Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. §V🕯

@visnelicorek

Oylama ve yorum sayısı benim için çok önemli. Lütfen bir tanede olsa yorum bırakın ve yıldıza dokunun. Bana eski tempomuzu geri verin 🤍

 

 

 

§V🕯️

 

 

İғʀᴀ Mᴇᴠᴅᴀ Siᴠᴀ̂ʀi

 

Çaresizlik, uzun tırnaklarını enseme geçirmişken gözlerimin karanlığa alışıp tehlikeyi görmesine ihtiyacım yoktu. İçimdeki yanan mumun silik ışığı derince dalgalanarak sönüp tekrar yanmıştı. Binbir acıyla kendimi ateşe vererek yaktığım cılız ışığı hiçbir nefes söndüremezdi. O mum olduğu yerde yanmaya devam etmeliydi.

 

Ensemdeki keskin nefes darbeleri tenimi yakıyordu. Damarlarımda gezinen duygu, korku ve ya panik, her neyse, olduğu gibi kalbime hücum ediyordu. En son bu kadar ne zaman korkmuştum hatırlamıyordum.

 

"Yüzünü görmedim," Panik sesim son derece titremişti. Kafasına silah dayanan herkesin yaşayacağı bir korku içerisindeydim. "Ne çaldığının bir önemi yok, polisi aramayacağım. Her kim isen çıkıp gidebilirsin." Beynimin kafamın içinde verdiği kırmızı alarm ile dudaklarım çabucak hareket etmişti. Kan bulaşan sol elimi yumruk yapıp sesimi sabit tutmaya çalıştım. Elimdeki ayakkabının topuğunu son derece sıkı tutuyordum.

 

"Gözlerimi kapatacağım. Açana kadar gitmiş ol." Titrek bir nefes verdim. Kendimi bu kadar savunmasız bırakıp aynı anda korkmadığımı kurduğum cümlelerle destekliyor oluşum gerçekten büyük bir cesaretti. Gözlerimi kapatmam, alenen her kimse bana zarar verme fırsatı sunuyorum sana demenin bir başka yoluydu. Aynı zamanda senden korkmuyorum, öyle ki gözlerimi kapatmış gitmeni bekliyorum da demekti.

 

Sessizlik, bir orman dolusu yaprak gibi içimdeki ölü toprağa dökülürken, evin içinden tek bir ses dahi çıkmıyordu. Tek hissettiğim, kafamdaki metal baskının kalktığıydı. O kadar uzun süre gözüm kapalı beklemiştim ki, bu kadar sessiz bir şekilde çıkmış olması imkansız geliyordu. Kirpiklerimi yavaşça aralayıp, gözlerimin alıştığı karanlığa bakarken, bahçenin soluk ışıklandırması ile görüşüm iyice aydınlık kazanmıştı.

 

Odamın geniş sarı koltuğunu ve hemen arkasındaki bej rengi duvarıma astığım ilk tasarım giysilerimin oluşturduğu kumaş parçalarını görmeyi beklerken bir adım geriledim. Tepki olarak, ayakkabı tuttuğum elimi kaldırmış, topuğu karşımdaki adama denk gelecek şekilde tutmuştum.

 

Gözlerim, ince pamuk saten kumaştan bir gömlek ve rengini bu ışıklandırmayla seçemediğim ama Vako marka olduğunu yaka kesiminden anladığım çizgili bir takım ile buluştu. Yüzüme doğru kalkan elinin bileğinde, Patak Phelippe Grad Maser Chme markalı bir saat takmıştı. Adam kolunda bir servet taşıyordu! Karşımdaki her kimse, hırsız olamayacak kadar zengin, katil olmayacak kadar statü sahibi birinin giyeceği parçalar taşıyordu. O halde, elinde silahla evimde ne işi vardı?

 

Gözlerimi biraz daha kaldırsam yüzüyle buluşabilecek bir yakınlıktayken, bunu reddedip başımı bahçeye açılan boydan sürgülü kapıya çevirdim.

 

"Yüzünü görmedim," Göğsüm kaburgamı acıtacak kadar kalbime baskı yapıp çekildi. Tül perdenin arkasından geçen karartılara gözüm iliştiğinde, kafamdaki ihtimaller birbirine çarpmaya başlamıştı.

 

"Neden hala gitmiyorsun?" Nefesimi tutmaya çalışsam da başarısızdım. Gecenin bir yarısı, hiç tanımadığım benden kat ve kat daha zengin bir adam evime gizlice girmişti. Bu, karşısında dimdik durmaya çalışsam da korktuğum gerçeğini değiştirmiyordu. Bu yüzden, topuğunu ona doğru çevirdiğim ayakkabıyı var gücümle tutmaya devam ediyordum.

 

"Gitmiyor değil, gidemiyorum." Duyduğum ses ile gözlerimi sıkıca kapattım. Hayatımda daha önce duymadığım bir ses tonuydu. Ben, bu dünyanın görüp görebileceği hafızası en sağlam insanıydım. Hiçbir şeyi unutmaz, aklımdan silemezdim. Elimde olan bir şey değildi; fıtrat olarak böyle yaratılmıştım.

 

"Gözlerime bak." Bir insanın ses tonu nasıl bu kadar kalın ve tok olabilirdi? Ona bakmamı söylemesi irkilememe neden olmuştu. Yaydığı aura son derece ürkütücüydü. Üzerimdeki geceliğin tek askısı omuzumdan kayıp koluma düştüğünde gözlerim hala perdenin ardında dolaşan tek tük insanlardaydı. Gecenin bir vakti bahçemde dolaşıyor olmalarının nedeni karşımdaki adam olmalıydı.

