Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Softcore

@viyolinda

 

|The Neigbourhood-Softcore

O gün saat iki buçukta, fakültenin önünde olmama rağmen biri gelmemişti. Biri gelmemiş umduğum bir yabancıya dönüşmüştü. Esasen umduğum yabancı o değildi biliyordum, biliyordum fakat ne ona ne kendime kızamıyordum. Duygularım, o an ki hayal kırıklığım, ikinci yenilgim boğazımdan su gibi akıp toprağa karışmıştı. Dilim yine onu sayıklıyor, zihnime rahat vermiyordu.

Ne yapacağımı bilememenin ötesinde elim kolum bağlı hala fakültenin önündeydim. Son iki gündür yaptığım gibi. Dersim varsa ekiyor, her gün en azından birisi gelene kadar saat iki buçuktan beşe kadar fakültenin önünde saatleri sayıyordum. Altmış kere biri eşittir bir dakika. Gelen giden olmayınca duruyor, kendime sorgulama fırsatı dahi vermeden bahanelere sığınıp duruyordum. Bahanelerde olmasa şu tenteden başıma kaçacak bir yerimde kalmayacaktı. Korkum ıslanmak değildi yağmurda, ıslanırdım, korkmadan, özgürce ama ısınmak için çaldığım kapı açılmazsa, ne farkım kalırdı dışarıda ki bir köpekten?
Velhasıl, düşünmek için düşünmeme, birisinin adını anmama yetecek kadar büyülü bir düş gördürüyordum zihnime. Kendimi tanıyorsam olması gereken tam olarak buydu. Aksi felaketim olurdu.

Saat beşe on varken ayaklandım. Gitmek vakti gelmişse bu limandan* diyerek Yahya Kemale bir gönderme yaptım ama kendimin bile umurunda olmadı. Ellerim ceplerimde, kantine bir uğrayıp, her zaman yaptığım gibi aynı dersleri aldığımız, bazen sadece öylesine selamlaştığım namuyu görme umuduyla not isteyecek sonra kalkacak ve eve gidecektim. Planım buydu, birini görene kadar...

Orada, bir masanın kenarında, sandalyelerden birine oturmuş elindeki bardaktan bir şeyler yudumluyordu. Kahve değildi. Biliyordum. Nereden olduğunu anımsamayı sonraya bıraktım. Üstünde her zaman ki kazaklarından biri, çantası asla değişmiyordu zira biliyordum ki onun tarzı bu, iki yıl önce doğum gününde kardeşi hediye etmiş, ufak bir anısıda vardı onun için. Saçları uzamış görmeyeli bir kaç hafta kadar. Perçemleri gözlerinin güzelliğine gölge düşürecekti izin verseydi ancak vermedi. Eliyle saçlarını geriye taradı. Şu an, tam şu an onu görmezden gelip namunun yanına gitmeyi, ondan kendimce ufak bir intikam alıp, kızgın yanımı bastırmak istiyordum ancak yüreğim el vermedi. Kendimi onun karşısında dikilirken buldum.

"Jeongguk?"

Sesi nede büyülü bir melodiydi. Saygısızlıktı bu, kendime.

"Nasılsın taehyung?
Geçenlerde mesaj attığın yere geldim ama sen yoktun bir şey olmadı değil mi?"

"Ah, sana söylemeyi unuttum. Özür dilerim. O gün bir arkadaşım çağırınca acilen gitmem gerekti. Çok beklemedin umarım. Bunu telafi etmeme izin ver,"

"Aslında kırılmadım ama seninle vakit geçirmeyeli epey oldu."

"Sıklıkla gittiğim bir yer var. İki tek atarız o zaman. Sana mesaj atarım."

Bu kadardı. Kalkmıyordu, oradan gitmiyordu ama beni masasından kovuyordu. 'Git artık çok bile kaldın' diyordu. Yüzünde ki sahte gülümsemeyi tanımasam içten sanacak kendime eziyet çektirecektim, ümitlenerek. Birisi bu gün bana gülümsedi diye günlüğüme ağlayarak yazardım belki. İşte bana hissettirdiği duyguların özeti bile olabilirdi az önceki cümle.

Ufak bir baş selamı, kısa veda sözleri. İletişimimiz bu kadar. Çünkü eve gittiğimde ya odamda bulacaktım onu yada kendi evinde. Garipti fakat iletişimimiz mi, ilişkimiz mi yoksa biz mi çözemeden, namudan not isteyip bir solukta eve vardım. Üniversiteye giden hatlar hep sıkıyorduysa da beni bu gün sıkılmadan, zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadan evde buldum kendimi. Anahtarı kapıya yerleştirirken hemen yanımda Kim yazan yere, duvara gözlerim bir süre dalsada yokluğuna baş selamı verip örttüm kapıyı ardımdan. Evde olmadığından emindim. Çünkü biliyordum ki evde olsa kapımın önünde bir tane zambak çizili kağıt bulmadan eve girmezdim. Nedenini hiç söylemedi bana, kendi çizdiğini elindeki turuncu boyadan anlıyordum ancak her akşam anahtarla açtığım kapıyı elinde Zambak çizili bir kağıtla onun karşılamasını çok özledim.

