Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm

@wersayzar


 

1.BÖLÜM

 

•••

 

"Özür dileseydin bari."

 

•••


"Seni seviyorum," diyerek telefonunun ekranını yüzüne daha da yaklaştırmış ve samimi gülüşünü dudaklarını aralayarak erkek arkadaşına sunmuştu Ayça. Gözlerindeki parıltılar, aşkın sunduğu güzelliklerinden biriydi. Ayça'da bundan faydalanarak erkek arkadaşına aşkın yansımış yüzünü sergiliyordu hem de hiç çekinmeden. Neden mi böyle dedim? Bekleyin...


"Bir, iki, üç."


"İstersen yarın akşam devam edelim konuşmaya." Arsızca gülmesi erkek arkadaşını kıkırdatmıştı. Telefondan gelen ses ile bunu anlamıştım. Ayça, Poyraz'a ne kadar aşık da olsa aynı şey Poyraz için geçerli değildi. Her erkeğin kızları gördüğü gibi cinsel objeden başka türlü bakmıyordu Ayça'ya.


"Yarın akşam saat 21.00'da her zamanki yerde," dedi ve telefonu kapattı.


Derin bir iç çekerek kapanmış ekrana boş boş bakıyordu. Sanki hâlâ onunla görüntülü konuşuyormuş gibiydi bakışları. Daha fazla dayanamayarak konuşmaya başladım.


"Bak tekrar söylüyorum. Hatta heceleyerek söylüyorum. Bu çocuk seni kullanıyor." Son heceyi bile bile uzatmıştım. Bu çocuktan hiç mi hiç haz etmedim. Serseriliği bir yana dursun karanlık bir tarafı varmış gibi duruyordu. Tabi bu hislerimin düşüncesiydi.


Hisler mi? Tanıştırayım iç sesim. Ben genelde Halime derim iç sesime. Sana bir şey dedim. Ay, sus Halime! Tamam tamam kabul çocuğun karanlık kısmı benim hislerimin düşüncesi değildi, tamamen dedikoducu Damla'nın söylentileriydi. Ve. Hadi ama bunu söylemek zorunda mıyım? Evet. Milletin iç sesi dedikoducu olur ya da yanlış yola düşüren, benimkisi tam bir melek mübarek! Ne zaman bir şeyleri örtbas etmeye çalışsam Halime orada. O millet kendi iç seslerinden şikayetçi haberin var mı? Ne o arkadaşlarınla arada buluşuyor musun? Susta devam et. Of of Halime. Şöyle ben ilk başlarda Poyraz'ı azıcık sevmiştim. Azıcık?


Bu sefer göz devirmiştim Halime'ye ve duymak istediklerini dudaklarımı aralayıp söyledim.


"Çok sevmiştim."


"Ne diyorsun kızım sen?" Afallamış bir şekilde Ayça'nın yüzüne bakarken Halime ile çok takıldığımı anladım.


"Neyse beni boşver, nerede kalmıştık? He kullanıyor o seni."


"Şuan beni kıskandığın için böyle diyorsun."


"Kıskanmak?" Bir kaşım hafifçe havalanırken sormuştum bu soruyu. Ayça ise konumunu ve yüz ifadesini değiştirmeden sözcükleri ile beni yerden yere vurmaya devam etti.


"Evet beni kıskanıyorsun. Çünkü senin hiç sevgilin olmadı."


İnsanların sevgili yapma arzularına karşı gelip bu yaşıma kadar sevgili yapmamıştım. Bazı insanlar Ayça gibi hor görseler de umrumda değildi. Bir erkek için asla göz yaşı dökmem.


Alaycı bir gülümse takınarak "Zamanı gelince kapımda ağlama," dedim. Neyime güvenerek dedim bilmiyorum ama bunu demezsem içimde kalırdı.


Ayça ile aramızdaki geçen kısa soğuk anlar garsondan sade bir Türk kahvesi isteyene kadardı. Biz Ayça ile neredeyse her gün ağız dalaşına girer ama hiç küsmezdik. Çocukluktan beri birbirimizi tanımanın faydaları.


