Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8.§V🕯

@visnelicorek

 

Oylama ve yorum sayısı benim için çok önemli. Lütfen bir tanede olsa yorum bırakın ve yıldıza dokunun. Bana eski tempomuzu geri verin 🤍

 

§V🕯

 

İғʀᴀ Mᴇᴠᴅᴀ Siᴠᴀ̂ʀi

Parmaklarım lamba anahtarına ulaşıp ışığı yaktığında karanlık görüşüm aydınlandı. Bulanık görüntü netleşti ve zihnim gördüklerimi algılamaya çalıştı. Salonumda ki her şey darmadağın olmuştu. Ahşap dolapların içinde ki tüm eşyalarım yerdeydi. Parkenin üzerine saçılan dergileri, ip ve kumaş rulolarına baktım. Duvarımda asılı, özel imzalı tablonun yarıklar halindeki yamuk görüntüsü sertçe yutkunmama neden oldu. Kolu kırılmış, kumaşı derin çizikler halinde yırtık, içinde ki pamukların dışarıya çıkarıldığı sarı koltuğumu gördüğüm an yer ayaklarımın altından kayacak zannettim. Kafamda ki baskı arttığında sertçe yutkunarak bekledim.

 

Bunu yapan kimdi? Efrail miydi? Yada bu sabah gözünü sigara izmariti ile yakmaya çalıştığım İlkerin adamları olabilir miydi?

 

"Sakın, arkanı dönme." Duyduğum ses ile hareketlenmek için kalkan ayağımı yavaşça indirdim. "Kafanı dahi çevirip bakarsan beynini dağıtırım." Parmaklarım ile sıkıca tuttuğum çanta kulpum avucumun içinde ezildi. Daha önce duymadığım bir sesti. Aklımda ki ilk ihtimal Efrail iken duyduğum ses ile bu tezim çürümüştü. Belkide onun gönderdiği birileri olabilirdi.

 

Etrafıma bir kez daha baktım. Ev oldukça dağılmıştı. Belkide hırsızlardı. Sonuçta oldukça zengin insanların oturacağı bir muhitte konaklıyordum. Ve bu evlere sahip olan bir çok insan yurt dışında yaşadığı için evlerin çoğu boştu.

 

Arkamda dalgalanan ayak seslerini işittiğimde tek kişi olmadığını anlamıştım. Güldüm. Dudaklarımdan dökülen kıkırtı adamın kulağına ulaştığında ensemdeki silah daha da baskı kazanmıştı. Korkumu gizlemek, ellerine koz vermemek için ne gerekiyorsa onu yapacaktım.

 

"Hırsızlar işlerini ses çıkarmadan hallediyor sanıyordum." Darmaduman olan evime baktım. Buraya çalmaya geldiklerinden emin olmak için devam ettim. "Beceriksizler." üstüne bastırarak konuştum. Bu kadar cesur davranmam ne kadar doğruydu bilmiyordum ama onlardan korktuğumu düşünsünler asla istemiyordum.

 

"Beceriksiz öyle mi?" İnkar etmemişti. Hırsız olmadıklarına dair tek bir inkarda dahi bulunmamıştı. Arkamda ki adamın nefesi boynuma çarptığında çıkardığı ayak sesi ile bana yaklaştığını anlamak zor değildi.

 

"Evet, ev sahibine yakalanan beceriksiz bir hırsızsın." Eli yukarıdan bağladığım saçlarıma tutununca kafam geriye doğru sertçe çekildi. Canım yandı, bağırmak istedim ama sesimi çıkarmadım. Acı veren hamlesi saçlarıma sıkıca doladığım tokanın şiddetle kopmasına neden olduğunda arkamdan çenemi kavrayıp sıktı.

 

"Kafanda bir delik açabilme ihtimalim var ama sen inatla korkmuyorum rolu kesiyorsun." Silah tutan eli karnımın üzerinden geçip beni kendisine yasladığında hissettiğim bedeni ile ondan uzaklaşmaya çalıştım. Gücüm ona yetmediği için direnişime iğrenç bir sesle gülüp silahın namlusunu karnıma bastırarak beni tamamen göğsüne doğru yasladı. Bir hırsız neden silah taşırdı?

 

"Bana yaslıyken hareket etmen ne hoş." Boynumun derisinde hissettiğim kumaş ile derin bir nefes alması aynı saniyede gerçekleşmişti. Muhtemelen yüzünde bir maske vardı. Bu hareketi ile ruhuma kadar titrediğimi hissederken parmak uçlarıma kadar kesilen kan akışı ile göğsüm derince inip kalktı. Tam o anda midemden ağzıma kadar gelen safra tadını hissettim.

 

"Hmm," Çenemi dahada havalandırıp kafamı kaldırdığında bu kez iğrenç burnunu saç derimde hissettim. Kollarımı kıstırtarak karnıma dayadığı silaha kendimi dahada bastırıp ondan uzaklaşmak için çabaladım. Ellerimi kurtaramadığım her saniye mide öz suyumun ağzıma geldiğini hissediyordum. Tiksinti duygusu ile kusmama az kalmıştı. Şuan evi soymak yerine beni taciz ediyordu.

 

"Neyi çalmak istiyorsanız alıp gidin. Sizi fark etmemiş gibi yapacağım." Karnıma sardığı kolu gevşeyip genzinden gelen kahkaha sesi ile salonumu inlettiğinde göğsümde ki panik kalbime sancıyarak vurdu. Onlara karşı tektim.

 

"Duydunuz mu? Bu fıstık bizi görmemiş gibi yapacakmış." Hasta bir istek ile kafasını boynumdan geçirerek çenesini omuza yasladı. Tenime temas eden çenesi sanki değdiği yere kirini bulaştırmış gibi irkildim. "Tam burada, bu iki merdivenin bittiği yerde senin eve gelmeni bekledim. Neden biliyor musun?" Çenemdeki parmakları yanağıma iyice gömüldü. Derime batan parmakları dış etlerimi acıtıyordu. "Çünkü senin yerini söylemen gereken bir şey var."

 

"Benden ne istiyorsun?" Kolumu yavaşça onun esaretinden çıkarmaya çalışırken kafasını omuzumda çevirdi ve burnunu yanağıma yasladı. Tiksinti dolu bir soluk bırakırken dizlerimin bağının çözüleceğini hissettim.

 

"Senden bizi ölümsüz kılmanı istiyoruz." Bedenini kalçama doğru yasladığında hissettigim şey ile gözlerim irice açıldı. Kurduğu, kafamı karıştıran cümleyi işitmeyi bırak anlayamayacak kadar taciz altında kalmıştım. Kaşlarım oldukça çatıldığında ayaklarımın üzerine daha sert bastım. İğrenç nefesi kulağıma doluyorken kafamı yüzüne çevirdim. Yüzünün belli bir yerleri maskeyle gizliydi. Bana kendisini bastırırken dudaklarında beliren iğrenç gülümsemeye baktım. Kirpiklerimi bir kez kapatıp açtıktan sonra dudaklarımı aralayıp yüzüne doğru tükürdüm. Gözlerine isabet eden ıslaklık ile ürkütücü bir soğuklukla gözlerime baktı. Elimden gelse yüzüne kusardım.

 

Karnımda duran kolunu gevşettiği andan beri yavaşça çıkardığım elimi göğsüme doğru kaldırdım. Çenemde ki elini tutup kendimden uzaklaştırmaya çalıştığımda panik içerisinde olsam da kendimden emindim. Elimi yüzümde ki eline daha sert sarıp tırnaklarımı derisine tüm gücüm ile sapladım.

 

"Sikeyim!" İnleyerek elini çenemden çekti. Acının verdiği asabilik ile beni kafamdan ittirerek öne doğru sendelenmeme neden oldu. Topuklarım sürtündüğü parkede rahatsız edici sesler çıkartarak beni devirdiğinde dizlerimin üzerine düştüm. Belime saplanan acının artması ile gözlerim şok ile aralandı. Belimde ki bu acının kaynağını hala anlayamamıştım. Bu kez alt dudağımı ses çıkarmamak için dişleyip kanattım.

 

"Maskelerinizi takın. Bu iş bitene kadar benim dışımda kimse konuşmayacak, hareket etmeyecek!" Saçlarım düştüğüm yerde yüzümü kapladığında düşen çantamın içindeki eşyalarım yere saçıldığını gördüm. Telefonumda dahil herşey uzanamayacağım kadar uzağıma düşmüştü. Nihle çoktan gitmiş olmalıydı. Saçlarımı yüzümden çekip camdan yansıyan bahçeye baktım. Bahçe kapısından çıkıp bu psikopatlardan kurtulabilirdim.

 

"Ayağa kalk." Ellerimi parkeden ses gelecek şekilde sürterek yumruk haline getirdim. Üstünlüğün bir başkasında olmasından nefret ediyrodum. Sertçe adımlayarak yanıma geldiğinde üzerimde ki gömleği tutup beni hareket ettirmeye çalıştı.

 

"Sana ayağa kalk dedim!" Boğazından gelen sesi tüm duvarlarda yankılanırken, tuttuğu gömleğimin yakasını dahada çekiştirip yırttı. "Hadi! Bana itaat etmekten başka ne yapabilirsin? Ayağa kalk, hemen!" Açılan omuzum ve gözüken çamaşırım ile gözlerimi sıkıca kapattım. Bunu yapabilirdim. Ben kendi başının çaresine her zaman bakabilen bir kızdım.

 

Yüzünde sadece gözlerini gösteren maskeli adam elinde kalan kumaş parçasına bakarken; tek bir saniye daha düşünmeye vaktim yoktu. Kalçamın üzerinde yan dönerek dizlerimin üzerine çıktım ve ayağımı kaldırıp ayakkabımın sivri topuğunu bacağına saplayacak kadar sertçe geçirdim. Ayağımı kendime doğru çektiğimde derisinden çıkan topuğumun ardından ileriye sıçrayan kana baktım. Acı ile Kendisini yana doğru attığında devrilen ahşap sehpanın kıymıklar halinde kırılan parçasının üzerine düştü. Bu görüntü ile bir kez yutkundum. Kan gelen bacağını tutarak genzinden gelen gürültüyle bağırıyordu.

 

"Amını siktiğimin kevaşesi!" Acı içinde haykırması ve ellerini üzerimden çekmesi ile topuklarımın üzerinde yükseldim. O an belimde ki ağrı beni iki büklüm yapmaya yeterdi ama dik durmaya devam ettim. Başarabilirdim.

 

"Senin bana doğru yürüyen ayaklarına tamda böyle koyarım tacizci orospu çocuğu!" Göğsüm deli gibi inip kalkarken sinriden gözlerim dolmuştu. Ellerim, ayaklarım titriyordu neyin içine düşmüştüm bilmiyordum.

