Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5.§V🕯

@visnelicorek

 

 

 

Oylama ve yorum sayısı benim için çok önemli. Lütfen bir tanede olsa yorum bırakın ve yıldıza dokunun. Bana eski tempomuzu geri verin 🤍

 

 

 

 

§V🕯

İғʀᴀ Mᴇᴠᴅᴀ Siᴠᴀ̂ʀi

 

Huzursuzluğun dört bir tarafımı saran kollarıyla aralanan gözlerim, etrafı seçmeye çalışıyordu; fakat bunu engelleyen bir şey vardı.

 

Bitkin bedenim, bunu onaylarcasına inledi. Etimin cımbız ile çekilme hissi acı verirken, sağ kolumdaki tarifi imkansız sızı, bedenimin büzüşmesine yol açıyordu.

 

Sağ kolum, uzun zamandır acı içinde ruhumu ağrıtıyordu. Acıya dayanıklı bir bedenim yoktu. Ona bir tek ruhum dayanıklıydı; çünkü zaten ruhum, bir acı yanığının şımarık prensesiydi.

 

Kirpiklerim, basınçlı sesin kendini defalarca tekrarlaması ile açılıp kapanmaya devam etti. Yoğun bir koku, göğü saran bir alev topu oluşmuştu.

 

Yangından korkuyordum. Ateşten, sıcaktan ölesiye korkuyordum.

 

İrkildim; kulak çınlatan ses, beynimi delip geçerken sağ kolumu, ikimizin arasına alarak alnımı göğsüne iyice yasladım. Ateş, kolumdaki dinmeyen acıyı harlıyordu. Dişlerimi birbirine geçirerek inledim.

 

Çığlık sesleri duyuyordum; eşyaların zemine çarptığı ve insanların birbirini ittirerek yarattığı kargaşanın çıkardığı gürültü, patlama seslerinin durduğu vakit daha da yoğunlaşmıştı. Korkuyorlardı; kimse şu an benim korktuğum kadar korkamazdı.

 

"Efrail Bey, sizi hemen buradan çıkarmamız gerekiyor," diye birileri ona yüksek sesle hitap ediyordu. Kolları bana sıkıca sarılmış adamın adı buydu: Efrail.

 

Tekrar bir patlama sesi duyuldu ve bu kez, bana sarılan adam dahi birkaç adım geriye doğru savruldu. Dalgaları daha da hırçınlaşan deniz, artık ayaklarımın oldukça üzerine vuruyordu. Zaten tüm bedenim, ilk patlamadan beri deniz suyuyla ıslanmıştı.

 

Kafamı kaldırıp göz ucuyla etrafa bakındım. Veranda yanıyordu. Panikle yanımızda dikilen takım elbiseli insanları fark ettiğimde, bakışlarımı adının Efrail olduğunu öğrendiğim adama çevirdim.

 

"Efendim, güvenli bir insan koridoru oluşturduk. Bu taraftan gitmeliyiz." Adamın işaret ettiği yere baktığımda, sıralı insanların restoranın içine doğru dizildiğini gördüm. Beni asıl şaşırtan, gemiye ait parçaların hala yanıyor halde ahşap verandada oluşuydu. Ahşap yapı yanmaya başlamıştı. Panik, olduğu gibi kalbime toplanmıştı. Bir yangın çıkarsa, yanarak ölmeden önce korkudan ölürdüm.

 

"Ateş, yangın," diye farkındalıkla fısıldadım. Öyle ki, sesim bana bile gelmiyordu. Gözlerimin görüşü, travmamın verdiği etkiyle bulanıklaşırken, kolumu göğsüme iyice bastırdım.

 

"Siz, onunla ilgilenin." Parmakları bedenime olan tüm temasını kestiğinde, sağ kolum göğsüme sıkıca yaslı karşısında kalmıştım. Benden bahsediyordu ama ben gözlerimi harlanarak çoğalan yangından çekemiyordum. Bedenim, her an kontrolü kaybederek yere düşecekmiş gibi sendelendi. İçim, dizlerimden daha şiddetli titriyordu.

 

"İklim nerede? Onu bulmalıyım." Beni olduğum yerde bırakıp arkasını dönerken bile, bilincim turuncu ve giderek yayılmaya başlayan yangındaydı.

 

"Yanıyor, kolum." Nefesim boğazıma dizildi. Dudaklarım titriyordu. "Acıyor." Göğsüm deli gibi inip kalkmaya başladı. "Kolum, sanki ilk seferki gibi, yanıyor." Odağımı kaybetmiş sayıklıyordum, beni duyan yoktu. Etrafta o kadar gürültü vardı ki her şey iç içe geçmişti.

 

"Ahdar Bey ve Tuncay bey, onu güvenli bir alana taşıdı efendim," dedi bir ses. Gözlerimin önünden geçen karanlık bir perde, beni geriye doğru adımlatmaya başladı. Veranda yanmaya devam ediyordu.

 

"Ahdar burada mı?" Yüzünü karşısındaki korumaya doğru dönüp oldukça öfkeli bir ifadeyle baktığını yalnızca bir saniyelik bir sürede görmüştüm. "Orospu çocuğu, onu sinirlendirdim diye bana böyle karşılık mı veriyor?"

 

Hiçbir şey anlamadan, algılayamadan geriye doğru yürümeye devam ettim. Travmam, ayaklarıma bağlı bir kelepçeymiş gibi hareketlerimi kısıtlıyordu. Ateşi görmek, hissetmek, hissedecek olmak beni içinden çıkamayacağım bir atağa sürüklüyordu.