 

"Yüzümü görmen sorun değil. Ne hırsızım ne de katil." İlk kez sekteye uğrayan ses tonu ile kaşlarım çatılır gibi olsa da ifademi bozmadım. Yüzüne kafamı çevirmeden kafamla elini işaret ettim.

 

"Silahın namlusu hala kafamdayken katil olmadığına nasıl inanmalıyım?" Korkumu dışarı yansıtmamak için son derece az nefes alıyordum.

 

"Onlardan saklanmak için mi evime girdin?" Dışarıda neredeyse tüm muhitlerin evlerine dağılmak için oradan oraya koşan insanları ima ettim. Burası geniş tek katlı evlerin olduğu müstakil yapıları içeren bir siteydi. Şehre uzak bir ormanlık araziye inşa edilmişti. Yazın evlerin çoğu kalabalık, kışın ise tek tük insanların olduğu tatillik bir yerde diyebilirdik bu muhite.

 

Yani şansın hiç bir zaman bana gülmediği, yaptığım seçimlerin ise götüyle başıyla halime yırtılarak güldüğü bir gerçekti.

 

Odamın içinde yayılan hışırtı sesleri ile göz ucuyla ona bakmaya çalıştım. Oldukça geniş sırtını ve omuzlarını saran takım elbisenin ceketi ile karşı karşıyaydım.

 

"Ne yapıyorsun?" Tüm duvarı kaplayan dolabımın kapaklarını teker teker açan adama tepki olarak sesim oldukça yüksek çıkmıştı. Evimin etrafındaki adamların sesimi duyması zerre umurumda değildi. Bir çekmece daha açıp içinde ne varsa dışarıya çıkarmaya devam ettiğinde artık sabrımın sonuna gelmiştim.

 

Pekala, onun elinde silah varsa benim de elimde Rage marka kırmızı deri, topuğu son derece sivri bir ayakkabı vardı.

 

"Yeterince şeyle uğraşıyorum. Başıma bela alacak değilim, eşyalarımı karıştırmayı bırak ve evimden derhal çık!" Eldiven giydiğim elimle dış kapıyı gösterip indirdim. Ardından bahçe kapısını topuklu ayakkabımla işaret edip "Dilediğin yerden çıkış yapabilirsin." dedim. Yüzüne bakmıyordum. Neden hala bakmıyordum bilmiyordum ama baksam her şey sanki çok normal seyrinde gidiyormuş gibi iyice anormalleşecekti.

 

"Kes sesini." Alçak tonda son derece baskılı bir tınıyla iki kelime etmişti. Bu, ona bakmamak için farklı yöne çevirdiğim bakışlarımı duraksatmıştı. Sesi neden sarhoş gibi çıkıyordu bilmiyordum ama normal şartlarda bacak arasına tekmeyi geçireceğim bir cümle kurmuştu.

 

Hiç bir erkek hiç bir kadına kes sesini diyemezdi! Kesilecek bir şey varsa oda erkeğin penisiydi!

 

Hareket eden adım seslerini duyduğumda, zemine vuran ayakkabısının çıkardığı sesten dahi markasını anlıyor oluşum artık hastalıklı bir yetenek olmaya başlamıştı. Divarse kalıp ayakkabılar son derece pahalı bir parçaydı. Üzerime doğru yürüdüğünü tam karşımda duruşundan anlamıştım. Bedeninden kan kokusu yayılıyordu. Yaralıydı. Bu da konuşmasındaki tuhaflığı, kapıma bulaşan kanı açıklıyordu.

 

"Terzi misin?" Sesi biraz daha konuşsa yalpalayarak çıkacak bir renge bürüneceğinden içimdeki olmayan insan sevgisi dürtülenmişti. Ona insanlık yapacak değildim. İçimdeki dürtü, dürtü olarak kalmaya devam edebilirdi.

 

"Yaralı mısın?" Elimde kurumaya başlayan kanın dokusunu artık hissetmiyordum. Eldivensiz elimi kaldırıp kanı ona gösterdim.

 

Gösterdiğim şeyi görmezden geldi. "Gecenin bu saatinde niye eldiven takıyorsun?"

 

"Gecenin bir yarısı niye evime giriyorsun?" Sorduğu alakasız soruya daha alakalı bir şekilde yanıt vermiştim.

 

"Terzi misin?" Kaşlarım oldukça çatılırken, sabır dilenir gibi kafamı havaya kaldırdım. Bu konuşma tam olarak nereye gidecekti merak ediyordum.

 

"Tasarımcıyım."

 

"Yani terzisin." İnler gibi ses çıkarıp sustuğunda, anlıyordum ki bana laf yetiştirirken acısını görmezden geliyordu.

 

Yüzümü buruşturmaktan geri kalmayıp son derece sinirli bir ses tonuyla cevap verdim. "Derdin ne? Kimsenin söküğünü dikmiyorum! Terzi değilim. Tasarımcıyım. Giysi tasarlıyorum!" Üstüne basa basa konuştuğumda kalın kafası alır mıydı bilmiyordum.

 

"Tasarladıklarına kumaş seçerken onları yapıştırıyor musun?" Duraksayıp dediğini anlamaya çalışırken aynı zamanda sorgulayarak "Ne diyorsun?" dedim.

 

"Tasarımlarını yaparken dikmiyor musun?" Konuşurken nefes nefesydi ve duraksıyordu. Kafam karışmış bir şekilde "Evet" diye yanıtladım onu.

 

"Terzisin işte." Elimde olmadan hayrete dönmüş bir şekilde kafamı ona çevirdim. Gerçekten, gerçekten kafa yapısını çözememiştim.

 

"Terzi olarak bir dikiş setin mutlaka vardır. Bana onu getir."

