eğer kaldırdığım yerde değilse onu çalanları bulmasının tek yolu benim ona anlatacaklarımdı.

 

"Eve girdiğimde anlamıştım. İçeriye adım atar atmaz burnuma dolan yabancı parfüm kokusundan ters giden bir şey olduğunu hissetmiştim. Yüzleşmek istedim. Ev sahibi bendim. Misafirin kim olduğunu görmek istedim." Bana bir aptalmışım gibi baktığında sustum.

 

"Dayak yemişsin. Aklını kullanıp fark ettiğin anda evden çıkmalıydın." Kendimi tutmasam sinirle ağzını yansılayacaktım.

 

"Dayak yemişim." Yanımda bulunan kırlanti parmaklarımın arasına alıp sıkmaya başladım." Pardonda sanane benim yediğim dayaktan. Sen biliyor musun ben onlara ne yaptım? Şu yaşlı yüzüne bak bilmiyorsun işte!" O kadar sinir bozucu duruyordu ki elimde ki yastığı ona doğru fırlattım. Yastık tam karşımda oturan Efrailin suratsız yüzü yerine oldukça alakasız bir yere düştü. Ayaklarımın dibine. Kafamı eğip çıplak ayaklarımın üzerine düşen yastığa baktım. Hedefe kitlenme konusunda hiç bir zaman iyi değildim zaten.

 

"Bu koltuktan kalkarsam.."

 

"Beni yüz nakli olana kadar döver misin?" Bakışlarımı ayaklarımdan çekerek kurmuştum bu cümleyi. Eli ile şakaklarını sertçe ovup derisinin kızarmasına neden olurken, sinirlenmişti. Beni sinirlendirdiği kadar onu sinirlendimeye devam edecektim. "Bana zarar vermek için elini kaldırdığın ilk an etrafımda bulduğum en sert şeyle kafanı yararım senin. Aslında elimi o kadar kaldırmama gerek bile yok bacak arana aldığın tek derbe seni mutlaka ayaklarımın dibine düşürecektir." Çene çıkıntısının kavis kazanması, kızaran gözleri ve elinin tekini yumruk yapıp açarak sakinleşmeye çalışmasının tek sebebi onun bünyesinde yarattığım sinirdi.

 

"Devam et." Sesinden düşen buz sarkıtı aramıza saplandığında daha fazla inatlaşıp üzerine gitmeden devam ettim.

 

"Başta geleni sen zannettim fakat senin olmadığını anlamam uzun sürmedi. Bana ilk temas eden adamın bedeni yapılıydı. Çenemi sıkıca kavradığında elinde ki nasırlı dokuyu hissettim. Ses tonunda ufak kaymalar oluyordu. Bana sinirlenip küfür ettiğinde sanki şivesi vardı. Yüzü maskeliydi ama sesini bir kez daha duysam kim olduğunu hemen anlarım. Bana iğrenç imalarda bulununca kolunu ısırmıştım. Diş izlerimin bir ay geçmeyeceğine eminim."

 

"Sana ne imasında bulundu. Hiç bir şeyi atlamadan anlat." Bunu ona söylemek zorunda mıydım? Gereksiz bir ayrıntıyıdı fakat duymak istiyorsa sinirli yaşlı hulk adamı daha da yeşile dönmeden söylesem iyi olurdu.

 

"Ona yaslıyken hareket etmemin hoş olduğunu söyledi. Bende kolumu ısırdım ve beni yere ittirdi. Düştüğümde " Yaralı olmayan ayağımı oturduğum yerde havaya kaldırdım. Gözleri yüzümde kayarak çıplak bacaklarımda gezindi. Son durağı kaldırdığım ayaklarım oldu. Tabanlarında olan kesikler sızasada ayağımı oldukça estetik bir hareketle sağa ve sola çevirip anı yaşıyormuş gibi anlattım. "Ayağımda ki Rage marka bebeğimin topuğunu adamın bacağına sapladım. Ciddiyim sapladım. Kan fışkırdı. Dengesini kaybedip kırılan ve ucu kıymık dolu sehpanın üzerine düştü ve parça bacağına girdi. Mide bulandırıcı bir görüntüydü. O geceyi hafızamdan silmek istiyorum ama bu imkansız." Kan kokusu tekrar burnuma doldu. Hafızamın lanetini kıramadığım için düşündüğümde o geceye ait her ayrıntıyı tekrar yaşıyormuş gibi hatırlayacağımı biliyordum.

 

"Eli nasırlı adam dışında üç kişi daha vardı evde. Bir diğeri direk boğazıma bıçak dayadı. Bedeninden bir koku yayılıyordu. Tuhaftı."

 

"Ne kokusu?"

 

"Böyle yağ gibi, adını koyamıyorum şuan..."

 

"Benzin gibi mi?"

 

"Evet, evet aslında benzin gibi. Oda beni yumruk atarak yere düşürdü. Çünkü bana sesi bir yerden tanıdık geliyordu. O an onu çıkarmaya çalışıyordum fakat yediğim darbe ile yere düşüp kafamı vurdum." Kısa bir süre dudaklarımı hareket ettirmeyi bıraktım. O gece kafamın içinde başa sarıp bitti tekrar bittiği yerden başa sardı. Kendi kendime düşünürken bir anda sesim yükseldi. "Tabi ya! Yere düşürüp bacağını yaraladığım adam kendisi hariç kimsenin konuşmasını istemedi. Biliyordu benim seslerini duyarsam unutmayacağım biliyordu. Beni tanıyorlar! Kim olduğumu biliyorlar!"

 

"Sen içlerinden birini tanıyor musun iyi düşün?" Benden daha sakin ve odaklı konuşup bakıyordu.

 

"Boğazıma bıçak dayayan adamın sesi tanıdık geldi. Münakaşaya girmediğim biri olabilir. Ses tanıdık fakat yüz yok. Belkide bir kez karşılaştım. Dikkatimi çekmediği için hafızam kayda almamış da olabilir." Kafamda adamın sesi yankılanmaya devam etti. Gözlerimi sıkıca kapattım ve geçmişte bir yerde ki o anıyı yakalamaya çalıştım.

 

"Ne yapıyorsun?" Kafamı omuzuma eğip düşünmeye devam ettiğimde ona yalnızca elimi kaldırıp susmasını işaret ettim. Biliyordum, odaklanırsam parçaları birleştirebilirdim.

 

Zihnim gerekli gereksiz tüm kesitlerin içinde dolaşırken bir anda etrafımda dolaşan girdap durdu. Elimde bir dergi vardı. Moda dergisi olan Vogue üzerinde doluşan parmaklarıma odaklandım. Gözlerim sayfanın üzerinde ki tarihi buldu.

 

"Elimde Vogue'nin dergisi var. Yayınlanma tarihi Eylül sayısı."

 

"Ne diyorsun?"

 

"Moda dergileri çıktığı gün alırım." Zihnim beni oturduğum o kafede ki yüzümün cam masaya yansıdığı ana geri götürdü. Telefonum bir kez titrediğinde mesaj bildiriminin ardından yanan ekranda beliren saate baktığımı hatırlıyordum. "Saat 17:38" Gözlerim içtiğim kahvenin yanına konan peçeteye düştü. Pecetenin üzerine yeşil baskılarla kafenin adı yazılmıştı. "Tarpa kafe."

 

"Bu bilgiler ne anlama geliyor?" Sesi oldukça sabırsız çıkıyordu. Asıl sabırsız olan bendim. Zihnimi bir şeyler bulmak için nasıl zorladığımdan haberi yoktu. Onun varlığını kenara itip düşünmeye devam ettim.