Bir süre sonra masamıza gelen garson ile kahvelerimizin tadına varabilmiştik. Ben ilk yudumu alırken Ayça ilk önce beni süzmüş ve konuşmaya başlamıştı.


"Cumartesi gününki partiye gidiyor muyuz?"


"Hayır."


"Niye hemen kestin konuyu? Gideceğiz, sana soran da kabahat."


"Ne için gidecekmişim? Dur senin aklından geçen planı anlatayım. Beni ilk önce içireceksin sonra bir adamın kollarına atacaksın. Bilmiyor muyum seni sanki." Ayça ne kadar çocukluk arkadaşım desem de o benim iyiliğimi bile düşünemeyecek kadar aptaldı. Aklı sıra bakireliğimi bozarak farklı dünyalara açılmamı sağlayacaktı. Yok canım, ben yer miyim bu numaraları?


"Sana farklı bir dünyaya bilet veriyorum neden kabul etmiyorsun?" Bu söylemleri karşısında kollarımı bağlayıp ahlaksızlığını yüzüne vurmuştum.


"Orospu olduğun için beni de aynı boka çekmeye çalışıyorsun ve ben o boka basmadan yoluma devam edeceğim." Zamanında ben sana el uzatmışken sen umursamadın beni. Her zaman aynı ahlaksızlığı benimseyip sevgili olduğu her adamda birliktelik yaşadı. Hem de bunu bir marifetmiş gibi gelip bana olanları anlatıyordu. Aptal kız işte!


"Ağır oluyor ama," diyerek bir elini yumruk yapıp masanın üstüne koymuştu. Bu bildiğin 'Bak kızım susmazsan seni döverim.' demekti. Peki ben susar mıyım? Tabi ki de hayır. Sus bence ben çok ürktüm, gözlerine baksana. Halime haklıydı. Eğer tek kelime edersem dövecekti. Hadi susmadım kızın dövüş sanatları bilgisi vardı. Kesin hastaneliktim. Fakat çenem o kadar düşük ki ben konuşmamalıyım diye aklımdan geçirsem de sözcükler birer birer dökülmüştü dudaklarımdan.


"Gerçekler ağır olur." Aniden ayağa kalkmasıyla hemen yanımda bulunan çantayı almış ve masadan kalkıp koşar adımlarla uzaklaşmıştım. Gözlerim Ayça'yı kontrol ediyordu, bedenim ise geri geri adım atarak Ayça'dan daha da uzaklaşıyordum.


Onun gözünü açmak istiyordum. Nasıl bir yanlışın içinde çırpındığını göstermek ve elinden tutup çekmek istiyordum. Ne kadar anlaşamazsak da, ne kadar o aptallığı ile beni yanına çekmeye çalışsa da kardeşimdi o benim. Ailemdi.


"İzin ver, elinden tutayım." Aramızdaki uzaklıktan dolayı biraz yüksek sesle söylemiştim. Az önce dikkatini çekemediğimiz insanların şimdi dikkatini çekmiştik. Herkesin meraklı gözleri bir bana bir Ayça'ya kayıyordu.


Umursamadım kimseyi. Ayça'ya doğru birkaç adım atıp elimi uzattım. Gözlerinin ardına bakıyordum. Kaybolmuş Ayça'yı bulmak istercesine bakıyordum.


"Tut elimi tut yanındayım, yalnız değilsin."


"Bu," dedi düşünür gibiyken. Belki bu sefer işe yaramıştı. Gerçekten yaradı mı? Bu sefer gerçekten gözünü açabilmiş miydim?


"Bu şarkı sözü değil mi?"


"Ne?"


"Evet evet, bu Ebru Gündeş'in şarkısı." Havada kalan elimi yavaşça indirdim ve derin bir nefes alarak sadece yüzündeki aptallığa bakmakla yetindim. Ben konuşayım mı? Hiç açma o çeneni. Tamam sustum.


Halime ile bile tartışamazdım.


