Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4.§V🕯

@visnelicorek

 

Oylama ve yorum sayısı benim için çok önemli. Lütfen bir tanede olsa yorum bırakın ve yıldıza dokunun. Bana eski tempomuzu geri verin 🤍

 

 

 

§V🕯

 

İlahi Bakış Açısı

 

Durmak, durdurulmak ona karşı yapılan imkansız hamlelerdi. Kimilerine göre İşi olmayan, silahını sokmaması gereken birçok olayda parmağı vardı. Efrail için kimse 'bu onun işi değil' terimini kullanamazdı. Bu ülkedeki gelişmeler önce Efrail Akher'in süzgecinden geçerdi. Kendisini ona rakip olarak gören çoktu. Karşılığında aldığı saldırılar, onun dudağının kenarında ufak bir kıvrım oluşturmanın ötesine gidemiyordu. Dişli bir rakip isterdi. Bir aslan olarak sıçanlarla savaşmak, gururuna dokunmuyor değildi.

 

Aynanın karşısında, yara ve çiziklerle dolu göğsüne baktı. Bu izlerin hiçbiri sıçanlara ait değildi. Bu izler, öldürdüğü leşlerin ölmeden önceki son çırpınışlarına aitti. O dağ esintisini bedeninde hisseder gibi olduğunda, gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Efrail Akher, o eskiden yaşadığı adam olmayı özlüyordu.

 

Şimdilerde eline pek silah alamaz, silahı belindeki yerinden hiç çıkarmazdı. Onun yerine düşmanına sıkacak çok adamı vardı. En son silahını belinden ne zaman çıkarmıştı, hatırlamıyordu bile.

 

Gözleri, bedenindeki izlere bir yenisinin eklendiği yaraya düştü. Burnundan bir nefes verip kaşlarını çattı. Aynı zamanda, dudağında inatla ortaya çıkmaya çalışan gülümsemeyi tuttu. Sarıyı sevmiyordu, fakat çatlak terzi bir kadın tarafından yarası sarı iple dikilmişti. Her dikişin sonunda düğüm atması gerekirken, attığı kurdalelere ters ters baktı.

 

Ufak bir ışıkla nasıl bu kadar düzenli ve estetik iş çıkarmıştı, şaşırmıştı. Demek ki işinde iyi bir terziydi. Fakat huysuz ve sivri dilliydi. Bu da kadının oldukça sorunlu bir kişilik olduğunun kanıtıydı. Ona çok ters bir karakterdi fakat zorla da olsa yaptığı bu iyilik, kadına Efrail Akher tarafından her zaman açık kapı olarak geri dönecekti.

 

Eliyle ipi çekiştirip dikişleri sökecekken durdu. Onu durduran neydi, bilmiyordu ama ipe bakıp sessizce elini geri çekti. Sanırım yarası acıyordu ve yine sanırım dikişleri çıkarmak için erkendi diye düşündü.

 

Beyaz gömleğin düğmelerini tek tek ilikleyip altındaki lacivert kumaş pantolonun içine koyduğunda, kapı çalınmadan açıldı. Genç adamın tek yaptığı, aynadan gelenin kim olduğuna bakmaktı. Onun odasına böyle dalan tek andaval, Tuncay olurdu. Ona göre koruma olmak, sıfır sınır içerirdi. Her koşulda, her an ona ulaşım sağlayabilmesi için özel alana saygı felsefesi, Tuncay için geçerli değildi. Bu kafa yapısı Efraile tuhaf gelse de, derin bir nefes alıp sakin kalmaya çalıştı.

 

Hemen yanındaki ayaklı ceket askısından, pantolonunun takımı olan ceketi alıp üzerine geçirdi. Aynaya bakıp saçını özenle düzeltirken, odadaki varlığını koruyan adama yandan bir bakış attı. Tuncay'ın bakışları pür dikkat Efrail'in üzerindeydi. Keskin, açık kahve, kısık gözleri sürekli tetikte kalmaya alıştığı için, ciddi duran tavrını her an koruyup etrafını tarıyordu.

 

"Susmasana Tuncay, niye susuyorsun?" Yine aynısı oluyordu; bu onlar için sıradan bir konuşmaydı.

 

"Konuş demedin." Efrail, kafasını eğip sıkıntıyla burun kemerini sıktı ve sinirden dudaklarının iki tarafa doğru kıvrılmasına engel olamadı. Gülüyordu.

 

"Konuş, konuş Tuncay," diye sakince ama sesindeki öfkeyi koruyarak devam etti. "Benden 'Konuş' emrini beklemeden konuş. Sana 'Konuş' demeden konuş Tuncay!" Tuncay, karşısındaki adamın tuhaf tavrına baktı. Patronu olan arkadaşını bu gün sinirlendiren neydi, anlayamamıştı. Ona göre sorun asla kendisi değildi.

 

"Sözde İklim'le akşam yemeğe çıkacaksın ama bu sinirle kadın kaçar senden. Gerçi yanında da duruyor sayılmaz." Tuncay'ın düşüncesinin onun için hiçbir önemi yoktu. Efraile göre, İklim'in onu sevmesine de gerek yoktu. Yanında durması bile yeterliydi. Kafasında yanan ampul ile 'tık' sesi yankılandı. Bu akşam İklim ile yemek yiyecekti ve kadın, ilk defa o teklif etmeden bunu kendisi istemişti. Sanırım artık bir şeyler değişiyordu diye düşündü. Yada yine her zamanki gibi istekleri için yaptığı bir hamleydi.

 

"Aldırdınız mı İklim'i evden?" Yönünü tekrar aynaya döndüğünde, ellerini cebine yerleştirerek kendini izlemeye başladı.

 

"Gidiyor, bizimkiler almaya." Genç adam, elini kaldırıp çenesindeki çıkıntılı kemiği tuttu. Kendi kafasını aynanın karşısında sağa sola çevirmeye başladığında, profiline bakıyordu. Yüzünde sakal sevmezdi; bu yüzden traşı sinek kaydıydı. Saçları her zaman bir düzen içerisinde kafasında dururdu; dağınık bırakmazdı. Gözleri içeriye gömülü ve keskindi. Tuhaftır ki, tek gözünde iki renk vardı. Gözleri oldukça koyu bir kahverengiyken bir gözünün içinde şekilsiz sarı dalgalar vardı. Bu, bir hastalıktı ya da Allah'ın onu yaratırken mucizesini hatırlatma şekliydi.