 

Bedenim sanki o anın içinde ikiye bölünmüş gibi hissederken zihnim gördüğüm ve fark ettiğim ne varsa tekrar tekrar hafızama düşürüyordu. "On dördüncü sayfayı çevirdiğimde arkamda ki masalardan birinin telefonu çaldı. Aynı sesti. O adam beni merdivenlerden üst kata çıkartırken de telefonu aynı melodiyle çalmıştı. Beni zaten takip ediyorlarmış." Gözlerim hızla açıldı. "Beni haftalar önceden takip ediyorlarmış. Neden? Broşu bende düşürdüğünü nerden biliyorlar?"

 

"Kamera kayıtlarını aldığımızda bu soruyada bir cevap bulacağız. Tarpa Kafe, Eylül ayı saat 17:38. Bütün ayın kamera kayıtlarına ulaşacağım." Gözlerim boşluğa düşerken aslında baktığım yer eskitilmiş parkenin üzerinde ki şekillerdi.

 

"Bana sürekli takılarımın yerini sordular. Bir aksesuar aradıklarını biliyorlar. Gözünden sakındığını çokta saklamayı becerebilmiş gibi durmuyorsun."

 

"O bir borş değildi. Onu ben broş haline getirdim. Varlığını bilen varsada görüntüsünü bilen yok." Gözleri gözlerime kitlendiğinde koltukta öne doğru kaydı. "Şimdi söyle onu nereye koydun?"

 

"Kaldırdığım yerde olmayabilir. Bulmuş olabilirler." Bunun farkındaymış gibi ağzının içinden bir küfür mırıldandı. "Söyle."

 

"Her ihtimale karşı bana garanti vermelisin. Öleceğimi bile bile lades demeyeceğim."

 

"Buna asla emin olamayacaksın. Sana bir garanti vermeyeceğim." O kadar sabırsızdı ki bakışları dudaklarımdan çıkacak her cümleye kitlenmişti.

 

"Benimle inatlaşma senin evinde olabiliriz ama ben borumu yer kürenin her kıtasında öttürürüm." Ona oldukça kararlı baktım. "Yemin ederim ki ihtimal dahilinde olsa bile broş hala evdeyse onu asla bulamazsın."

 

"Sana garanti versem buna inanacak mısın?" Duraksadım. Zihnimle oyunlar oynayan bu adama karşı yenilmeye niyetim yoktu. "Sen söyle benim gibi bir adam sana nasıl bir garanti verirse inanırsın? Bana broşun yerini söylemek için sana nasıl bir garanti vermeliyim?" Bilmiyordum. Bana ne söylerse söylesin yalan olabilirdi. Beni kandırabilirdi. Ona güvenemezdim. Fakat vakit yaratabilirdim. Eğer broş sakladığım yerde yoksa bulana kadar bana ihtiyacı olduğu için şans benden yana olurdu. O süre zarfında bu adamdan kurtulmak için bir şeyler yapabilirdim.

 

Yinede düşündüm. Bana ne derse ona inanırdım? Az önce bana ilaç verirken açtığı çekmecenin içinde gördüğüm fakat üstünde durmadığım seccade ve tesbihi hatırladım. İnancı olan bir adam olmalıydı. Zihnim dahada geriye gitti ve yaralandığı gecede durdu. Bana annesi gibi koktuğumu Annesinin mezarlığında çiçeklerle dolu olduğunu söylemişti. Annesini seviyordu, mezarlığını çiçek cennetine çeviriyordu. İnancı, karşımda ki adamın bana garanti verecek tek şeyi inancıydı.

 

"Annenin üzerine yemin et." Gözleri her harfi çeviren dudaklarımdan gözlerime tırmandı. "Anneler kutsaldır. En azından senin ki öyle olmalı." Tek kelime etmedi. Bana kitlenmiş yalnızca bakıyordu. Ona hatırlattığım acıya bakar gibi bir ifade yüzünün derisini yırtmaya çalışıyordu. "Eğer inancın varsa ne olursa olsun beni öldürmeyeceğine dair annenin üzerine yemin et."

 

"Bana o gece annenin öldüğünü söylemiştin. Broşun yerini öğrenmek istiyorsan zaafını olanın üzerine yemin iç." Gözlerinde yalnızca bir saniyeliğine geçen bir duyguyu yakaladım. Afallamıştı. Tama olarak şaşırdığı neydi bilmiyordum. Belki bana annesinin öldüğünü söylemiş olma ihtimaline belkide ondan bir yemin istiyor oluşuma şaşkındı.

 

Bu ihtimale tutunarak ne kadar doğru yapıyordum bilmiyordum. Tek bildiğim onun gözlerinde gördüğüm hüznün bana zarar vermeyeceğiydi. O hüznün etkisi geçtiğinde ne olacağını bilmıyordum. Şansıma bir zar atmıştım. İlk zar altı gelirken ikincisi birdi. Altı sayısı şimdilik beni hayatta tutuyordu, bir sayısına sıra geldiğinde ölmezsem bu adamın kafasını mutlaka yarmak için geri dönmek istiyordum.

 

"Gidelim." Oturduğu koltuktan kalkıp karşıma dikildi. Kafamı geriye doğru atıp ona alttan baktım.

 

"Bir yemin etmelisin." Ona son derece kararlı bir ifadeyle baktım. "Tek bir adım bile atmam. Bana güvence vermezsen hiç bir şey öğrenemezsin." Sessizliği ellerine bulaşan kan gibi aramızda büyüyordu.

 

"Yemin ederim," Sesi kutsal bir kitabın ilk sayfasını okur gibi netti, fakat yeminini bozarmıydı bilmiyordum. "Annemin üzerine. Yemin ederim." Onun için bu kadardı. Ama ben duyduğum yemine karşılık dahi ona asla inanmıyordum. Yalnızca kendime zaman yaratmak için sembolik bir yemin ettirmiştim. Farkındaydım. İstediğini aldığı an kafama bir silah dayanacaktı. Biliyordum.

 

Koltuktan kalkmak için ellerimi koltuğun minderine yasladım ve kendimi yukarı doğru çektim. Bacağımın teki yaralı olduğu için canım yanıyordu. Kalktığım an Efrailde tam benim önümde dikildigi için ayaklarım onun derisi parlayan ayakkabılarının ucuna değdi. Bacaklarım diz kapağına sürtündüğünde oldukça dip dibe bir pozisyonda karşı karşıya dikiliyorduk. Kafamı kaldırmaya çekinmiştim. Kafam göğsü ve boynu arasında bir yere geliyordu ve ben onun o anlam veremediğim kokusu burnuma dolarken hareketsiz bir şekilde dikiliyordum. Saçmalıyordum!

 

"Sıkıştım." Mırıldandığımda içimden gelen sesi arıyordum. Bu ben değildim. "Koltuğun üzerine çıkmamı mi bekliyorsun?" İşte bu bendim. Kafamı geriye doğru atıp ona baktım. Saçlarım sırtıma değdiğinde açık olmalarından son derece rahatsızlık duyuyordum.

 

"Bir eylem yapmadan önce giriş, gelişme, sonuç açıklaması mı bekliyorsun? Geriye doğru kaymalısın. Sıkıştım, gidelim diyorsun ama beni bedenin ile koltuğun arasında sıkıştırıyorsun." Uzun soluklu konuşmam bittiği an karşılığında cevap vermedi. Kauçuk tabanlı ayakkabısının gelen ses ile bir adım gerilediğinde ona alık alık bakmaya devam ettim. Yüzüme çok dikkatli bakıyordu. Tamda o an sildiğim makyajımdan dolayı ortaya çıkan çillerimden son derece rahatsızlık duydum. Benim en kusursuz halime baksın isterdim. Bunu neden isterdim?

 

"Yüzüme neden bu kadar dikkatli bakıyorsun?" Daha fazla içimde tutabileceğim bir soru değildi. Bana sürekli çok dikkat ederek bakıyordu. Bu rahatsız ediciydi.