 

Karşımda, korumalarından biriyle oldukça hakaret içerikli konuşan adamı gözlerim tek hamlede silerken, gemiye ait birçok parça verandada yanmaya devam ediyordu. Sırtımda hissettiğim engelle durdum ve arkamdaki kalabalığa sarsak hareketlerle sırtımı döndüm.

 

Yangını söndüren suydu. O halde suya ihtiyacım vardı. Kolumdaki yangın için su gerekliydi. Denize girersem yanmazdım. Panik halindeki zihnim bir saniye dahi duraksamadı. Hiç düşünmeden tek hamlede kendimi suya bıraktım.

 

Soğuk su tenime değdiği an huzuru iliklerime kadar hissederken, tenimdeki ateşin sönmeye başladığını hissediyordum. Soğuk, katlanamayacağım kadar soğuğa maruz kalsam dahi yanmaktan daha iyiydi. Gözlerimi kapattım ve dinen acıma nefes alması için süre tanıdım. Suyun altında şuursuz bir şekilde kalmaya devam ettim. Burada ateş tenimi tekrar yakamazdı.

 

Bir süre sonra gözlerim hızla aralandı. Nefes. Nefese ihtiyacım vardı. Kafamı kaldırdım ve karanlık suyu aydınlatan ışık emarelerine baktım. Korku anında denizin üzerindeki ateş parçalarını görmemiştim. Fakat şu anda her şey daha nettı. Soğuk su beni kendime getirmişti.

 

Denizin üzerinde bu kadar çok ateş parçası varken nasıl çıkacaktım?

 

Düşünmek, çaresizce çıkar yol aramanın sonu tükenen nefesim olmuştu. Dudaklarım aralandı ve göğsüme baskı yapan ağrı, bir damla nefes için içimi parçalamaya başladı. İşte bu kadardı. Ölmek üzere olmam gerçeği bile korkularımın önüne geçemiyordu.

 

"İfra'm, hazır mısın güzel kızım?" Genç adam, elinde tuttuğu üniforma şapkasını başına geçirip dizlerinin üzerine çöktü. Kızının ufak bedenine ulaşmak ve güzel yüzünü sevmek için ona yaklaştı.

 

"Biliyor musun baba, çok heyecanlıyım." Henüz yedi yaşında olduğu için süt dişlerini çoktan kaybetmeye başlamıştı İfra. Asım Kadıoğlu, daha fazla bu tatlılığa dayanamayıp peltek konuşan kızının yanaklarını büyük avuçlarının arasına alıp yoğurarak sevdi.

 

"Ay, kalbim çıkacak. Baba, baksana. Çok heyecanlandım ben." Kadıoğlu'nun yüzündeki büyük gülümseme ile kızının ufak parmaklarıyla tutmaya çalıştığı elini istediği yere götürdü. Kızı, onun elini kalbinin üzerine koymuştu. Minik bir serçeden farksızdı ay çiçeği gözlü kızı.

 

"Hadi gidelim artık, ne olur." Asım, kızını tek koluyla kucağına alıp ayaklandı. "Ay baba!" diye bağıran İfra'ya muzip bir bakış attı. "Uçurduğun uçaklarda gibiyim. Çok uzunsun!" Asım, kafasını geriye atarak kahkaha attı. Şu hayatta sahip olduğu en değerli şey, kızıydı.

 

"Annen nerede, ay çiçeği gözlüm? Doğum gününü kutlamaya birlikte çıkalım." Kızının saçlarını geriye alarak güzel yüzünü ortaya çıkardı. Minik gözlerine oturan hüzünü gördüğü an duraksadı.

 

"Annem tekrar hasta galiba baba. Uyuya kalmış. Uyandırmadım." Asım'ın kaşları çatıldığında, kadının odasına doğru ilerlemeye başladı.

 

"Annem çok zor uyuyor. Uyandırmasak olur mu? Hem o, benim doğum günümü çoktan kutladı. Bak, üzerimdekini bana annem dikti." Yalandı; annesi, onun varlığını evde hissedemeyecek kadar ilaçların etkisinde kalıp çok uyuyordu. Bu, ufak kızın söylediği ilk yalan değildi. Annesi iyi hissetsin, babası annesinin yanına daha çok gelsin diye çok yalana dönmüştü dili. Utanarak bakışlarını kaçırdı babasından.

 

Asım, derin bir nefes alıp başını olumlu anlamda salladı ve geriye, dış kapıya doğru yürümeye başladı. Kızının üzerindeki pembe kurdelelerle kaplı tüllü elbiseye baktı. Ufak bedenine her şey yakışıyordu.

 

"Hadi baba, daha hızlı yürümelisin! Biz gitmezsek, gökyüzündeki ışıkları söndürürler dedin." Asım, geçen doğum gününde kızına verdiği sözü hatırladı. Unutmuyordu. Geçen sene gidemedikleri havai fişek festivaline bu sene için söz verdiğini, o minik aklı unutmamıştı.

 

"Senden de hiçbir şey kaçmıyor küçük. Doğru hatırlıyorsun. Bizsiz gökyüzündeki ışıkları söndürürler."

 

Gözlerim, dibe doğru çekilen bedenimin sertçe sarılmasıyla aralandı. Yüzeydeki yangının aydınlattığı kadarıyla karşımdaki adama baktım. Su yüzünde dalgalanarak dağıldığında dişlerini birbirine sertçe geçirerek beni kendisine büyük bir güçle çekti. Beni kurtarıyor muydu? Neden beni kurtarıyordu? Biri için ateş parçalarının olduğu suya neden atlıyordu?