 

"Seni sikeceğim...Seni.... Ah!.... Amın parçalanana kadar sikeceğim!" Ona titreyen elimi kaldırarak orta parmağımı gösterdim ve gözlerimi yerde bacağını tutarak acı içinde kafasını yere vuran adamdan çektim. En son gördüğüm şey bacağına giren odun parçasının ucunu tuttuğuydu.

 

Gözlerim hızla ortamı taradı. Yerdeki adam dışında üç kişi daha hızla görüş alanıma girdi. Biri dış kapıya yakın, ikincisi üst katın merdivenlerinin önündeydi. Diğerine bakmak için kafamı sağ tarafıma çevirdiğimde ise çoktan ucu sivri metal boynuma dayanmıştı. Diğerleri bana doğru hareket edecekken boynumda ki bıçağı görüp sessizce yerlerinde kalmaya devam ettiler.

 

Sertçe yutkundum. Gözlerimi yüzüne çevirdiğimde suratını kaplayan maskede tek görünen şey gözleriydi. Burnuma dolan tuhaf yağ kokusu ile yüzümü buruşturarak adama bakmayı sürdürdüm.

 

"Mücevherlerin nerede?" Gerçekten hırsızlık yapmaya gelmiş olmalıydılar diye düşünürken duyduğum tını ile bir süreliğine durdum. Sıkça aldığım nefesler ile göğsüm yükselip inerken ona yandan bakmaya devam ettim. Zihnimde ki bant geriye doğru hızla döndüğünde kafamdaki sesleri birbirine girdi. Emin olmamakla birlikte bu sesi duymuş olma ihtimalimi düşünüyordum. Durgunluğumu fark ettiğinde mideme yediğim yumruk ile sendelenerek geriye doğru ellerimin üzerine düştüm. Kafamın arkasını yere devrilen konsola çarptığımda görüşüm bulanıklaştı. Dudaklarımın arasından alıp bıraktığım soluk ile gözlerim geriye doğru kayarken son anda kendimi tuttum. Kulaklarımda müthiş bir çınlama ile sıkıca tutunduğum dünya dönmeye başladı.

 

"Aile yadigarı olan eşyaların, takılarının yerini söyle!" Karnımda ki acı, kafamdaki uğultuyla birleşince gözlerim karardı. Biri yakalarıma yapışıp beni yukarıya doğru kaldırmaya çalışınca yırtılmaya devam eden giysimin sesini duydum. "Söyle!" Bağırıyordu, beni sarsıyordu. Burnumun dibine kadar girdiğin de daha yoğun aldığım kokuyu beynim otomatikmen analiz etmeye başladığın da çeneme sarılan eller bu kez sıkılaşarak dudaklarımı kanatmaya başlamıştı. Verdiğim tek tepki kısık gözlerimle kendime gelmeye çalışmaktı.

 

Hırsız olduklarını anlamıştım. İstedikleri tek şey takılarımdı. Şuan güçsüz bir konumdaydım. Onlara karşı tektim. Kafamı vurmasaydım belki yerde hala inleyip acısını küfür ederek belli eden adama attığım tekmenin fazlasını ona yapabilirdim. Kendimi her zaman kurtaracak kadar gücüm olurdu. Fakat görüşüm bulanık, zihnim durgun ve bedenim aldığı darbelerden dolayı oldukça güçsüzdü. Şuan tek çıkış yolu onlara istediğini vermekti. Titreyen elimi kaldırıp yalnzıca üst katı işaret ettim.

 

Bir eliyle saçlarımı tutup yukarıya doğru çekti. Kafamda hissettiğim acı ile bu kez iniltimi tutamadım. Diğer eliyle yırtılıp omuzumu olduğu gibi açık bırakan gömleğim ve üzerine giydiğim düğmeleri kopmuş yeleğin kumaşından tutarak beni kendi bedenine doğru yasladı. Midem bulandı. Onun beni tutmasıyla ayakta duran bedenim yine onun yönlendirmesi ile ile yürümeye başlamıştı.

 

Kafamda ki acı uyuştuğunda gözlerim dahada aralandı. Bulanıktı, görüşümde etrafta eskisi kadar net değildi. Merdiven basamaklarına çarpan ayağım topuklumun tekinin ayağımdan çıkmasına neden oldu. Ellerim korkuluklara dayanırken beni çekiştiren adamların bir diğeri bu kezde sırtımdan sertçe ittirmeye başladı. Sendelenip düşecekken basamağa takılan diğer ayağımda ki ayakkabıda sıyrılarak ayağımdan çıktı.

 

"Daha hızlı yürü!" Omurgama aldığım darbe ile merdiven korkuluklarını daha çok sıktım. Elini sırtıma yaslayıp daha hızlı çıkmam için baskı yaptığında onu ittirmek için elimi bedenine doğru savurdum. Bu güçsüz hareketime bir karşılık verecekken çıkan ses ile cebindeki telefona yöneldi. Tuhaf bir telefon sesiydi. Kafam hala bulanık olduğu için dibinde dikilen adamın cevap verdiği telefonda duyduğum tek şey şuydu;

 

"Gelmek üzere." Kimin gelmek üzere olduğunu anlayacak kafada değildim. Kafamı merdiven korkuluklarına doğru yasladığımda az önce mideme yediğim yumruğun etkisi ile kusacak gibi öğürdüm. "Yakalanmadan bulun şunu. Gerekirse kadını öldürün! Her şey olabilir değerli gördüğünüz ne varsa alın o evden!" Algılayamadım, kim ne dedi ses kime aitti anlamadan biri tarafından kolum sıkıca tutuldu ve merdivenlerden çıkarıldım.

 

Üçü de arkamdan geliyordu. Ayaklarım odamın kapısının önünde durdu. Puslanan zihnim kendine gelmeye başladığında artık görüntüler daha netti fakat yinede kafamda oldukça güçlü bir ağrı vardı. Kapı ardına kadar açıktı ve içeride ne varsa iç içe girmiş, mobilyalarım dahi kırıklar içerisindeydi. Parkenin üzerinde ki pahalı çantalara, tasarım giysilerime baktım.

 

"Konuş." İçlerinden birinin omuzuma bıraktığı baskı ile elimi kaldırıp odamın içinde ki giyinme odasını gösterdim ve kapının pervazına yaslanarak destek alma ihtiyacı hissettim. Başım dönüyordu.

 

"Orada, duvara monteli ayna görünümlü bir dolap var. Tüm pahalı takılırım onun içinde." Arkamda ki iki adam omuzuma sertçe çarparak içeri girerken mideme yumruk atıp kafamı sertçe vurmama neden olan adam çoktan dediğim yere girmişti bile. Kendime yarattığım fırsatı kullanmak için merdivenlere doğru dönüp ellerim ile sağa sola tutunarak destek alıp uzaklaşmaya çalıştım. Kendime gelmeliydim! Eğer şuan kaçamazsam istediklerini alsalar dahi bana zarar verebilirlerdi.

 

Merdiven basamaklarını kendine gelen görüşüm ile hızlıca inmeye başladığımda birazdan oda da öyle bir dolap olmadığını anlayıp peşime düşeceklerini biliyordum. Son basamağa geldiğimde hala yerde ayağında ki kana tampon yaparak durdurmaya çalışan adam ile göz göze geldim. Kaşları çatılıp yüzünde maske gerildiğinde ayaklarımı aceleyle parkeye vurup bahçe kapısına doğru sendelenerek koşmaya başladım.

 

"Kız kaçıyor!" Öyle bir bağırmıştı ki sessi muhtemelen bir ev uzağa kadar yayılmış olmalıydı.

 

"Siktir! Kadın yalan söylemiş burada hiç bir şey yok!" Parçalara ayrılan koltuğun yanında geçtiğimde yerdeki adamda ellerinin üzerinde kendini kaldırmaya çalışıyordu.

 

"Yakalayın onu! Gitmesine izin veremeyiz!" Bahçe kapısının sürgüsünü var gücümle açarken elim ayağıma kadar titriyordum. Kahretsin deli gibi korkuyordum! Açılan kapıdan kendimi arka bahçeye var gücüm ile attığımda arkamdan duyduğum bağırışlar kulağımda çınlıyordu. Bir güvenlik site görevlisi dahi ortalıkta gözükmüyordu.

 

"Onu yaraladım. Uzağa kaçamaz!" Dışarıya doğru attığım adımın teki sendelendiğinde dizlerimin üzerine düşmekten son anda kurtuldum. Sağ bacağıma yayılan acıyı hissetmem, boğazımdan kopan derin bir haykırış ile birleşince elimi dişlerimin arasına koyarak ısırdım. Bacağıma saplanan bıçağı gördüğümde elimin tekini bacağıma sararak koşmaya devam etmeye çalıştım. Duramazdım, başım dönsede, bacağım yaralansada duramazdım.

 

İleriye doğru attığım her adımda hareket eden bıçak bağırmama neden oluyordu. Arkamı dönüp baktığımda iki adamında henüź evden çıkmadığını gördüm. Bıçağın canımı daha fazla yakmasını önlemek ve daha hızlı hareket edebilmek için bacağımı sıkıca kavrayıp bıçağın metal başlığını kavrayıp tek seferde bacağımdan çekip çıkardım. Genzimden kopan feryat ile belim iki büklüm olduğunda elimi taş duvara yaslayarak ilerlemeye çalıştım. İleriye doğru sıçrayan kan midemi ağzıma taşırken koşmaya devam etmek icin zorla hareket ediyordum. Bahçeden çıkıp yola ulaştığımda etraftaki tüm evlerin ışıklarının sönük olduğunu gördüm. Birbirine belli aralıklarla dizili bu evlerin sahiplerinin geneli yurt dışında yaşıyor ve tatillerde geliyorlardı.

 

"Sıçayım böyle işe" diye bağırarak sekerek bir sağa bir sola sendelenerek koşmaya devam ettim. Koşmaktan çok can çekişiyor gibi ilerlediğimi biliyordum. Çıplak ayaklarımı Arnavut kaldırımlı bozuk taş zeminde yaralar alarak hızla ilerlerken arkamdan beni takip eden adamları kontrol etmek için kafamı çevirdim. Yakınlardı, bana oldukça yakınlardı.

 

"Boşuna kaçıyorsun kaltak orospu!"

 

"Kimse var mı?!" Çığlığım belki birileri varsa yanıma çeker diye dehşet içinde dudaklarımdan dökülmüştü. Saçlarım yüzüme yapışıp durduğunda koştuğum için yırtılan giysim artık neredeyse üst bölgemi tamamen ortaya çıkarmaya başlamıştı. Göz yaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladığında çaresiz oluşum ile deli gibi bağırdım.