 

Tuncay'ın kaşları çatılıp yüzü tuhaf bir ifadeye büründüğünde, Efrail'in ne yaptığını anlamaya çalıştı. Bu adam niye yüzünü tutup aynaya dikkatlice bakıyordu?

 

"Ne yapıyorsun?"

 

"Nasıl oluyor da bu yüze karşı koyabiliyor, anlamaya çalışıyorum." Tuncay, gözlerini devirip önüne döndü. Bu egoya cevap verecek değildi.

 

"Bu güce, bu yüze karşı çaresiz kalmalıydı. Tuhaf, ilginç bir durum doğrusu. Söylesene Tuncay, sen kız olsan ne yapardın?" Sustu birkaç saniye içinde ne dediğini fark edince, elini sağa sola sallayıp "Sus, cevap verme sakın! Son kurduğum cümleyi sil hafızandan." dedi. İklim'in ondan son sürat kaçıyor oluşu kafasını karıştırıyordu. Halbuki Efrail, ona karşı son derece nazik ve anlayışlıydı. Bu, yalnızca İklim'e özel gösterdiği bir tavırdı.

 

"Kız olsaydım, tüm hemcinslerimi korumak için Efrail Akhere karşı korunma derneği falan kurabilirdim." Konuş demeden konuşmuyordu; sus dediği halde de susmuyordu. Onu saha ekibine sürmemek için kendini zor tutuyordu. Kendisine katlanacak, alışacak başka bir elemanı yakınına yerleştiremezdi. Yatsın kalksın buna dua etsin diye düşündü.

 

"Seni sınıra kadar tekmeleyerek döverim Tuncay. Kaçak değil, uçarak geçersin sınırdan." Yapardı, bunu yapacağını bildiği için derin bir sessizliğe gömüldü. Deli deliyi görünce sopasını saklamayı bilmeliydi. Yoksa uçarak geçtiği sınırda onu karşılayacak tanıdıklar, kafasına sıkma bahanesiyle mutlaka selam vermeye gelirdi.

 

Patron Efrail Akher'di. O ne derse tüm ülkede, hatta kozlarını kullanırsa sınır hattında bile, emir olarak sayılırdı.

 

Genç adam tekrar aynaya dönüp görüntüsüne baktı. Kol saati sanki takıma uymamış gibi düşünürken, gömleğinin göğüs kısmında gördüğü kırışıklıkla gözlerini kapatıp kendisine bir saniye verdi. Ardından üzerindeki takımı çıkarıp koyu kahve bir takım ve içine daha da koyu olan bir kahverengi gömlek giymişti. Ütüsü bozulan her şeyden nefret ederdi. Ona göre bir adam takım giyinecekse, o takım kusursuz olmalıydı.

 

Kendine son kez bakıp görüntüsünden memnun kaldı ve tamamen Tuncaya döndü. Tuncay ise onu hayretle izlemeyi bırakalı yıllar oluyordu. Efrail'in takıntılarını ve kurallarını ezbere bildiği için artık her hareketine nötrdü. Şimdi ise ondan konuşmasını istediğini biliyordu. Normalde onu sinir etmek için kısır döngüyü tekrarlardı fakat vakitleri yoktu. Bu yüzden konuşmaya başladı.

 

"Restoranlarımızdan birinde misafirimiz var."

 

"Devam et."

 

"Barbaros Zayat." Genç adamın bakışları memnuniyetle parladı. Bir leşin kendi ayağıyla gelmesinin verdiği zevki ne veriyordu ki bu hayatta ona?

 

"Güzel, çok güzel." Bu gece keyiflendikçe keyifleniyordu.

 

"Barbarosun beklediği gemi birkaç saat içinde İstanbul Boğaz sınırına giriş yapacak. Kafanda bir şeyler var mı?" Gemi uyuşturucu yüklüydü. Soğuk hava depolarındaki et ürünlerinin içlerine yerleştirdiği madde, piyasaya süreceği yeni bir uyuşturucu türüydü. Haberi vardı Efrail de aylardır bu işin peşindeydi. Yunanistan'dan Türkiye sularına girmesine bizzat kendisi göz yummuştu.

 

Hükümetin karanlıkta göremediklerini o tek bakışta fark ederdi. Devletin karanlık gözüydü.

 

"Önce bir gidip selam verelim Zayat'a," Efrail'in kafasında ki ince işçilik ile hareket eden çarkın dişleri ahenkle dönmeye devam ederken Tuncayla göz göze gelip göz kırptı.

 

"Kendi usulümüzle, özel bir şekilde ilgilenilsin." Mesaj netti. Onlar, kafalarından geçenleri her daim dile dökmezdi. Bazen tek bir bakış, planın ayrıntılarıyla titiz bir şekilde hazırlanmasına yeterli olurdu.

 

Dışarıya çıkıp kendisine ait, fakat direksiyonuna pek geçmediği arabasına binerken, aynı anda diğer arabalara kalan ekibi de binmişti. Araçlar konvoy halinde ilerlemeye başladığında farlar karanlık yolu aydınlatıyordu. Efrail'in bulunduğu araba ortada ilerlerken, arkada üç, önde üç olmak üzere toplam yedi araç vardı. Hepsi kurşun geçirmez son teknoloji üretimdi ve hayır, hiçbirinin teknolojisi yurt dışından değildi. Kendi ülkesinde üzerinde çalışılan bir projeydi, onay testinden geçmişti. Böylesi bir teknoloji hiçbir ülkede yoktu. Yurt dışı pazarına çıkmak için her şey hazırdı ve hazır olan prosedürlerin altında da imzası vardı. Yeni zihin ve ülkeye gelişim geliri getirecek her projeye aynı zamanda destek veren bir yatırımcıydı.

 

Cebindeki telefonu çıkarıp güç tuşuna bastığında, Dağhan'dan gelen mesajlara göz devirip Güvenlik Şefi olan Ahdar'ın numarasına bastı. Kendisi en öndeki araçtaydı. Telefonu tek çağrıda, her zaman olduğu gibi yanıtlamıştı. "Buyurun Efendim." Saygı ekini ekibinin önünde dilinden düşürmeyen bir çalışandı. Gerçi kendi kendilerine olsalar bile, Efrail'e karşı saygısız tek bir söylemi dahi olmazdı. Ahdar, ne Tuncay ne de Dağhan'dı. Onun karakter yapısı diğerlerine göre daha ağırbaşlı olarak tanımlanabilirdi.