 

Elleri bu gece ikinci kez belime sarılırken kollarım boynunun etrafında tepkisizce sallanıyordu. Ona dokunmuyordum fakat bu onun için geçerli değildi. Uzun boyunun ve çevik bedeninin avantajıyla birkaç kulaç darbesi bizi yüzeye çıkarmıştı. Yüzümden çekilen suyla ciğerlerime dolan oksijen aynı anda gerçekleştiğinde göğsüm deli gibi bir hızla inip kalkmaya başladı. Gözlerimi sıkıca kapattım ve derince öksürürken aynı anda ağzımdan denizin tuzlu suyunu atıyordum. Az önce ölüyordum.

 

Beynime giden kan ve oksijen akışının normale dönmesiyle boynuma kadar çarpan suda yükselerek batmamaya çalıştım. Gözlerim kısa sürede etrafa çarparken kendimi bir anda adının Efrail olduğunu öğrendiğim omuzları oldukça geniş olan adamın dibinde bulmuştum. Etrafta gemiye ait büyüklü küçüklü parçaların yanan iskeletleri vardı. Tuhaf, pis bir koku yayılıyordu ve ateşi görmek beni oldukça ürkütüyordu. Denizin içinde etrafımın onlarla sarılı olması ise beni oldukça korkutmuştu. Bu yüzden onun yakınında durmaya çalışıyordum.

 

"Sizin yapacağınız işin! Bir avuç adamsınız, biriniz bile yüzme bilmez mi lan?" Kirpiklerimi kırpıştırıp su damlalarının yanaklarıma akmasını sağladım. Adam haklıydı. "Canımı emanet ettiğim adamlara bak. Suya düşsem ölmemi izleyecekler."

 

Elini kaldırıp indirdiği için suyu dalgalandırarak konuşmasa olmuyor muydu? Tam yanında çırpınır gibi suda kalmaya çalışırken üzerime doğru gelen ufak ateş parçasına can havliyle oluşturduğum ufak dalga sayesinde kurtulmuştum. Bu yüzden eline koluna hakim olsa iyi olurdu.

 

"Sen, madem yüzme bilmiyorsun, neden atlıyorsun denize?" Kafasını ve bedenini bir anda bana çevirmesi ile duraksadı. Ona bu kadar yakın olmamı beklemediği yüzünden belli olurken yüzüyor oluşumu görmesi ile gözlerinde ifade değişmişti. Kaşları çatıldı, gözü seğrir gibi oldu. Elini kaldırıp ıslak saçlarına geçirdi. Şahit olduğum bu görüntü sayesinde kendimi tuhaf hissetsemde gözlerimi asla gözlerinden çekmedim.

 

"Ruh hastası mısın?" Elini suya vurup tuzlu suyun gözüme girmesine neden olduğunda canım acısa da bunu belirten bir çığlık atmamıştım. Acı eşiğim yüksekti. Aynı şeyi sinir eşiğim için söyleyemeyecektim.

 

"Diyelim ki öyleyim, peki sen nesin? Dürzü, dığa kılıklı?" Kıpkırmızı olan gözlerimle ona son derece sinirli bakıyordum. Hayvan mıydı?

 

"Dür ne?" Kafasını korumalarına çevirip "Ne dediğini anladınız mı?" dedi.

 

"Hemen bakıyorum, Efrail bey." İçlerinden biri cebinden çıkardığı telefonuyla arama motoruna girdiğinde gözlerimi devirdim.

 

"Efrail bey, sanırım az önce size küfür etmiş." Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Cidden. Cidden etrafımı ateş parçalarının sardığı bir denizin ortasında sinir krizi geçirecektim.

 

Efrail'in kafası bana o kadar ağır bir çekimle dönmüştü ki sanki hayatında hiç küfür duymamış ilk okul çocukları gibi duruyordu. Belki de o da Şahin gibi bir kadına küfür etmeyi yakıştırmıyordu. Peki, bu benim ne kadar umurumdaydı? Cevap vermek zorunda mıydım? Hiç sanmıyordum.

 

"Seninle olan karşılaşmalarımızın boyutunun değişmesine mi güveniyorsun?" Yakın olsak da daha da yakınıma gelip oldukça tehlikeli bir atmosfer yaratarak devam etti. "Diline, ağzına sahip çık. Kiminle konuştuğunu farkında bile değilsin!"

 

Ateşin aydınlattığı yüzlerimizin geldiği hizaya dikkat kesildim. Önce sağ, daha sonra sol gözüne gözlerimi bir kez kapatıp açarak baktığımda yalnızca yüzümü inceliyordu. Dudakları denizin tuzlu suyu ile ıslandığı için oldukça kırmızı duruyordu. O kadar sert bir ifadesi vardı ki daha önce kimse de rastlamadığıma emindim. Ufaktan geri adım atacak gibi olsam da bu karakterime oldukça zıt bir hareketti.

 

"Seninle daha önce karşılaşmadım ve öyle olsa da güvendiğim şey bu olmazdı." Onu hatırladığımı sonuna kadar reddedecektim. "Ben ve benim yüksek topuklularım, biz sadece birbirimize güveniriz. Sen ve seninle karşılaşmalarımın boyutu da neymiş?" Çenemi dikleştirip ona onun bana baktığında daha sert olmasa da bir bakış attım.