 

"Kimse yok, kimsen yok! Seni şimdi yakalayacağız ve az önce yaptıkların için cezanı vereceğiz kevaşe!"

 

Bu haldeyken, bacağımda bir yara ve kafama aldığım darbe ile kaçmaya çalışmam tamamen kurtulma duygusunun verdiği bir güçtü. Oldukça caresiz bir haldeydim.

 

"Yardım edin!" Saçlarım omuzlarımdan önüme doğru dökülürken dudaklarımı kanatacak kadar çığlık attım.

 

Bacağımdan akan kan ile dört yol ağzına doğru koşmaya devam ederken biliyordum ki birazdan arkamda ki adamlar tarafından yakalanmam an meselesiydi. Yinede bir ihtimal varsa ona tutunmak için ağlayarak yanan canıma çığlık atarak koşmaya devam ettim.

 

Yol bitimine varmak için acı içinde ayaklarımı hareket ettiriken duyduğum güçlü bir yırtıcıya aitmiş gibi çıkan araç motorlarının sesi ile duraksar gibi oldum. Tam arkamda hissettiğim iğrenç nefes sesleri ve konuşmaların önüne geçen uzun parlak farlar bedenimi aydınlatmaya başladı. Dört yol ağzının tam ortasında dururken her yoldan etrafımı saran araçlar ile tüm bedenim titremeye başladı. Oldukça fazlaydılar tüm yolları kaplayan arabalar etrafımda çember oluştururken aynı çemberin içinde benim ile birlikte kalan iki adamda şaşkınca etrafına bakarak geriye doğru adımladılar.

 

Duyduğum ıslık sesi ile gözlerimi sıkıca kapattım ve bir kaç damla yaşın yanaklarıma akmasına izin verdim. Gelenin kim olduğunu artık biliyordum.

 

Kirpiklerim yavaşça aralandı ve etrafımı bir kalkan gibi saran yüksek araçlara baktım. Kaçmak için araçların arasından sıyrılmaya çalışan ikiliyi gördüğümde yakalanmalarını ölesiye istiyordum. En ön arabanın yanından koşarak geçmeye çalışırlarken açılan kapı ile teki sertçe kapıya çarpıp yeri boyladı, diğeri ise uzaklaşmak için koşmaya devam etmişti.

 

Beni yere düşürerek kafamı vurmamı sağlayan adam yoktu, o adam diğerlerine göre daha yapılı durduğu için ayırt edebilmiştim. Muhtemelen yaraladığım adama yardım etmek için evde kalmış olmalıydı.

 

Korku ile tüm uzuvlarımı titremeye devam ederken diğer yolun en önünde duran yüksek aracın arka kapısı açıldı. İçinden inen adam araçtan dökülen ışık hüzmesinin önüne geçtiğinde gördüğüm yüz ile hıçkırarak ağlamamak için üst üste yutkunmaya çalışsamda gözümden akan yaşlara engel olamadım. Omuzlarım sarılsıldığın da bacağıma sardığım kanlı elim ile yüzümü kapatıp ondan göz yaşlarımı gizlemeye çalıştım. Daha bu sabah beni görmezden gelin dediğim adamın şimdi beni görüp korumasına muhtaçtım.

 

Kesilen ayak sesleri ile önümde durduğunu bildiğim adama bakmak icin kendime bir kaç saniye verdim. Önce omuzumda bir ağırlık hissettim. Neredeyse çıplak olan üstüme değen kumaşın ardından yüzüme yasladığım ellerime dokunan parmaklar ile irkildim. Ellerimi yüzümden indirdiğimde çenemi hafif bir dokunuşla tutup kaldırmamı sağlayan o adam ile yüz yüze geldim.

 

Efrail Akher ile göz göze geldim.

 

Gözlerime baktı. Baş parmağı ile patlayan dudağımdan akan kan izlerine dokunup çenemde ki elini yanağıma sürterken bile gözlerime bakıyordu. Daha sonra bakışları yüzümün derisinde gezinmeye başladı. Arkasında ki araç farı olduğu gibi yüzüme vurduğu için muhtemelen büyük bir şiddetle çenemi sıkmak için tuttukları yerde oluşan izleri görüyordu. Parmakları yanağımda, çenemde ve dudağımda dolaştıkça yutkundum. Ayaklarımın üzerinde durabilmek için kendimi son derece zorlamaya devam ettim.

 

Yüzünde ki ifadeleri arkasından yansıyan ışık ile net göremesemde kaşlarının çatık olduğunu fark edebiliyordum. Bana doğru bir adım daha attı ve çenemi biraz daha yukarıya kaldırmak için hafif bir harekette bulundu. Hareket eden kafma ile yüzümü buruşturduğumda acı içinde dişlerimi sıktım. Gözümün gördüğü her şey etrafında bir tur dönmeye başladığında kafamın içinde ki damarlar attı. Tam o an elini yüzümden o kadar büyük bir hızda çekmişti ki canımı yaktığını düşündüğünü anlamıştım. Ama hayır canımı yakan o değildi.

 

Boynumu gıdıklıyan ıslaklığın köprücük kemiğime doğru aktığını hissettiğimde kafamdan akan kan kendine göre bir yol çizmeye başlamıştı. Gördü. Gözleri tüm yüzümde dolanırken köprücük kemiğinin oluşturduğu kuyuda durdu.

 

"Ahdar." Garip bir tonlamaydı. Efrailin Sesi bir ıslık gibi çıktığında sessiz sokakta yankılanan silah sesi ile gözlerim dehşet ile aralandı. Kafamı çevirdiğimde onu gördüm. Saçları üç numaraya vurulmuş, dünyada ölüm emri verilen asker. Bahsedilen adam oydu. Bu oydu. Adı Ahdardı. O an o adamın Efrailin silahı olduğunu anlamıştım.

 

Kolunu kaldırıp düştüğü yerden kalkarak kaçmak için hareket eden adamı vurmuştu. Kaldırdığı kolu iri cüssesinin gerilemsinden dolayı giydiği takımın sınırlarını zorluyor gibiydi. Parmağı tetikte ikinci bir kurşun için emir bekler gibi duruyordu.

 

Vurduğu adamın alnından akan kan daha tenini ıslatmadan aracın kaputuna çarpıp kayarak asfalt zemine düştü. Bir diğeri evime doğru son sürat koşmaya devam ediyordu. İsteseler yakalayabilirlerdi fakat bunun için talimat bekledikleri açıktı.

 

Yerde ölmüş bir şekilde yatan adama baktım. Gözler açıktı. Bana doğru dönük harelerinden ruhu çıkmış gibiydi.

 

Ellerim titremeye başladı. Dişlerim yaşadığım anın dehşeti ile birbirine bir kaç kez çarpıp ses çıkardı. Evim yağmalanmıştı. Yüzü maskeli bir adam tarafından taciz edilmiş ve darp edilmiştim. Şimdi ise bir ceset ile göz gözeydim. Korkuyordum. Artık bunu gizlemeyecek kadar çok korku doluydum.

 

Görüşüm bir tur daha döndü ve ayaklarımın üzerinde zorla durmaya başladım. Kafam ağrıyordu, bacağımda ki bıçak yarası ise bir kalp gibi atıyor kan akıtıyordu. Çıplak ayaklarımı asfalta sürterek geriye doğru sarsak bir adım attığımda ayağımın altında biriken kanın balçıklı yapısını hissettim. İnleyerek belim bükülürken elim ile sert bir şekilde üst bacağımda ki bıçak yarasının etrafına sardım. Kurtulma duygusu ile bedenime yayılan adranalin yavaşça damarlarımdan çekiliyordu. Artık acıyı daha net hissediyordum. Bacağımdan akan kan damarlı yollar çizerek zemine akmaya devam ediyordu.

 

Korkudan buz gibi olan ve titremeye devam eden elimin üzerinde kapanan avuç ile yutkundum. Göğsüm derinden inip bir kez havalandı ve ciğerlerime doldurduğum nefesi tuttum. Önümde tek dizinin üzerine çökmüş sağ bacağımda ki yaranın etrafını sıkıca kapatan elimi tutuyordu. O normal bir adam değildi. Birini öldürebilir, öldürtebilirdi. Bunu az önce yapmıştı.

 

Kan çanağına dönen gözlerimi ile oldukça ürkmüş bir ifadeyle koyu renk olan gözlerine baktım. Kaşları çatıktı. İfadesinde ki öfkenin dalları dikenliydi. Boynunda ki kıravatı tek hamlede söküp çıkartırken acıdan kan ter içinde kalmış, onu izlemeye çalışıyordum. Çünkü gözlerim kararıp daha sonra normal görüşüne geri dönüyordu.

 

"Ne-ne yapıyorsun?" Kıravatı bacağımın arkasından geçirdiğinde önde birleştirip durdu ve eli ile yarama baskı yapan elimi yavaşça uzaklaştırdı. Kafasını kaldırıp bana baktı.

 

"Nefes al." Diğer eliyle de kıravatın bir ucunu tutup yaranın biraz üzerinde durdu. Yüzünü izledim. Önümde diz çökmüştü, saçları orta uzunluktaydı temiz bir koku yayılıyordu. "Çok kanamış." Sesi kısık çıkmıştı. Fark ettiğini dillendirir gibiydi. "Şimdi, derin bir nefes al yarana müdahale edilene kadar turnike yapmalıyız." Burnumdan aldığım derin sesli bir nefes ile bağlayıp sıktığı kıravatın basıncını hissetmem aynı anda oldu. Can havliyle ellerimi omuzlarına sarıp boğazımdan gelen acı sesin sıkıca birbirine kenetlediğim dudaklarımdan çıkmasına engel olmaya çalıştım. Bu fena açıtmıştı.

 

"Yavaş olsana biraz!" Açıdan çığlık atamadığım için sesim son derece yüksek ve agresif çıkmıştı. Aslında sesim oldukça baygın bir tondaydı, sanki sarhoş gibiydim. Tek dizinin üzerinde dururken kafasını kaldırıp kıstığı gözleri ile yüzüme baktı.

 

"Ne fark eder?" Dudaklarım hafif bir aralık kazandığında gözlerinde taşıdığı ifade ile cidden bu soruyu sorduğunu anlamıştım.

 

"Ne demek ne fark eder ya?" Başıma saplanan acı ile iki elimide saçlarım arasına sokup "Ata nal takmıyorsun insan bacağı bu insan!" Diye bağırdım. Aslında sesimin yüksek çıkmasının tek sebebi çektiğim acıydı.

 

"Yavaş olsam canın acımayacak mıydı?" Kafamda ki acı bana nefes aldıracak kadar geçtiğinde gözlerimi afallayarak araladım. Bu kadar ağrı ve sızının içinde bu adam tam olarak bana ne yapıyordu anlayamıyordum.