 

"Sana olduğum yerden gelen tek şey ayakkabımın topuğu olur. Benimle emir kipiyle konuşmayı kes!" Tek kaşım havaya kalkarken karşımdaki adama daha dikkatli baktım. Pekala bunu yapmam için kafamı kaldırmam gerekiyordu çünkü boyu benden oldukça uzundu.

 

Gözlerim ilk önce gözlerinde gezindi. Rengini bu ışıklandırmada seçemesem de koyu bir tonda olduğu kesindi. Yüzünde kaş ve kirpikleri dışında tek bir tüy bile yoktu. Sakalları oldukça kısa kesilmişti.

 

Evimdeki yabancının alnındaki çizgiler kırışıp ifadesi değiştiğinde arkasındaki koltuğun koluna dengesini sağlamak için tutundu. Baygınlık geçirir gibi sendelenmesi ile durumun tuhaflaşması bir olmuştu. Koskoca adamın dengesini sağlayamıyor oluşu aldığı yaradan olmalıydı. Endişeli değildim. Sadece evimden bir ceset çıkması demek itibarımı zedelerdi. Ben ismi belli bir kesimde de olsa ses getiren bir tasarımcıydım.

 

"Hey! Tamam, sakın burada öleyim deme!" Yanına doğru birkaç adım atıp tekrar karşısında durduğumda saç diplerinde, alnında biriken terlerin çenesine kadar aktığını görüyordum. Acı çekiyor olmalıydı. Ama bu duyguya dair bir ifadesi yoktu. Yalnızca yorgun gibi gözlerini kısmış, havaya kaldırıp ona tepki gösterdiğim topuklu ayakkabıya bakıyordu.

 

"Sana iyi bir haber vereyim." Bedenini yumuşak koltuğuma bıraktığında sırtını da yaslamıştı. Benim sarı koltuğuma kanaması varken mi oturmuştu? "İstesem de ölemiyorum." Şu an bunun bir önemi kalmamıştı. Koltuğum kan oluyordu!

 

"Neden? İlahi bir ayinle mi kutsandın?" Ayakkabı tutan elimi umutsuzca yanıma indirip dalgınca kan bulaşan koltuğuma bakarak konuşmuştum. Kafasını koltuğa yaslayıp boynunu ortaya çıkaracak şekilde geriye attığında derince yutkunmuştu. Boynu ter içindeydi. Koltuğuma aynı zamanda yabancı bir adamın teri de bulaşıyordu. Ayrıca yarası neredeydi? Görünürde bir yarası yok gibiydi. Gerçi asıl yara benim sarı koltuğuma açılıyordu.

 

"Kutsanmak..." Tekrar yutkunup adem elmasının yavaşça yerine oturmasını sağladı ve devam etti. "Evet, acıyla kutsandım." Duraksadım. Ne dediğini anlamasam da ne hissettiğini anlıyordum. O hissi biliyordum.

 

"Yaran mı var?" Ellerimi göğsümde kavuşturmuş ifadesizce ona bakıyordum. "Dikiş seti ile yaranı mı dikeceksin?" Fazla mı tepkisizdim bilmiyordum. Karşımda yaralı olduğunu düşündüğüm biri vardı ve ben öylece onu izliyordum.

 

"Nezaketimi koruyorum çünkü senin evinde sana katlanmaya mecburum. Zorlama." Alt yazısı saçma sapan sorular sorma falan olabilirdi. Beğenmiyorsa gidebilirdi. Zorundaysa kalıp katlanmasını bilecekti.

 

"Biliyor musun, bahçe kapısına çok yakınsın. Neden seni zorlayan bu kadının evinden defolup gitmiyorsun?" Sıkıntıyla alt dudağını dişlerinin arasına alıp ısırdı. Burnundan aldığı sesli nefeste acı tınılar vardı. Oturma odamda neler olduğunu anlayamadığım bir atmosfer oluşmuştu.

 

"Bana telefonunu ver." Benden kurtulması, ondan kurtulmam için mantıklı bir istekti. Ama eksik bir şey vardı.

 

"Telefonum yok. Bulamıyorum." Kafasını kaldırıp gözlerime baktı ve geri sertçe koltuğun sırtına yaslandı. Artık alnından akan terler boynuna kadar ulaşmıştı.

 

"Dikiş seti." Tek seferde ve tek solukta konuşup susmuştu. Pekala daha fazla zorlamaya gerek yoktu. Gidebilse, kalacak bir adama benzemiyordu. İnsanlık yapıp yardım etsem en fazla cennete girecek yüzüm olurdu.

 

Sol tarafımdaki uzun geniş ahşap dolabın gözlü çekmecelerinden birini açıp iplikleri ve iğnelerin olduğu geniş kare setimi çıkardım. Ona doğru dönüp yanına ilerlediğimde baygın gibi bir hali vardı. Koltuğa oturup elimde tuttuğum ayakkabımın ince topuğunun ucuyla omzunu dürttüm.

 

"Hey, ölüyor musun?" Bir süre tepki vermesini beklerken hareket etmiyor oluşu beni tedirgin etmeye yetmişti. "Sana diyorum. Öldün mü yoksa?" Elimdeki kutuyu bacaklarımın üzerine koydum.

 

"En sevdiğim koltuğun, en sevdiğim renginin üzerine kanını bulaştırıp hayata veda edemezsin. O yüzden hemen kendine gel ve gözlerini aç!" Duymadığına emin olduğum uyarının üzerinden birkaç saniye geçmişti. Bir anda tüm kan olduğu gibi beynime hücum ederek kafamın içinde kırmızı alarm verdi.

 

Ne yapacağımı bilemeyecek bir panikte kafamı yüzüne doğru yaklaştırıp nefes alıp almadığını kontrol etmeye çalıştım. Kulağıma vuracak en ufak nefes hissini beklerken duyduğum sesle ruhumu teslim etmenin sınırına gidip gelmiştim.