 

"Ayrıca benim diliminde, ağzımında sahibi benim. Sorun emin ol söylediklerim değil, söylediğim kişidir." Bu oscarlık konuşmaya yakışır bir şekilde çıkışım olmalıydı.

 

Ve gerekeni de yapmak için yanında yüzerek uzaklaşmaya başladığımda durdum. Gözlerimi karşımdaki verandada dikilmiş bize bakan korumalarda gezdirip şansıma ve kara bahtıma içimden, daha sonra da dışımdan etmek için yeminler ettiğim küfürleri sıraladım. Sorun elbette ki onlar değildi. Sorun gördüğüm şeydi. Kafam tam sağdaki bir insan bedeni büyüklüğünde yanan gemi parçasına kaydı. Pekala, sakindim. Ben bu görüntüye sakin kalmalıydım.

 

The Atteco marka deri, sarı, diz boyu çizmelerim suyun üzerinde yanmak üzereydiler! Ayağıma küçük gelseler dahi pahalı parçalardı. Ucuz bile olsalar onlar topuklu ayakkabıydı. Her zaman ayağımın altında yerleri vardı!

 

Yavaşça arkamı döndüm. Olduğu yerde durmuş bakışlarıyla muhtemelen bedenime pek de iç açıcı olmayan işkencelerde bulunmaya başlamıştı. Tuhaf itici ve asla dişlerimin gözükmediği bir sırıtma oluştu yüzümde. Tek yaptığı, onu sinirlendirdiğim ilk anda ki gibi bana bakmak oldu.

 

"Bana oradaki çizmeleri getirebilir misin?" Parmağımın ucuyla işaret ettiğim yer dışında her yere bakarken gururuma yediremiyordum. Az önce havalı bir çıkış yapıyordum, sözde. Peh!

 

Bakışları deri eldivenimden damlayan suya ardından işaret ettiğim yere döndü. Botların içi su almaya devam ederse ya batardı, yada batmazsa dibinde yanan gemi parçası ile küle dönerdi. Ne olur, botlarımı alsındı!

 

"Eminim sen ve senin yüksek topukluların birbirinize güvenerek başınızın çaresine bakacaksınızdır." Attığı kulaç darbeleri ile yanımdan geçerken dudaklarım aralayıp şaşkınlıkla birkaç saniye duraksamıştım. Saçmalıyordu. Tamam, belki de saçmalamıyordu. Ah neyse, neydi!

 

Suya girmek için kalkan kolunu sıkıca yakalayıp onun ilerlemesini durdurmaya çalıştım. Sonucunda suyun içine bir kez girsem de sorun değildi. Kolunu kaldırması ile geri su yüzüne çıkmıştım sonuçta.

 

Boğulur gibi nefes alıp iki kez öksürdüm. Sinirimi söyleyerek belli edemeyeceğim için ağzımda ki suyu öksürürken omuzu ve boynu arasında ki bir yere püskürtüp durdum. Bana olan sinir kat sayısının arttığını içeriye çöken yanak ve kasılan çenesinden anlıyordum.

 

"Ne yapıyorsun?" Resmen yüzüme doğru hırlamıştı. Oşt, köpek dememek için kendimi son derece zor tutuyordum.

 

"Bak, cidden şu an yardım etmelisin." Kolunu sertçe çekip temasımızı kesmesi bile beni durdurmamıştı. Alt dudağımı ısırıp tekrar konuşmaya devam ettim. "Bak, az önceki konuşmaları unutalım, lütfen. Sadece botlarımı ateşin yakınından uzaklaştır yeterli. Ben gidemiyorum oraya."

 

Gururum, Allah sahibini belasını ve cezasını veriyor merak etme, kanın yerde kalmıyor.

 

"Gidemiyorsan, demek ki gitmemen gerekiyor. Oyalanma, çık sudan." Topuklu ayakkabı denen illet benim zayıf noktamdı işte, niye anlamıyordu? Yanımdan tekrar geçmek için hamle yaptığında, bu kez koluna resmen bir kuala gibi asılmıştım.

 

Gururum, Allah sahibini kahrı perişan, rezil rüsva ediyor. Gözün açık gitmesin sakın. Kan man kalmadı yerde.

 

"Ya ölür müsün, bir yerin mi eksilir alsan?" Resmen yüzüne doğru çemkirmiştim. Yüzünü buruşturup kolunu sallayarak benden kurtulmaya çalıştı. Bana tahammül edemediğini anlamak zor değildi.

 

"Bana bak, yerden bitme, sera ay çiçeği." Sesi oldukça tehlikeli çıkmıştı. Duraksadım. Zihnim yıllar öncesine hızlı bir geçiş yaptığında gözlerimi bir kez kapatıp açtım ve dediğini yapıp gözlerimi kaldırarak oldukça koyu olan kahverengi gözlerine baktım. Bir anda bu kadar uysal olamam, onu şaşırtmış gibi gözleri ay çiçeği diye atıfta bulunduğu sarı gözlerimde dolaştı. Belki de şaşkınlığı, tavrımın yanı sıra bu kadar açık renkli gözlerimeydi.

 

"Her neyse, bakma." Yutkunup arkamda bir noktaya baktı. "Biraz daha çocukça davranmaya devam edersen, çıkacağımız bir kara bile olmayacak. Buradan gitmeliyiz." Gözleri tekrar beni buldu. "Yada istersen kalada bilirsin burada."