 

"Sen...Cidden...Ah..." Gözlerine baktım. "Normal değilsin." Ellerini bacağımın üzerinde sardığı yaradan ittirip geriye doğru bir adım attım ve yaralı bacağıma baskı yapmadan ona arkamı döndüm. Fakat bu hareketim neredeyse yere düşmeme neden oluyordu çünkü şuan sanki bir bulutun üzerinde yürüyormuşum gibi hissediyordum. Bu tamamen başıma darbe aldığım için oluyordu. Olduğum yerde durup dönen başımın geçmesini bekleyip bir polis karakoluna gidip bu gece ne yaşadıysam harfien anlatmayı düşünüyordum. Buna öldürülen adamda dahildi.

 

"Onlar nerede?" Sesi ile etrafıma bakınıp kime sorduğunu anlamaya çalıştım. Ellerimi bedenime sarıp kafamı arkama doğru çevirdiğimde resmen ayaklarının üzerinde yükselerek gölgesini bedenimin üstünde devleştirdi.

 

"Neyden bahsediyorsun?" Konuşurken yükselen bedenine bakıyordum.

 

"Çin işkencesi gibi görünen ayakkabıların, ucu sivri topukları dahada sivri olanlardan bahsediyorum. Neredeler?" Bakışlarım ayaklarımın üzerine düştü, oldukça kirlenmiş ve kan izleriyle doluydu. Kırmızıya boyadığım tırnaklarım ile bakışırken içli bir nefes aldım. Omuzlarım düştü. Kafamı kaldırıp ona baktığımda gözlerinde tuhaf bir ifadeyle yüzümü izlediğini gördüm.

 

"Bana ne olduğunu anlat. Sana bunu kim yaptı?" Gözlerim kontrolüm dışında kapanıp açıldığında başım ufaktan da olsa sarsılarak dönüyordu.

 

"Bilmiyorum. Dört kişiydiler, hırsız olmalılar." Kendi kanıma bulanan elim ile hemen yanımda duran arabaya tutunup ayakta kalmaya çalıştım. Gözlerimi açık tutmak için zorlandığım fark ettim.

 

Hadi ama Mevda! Ayaklarının üzerinde durabilirsin!

 

"Muhtemelen camı açık olan tek ev benim ki olduğu için girdiler."

 

"Hiç bir hırsız ev sahibini kovalamaz." Bana doğru attığı adıma bakarken bulanık gördüğümü fark ettim. Sureti dalgalanmaya başlamıştı. Kafamı ayakta tutmakta zorlanıyordum.

 

"Takılarımın yerini sordular. Onlar hırsızlar." Ağzımın içinden mırıldanırken yanaklarımda hissettiğim sıcak bir çift el ile tüm yükümü elin sahibine bıraktım. Fark etmişti. Ayakta durmakta zorlandığım anda müdahale etmişti. Dizlerim içe doğru büküldüğünde bu kez de tek eliyle belimi kavrayarak beni sabitlemeye çalıştı.

 

"Hey, hey gözlerini kapatma." Kafamda hissettiğim çınlama ve basınç kulaklarıma baskı yapıyordu. Kusmak istiyordum. Çığlık atmak istiyordum. Hayır, uyumak istiyordum.

 

"Mevda, beni duyuyorsan bir tepki ver. Gözlerini aç." Belimin etrafını saran kuvvetli kolu ile yaslandığım araçtan ayrılırken Efrailin kucağına doğru çekildim. Kafam geriye doğru tek hamlede düştüğünde saçlarımın boşlukta hareket edişini hissediyordum.

 

"Biri, yalnızca biri konuşacak kadar nefes alsın." Bağırıyordu. Belkide fısıldıyor, normal tonda konuşuyordu ama sesi kafamda eko yaparak bilincimin kıyısında dolaşıyordu.

 

Durdu, saçlarım esen rüzgar ile havalanıp yüzüme göğsüme döküldü. Hemen ardından burnuma dolan ferah koku ile birbirine değen dudaklarım aralandı. Kafamdan boynuma akan kanın izi yönünü değiştirip koluna buluşmaya başladı. Alıp verdiği nefesler yüzüme dokunup zihnimin ortasında yanan mumun alevine bir kez üfledi. Kirpiklerim titredi. Israrcı bakışları irademi ellerinin arasında sıkmaya başlarken göz kapaklarım aralandı. Bu saniye bile sürmeden gelişen tepkimi görüp ileriye doğru hızla adımlamaya devam etti.

 

"Tuncay sana daha önce dediğim şeyi kontrol etmeyi unutma." Çınlama sesi o kadar yoğun ve ısrarlı bir şekilde kafamın içinde yükseliyordu ki konuşulanları algılayamıyordum. Sesler duyuyor ama anlamıyordum.

 

"Doktor için çoktan eve talimat gönderdim efendim." Bu sesteki tonlamayı biliyordum. Konuşan her söylediğimi translate yapan Kutaydı.

 

Bir kasetin başa sarması gibi sesler zihnimde yankılanarak çoğalıyor, azalıyor ve tekrar ediyordu. Olay, mekan kavramını yitirirken Efrailin elini kafamın arkasında ki yaraya baskıladığını hissediyordum. Kaşlarımı derince çatıp inledim. Gözlerim puslu görüntüye tekrar döndüğünde yine Efrailin kucağındaydım. Bu kez aracın içindeydik. Aradan ne kadar zaman geçtiğini hesap edemiyordum.

 

"Neden kafamı sıkıyorsun?" O kadar halsiz konuşmuşum ki, neredeyse dudaklarımı kıpırdattığımı zannetmiştim. Sesimi duyduğunda gözleri bir kartal gibi yüzüme kitlendiğinde bana odaklandığını anladım.

 

"Ne?" Durdu. Kafasını yüzüme doğru eğip "Yanlış duydum sanırım, tekrar söyle." Dedi.

 

"Birde sağır." Sesim tekrar mırıltı gibi çıktığında kafasını dahada eğip dudaklarıma doğru kulağını yaklaştırdı. "Kafamı sıkıyorsun." Diye tekrar ettiğimde gözlerim geriye doğru kaymak üzereydi.

 

"Kafanı sıkmıyorum." Aynı acıyı kafamda tekrar hissettiğimde yüzümü buluşturacak halim dahi yoktu.

 

"Sıkıyorsun işte." Kuruyan dudaklarımı birbirine bastırıp güç bela yutkundum.

 

"Hayır diyorum sıkmıyorum. Sadece kafan kopmasın diye tutuyorum." İçime dolan dehşet ile o an öleceğimi zannettim. Benim ile dalga mı geçiyordu. Dalga geçmeyecek kadar ciddi bir adama benziyordu. Şuan horozun yumurtladığına bile inanacak kafadaydım.

 

"Kopmuş mu?" Burnumun dibinde duran ama asla seçemediğim yüzüne bakmaya çalışırken belki de gözlerim açık bile değil diye düşündüm. Kendimin farkında bile değildim. "Ne münasebette kopan kafamı tutuyorsun?" Sesim fısıltıya karışırken kaldırmaya çalıştığım elim boşluğa düştü. Gözlerim dolmuştu ağlayacaktım. Neden ağlayacağımı dahi bilmiyordum.

 

"Kopmak üzere, elimde şuan tutuyorum. Neticede kafasız yaşayamazsın." Ses tonu hala ciddi bir meseleden bahseder gibiydi. Saçmalıktı ama şuan buhranlı zihnime göre bu çok olası geliyordu.

 

"Nasıl takacaklar geri?" Çocuk gibi sorduğum soruya yüzüme daha dikkatli bakarak karşılık veriyordu.

 

"Takmayacaklar. Bundan sonra kafan ve gövden ayrı yaşayacaksın." Son gücümle ellerimi kaldırıp kafamı tuttumaya çalıştım. Fakat kafam yerine onun büyük elleri ile temas ettiğimi fark ettiğimde duraksadım. Kafamı tutan ellerini tutuyordum.

 

"Yaşayamam. Öyle yaşanamaz ki?" Gözlerimden akmaya başlayan yaşlara hayret içindeydim. Niye ağlıyordum bilmiyordum. Aslında şuan tek hayrete düştüğüm şey kafamın olmama ihtimaliydi. Normal düşünemiyordum. Kafam acıyordu. Kafam kopmuştu öyle diyordu.

 

"Sorguluyor musun? Ciddi misin? Hey, ağlama." Kapalı gözlerimin ardından dahi üzerime devrilen gölgesini hissediyordum. Kafasını yüzüme doğru eğdiğini görmem için gözlerimi açmama gerek yoktu. "Kafana aldığın darbe nasıl bu kadar şiddetli olabilir ki? O kalın kafana hiç bir şiddet unsuru işlemez gibi hissettiriyordun."

 

"Şimdi de kafam mı kalınlaşmış." Elimde olmadan dudaklarımdan bir hıçkırık kaçtı. "Ölecek miyim ben? Kafam koptuğu icin ve kafam kalınlaştığı için ölecek miyim?" Kesik bir nefes alıp bir kez daha sertçe yutkunup hıçkırdım. Şuan ağlama sebebimi bile unutup tekrar hatırlamaya çalışacak kadar laçka kıvamındaydım.

 

Hissettiğim duygu karmaşasaı ile gözlerimi bu kez sık ağaçların seçilmesi zor şekilde silinip yenilendiği görüntüye araladım. Araç camına yansıyan yansımam bir adamın göğsünde uzanıyor, o adımın elleri Kafamın arkasından geçerek başımı iki taraftan tutuyordu. Gözleri yüzümde anlam veremediğim bir ifade de hızla dolanıyor bana çözülmesi imkansız bir sorun gibi bakıyordu. Bir kaç saniyelik bu görüntü, gözlerim tekrar kontrol edemediğim bir karanlığa bakmaya başlayarak son buluyordu.

 

"Canın çok mu acıyor?" Sesinde ki ilgiyi yakaladığımda bilincim ipi kopmak üzere olan bir cambazın parmaklarının altındaydı. "Hayran bırakacak bir zekan olamsına rağmen kafanın koptuğuna inandığına göre acıyı reddetmek istiyorsun. Onu hissetmek istemiyorsun." Parmaklarını yanaklarım ve göz pınarlarımda hissettiğimde akan yaşları sildiğini fark ettim. "Acıdan korkuyorsun." İrkildim. Fakat gözlerimi açamadım. "Belkide acı duymaktan yorgunsun." Ona bakmak istedim. Yüzünde hangi ifadeyle göz yaşlarımı sildiğini görmek istedim. Fakat tek yaptığım bilincimin elimden kayması ile karanlığın içine doğru tekrar yutulmak oldu.