 

"Gözlerine bakıyorum." Ellerini ceplerine yerleştirip omuzlarını dikleştirdi. "Çirkinler." Hiç beklemdiğim bu çıkışa karşı afalladım. "Yüzüne hiç yakışmıyor. Kocamanlar, sarılar insan gözü gibi değil. Gözlük takmadan etrafta dolaşmamalısın, sarı gözlerin ile insanları korkutabilirsin."

 

"Sen korkuyor musun gözlerime bakarken?" Bana şaka mı yapıyorsun der gibi bakıyordu.

 

"Elbette hayır."

 

"Bencil bir adam olduğuna eminim. Başkalarının korkup korkmadığı ile ilgilenecek değilsin. Sen sadece sarı rengi sevmiyorsun. Gözlerimi sevmiyorsun. Sorun değil bana karşı hissedeceğin olumsuz tüm duyguları kabul edebilirim. Yeterki aramızda olumlu bir duygu akışı olmasın." Güldü. Ona komik gelen şey beni oldukça sinirlendiriyordu. Ağzının ortasına elimin tersiyle yapıştırasım geliyordu. Kafasını iki tarafa doğru sallayarak bana düşüncemin yanlış olduğunu belirtmek istedi fakat bu boş bir hareketti. İlk düşündüğümden asla vazgeçmezdim.

 

"Gidiyoruz." Söylediklerime hiç bir karşılık vermemişti. Bana sırtını dönüp yürümeye başlamadan hemen önce "Nereye?" Diye sordum.

 

"Evine."

 

"Bir saniye.." Tek hamlesiyle bana yüzünü dönüp burnumun dibine girmesi sesimi kesmişti. Kaşları gözlerini perdeleyecek kadar çatılı, yüzü oldukça gergindi.

 

"Evine gidiyoruz. Broş hala yerinde mi bakacağız ve sen tek bir soru daha sorarsan, sorun çıkarırsan yemin olsun ki ömrün bu evin bodrumunda bir fare gibi yaşayarak geçer." Kafasını geriye doğru kaldırdı. Ona yüzümde oluşan saf şaşkınlık ile baktım.

 

"Bana fare dedin." Sormamıştım. "Sen... Sen...Kofik kafalı!" Sesim geniş salonda eko yaparak dağıldı.

 

"Kofik kafalı." Dedi sorar gibi.

 

"Evet, kofik kafalısın."

 

"Sen canına susamışsın."

 

"Canıma susadığımı hiç sanmıyorum. Daha çok kofik kafanı yarmak için yanıp tutuşuyorum."

 

"Şunu diyip beni sinrilendirmeyi kes İfra. Ne demek gofik kafalı?" Bütün konuşma boyunca bana ifra demişti. Onu uyarmıştım. Ben de tıpkı kendisi gibi sinirleneyim diye öyle sesleniyordu. Biliyordum.

 

"Bana İfra diye seslenme! Çok merak ediyorsan sorarsın translet Kutayına o çabucak anlamını söyler sana." Kafasını yukarıya kaldırıp ağzının içinden la havle çekti.

 

"Yürü, yürü aklımla girdiğim bu evden deli çıkacağım!" Uzun bacakları ile attığı adımlar çoktan benden uzaklaşmıştı. Daha fazla onun hassas sinir hücreleriyle oynamadan sessiz kalıp arkasından ilerlemeye çalıştım. Tabiki ayağımda ki yaradan dolayı oldukça yavaş hareket ediyordum. Tek ayak ile ona yetişmem zaman alıyordu.

 

"Çabuk ol. Seni bir ömür bu kapının önünde bekleyemem." Yüksek ses ile bağırmasının nedeni onu duyayım diyeydi biliyordum fakat sinirli olmasıda buna neden olmuş olmalıydı.

 

"Hem kofik kafalı hemde ihtiyatsız!" Sıkıntıyla nefesler vererek tek ayağımın üzerinde yürümeye devam ettim. Bir yerlere tutunsam daha rahat hareket edebilirdim fakat metre karesini gözümle olçemediğim salonda duvarlar oldukça uzağımdaydı. "Birde beni ömür boyu bekleyemez miş? Ben seni ömrüm ile aynı cümlede dahi kullanmam sen kimsin ki ya?" Yüzüme düşen saçlarımı sinirle geriye doğru savurup tenimden uzaklaştırdım.

 

"Ayağım yaralı yürüyemiyorum herhalde. Anca sinirle o koca ağzını hareket ettir, dümdük herif!" Dış kapıya gittiğini düşündüğüm koridordan bir anda çıkıp görüş alanıma girdiğinde kaldırdığım ayağımı indirdim. Aniden uzun ve heybetli vücudunu görmek beni afallatmıştı. Asıl şaşırdığım şey hız kesmeden üzerime doğru yürüyor oluşuydu. Yüzünde herhangi bir ifade yoktu ve hala yürümeye devam ediyordu. Durmazsa bana çarpacaktı. Ayağımı yere sürtüp geriye doğru sendeleyerek bir adım attım. Üzerine ne zaman geçirdiğini bilmediğim siyah ceketini çıkardı.

 

"Niye kırmızı görmüş boğalar gibi üzerime yürüyorsun dursa.." Cümlemi bitirmeden dudaklarımdan dökülen çığlığın mimarı oydu. Bir anda yerden yükselmiş, onun kucağında bir prenses gibi taşınmaya başlanmıştım. Bunu yaparken önce ceketi bacaklarıma sarmış daha sonra kucağına almıştı.

 

"Boğa, kofik ve ihtiyatsız kelimelerini daha sonra konuşacağız." Yüzüme bakmıyordu. "Birde dümdük var tabi." Konuşması bitene kadar yürümeye devam etmiş ve karşıya bakmıştı. Kendi iradesiyle aldığı bu karara açıkçası şok olmuştum.

 

Kucağındaydım, yan profilinin kusursuzluğunu izliyordum ve Göğsüme derin bir nefes doldurma ihtiyacı hissediyordum. Keskin ve kıvrımı çıkıntılı bir çenesi vardi. Her gün sakal tıraşı olduğuna emindim çünkü yüzünde tek bir kıl yoktu. Burnu kemikli fakat düzgündü. Gözleri içeri çökük, hafif çekik ve sanki bir yazarın kaleminin akan mürekkebi ile boyanmıştı. Kaşları bir ok gibi hızalı, elmacık kemikleri tıpkı alnı gibi dışarıya doğru çıkıktı. Yakışıklıydı. Yutkundum, bunu düşünmeyi hiç istemesemde nefes kesici olduğunu kabul ediyordum. Fakat onun görünüşüne benzer bir dünya adam olduğuna da emindim. Onu farklı kılan kesinlikle aurasıydı. Kendisine ait bir çekim alanı var gibiydi ve ona yaklaşanı içine çeken bir girdap görevi görüyordu.

 

Bedenime çarpan rüzgar ile bakışlarımı onun yüzünden çektim. Esen yel saçlarıma o kadar sert vuruyordu ki sqçlarım uçurarak yüzüme çarpıyordu. Kafamı çevirip etrafa bakma ihtiyacı hissetmiştim. Evin dış kapısının hemen önünde duruyorduk ve zemin beyaz mermerdendi.

 

Yürümeye devam etti ve iki mermer giydirilmiş kolunun ortasından geçip taş zemine basarak indi. Burası ön bahçe olmalıydı. Dudaklarımı bir balık gibi şaşkınlıkla aralamamak için kendimi tuttum. Evin etrafında ki geniş araziyi yüksek duvarlar çevrelemişti. Gördüğüm alan bir bahçeden çok golf sahasına benziyordu. Gökyüzü karanlık ve aydınlık arasında asıldığı için etrafa mavilik hakimdi. Fakat görüntü oldukça hayran bırakacak kadar müthişti. Yüksek ağaçların çevrelediği yol evin etrafında dolaşıyor ve birbirinden ikiye ayrılıyordu. Yolların hepsi evin sınırları içerisindeydi. Araziyi oldukça merak etmiştim.