 

"Bana gökyüzünün ışıklarını yakacaklarını söyledin! Bir geminin patlayacağını bilseydim yanında durur muydum? Asla. Şimdi benim tavırlarımı çekmek zorundasın!" Sözde havai fişek gösterisi olacaktı. Canıma tak etmişti, yeterdi. Uysallık falan bu kadardı. Kimsenin bana üstünlük taslamasına katlanacak değildim. Yerden bitme, sera ay çiçeğiymiş. Alsın o çiçekleri kilim, pardon İklim denen kadına versindi.

 

"Bana bak, dümbük! Ya gider botlarımı alırsın, ya da..."

 

"Efrail bey, sanırım size yine küfür ediyor." Kafamı arkama çevirip konuşan korumaya ters ters baktım.

 

"Kurulu oyuncak mısın be adam, bir sus! Evet, ağzımdan çıkan tüm tuhaf kelimeler küfür! Aferim, koruma olarak görevini mükemmel bir şekilde icra ediyorsun." O kadar sesli bağırmıştım ki sesim resmen boşlukta yankı yapmıştı. Benim sahte ve eski olması için neredeyse yemin edeceğim nişanlım, umarım hayatında bir kez doğru hareket edip sesimi duyar ve beni burada bulurdu.

 

Tam şu an kafam arkama dönükken çenemin altına dayanmış silah, bu kez de ateşlenmezse beni bulurdu. Kafamı ona doğru yavaşça çevirdim. Silahta derimde kayarak boynumda durdu. Bakışlarımız, iki düşman tarafın sınırlarını ihlal ettiği gibi iç içe geçti. Sabrı tükenmişti.

 

"Sen, öldüğünde göreceğin son yüzün ben olmamı istiyorsun." Silahtan akan su damlaları denizin yüzeyine dökülürken, ıslak ve tuzdan yanıp kızaran yüzüne baktım. "Dünya iyisi bir adam olduğumu düşünüyorsan yanılıyorsun. Sınırlarımı zorlamayı kes. Hiç bir zaman sabırlı ve sakin bir adam olmadım."

 

"Bunu yapar mısın?" Sesimde ve ifademde olan değişimi artık kontrol etmeyi bırakmıştım. Yüzüme yapıştırdığım etiketin kalktığını hissediyordum. "Beni öldürebilir misin? Bunu senden ben istesem, yapar mısın?" İfrayı gömdüğüm toprağın ıslanmaya başladığını hissediyordum. Ağlıyordu. İfra içimde bir yerde, onu öldürdüğüm toprakta göz yaşları döküyordu.

 

Silahın baskısı boynumdan çekilir gibi olduğunda, onun gözlerinden geçen duyguları gördüm. Sert ve ifadesiz olsa bile, o kısacık anda ne hissettiğini, neye afalladığını anlamıştım.

 

"Senden o gece için bir teşekkür istersem, bu kez silahı kafama değil, kalbime yaslamalısın." Eldivenin altında buz tutan parmaklarımı silaha sarılı eline yasladım ve kalbimin üzerine doğru metal baskıyı arttırarak kaydırdım. "Kafamda beni öldürecek hiçbir şey kalmadı." Çünkü kalbimde, uzun zaman önce öldürdüğüm çocukluğum ile yansımamıza bakarak kafamın içindeki tüm anıların ölüşünü izledik.

 

Aramızda geçen sessizlik, ellerini boynumuza dolayıp bizi boğmak ister gibi sıkıştırdığında, göğsümdeki baskıyı kaldırdı. Fazla ileri gitmiştim. Ona beni göreceği bir pencere açtığımı fark ettiğimde kendime gelip suda geriye doğru çekildim.

 

"Küçük bir an," silahıyla beni işaret edip devam etti. Alnında ki yaranın kanı dursa da tuzlu sudan yanıyor olmalıydı. "O küçük anda gerçekten hiçbir şey hatırlamadığını düşündüm." Benim onu bir düşünceye inandırmış olmamın ihtimaliyle konuşuyordu. Demek ki böyle bir adamı bile kandırabilecek kadar kabuğumu sağlam dikmiştim.

 

"The Atteco deri çizmelerimi almadan çıkarsan sudan, ilk işim bir polise gidip seni şikayet etmek olacak." Dediğimi yapmayacağını, bana olan bakışlarından anlıyordum. Asla benim dediğim herhangi bir şeyi yapacak adam değildi. Bu yüzden son kozumu kullandım.

 

"O geceye ait elimdeki kamera görüntüleri, senin bir hırsız olduğunu kanıtlayacak netlikte. Değerli bir eşyamın çalındığını memurlara söylemem yeterli olacaktır." Arkamı dönmeden ona son kez baktım ve asla samimi olmayan ve dişlerimin gözükmediği itici bir gülümseme gönderdim. "Bu yüzden, lütfen çizmelerimi bana getirir misin, ne üdüğü belirsiz silahlı dümbük adam." At kuyruğu yaptığım saçımın ucunu omuzundan arkaya savurup sırtımı ona döndüm ve yüzerek veranda korkuluklarına yaklaştım.

 

Tek bir harekette daha bulunmadan bekledim. Tam tepemde dikilen korumalar, yüzüme hatta olduğum yere yani aşağıya dahi bakmadan arkama bakıyorlardı. Neden kimse nezaket nedir bilmiyordu?

 

"Atlama eylemini gerçekleştirip tırmanma tenezzülünde bulunmuyor oluşun nereden geliyor?" Az önce ettiğim tehditten asla etkilenmiş gibi değildi. Kafamı yalnızca omuzuma doğru çevirip ona kısa bir bakış attım. Cevabım oldukça belliydi.