 

"Sarı renkten nefret ederim." Göğsümde biriktirip bıraktığım derin nefesin ardından elimi göğsüme sertçe bastırdım. Bu gece kesinlikle akıl sağlığımı kaybedecektim. Aman ne güzel diye geçirdim içimden. Vako takım giyen beyfendimiz sarı renkten nefret ediyordu. Ne mutlu bir haberdi.

 

Üzerindeki ceketin gümüş marka logo baskılı çift düğme detayını ilklerini tek eliyle açarken o kadar yavaş hareket ediyordu ki tekrar baygınlık geçirmesi çok yüksek ihtimeldeydi. Açılan ceketin altındaki beyaz gömlek artık kırmızıya dönmüş bir halde kan pıtırtıları ile doluydu. Gözlerimi olabildiğince açıp bir kumaşa bir de adamın yarı kapalı gözlerine baktım. Şimdiye kadar gücünü yitirmesi gerekirken, ellerini kaldırıp tek seferde gömleği düğmelerinden yırtıp yarasını ortaya çıkarması ile dudaklarım hayret ile aralandı.

 

Ölmüyordu ve güçlüydü. Kendine gelse iyi olurdu ne kitap ne de film karakteriydi.

 

Bakışlarım çıplak karnına düştüğünde, kan kaplı derisinde yara izini görmek imkansızdı. Kan, su gibi pantolonunun beline doğru akıyordu ve tenindeki pıhtı lekeleri derisine yapışmıştı. Elimi uzatarak gömleğin yırtık parçalarını daha fazla açtım.

 

"Bu... Yani... 112'yi arayacağım!" Oturduğum yerden kalkmaya çalıştığımda, kolumu tutup beni oturtması ve dışarıdan peş peşe gelen silah sesleriyle kafamı ellerimin arasına alıp yabancıya doğru sokulmam birkaç saniye içinde yaşanmıştı. Silah sesleri durduğunda, ince bir ıslık sesi oldukça uzaktan gelmiş ve ortam tamamen sessizleşmişti.

 

Kafamı yabancının göğsünden kaldırdığımda, saçlarımın karnındaki kana sürtündüğünü gördüm. Yüzlerimiz, sınırlarını ihlal eden iki düşman taraf gibi karşı karşıya geldiğinde, gözlerini aralayıp yüzüme baktı.

 

Yutkunup, terden ıslanan saçlarına, kirpiklerine, kısacası tüm yüzüne birkaç saniye göz gezdirdim. Bu yakınlıkta fark ettiğim bir şey varsa, o da gözündeki tuhaf renkti. Onun bir gözünün içinde bal köpüğü noktalar mı vardı, yoksa ben az ışıkta yanlış mı görüyordum?

 

"Çatışma çıkmış olabilir. Sese doğru gidiyoruz, toplanın!" Dışarıdan gelen bağırışla kafamı oraya çevirdim. Başımın onun çenesine sürtünmesini umursamadan bahçeye baktığımda, kimsenin kalmadığını, hepsinin silah sesinin geldiği yere doğru gittiğini anlamıştım.

 

Saçlarımın arasına vuran düzensiz nefeslerle kafamı tekrar yabancıya doğru çevirdim ve üzerinden doğruldum. Pekala, yaralıydı ve panikle daha fazla yara almaması için üzerine kapandığım falan yoktu. Tanımadığım birini bu denli düşünecek değildim.

 

"Bu böyle olmaz. Hastaneye gitmelisin, biliyorsun değil mi?" Beni elinin tersiyle ittirip kendinden daha da uzaklaştırdığında aramızdaki dikiş setinin kutusunu açmıştı. "Hah," diye bir ses dudaklarımdan yükseldi, kolumu ittirdiği yere ters ters baktım. Bir bacağımı diğerinin üzerine alıp ellerimi üzerinde birleştirdim ve yalnızca ne yaptığını izledim.

 

O inat, dik başlıysa ben de ondan daha inat ve daha dik başlıydım.

 

"Kaçak mısın?" Bana herhangi bir cevap vermesini beklemediğim için devam ettim. "Göçmenlere de benziyorsun, gerçi." Tekrar bir sessizlik aramızda gitgide büyümeye başladı. Umursamadım. "Böyle sanki tipinde Su..."

 

"Demek ses tellerini sevmiyorsun." Kan bulaşan parmaklarına ipin ucunu alı. "Güzel, onlardan kurtulman için sana zevkle yardımcı olacağım." Kafamı omuzuma doğru eğip ona yandan baktım. Ne münasebetti de lafımı kesiyordu!

 

"Benim evimin sarı koltuğunda oturuyorsan ve evin sahibi de çok konuşuyorsa, dinlemesini bileceksin. Evine girdiğin kadına katlanamıyor musun? Ah canım, o halde dışarıda seni bekleyen it sürelerinin kucağına doğru koşmaya ne dersin?" Hareket etmeyi kesip kafasını kaldırdı ve bana baktı. Gözleri duruşumda takılı kaldığında, şorttan açıkta kalan bacaklarımda üstünü körü dolaşıp omuzlarımdan düşen askılarımda durdu. Gözlerim odanın içinde saçma sapan sağa sola bakarken neden dikkatini üzerime yoğunlaştırdığını anlayamamıştım.

 

"Beni kışkırtma." Bakışları ve kaymak üzere olan ifadesi son derece düzensizdi. Bahse varıdım ki birazdan tekrar bayılacaktı, hala racon kesiyordu.

 

"Hadi ya, kışkırtırsam ne olur? Koltuğumla mı tehdit edersin beni?" Kafası geriye doğru sendelendiğinde, bilincini açık tutmakta zorlandığını anlamıştım. Pekala, artık bu iş ciddiye binmeye başlamıştı.