 

"Arabanızı getireyim efendim." Kafamı sesin geldiği tarafa çevirdiğimde ellerimi kucağımda birbirine sertçe geçirmiştim. Onları nereye koyacağımı bilmiyordum. Konuşan adamı ilk defa görmüştüm. Acaba Kutay, Tuncay ve Dağhan nerede diye düşünürken bulmuştum kendimi. Çünkü onlardan başka kimseye aşina değildim.

 

Rüzgar bir kez daha sertçe esince saçlarım bu kez Efrailin yüzüne doğru havalandı. Onu rahatsız etmemek için elim ile buna engel olmaya çalışırken gözüme çarpan şey ile durdum. Tam karşımda geniş bir adanın üzerinde su havuzu vardı. Havuzun ortasında hiç bir yere bağlı durmayan sanki kendi iradesiyle havada dikiliyor gibi bir kuş ve ona sarılı bir yılan vardı. Kuşun açtığı kanatların teki kıvrınarak gövdesine sarılan yılanın bedenine düşürmüştü. Kuş ve yılında kör bir siyaha boyanmıştı. Bu figürler az önce evin cam kubbesinde gördüğüm resimle aynıydı. Tek fark burada kuşun kanadının teki yılana sarılıydı. Mükemmeldi. Efrailin zevki cidden mükemmeldi.

 

"Dağhan giriş yaptı mı?" Önümüzde duran kurşun rengi markasını anlayamadığım aracın estetik görüntüsüne baktım. Efrailin sorduğu soruya ne zaman geldiğini fark edemediğim Tuncay cevap verdi.

 

"Henüz erken bir saat efendim." Efrail bir şey söylemeden oturmam için açılan kapıya eğilip beni koltuğa yerleştirmeye çalıştı. Ayaklarımı içeriye geçirdiğinde bacaklarımda ki elini çekip kafamın üzerine yerleştirdi ve belimde ki eli ile beni tamamen koltuğa oturttu. Kaşlarım havalandı. O, az önce kafamı vurmayayım diye elini aracın tavanına koymuştu. Bunun için Şahin ile ettiğim kavgaları hatırladım. Ondan tek istediğim ince düşünce ve saygıydı.

 

"Siz mi kullanacaksınız efendim?" Kapılar kapalı olduğu için sesler boğuk geliyordu. Efrailin araç kullanması Kutayı neden şaşırtıyordu anlayamıyordum.

 

"Arkamdan tek araba gelin. Kıçımın dibinden sürmeyin dikkat çekmeden eve girip çıkacağız." Bacaklarımın üzerinde ki ceketi yukarıya karnıma doğru biraz çektim ve onun araca binmesini ardından çalıştırmasını bekledim. Bu arada emliyet kemerimide takmıştım.

 

Araç yüksek bir adanın üzerinde duran su havuzunun etrafında dönerek malikanenin çıkışına yönelirken gözlerim oldukça büyük ve heybetiyle dikilen kuş ve yılan herykelindeydi. Görüş alanımdan çıktıklarında önüme dönmüştüm. Arabanın tekerlekleri duraksar gibi yavaşlasada durmamış aksine önümüzde kurşun rengi kapı açılana kadar tekrar hızlanmıştı. Etraf oldukça korunaklı ve takım elbise giyen adamlar ile doluydu. Normal bir güvenlik kulübesinden daha büyük olan yerden çıkan adamlar açılan kapının ardını kontrol edip çıkış yapmamız için eliyle bir işaret vermişlerdi. Yanımda ki adamın hayatı buydu.

 

Yol düzgün şeritlerin üzerinde hız kazanarak akıp giderken tek yaptığım düşüncelere dalmaktı. Evime girenler sıradan hırsızlar değildi. Yanımda oturan adama ait olan çok önemli bir eşyayı çalmak için evime girmişlerdi. Hiç bir suçum yokken darp edilmiştim. Her şeyin üstüne birde azarlanıyor, canımla tehdit ediliyordum. Bu oldukça canımı sıkıyordu. Kendimi balçıklı irin dolu bir çukura düşmüşüm gibi hissediyordum. Bu çukurdan çıkmam için bana kimsenin ip uzatmayacağına emindim. Kendi lehime bir şeyler elde etmeliydim. Bu adama güvenemezdim. Annesini seviyordu diye ettiği yeminde durmayabilirdi. Kendimi onun ellerine, insiyatifine bırakamazdım.

 

"Takıldığın birileri yada sevgilin var mı?" Aracın içinde dağılan sesi ile bakışlarımı ona çevirdim. Neden böyle bir soru sorduğunu anlayamamıştım. Dümdüz yola bakıyordu.

 

"Nasıl?"

 

"Beni duydun."

 

"Neden sordun?" Benden alamadığı cevabın üzerine araç vites atar gibi hız kazandı.

 

"Bizimkiler dün evine bir adamın girdiğini görmüş." Bu Şahin olmalıydı. Başka biri mümkün değil olamazdı. Elim ile alnıma vurmamak için kendimi tuttum. "Yüzünü görmemişler karanlık olduğu için." İlk fırsatta beynimi dağıtacağını söyleyen bir adama karşı patır kütür dökülecek değildim. Ona hayatım ile ilgili hiç bir şeyden bahsetmeyecektim.

 

"Evin kapıları açık olmalı diğer ev sakinlerinden merak eden biri olabilir." Kafasını bana çevirdiğinde dönen viraja girmişti. Fakat yola bakmadan ve asla da yoldan çıkmadan aracı sürmeye devam ediyorken gözleri çirkin dediği gözlerime saplanmıştı. Yalan söylesem anlayacağına emin olduğum derinlikle bir ifadesi vardı. Bu yüzden İfademi sabit tutup söylediğim yalan önce kendimi inandım. Gözlerini kıstı kafasını ikna olmuş gibi aşağı yukarı sallayıp yola döndü.

 

"Huysuz bir kadınsın. İnsanı çileden çıkaran da bir dilin var. Sana katlanacak bir erkeğin olacağını düşünmek bile saçmaydı kabul ediyorum." Kalbimi kıracağını zannediyordu. Bu dünyada ki tanıdığım herkes beni inciteceğini sanıyordu. Onlara bu zevki hiç bir zaman vermemiştim. Efraile de beni bir kaç cümle ile kıramayacağını gösterecektim.

 

"Sevilmeyen baba tarafının yine sevilmeyen amcaları gibi yaptığın öz eleştiriyi dikkate alacak değilim. Özel hayatım hakkında yorum yapmayı kes. Şuan yaşını başını almış amcalardan bir farkın yok."

 

"Amca?" Araç solumuzda ki sapağa girerken gözleri beni bulmuştu. Sol tarafta ki yola neden girdiğini anlamamıştım. Tabelaya göre yanlış yola girmişti.

 

"Evet? 31 yaşındasın bir amcanın olması gerektiği yaştasın."

 

"Amcanın olması gerektiği yastayım?" Şaşkındı. Henüz sinirlenmemesinin tek sebebi şok olmasıydı.

 

"Hıhım. Bilirsin amcaları, aynı senin gibi agresiftirler, her şeyi kendilerinin bildiğini zannederler ve dev bir nasiyatçı özellikleri ile bilinirler. Sensin işte." Koltukta tam olarak ona doğru döndüm. "Aksini iddia edebilir misin?"