 

Sesler vardı. Sanki tüplü bir televizyonun sinyali kopmuş karıncalı ekranı ile cızırtılı sesler çıkartıyordu. Önce sağ daha sonra sol kulağıma nüfus eden konuşmaları seçmek imkansızdı. Sanki bir makara geriye doğru sarılıyor, sesleri yutuyor, ileriye doğru sarıyor sesleri tizleştirip çığlığa dönüştürüyordu. Damarımda akan kanın derime sertçe vurduğunu hissediyordum. Kulaklarım uğulduyor, parmak uçlarım sızlıyordu. Kafamda bir ağrı bacağımda katlanmaya yorulduğum bir acı vardı.

 

Birinin kollarının arasındaydım. Biliyordum, Efrailin kollarının arasındaydım. Başımın göğüs kafesinin olduğu yere yaslandığını hissediyordum. Artık kafamın o tarafında bir ağrı yoktu. Burnun yumuşak dokulu gömleğin kumaşına yavaşça sürtündü. Artık zihnimdeki ses cümbüşünün yerine bir mezarlık sessizliği süzüldü. Belimden geçen kolunu takip eden parmakları tenime değiyordu. Artık bedenimin o tarafında ki kan damarımdan çıkmak ister gibi akıl almaz hızla akıyordu. Bilincim yerinde değildi. Bu hissettiğim tuhaf hissiyatın başka nasıl bir açıklaması olabilirdi?

 

Gözlerimi yavaşça araladığımda üzerime gölgesi düşen bedenin benim ile birlikte araçtan inmeye çalıştığını gördüm. O kadar tuhaf bir dikkatle hareket ediyordu ki yüz yüze gelip birbirimizi çiğ çiğ yiyecek kadar öfkelendiğimiz bir kaç an aklıma gelince bu hassasiyet aynı insanamı ait diye kısa bir an düşündüm.

 

Efrail tamamen bedenlerimizi araçtan kopardığında kafam kolunun üzerinde geriye doğru düştü. Gözlerim yarı açıktı. Görüntü bulanık beynim normalinden daha eksik çalışıyordu. Efrailin adımları hız kazanırken geriye düşen başımın eksenine giren heykel ile karanlık ve aydınlık görüntülü bir oyun başladı. Gözlerim bir açılıp bir kapanırken gördüğüm şey bir yılana hemen ardından bir kuşa dönüşüyordu ve gözlerim hemen ardından tekrar karanlığın içinde kendine mekan açtı.

 

Alçak bir yerden yükselme hissi ile kirpiklerim birbirine tutunduğu yerden aralandığında gözüme nüfus eden ışık rahatsız ediciydi.

 

"Burnu kanıyor. Doktor geldi mi?" Sesi uzak oldukça uzak bir noktadan seçtiğim tondaydı. Tuhaftı halbuki kucağındaydım. "Siktir, merdivenlerden insem daha hızlı alt kata ulaşırdım." Bu bir endişe belirtisi miydi bilmiyordum ama sesinin rengi koyuya çalıyordu. Tıpki burnumdan yanağıma akan kanın bilincimi tekrar karanlığa saklaması gibi.

 

🕯

İlahi Bakış Açısı

 

Genç adamın bakışlarında avına saplanıp kalmış bir yırtıcının ifadesi vardı. Gözleri kısık ve hafif çekik olan adam ile göz göze gelen onun gözlerinde bir kartalın bakışlarına rastlayabilirdi.

 

Rakamlar onun için ikinci kez zaman kavramını yitiriyordu. İlki anne ve kız kardeşinin suikasta kurban gidip öldürülmesi sonucu onlara ulaşmak için kilometrelerce uzaklıktan yetişmeye çalıştığındaydı. İkincisi ise şuan evinin zemin katında ki sağlık odasında sedyede savunmasız bir şekilde yatan kadının başında beklerkendi. Sayılar artık Efrail için para birimi, gün veya kişiyi değil zamanı yitiriyordu.

 

Oturduğu koltukta aşağıya doğru kayıp parmakları ile başına masaj yapmaya çalıştı. Saat sabahın beşini geçiyordu. Sağlık katında ki teknolojik tıbbi cihazlarda kadının durumuna bakılmıştı. Doktor kritik bir durum olmadığını, kafa derisinin çarpmadan dolayı kanadığını söylemişti. Kalıcı bir hasar olmadığını, uyandığın baş dönmesi, sersemlik ve düşünce yapısında gelişen tuhaflıkların normal olacağını, bacağında ki bıçak yarasının ise onu bir kaç hafta yürürken zorlayacağını belirtip odadan ayrılmıştı.

 

Darp edilmişti. Bu basit bir hırsızlık vakası elbette ki değildi diye düşündü. Kadının evine girenlerin hırsız olduğunu düşünmüyordu. Hiç bir hırsız bu yöntemle hırsızlık yapamazdı. Mevda'dan bir şeyler öğrenmek için ona zarar verdiklerine emindi. Emin olmadığı diğer seçeneklerin ihtimallerini ise uyanınca kadın doğrulayacaktı.

 

Belirsiz kişilerin, örgütün yalnızca kendisine ait olan ve koltuğu temsil eden broşun peşine düşme ihtimali olasılıkları arasında en kuvvetli olanıydı. Bu ilk denemeleri değildi. Broşu ondan çalmak isteyenlerin listesi oldukça kabarıktı. Asıl soru Mevda'nın evinde olduğunu onlara düşündüren neydi? Aralarında bir köstebek mi vardı? Bu neredeyse imkansızdı. Efrail kendi gölgesine dahi tereddüt ile bakan bir adamdı. Broşu Mevda'nın evinde düşürme ihtimalini bilen yalnızca kendisiydi. Tuncaya bile Mevda'nın evine giderken yolda söylemişti.

 

Koltuğu neyin temsil ettiğini yıllar sonra ilk kez bu gece Tuncaya söylemişti. Her koltuğun temsil etetiği obje farklı olurdu.

 

Beynine baskı yapan ağrıya ellerini şakaklarına daha sert bastırarak karşılık verdi. Şuan bombok bir durumun içindeydi. Bu kadın gözlerini açmalıydı. Ortada ne sikim dönüyordu bilmiyordu ama bunu Mevda'ya yapandan hesabını soracaktı. Kadına bir şey olursa kendisini olduğu noktadan yere çakan bir yıkım gerçekleşebilirdi.

 

İki ihtimal vardı; biri, Mevda'nın evinde broşu bulup bir yere kaldırması, ikincisi ise broşu onun evinde kaybetmeme ihtimaliydi. Ki bu en boktan olanıydı. Eğer o gece broşu Mevda'nın evinde düşürmediyse bu ihtimal kötününde kötüsünü doğurabilirdi. Bakacak başka yeri kalmamıştı. O evden o broş çıkmalıydı. Bakmadığı gözden kaçırdığı tek yer orasıydı. Broşu bulduğu an şimdi olduğundan daha az gergin yaşayacaktı.

 

Yaklaşmıştı, Efrail ikinci koltuğu temsil ediyordu. Sâye günü geldiğinde koltuk sahipleri kendilerine ait kabinlerde birbirlerini görmeden toplanıp gerekli konuşmaları yaparlardı. Kendi içlerinde tıpkı bir gölge gibi belirirlerdi. Sâye günü; ayın son gününü, bir sonra ki ayın ilk gününe bağlayan geceye verdikleri addı. Bu güne - ölmeleri dışında - katılmayan her bir koltuk sahibi gölgede kalır ve koltuk hakkı sonlandırılırdı. Koltuğuna ait olan obje kendini imha eder ve kendisinin akıl sağlığını kaybetmesi sağlandıktan sonra yine kendisi tarafından infazı gerçekleştirilirdi.

 

Her koltuğun kendine özel objeleri olurdu. Bu objeler koltuğa ait bir bilmece ile çözülürdü. Bu bir broş, işlemeli köstekli saat, bir santranç taşı ve yahut zar, bir anahtar da olabilirdi. Bilmece neyi işaret ediyorsa koltuğu o simgelerdi.

 

Koltuk sahibi yalnızca kendinden bir üst koltuğun bilmecesini öğrenmeye hak kazanabilirdi. Eğer ikinci koltuk sahibiyseniz, yalnızca birinci koltuğa sahip olmak için bilmeceyi öğrenebilirdiniz. Bir alt koltuğa değil her zaman bir üst için savaşırdınız.

 

Objeler koltuğu temsil ettiği kadarda koltukların olduğu mekana giriş içinde kullanılırdı. Herkes özel adreslerde bulunan bir asansöre sahip olurdu. Asansöre binildiğinde on rakamına basılır ardından açılan panelde ki teknolojiye itaat ederek kotluğunu temsil eden objeyi elinde ki simgenin aynısı olan oyuğa yerleştirirdi. Panel taramayı gerçekleştirdikten sonra asansör büyük bir hızla aşağıya doğru hareket ederdi. Basılan rakam elbette ki bir yanıltmacaydı.

 

İstenilen derinliğe ulaşıldıktan sonra asansörün kapıları eski bir metro hattına açılırdı. Yalnızca Sâye günü hareket eden tren her daim aynı saat ve dakikada olduğu gibi koltuk sahibinin kendisine ait kılınan istasyonunda dururdu. Trenin son durağı ise numarandırılmış merdiven girişleri olan bir hatta dururdu. Koltuk sahibi kendi koltuk numarası olan merdivenden çıktığında ise toplantının yapıldığı ve kişiye özel kabine ulaşmış olurdu. Gizlilik ve bir gölge gibi olmak önemli bir kuraldı.

 

Efrailin kafasında dönen bu bilgiler detaylarına girilidikçe saatlerce düşünülecek şeylerdi.

 

Gözleri kadının üzerine tırmandı. Oldukça hırpalanmıştı. "Dengesiz kadın," diye mırıldandı. Kendisine gelince çıkardığı o zehirli delini, sivri pençelerini bir başkasına gelince geri çekiyor demek diye düşündü. Yüzünde ki izlere baktı. Belkide korkmuştu. Halbuki ki oldukça korkusuz bir tavırda ifadesi vardı. Kendisini dışarıdan korumak için üzerine giydirdigi bir kılıf olmalıydı. Yinede başarısız olduğunu söyleyemezdi. Yaralı olsada hırsız diye düşündüğü adamların elinden kurtulmuştu. Savaşcıydı, tırsıp esir kalmamıştı. Dudağının teki yukarıya doğru kıvrıldı. Diz çökmektense diz kıracak bir karakterde olduğunu az çok anlamıştı.

 

Ayağa kalkıp sedyeye yaklaştığında aslında yapmak istediği bu değildi. Bedeni yapmak isediğinin dışında hareket ediyordu. Tam yani başında dikildi. Ellerini saatlerdir yerinden hareket etmeden oturduğu için kırışan kumaş pantolonun ceplerine soktu. Üzerinde ki gömleğin kollarını dirseklerine kadar katlamış düğmelerinide göğüs altına kadar açmıştı. Dağınık bir giyinişi sevmezdi fakat stres altındayken görünüşü her daim bu şekilde olurdu.