 

"Hanımefendiliğimden?" Dedim, sorar gibi. Kör olabilir miydi? Bahse varım ki yanında barbi bebek gibi dolaştırdığı kilim, pardon iklimden daha hanımefendi kişiliğim vardı.

 

Yukarıdan duyduğum gülme sesleriyle beni dalgaya alan ekibe öyle bir bakış attım ki, fantastik bir karakter olsam şimdi onları zaman ve mekândan silebilirdim. Tek gülmeyen başından beri benim küfür telaffuzlarımı yapan adamdı. Eksisi artısından çok olsa da bir miktar sempatimi kazanmıştı.

 

"Kırın." Neyi? Diye sorgulayamadan denizin üzerine dökülen verandanın korkuluklarına baktım. Kafam olay akışını kavramak için çalışmaya devam ederken, belimin iki tarafına sıkıca kenetlenen eller beni tek hamlede ters çevirerek kırılan veranda korkuluklarının zeminine oturttu. Parmaklarımı yükselmenin verdiği dengesizlikle beni kaldıran Efrail'in omuzlarına sıkıca sardım.

 

Ben söylemeden kafamdaki şeyi yapmış olmasının şaşkınlığını yaşıyordum. Hayatımda benim uyarmalarımla yaşayan eski nişanlım olmasını dilediğim bir adam varken, bu çok normal bir şaşkınlıktı. Ellerimi omuzlarından çekip tuhaf bir ifadeyle etrafıma baktım. Bu hayatta pek afallayan biri değildim.

 

"Çizmelerim." Kafamın içindeki sesleri dağıtmak için ilk düşünceye sarılıp kaldım. Gözlerim daha fazla kaçıramayacağım o adamın gözlerine bu gece isteyerek kaçıncı kez dönmüştü bilmiyordum. Elinde tuttuğu çizmelerimi görünce derin bir nefes verdim. İkizlerim ve ben ucuz yırtmıştık.

 

Bakışlarım tekrar Efraile düştüğünde, yüzünde ki ifadenin sarsılan görüntüsünü anlamaya çalıştım. O ise suyun kalçalarıma kadar sıyırdığı eteğimin uçlarını tutup bacaklarıma doğru çekiştirmişti.

 

Kalçalarıma kadar! Sıyrılan eteğim! Bacaklarım! Adam, ona verdiğim görsel şölenin üzerini örtüyordu. En azından neye bakmaması gerektiğini biliyordu. Belki de baktığı şeyi beğenmemişti. Pardon? Ne münasebetti? Benim bacaklarım kuru iki dal olamadığı için gayet seyirlik zevki vardı. Bir saniye, aklımın benimle derdi neydi?

 

Beni hiç zorlanmadan çıkardığı yere kendisi de aynı kolaylıkla çıkacakken, elimi ona uzattım. Bir elime, bir de yüzüme bakıp hiçbir şekilde bana temas etmeden tek bir hareketle yukarıya çıktı. Üzerinden dökülen suları bana sıçratarak doğruldu. Dudaklarımı aralayıp "Hah." diye nefes verir gibi bir ses çıkardım.

 

"Elimi çizmelerimi almak için uzattığımın farkındasındır umarım." Çıplak ayaklarımı ıslak zemine basıp ayağa kalktım. Yüzümü ona doğru döndüğümde etrafın yandığını fark etmem bir oldu. Titrek bir nefes verip titremeye başlayan bedenime ellerimi sardım. Oraya doğru bakmamaya çalıştım. Bu yangın hangi ara bu kadar harlanmıştı?

 

"Efendim, bu taraftan çıkmalıyız. Birazdan yangında dumanlarda her yeri saracaktır." Evet, daha haklı ve mantıklı bir cümle kurulamazdı. Ne demişti ilk geldiğinde? İnsan koridoru. Neredeydi bu koridor?

 

Beni olduğum yerde bırakıp arkasını dönen ekibe gözlerimi kısıp baka kaldım. Sanırım ilgi ve alaka buraya kadardı. Efrail, etrafını saran kalabalık ile ileriye doğru yürümeye başladığında son derece ıslak ve titreyen çenemle çıkan yangının tersine yüzümü çevirip peşinden koşar gibi adımlamaya başladım.

 

Restoranın içerisine girdiğimizde her yer birbirine girmiş masalar devrilmiş halde dağınık duruyordu. Hiç kimse yoktu. Dışarıdan gelen seslere bakılırsa herkes orada olmalıydı. Kaçıp gitmiyor oluşları da ayrı bir ironiydi.

 

Masaların arasından onları takip ederek yürümeye devam ettiğimde iki ayağımda da hissettiğim ve aynı anda vuran keskin acı ile ses çıkarmadan alt dudağımı sertçe ısırıp titrek birkaç nefes aldım. Gözlerim yerde savrulan cam kırıklarına düştü. Acı gözlerimi dolduracak kadar keskindi. Yutkunup önce sağ, daha sonra da sol ayağıma saplanan iki camı da çekip çıkardım.

 

Kesilen ayak sesleri ile duruşumu dikleştirip kafamı kaldırdım. Önümdeki kalabalık takım elbiseli ekip, durmuş sırtları bana dönük dikiliyordu. Biri hariç. Kafasını çevirip bana dönen adamın gözleri önce ayaklarımda durdu. Camları fark ettiği için ayaklarıma bakıyor olması yüzde kaçtı? Ah, hadi ama erkekler asla böyle varlıklar değildi.