 

Çenemi sıkıca kavrayan elinin şaşkınlığını yaşayamadan tek hamleyle beni kendisine doğru çekti. Kafası hala yola doğru dönük durduğu için dudaklarım yanağına sürtündü. Gözlerim bulunduğumuz anın garipliği ile oldukça aralandı. Bu tuhaf hissettirmişti. Kafamı çekmek istesemde bunu yapamıyordum.

 

Parmakları çenemi acıtacak kadar sıkmıyordu fakat varlığı oldukça baskındı. Ve en sonunda dudağıma sürtünen yanağını çekecek o hareketi yaptı. Araç son sürat ilerlerken kafasını bana doğru çevirdi. Tek ışık arabadan yola dökülen fara aitken gözlerinin siyahı eskisine göre daha koyu görünüyordu. Kafasını çevirmişti ve burnu burnuma sürünürken, dudaklarımız birleşmek için birbirinden tek hamle uzaktaydı.

 

"Sana bir amcanın yeğenine yapmadığı şeyler yaparım." Sesinde ki o derinlik yutkunmama neden oldu. Konuşurken nefesi az önce ıslattığım dudaarıma dökülüyordu.

 

"Aramızda yedi yaşa varken senden otuz yaş büyükmüşüm gibi konuşmayı kesmezsen ve bana yaşlıymışım iması yapamya devam edersen..."

 

"Devam edersem?" Gözleri hareket eden dudaklarıma düştü. Kaşları çatıldı. Sanki kafasında ki düşünceye sinirlenmiş gibi bir ifadesi vardı.

 

"Yaşlı gördüğün bu adam sana aksini yaşattığında ses tellerin kısılır." Çenemde ki elini çekip kemikli parmaklarının dış yüzünü boynuma sürttü. "Sence ses tellerin neden kısılır İfra?" Elinin derisinde ki çıkıntılı damarları hissediyordum. Bedenimin ona karşı verdiği tepkinin bir benzeri onun da damarlarında geziniyordu. Kararan gözlerinde bunu görüyordum.

 

"Beni etkilemeye mi çalışıyorsun?" Bu oyunu tek taraflı oynamasına izin vermeyecektim. Benim aklıma girerek Beni yönlendirmesine müsade edeceğimi zannediyorsa büyük yanılıyordu.

 

"Sence?" İşaret ve baş parmağı ile çenemin ucunu tutup kafamı kendisine doğru kaldırdı. "Sence seni etkiliyor muyum?" Bir nefes verdi. Soluğu yüzümde ki tüm hisleri ona karşı duymam için sanki derimi yardı. "Emin ol senin etkilemek isteseydim bu, bu kadar uzaktan olmazdı." Kimseye müsaade etmeyeceğim kadar yakınımdaydı. Ona kafa atıp kendimden uzaklastirabilirdim fakat sanki onda istediğim bir şeyler varmış gibi hissettiriyordu. Bu histen kaçmalıydım.

 

"Yanlış yola girdin." Sesim havası sönen bir balon gibi içime kaçmıştı. Eli tenimden uzaklaştığında yakınlığından çekilip sırtımı koltuğa yaslamıştım. Kalbimin atışları o kadar hızlanmıştı ki kalbimi avuclayıp 'senin derdin ne?' diye sormak istiyordum.

 

Sıcak basmıştı. Tuhaftı, Efrailin tehlikeli bir çekim alanı vardı. Ondan uzak durmam benim için en doğru olandı. Çünkü rahatsız olduğum bir egosu vardı. Baskın bir karakterdi, dominanttı ve kendi fikirleri, kararları dışında hiç bir düşünceyi kabul etmiyordu. Böyle bir adam ile cinsel bir çekim dahi yaşamak istemiyordum. Beynim tam olarak bu sinyalleri yayarken göğsümde deli gibi çırpınan kalbim bunun tam tersi hareket ediyordu.

 

Kafamı darma duman eden düşünce yığının altında ezilerek geçen yolculuk son bulduğunda evimin bahçesindeydik. Etrafa üstün körü bakındığımda gördüğüm tek şey toprak ve yoldu. Efrailin bahçesine göre benim bahçem çiçekleri koparılmış bir mezarlığa benziyordu.

 

Emliyet kemerimi çıkarmaya çalışırken Efrail çoktan araçtan inmiş kapısını kapatmıştı. Gözlerim hareket eden bedenine kaydığında "Koş tabi koş." Diye mırıldandım. Aslında koştuğu yoktu adam sadece yürüyordu, her neyse bu ayrıntı çokta önemli değildi.

 

"Ben olmadan o demir parçasını nah bulursun." Beni duymuyor oluşunun genişliği vardı üzerimde. Aslında beni bekleme tenzzülünde bulunmadan eve gireceğini düşündüğüm için böyle konuşmuştum. Fakat o aracın etrafında dolaşıp benim kapımı açmıştı. Tek eli bacaklarımın altından geçerken diğeride belimin çevresini sarmıştı. Beni arabadan kafama dikkat ederek kucağına alıp çıkarttığında yemin ederim ki şaşırmamak için yüz İfademi sabit tutmak için üstün bir çaba harcamıştım.

 

Yabancıydı. Bu tarz hareketler bana oldukça yabancı duygular hissettiriyordu.

 

"Ne? Bacağında 4 tane dikiş var saatlerce sekerek yürümeni bekleyemem." Ona nasıl bir ifadeyle bakıyordum bilmiyorum ama beni ikna etmek ister gibi tekrar dudakları aralandı fakat ne söyleyecekse bundan vazgeçti ve yürümeye başladı.

 

"Buradan çıktıktan sonra beni bir hastaneye bırakır mısın?" Şaşkınlığımın ortama bıraktığı tuhaf havayı dağıtmak için konuşmuştum. Ayakları bizi ileriye taşımayı durdurduğun da başını eğerek Yüzüme baktı. Gözlerimden bir cevap alamayayınca önce başımda ki bandaja daha sonra bacağımda ki yaraya bakmak istedi ama bacaklarımda onun ceketi vardı.

 

"Bir sorun mu var? Canını mı yanıyor?" Şunu kesmeliydi. Bana bu tarz sorular sormamalıydı. Görende beni düşündüğünü zannedecekti.

 

"Hayır." Evet canım acıyordu. Fakat bunu ona söylemek gibi bir niyetim de yoktu.

 

"O zaman?"

 

"Bacağımda dört dikiş var dedin."

 

"Evet dedim."

 

"Çift sayılardan hoşlanmam. Gidip bir dikiş daha attıracağım." Kaşları çatılırken alnının derisinin katlanışını izledim. Söylediğim cümleyi algıladığı noktada bana bir kaçıkmışım gibi baktı.

 

"Sen bana sınav mısın kızım? Çok günahım var biliyorum. Sen benim günahlarımın bedeli misin?"

 

"Abartıyorsun sanki." Dediğimde bana kelimenin tam anlamıyla dehşete düşmüş gibi baktı. Anlamakta zorlandığı bir karakterde olduğumun farkındaydım.

 

"Ben abartıyorum öyle mi?" Başımı olumlu anlamda salladım. Kafasını gökyüzüne doğru kaldırıp derin bir nefes verdi. Çıkıntılı adem elmasına baktım. Estetik duruyordu. "Kadın az önce sayı takıntısı yüzünden fazladan bir dikiş arttıracağını söyledi ama bir şeyleri abartan ben mişim?" Onun gibi kafa mı kaldırıp yukarıya baktım. Gördüğüm tek şey aydınlanmaya başlayan bir gökyüzüydü. "Bir akıl hastanesi kaçkını gibi davranıyor."