 

"Gemi radar da gözüküyor mu Ahdar?" Genç adam haberi aldığından beri elinde tuttuğu ufak valiz görünümlü bilgisayarı aktifleştirmiş ve gerekli kontrolleri yapmaya başlamıştı. Bu bilgisayar, taşınabilir radar sistemi ile donatılmış, boğazdan geçen tüm gemilerin sinyallerinden haberdar olmak için programlanmıştı.

 

"Boğaz sınırlarında herhangi bir gemiye ait sinyal dalgası yok." Normaldi, birkaç saate mutlaka giriş yapacaktı. İstese tek telefonla İçişleri Bakanını arayıp, bordro numarası bile sahte olan gemiye baskın yaptırabilirdi. Fakat bunu istemiyordu.

 

Bu gece biraz ışık gösterisi izleyecekti.

 

"Yüzme biliyor musun, Ahdar?"

 

"Görevinden ihraç edilen bir Bordo Bereli'ye bunu sordunuz mu cidden?" Kibir, bu eski askerin en büyük düşmanıydı. Gizlemiyordu ve ülkesinin ona yaptığı bu haksızlığı da sindirmeyi asla düşünmüyordu.

 

"Tek seferde boğazın metre küplerce altına kaç tane su altı bombası taşıyabilirsin?" Keyifleniyordu; Efraile göre, karşısındaki kim olursa olsun, onun sınırlarını zorlamak oldukça zevk aldığı bir eylemdi.

 

Kendisi hiçbir şey yapmadan çok şey yapan biriydi. Bazen tek bir söz, kelime bile en ağır darbeyi tetikleyebilirdi. Eski bereli, bu gece onun için Barbaros'un uyuşturucu yüklü gemisine bir darbe gerçekleştirecekti.

 

Hat kesilirken aslında cevabını almıştı. En önde Ahdar'ın kullandığı beyaz araç konvoydan çıkıp sağa saparak gözden kayboldu. İşi eyleme döken çalışanı her zaman severdi.

 

Aradan geçen ve telefonuna ard arda düşen bildirimlerden usanarak geçirdiği yirmi yirmi beş dakikanın ardından boğaza sıfır, işletmesini kendi himayesinde başkasına verdiği restorana gelmişti. Telefonunun anasını siken de Dağhan'dı. Arada bir Karadeniz damarı tuttuğundan otuz yıl da çalışsa alamayacağı motorun resimleriyle dolu olan galerisini ona atardı.

 

Ona iş vermişti, motoruna benzin alacağına şirketin aracını kullanıp benzin parasını biriktirmeye başlasa iyi ederdi. Bu bile yetersiz bir ihtimaldi; yine de kullanmayacağı bir çöpe dahi para vermeyecek kadar pintiydi. Eğer bir gün motor kullanmak isterse, ödeyeceği sıfırlar onun için yalnızca klavyeye yazacağı rakamlardan ibaret olurdu.

 

Tuncay'ın açtığı kapıdan çıkarken İklim'in çoktan geldiğini fark etti. Bekletilmeyi sevmediği için erken geldi diye düşünüyordu. Belki de adamları Efrail'in huyunu bildiği için İklim'i erken getirmişlerdi. Bu noktaya takılmadı.

 

Asla görmeyi tercih etmediği renkteki sarıya boyattığı saçlarıyla bir melek gibi dikiliyordu. Asıl bu noktaya takılmalıydı ama yalnızca görmezden gelmeyi tercih ediyordu. O saçlarını eski haline getirmesinin bir yolunu mutlaka bulacaktı.

 

Karşısına geçip ona yukarıdan baktığında zeytin gibi siyah olan gözleri genç adamın yüzüne çıktı. İklim'in ona bakan gözleriyle Efrail'in yüzündeki yumuşama bariz ortadaydı. Bu yüz, yalnızca İklim'e özeldi.

 

"Neden bu kadar geç kaldın? Burada ne kadar beklediğimden haberin var mı, Efrail?" Genç kadın umursamaz ama nazik bir ses tonuyla sitem ettiğinde Efrail, etrafında mahremiyetlerine saygı gösterecek kadar uzakta dikilen korumalara göz gezdirdi.

 

"Kızı bu soğukta dışarıda mı tuttunuz?" İklim, çıkacak olan gerginliğin önüne geçmek için aceleyle elinin tekini Efrail'in koluna sardı.

 

"Hayır, hayır, ben istedim burada seni beklemeyi. Artık içeri girelim mi? Buranın eti mükemmel diyorlar, yemek için sabırsızlanıyorum." Bu gece Efrail'e ihtiyacı vardı. Onun için ona katlanıp, içini görüyor gibi bakan bakışlarını görmezden gelecekti ve çıkacak her krizi fırsata çevirmeliydi.

 

"Öyle mi diyorlar mış?" Efrail, sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi, kızın konuşmasını ve ona bir şeylerden bahsetmesini teşvik etti. "Başka ne diyorlar? Anlat bakalım." Elini İklim'in beline sararak içeriye doğru yönlendirdiğinde, hevesli görünmeye dikkat ederek konuşan kadını merakla dinlemeye başladı. Efrail, her şeyin farkında olan bir adamdı. Başından beri olduğu gibi, İklim ona gelsin, yanında dolaşsın yeterdi. Onun duygularına ihtiyacı yoktu.

 

Yavaş adımlarla mekana giriş yaptıklarında, Efrail'i tanıyan çalışanlar onlara doğru hareket ederken, masalardaki müşterilerin de bakışları kalabalığa doğru dönmüştü. Gözlerden bir çifti, İfra Mevda Sivari'ye aitti.

 

Genç adam, arkasında onları takip eden korumalarına tek bir bakışla dışarıda kalmalarını işaret edip önüne döndüğünde, İklim'in üzerindeki kabanı görevliye vermesini bekledi. Aynı anda karşısına restoran sahibinin ve şeflerin selamını alıyordu. İfadesiz tuttuğu yüzüyle yöneticinin kendisine söylediklerini dinlerken, gözleri yaşlı adamın arkasına kayıp tekrar yüzünde sabitlendi. Ne gördüğünü algılaması saniye bile sürmeden, gözleri tekrar adamın arkasındaki masalardan birinde oturan kadını buldu.