 

Öyle varlıklar olsalar bile ben kimseye, öyle olmaları gereken tavizi vermezdim. Ben, ben istersem düşünülür, yine ben istersem düşündürtürdüm. Şu an karşımda ki yabancının beni düşünmesine ihtiyacım yoktu.

 

Omuzlarımı dikleştirip kanayan ayaklarımı umursamadan yürümeye devam ettim. Cam kırıklarını basmamaya dikkat ederek ilerlerken malesef bazı adımlarım camların üzerine denk geliyordu. Önümde ki kalabalığın arkasına vardığımda gözlerimi devirip elim ile onları sağa sola ittirmeye çalıştım. Mübarekler tank metalden yapılmıştı sanki hareket etmiyorlardı.

 

"Kardeşim kör müsünüz yeşil ışık yandı yeşil!" Elim ile havayı işaret ettiğimde hepsinin bakışları elimin işaret ettiği yere kalktı. Efrail hariç, o yüzüme bakıyordu. Gerçekten elimin gösterdiği yerde bir trafik lambası arıyor oluşları kafalarının sadece bedenlerini kasa çevirmek içi çalıştığından olabilir miydi?

 

"Aferin, hayal dünyanızda gördüğünüz protein tozu yerine trafik lambasına odaklanın ve gaza basın bakayım. Marş marş ayaklarınız çalışsın biraz." Sürekli kol ve göğüs kasları çalıştığı için üçgen duran adamlara ters ters baktım. Onlar ise ilerlemek yerine yanımda duran Efraile bakıp yalnızca iki tarafa doğru açılmışlardı. Bana yol veriyorlardı. Demek yola gelmeleri için sahiplerinden emir alıyorlardı. Ne pis yollu adamlardı.

 

Omuzlarımı dikleştirip kanayan ayaklarımı umursamadan yürümeye devam ettim. Onlar ise arkamdan moda defilelerinden çıkmış, podyumda boy gösteriyor gibi beni takip ediyorlardı. Bu haksızlıktı. Ben ıslak ve kirlenmiştim. Efrail de ıslaktı ama adamın aurasından mıdır, mizacından mıdır o halde olması bile yakışıyordu. Böyle düşündüğüm için kendimden nefret ediyordum. Ama en çok gururum benden nefret ediyor olabilirdi.

 

Restoranın çıkışına geldiğimde dışarıdaki kalabalığın bir parçası olan kameraman ve muhabirlere baktım. Keşke şu an yer yarılsa da ben içine girseydim modundaydım. Yine de duruşumdan taviz vermeden restoranın geniş merdiven basamaklarına ilk adımı attım. Olur da beni fark ederlerse ifademden ödün vermeden ilerlemeliydim.

 

Gözlerim alışkanlık haline geldiği için Şahini aramaya başladı. Yoktu. Aşağılık adamın tekiydi. Beni bekleyecek, merak edecek kadar da mı düşünmüyordu?

 

Omuzlarımı düşürmeden yürümeye devam ettim. Ayaklarımın hizasında gördüğüm pahalı ayakkabıların sahibini tahmin etmek zor değildi. Aynı anda merdivenlerden iniyorduk. Ona gözümün ucuyla dahi bakmadan bütün ciddiyetim ile merdivenleri inmeye devam ettim.

 

Kameraların açılmış flaşlarının yönleri İklim Kumruya çevrilmiş olmasının beni bu denli mutlu edeceğini tahmin etmezdim. En azından bu halde görüntü vermeyecektim. İklime bir kez daha bakıp önüme döndüm. Aslında o kadın ile kişisel bir problemim yoktu. Fakat bana içeride aşağılanmış hissettirdiği için nefretimin odağı olmuştu. Bu nefretin uzun süreceğini düşünmüyordum. Kendisini çok tanımadığım gibi tekrar karşılaşmayacağım için bu gece bu duygu son bulacaktı.

 

Son basamağı da indiğimde Efrail de benim gibi durmuştu. Bedenimi tamamen ona doğru çevirdim. Alnında ki, saç bitiminden başlayan yara oldukça kızarmış ve şişmeye başlamıştı. Gözleri yüzümde, en çok da gözlerimde dolaşıp durdu.

 

"Birbirimize veda cümleleri kuracak değiliz. Yüzüme daha önce türüne rastlamadığın bir canlıymışım gibi bakmayı kes."dedim. Elimi ona uzattım. Tabii ki de elimi ona el sıkışmak için uzatmamıştım. "Şimdi, ikizlerimi ver." Çizmelerimi kast ediyordum.

 

Kaşlarını çatıp neyden bahsettiğimi anlamaya çalıştı. İfadesi başka zaman olsa beni güldürebilirdi. O kadar ciddi düşünüyordu ki kesinlikle dikkat çeken bir yüzü olduğunu vurgulayan bir duruş sergiliyordu.

 

Neydi bu erkeklerin kaşları çatılıp sert dururken büründükleri yakışıklılığın temeli? Ona karşı nefret, kin, öfke olumsuz tüm duyguları hissediyor olabilirdim. Fakat kör değildim.Adam yakışıklıydı, görüyordum.

 

Uzanıp elinden çizmelerimi çekip aldım. Ters çevirip içindeki suyu dökerken ayağıma giymek için oldukça dengeli bir duruşla ikizlerin önce sağını, daha sonra da solunu giyindim. Kanayan ayaklarımın zeminde bıraktığı kan izlerine ters ters bakıp kafamı kaldırdım.