 

"Kiminle konuşuyorsun?" Kendi kendine konuştuğunu elbette biliyordum. Onu sinirlendirmek hoşuma gitmeye başlamıştı. Başını eğip yüzüme baktığın da sinirleri bozulmuş gibi gülmeye başladı. Kollarının arasında gerilmeye başladım. Tenime sapladığı parmakları beni daha sıkı kavradı.

 

"Sen bırakmak zorunda değilsin. Ben kendimde giderim hastaneye." Bu artık neredeyse bir inat meselesine dönüşecekti.

 

"Kaçıksın değil mi? Muhtemelen kafanda bir kaç tahta eksiğin de var."

 

"Anlamada problemin mi var? Dört dikiş ile yapamam diyorum beş olmalı! Yada bir tanesini hemen şimdi sökerim üçe düşer." Son derece ciddiydim. Çift sayılardan nefret ediyordum. Her insanın takıntılı olduğu konular olabilirdi. Buda benim takıntımdı!

 

"Sen, benim aklım ile oynuyorsun." Gülüşü yavaşça solduğun da çirkin dediği gözlerime baktı. "Susmuyorsun. Beni sinirlendirmek için her fırsatı değerlendiriyorsun. Beni tanımıyorsun ve dışarıdan bakılınca vâdime gizlice giren bir ceylana benziyorsun." Burnundan verdiği sesli nefes ile yüzünü sınırlarımın içine soktu. Kokusu göğsüme iyice sokulmuştu.

 

"Bu Vâdide Sarı gözlü ceylanın boynunu dişleriyle parçalara ayıracak bir kurt var, İfra." Yüzümün her karesinde dolaşan bakışları ile yutkundum. "Çıkışını bilmediğin yere girmemelisin. Narin ayakların vâdimin topraklarına basmaya devam ederse yolunu kaybettiğin anda seni bulurum. Emin ol seni kör bir karanlıkta bulmamı istemezsin." Kör bir karanlıkta beni göreceğini zannediyordu. Beni karanlık bile görüp saklayamıyordu. O kadar kör bir noktada kalmıştım ki beni elinde bir mumla arasa dahi bulamazdı.

 

Sessiz kaldım. Beni susturduğunu düşünerek evimin açık kalan kapısından içeriye girdi. Bir kaç adıma açık kalan salondaydık. Etraf darmadağınıktı. Tüm eşyalarım zarar görmüş ve kullanılmaz haldeydi. Evime girenler o kadar büyük bir hırsla hareket etmişlerdi ki kullanılacak tek bir eşyam dahi kalmamıştı.

 

"Koltuğum." Derin bir iç çekerek fısıldadım. Döşemesi parçalar halindeydi. Benim o sarı koltukta o kadar çok anım vardı ki, sanki hepsi yok olmuş gibi hissetmiştim. Yüzüm düştü. Mutsuzdum. Neden bunları yaşıyordum?

 

Efrail ileriye doğru adımlar atamaya devam ettiğinde bir anda durdu. Ona baktım. Gözlerini takip ettiğimde yerde ki kan lekelerine baktığını gördüm. Kan kurumuş ve eski bir duvar gibi kavlanmıştı. Ona gördüğü hiç bir şey için açıklama yapmadım. Evinde zaten anlatmıştım.

 

"Üst kata çıkmalıyız." Bir şey söylemeden dediğimi yaptı ve onun kucağında, kollarının arasındayken bizi merdivenlerden çıkardı. Dakikalardır kucağındaydım. Açıkçası çok zayıf biri değildim. Kilolu sayılmazdım fakat kendime zayıfta demezdim.

Yorulmamışmıydı merak ediyordum.

 

Son basamağada basıp üst kata çıktığında küçük koridorun sonunda ki odayı işaret ederek "Orası." Dedim. Bu kez adımları daha hızlıydı ve odanın açık kapısından içeriye girdik. Burası annemin odasıydı. Kimse bilmesede, almasada ben bu odaya girerken hala annemin kokusunu alıyordum.

 

Gözlerim doldu. Annemin yıllarca karşısına geçip kendisine baktığı şifonyer yere devrilmişti. Halka şeklinde ki aynası ise bir kaç yerinden kırılmış parkenin üzerinde duruyordu. Bu aynaya bakarak saatlerce kendiyle yüzleştiğini hatırlıyordum. Babamın gelmeyişi ile baş edemeyip aynalarla konuştuğu anlar hafızamdan asla çıkmıyordu.

 

"Beni yere indirebilirsin." Beni kontrollü bir şekilde bıraktığında kafam gögsünün bir karış üzerine geliyordu. Omuzum teki ona değerken tam önünde yan duruyordum. Bir adım atıp acıyan bacağıma dişimi sıktım. Dizlerimin üzerine düşüp aynanın kırılan büyük parçalarını toplamak istesemde bacağımda ki yara yüzünden bu yapamadım. Onun yerine yalnızca belimi eğerek beş parça camı tek elimin üzerine dizmeye başladım. Beşinci cam parçasından elimde tuttuğum diğer camların üstüne koyduğumda belimi doğrulttum.

 

Ona doğru döndüğümde beni izlediğini gördüm. Sessizdi. Biliyordum broş için sabırsızlıkla bekliyordu. Eğer hala kaldırdığım yerdeyse onu tekrar sahip olmak istiyordu fakat yinede sessizdi. Beni izliyordu.

 

Yaralı olan ayağımı sürterek yatağın yanına ilerledim ve camları üzerine bıraktım. Kapıya ve Efraile sırtımı döndüğümde annemin, el işi oymalı giysi dolabıyla yüz yüzeydim. Tek kapısı kırılıp yan devrilmişti. Sanki kaburgamın bir kanadı yarılıp kalbimi terk etmişti. Bu dolabın kapağını açıp babama özel giyinmek için seçtiği elbiselere dokunan parmaklarını hatırlıyordum. Özenle seçip, tasarladığı, diktiği ve bedeninde kusursuzca taşıdığı elbiseleri askılıkları kırılıp etrafa saçılmıştı. Burada ki duvar boyası dahi annemin hatırasıydı. Her şey darmadağındı.

 

Boğazımda ki ağrı ile yutkundum. Ağlamak istiyordum. Çığlık ata ata, sesim ile ağlamak içimde bu zaman kadar yanan o ateşin acısını duyurmak istiyordum. Gözlerimi sıkıca kapatıp geçmesini bekledim. Geçsin istedim. Efrail bu evde bu odadayken ağlamak, zayıf görünmek istemiyordum.

 

"Hiç bir şeyi unutamadığını söyledin. Broşun yerini unutmuş olamazsın." Parkede çınlayan adım sesleri üzerine bastığı halıda kesildi. "Seni bekliyorum. Bana onu ver." Hala bir ümidi vardı.

 

Arkamdaydı. Yanan lambanın ışığı bedenimize vururken gölgesi üzerime devrilmişti. Gözlerimi dolabın içinde askıda kalan giysileri çevirdim. Oradaydı. Anneme ait tüm takılar, çoğunu kendisinin tasarladığı mücevherler hepsi o dolabın arkasında ki duvardan kasadaydı. Çoğunun eğik durduğu askılara bakarken dolabın arkasında ki kırığı gördüm. Kaşlarım havalandı. Kasanın bir gardolabın arkasında duvara gömülü olduğunu nasıl bulmuş olabilirlerdi? Anlamıyordum, anlayamıyordum şuan herşey anlamsız geliyordu.

 

"Sana kesin bir şey söylemedim. Onun için geldiyseler kaldırdığım yerde bulmuş olabilirler dedim." Görüyordum, bulduklarını görüyordum. Bunu ona göstermek için dolaba doğru yürüdüm ve kalan tek tük giysileri kenara ittim. Dolabın arkasına açtıkları hasar artık çıplak gözle görülecek kadar ortaya çıkmıştı. Dolaba ait tahtanın parçalanarak açıldığı derin yarığa baktım. Duvarın üzerinde yine aynı duvar kağıdının baskısından yapılan kapak açık duruyordu. Duvarın içinde olması gereken kasa yoktu.