 

Çatlak Terzi, bu oydu. Onu gözlerinden tanımıştı. Bu kadar açık bir sarı renge sahip kaç kadın gözü vardı? Terzinin bakışları da Efrail'e döndüğünde, ikisi de neye uğradığını şaşırdı. Mevda'nın içinde baş gösteren duygular ile Efrail'in göğsündeki duygular birbirine sertçe çarptığında, gözlerini ilk kaçıran Mevda olmuştu.

 

Efrail'in ayakları onu ileriye doğru taşırken, aklı İklim'i kenara çekmişti. Kadının yanındaki adam Şahin Zayat'ı tanımıştı. Tam karşılarında oturan adamın sırtı ona dönük olsa da, bastonu görmesiyle Barbaros'un da masada olduğunu anlamış oldu. Çatlak Terzi'nin iki Zayat'la da ne işi vardı?

 

"Efrail." Etrafındaki kalabalıktan duyduğu İklim'in narin sesiyle adımlarını yavaşlatıp, arkadan gelen kadının ona yetişmesi için zaman yaratırken, aynı anda da Terzi'nin olduğu masanın yanından geçmişti.

 

"Pardon, sizi bir yerden tanıyor gibiyim." Genç adamın ayakları duyduğu sesle bıçak gibi kesildi. Beklediği atak başka bir isimden gelmişti. Bedenini geriye doğru çevirdiğinde, aynı anda onu takip eden kalabalık da yönünü değiştirmişti. Fakat muhatap olunan kişi kendisi değildi. Zaten Zayat ailesi ona selam verecek kadar bile tanımazdı.

 

🕯

 

İғʀᴀ Mᴇᴠᴅᴀ Siᴠᴀ̂ʀi

 

Hayatın yüzünüze güldüğü tek nokta, kendi ayaklarınızın üzerinde duruyor olmanız ise geriye kalan her anınızda dizlerinizin, saçlarınız ve kıçınızın üzerinde sürünerek ilerliyordunuz. Bu bir denklemdi: kader, şans, yazgı, hatta karma adı her ne haltsa. Karmaşık bir sıçtığımın kara bahtıydı.

 

Kara bahtın bu kadar hayatıma uyan bir terim olacağını hiç düşünmemiştim. Gözlerimi bahtımın karası olan Şahine çevirdim. Gerçekten, şu an ensesine Parada çantam ile öyle bir geçirmek istiyordum ki isteğim, bu gece istek olarak kalmayacak, bizzat icraata dökecektim. (Telif yememek adına marka yanlış yazılmıştır.)

 

Saçlarının sarıya boyalı olduğunu anladığım kadın, uzun topukluların üzerinde yere çakılır gibi durduğunda gözleri Şahin'in üzerine çarptı. O an kadını bir yerden anımsadığımı fark ettim. Evet, Şahin tam olarak benim tanıdığım kadına 'Sizi bir yerden tanıyor gibiyim.' diye sormuştu. Kadının yüzünün ifadesi beni gördüğü an afalladı. Kaşlarım çatıldı, bu lanet restoranda ne oluyordu?

 

Barbaros Bey'in kafası yavaşça masamızın yanında dikilen kıza döndü. Gözlerini kıstı ve elindeki çatal bıçağı tabağa bıraktı. Daha sonra oldukça agresif bir ifadeyle Şahin'e döndü. Bu tavrı çok normaldi. Yanında sözde nişanlısı varken başka bir kadına durduk yere 'sizi bir yerden tanıyor gibiyim' diyordu.

 

Adını bilmediğim yabancı, attığı birkaç adım ile sarı saçlı kadının beline nazikçe elini yerleştirip kendine doğru çektiğinde gözlerimi ağırca kapattım ve açtım. Sahiplenici tutuşu, kadını göğsüne doğru çekişi ve "Bir sorun mu var?" diye soruşu dahi bana gösterilmeyen bir tavır olduğu için tuhafıma gitmişti.

 

"Sorun yok." Hızlı bir cevap verdiğinde; kadını yalnızca sima olarak tanıdığım için, bu onun normal konuşması mı yoksa paniklediği bir durum içinde olduğundan mı bu kadar hızlı konuşmuştu ayırt edememiştim. "Beyefendi, sanırım beni bir tanıdığına benzetti canım." Canım? Bir çift olduklarını daha net anladığım bir cümleydi.

 

"Tanıdığıma benzetttiğimi söylemedim ama birine benzediğiniz doğru." Kafamı çevirip Şahin'e baktım. Merak, sorgu belkide kafa karışıklığı. Bakışlarında kafamı karıştıran duygular akıyordu. Derdi neydi? Kadın takıldığı diğer kadınlardan biri çıkarsa, bu gece yüksek gerilim hattı altında silahlar çekilirdi.

 

Yine de hiçbir şey bilmeden yargısız infaz yapmak istemezdim. Fakat Şahin'in yapmaz da diyemiyordum. Böyle bir durum olsa bile kendimi aldatılmış hissetmezdim çünkü aramızda duygusal bir bağ yoktu. Her şey zorunlulukla ilerliyordu.

 

Nazik bir şekilde öksürüp ayağa kalktım. Herkesin gözleri bana döndüğünde yüzüme itici ve samimiyetsiz bir gülümseme yerleştirip konuştum. Ben buydum.

 

"Tanıştığımıza memnun oldum, Barbaros Bey. Yemek için de teşekkür ederim fakat bu mekana arkadaşlarımla birkaç kadeh içmeye gelmiştim. Kendileri de birazdan burada olacaklar." Sandalyemi geriye doğru çektim. Şahin'in gözleri soru işaretleriyle ne yaptığımı anlamadığını belirten bir ifadeyle yüzümde dolaşıyordu.

 

Tabii ki kendisi şu an her bir ayrıntıma bakarak beni analiz etmeye, belki de tanımaya ya da bir yerden çıkarmaya çalışan yabancının evime yaralı girdiğinden habersizdi. Kim olduğunu dahi bilmediğim bir adama kendimi bu denli açık edemezdim.