 

Kadına baktı ve ona daha yakından bakmak istediğini fark etti. Bu isteğe karşılık çıldırmış olacağını düşündü. Oldukça güzeldi. Dudağının kenarında ki patlak derinin bıraktığı hasar; kırmızı ve örümcek ağına benzeyen düzensiz bir yara görüntüsüydü. Çenesinde ve yanaklarında ki parmak izlerinin bıraktığı kızarıklıklar ve sol gözünün altında ki dalgalı mor görüntü kaşlarını çatmasına neden oldu. Güzel bir kadındı, yüzü eski türk filimlerinde ki karakter tiplemesine oldukca benziyordu. Bu izler yüzünde ki hiç bir ayrıntıya gölge düşürmesede içten içe canını sıkan bir şey vardı.

 

Bir kadına nasıl el kaldırabilirlerdi? Kadına kalkan elin omuzda kalmasına gerek yoktu diye düşünüyordu. Bunu yapanlar ölmeden önce acıyı mutlak suretle iliklerine kadar tadacaktı.

 

Elinin tekini cebinden çıkarıp Mevada'nın yüzüne doğru uzanan saçı geriye doğru çekti ve yüzünün yuvarlak hattını ortaya çıkardı. Uyuyordu ve onu ilk kez sert, yıkılmaz ve kendinden emin ifadesi dışında görüyordu. Hırçın bir kadındı. Fakat şuan oldukça masum ve dokulsa binbir parçaya ayrılacakmış gibi duruyordu. Sanki, dünyaya daha bir kaç dakika önce gelen bir bebek gibi ürkek bir ifadesi vardı.

 

Kaşları çatıldı ve kafasını omuzuna doğru eğip kadının yüzünü izlemeye devam etti. Şimdi o ayçiçeği sarısı gözlerini açsa ona çatık kaşlarla bakar ve nereden ezberine aldığını bilmediği o tuhaf kelimeler ile ona hakaret ederdi diye düşündü. Bunu kesinlikle bu halde bile yapardı.

 

Parmakları dolanıp geriye attığı saçından kayarak alnında dolaştı. İşaret parmağının ucu yüz çevresine sürtünerek kirpiklerinin üzerinde durdu. Oldukça uzun ve gürlerdi. Elinin dış yüzeyi ile yanağında ki kızarıklık dokundu. Parmaklarının altında ki çilleri gördüğünde afalladı. Onu gördüğü analrda yüzünde bu kadar dağınık çiller olduğunu fark etmemişti. Kafasını bu kezde diğer omuzuna doğru eğip neden yaptığını bilmediği temasa devam etti. Parmak uçları sanki ona dokunmak için karıncalanıyordu. Bu hisse alışık olmayan adamın kaşları derinden çatıldı. Ufak burnunun kalkık ucuna dokundu ve yumuşak deri bu kezde kaşlarını kaldırmasına neden oldu. Sus çizgisinde ki belirgin çizgiye gözleri düştüğüne elinde aynı anda hareket etti ve kadının dudakları artık baş parmağının altındaydı. Yaranın üzerini okşayıp dolgun alt dudağına sürtünüp yutkundu. Anlam veremedi. O an göğsünde hissettiği şeye tuhaf bir yüz ifadesiyle karşılık verdi.

 

Gözlerini ondan çekerse geçer diye düşündü ve gözlerini kadından uzaklaştırdı.

 

Tam karşı duvarda ki dikdörtgen geniş camda gördüğü Tuncay ile afalladı. Tuncay'ın yüzü tuhaf bir ifadeye misafir olurken camın gerisinde korku filmlerinde ki figüranlar gibi kitlenmiş bakıyordu. Robot gibi bir adamdı. Bunun sebebi şüphesizki Efrailin tek eli cebinde tek eli kızın yüzüne kendine ait izlere bırakarak dokunmasıydı. Tuncayın analitik zihni bu görüntüye anlam verebilmek için bir çok ihtimali süzgecinden geçirmeye başlamıştı bile.

 

Bakışmaları birinden biri tepki vermedikçe uzamaya devam ediyordu. Her zaman olduğu gibi Efrail tek kaşını kaldırıp sabırla uyarı çaktı. Tuncay ise en sonunda gözünün ucuyla Efrail'in elini işaret etti. Efrail elinin konumunu hatırlayınca hızla kadının dudaklarından çekip pantolonunun cebine soktu. Kadının hırpalanmış görüntüsüne son kez bakıp odanın kapısına doğru ilerledi ve açtığı kapı bir hastaneden farksız fakat malikanenin bir parçası olan koridora çıktı.

 

Rugan kauçuk tabanlı ayakkabıları Tuncay ile karşı karşıya geldiğinde durdu. Uzun boylu iki adamda elleri ceplerinde birbirlerinin gözlerine bakarken sessizliği bozup Efrail'in zihnine yeni düşünceleri filizlendiren Tuncaydı.

 

"İfra Mevda Sivari, 30 Kasım 1999 doğumlu. İstanbul Teknik Üniversitesi Tekstil ve Moda Tasarım bölüm birincisi mezunu." Kısa süren sessizliğin ardından Tuncay; "Sivâri soy adı sana da tanıdık geliyor mu?" diye sordu. Efrail elinin tekini cebinden çıkarıp çenesini serçe sıkıp bıraktı. Düşünüyordu.

 

"Bakır?" Diye mırıldandı, onun devamını getirmediği cümleyi Tuncay tamamladı. "Ecevit Sivari. Ülkede ki tüm boksit ve bakır madenlerinin sahibi." Bunu biliyordu. Bulunduğu sektörde göz ardı edilecek bir konumda değildi. O yaşlı adam ile bir kez aynı ortamda bulunmuştu. Onun dışında vasi atadıkları ile iş gördüğünü biliyordu. Gerekmedikçe göz önünde duran biri değildi. Tatsız bir iş geçmişleri olduğu için bu ayrıntıları hakimdi.

 

"Onun torunu." Çenesinde ki eli duyduğu şey ile durdu. Kaşları havalandı ve başını camdan yansıyan görüntüye çevirdi. İçeride yatan kadının, Ülkenin hava sanayisine yatırımlarda bulunan Ecevit Sivari ile bir bağlantısı olduğunu asla tahmin etmemişti. İşler ilginç bir yere evriliyordu.

 

"Sivarilerle senenin başında bir iş yapacaktık. Bana getirdiğin bilgilerde bu kadın yoktu." Tuncay başını ağır ağır salladı. Getirdiği bilgilerde bu kadının değil resmi adı dahi yoktu, biliyordu.

 

"Evet, çünkü Ecevit Sivarinin Kütüğünde İfra Mevda Sivari diye bir kadın yok. Yalnızca soy isimleri aynı." Buda demek oluyordu ki bu kadın Ecevit Sivarinin soyundan değildi. Efrail bu gereksiz bilgi akışının verdiği sinir ile Tuncaya dönüp elinin tersi ile omzuna fiske atar gibi vurdu. Tuncay bir adım geriye giderken tepkisizdi.

 

"Madem tek benzer noktaları soy adları ne diye akrabası değilse masal anlatır gibi ötüyorsun lan?! Bu soy isimde kaç insan var kim bilir."

 

"Tek benzer noktaları soyadları değil. Şuna bak." Tuncay elinde ki telefonun açıp galeride ki resme girdi. Resmin aydınlandığı ekranı Efraile doğru çevirdiğinde akan zamanın çarkına gerçeğin acımasız silueti takıldı. Akrebin soluğunu kesmek için peşinden gittiği yelkovan büyük bir şiddet ile geriye doğru aktığında zamanın kırılan iskeleti artık Efrailin parmaklarının arasındaydı.

 

Ekranda beliren resimde ki kadının saçları siyah, yüzünde ki keskin hatlar yuvarlak olsaydı gördüğü kadına Mevda derdi. Fakat bu kadın altta yazdığı gibi Ecevit Sivarinin ikiz kızlarından biri olan Sahra Sivariydi. Kadının saçları ve gözleri sarı, yüz hatları sivriydi. İçeride baygın bir şekilde yatan kadına oldukça benziyordu. Göz renklerin kehribarlığı bile aynı tondaydı.

 

"Yalnızca bu da değil. Kadının oturduğu ev Sahra Sivariye aitmiş. Yinede Mevda'nın annesi olduğuna dair bir kayıt yok. Kimliğinde bir anne ve baba adı yok. Kayıtlarda yetimhanede kaldığı yazıyor ama araştırdım hiç bir yetimhanede kimlik bilgisi yer almıyor. Üstelik yetimhanede büyümüş bir kıza göre oldukça varlıklı ve prestijli bir okulda okumuş." Bir başka resim açtığında Efrailin gözleri resim karesine düştü. Oldukça uzaktan çekilmiş resimde lüks bir villanın bahçesinde Sahra Sivari ve ikiz kardeşi ile karşılıklı durmuş eli ile karnını tutuyordu.

 

"Oldukça bol bir elbise olmasına rağmen hamile olduğu çok belli. Sivari ailesinin evlenen tek bir üyesi dahi yok. Bu bebek kimden ve bebek nerede sence?"

 

"Bu çok." Sustu. "Tuhaf." Diye devam etti. Bir süre sessizliğini korudu. Anlam vermeye çalıştı. "Ecevit Sivarinin yaşayan tek torunu şuan evimde, ellerimde öyle mi?" Güldü.

 

"O adamla hiç bir sorunumuz yok." Tuncay haklıydı o adam ile Efrailin hiç bir sorunu yoktu. Yada Tuncay haklı degildi Ecevit Sivari ile bir sorunu vardı.

 

"Bizim ile iş yapacaklarken bir anda sözleşme fesih bedelini ödeyip projeden çekildileri için kızı mı kullanacaksın?" Efrail burnundan derin bir nefes aldıp güldü. Dilini damağına vurarak ses çıkarıp gözlerini Mevdaya çevirdi.

 

"Hayır buna ihtiyacım yok. Biliyor musun bu karışık ve pembe dizi tadında ki hayat hikayesi sikimde bile değil. Yine de o moruğa bunu söylesem bile bu onu tehdit etmek için olmaz. Beni yarı yolda bıraktığı için ufak bir ders vermiş olurum. Bu bilgiyi bunun için kullanacağım." Geriye doğru bir adım atıp katın merdivenlerine yürümeye başladı. Tuncay hemen yanında onu takip ediyordu.