 

"Yalnızca broşu değil kasayla birlikte anneme ait tüm mücevherleride almışlar." Sanki bir deprem zihnimin anılarına sertçe çarptı. Düştüm. Mumun aydınlatamadığı o karanlıkta dizlerimin üzerine çöktüm.

 

"Aradıkları şeyin neye benzediğini bilmediklerini sana söylemiştim."

 

"Annemin takılarınıda çalmışlar." Onlar anneme aitti. Annemden bana kalmıştı. Annemin tenine değmiş, onun parmak izlerini taşıyorlardı. "Soyuldum." Kafamı kaldırıp ona baktım. "Hırsızlar beni soydular."

 

"Neye benzediğini bilmedikleri bir şeye sahip olamazlar." Benim söylediklerimden bağımsız konuşuyordu. Soyuldum diyordum. Tüm yatırımım ve anneme ait bütün takılarla beraber çalınmıştı. Arkamı dönüp ona baktığımda bir ileriye bir geriye doğru yürüdüğünü gördüm.

 

"Bilmiyorlar. Henüz hiç bir şey bitmiş değil." Durdu. Arkamda ki kasanın olması gerektiği oyuğa baktı. "Adamların hepsini yakalayamamıştık. Belkide ikinci defa geldiler ve kasayı buldular!" Elini büyük bir özenle tarayıp geriye yatırdığı saçlarına attı. Geriye doğru kalkan kolumda şişen kasının gerildiğini görüyordum. Aklına bir şey gelmiş gibi odanın içinde gezinen gözleri yüzümü buldu. Bana doğru bir adım atıp karşımda dikildiğinde elleri ile iki omuzumuda tutup beni bir kez sarstı.

 

"Söyledin mi?" Sesinde ki buz kırağı ton altında ölen binlerce cesedin kemikleriyle doluydu.

 

"Ne yapıyorsun? Çek ellerini üzerimden!" Elleri omuzlarımda ki baskısını arttırdı fakat bu baskı canımı yakımyordu. Sadece avucunun içinde ki sıcaklığı daha çok hissediyordum.

 

"Onlara kasanın yerini söyledin mi?" Omuzumu hareket ettirip ondan kurtarmaya çalıştım fakat hamlem bomboş bir çabaydı.

 

"Kimseye bir şey söylemedim." Ona son derece sert bir ifadeyle bakarken cümlelerimi oldukça baskın bir ses tonuyla kuruyordum. "Şimdi ellerini üzerimden çek!"

 

"Biliyormusun sana asla güvenmiyorum." Bu çok normal ve doğaldı. Fakat neden böyle tuhaf hissettirmişti bilmiyordum. "Güzel bende sana günahım kadar güvenmiyorum!" Bana buz gibi bir ifadeyle bakıyordu ve bunu hak edecek bir şey yapmamıştım.

 

"Bir araba dayak yiyip, öylece ellerinden kaçamazsın. Bu imkansız bir ihtimaldi fakat gel gör ki seni evin dışında ki yol ağzında buldum! Onlara istediklerini vermeseydin kaçmak için zaman yaratamazdın!" Sesi o kadar yüksek çıkmıştıki sanki boğazında bir yırtıcı vardı. Kısık gözleri irileşmiş, kaşları birbirine sıkı bir düğüm atılan gemi ipi kadar gergin duruyordu.

 

Beni ittirerek omuzlarımı bıraktığında geriye doğru sendelendim. Çığırından çıkmanın eşiğinde bir hareketti. Arkamda ki dolabın kırık kapağına tutunarak ayakta kalmaya çalıştığımda şoka uğramış bir şekilde ona baktım. Afallamıştık, ikimizde. Önce ellerine daha sonra tutunduğum dolabın kapağına baktı. Beni ittirmek istemediğini o an gelişen bir eylem olduğunu yüzüne bir yazarın kağıda dağıttığı mürekkep gibi yayılmasına şahit oldum. Yinede gözlerinde ki ifadeyi destekleyen bir eylemde bulunmuyordu.

 

"Sen," dedim sesime dökülen şaşkınlıkla. "Bana bu şekilde davranamazsın!" Kapağa yaslı ellerimi çektiğimde çıkan gıcırtıyı duydum. "Sen kimsin?! Bana dokunup, beni hırpalayabileceğini mi sanıyorsun?! Senin o yanında gezdirdiğin hiç bir kadına benzemem aklını alırım senin!" Ona tokat atıp ittirmek için avuç içlerimin sızladığını hissediyordum. Deli olmuştum. Onu tanıdığın gününden beri delinin tekine dönüşüyordum. Sakinleşmeye çalıştım.

 

"Kimseye bir şey söylemedim ben. Söylesemde beni sağ bırakmayacaklarını bana vurmalarından anlamıştım. Tek amacım ellerinden kurtulmaktı. İster inan ister inanma. Bu saatten sonra sana bir şeyi kanıtlamak için değil dilimi beynimi dahi yormayacağım." Ne dersem diyeyim bana inanmayacağını biliyordum.

 

"O kalın kafanın içinde ki yine kalınlığından başka düşünce kabul etmeyen beynin anlamıştır umarım. Anlamada problem yaşıyorsan senden daha akıllı olan korumalarına bir aptala anlatır gibi tane tane anlatabilirim. " Konuşurken ona doğru savurduğum ellerimi iki tarafıma indirdim. Beni yormuştu. Tanıştığımız günden beri beni yoruyordu.

 

"Sıçtığımın yerinde hiç bir şey bildiğin yok!" Yüzüme doğru bağırarak konuştuğunda gözlerimi kapatmış ve açmıştım.

 

"Düzgün konuş."

 

"Siktiğimin yerinde hiç bir bok bildiğin yok!" Ayağını kaldırarak hırs ile attığı tekme beni irkitirken denk gelen yere baktım. Yatak aldığı darbe ile yanımdan kayarak cama doğru parkenin üzerinde iğrenç bir ses çıkartarak durdu. Ona dehşete düşmüş gibi baktım. Alnında ki damarın patlayacak kadar şişip mora döndüğünü görüyordum.

 

"Broş benim!" Üzerime doğru yürüdü. Geri adım atmak istedim fakat bunu asla yapamadım. Dimdik ayaklarımın üzerinde ondan gelecek darbeyi bekledim. Tam burnumun dibinde durdu. O kadar öfke ile nefes alıp veriyordu ki saçlarım yanağıma sertçe vurup havalanıyordu.

 

"Beni duydun mu? Broş benim bana ait." Boynunda ki damar bir kaç kez şiddetle atıp sarsıldı. "O sadece benim. Kimse onu benden alamaz. Bunu yapanı yaşatmam. Broşu göreni yaşatmam!" Gözü dönmüş gibiydi. Yumruklarını parmak boğumları morarana kadar sıkmıştı. "Onu bulacağım. Bulduğumda bunu kim yaptıysa onu vadimde ki toprağa gömeceğim!" Her cümlesinin sonunda alıp verdiği sert nefesler tenime imza atar gibi sertçe vuruyordu. İşaret parmağımını saçlarımın arasından kafama bastırdı.

 

"Hastalıklı hafızan bunuda beynine kazısın. Bana ait bir şey benim olmuyorsa yok olur. Duydun mu? Her şeyi yok ederim. Tüm düzenin altına mayın döşerim." Çenesi kırılacaktı. Kendini o kadar çok kasıp, sıkıyordu ki kafama işaret parmağıyla bastırdığı eli dahi titriyordu.