 

"Eşinize lütfen selam söyleyin. Kendisine davet elbisesi dikmek için bir randevu ayarlayacağımı iletin. İyi akşamlar, afiyet olsun." Zıkkımın kökünü yiyin. Hatta sizler doymazsınız, elimin beşinin de dibini sıyırın.

 

İçimden ettiğim ve edeceğim hakaretlerin devamını sesli telaffuz etmek üzere minik çantama elimi almıştım ki duraksamama neden olan o sesi duydum.

 

"Efra Merda Süvari değil mi?" Neredeyse yüzüme kadar kalkan ele baktım. Platin saçlı kadın yüzünde samimi bir gülümsemeyle elini sıkmamı bekliyordu. Bakışlarım yüzüne sürdüğü abartılı makyajdan kayarak elbisesine düştü.

 

Üzerinde çivit mavisi, karpuz kol ve belden oturtmalı etekleri piliseli bir elbise vardı. Yaka açıklığının tam göğüs çatalına gelecek yerinde kumaşın şekil verdiği ufak bir 'M' harfi mevcuttu. Bu harf göğüs dekoltesi havasında durduğu için benim gizli bir nişanemdi. Yani elbise benim elimden çıkmıştı ve ben bu elbiseyi asla karşımdaki kadına dikmemiştim. Kime ne diktiğimi ezbere bilirdim. Bu elbiseyi kendi arkadaşıma tasarladığıma adımın İfra Mevda Sivari olduğu kadar emindim.

 

"Üzerinizde adını dahi doğru düzgün bilmediğiniz birinin tasarım elbisesini taşıyorsunuz. Hafızanız, ilginç." Kadının yüzündeki gülümseme sarsılsa da yerini korumaya devam ettiğinde artık farklı bakıyordu. İfadesinin derisi soyulmuş gözlerine oturan duygu değişmişti. Aynı sektördeydik, onu tanımıştım. Bana bu şekilde göz dağı mı veriyordu, benim tasarımım olan bir elbiseyi giyerek? Gülünçtü. O elbiseyi nereden alıp giydiği ise soru işaretiydi.

 

Eli hala havada öylece kalırken gözlerim yabancının gözlerine saniyelik bir sürede çarptı. Sinirliydi, siniri bana mı yoksa kim olduğuma mıydı bilmiyordum. Fakat yanında ki kadın ısrarla onunla tanışmam konusunda inatcıydı.

 

Herkesin bizi dinlediğini fark ettiğimde o da aynı şeyin bilincine vardı ve yanındakilere el hareketiyle gitmelerini işaret etti. Kalabalık dağılırken diğer insanların bakışları da kendi tabaklarındaki yemeklere düşmüştü.

 

"Bence siz biraz düşünün, eminim adımı doğru telaffuz edeceksiniz." Masadan ayrılmak için hareket edip arkamı döndüğümde duyduğum şey dudaklarımı iki tarafa doğru çekiştirmişti.

 

"İfra Mevda Sivâri." Kaşlarım havalandı. Kesinlikle beni yakından takip edip tanıyordu. Az önce yaptığı şey hemcinsini küçümsemekten başka bir şey değildi.

 

Barbaros Bey'in kahkahası, Şahin'in kalkan bakışları ve Yabancı'nın kafasını yanındaki kadına çevirmesi iç içe gerçekleşen olaylardı. Adımı bildiğini biliyordum. Böyle yola gelecekti. Yoksa o yolda üstünden geçmek benim için büyük bir zevk olurdu.

 

Bedenimi çakma sarışına çevirdim. İnatla benimle tanışmak için kalkan eline baktım. Şahin'in elimi tutmasını engellemek için çıkardığım sarı deri eldivenimi yavaşça giymeye başladığımda, şu an bu durumdan büyük bir zevk alıyordum.

 

"Tanıştığımıza memnun oldum. İsmin neydi?" Çıplak tenimle ona dokunmamak için eldiven giydiğim sol elimi ters bir şekilde parmaklarının ucuna değdirdim. Aslında eldiven giymeden de bunu yapabilirdim, fakat bunu ona layık görmemiştim.

 

"İklim Kumru." Başımı aşağı yukarı sallayıp elimi geri çektim ve arkamı onlara dönüp boş masalardan birine oturdum. Sohbet edecek değldim. İklimin kim olduğunu biliyordum. DAVERT markasının tasarımcılarındandı. Başarılı bir kadın giyim ismiydi. Bir sene gibi kısa bir sürede oldukça uçuk yükselişler elde etmişti. Kendisini yalnızca birkaç davet gecesinde görmüştüm. Yüz olarak unutmamak ise sadece benim yeteneğimdi.

 

Tamamen boğazı görecek şekilde oturduğum için tüm gözlerin sırtımda olduğunu hissediyordum. Ne halde, ne şekildeydiler hiç bilmeden bir süre öyle oturdum. Az önceki olayı ayrıntılı düşünüp telefonumu elime aldım. Gerekli aramayı yapıp karşı tarafın açmasını bekledim.

 

"Efendim Mevdoş." Yüzümü buruşturup bağırarak ismimin sonuna eklediği ş harfini uzatmasını kestim.

 

"Neredesin?" Arkadan oldukça gürültülü bir müzik çaldığı için nerede olduğunu az çok tahmin ediyordum. "Kızlarla buluştuk, bu gün Hilalin doğum günüydü." Kaşlarım havalandı, bir süre sessiz kaldım. Bensiz, bana haber dahi vermeden ortak arkadaşımızın doğum gününe gitmişlerdi. Sustum. Bu ayrıntıya değinmek istemedim.

 

"Şeyma, benim sana yıl başı hediyesi olarak diktiğim elbiseyi hatırlıyor musun?" Ona elbise dikmem için bana resmen yalvarmıştı. Konuşurken sesim o kadar sert ve ketum çıkmıştı ki kendimi frenleyemediğimi fark etmiştim. Görmezden gelemiyordum. Onlar benim sözde iş arkadaşlarımdı.

 

"Ay, bir saniye." Telefonun arkasından gelen bağırtı ve müzik sesleri eskiye göre azaldığında daha sakin bir yere geçtiğini anladım. "Çok gürültü vardı, duyamadım balım. Tekrar eder misin?" Gözlerimi kapatarak nefes aldım.

 

"Bana kendin için zorla diktirdiğin elbise nerede, Şeyma?" Gözlerimi açtığımda eskisinden daha sinirliydim. Çünkü cevap almam uzun sürmüştü.