 

"Seni sev..." Elleri iki tarafa düşüp hırıltılı bir nefes verdiğinde, içimden devam etsene be adam, sev ne? diye sormamak için sessiz kalmaya çalıştım. Neticede cümleyi çok ucu açık bir yerde kesmişti. "Seni, sevdiğin sarı koltukla birlikte parçalatmadan..." ve tak diye bayıldı. Gözlerimi devirip sesli bir nefes verdim.

 

"Aynen, aynen. Bayılmaların biterse parçalarsın koca adam." Sanırım artık olaya el atmalıydım. En ufak bir fikrim olmadan bir insanın yarasını nasıl dikeceğimi bilmiyordum. Tek bildiğim kumaş dikmeydi. Yabancının derisini kumaş olarak düşünürsem dikmeye başlayabilirdim.

 

Yerimden kalkıp mutfakta temiz havlu ve sıcak su ayarlarken gözüme çarpan ecza dolabından kolum için kullandığım tüm uyuşturucu kremleri kucağıma alıp çıktım. Bu kremleri psikolojik acımın dinmesi için koluma sürüyordum. Hiçbir sonuç almasam da bir ihtimal diye tutunduğum aciz duygunun kölesiydim. Çaresiz kalıp acı çekmenin ne demek olduğunu biliyordum. Bu adam durup benim çekilmez tavırlarımı dinleyecek birine asla benzemiyordu. Buna emindim, burnundan kıl aldırmayan bir tipi vardı. Gitse giderdi, gidemediği için bana mecburdu.

 

İçimdeki hayvan sevgisi yüzünden ona yardım edecektim. Evet, içimdeki hayvan sevgisinin büyüklüğünden biri daha faydalanacaktı.

 

Yanına vardığımda koltuğun yanındaki ayaklı lambayı yaktım. Geniş salonunun lambasının anahtarı oldukça uzaktaydı. Yabancının o kadar vakti var mıydı, bilmiyordum. Kanamasının durması için yarasını dikmesi gerekiyordu. Bu ışık onu görmem için yeterliydi.

 

Tedirgin değildim. Yaralı bir adam koltuğumda baygın yatıyordu ama ben ne korkuyordum ne de başka bir duygu hissediyordum. Hissizce yaşamaya alışmış olmalıydım. Tek hissedebildiğim duygu acıydı.

 

Yarasını gözlerimle taradığımda bıçaklandığını anlamam zor olmamıştı. Çünkü kurşun yarası olamayacak kadar yatay bir yaraydı. Pekala, evimde bir ceset çıkmaması için ne gerekiyorsa onu yapacaktım.

 

"En kötü ölürse bahçeme gömerim." diye mırıldandığımda beni duyacağını elbetteki tahmin etmiyordum.

 

"Bahçen bir çiçek mezarlığı." Elimde tuttuğum ıslak havluyla öylece kaldığımda kafamı kaldırıp kapalı göz kapaklarına baktım. Bahçemde tek dal dahi yoktu. "Hiçbir mezar çiçeksiz kalmamalı." Bir süre öylece yüzüne bakıp gözlerimi tekrar yarasına indirdim. Çiçeklerin bile mezarı vardı...

 

"Mezarları ve çiçekleri sevmem. Çiçekli mezarlardan nefret ederim." Yarasının etrafındaki kan izlerini silmeye başladığımda çenesi kasılsa da sesini çıkarmadı. Kanaması eskisine göre çok daha azdı.

 

"Annemin mezarı çiçek cenneti." Sayıklıyordu. Sesi hırıltılı ve pürüzlüydü. Muhtemelen çok kan kaybettiği için ateşi de çıkmıştı. Ellerim titremeye başladığında durdum.

 

Benim annemin gömüldüğü toprak çiçek cehennemiydi. Tek dal dahi yoktu.

 

Gözlerimi sıkıca kapatarak eskiyi zihnimde yeniden canlandıran acıya yüzümü buruşturdum. Herkesin bir kaybı vardı. Demek ki bu yabancının da kaybı annesiydi.

 

Yanağımda bir ıslaklık hissettiğimde gözümden akan tek tük yaşları dahi fark etmemiştim. Elimin tersiyle yüzümü sildiğimde biliyordum ki yüzüme ondan dökülen kan bulaşmıştı. Saçlarımın uçları onun kanıyla ıslanmıştı. Ellerimde bile kanı vardı.

 

Yarayı yeterince temizlediğime emin olduktan sonra koltuğa rasgele savurduğum kremlerden bir tanesinin kapağını açıp yarasının etrafına sürmeye başladım. Boğazından kopan ufak inlemeyle gözlerini açtı, aslında son derece hassas hareket ediyordum.

 

"Ne yapıyorsun?!" Burnundan bir nefes verip tavana baktı.

 

"Lanet inadınla savaşıyorum." Kremi koltuğa geri bıraktığımda kapağını bile kapatmamıştım. Bu koltuk bu geceden sonra çöpe gidecekti. "Seni canlı canlı dikemem. Uyuşturmak için krem sürdüm ama fazla etki edeceğini düşünmüyorum. Umarım acıya dayanıklısındır."

 

Bakışlarını indirip benimle göz göze geldi. Yüzüme düşen saç tutamlarımı bir nefesle havalandırıp ona bakmaya devam ettim. Kaşlarını çatmış yüzüme ve ifademe bakıyordu. Tam olarak bu kadar uzun süre yüzümde neye bakıyordu?

 

"Sorun yok. Dikebilirsin." Kafam ona dönükken gözlerimi devirdim.