 

"Sen takıntılı bir psikopatsın." Dudaklarım aralı kaldı. Broşa olan bağlılığına hayret içinde bakıyordum.

 

"Doğru," Saçlarımın arasında ki parmağını uzaklaştırıp kafasını yüzüme doğru hizaladı. "Takıntılıyım," Yakınlığı kişisel alanımı yerlebir ediyordu. Gözleri gözlerime kitlendiğinde bana daha durgun bir ifadeyle baktığını fark ettim. "Psikopatım." Dudaklarına kayan bakışlarım gözlerimi titretti. Kafası, dudakları burnuma sürtündüğünde kayarak yanağıma yaslandı. Yutkundum. Dudakları burnuma dürtünmüştü. Tıkanan nefesimi bırakma ihtiyacı hissettiğimde bana doğru edildiği için nefesim boynuna nüfuz etti. Çok sinirliydi. Bu kadar öfke doluyken ona bir tepki veremiyordum.

 

Yanağı yanağıma sert bir baskı yaparak yaslandı. Çıkıntılı elmacık kemiği yanağıma değiyorken aklım karman çorman olmuştu. Kirpikleri alnıma sürtündüğünde gözlerini kapattığını hissettim. Burnu saçlarımın arasında girdi. Kas katı kesildim.

 

"Bir kere taktım mı İfra, her şeyini alırım." Saçlarımın arasında derin bir nefes aldığını işittim. "Taktığımın her şeyini isterim." Yanağı yanağıma ağır bir şekilde sürtündü. "Aldığı nefese, baktığı yere, yürüdüğü yola, hissettiği duyguya, sahip olduğu bedene her şeyine hükmederim." Ellerini arkamda ki dolaba yasladığında başını saçlarımın arasından çekmedi. "Bir düğüm yaparım, sıktığım yerden kör düğüm olur ellerimde. Ben çözmeden açılmaz. Ben dokunmadan nefes alamaz. Bir mum yakarım, alevinde hiç bir yer aydınlanmaz. Ateşi yakmaz, yangını dinmez. Fakat ben nefes bırakmadanda sönmez." İlk cümlesinden son cümlesine kadar kitlenmiş duvara bakıyordum. Bir mahkumiyetten bahsediyordu. İstediği ne varsa kendisine mahkum etmekten bahsediyordu.

 

"Anladın mı ifra? Yalnızca bir kez taktığımda ne olur anlayabildin mi?"

 

"Benden uzak dur." Sesim güçsüz ve zayıf çıkmıştı. Bu ben değildim. Bu ses tonu benim değildi.

 

Yüzünü saçlarıma sürterek çektiğinde içine doldurduğu nefesi hissediyordum. Durdu. Bana yukarıdan bakarken gözlerimi gözlerine çıkarmadım. Ona bakmıyordum. Ona bakamıyordum ve nedenini bilmiyordum.

 

"Senin yerine polislere ihbar yapıldı. Dikkat çekmemen gerekiyor. Şüphe ettiğin hiç bir şey olmadığı ve evine yalnızca hırsız girdiğini düşündüğün zannedilmeli. Hikaye şu; evine hırsız girdi darp edildin ve kaçtın. Karakolda adına verilmiş bir ifade dosyası açıldı. Kimsenin yüzünü görmedin bu yüzden eşgal tesbiti yapamadın."

 

"Bunların hiç birini ben yapmadım." Sesim bir fısıltıdan fsrksızdı. Zihnimde hala az önce kurduğu cümleler dolaşıyordu.

 

"Yaptın. O gece kaçıp soluğu hır polis merkezinde aldın!"

 

"Onlardan birini öldürttün. Diğeri kaçtı, sizi gördü. Evde ki diğer iki adama gördüklerini söylemiştir." Yüzüne bakmıyordum. Gözlerim hala duvara doğru dönüktü.

 

"Ölülerin sesi yoktur. Konuşamazlar." Gözlerim bir kez titredi. Kirpiklerimin kapanmasına izin vermeden yalnızca gözlerimi çevirerek ona baktım.

 

"Sen...Sen onu da mı?" Onun yüzünün bir rengi vardı. Tamda şuan bunu görüyordum. O tüm bu kötülükleri yaparken simsiyahtı.

 

"Hayır, siyanür içip intihar etti. Bunu yapmasa bile sorduğum sorulara cevap verdikten sonra ölecekti."

 

"Ben...Ben," Ondan uzaklaşıp tekme atarak savurduğu yatağın üzerine oturdum. "Ben neyin içine düştüm?" Gözlerim yerde ki dağınık eşyaların üzerinde durdu. "Ölmüş birini gördüm. Gözümün önünde kafasına sıktınız." Yatağın çarşafını avuç içlerim ile ezerken güçlükle bir yere tutunma ihtiyacı hissettim. "Kafasında ki deri parçalanmış, daha kanı yüzünü ıslatmadan ölmüştü. Ben, ben onun gözlerine baktım. Boştu, bomboştu. Yüzü, yüzünde ölümün hissettirdiği dehşet vardı."

 

Odağını yitirmiş gözlerim yüzüne tırmandı. "Birinin hayatına son vermen iki dudağının arasından çıkacak olan kelimeye bakıyor. Sen kimsin? Sen kimsinde can alıyorsun? Ölüm kararı veriyorsun."

 

"Benim olana el uzatıldı. O el o bedende kalır mı sanıyorsun?"

 

"Bir ölümden bahsediyoruz." Diye fısıldadım.

 

"Bana ait olanı çalmaya çalışan bir cesetten fazlası değil." Onun hakkında bütün düşündüğüm düşüncelerin bit uçurumun dibine çalışıldığını hissettim.

 

"Benden korkmaya mı başladın?" Bunu görebiliyor muydu? "Güzel, bana karşı hissettiğin tek duygu korku olmalı. Aksi davranışlar sergilemeden önce iyice düşün ifra. O kadar iyi düşünki şuan hissettiğin korku sana yön versin."

 

"Tiksiniyorum." Ve senden korkuyorum diye içimden tamamladım. " Sana karşı hissettiğim tek duygu tiksinti." Korku ve dehşet sana karşı hissettiğim en ağır duygu. "Ölümü bu kadar bencilce telaffuz eden bir adamdan anca midem bulanır." İçimde ki serseme dönen iç sesimin ağzına ellerimi yasladım. Ona hislerimin hiç birini belli etmeyecektim. "Korkuyu tanımadığımı sana söyledim. Beni korkutamazsın. Bana baş eğdiremezsin. Beni yönetemezsin." Bana hükmedemezdi. Ellerime ipler bağlayıp beni yöneterek kendisine mahkum edemezdi.

 

"Göreceğiz. Elimde nasıl şekil aldığını, göreceğiz." Ona bir karşılık vermedim. Yalnızca başımı iki tarafa sallamakla yetindim. Anlamıyordu, beni tanımıyordu. O an öleceğimi de bilsem istemediğim hiç bir şeyi yapmazdım.

 

"Şimdi dinlen. Verdiğin bilgileri teyit etmek için gerekli kamera görüntülerine erişim sağladıktan sonra seninle iletişime geçerim."

 

"Telefon numaramı sana vermeyeceğim. Evimede bir daha gelme. Bu iş benden çıktı. Git ve kaybettiğin rozeti kendin bul." Durdu. Sırtında ki kasların dalgalandığını gördüm. Kafasını çevirip bana baktığında yalnızca dudağının kenarının kıvrıldığında gördüm. Önüne dönüp odanın dış kapısına doğru yürümeye devam etti. Kapıdan çıkmadan önce söylediği tek şey şuydu;

 

"Seni bulmamı bekle İfra." Beni aramayacaktı. Nerede olursam olayım beni bulacaktı....

 

⚓️

 

05:10:2024 01:54

 

 

Loading...
0%