 

"Borsa değerinde kazanç sağlayan isimlerle iş yapmak zorundayım ve o adam en nefret ettiğim şeyi bana yaptı. Bizi masada tirilyonluk yatırımı karşılamak zorunda bırakarak terk etti." İş platformunda bu çok aşağılık bir hareketti. "Biliyorsun, Türkiyede yatırımlar yaparak iş kazancımın gelir konumunu işaret ediyorum. Asıl kazancı yedek kazanç ile perdelemeliyiz. Bu değirmenin suyunu görenleri peşimize takmak istemeyiz Tuncay. "

 

Efrailin varlığının düşük bir kısmını yaptığı yatırımlar oluşturuyordu. Dikkat çekmemek için yatırım, finans işleri ile uğraşıyor ve tüm mal varlığının neye dayandığını belirtmiş oluyordu. Aslında o, devlet isimlerini dahi sınır ötesine kaçıran ve ya kendi ülkelerinde gölge gibi saklayan bir adamdı. Ķüçük işlerle işi olmazdı. Parası yeten onu tanırdı. Basit bir anlatımla Efrail Akher bir insan kaçakçısıydı.

 

En son aldığı iş; Haniye'i Gazzeden alıp güvenli bir harita doğrultusunda önce Katarın başkenti olan Dohaya oradan da İranın başkenti olan Tarhana gitmesine öncülük etmekti. Seçimleri müşterisi yapar oda en güvenli yolları ayarlayarak müşteriyi hedefe tek parça halinde varmasını sağlardı. İş tanımı sonrasını kapsamaz ve adamlarını geri çekerdi. Haniye'nin suikasta kurban gittiği haberini aldığında henüz kendi adamları Türkiye'ye geri döneli bir gün olmuştu.

 

Merdiven basamaklarını tırmanmaya başladığında yüzünde buruk bir ifade vardı. Haniye istese onu bir sır gibi saklamaya devam ederdi. Biliyordu, o adam şehit düşeceğini bile bile başka bir ülkeye geçmeden İranda kalmıştı. Orada yaptığı görüşmelerde neyin farkına vardıysa yada başından beri farkında olduğu şeye nasıl baş kaldırdıysa günün sonunda suikasta uğramıştı.

 

"Annesi henüz on bir yaşında iken intihar etmiş." Genç adamın ileriye doğru attığı adım havada kalırken acıyarak pişen kalbinin içinden bir ses geldi. "Kadın sahip oluğu tüm ilaçları içmiş. 2010 yılı ekimin onunda bir devlet hastanesinden çıkmış cenazesi. Ecevit Sivarinin kızı olan Sahra sivaride aynı tarihte ölmüş. Bu bir tesadüf olamaz. Birde şu var ki," Tuncay elinde ki telefonu bir kez daha Efrailin gözlerinin önüne doğru kaldırıp ekranda ki videoyu açtı.

 

Videoda acilin buzlu camına yumruklarını geçiren bir kız çocuğu vardı. Hıçkırarak ağlayan kız çocuğu etrafına ürkek bakışlar atarak "Anne." diye inleyerek ağlıyordu. Omuzları her hıçkırışında havaya kalkıp sarsılarak inen çocuğun yüzünü gördüğünde Efrailin uzun parmakları telefonu kavradı. İçine kan oturmuş kehribar sarısı gözleri ile bu kız çocuğu Mevdaydı. Video devam ederken sanki kalbi çıkıyormuş gibi ufak dudakları aralayıp çığlık atınca kaşlarının çatılıp yüreğine daha önce rastlamadığı bir acı yayıldığını hissetti. Bir anneyi kaybetmek nasıl hissettirir çok iyi biliyordu.

 

"Gelmiyor! Onun için yapma, yalvarırım. Babam gelmiyor. Beni bırakma! Beni niye bırakıyorsun anne?" Alnını cama yaslayıp takati tükenmiş bir şekilde dizlerinin üzerinde yere oturduğunu gördü. Sahra Sivari, Mevdanın Babası için kendi hayatına son vermişti.

 

Biten videonun ardından kararan ekrana bir süre bakıp annesini kaybeden küçük Mevdanın haykırışlarının kulağında yankılanışını dinledi. Bu acıyı biliyordu. Annesizliğin ne demek olduğunu bildiği için, içinde yanan ateşin birine de annesiz kalan o küçük kız çocuğu için odun taşıdı.

 

"Babası?" Yüzünde tek bir kas hareket etmeden yalnızca dudaklarını oynatarak sormuştu.

 

"Hiç bir kayıt yok. Bir isim, yüz yada bağlantılı biri yok." Tuncay üst kata ilk adımını atıp geniş aydınlık salona girerken arkasında kalan Efraile döndü. "Babası diye biri yok." Doğru tahmin etmişti. Sahra Sivari Gölgesi bile olamayan adam için ölmeyi seçmişti.

 

Efrail elinde ki telefonu Tuncaya tutması için atıp yanından aynı hızla yürüyerek geçti. Sinirleri bozulmuştu böyle bir hikaye beklemiyordu. Mevda için ailesi tarafında zamanında son derece şımartılmış bir kız diye düşünmüştü. Tuncay telefonu havada yakalarken ifadesiz bir şekilde koltuğa oturan patronunu takip etti.

 

"Bölümünü birincilik ile bitirmiş. Üniversitenin o bölümünden bir sene erken mezun olan tek isim kendisi olmuş. Üniversite hayatı boyunca modaya dair katıldığı tüm yarışmalarda derece almış. Kadın daha ismini okurken piyasaya duyurmuş. Sektöre girmeden bir çok firmadan iş teklifi almış. Fakat onun hedefi çabalayıp çalışmak istediği tek marka K&V olmuş. Hırslı, çalışkan ve aklında olana sahip olmadan durmayan bir karakter."

 

"Tanıdık geldi. Hırs mırs falan bunlar benim patronumda da rastladığım belirtiler." Kendinden önce sesi duyulan kişiye baktıklarında gördükleri Dağhanın ta kendisiydi. Dış kapıyı kapatıp bir saray girişini andıran salona ağır adımlar ile giren Dağhan ile Efrailin gözleri kesişti.

 

"Dilini burnundan çıkarıp kulaklarına dolamadan, sesini kes." Geniş ve ortasında dev bir avizenin bulunduğu salonda bir sırıtma sesi yankılandı. Bu ses şüphesiz ki Dağhanın boğazından gelmişti.

 

"Şaka, bu ufak bir anatomik şaka olmalı boss." Dişlerinin göstererek sırıtıp koltukların birine kendini bırakırken iki adamında gözlerini hala üzerinde hissediyordu. Omuz silkip bir ayağını diğerinin üzerine attı.

 

"Nerede kalmıştım." Konuya dönen Tuncay eksik bilgi bırakmamak için konuşmaya devam ederken aslında kadın hakkında anlatılacak pek de bir şeyin kalmadığını biliyordu. "Kadın yalnızca çalışıyor. Aktif bir gece hayatı yok, bir kişi dışında arkadaşı dahi yok, sevgilisi yok, tek yaptığı şey çizmek, tasarlamak ve satmak. Bizim için tehlike arz edecek hiç bir etkene sahip değil." Efrail dirseklerini dizlerine yaslayıp başını parmakları arasında sertçe ezmeye başladı. Düşünüyordu. Kadının sorun teşkil edecek biri olmadığının farkındaydı. En büyük sorunu sinirlerini bozarak verebileceğini biliyordu. Zaten Efrail sinirlenmeye yer arayan bir adamdı. Bu yüzden bunu görmezden geldi.

 

"Sana söylediğim şeye baktın mı?" Aralarında ki şifreli konuşmayı başlatırken göz ucuyla Dağhana baktı. Aklı beş karışık havada olan tetikçisi cebinden çıkardığı fıstıkları kaldırdığı maskesinin altından ağzına atıyordu.

 

"Tüm gece onu aradım. Evde yalnızca kuru bir kalabalıktan başka hiç bir şey yoktu."

 

Gözlerini sıkıca kapatıp "Sikeyim." diye inledi. Genç adam olumsuz her haberden, gelişmeden nefret ediyordu. "Kadının evine giren adamları yakaladınız mı?" Dağhan gece yaşanan hiç bir olaydan haberdar değildi. O sadece vurulacak bir hedef varsa sahaya iner ve indirirdi. Keskin nişancı tüfeğinde tek kurşun olur ve hedefe bir atış yapardı.

 

"Yalnızca birini. Ahdarı bilirsin cevaplar için yer ve zaman fark etmeksizin çalışan bir makina. Adamı sokakta yakalayıp hırpalarken bizimkilerde diğerlerinin peşine düşmüşler ama yakalayamamışlar. Araştırıyoruz, bulmamız uzun sürmez ama Ahdarın konuşturmaya çalıştığı adam ilk fırsatta cebinden çıkardığı siyanürü içip intihar etmiş. Şimdilik elde sıfır var anlayacağın."

 

"Hayır, hırsız değil biri için çalıştıklarını anladık. Hangi hırsız siyanür içer? Asıl soru ölecek kadar sadık oldukları başları kim?" Efrail elinin başından indirip dizlerinden sarkıtırken yerdeki döşemeye bakmaya başladı.

 

"Benim anlamadığım kadın ile senin aranda bağlantıyı nereden kurdular. O gece seni o eve girerken birinin görme ihtimali yoktu. Öyle olsaydı biz seni bulmadan önce onlar seni bulurdu. Başka biri olmalı, kadının evine giren adamların amacı başka olmalı." Efrail kafasını kaldırıp Tuncaya baktı. Efrailin sahip olduğu broşu Mevdanın evinde düşürdüğünü hiç kimse bilmiyordu. Broşun neye benzediğini daha kendi dışında bilen tek bir kişi dahi yoktu. Taki bu geceye kadar. Bu gece Tuncaya bulması için söylemişti.

 

"Geçen sabah İlker ile atıştınız o olabilir mi? Belkide sadece kızdan hırsını almak istemiştir."

 

"Cesaret edemez. En son ölümden döndü, tekrarını yaşamak isteyecek kadar yürek yok onda." Tuncay onu başı ile onayladı ve düşünmeye devam etti.

 

"Mona Lisanın tablosunda dahi bu kadar şifre olduğunu düşünmüyorum. Siz neyden bahsediyorsunuz?" Dağhan elinde ki fıstıkların birini daha ağzına yollarken dizinin üzerine attığı ayağını sallayarak karşısında ki ikiliyi dinliyordu. Aslında yaptığı tek şey umursamaz davranmaktı. Onun olayı buydu. Umursamaz davranır fakat hiç bir detayı kaçırmazdı.

 

"Uyandığında ona belli etmeden nasıl soracaksın merak ediyorum." Dağhanın dediğini duymazdan gelip konuşan Tuncaya Efrail ters bir bakış atarken dahi kafasında ki keskin ağrı sertçe beynine vurmaya devam ediyordu.

