@wildanyalcin
|
2. Bölüm: Kuyu Dün son kez kendimle göz göze gelişimden sonra kitabı kapatıp tekrar aldığım yere, sehpanın üzerine bıraktım. Sonrasında kalkıp yatmıştım. Düşünmek istememiştim. Biraz daha aynı şeylere kafa yormayı istememiştim. O yüzden yatıp uyumuş ve sabah kapım defalarca çalınana kadar da uyanmamıştım. "Prenses Eliana, uyandınız mı? Lütfen kapınızı açın, sizin için kıyafetlerinizi hazırlamamıza ve saçlarınızı yapmamıza izin verin." Karina'nın yumuşak çıkan fakat bir kadın için kalın olan sesi kulaklarıma geldiğinde gözlerimi kısa süreliğine tavana dikip bugünümü düşündüm. Kalk, kahvaltıya git, anneni dinle, danışmanınla taht odasına git, nasıl kraliçe olacağını öğren... Tekrar ve tekrar. Daha fazla yatmadım ve doğrulup gerindim. Ardından geceliğimin eteklerini düzeltip kapıya ilerledim. Elimi kapıya takılı duran anahtarın üstüne koydum ve yüzümü tavana doğru kaldırıp gözlerimi kapattım. Kendimi iyi hissetmek için gülümsedim. Kendime mutlu olduğumu hatırlattım ama o ne ki gülümsemem geldiği gibi gitti. Bu sefer başımı eski haline getirip derin bir nefes alarak kapının kilidini açtım. Karina ve arkasında duran bir sürü yardımcı kadın hiç beklemeden içeri doluştular. Ben de ilerleyip saçımı yapmaları için tuvalet masamın önünde duran süslü tabureye oturdum. İsimleri Isabel ve Mary olan iki genç yanıma gelip gece karışmış olan saçlarıma baktılar. Karina ve yanındaki diğer iki kadın bugün nasıl bir elbise giyeceğimi tartışıyorlardı. "...Prenses, bugün özel olarak istediğiniz bir saç modeli var mı?" Isabel mavi gözleriyle aynadan bana bakıp her zamanki tatlı gülümsemesiyle bana klasik sorusunu sordu. Ben de başımı iki yana sallayıp aklımda bir model olmadığını söyledim. Zaten ne diyebilirdim ki? O da bana bu soruyu sorarken bir seçeneği olmadığını biliyordu, sahip olduğum bu kıvırcık saçlar istenen hiçbir modele uymuyordu. Mary saçlarımı elinden geldiğince canımı acıtmadan tarak yardımıyla açtı. Sonrada ikisi birlikte bana topuz yapmaya başladılar. Bu sırada Karina ve yanındaki kadınlar bana çoğu beyaz tüllerden oluşan ama yaka ve etek kısmında mavi detaylar bulunduran bir elbise seçmişlerdi. Elbisenin arka tarafı yere kadar uzanıyordu fakat ön kısmı dizlerimin biraz üstünde bitiyordu. Kalp yakanın göğüs kısmına güneş şeklindeki broş takılmıştı. Her zamanki elbiselerime benziyordu. Genelde sıcaktan dolayı her tarafımı kapatan elbiseler giymezdim. Annem ne kadar onaylamasa da... Saçlarım tamamlandı, hafif bir makyaj yapıldı ve sallanan inci küpelerim takıldı. Ayağa kalktım ve elbisenin yanına gittim. Şimdi odada benden başka sadece Karina vardı. Elbiseyi giymeme yardım etti ve en son arkamdaki ipleri iyice çekerek bağladı. Giymem için zarif, elbisenin detaylarıyla aynı tonda olan mavi topukluları getirdi. Eteklerimi süsleyen tülleri elleriyle düzelttikten sonra önden gidip benim için kapıyı açtı. Ben de ellerimi önümde birleştirerek insanların karşısında yüzümün en yakın arkadaşı olan gülümsememle odadan çıktım. Karina şu an yanımda değildi. Yatağımı toplamak, odanın tozunu almak için odada kalmıştı. Tek başıma merdivenlerden inip bana günaydın diyen hizmetlilere kısık sesle