 

"Siz erkeklerin bizi canlı canlı kesseniz sesimiz çıkmaz tavrınız o kadar itici geliyor ki." Başımı iki tarafa sallayıp dikişe uygun kalınlıkta bir iğne ve ip çıkardım. İğneyi deliğinde tek seferde geçirip tentürdiyotu yarasına sıktım. Daha çok boca ettim desek daha doğru olurdu.

 

"Bıçakla yaralandığın için olman gereken iğneler var farkındasındır umarım."

 

"Bilgi geçme, dik." Kafasını kaldırıp öylece ne yaptığıma bakmaya başladı. Pekala, ağzını dikmekle başlayacağım, buna ne dersin koca adam?

 

"Burada kıçına iğne yapacak değilim. Benden kıçına anca ayakkabımın topuğu girer." Göz ucuyla aramıza koyduğun ayakkabımı işaret ettim.

 

Burnundan bıraktığı nefes ile güldüğünü zannederek gözlerimi yüzüne çevirmiştim ki gördüğüm şey dümdüz bir yüz ifadesi olmuştu. Neyse neydi. Onu güldürmek için can attığım yoktu. Hatta birazdan ağlatacağım ve bu tuhaf bir şekilde bana zevk verecekti.

 

Açık derisinden ilk iğne darbesini geçirdiğimde kaslı sıralı kaslarının sertleşip kasıldığını oldukça yakından görmüştüm. Hadi bakalım koca adam, ikinci iğnede bağırman beni son derece memnun edecek, fazla dayanamazsın.

 

Düğüm atıp makasla ipi kestiğimde eserimin ilk dikişi cerrahi işlemden çok makine dikişine benzemeye başlamıştı. Sorun yoktu. O bir kumaştı ve ben de üzerinden geçen makinaydım.

 

Dikmeye devam ettiğimde ikinci, üçüncü, dördüncü dikişe gelmeme rağmen tek bir ses dahi çıkarmıyor oluşu tuhaftı. Göz ucuyla yukarıya bakıp tekrar önüme dönerken öylece dışarıyı izlediğini görmüştüm. Acıyı hissettiğine emindim çünkü derisinde iğneyi her geçirişimde karnı oldukça içeriye çöküyordu. Fakat nefes sesini dahi duyurmayacak kadar sessizce duruyordu.

 

Daha önce oldukça acı çekmiş olma ihtimali, onu acıya duyarsızlaştırmış olabilir miydi?

 

Sonuncu dikişinde düğümüne kurdele şekli verdikten sonra eserime uzaktan göz ucuyla baktım. Bu kurdeleler ona ufak hediyelerimdi. Mükemmel bir işçilik çıkarmıştım.

 

Oturduğu yerden doğrulmaya çalışıp yarasının olduğu yere bakmaya yeltenirken bir anda yana doğru, daha doğrusu üzerime doğru devrildi. Başı tam göğsüm ile boynumun arasına düştüğünde ellerimi iki tarafa kaldırıp olduğum yerde kitlenip kalmıştım. Bayılmıştı. Yine ve yine bayılmıştı.

 

O kadar acıya dişini sıkmasından, kaybettiği kan sonucunda çok normal bir reaksiyon göstermişti. Ama neden kafası göğsümde saçları da boynuma batıyordu? Ne diye olduğu yerden kalkmaya çalışıp kucağıma bayılıyordu? Ne münasebetti! Yaralı olduğu için koltuğumu ona vermiştim, bir de göğsüme yaslanıp yaralı kalamazdı.

 

"Nasıl annem gibi kokarsın?" O kadar kısık ve duraksayarak kurduğu bir cümleydi ki anlamak için bir süre beklemiştim. Ben, annesi gibi mi kokuyordum? İçimde yanan o mumun ateşi dalgalanıp harlandığın da bir alev göğsüme yayıldı. Kafamı aşağıya doğru eğip ona bakmaya çalıştığımda çenem saçlarının arasına girmişti.

 

Ufak bir ritimle hareket eden nefesi, yakası oldukça açık geceliğimden göğsüme doluyorken kalbim kafasını yasladığı yere sertçe vurmaya başladı. Elleri bacaklarımın üzerine düşmüş, bedeni üzerime doğru kapaklanmıştı. Beni tam anlamıyla koltuğun ucunda sıkıştırmıştı. Bilinçli değildi, baygındı farkındaydım. Ama tekrar söylüyordum, ne münasebetti?!

 

Bir sorun vardı. Sorun kalbimdi. İstemeden hızlanmıştı. Yüzünü dahi doğru dürüst görmediğim bir adamın bunu yapıyor olması ne kadar mantıksızdı. Sanırım bir anda üzerime bayıldığı için bu kadar hızlanmıştı. Paniklemiştim.

 

İki elimi de omuzlarına koyup onu üzerimden itmeye çalıştığımda ağırlığı altında ezilip kalmıştım. Tekrar denerken ağzımdan çıkardığım tuhaf sesler eşliğinde yine başaramaz olmuştum ki oturduğum yerden dış kapının bir anda sertçe yere devrilişini gördüğümde irkilip kaldım.

 

Kapım olduğu gibi salonun pahalı parkesine düşmüştü. O kapıya altmış bin Euro bayılmıştım. Ne demek tarihi eser kapım yine tarihi eser parkelerimin üzerine devrilmişti! Bu münasebetsizliği yapan da kimdi?!

 

Gözlerimi dehşetle aralayıp şaşkınlıkla kapının gerisindekilere baktım. Sisten ve araç farlarından gördüğüm tek şey uzun boylu ve biri kabanlı, biri ceketli iki adamın siluetiydi. İçlerinden biri öksürüp elini sağa sola salladı ve içeriye girdi. Bu uzun kabanlı olanıydı. Diğeri elinde tuttuğu silahla üzerimize doğru hızla ilerliyordu. Bu da deri ceketliydi. Ağzında burnunu dahi kapatan siyah bir maske, kafasında ise şapka vardı. Bu gece anlaşılan herkes bana silah çekme derdindeydi.