 

"Sizi bilmem ama beni korkuttuğu kesin." Topukluyu tek seferde dengemi kaybetmeden giyindiğim için kurduğu bir cümle olduğunu anlıyordum ve bu yüzü tanıyordum. Daha önce görmüşsem unutmazdım. Benim ve benim zihnimin gereksiz depolama genişliğiyle alakalı bir sorundu bu. Konuşan Tuncay'dı. Efrail'in yaralı bir şekilde evime girdikten sonra onu almaya gelen iki adamdan kabanlı olanıydı. Deri ceket giyinen eleman şu an görünürde yoktu.

 

Tuncayın üerindeki takımın ceketinin olmayışı dikkatimi çekmişti. Daha sonra gözlerim muhabirlerin sorularını yanıtlayan İklime döndü. Üzerinde ki ceket Tuncaya ait olmalıydı. Islanmadığı halde gördüğü muamele tuhafıma gitmişti. İçimde anlam veremediğim bir sinirle Tuncay'a ters ters baktım. Ben onların patronunu kurtaran o kişiydim. Asıl benim bu şekilde muamele görmeye hakkım vardı.

 

"Ödeştik." Kafamı çevirip benimle konuşan adama baktım. Saçlarından hala yüzüne ardından boynuna doğru su taneleri akıyordu. "Sen benim hayatımı, ben de senin hayatını artı çizmelerini kurtardım." Sesi kalın olduğu için ekstra net çıkmıştı.

 

"İkizlerimi." diyerek onu düzelttim. Tuzlu suyun yakmaya devam ettiği gözlerimle ona kısık gözlerle baktım.

 

"Aramızda alacak verecek dengesi sağlandı. Bir daha karşı karşıya gelsek bile..." Tek yaptığım konuşmasının devamını dinlememek için yürümek oldu. Onların cephesinde keskin bir sessizlik oluştu.

 

"O, az önce... Gidiyor." Tuncay'ın tuhaf bir ses tonuyla kurmaya çalıştığı cümleyi duyuyordum. Dik bakışlı ve sert duruşlu bir adamdı. Bu simayla özellikle de gülüyor oluşu tuhaftı. Daha önce onlara benim gibi davranan biri ile karşılaşmadıklarını anlamam zor değildi. Ayaklarım beni arkamda muhtemelen afallamış bir ifadeyle bıraktığım adamdan uzaklaştırırken gördüğüm arabaya doğru adımlamaya devam ettim.

 

Siyah Volvo marka aracın plakası ezberimdeydi. Kontağı kapalı ve etrafı siyah filim ile kapalıydı. İçi gözükmese de yolcu koltuğunda oturanın kim olduğunu biliyordum. Kalp atışlarım göğsüme sertçe vurmaya başladığında tüm bedenim olduğumu gibi buz kesmişti.

 

Kanayıp, acımaya devam eden ayaklarımın üzerine daha sert bastım. Ayakkabının tabanındaki sıvının ayağımdaki balçıklı yapışkanlığını hissediyordum. Kameramanların arkasından geçtim. İklim hala konuşuyor ve içeride ne olduğunu korku içinde anlatıyordu. Göz göze geldik. Onun harelerinde dolaşan ifade benimle ilk defa göz göze gelmediğini ima eder gibi dalgalandı. Umarım sevgilisiyle fingirdeştiğimi falan düşünüp ucuzca bir harekette bulunmazdı.

 

Onun kadar yüzüm tanınmazdı. İsmim bilinse dahi kendimi göstermek hiçbir zaman sıkça kullandığım bir hareket değildi. İklimin bakışlarını takip eden birkaç muhabir bana baksalar da tekrar önüne dönüp mikrofonu ona uzatmaya devam etmişlerdi. Göz devirip restoranın klas ve lüks duran bahçesinden çıktım.

 

Sırtımda hissettiğim gözlerin sahibinin gerginliğiyle ilerlerken aracın önünde durdum. İçeriye dair en ufak bir siluet dahi görünmeyen cama bakarken arka koltuğun kapısı tok bir ses ile açıldı. Bu arabaya bin demekti. Botlarımın sivri topukları bozuk taş zemini sertçe döverken açık kapının yanına vardım ve kulpuna tutundum. Geçebileceğim genişlikte açtığım kapıdan içeriye girip pahalı aracın deri koltuğuna oturup kapıyı yavaşça kapattım.

 

Ellerimi bacaklarımın üzerinde birbirine geçirip kafamı kaldırmadan beklemeye başladım. Sessizliğin içinde büyüttüğü korku, kalbimdeki damarların kasılmasına neden oluyordu. Göğsüm titreyerek inip kalkarken sağ kolumdaki yangının sızlayarak kendini belli etmesi gözlerimi sıkıca kapatmamı sağlamıştı. Şimdi değildi, şimdi acıya ihtiyacım yoktu.

 

Çeneme dokunan sıcak parmaklar ile gözlerime kadar titrediğimi hissettim. Bu his, bu duygu her defasında gözlerimi dolmasına neden oluyordu. Kafamı sol tarafıma çevirerek yanımda oturan adama baktım.

 

Asım Kadıoğlu.

 

Eski Hava Orgeneral'i Asım Kadıoğlu.

 

En son yedi yaşında doğum günümü kutlamak için evden birlikte ayrıldığım Asım Kadıoğlu.

 

Babam...

 

 

 

 

12:05:2024 02:43

 

 

Loading...
0%