cevaplar verdim. Annem onlarla konuşmamı istemezdi. Yemek salonuna ilerleyip benim için kapıyı açan kişilerin yanlarından geçtim. Uzun masanın en başı babam için ayrılmıştı ve o daha aşağı inmediği için boştu. Ama annem oradaydı ve hizmetlilere masadaki kusurları anlatıyordu. "Günaydın kraliçem." deyip annemin karşısında babamın sol tarafında bulunan sandalyeye yerleştim. Yemeğe başlamak için babamı bekleyecektik. O ne zaman gür sesiyle "Afiyet olsun." derse o zaman yemeye başlayacaktık. "Günaydın." Başka hiçbir şey demeden az önce yaptığı şeye geri döndü. Bense salonda gözlerimi dolaştırmaya başladım. Yüksek tavan, güneşi temsil eden sarı ve turuncu tonları salonun her yerindeydi. Bu renkler bir süre sonra sizi cidden yoruyordu. Küçüklüğümden beri hiç değişmeyen manzaraya artık doymuştum. Yeni yerler görmek, başka şehirlerde yemek yemek istiyordum. Belki başka bir ülkede... Babam, Kral Antonio, çok geçmeden salona girdiğinde annem ve ben ayaklandık ve ellerimizi önümüzde birleştirip babamın bize yaklaşmasını bekledik. Masanın bizim olduğumuz tarafına doğru ilerleyip anneme kısa bir bakış attı ve sonra onun için çekilmiş olan sandalyesinin önünde durup salondaki herkese günaydınlarını iletti. Bizler de ona cevap verip reveransımızı yaptık. Babam oturabileceğimizi gösteren bir el hareketi yaptı ve önce kendisi oturup bizi bekledi. Annem ve ben de sandalyelerimize yerleşip babamın ağzından çıkacak iki kelimeyi bekledik. Neyse ki bizi bekletmedi. "Afiyet olsun." deyip yemeye başladı. Aslında aç değildim. Eğer bana fikrimi sorarak bu kahvaltıyı hazırlasalardı biraz daha az hazırlamalarını söylerdim. Çünkü boğazımdan bir şey geçecek gibi değildi. Sadece bir süre çatalımla tabağıma konulmuş malzemelerle oynadım. Hiçbirini ağzıma götürmedim. Babamın bana baktığı yoktu zaten o yüzden çok sorun değildi ama annem uyaran bakışlarını üzerimden çekmiyordu. Sürekli bana bakıp rahatsız edici şekilde gözlerini gözlerime dikiyordu. En sonunda dayanamadım ve tabağımdaki yiyeceklerden azar azar ağzıma götürdüm. Ağzıma attığım zeytini o kadar yavaş çiğniyordum ki herhalde bu sofra toplanana kadar ben onu bitiremezdim. Yutmak istemiyordum. Maalesef ki mecburdum buna. Kahvaltı faslı nihayet bittiğinde yarım saatlik bir boşluğum vardı. Bu vakti her zaman yaptığım gibi bir üst katta bulunan balkonda geçirecektim. Orası huzurlu bir yerdi. Çatısı güneşin sizi yakmasına izin vermiyordu ve esen ılık rüzgarlar oraya uğramadan başka yere gitmiyordu. Ferah, serin ve rahatlatıcı bir yerdi. Orayı odamdan daha çok seviyordum. Odam aynı, sıkıcı renklerin birbirini tekrarlamasıyla oluşmuş basit bir yatak odasıydı. Krallığımızı güneş temsil ediyordu, bu yüzden her yatak odasının tavanında, sanki insanlar buranın neresi olduğunu dışarıdan anlamıyormuş gibi, güneş resimleri vardı. O güneş koyu sarıydı ve etrafa ışıklarını yayarken oluşan açık sarı rengi tavanın geri kalanını kaplıyordu. Duvarlar onlara uyum sağlayacak şekilde açık bir renkle boyanmıştı. Duvarların üzerinde minik minik ayçiçekleri resmedilmişti. Ülkemizi temsil eden bir diğer motifte buydu, ayçiçeği. Mobilyalar güneşin bulunduğu yer olan gökyüzünün rengini taşıyordu. Açık