 

"Ha?" İlk tepkisi bu olmuştu. "Dün kuru temizlemeye verdim ben onu. Neden, ne oldu ki?" Doğru söylüyor olabilir miydi? Yalan söylemesi için bir sebep yoktu. Bilmiyordum, bu gece kafam oldukça karışıktı.

 

"Birinin üzerinde gördüm. Aynısıydı." Güldüğünde çıkardığı o garip sesi duydum. Kahkaha atıyordu. Komik olan neydi?

 

"Mevda, kafan mı güzel kızım senin? Sosyal medyada o elbiseyle kaç resmim var, bilmiyor musun? Biri beğenip diktirmiştir, belki de bir marka bile piyasaya sürmüş olabilir." Sesli bir nefes verip mantıklı konuştuğuna kanat getirdim. İhtimaller dahilinde doğru olabilirdi. Aslında basit bir model elbisenin peşine düşecek değildim ama kadına ayar olmuştum.

 

"Bir saniye sen neredesin?" Görmese de gözlerimi devirip, "Kapatıyorum Şeyma." dedim. Alt dudağımı sertçe dişleyip boğazdaki gemilere baktım.

 

Fazla detaylı düşünen biriydim. Bana göre en ufak gelişme veya tavır, önemli gelişmelere zemin hazırlayabilirdi. Arkadaşlarım tarafından bu huyum yüzünden çoğu kez eleştirilip ötekileştiriliyordum. Açıkçası onların düşünceleri umurumda dahi olmuyordu. Onlar artık sadece ben yalnız kalmayayım diye yanımda kalan insan kalabalığıydı. Böyle düşüneceğimiz çok sıkıntı yaşamıştık. Yine de her defasında etrafımda kalıyorlardı.

 

Camdan yansıyan görüntüme baktım. Yüzüm asık ve oldukça düşünceli duruyordum. Mekanın hemen aşağısındaki denizin yükselerek ıslattığı ahşap verandaya baktım. Nefes almaya ihtiyacım vardı. Yavaşça ayağa kalkıp boğaz havası almak için oraya inmeye karar verdim. Daha sonra da giderdim. Yavaş adımlarla ilerleyip hemen karşımdan bana doğru gelen garsonu minik bir el hareketiyle durdurdum.

 

"Buyurun efendim."

 

"Bana bir kadeh sıcak şarap getirebilir misin? Bu arada verandanın girişi nerede acaba? Orada olacağım." Orta yaşlı adam mesafesini koruyarak yanıma geçti ve eliyle hemen önümdeki merdivenleri işaret etti.

 

"Bu merdivenlerin bitişi direk alt kattaki verandaya bağlanıyor. Dilerseniz oraya masa açabilirim efendim. Fakat bu havalarda orası oldukça soğuk olur." Dudağımın bir köşesi gülümsemek için kıvrıldı. Beni düşünerek konuşan nadir insanlardan biri olmuştu.

 

"Teşekkür ederim, yalnızca şarap lütfen." Başını sallayarak beni onayladı ve yanımdan ayrıldığında, gösterdiği merdivenlerden inip verandaya çıktım. Boğaza sıfır, ahşap zemine bastığım anda yüzüme vuran rüzgarla kaskatı kesildim. Gerçekten de oldukça soğuktu.

 

Derin bir nefes alıp korkuluklara ellerimi yasladım. Şimdi tam da burada, denizin bile sesimi yutacağı bir çığlık atsam ne olurdu? Kimin umurundaydı ki? Boğazıma kadar dolmuş hissediyordum. Gözlerimi kapatarak tekrar derin bir nefes aldım. Dalgalar yükselerek korkulukların arasından parlak deri botlarıma vuruyordu.

 

Duyduğum ıslık sesiyle irkilerek gözlerimi açtım. Ses bir kez daha tekrarlandığında, arkamı dönme ihtiyacı hissettim. Oradaydı. Üzerine kusursuzca oturan takımın ceplerine ellerini sokmuştu. Islığı, ona tepki göstermem için çaldığını anlamıştım. Gözlerimin ona dönmesinden memnun bir ifadeyle yanıma doğru yürüdü.

 

Yüzüne artık daha net bakıyordum. Kestane rengi saçları vardı, oldukça koyu olduğu için ışıklar loş olduğundan rengini net seçemiyordum. Çene kemiği çıkık, hatta yanakları neredeyse içeriye gömülü duruyordu. Oldukça kemikli bir yüzü olduğu için son derece tehlikeli ve sert bir ifadesi vardı. Gömleğinin birkaç düğmesini açmıştı, az önce ilikli olduğuna emindim.

 

Onu görmezden geldim ve ufak çantamı kol içime geçirip kollarımı göğsümde bağladım ardından boğaz manzarasına döndüm. Sonuna kadar onu hatırladığımı reddetmeyi düşünüyordum.

 

Ayakkabısının eski ahşap zeminde çıkardığı sesler kesildiğinde yanımda durarak tıpkı benim gibi manzarayı izlemeye başladı. Dakikalar geçmişti. Sessizdi, soru sormuyordu, imada bulunmuyordu, yalnızca yanımda dikilmiş, benimle birlikte Boğaz'daki gemilerin kayboluşunu izliyordu. Yine de varlığından oldukça rahatsızdım.

 

"Verandayı kendim için kapattırdım, gider misiniz?" Sabrımın sonuna gelmiştim. Ona yan taraftan son derece rahatsız edici bir bakış attım. Kafasını bana doğru çevirip gözlerini kıstı ve herhangi bir cevap vermeden aramızdaki boy farkının avantajıyla, tabiri caizse, beni görmezden geldi.

 

"Beyfendi, size söylüyorum. Olduğunuz kafdağına sesim ulaşıyorsa eğer, kiraladığım verandadan çıkar mısınız?" Kafasını kaldırarak sesli bir nefes aldı ve gökyüzüne baktı.

 

"Burası restoranın bir parçası değil." Duyduğum şeyin doğru olma ihtimali beni son derece utandırırdı. Yalan söylediğim ortaya çıkmamalıydı. Düzgün düşünüp olayı toparlamalıydım. Hem belkide kendisi yalan söylüyordu. Gözleriyle etrafını tarayıp tekrar bana döndü. "Burası için kime ödeme yaptın?"