 

"Neyi soracak?" Dağhan bir fıstığı daha dişlerinin arasında ezdi.

 

"Onun ile o kadar zıtsın ki tek cümle bile kuramayacağına bahse girerim. Ne zaman yan yana gelseniz birbirinizi yiyorsunuz."

 

"Kim ile?" Dağhan, Elinde kalan son iki fıstığın tekinide ağzına yollayıp ikiliye bakmaya devam etti. Kendisini yetmiş yaşında kanal yedi izleyen neneler gibi hissediyordu.

 

"Aslında düşündüm de onu kurtarmamıza rağmen yinede uyanınca sana muhtemelen omzun ile kolunun arasına bırakacağı yeni diş izleri ile karşılık verecek." Tuncay birazda olsa çözdüğü kadın ile ilgili fikrini ortaya söylerken yüzünde bir sırıtma vardı. Bu her zaman olan bir şey değildi. Fakat patronu olan Efraile karşı bu kadar dik başlı bir kadına denk geliyor olmak oldukça komik sahneler ile karşı karşıya kalacağının bir ön gösterimiydi.

 

"Kedi gibi nankör." Mırıldanarak konuşan genç adam sertçe sıktığı kafasını serbest bırakıp derin bir nefes aldı. Kadının nankör bir kedi olduğunu karşılaştıkları ilk andan beri biliyordu. Nankör, burnu havada ve vahşi bir güzelliği vardı. Bu detaya kaşlarını çattı.

 

"Kediler tırmalıyor diye biliyorum. Diş izi muhabbeti nedir birader?" İki adamında gözleri sonunda koltukta tavuk gibi yemleyen Dağhanı buldu.

 

"Bir an kendimi şizofren hastası ve klinikte götüme soktukları iğneden sonra girdiğim transta gördüğüm yüzler olduğunuzu düşünmeye başlamıştım. Bende buradayım, yaklaşık on dakika önce bu koltuğa oturup fıstık yemeye başladım." Efrail ve Tuncay karışık bir yüz ifadesiyle bakmaya başladığında Dağhan ellerini sallayıp varlığını ikinci kez belirtti.

 

"Şu mısırda bulunan üçgen yapıtın şifrelemesinde kullandıkları taktikle konuştuğunuz mevzuyu çözmeye çalışıyordum ama yine hiç bir sike takılmadım. Bu bir antrenman mi? Zekamı mı ölçmeye çalışıyorsunuz?" Dağhan ayağını dizinin üzerinden indirip oturuşunu dikleştirdi. "Eğer öyleyse şu geçen haftalarda yanında feriha baygınlığı geçirdiğin kadının evine giren hırsızları yakalamaya calışırken elinde patladığını, muhtemelen kadının evinde kendine ait bir şeyi unuttuğunu ve ya düşürdüğünü onu arayıp bulamadığını, yüksek bir ihtimalle şuan kadını evde tuttuğunu hatta uyanınca bir takım sorular soracağını ama kabul etmesende kadının gazabından kortuğunu anlamamış gibi yapacağım." Derin bir nefes alıp verdi ve; "Bu arada tam olarak neyi arıyoruz?" diye konuşmasına son noktayı koydu ve tekrar sırtını koltuğa yaslayıp bir ayağını dizinin üzerine yasladı.

 

Ortamda oluşan sessizlik Dağhanın iri kahve gözlerini bir kez kapatıp açarak elinde ki son fıstığıda ağzına atıp gürültüyle çiğnemesi ile bozulmuştu. Dişlerinin arasında ki fıstık her parçalara ayrıldığında bir evin bahçesinden daha geniş olan salonda çınlıyordu. Efrail ile Tuncay yalnızca bir saniyeliğine göz göze gelip tekrar Dağhana döndüğünda Efrail yanında tuttuğu adamların zekalarını asla küçümsememesi gerektiğini biliyordu. Onları özellikle seçmişti. Karşısında laçka kıvamıyla oturan serseri tipli adamın oldukça kurnaz ve zeki olduğunu bilsede tamda şuan artık net olarak emindi.

 

"Sen, çok gözlem yapıp az konuşan bir adam olmaya çalışsan iyi edersin Dağhan?" Efrail onu işaret ettiği parmağını indirip ayaklandığında oldukça sert bir ifadesi vardı.

 

"Tabiki boss. Bu arada mutfakta fıstık var mı?"

 

"Birader ne zaman görsem fıstık atıp duruyorsun ağzına yemek yemiyor musun sen?" Soruyu soran Tuncaydı.

 

"Yo, bu gün pirpirim çorbası ve kabak çiçeği dolması yedim."

 

"Nerelisin sen?" Tuncayın sesinde merak vardı.

 

"Ne alaka kanka?"

 

"Geçende canım çekti diye bir yemek adı söyledin şimdi de hiç duymadığım yemekleri sayıyorsun." Tuncay ve Dağhan kendi aralarında bir konuşma içine girerken Efrailin zihni andan oldukça uzaktaydı. Dağılan kafasında ki düzeni korumalıydı.

 

"Kanka şimdi buradan Güneye doğru gidiyorsun, hatta dur önce sırtına Akdeniz sularını al, yüzün Antakyaya bakacak ama burayı atalama sakın. Yönünü kaybedersen vay haline." Saat sabahın yedisi ve Efrailin salonunda Dağhan Elini kaldırıp önüne getirdiği hayali haritada yön tarif ediyor, Tuncayda işaret ettiği yerlere tek elini çenesine koymuş bakarken oldukça komik bir sahne yaşanıyordu. "Şimdi yüzün Mersine döndün mü?"

 

"Bilader az önce yüzünü Antakyaya dön dedin Mersin ne alaka?" Tuncay aklı karışmış gibi Dağhana bakarken Dağhan da eli ile kafasını kaşıyıp sırıttı. "Öyle mi dedim? Yanlış demişim. Yüzünü aslında Kastamonuya dönecektin."

 

"Oğlum yüzümü Kastamonuya döneceksem eğer sırtımı Akdeniz sularını değil Karadeniz sularına dönmem lazım."

 

"Senin coğrafyan benden çok mi iyi lan? Akdeniz haritanın üstünde değil mi?" Dağhanın sorduğu soruya karşılık Tuncay dehşete düşmüş gibi ona baktı.

 

"Birader sana küfür etmeyeyim çizgimi bozmayayım diyorum ama beynine çaktığımın sen ilk okul terk misin lan?" Dağhan elini ağzına kapatarak ayıplar bir ifadeyle Tuncaya baktı.

 

"Birde bana beyfendilikten bahsedersin içinde çakmalı sökmeli fantezili küfürler türetiyormuşsunda haberimiz yokmuş Tuncay bey."

 

"Ne anlatıyorsunuz lan siz?" Efrail kanında ki son sabır tanesinide tüketirken başından beri yaptıkları boş muahabbet ağrıyan başına çekiç gibi vuruyordu. Kafasında kendisini çıkmaza sokan yeterince sorun yokmuş gibi birde Dağhanın sesini çekecek değildi. Ortadaki geniş sehpanın yanından dolanarak ona doğru yürümeye başladı. "Kafam sirk karnavalı yibi Dağhan sen ne anlatıyorsun koçum?" Dağhan dişlerini göstermeyecek kadar gergin bir gülümseme ile olduktan geriye doğru kayarak dikelmeye çalıştı.

 

Pekala deli deliyi görünce sopasını saklamak için götüne bile sokabilirdi. Bu Dağhanın terimiydi.

 

"Koç olarak kafanda ki sirkte bir gösteri de ben düzenliyorum galiba." Genç adam sıktığı yumruğunu ileriye doğru savururken Dağhan koltukta kendisini geriye doğru atarak koltuğun arkasına ahşap parkenin üzerine kendini bıraktı. Dudaklarından verdiği sesli nefes ile az önce ki hamlede kurtulmanın rahatlığını yaşamıştı.

 

"Ben sana çok mu yüz veriyorum lan?" Sesi eko yaprak dağıldığında Dağhan oldukça ileriye giderek arkadaşını sinirlendirdiğinin farkındaydı.

 

"Neticesinde biz arkadaşız."

 

"Kaç kere diyeceğim lan sen benim arkadaşım değilsin!" Dağhan elini kalbinin üzerine bastırıp koltuğun arkasından Efraile rol kesmeye devam ederken duydukları ses ile hepsi olduğu yerde hareketsiz bir şekilde kalmıştı.

 

"Herkes buraya bakabilir mi?" Tüm gözler İklime döndüğünde Efrailin gözleri iklimin hareket etmeden olduğu yerde dursun diye Mevdanın sıkıca tuttuğu kolundaydı. Mevda uyanmış oldukça baygın bakışlar ile etrafa kısaca bakarken en son Efrailin gözlerinde durmuştu. Ayakta durmakta zorlandığı belliydi, üzerinde ki yırtık pantolonun açık yerinden gözüken sargı bezi kanlanmıştı.

 

"Kolumu bırak."Sesi fısıltı gibi çıkıyordu. Başı son derece dönerken İklimi çift kişi gördüğünü fark ettiğinde gözleri korkuyla kapanıp açıldı. Efrail ise pür dikkat Mevdayı izliyordu. Kafasının arkasında ki bir noktaya yapıştırılan gazlı bezin açıldığını Mevda'nın hareket edip İklimin elinden kolunu kurtarmaya çalışmasında görmüştü. Hareketleri sarsaktı, muhtemelen başı dönüyor diye düşündü.

 

"Bu kadının bu evde ne işi olduğunu biri bana açıklayacak mı?" Sorduğu sorunun oluşturduğu sessizliğe daha fazla tahammülü olmayan kadın Mevdaya yan bir şekilde bakıp ona uyguladığı küveti kestiğinde cevap almak için Efrailin olduğu yere doğru bir adım atmıştı ki yanından bir ok gibi fırlayarak koşan Efraile şok olmuş bir şekilde baktı.

 

O, koşmazdı.

 

İklim, Mevdan'ın kolunu bıraktığında genç kadının ayakta kalabilme süresi yaklaşık bir saniye bir sürmemişti. Yana doğru odağını kaybetmiş bir şekilde düştüğünde son anda kafasının altından geçen bir el ile çarpmanın şiddeti azalmıştı. Yine de bedeninin parkeye düşüşü dudaklarından dökülen nefes ile derince inlemesinin önüne geçmiyordu. Hissettiği acı, yavaşça gözlerini kafasının altında ki elin sıcaklığına kapattığında bu kez sığındığı karanlık tanıdık hissettiriyordu.

 

⚓️

Buraya kadar gelip oy vermemişsen beni oldukça kırarsın haberin olsun :(

09:03:2024 01:18

 

 

Loading...
0%