"Tamam sen devam et aynı şeye." Ayaklarımdan destek alarak arkama döndüğümde duvara çarptım. "Ya ben niye bakarkörüm? Off! Kafam," diyerek elim ile alnımı ovuştururken gözlerimi de isteksiz yumdum. Sonra burnuma gelen koku ile aklımdan ne geçiyorsa dudaklarıma hiç çekinmeden ilettim. "Bu duvarı ne ile siliyorsunuz? Müthiş bir kokusu var, insanı ayaklarını yerden keser bu." Gözlerim hâlâ kapalı bir şekilde elim ile duvarı gösterdim. Salak kafam işte duvarı niye gösteriyorsam her yerde duvar var. Her yerde duvar olduğu için salakça dönerek diğer duvarları da gösterdim. Alnımdaki acı yavaş yavaş kaybolunca gözlerimi hafifçe aralayarak duvara baktım.


Gerçekten duvarmış! Önümdeki bedene bakıp arkama döndüm ve hiçbir şey demeden yürümeye başladım.


"Özür dileseydin bari." Arkamdaki beden benden özür mü bekliyordu? Pardon da bu kadar yakınımda ne işi vardı? Tamam salakça hareketlerim olabilir ama bir o kadar da zekiyim de.


Hiç tepki vermeden mekandan ayrıldım.


🪄


"Şimdi şunu da koyalım," diyerek tencerenin içine küp küp doğranmış havucu attım. Bir süre sonra zeytinyağın içinde kavurduğum havuçlara, havuç ile aynı oranda doğranmış soğanları atarak güzelce karıştırdım. "Ay, mis mis."


Ne kadar rahatsın? Neden olmayayım? Bugün yaşadıklarından dolayı mesela. Ne olmuş bugün, normal sıradan bir gündü işte. Senin normal anlayışın beni ürkütüyor. Korkma yemem seni. Şaka maka da biz bu yemeğe pirinçten başka ne ekliyorduk? Baharat ekleyeceksin.


Bir elimle dolabın kulpundan tuttum. Ardından da diğer elimle baharatları alıp tezgahın üstüne yerleştirdim. Yemeğime her şeyden miktarınca atarak eski yerlerine koydum. Bir süre karıştırdıktan sonra suyu ekledim ve tencerenin kapağını kapatıp yemek masasına oturdum.


Tadına baksana. Gerek yok. Geçen ki tuzsuz olmuştu. Bu sefer de öyle olsun. Ne umursamaz insansın. Üşeniyorum. Tadına bakmaya üşeniyorsun! Evet. Tamam ne halt yersen ye, daha fazla konuşamam senle.


Bu sefer hiçbir şey dememiş ve yemek pişene kadar masada öylece bekledim. Devin? Hayır. Daha sormadım.


"Senin bana ne soracağını biliyorum Halime. Pişman değilim yaptıklarımdan ya da dediklerimden."


"Halime kim, neye pişman değilsin?" Kapıdan giren dedem haklı olarak soruları yöneltmişti. Sesli konuşmamalıydım.


"Boşver dede, gereksiz bir takım olaylar." Umarım üsteletip sormazdı. Bazen inatçı tarafı ağır basıyordu çünkü.


"İyi peki öyle olsun," dedi ve ocaktaki yemeğin altını söndürdü. "Ben gelmeseymişim yanacakmış yemek." Halime hepsi senin suçun.


"Özür dilerim." Masadan kalkıp dolaptan tabakları aldım ve dedeme bakıp "Yiyeceksin, değil mi?" dedim. Sadece olumlu anlamda kafa sallamakla yetinmişti. Ocağın üstünden tencereyi alıp tabaklara eşit miktarda yemeği yerleştirdim. Bunun üzerine tabaklarımızı masaya koyup yemeğimize gömüldük. Tabağımız bitene kadar kimseden ses soluk çıkmamıştı.


"Ellerine sağlık." Dedemin bu sözleri dudaklarımı hafifçe kıvırsa da bir yanım buruk bir şekilde ayağa kalkmıştım. "Otur Devin, sana bir şey söylemem lazım." Ne diyeceğini az çok tahmin ediyordum. O yüzden yüzümde bir mimik dahi oynamadan yerime geri oturdum.