 

Kim, kime ödeme yapmıştı? Ne münasebetti! Ne demek veranda restoranta ait değildi? Nasıl yalanı yalanla örtecektim? Yirmi üç yıldır kafamın içinde konaklayan beynim niye çalışmıyordu? Bu lanet ayakkabılar neden ayağımı deli gibi sıktığı halde ayağımdaydı? Ben konudan konuya atlamayı kimden öğrenmiştim?

 

Benden cevap bekleyen adama bakıp durumla oldukça alakasız bir harekette bulundum. Çünkü şuan ona söyleyecek bir yalan uyduramıyordum. Dengemi güç bela sağlayarak ayağımdaki dizlerime kadar uzanan yüksek topuklu çizmemin tekini çıkardım.

 

"Ne yapıyorsun?" Sesindeki şaşkınlık elle tutulur türdendi. Burada kalmaya devam ederse hayatında şaşırmadığı kadar şaşıracaktı.

 

"Onlara istediklerini veriyorum." Çıplak ayağım ıslak ahşaba değdiğinde soğuk beynimin ortasında yıldırım gibi çakmıştı. Pekala, ayaklarımın çok da bunu istediğini sanmıyordum. Fakat konu dağılsın diye şu an yapamayacağım şey yoktu. Ben rezil olmayı kaldıramazdım. Diğerini de çıkarıp çizmeleri elimde tutmaya başladım. Soğuktan parmaklarım uyuşmaya başlamıştı bile. Yinede yüzümde mimik oynamıyordu.

 

"Üşümüyor musun?" Herkes bana bunu soruyordu. Neden biri de içimdeki yangını fark etmiyordu? Elimde, ayağımda olması gereken ayakkabı ile ona gülümseyeceğim aklıma dahi gelmezdi. Çünkü yaralı bir şekilde evime geldiğinde elimde ayakkabımla ona zarar vermeyi düşünüyordum.

 

Gözleri anlam veremediği bir şeye bakıyor gibiydi.

 

"Üşüyorum dersem ne yapacaksın?" İnce kaşının teki kalktı ve elinin tekini cebinden çıkarıp kalkan kaşının altına siler gibi dokundu. "Bana ceketini mi vereceksin? Ya da benimkinden daha rahat olan ayakkabını mı giydireceksin?" Kafamı iki tarafa doğru salladım. "Hiçbir şey yapmayacaksın. Eylemin yoksa soru da sormamalısın." Verandaya yerleştirilen ayaklı aydınlatmaların ışık saçtığı denize bakmaya devam ettim. "Ve evet, üşüyorum," diye itiraf edip sustum.

 

Bana herhangi bir cevap vermediğinde 'tahmin ettiğim gibi' diye düşündüm. Erkekler tam da tahmin edildiği gibiydi. Yanımdaki yabancının hareketlenen bedenini fark ettiğimde gideceğini düşündüğüm için herhangi bir tepki vermedim. Bu arada sıcak şarabım neden hala gelmemişti? En azından mideme sıcak bir şeyler girsindi.

 

"Bas." Kafamı çevirip ne basından bahsediyor diye bir adım arkamda duran adama baktım. Gitti zannetmiştim. Üzerindeki ceketin olmayışıyla anlamsızca ona bakarken, bir kaş işaretiyle yeri gösterdi.

 

"Sen." Gözlerim şokla açıldığında, dünyada soyu tükenmek üzere olan Okapi gibi hissediyordum kendimi. "Sen, üzerindeki Drmeil Vanqih marka ceketi az önce bu eski, deniz tuzuyla ıslanmaya devam eden yere mi serdin?" Çanta tuttuğum elimi yirmilik dişimin bile gözüktüğü açıklıkla aralanan ağzıma kapattım ve hayret içinde "Neden?" diye sordum. (Telif yememek adına marka yanlış yazılmıştır.)

 

"En azından Tuncay'dan daha iyi telaffuz ettin." Dünya pahalısı marka şu an ayaklarımın dibinde, yerdeydi.

 

"Neden bunu yaptın?" Eliyle çenesini sıvazlayıp denizin dalgalar halinde yükselip ayağıma çarpışına bakarken "Üzerine bas." dedi.

 

"Delirdin mi sen? Bu tasarımcıya büyük bir hakaret!" Cümlemin sonunu çığlık atarak bitirmiştim, çünkü tek hamlede beni kolumdan çekerek hem ceketinin üzerine basmamı sağlamış hem de bedenine oldukça yaklaştırmıştı.

 

"Kimse terzilere hakaret etmiyor. Sakin ol." Yutkundum ve sağ kolumu tutan eline baktım. "Sen," Kafamı kaldırıp sustum ve ona baktım. Benim sağ kolumu tutuyordu.

 

"Yine ben terzi değilim, tasarımcıyım edebiyatı yapacaksan çeneni yorma. Fikrim ilk günkü ile aynı." Dudaklarım aralandı. Beni hatırlıyordu. Onu hatırladığımı düşünüyordu. "Gereksiz terziler dayanışmasına girme diye söylüyorum." Zevk alıyordu, beni sinir etmekten son derece memnun duruyordu.

 

Onu tanıyıp tanımadığıma dair her hangi bir tepki vermemek için asla kimseye yapmayacağım bir harekette bulundum. Kendimi bu zamana kadar son derece tutmuştum. Çok bile dayanmıştım. Terzi lafı artık son damla olmuştu. Kafamı ona yaklaştırıp omuzunu sertçe ısırmaya başladım. Dişlerimi pahalı gömleğinin üzerinden etine öyle bir geçirmiştim ki çığlık atsam bu kadar rahatlayamazdım.

 

Boğazından çıkardığı tuhaf bir sesle eli çenemi kavradı ve büyük bir hızla yüzümü yüzüne doğru kaldırdı. Elleri o kadar büyüktü ki parmakları yanaklarıma kadar uzanıyordu. Yüzümü tutuşu sıkı olmasa da bakışları beni katledecek koyuluğa ulaşmıştı. O gecede doğru görmüştüm, gözünün tekinde sarı dalgalar vardı.

 

"Ne yaptığını sanıyorsun?!" Sesi o kadar agresif, o kadar kalın ve ürkütücü çıkmıştı ki bir an geriye doğru adım atacağımı zannetmiştim.