 

Kabanlı olan attığı büyük adımlarla üzerime kapaklanan adamı tutup çektiğinde düşman mı yoksa dost mu olduklarını anlayamadığım için asla yapmadığım, kimse için tenezzül dahi etmediğim bir şey yaptım. Kabanlı adamın daha fazla yakınımıza gelmek için attığı adıma ayağımı uzattım ve yere takılıp düşmesini sağladım.

 

"Ulan!"

 

Eski baskılı yünlü halıma düşen aydınlatma direğine ters ters bakarken saç diplerime dayanan silahın soğukluğunu hissetmekten bıkmıştım. Şu anda bu adamın kafama tek el ateş etmesiyle geberip gidebilirdim. Neden düşünmeden hareket ediyordum, bilmiyordum.

 

"Küçük bir kafan var. Bu yakınlıktan merminin ıskalamayacağına eminim." Sesi ağzındaki maskeden boğuk çıkmıştı. Fakat ne dediğini son derece net anlamıştım.

 

"Kimsiniz?" Sorduğum tek soru bu değildi. "Onu siz mi yaraladınız?" Bu gereksiz merakımın sebebini asla bilmiyordum. Çenem neden hareket etmeyi kesmiyordu?

 

Yere düşürdüğüm adam tek seferde kalkıp üzerimdeki yabancıyı çektiğinde bu kez hareket etmemiştim. Kimse için canımı tehlikeye atmaya devam edemezdim.

 

"Adamlarıyız, zorluk çıkarma. Bizde zorluk çıkarmadan gidelim." Bunu söyleyen aydınlatma direği gibi yere serdiğim kabanlı adamdı. Yabancıyı ayakta tutmakta zorlanıyor gibi bir hali vardı. Kalıplıydı, yedikleri neresine gitmişti soru işaretiydi.

 

Ayağa kalkıp kafamda ki silahtan uzaklaştım. Bir an önce evimden çıkıp gitsinler istiyordum. Bunun için gerekli cümleyi kuracakken kabanlı adamın yabancıyı neredeyse yere düşüreceğini gördüğümde gözlerimi devirip konuşmaktan geri kalamamıştım.

 

"Tutamayacağın adamı niye kaldırıyorsun?" Ellerimi göğsümde birleştirip küçümseyen bakışlarla ona bakıyordum. "Koskoca adamsın, utanmıyor musun, bir adamı taşıya mıyorsun."

 

"Öyle mi hanım efendi? Buyur, al sen tut." Üzerime bıraktığı yabancının ağırlığıyla geriye doğru sendelenip zorla ayakta kaldığımda bir yandan da onu tutuyordum. Karşımdaki şahıs salak olabilir miydi?

 

"Geri zekalı." diye mırıldandı maskeli olan. Daha yüksek sesle "Beyin yapını sikeyim senin." diyerek devam etti.

 

"Bayılıyorsun hakaret etmeye, bir beyefendi olmayı öğretemedim sana." Bu cümleyi kuran uzun kabanlı salağa hayretle baktım. Kendisine beyefendi diyorsa salak olduğu kadar bir de süzme salaktı da. Tek kolumu yabancının belinden geçirip onu kendimle birlikte dik konuma getirmeye çalışsam da çok ağır olduğu için eğik durmaya devam ettim. Bunu neden yapıyordum? Ne diye onlara katlanıyordum? Şimdi ayaklarımı yere vurarak çığlık atacaktım.

 

"Bir şeyler öğretmeyi geç öğrenmeye bir beynin var mış gibi konuşma. Şuraya bak, koruma olan sensin, silah tutan benim." Maskeli sonuna kadar haklıydı. Fakat sorun büyüktü. Neredeyse yaralı olan yabancıyla birlikte yere düşecektim. Gücümün son demleriyle benim için asıl problemi açığa çıkardım.

 

"Kesin şunu. Kapımı kim kırdı?" İkisi birbirine bakıp bana döndüğünde herhangi bir cevap alamadım. "O kapının değeri çok yüksek. Şu an söğelerinden fırlayan menteşeleri ile bakışıyorum. Kapımı kıran hanginiz?" Aldığım yanıt yine koca bir sessizlik olmuştu. Yüzüme silah doğrultulmuşken sorun ettiğim şey ne kadar doğruydu düşünecek değildim. Düşünürsem duygularımı kontrol edemezdim ve ben karşı cinsimden korkmak isteyen en son insan bile değildim. Ne münasebetti? Karşı cinste kimdi?

 

"İndir şu silahı." Üzerimdeki ağırlık hafiflemeye başladığında tekrar bayılmaya kalkarsa kalk yerden bir gören olacak Feriha repliğini söyleyeceğim yabancıya baktım. Elini uzatmış bana hala silah tutan maskeli adamın silahını indirmesini sağlamıştı. İşte böyle yola gelecekti. Yarasını diktiğim, ayakta dursun diye tuttuğum adam sonunda bir işe yaramıştı.

 

Hareket ettikçe bende onu tutmakta zorlandığım için başım göğsüne sürtünüp duruyordu. Şu duruma da bir çözüm bulsak iyi olurdu. Çünkü parfüm kokusu hoşuma gitmişti ve markasını çıkaramıyordum.

 

"İyi misin kardeşim?" Uzun kaban giyen adamı başıyla onaylarken "Terzinin dikiş iş görür. Gidelim." dedi ve benim kollarımdan çıkıp yanındaki adamdan destek olarak ayakta durmaya başladı. Ona ters ters bakıp sinirden titreyen dudaklarım ile neresi olursa olsun ısırmamak için kendimi son derece tutmaya çalıştım.

