Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3.§V🕯

@visnelicorek

 

İfra Mevda Sivâri. Adı bu, aslında onun adı; acı çeken bir sızı. Lütfen, kolundaki iz göğsünde ki en aydınlık yeri dahi karartıyorken elinizdeki mumları söndürmeyin. Onun gözlerindeki sönmüş sarı renge rağmen ışığa ihtiyacı var. Buraya onun için bir ışık yakın.

 

Oylama ve yorum sayısı benim için çok önemli. Lütfen bir tanede olsa yorum bırakın ve yıldıza dokunun. Bana eski tempomuzu geri verin 🤍

 

 

§V🕯️

 

 

İғʀᴀ Mᴇᴠᴅᴀ Siᴠᴀ̂ʀi

 

Küçüklüğümü toprağa verdiğim gün çalışmaya başlayan köstekli saat, şafağın yer yüzüne dağıldığı vakit dururken saat on biri yedi geçiyordu. Babamın kalbimi yaraladığı gün olan yedim ve annemin öldüğünü izleyen on birim, Sevâd Vadisi'nin içinde çığlık çığlığa can çekişiyordu.

 

Bir yangın vardı. Acı, kalbimde dağlanıp koluma yayılırken göğsümdeki yaranın dikişleri dökülüyor, çığlıklarım, yakarışlarım ve gözyaşlarım hepsi dikişi atan kalbimde kanıyordu.

 

Bir yangın vardı. Acı, sağ koluma saplanırken çocukluğumu yakıyor, içimi parçalayan feryat, dudaklarımı kanatacak kadar sustuğum tüm gerçeklerin sessizliğinde saklanıyordu.

 

Susarsam, her şey yolunda giderdi.

 

Dudaklarım büyük bir hayal kırıklığı ile kıvrıldı. Hayır, dudaklarım büyük bir kırgınlıkla ağlamamak için titreyerek kıvrıldı. Gülümsemek ve gülmek benim yüzümde oluşan bir ifade değildi.

 

Aynaya baktım ve üzerimdeki deri, ayak bileğime kadar uzanan ceketin belindeki kemeri çekiştirip sıktım. Saçlarımı sıkıca geriden toplamıştım. Geniş yüzümdeki ifade, gerilerek beni daha agresif biri haline getirirken, yüzüme göre oldukça büyük, hafif çekik gözlerim kısılmıştı. Yuvalarında ki saman sarısı renk daha da koyulaşmış, ağaran gün batımına dönmüştü. Acının rengi nasıl olur da bir insanın gözlerine akar?

 

Çıkık çene kemiğimdeki gölgesi belli olan dikiş izine takılan gözlerimi bir kez kapatıp açtım. Fondötenim dağılmıştı. Binlerce dolar verdiğim kapatıcıyı uzanan elimi durdurdum.

 

Hayır, bu kez geçmişin kucaklayıp bir kundakta sallayarak büyüttüğü acıyı saklamayacaktım.

 

Göğsüme doldurduğum derin bir nefesin peşinden eldivenli ellerimi birbirine sıkıca sardım ve kendime kısacık bir zaman tanıdım. Yapabilirdim, hemen şimdi yapmazsam tekrar cesaret etmek için zamanım olmazdı, biliyordum.

 

Yavaşça sağ koluma giydiğim, dirseğime kadar uzanan eldivenin ucunu tutup sıyırmaya çalıştım. Kalp atışlarım boğazımda yankılanırken, göreceğim manzaradan ölesiye korkuyordum. Aslında ne göreceğimi biliyordum. O kol bana aitti. O deri, o kemik benim bedenimdeydi. Ben, ben sadece tekrar o acıyı yaşamaktan korkuyordum. Buna cesaretim yoktu.

 

Parmaklarım, deri eldivenin kumaşında sıkıca asılı kalırken ufak bir hareketim ile irkildim. Bekledim, psikolojimi altüst eden o acıyı kolumda tekrar hissetmeyi bekledim. Burnumdan verdiğim sert nefesler aynayı buharlaştırırken ne kadar zorlandığımı, alnımdaki terleri, belirsizliğin parmak izlerinin olduğu yüzümü görebiliyordum. Devam ettim, koluma sıkıca sarılı olan deri kumaşı biraz daha aşağıya çekiştirdim ve beklediğim o ızdırap kolumu ele geçirdi.

 

Acı, elleri kolları olan bir bebek gibi bedenime sarılıp parmaklarıma saplandı. Sanki bana ihtiyacı varmış, bedenime hapsolmuş, derimi kazısam da hücrelerimde var olmaya devam edecekmiş gibi benden bir parça haline gelmişti. Sağ kolumu tutarak iki büklüm oldum ve dizlerimin üzerine düştüm.

 

İşte buydu, işte ben bu kadardım! Bir adım daha ilerisi yoktu, benim için bir karış ilerisi bile olmayacaktı.