"Bugün, o gün." Sesindeki öfkeyi saklayarak konuşması beni daha çok sarsıyordu. Bugünün tarihi kalbimin her yerinde işaretliyken unutmam imkansızdı.


Masanın üzerinde gezdirdiğim gözlerimi dedeme çevirmiştim. Dişlerim gözükür biçimde güldüğümde bu sefer ben devir almıştım cümleleri.


"O gün, bugün. Benim en mutlu olduğum gün." Bunu dememi beklemiyordu. Kulakları daha çok hüzünlü cümleleri dinlemeye hazırken bu mutluluğumun yansıdığı cümleler duymak ona yabancıydı. "Gerçekler," dedim. "Gerçekleri severim." Annem ile babamın beni terk etmeleri gerçekti ve ben bu gerçeği sevdim.


Daha fazla dayanamayarak ayağa kalktım ve kahkaha atarak "Hadi ama dede boş versene onları, onlar bizi kaybetti biz onları değil," dedim ve dedeme göz kırptım. Bu tavrım onu oldukça ikna etmişti. Yüzündeki ifade her şeyi doğrulaması beni daha da gülümsetti.


Ortamdaki havayı dağıtmanın verdiği rahatlıkla bulaşıkları yıkamıştım. Ne kadar dedeme iyi, neşeli gözüksem de yüreğimden geçen bıçaklar içten kanıyordu. "Dede," diye bağırdıktan sonra salondan gelen dedemin sesi beni yönlendirmişti. Şöminenin yanında oturan adam, mesleğinden kalan vücut yapısıyla hâlâ yaşına göre genç görünüyordu. Adımlarımı yakışıklı beyefendiye yönlendirerek sevimli halimi takınmıştım. Oturduğu koltuğun koluna çenemi yaslayarak masum göründüm.


"Dedeciğim ben dışarı çıkabilir miyim?" Kaşının biri havalanırken "Neden?" diye sormuştu.


"Halime'nin doğum günü bugün ona gideceğim."


"Az önceki Halime bu Halime değil mi?" Başımı olumlu anlamda salladıktan sonra beni süzdü. "Sinirli çıkıyordu sesin. Pişman değilim de dedin." Ah, dedem! Emekli de olsan binbaşılığını bırakamıyorsun. Hâlâ çok dikkatli olman beni bir tık zorluyor.


"İşte o yüzden izin istiyorum. Biraz düşününce 'Kız haklı,' dedim kendi kendime. O yüzden gidip özür dileyeceğim." Çok iyi oyuncuyum be. Dedemin ifadesinden ikna olduğunu anlamak zor değildi ama merakı da ağır basıyordu ne yazık ki.


"Özür dileyecek kadar ne yaşadın?"


"Çarptım ve özür dilemeden küstahça uzaklaştım." Anladım der gibi kafasını sallamıştı. Sonra aklına gelen soru ile gözlerini gözlerimde durdurdu.


"Hediye?"


"Özür dileyeceğim ya ona bundan iyi hediye olamaz."


"Olsun sen yine de hediye al, ayıp olur." Gülerek cevapladığında elini cebine attı ve cüzdanından hediye için bir miktar para çıkardı.


Aldığım parayla evden çıkmıştım. Şuan sadece sessizliğin içinde kaybolmak en büyük isteğimdi. Karanlığın ortasında kalmış ruhuma sessizlik ile ödüllendirmek istiyordum. Attığım her adım, papatyaların fallarını izinden yürümek içindi. Kopan her yaprakta bir gerçek bir de masal geçiyordu. Bu papatya aşıklara ait değildi değil mi?


İşte bu soru yanlış bir düşünceye ev sahipliği yapıyordu. Papatya umuttur ve biz o umuda bağlandığımız için yapraklarına kaderimizi yazıyorduk.


Sizce sırasıyla koparılan papatyanın yaprakları hangi sözcüğü umudun önüne atacaktı?


Gerçek mi, yoksa masal mı?


Loading...
0%