 

"Sen ne münasebet, ne haddine de bana dokunuyorsun?!" Resmen yüzüne karşı bağırmıştım. Ellerini daha fazla hissedeceğim derecede sıklaştırıp kafamı kendisine doğru biraz daha kaldırdı ve tamamen gözlerime baktı. Resmen parmak uçlarım da duruyordum. Gözlerime bakan gözleri bir sağa bir sola hareket ederken ona olan yakınlığımdan son derece rahatsız olmuştum. Sinirle alıp verdiği nefesler yüzüme çarpmaya devam ettiğinde at kuyruğumdan kurtulup yüzüme dökülen saçlarımı havalandırıyordu.

 

Kolumu ondan öyle bir hışımla çekmiştim ki o da zaten tutmaya devam etmediğine anında bırakarak karşılık vermişti. Bedenim, kendime gösterdiğim güç ile geriye doğru sendelenirken düşmemek için elimdeki çizmeleri bırakıp can havliyle karşımdaki adamın açık olan gömlek yakalarına tutundum. Dudaklarım çığlık atmak için aralandığında tek eli atik bir hareketle belimden sırtıma kadar uzanmış ve beni kendisine doğru çekmişti.

 

Kafam yabancının göğsüne sertçe çarpıp bedenim olduğu gibi bedenine yapışmış bir halde durmuştum. Az önce resmen bir trafik kazası geçirmiş olabilirdim. Ne münasebet ve ne haddine kazasıydı bu. Bu cümlenin gazıyla hareket edince bazen sonuçları tuhaf olabiliyordu.

 

Kafamı kalp atışları normal seyrinde atan adamın göğsünden çektim. O geceki gibi kokuyordu. Demek ki parfümü sabitti diye düşündüm. Ayağımın altında ezilen ceketin varlığı kalbimi yaralasa da Şahin'in bile asla yapamayacağı bir şey yapmıştı. Bu gece bir adam tarafından birçok sebepten şaşkınlık geçiriyordum. İlginç ve alışılmadık bir durumdu.

 

Bakışlarını indirip bana olduğu yükseklikten baktı. Tuhaf ve garip bakışları vardı. Kafamın içini görmüyorsa bana bu şekilde gözlerini dikmemeliydi.

 

Ellerimi onun üzerinden çekip geriye doğru bir adım attığımda, o da belime sardığı elini çekti. Bakışları arkamdaki bir noktaya kaydı, gözlerinden geçen ifadenin parladığına bizzat şahit oldum. Arkamda nereye bakıyordu?

 

"Havai fişek gösterilerini sever misin?" Sesi oldukça keyifli geliyordu. Ruh halini değiştiren şeyi oldukça merak etmiştim. Yüzümde oluşan anlamsız ifadeyi, kafamı kaldırarak ona daha net gösterdim ve "Ne?" diye tepki gösterdim.

 

"Bu gece boğazın ortasından gökyüzünün ışıklarını yakacaklarmış. Havai fişekleri seviyorsan, yanımda kalmalısın." Gök yüzünün ışıkları.... Babamın bana verdiği ilk ve son doğum günü hediyemdi. Havai fişek gösterisini izlediğim çocukluk anım babamın gençliğine dair silik anları hafızama döşediğinde kalbim kasıldı. O günü asla unutmazdım. Ben o günü ölsem dahi unutamazdım.

 

Bakışlarım onun gözlerine tırmandı. Sanki az önce omuzunu ısırmamışım, canını acıtmamışım gibi bana yaptığı teklife şaşkınlıkla cevap verdim.

 

"Seviyorum." Gözleri alışık olmadığı bir duyguya misafir olacakmış gibi titredi ve bir süre gözlerime baktı. Daha sonra bir kaşıyla arkamı işaret edip bakışlarını oraya dikti. Tek bir hareketle ona sırtımı dönüp baktığı yerde, oldukça büyük bir yük gemisinin denizin ortasında seyir halinde olduğunu gördüm. Üzerindeki konteynerler o kadar çoktu ki, bir an içinde ne var diye düşündüm. Havai fişekler nereden atılacak diye merakla beklerken, içimde bir çocuğun heyecanı vardı. Birkaç dakikadır o benim tam arkamda, ben de onun hemen önünde dikilmiş, uzağımızdan geçen gemiyi izliyorduk.

 

"Beni mi kandırıyorsun? Daha ne kadar bekleyeceğim?" Sabırsızca söylenip ayağımı yere vurdum. Yan dönüp ona bakacakken, daha hareket dahi etmeden "Sabret." dedi ve basınçlı bir patlama, beni geriye, arkamdaki adamın göğsüne doğru savurdu. Kulaklarımda müthiş bir çınlama ile elimi kafama kaldırışım, denizin boyumdan oldukça yükselen dalgalarının ard arda üzerime gelmesi ve bana çarpması, bir kabustan kesit gibi gerçekleşmişti.

 

Dalgaların şiddetiyle çoktan kayıp yere düşmem gerekirken, yabancı kolunu belime sarıp beni kendisine yaslayarak sabitlediği için, onun gücüyle ayakta kalabilmiştim. Patlamalar ard arda devam ettiğinde, geminin ateşler içinde gökyüzüne fırlayan parçalarına korku ve panik içinde baktım. Gemi, olduğumuz yerden uzaktaydı fakat şiddeti, olduğumuz yere oldukça yüksek bir şekilde yansıyordu. Öyle ki, hemen tepemizdeki restoranın boydan camları patlamış, ayaklarımızın dibine parça parça dökülmüştü. Tek bir hasar bile almadıysam, bu yabancının beni gövdesine sıkıca sarıp saklaması sayesindeydi.

 

Bu karışıklıkta, kafamı çevirip ona bakmak istedim. Bana kendisini siper eden ilk adamın gözlerine bakmaya çalıştım. Gördüğüm şey, kafasından yüzüne akan kan olurken, gözlerimiz sertçe birbirine çarptı.

 

Bu, benim için bir dönüm noktasıydı. Bu, kimsenin kılını dahi kıpırdatmadığı küçük İfranın göğsüne vuran ilk nefes darbesiydi. Kalbim atıyordu. Kalbim, gömdüğüm çocukluğumun bağrında, bu adamın gözlerine bakarak atıyordu.

 

 

01:05:2024 01:55

 

 

Loading...
0%