 

Sol kolumun elini, sağ koluma daha sıkı sararak psikolojik acıma gerçek bir acı vermeye çalıştım. Tırnaklarımı eldivenin üzerine sapladım. Çıplak kolla dışarıya çıkmayacaktım, kendimi buna inandırmaya çalışmalıydım. Bu şekilde acımı hafifletebilir, yok edebilirdim.

 

Mevda, kolunu kimse görmeyecek.

 

Dizlerimi karnıma çekerek kolumu göğsüme yaslayıp saklamaya çalıştım.

 

Mevda, sağ kolundaki eldivenin altında sakladığını senden başka kimse görmeyecek.

 

Hıçkırarak ağlamak isterken tek bir damla dahi dökülmeyen gözlerimi sıkıca kapattım, acının geçmesini bekledim. Ağlamak yoktu...

 

Mevda, yaraların ve acıların sana özel kalacak.

 

Bu bir sır, senin ve senin arandaki ruhu çürük bir çocuğun sırrı...

 

Benim sırrım, benim yaram, benim acım. Bütün bedenimdeki tüm izler bana özel ve bana aitti. Kimse görmeyecek, yalnızca ben görecektim. Bu hep böyleydi, böyle kalacaktı.

 

Alnımdaki ter damarları kirpiklerimi ardından dudaklarımı ıslatırken, ciğerlerimi yakarak bıraktığım nefesle rahatladım. Acı binbir parçaya bölünerek bedenimi terk edip, beni büyük bir boşluğa bıraktığında aynadaki görüntüme baktım.

 

Sıkıca bağladığım saçım gevşemiş, birkaç tutamı yüzüme yapışmıştı. Deri kabanımın kemerini açılmış, altıma giydiğim parlak deri dar kesim eteğim yukarıya katlanmıştı. Ayağımdaki diz kapaklarımın biraz üzerinde biten botum sürtünerek bacağımdan aşağıya kayarken bacağımdaki kızarıklıklara baktım. Gözlerim biraz daha yukarıya tırmanıp göğsüme bastırdığım eldivenli elimde durdu. Hiçbir zaman onu çıkartıp hayatıma devam edemeyecektim.

 

Sırtımı cilalı parkeye yaslayıp gözlerimi elmas şekilli avizeye çevirdim. Lüks, belki de hayatıma sunduğum en büyük ödüldü. Bu kadar acıya el üstünde tutulmaya hak ediyordum. Her şeyin pahalısına, en kalitelisine, en trendine layıktım. Bunun için çabalıyor, çalışıyordum. Giyinme odamda tüm lüks markaların özel koleksiyonlarından parçalar vardı. Elimi dahi sürmediğim çantalar, ayağıma dahi olmayan birçok ayakkabı, göz ucuyla bakmadığım, asla giymeyeceğim renklere sahip onlarca giysi... Hepsi beni diğer insanlardan ayıran acılarımın diyetiydi.

 

Dudaklarım kıvrıldı ve boş evi inleten koca bir kahkaha patlattım. İstediğime sahip olurken dahi yerimde kıvranıyordum. Hayal ettiğim, istediğim huzurun peşinde koşarken defalarca düşüp dizlerimi yaralıyordum. Acı içinde kıvranırken neyin diyetinden bahsediyordum? Ruhuma koca bir hayal kırıklığıydım.

 

Burnumu seslice çekip, içinde ölü düşünce cesetlerinin asıldığı gözlerimi tekrar yıkılmış suretime diktim. Botlarımın yüksek topuklarına basarak yattığım yerden dikildiğimde omuzlarımdaki kabanı sıyırıp yatağın üzerine attım. Siyah deri göğüs kaplı büstiyer ve takımı olan etek, iki kolumun da dirseğime kadar uzanan sarı parlak görünümlü eldivenlerle dışarıdaki kış havasına tezat bir görüntü çiziyordum. Önemli miydi benim için? Elbette değildi. Sıcağı sevmez, yazdan nefret ederdim. Üşürsem bile soğuk havada çıplak gezebilecek potansiyelde biriydim.

 

Yere düşen Parada, yalnızca kart, ruj ve telefonumun sığdığı çantamı kol içime asıp dağılmış saçlarımı elimle düzelttim ve odadan çıktım. (Telif yememek adına marka yanlış yazılmıştır)

 

Ayaklarım beni merdivenin son basamağına getirdiğinde oturma odamdaki sarı koltuğa ufak bir bakış attım. Atmaya kıyamadığım için çeşitli deterjanlarla saatlerce uğraşarak silmiştim. Tabii ki, ettiğim küfür ve beddualardan oluşturduğum şarkılar eşliğinde zamanın nasıl geçtiğini bile anlamamıştım.

 

O gecenin üzerinden altı gün geçmişti. Geçen süre boyunca haber bültenleri ve sanal gazetelerden yaralanma haberlerini yoklayıp durmuştum. Aslında umurumda bile değildi kim olduğu, ama insan merak etmekten geri kalamıyordu.