 

"Terzi sana buradan gelişine bir çakacak şimdi..." Maskeli adam üzerime doğru yürümeye başladığında ürkünç görüntüsü beni bir adım geriletmişti. Adamın resmen gölgesi üzerime düşmüştü. Sadece gözleri gözüküyordu ve bakışlarında beni öldürmek isteyen parıltılar yanıp sönüyordu.

 

"Terziyide alalım mı?" Sesi bile seni tenhada boğacağım der gibi çıkmıştı.

 

"Ne münasebet?! Ne haddine?!" Ellerimi göğsümde birleştirip alayı gelse beni yerimden kımıldatamayacakmış gibi dikilmeye devam ettim. Göz ucuyla yabancıya bakarken bir kere daha yanımda olan bir cümle kurarsa ona karşılıksız bir iyilik yapacaktım.

 

"Saçmalama alıp ne yapacağız?" Aynen, yabancı son derece doğru bir soru sormuştu. Buda goldü. Yabancı ne derse oydu!

 

"Bilmem." dedi omuz silkerek. "Odana güzel vazo olurdu." Ne? Nasıl? Pardon da neremle?

 

"Daha fazla salak saçma konuşmadan çıkarın beni bu evden. Hadi." Uzun kabanlının bana olan ters ters bakışları ile yabancıyı tutup dış kapıya doğru ilerleyişini izledim. Maskeli adam ise hala durmuş gözlerimin içine bakıyordu. Elimi hafif bir açıyla kaldırıp ne ayak defol gitsene hareketi yaptığımda gözleri iyice kısıldı.

 

"Odana alacağın konusunda yoğun hislerim var. Boş geçmeyelim bence." Uzun kabanlı kafasını geriye doğru çevirip maskeli adama ve bana baktı. Başını iki tarafa sallayıp umutsuzca konuşurken ben hala oda mevzusunda kalmıştım. Kim kimi odasına alıyordu pardon?

 

"Zorlama istersen, tutmadı kahinliğin. Bu gece içinde dönüm noktamız diyordun bak nereyi döndük. Döndüğümüz tek nokta terzinin evine çıkan sokağın başıydı." Maskeli adam elini kaldırıp şapkasını üzerine koydu ve şapkayı daha da aşağıya çekti. Terzi lafını gülle yapıp kafalarına fırlatma hissinden vazgeçemiyordum artık.

 

"Ya olacak şeyi hissederim ya da hissettiğim olur." Gözlerini kısıp bana son kez baktı. Sanki içimde bir yerlerde bir şeyleri görüyor gibi bir ifadesi vardı. Pekala, bu beni ürkütmüştü.

 

Arkasını dönüp evden diğerleriyle birlikte çıkarken, yere kırarak düşürdükleri kapımın üzerinden basarak geçişleri beni koltuğun üzerine doğru düşürmüştü. Düşen bir tek ben değildim, eş zamanlı olarak tansiyonum da düşmüştü. Hayretle dışarıya doğru baktım, bahçemdeki bir düzine adamın varlığını yeni fark etmiştim, sokaktaki araba kalabalığı ise ayrı bir ayrıntıydı.

 

Miting alanını dolduracak bir kalabalığın dışarıda toplanmış olması yalnızca bir adam için miydi? Evimdeki yabancı kimdi?

 

"Hanımefendinin zararını karşılayın." Dışarıdaki konuşmalar, kırık kapımın üzerine bırakılan çek, hepsinin aynı anda hareket eden araç motorları, kırık dış kapımın üzerine konan çekin esen rüzgarla eve doğru taşınması ve yoğun bir sessizlik. Hepsi birkaç saniye sürmüştü. Öylece boş boş etrafıma bakınıp az önce yaşadıklarımı sindirmeye çalıştım.

 

Resmen beynim kitlenmişti. Bir rüzgar daha açık kapımdan esip uğultusunu eve doldurduğunda, koltuğumun altında ayağımın dibine uçan kağıda baktım. Uzanıp eldivenli elimle çeki göz hizama kaldırdım.

 

Üç milyon, bir kapı için bana yapılan ödeme üç milyon muydu? Bir milyon fazla yazmıştı. Bana verdiği rahatsızlığın bedeli bu para birimleri olamazdı. Ayrıca koltuğum için ödeme dahi yapmamıştı!

 

Çeki hırsla koltuğa savurdum. O adamın terzi diyen ağzını parçalamak istiyordum. Ters ters az önce oturduğu yere baktığımda parlayan bir ışıkla gözlerimi kıstım. Elimi yansıyan şeye uzattım, parmaklarımın arasında tuttuğum şey bir broştu.

 

İki parmağımın genişliğindeki yaka broşu, beş tekrarlı spiral bir sarmaldan oluşuyordu. Gümüş renkli eskitilmiş görüntüsü olan bu desenin ortasında ki örümceğin ayaklarının uzunluğu spiral sarmalı kaplıyordu. Bu sarmala aynı zamanda örümceğin ağı görüntüsüde veriyordu.

 

Gümüş renkli broşu parmaklarimdan avuc içime kaymasına izin verdim ve parlayıp onu fark etmemi sağlayan örümceğin gözlerine dikkatlice baktım. Sarı ufak bir noktaya benzeyen parlaklık orada bir taş olduğunu kanıtlıyordu. Sanki kehribar taşından gözlere sahipti.

 

Kaşlarım hayretle havalandı. Garip bir broştu.

 

Kan izlerinin olduğu broşun arkasını yavaşça çevirdim. Kazarak, özensiz bir şekilde broşa iki harf işlendiğini gördüm.

 

E.A

 

Yorum ve oy vermeyi nolur unutmayın....

 

18:04:2024 21:52

 

 

Loading...
0%