mavi benim odamın her yerindeydi. Sadece dolabım beyazdı. O ise benim hayalimde gökyüzünde dolaşan bulutları temsil ediyordu. İşte bu şekilde bir çok oda birbirini tekrar ediyordu. Bir tek kral ve kraliçenin odası farklı. Ama oranında bunlardan pek bir farkı yok. Ben odamdan sıkılınca bu balkonda nefes alıyordum. Krem rengi ve beyazın yoğunlukta olduğu bu balkonda küçük, yuvarlak bir masa ve iki tane sandalye vardı. Daha önce buraya kimseyle gelmemiştim. O yüzden sırtı manzaraya dönük olan sandalye yerinden hiç kıpırdatılmamıştı. Her zaman olduğu gibi yine bu sandalyenin karşısındakine oturdum ve derin bir nefes alıp hafifçe esen rüzgarın taşıdığı çiçek kokusunu soludum. Kendi kendime gülümsedim. Kendimce mutluluğu bu balkona sığdırmıştım işte. Elimde başka hiçbir şey yoktu. Bu kadardı. Zaten kısa süreceğini bildiğim bu huzurlu dakikalar yapacağım işlere daha önceden başlamam gerektiği için planladığımdan daha kısa sürmüştü. Buraya oturalı belki on beş dakika olmuştu ki balkonun minik bir perdeyle kapatılmış camlı kapısı tıklatıldı. Kapının dışındakine girmesini söyledim. Danışmanım benim onayımla içeri girip taht odasına inmemi, kralın beni beklediğini söyledi. Ona başımı sallamakla yetindim. Son kez karşımdaki denizin ve ormanın iç içe geçmiş görüntüsüne bakıp ayağa kalktım ve beni kapının önünde bekleyen danışmanımla birlikte aşağıya indim. Ezbere bildiğim yolda çok hızlanmadan yürüyordum. Elimden geldiğince geç o odaya girmek istiyordum. Sürekli aynı suratları görmek canımı sıkıyordu. Neden ben insanlarımın arasında dolaşamıyorum? Onlarla konuşup sorunlarını dinlemek ve onlara yardım etmek için çabalamak burada durup aynı şeyleri tekrarlamaktan çok daha iyiydi. Taht odasına girdim. Babamın karşısında eğildim ve nazikçe nereden başlayacağımızı sordum. Bu sefer yüzünde daha farklı bir ifade vardı. Normalde, bana bildiği şeyleri öğreteceği için rahat bir ifade takınan babam şimdi gergin ve rengi çekilmiş bir suratla tahtında oturuyordu. Sorduğum soruya cevap vermedi. Yüzüm yere dönükken kaşlarımı çattım. Normalde böyle yapmazdı. O yüzden sorumu tekrarladım. "Bugün nereden başlayacağız?" Cümlemin sonuna doğru sesim kısılmıştı çünkü babam gür sesiyle konuşmaya başlamıştı. "Bugün, bu dersi işlemeyeceğiz, Eliana. Seninle bir şey konuşacağım." diyerek meraklanmama neden oldu. Tedbirli bir şekilde başımı yerden kaldırdım ve babamın sıkıntı içeren gözlerine baktım. Benimkiyle aynı renk olan mavi gözleri endişeliydi. "Tabii, lütfen konudan bahsedin." diyerek onun konuşmasını istedim. "Kraliçeye hala net bir cevap vermemişsin, sana vaktimizin daraldığını hatırlatmalı mıyım?" Konuyu anladığımda ben de gerilmiştim. Bir eş istemiyordum. "Üzgünüm. Hiçbiri bana uyan adaylar değildi." "Uygun ya da değil. Sadece birini seç ve ülkenin kaderini düzelt. Yoksa yaklaşan şey her birimiz için kötü sonuçlar doğuracak. "Anlamıyorum," dedim ve ellerimi elbiseme bastırıp hızlıca yutkundum. "Yaklaşan şeyin ne olduğunu anlamıyorum." Babam tahtından kalkmış ve taht bölümünün arkasında kalan diğer kapıya ilerlemişti. "Güneş tutulması, Eliana" demiş ve beklemeden kapıdan çıkmıştı. Onunla birlikte yardımcıları da