 

O gece ise bende düşürdüğü broş koca bir soru işaretiydi. Üzerine ne kadar düşünürsem düşüneyim hiçbir mantıklı sonuca varamamıştım. Adamı tanımadığım için geride veremiyordum. İyi de oluyordu aslında, öyle biriyle tekrar karşılaşmak asla istemiyordum. Ben de muhafaza etmek için güvenli bir yere kaldırmıştım. Akıbeti ne olacaktı, hiçbir fikrim yoktu.

 

Üç ustayla yapısına en ufak bir hasar vermeden taktırdığım yeni kapımın işlemeli bakır kulplarını kavrayıp açtım. Eskisine ne mi olmuştu? Evin deposuna kaldırmıştım. Mutlaka bir yerde değerlendirecektim, aksi halde verdiğim paraya yazık olacaktı. Dışarıya adım atmamla kurak toprakları andıran bahçeme Şahin Zayat'a ait araç girmesi bir oldu.

 

Şahin kim miydi? Yüzüğünü dahi takmadığım nişanlımdı. Zaten kendisinin de nişanlı gibi davrandığı yoktu. Başıma gelmiş en büyük hayal kırıklığı olurdu kendisi.

 

Kontağı açık bırakıp, üzerine oturan kurşun rengi bir takım elbiseyle görüş açıma girdi. Esmer, siyah saçlı siyaha yakın bir renkte gözleri vardı. Fakat tüm bunlar yüzünde bir bütün olarak durduğunda son derece yakışıklı bir adama dönüşüyordu. Ne tuhaftı, kötü adamlar yakışıklı olmak zorunda mıydı?

 

"Sana beni almaya gelme demiştim." Son derece ters bir bakış atıp ona karşı çekinmediğim zehirli dilimi çıkardım.

 

"Sen ve senin isteklerinin bir önemi olmadığını benimle birlikteyken defalarca hatırlamaktan sıkılmıyor musun?" Böyleydi, beni bastırabileceğini her zaman düşünürdü. Karşılığında ne mi alırdı?

 

"Şey gibi mi? Sen ve senin isteklerinin babanın gözünde sik kadar değeri olmaması gibi." Tam olarak bu karşılığı alırdı. Onun hassas noktası babasına kendisini kabul ettiremiyor oluşuydu. Benim hassas noktam ise... Aynıydı. Babalarımız bizim yumuşak karnımızdı.

 

"Küfür bir kadının ağzına hiç yakışmıyor. Düzgün konuş." Yüzünü buruşturmuş, benden rahatsız olduğunu belli eden bir ifade takınmıştı. Her zaman olduğu gibi ona uygun olmadığımı vurguluyordu.

 

"Bir adama da onunla birlikte olmak istemeyen kadını zorla kendisine mahkum etmek yakışmıyor." Gözleri gözlerime her zamankinden farklı bir bakış attı. Bu kez ifadesini anlayamamıştım.

 

"Bunu ilk kabul eden sendin. Şimdi biraz dişini sıkmayı bil. Baban başkanlık seçimlerini kazanırsa bu nişan bitecek." Ellerini ceplerine sokup ayağının ucuyla yerdeki topaklanmış toprağı eziyordu. Bu halde neydi? Gören, benden ayrılacağı için üzüldüğünü zannederdi. Halbuki ki birbirimizin defalarca boğazını sıkma raddesine kadar gelmiş iki insandık. Bana asla tahammül edemiyordu ve ona asla katlanamıyordum.

 

Babam şehir başkanlığı için adaydı. Seçim çalışmaları oldukça iyi ilerliyordu. Ona para desteği veren karşımdaki adamın babasıydı. Karşılığında istediği tek şey İstanbul'daki şehir belediyesine ait arsaların bir kısmıydı. Bir mafyanın elde edemeyeceği hiçbir şey yoktu ama şu an yönetimdeki başkan burnundan kıl aldırmadığı için ne rüşvet ne de tehdit işe yaramıyordu.

 

Peki, babam nasıl mı kabul etmişti? Babam eski Hava Orgeneral'di. Ben zaten babamı resimlerde tanıyan bir kızdım. Büyüdükçe ve annem vefat ettikten sonra onu canlı görme fırsatım olmuştu. O zamanlarda babam mesleği bırakmış dahi olsa kumar oynamayı bırakmamıştı. Küçükken annemin telefonu konuşmalarına şahit olduğum için babamın kumar alışkanlığının eskiye dayandığını biliyordum. Günümüze gelecek olursak geçmişe dayalı borçları katlanarak artmış artık altından kalkamayacak hale gelmişken Şahinin babası karşısına çıkmıştı. Çözümü Barbaros bey altın tepsiyle sunmuştu. Anlaşmaya göre eski bir askerin başkanlık seçimini kazanması diğer adaylara göre oldukça yüksekti. Şahin'in babası Barbaros Bey bu kartı oynamıştı. Akıllıca bir hamleydi, anketlerde babam en üst sırada ilerliyordu. Babamın tüm borçlarını kapatmış, güvence olarak da babamın tek çocuğu olan beni oğluyla nişanlanmıştı. Bu bir tehditti. Alt yazısı seçimden sonra isteklerimi yapamazsan kızının oğlumla nişanlı olduğunu camiâya yayarım ve kızın canından olurdu. Aklında evlenmemiz vardı biliyordum. Bu iş yalnızca nişanla bitmeyecekti.