Taehyung, tam olarak birisi, benim için arkadaştan öte, ona sorsanız tanışıklığının olduğu kişiydim. Bir varlıktım. Onun için bir anlam ifade edemeyecek kadar boş, her gece yatağında yatacak kadar farklı biriydim. Esasen taehyungla komşuyduk ancak evimin anahtarını bile cebinde özgürce ve hatta daha da ileri giderek izin istemeden cebinde taşıyacak kadar hayatına müdahildim. Ne zaman yada nerede olduğuna bakmadan beni öpeceği kadar bir nefes uzaklıktaydım ama oturup saatlerce sohbet edeceği kişi değildim. Onun için bir alışkanlıktan öte değildim. Evet doğru kelime buydu, alışkanlık. Çünkü üç yılı aşkındır ben ona aşıktım o ise var olamayacak kadar yoktu dünyada.

Saatler birbirini devirirken koltukta telefonumdan gelecek bir mesaj sesi bekliyordum. Gelmiyordu. Gelirmiydi emin bile değildim. Saatler oldukça geç olmaya başlamış bense ümidimi biraz biraz kesiyordum birisinden.
Her konuda hayal kırıklığına uğruyordum. Aşık olduğumdan olsa gerek yapsada yapmasada içten içe taehyunga çok kırılıyordum ancak elimden bir şey gelmezdi. Böyle olacağını bilememek benim aptallığımdı. En nihayetinde aptalda sayılmazdım ya, ilk aşk dedikleri o bataklığa saplanınca aptallaşıyormuş insan. "Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkumdur." Der Sartre ve noktayı koyar bu aptal hallerime.

Az sonra birisinden mesaj gelmiş, gördüğüm adres beni biraz olsun şaşırtmamıştı. Biliyordum ki favori mekanı LC, her zaman içtiği karışım julepti.

Bir saat on iki dakika sonra kapıdan girip kendimi, sakin müziğin kollarında yatıştırıyordum. Kalbim atıyordu, yaşadığımı hissettirecek kadar hızlıydı hemde. Bar taburelerinden birinde, bir elinde julep, başı önünde, diğer eli yanağına yaslıydı. Öyle tapılası duruyordu ki, taehyungu alayım, zihnimin derinliklerinde yalnızca benimle yaşasın istiyordum. Onu öyle seviyordum ki, uğrunda canımı vermemi istese düşünmeden 'al senin olsun' deyip avuçlarına bırakacakmış gibi hissediyordum.

Bir kaç kalp atışı sonunda kendimi yanındaki boş tabureye atmıştım bile. Koyu tutamlarının arasında ki bal rengi teller parlıyor, göz bebeklerinde ki renge uyum sağlıyorlardı. Üstünde buraya uymayan kazaklarından biri, yanında çantası yoktu bu sefer. Güldüm bu haline. Aklına ne gelirse, ne eserse onu yapmaktan vazgeçmiyordu asla. Seviyordum. Hem onu hem alışkanlıklarını. Kendim dahil.

"Jeongguk, öpsene beni. Nasıl hissettirdiğini unuttum, dudaklarının tadını da,"

Başı eğik, bana bakmıyordu zira gözleri ahşap masadaydı ancak biraz olsun eksiltmiyordu kendini benden. Ne olursa olsun, ne kadar zaman geçerse geçsin kendini bana katmayı nede seviyor ve gözetiyordu.

Bir şey demedim. Bir şey dersem yazıklar olmalıydı dilime. Yazıklar okumalıydım onu öpmediğim her saniye kendime. Ancak yapmadım. Ellerim çenesine gitmiş, başım eğik, bir süre gözlerinde dinlendim. Biliyordum ki bayık gözleriyle bu anı nadiren yakalayacak zihnime yerleştirecek, kendini ne zaman eksiltse benden tekrar tekrar hatırlayacaktım.

Dudakları buluştu dudağımın altında ki benle. İlk o öptü beni. Yadırgamadım ancak şaşırttı bu davranışı. Biraz sonra dilim ağzının içinde, onun bir eli ensemde, talan ediyorduk birbirimizi.

"Tu me manques. Tu me manques depuis longtemps, mon amour."
(Benden eksiksin, benden uzun zamandır eksiksin, aşkım.)

"Je sais."
(Biliyorum.)

Loading...
0%