 

Aslında çok saçmaydı, oğlunu benimle nişanlamadan da bu dedikoduyu yayabilirdi. Ortada dönene dolapların hepsini göremiyordum. Fakat şimdilik sessizdim. Babam için susuyordum. Çünkü nişanı kabul etmesem babamın borçları ödenmeyecekti. Babam borçluları tarafından öldürülecek yada hapis yapacaktı. İki ihtimali de kaldıramazdım.

 

Kabul etmiştim, bu nişan benim isteğim, Şahin'in ise sert çıkışları ve ortamı terk edişi ile gerçekleşmişti. Bu hayatta babam için yeterince kayıp vermiş, zarar görmüştüm. Onun tarafından kabul edilmek için bir kez daha denemiştim. Bu kez başarmıştım. Artık babam, eşine rağmen benimle görüşüyordu.

 

"Sana diyorum!" Yerimden sıçrayıp elimi kalbimin üzerine koydum. "Hava eksi derecede. Senin yersiz yere uzağa dalmalarını bekleyecek değilim. Arabaya biniyorum."

 

"Kulağımın dibinde öküz gibi böğürmene gerek yoktu gerizekalı! Git ve kıçını çok sevdiğin arabanın koltuğuna montala." Bana doğru bir adım atıp tam tepeden yüzüme baktı. Gözleri tüm yüzümde dolaştı, öyle ki bakışları oldukça rahatsız etmeye başlamıştı. Kaşları çatılmış, çene kemiği ortaya çıkmıştı. "Niye yaklaşıyorsun? Geçen seferki gibi bir anda beni öpmeye mi kalkacaksın. Aşağılık, kaypak bir pislik olduğunu unutturma bana, devam et!"

 

"Benimle düzgün konuş, Mevda. Beni kışkırtan sensin. Sarhoş olup her şeyi bağırarak çıkarcı arkadaşlarına anlatmaya kalktın." Kafamı kaldırıp yüzüme göre büyük olan gözlerimi kıstım. Bana o kadar büyük bir öfkeyle bakıyordu ki, ondan zerre korkmuyordum.

 

"Önce sen bir kadına nasıl davranmam gerektiğini öğren, sonra düzgünlük mevzusunu konuşuruz." Sağ kolumu tek hamlede tutup kendine doğru çektiğinde psikolojik bir acı tekrar kolumdan göğsüme yayılmaya başlamıştı. O koluma kimse dokunsun istemiyordum. Kolumu ondan kurtarmak için çekiştirmeye başladım.

 

"Defalarca bu konuyu seninle tartışıyoruz. Bir kadın ne kadar iğrenç bir üslupla konuşuyorsa, o kadar çirkin bir dilin var. Asla yan yana gelmek istemediğim bir karakterdeki kadınken sana prenses gibi mi davranmamı bekliyorsun?" Ondan o kadar çok aynı cümleleri duyuyordum ki artık kırılmayı bırakmıştım. Ona sadece boş bakıyordum fakat içim yanıyordu. Kolumu sıkı tutmuyordu ama o kolum uzun bir zamandır acı içindeydi.

 

"Yüzünün güzelliği bile beni artık etkilemiyor biliyor musun? Çünkü dilinin çirkinliği midemi bulandırıyor." Kolumu ittirerek bıraktığında topuklarımın üzerinde geriye doğru birkaç adım attım.

 

"Sana baktıkça midem bulanıyor, İfra. Hiçbir işe yaramadın. Allah kahretsin, sende hiçbir işe yaramadın!" Annemin, şuan Şahin'in bana baktığı gibi tiksintiyle bakan yüzü gözümün önünde canlandığında, sanki biri kalbime parmaklarını geçirmişti.

 

Aslında annemi çok severdim. Annem de ilaçlarını kullandığı zamanlar beni severdi....

 

Eskiye dair anılar ayaklarıma takılırken kafamın içini doldurmaya başladığını fark edince gözlerimden akan gözyaşlarına engel olamadım. Şahin'le bir saniyeliğine göz göze geldiğimde, panikle arkamı döndüm. Fondötenimin eldivenime bulaşmasını umursamadan göz yaşlarımı sertçe sildim.

 

"Sen doğdun her şey daha da kötüye gitti. Yüzünün güzelliği bile onu artık etkilemiyor. Baban senin için bile gelmiyor! İfra!" Yalvarırım, sus artık.

 

"Mevda?" Şahin'in tuhaf sesi beni kafamın içindeki gürültüden kurtardığında kendime biraz zaman verdim. "Mevda, ağlıyor musun? Bak sinirlendirdiğim..." devam etmesine fırsat vermeden olabildiğince en iğreti bir ifadeyle ona döndüm.

 

"Sen kimsin?" Ellerimi omuzlarından sertçe geçirerek onu geriye doğru ittim. "Sen çoluğu çocuğu haplayan bir orospu çocuğusun! Kimsin sen, kim olduğunu sanıyorsun? Sen kimisinde ben senin gözünde çirkinim, mide bulandırıcıyım?"

 

"Bağırma Mevda." Etrafına bizi duyan var mı diye bakınıp ellerimi tuttu.

 

"Bağırtma o zaman! Bana bak, yüzüme bak!" Çenesinden tutup yüzünü yüzüme yaklaştırdım. Gözleri bu yakınlığı beklemiyormuş gibi aralandı. "Bu iş bitene kadar bana katlanmaya alışsan iyi edersin. Ben de tıpkı senin gibi sana katlanacağım. Beğenmiyor musun? O halde adam olup babanın karşısına çıkıp diyeceksin ki, 'Ben Mevdadan ayrılacağım. Onun gibi bir kadına tahammül edemiyorum.' Tabii bir tarafların yerse." Çenesini savurarak bıraktım. Bana kafası karışmış, ona olan tavrımın şokunu yaşıyormuş gibi bakmaya devam etti. Aslında bana bir karşılık mutlaka verirdi. Kolumu var gücüyle sıkar, yada çenemi acıtacak derecede tutardı. Sessizliği asla söylediklerinden pişman olduğu için değildi. O bana karşı pişman olmazdı.

 

"Bıktım senden, senin pis işlerinden, senin gibi pis çevrenden." Tükürür gibi kurduğum cümlenin ardından ona sırtımı döndüm.

 

"Çoluğu çocuğu hapladığım yok." Arabanın kapısını açmak için kalkan elim havada kaldı. Gözlerimi devirip ona geri baktım. "Babamın işleriyle ilgilenen ben değilim." Ona bu bilginin bende oluşturduğu şaşkınlığı göstermeden bakmaya devam ettim. Bunu bilmiyordum. Doğru söylüyorsa bile ilgilenmiyordum. "Seni onun çevresiyle de, iş gördüğü kişilerle de görüştürmedim, görüştürmeyeceğim. Nişanlandığımızı da bilen kimse yok. Kuralı çiğnemedik."

 

Biliyordum, bizi bilen kimsenin olmadığını biliyordum. Benim yanıma gelirken kullandığı araç bile normal hayatında kullandığından farklıydı. Bu hassasiyet babamın onlara sunduğu tek kuraldı. Ben onların dünyasında gizli kalacaktım.

 

"Sakinleştiysen ve zehrini kustuysan gidelim. Babam bizi bekliyor." Bu kadardı, birbirimizin boğazına sarılacak şiddetle kavga edip, öldürücü bakışlar attıktan sonra sakinleşmemiz birkaç dakikamızı alırdı.

 

Omuzuma düşen at kuyruğu şeklinde bağladığım saçımı sırtıma doğru savurup ona baktım. O da bana baktı. Ben tekrar ona baktım. O tekrar bana baktı. Salak bir adamdı.

 

"Kapımı aç." Sakince konuşup bekledim. Prenses gibi davrandırtmasını bilirdim. Takım elbisesinin ceket iliğini açıp sağ tarafına doğru baktı ve dudağını dişleyip sinirle bir nefes verdi. Yapmazsa sorun çıkaracağımı bildiği için uzanıp kapımı açtı.

 

Ayağımın tekini arabaya doğru attım ve ona baktım. O da bana baktı. Ben tekrar ona baktım. O tekrar bana baktı. Aptal bir adamdı.

 

"Elini aracın tavanına koy. Kafamı çarpabilirim." Tekrar büyük bir sakinlikle konuşup bekledim. Gözlerime kısa bir süre bakıp bakışıyla beni birkaç parçaya ayırdı. Daha sonra parçalarımı topladığı elini arabanın tavanına yaslayıp binmemi bekledi.

 

Tek bir sorun çıkarmadan arabaya bindim. Ciddiyim hiç sorun çıkarmadım.

 

Yerimi alıp aracı geriye doğru sürerek bahçeden çıkardı. Ona ters ters baktım. Kafasını çevirmeden göz ucuyla bana bakıp "Yine ne var?" diye sordu. "Emniyet kemeri takmamı falan mı isteyeceksin?"

 

"Elim ayağım var, kendi kemerimi kendim takarım. Şoför olarak önce sen kemerini tak." Başından beri bunu söyleyecektim. Zamanında anlamadığını, zamanı olmadığında anlıyordu. Gerizekalı bir adamdı.

 

"Az önce bir elin yok gibi davranıyordun." Aracı durdurup kemerini taktı ve araba tekrar hareket etti.

 

"Az önce sana insan olmayı, centilmen olmayı öğretiyordum. Bu kez bana göz ucuyla bakan oydu. Bu akşam kaç kez daha yanımdakiyle göz göze gelecektim acaba? Beni duymazdan gelip söylediklerime yönelik tek kelime etmedi. Uzanıp önündeki panelde bir tuşa bastığında ısıtıcılar çalışmaya başladı.

 

"Böyle üşümüyor musun?" Üzerimi işaret edip yola döndü. Altımda deri bir etek, üzerimde eteğin içine kadar uzanan aynı renk siyah omuz askılı bir büstiyer vardı. Dizlerime kadar uzanan botlarım kesinlikle kombinimi tamamlayan bir detaydı. Renkleri sarıydı. Göz makyajım olarak yalnızca sarı bir eyeliner çekmiştim ve göz rengime de çok uyuyordu. Gayet şık ve uyumluydum. Üşümeyi kim dert ediyordu ki? Üşüsem bile bu hoşuma giderdi.

 

"Pardon, senin bedenine kış işlemiyor, doğru." Bir senedir yeni yeni doğru tahminlerde bulunmaya başlamıştı. Ama üslubu yanlıştı.

 

"Niye ayımıyım ben?" Araç duraksar gibi olsa da yola devam ederken onun gülüşünü duydum. Gülsün diye kurduğum bir cümle değildi.

 

"Aslında espri anlayışın sarıyor, biliyor musun?" Gülmeye devam ederek ısıtıcıların yönünü bana doğru çevirdi. İlk defa ben söylemeden yaptığı bu ince davranışa iğneleyici bir bakış attım. Ben uyarmadan benim için kılını dahi kıpırdatmazdı.

 

"İstemez. Sıcağı sevmem, soğuğa da dayanabilirim." Sıcak hava üfleyen yelpaze bölmelerini döver gibi çarpa çarpa ona doğru çevirdim. Sıcaktan saç diplerimde musluk var gibi teri yüzüme akardı inşallah.

 

Aramızdaki sessizlik, arabanın bizi varacağımız yere götüreceği süre zarfına kadar sürdü. Yavaş bir fren yaparak el frenini çektiğinde, kafamı aşağıya doğru biraz eğip geldiğimiz yere baktım.

 

"Buraya niye geldik? Evinizde yemek yemeyecek miydik? Kimse bizi yan yana görmeyecek diye babama söz verdiniz." Sinir ve şaşkınlıkla hızlıca konuşmuştum. Emniyet kemerini çözüp bana döndü.

 

"Sakin ol, burası nezih bir restoran. Kimse bizi takip etmedi ve burada da kimse bizi tanımıyor. Görünmemizde sorun yok." Emniyet kemerimi çözüp dişlerimi birbirine geçirdim.

 

"Bırak ya! Kim bilir ne haltlar döndürecek o baban yine. Durduk yere bu yemeği ayarlamasından belliydi." Arabanın kapısını açıp hışımla indiğimde "Öğrenelim bakalım derdi neymiş." dedim.

 

"Bekle beni." Arkamdan gelirken çoktan mekana girmiştim. "Kızım, beklesene lan beni."

 

"Mevda, kime diyorum! Sakın ters bir şey yapma!" Kısık seste bağırır gibi konuştuğunda sesini duyurmamak için çaba sarf ediyordu. Önümde restoran takımını giyinmiş adama "Barbaros Zayat." ismini verip beni masasına götürmesini belirttim.

 

Önümde durup yana döndüğünde eliyle ileriyi gösterdi. Camın kenarında ki boğaz manzarasına kafasını çeviren Barbaros beye gözlerimi diktim. Saçında tek tük beyazlıklar olan adam yaşını pek göstermiyordu. Fakat bir ayağı aksadığı için baston kullanıyor oluşu yaşıyla eşdeğer bir aksesuardı.

 

Tam ileriye doğru adım atacakken parmaklarımın arasından geçen el ile irkilir gibi durdum. Kafamı elin sahibine çevirdiğimde karşılaştığım siyah gözler babasına dönmüştü. Ne münasebetti?! Benim elimi tutmaya nasıl cüret ederdi?

 

Sol elimi tuttuğu için dirseğime kadar sarılı olan eldiveni tek seferde elimden çıkarıp parmaklarının arasından kurtuldum. Onunla mücadele dahi etmeyecektim. Kafasını eğip avuç içinde kalan eldivene ve bana baktı. Aklı sıra babasına; onu zorla nişanladığı kadın ile istediği gibi ilişki yaşadığını göstermeye çalışıyordu. Benim üzerimden kimseye oynayamazdı.

 

Kafamı tekrar Barbaros Zayat'a çevirip masasına doğru yürüdüm. Elinde sıkıca tuttuğu eldivenim ile Şahin de sinirle yanımıza gelip sandalyesini çekti ve oturdu. Ben ise öylece ayakta dikiliyordum.

 

"Hoş geldin güzel kızım. İlgi çekici bir eldiven seçimi, yine şıksın." Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Ne kadar da sevimli bir adam gibi geliyordu değil mi? Akrep tavrını değiştirse bile sokup zehirlemek fıtratında vardı.

 

"Teşekkür ederim Barbaros bey, sizin de bu geceki baston seçiminiz müthiş. Başlığında ki hangi hayvan? Bir sıçan mı?" Şahin kafasını çevirip bana öfkeyle bakarken Barbaros beyin dudak çizgisi titremeye başladı. Sinirlenmek ve sinirden gülmek arasındaydı. Zoraki bir şekilde gülümseyip konuştu.

 

"Şahin." Elbette ki Şahin olduğunu biliyordum. Barbaros beye minik bir gülümseme gönderdim. "Anlaşılan bizim oğlan seni biraz üzmüş." En azından oğlundan daha zekiydi. Ufak bir düzeltme yapıyordum; o beni üzemezdi, sadece sinirlendirmişti.

 

"Otursana kızım." Emin olun, bu topuklular ayağıma küçük geldiği için istemesem de, sizinle aynı masada oturmak zorundayım Barbaros bey, ama bir sorunumuz var.

 

Gözlerimi indirerek Şahine baktım. Barbaros bey oğluna kaş göz yaparak uyarı verdi ve eski nişanlım olması için sayısız dualar ettiğim, ama bu gece bilmem kaçıncı kez gözlerini gözlerime sabitlediğim adam ile tekrar bakıştım.

 

Ona baktım. O da bana baktı. Ben tekrar ona baktım. O tekrar bana baktı. Andaval bir adamdı.

 

"Sandalyem, Şahin. Sandalyemi çekmelisin." Mırıltı eşliğinde, etrafımızdaki masalara sesimi duyurmadan konuştum. Böylesine lüks bir restoranda, nasıl sandalyemi çekmeden önce kendi otururdu? Sürekli ona bir şeyleri yaptırmak zorunda olmaktan bıkmıştım. Bana bir kere bile kadın gibi hissettirmeyen bir adamdı. Zaten bunu ondan istediğim yoktu. Nezaket kurallarını bilse yeterdi.

 

Ayağa kalkıp sabır cümleleriyle sandalyemi çekmesi, aynı zamanda hepimizin adına yemek söylemesi ve yemeklerin önümüze gelip yenmeye başlanması yarım saati almıştı. Bu süre zarfında, kendi aralarındaki konuştuğu konuya asla dahil olmamış, boş boş tabağımdaki yemeği izlemiştim.

 

Dudağımın kenarı kıvrıldığında, bu bir gülümseme değildi. Tabağımda oldukça ince kesilmiş ciğer kızartması, üzerinde yeşil renkli özel bir krema, sebzeli bulgur pilavı ve közlenip çiçek şekilleri verilmiş domates bana bakıyordu. Masanın devamına mezeler ve salatalar yerleştirilmişti. Ben bu yemeklerin hiçbirini yiyemezdim.

 

Çölyak hastasıydım. Ömür boyu gluten içeren hiçbir besini tüketemezdim. Ciğer muhtemelen una batırılıp kızartıldığı için yiyemezdim. Bulgur da buğdaydan elde edilen bir ürün olduğu için tüketemezdim. Salata ve mezelerin nasıl soslandığını bilmediğim için çatalımı dahi uzatacağımı zannetmiyordum. Tabi ki bunu bu masada kimse bilmiyordu.

 

"Neden yemiyorsun Mevda? Beğenmediysen yemeği başka bir şey söyleyelim hemen." Bunu soran Barbaros beydi. Şahin, her zaman ki gibi, yalnızca benim hakkımda istediğim kadarını bildiği için bana kısa bir bakış atıp önüne dönmüştü. Kafamı kaldırıp ona baktım ve "Midem rahatsız biraz. Bir şeyler yiyebileceğimi zannetmiyorum." dedim.

 

Aslında bardağımdaki şarabı çok içmek istiyordum, ama maalesef yalanımı sürdürmem için bunu yapamazdım. Bu gece evde kendime bir şişe açacağım kesindi. Sonuçta meyvede gluten yoktu ve şarap üzümden yapılıyordu.

 

Sessizce yemeklerini yemeğe devam etmelerinin üzerinden bir yarım saat daha geçmişti ki bakışlarım tembelce karşımda restoranta giriş yapanlara döndü. Arkasında birkaç takım elbiseli adamla giren kişiye kirpiklerimi kırpıştırıp daha dikkatli baktım. Bu oydu, lanet hafızam bir kez de beni yanıltsa ne olurdu?

 

Bir anda restoranın tüm havası değişmişti. Masamızın yanından geçen beyaz giysili çalışanlara baktım. Şefler koşarak o tarafa doğru ilerliyorlardı. Garsonlar ve onları koordine eden takım elbiseli bir adam da anında yabancının karşısına geçip nazikçe ileriye doğru yürümesi için eliyle yönlendirmişti.

 

Koyu kestane, siyaha yakın saçları geriye doğru taranmış, kahverengi bir takım içinde aynı renk gömlek giymişti. Yanında bir kadın vardı, fakat kadını görmemiştim çünkü arkasını dönmüş, görevliye kabanını uzatıyordu. O ne kadar demode bir kaşe kabandı öyle? Modası seneler önce geçmişti.

 

Çok kısa, minicik bir saniyeliğine içeriyi tarayan gözleri gözlerime çarpıp tekrar yanındaki kadına dönmüştü ki aynı saniyede tekrar bakışları gözlerimi yakalamıştı. O kadar hızlı gelişen bir eylemdi ki gören, yabancının bir şeye çarptığını düşünebilirdi.

 

Beni tanımış olabilir miydi? O halde onu tanımıyormuş gibi yapmalıydım. Onu hatırladığımı belli etsem ne olurdu? Yaralı bir şekilde evime hırsız gibi girmişti. Başıma bela alabilirdim. Zaten başımdaki belanın masasında akşam yemeği için oturuyordum. Başka bir etkenle daha uğraşamazdım.

 

Elimle boynuma dokunup dudaklarımı büzdüm ve etrafıma bakmaya başladım. Hatta abartıp arkamı bile dönüp arkada ne var ne yok diye göz atmıştım. Uzun beyaz saksı ve içindeki uzun dallı çiçekler oldukça hoş duruyordu. İsimlerini bilmiyordum, pek çiçek bilgim yoktu.

 

Daha dikkatli bakmak için arkamı tamamen döndüm. Fazla mı belli ediyordum bilmiyordum ama duyduğum ayak sesiyle yerime çakılmış gibi kalakaldığım kesindi. Bu ayakkabının zemine vurduğu sesi hatırlıyordum. Lanet hafızam ve asla silinmeyen anılar! Divarse marka kauçuk tabanlı ayakkabılar o yabancıya aitti.

 

Kafamı önüme doğru çevirip elimi alnıma kaşır gibi kaldırdım. Yüzümün birazı kapandığı için olduğu tarafa doğru baktım. Dudaklarım aralandı, şaşkınlık ve panik olduğu gibi kalbime saplanırken yabancının oturduğum masaya doğru geldiğini görmek beni kalp krizi geçirtebilirdi. Az önceki kadın yanında yoktu ve etrafında oldukça çok insanla yürüyordu.

 

Allahım, o gece yardıma muhtaç birine yardım ettiğim için ecel terleri döküyorum. İyiliğe karşı iyi şeyler yaşamam gerekmez miydi? Ne olur, önce Şahin bir kaktüse dönüşsün, sonra da yabancı takılıp yere düşsün. Ben de o sırada sırra kadem basayım. Yalvarıyorum.

 

Bu duam kabul olursa, yemin ederim bir hafta çillerim kapansın diye deli gibi fondöten sürmeyeceğim. Hatta arttırıyorum, duam kabul olursa şu an kalkıp yüzümdeki fondöteni sileceğim. Ellerimi birleştirip alnıma yasladım ve hayatıma geçirilecek olan o darbeyi bekledim.

 

Yabancı, beni tanıdığını ya da hatırladığını bu ortamda söylese ne olurdu? Bir mafyanın masasında oturuyordum. Neler olabilirdi, kestiremiyordum.

 

Kafamdaki dönen çark takılıp geriye doğru hareket etmeye başladığında, birinin gölgesi önce üzerime düştü, daha sonra yavaşça sıyrılarak tenimi, saçlarımı okşayarak uzaklaştı.

 

"Pardon." Yemin ederim ki ses bana ait değildi. Gözlerimi sıkıca kapattım, şansıma tükürdüm ve Şahin'in kime ne dediğini dinlemeye devam ettim. "Sizi bir yerden tanıyor gibiyim." Bekledim, içimdeki zamanın akışının şu anki atmosferden farklı ilerlediğini biliyordum. Şu an her şey benim için ağır çekim ilerliyordu. Kafamdaki bant hızlıca cızırtı çıkartarak durduğunda zihnim tekrar restorana geri döndü.

 

Yabancının, üzerindeki koyu kahverengi Drmeil Vanqish II marka takımın sırtı gerilip gevşedi. Bu kumaşı, bu dikişi nerede görsem tanırdım. Kauçuk tabanlı ayakkabılar ses çıkarmayı bıraktığında nefesimi tuttum.

 

Allah seni dikenleri yolunmuş çıplak bir kaktüse dönüştürsün, Şahin. Dilerim ki yerleşkende kuzey Kutbu olur.

 

Lütfen oy ve yorum bırakmadan bölümden çıkmayın.

 

20:04:2024 19:18

 

 

Loading...
0%