çıkmış, odada sadece iki şövalye ve ben kalmıştım. Olduğum yerde fazla beklemeden taht odasından çıkıp beni kapıda bekleyen Karina'nın diğer görevlerimi saymasını dinledim ve bunun için bir kat inmeye başladık. İşimiz bittiğinde ben de bitmiştim. Tahta oturmak için hazırlanmak bu kadar zor olmamalıydı ama her şey detaylıca düşünüyorlardı. Bu da işlerin gerektiğinden farklı işlemesine neden oluyordu. Bir de bugün ilk defa babamın açtığı evlilik konusu vardı. Annem beni sürekli sıkboğaz ediyordu zaten ama bir de babamdan ciddiyetle bir eş seçmem gerektiğini duyunca zaten yükseklerde gezinen gerginlik seviyem iyice yükselmiş ve sürekli terlememe neden olmaya başlamıştı. Bulduğum bir arada Karina'ya görünmeden gizlice bahçeye çıktım. Eğer Karina beni görseydi peşimden gelirdi ve ben rahatça dolaşamazdım. Bahçede birkaç adım atıp etrafa bakındım. Şaşırtıcı şekilde kimse yoktu. Normalde burada şövalyelerin olması gerekiyordu. Ama yoklardı. Çay saatimiz yaklaşıyordu, annem buna çok dikkat ederdi ama etrafta bunun için hazırlık yapan da hiç kimse yoktu. Bahçe sessizdi. Birkaç adım daha attım. Sonra birkaç tane daha. Ve biraz daha... Sarayın alt kısmına kadar bu şekilde ilerlemiştim. İsterlerse beni görebilecekleri bir yerde duruyordum. Ama o huzurlu bahçeden güç alarak buraya gelmiştim. Daha da ilerlemek istiyordum. Sarayın biraz daha aşağısında ağaçlık bir bölge vardı. Oraya girip göz atmak istiyordum. Hiç gitmemiştim oraya. Buraya gelmem hoş karşılanmazdı. Küçükken gördüğüm derslerde bunu söylemişlerdi. İçimdeki merak duygusuna engel olamadım. Adımlarımı ağaçlara yönlendirdim. Tabii bunu yaparken sürekli arkama bakıyordum. Beni yakalarlarsa neler olabileceğini düşünmek bile istemiyordum. Daha önce buna cesaret edememiştim. Annemin sürekli yeterli olgunluğa erişememiş olduğumu düşünmesi ve başıma onlarca kişiyi dikmesi içimdeki cesaret duygusunun üstüne sürekli toprak atmıştı. Yanımda sadece Karina'nın kalışının üzerinden en fazla bir, bir buçuk yıl geçmiş olması lazım, daha fazlası değil. Artık çevremde sadece ağaç görecek kadar ilerlemiştim. İlk defa saraydan bu kadar uzakta olmak ve yalnız olmak beni biraz daha özgür hissettirmişti. Ağaçlara baka baka ilerlemeye başladım. Her biri çok güzeldi. Canlılardı, kimisinin üzerinde ufak çiçekler vardı. Bazısında kuş yuvaları duruyordu. Bu görüntü çok hoşuma gitmişti. Bir anne kuşun yavrularını besleyişini izledim. Acaba bir annenin çocuğuyla ilgilenişi nasıl hissettiriyordu? Eminim güzeldi. Dakikalarca ormanda bakındıktan sonra burada çok fazla vakit geçirdiğimi fark ettim. Sarayda benim yokluğumu fark etmiş olmalılardı. Aklımdaki düşüncenin gerçek olmamasını umdum. Eğer buraya geldiğimi öğrenirlerse bittim demekti. Geldiğim yoldan geri dönmek için arkamı dönüp yürüdüm biraz. Ardından bu ağaçlık alandan çıkmadan sağ tarafta gözüme bir şeyler ilişti. Parlak, renkli ve etrafa hafif ışık saçan bir kuyu. Altın renkliydi ve içindeki sedefli su taşacak gibi gözüküyordu. Daha önce hiç bir kuyunun varlığından söz edilmemişti. Özellikle böylesine göz alıcı bir kuyudan. O kuyuya yaklaştım. Beni kendine çekiyordu. Suyun içindeki sedefler hareket ettikçe gözüme daha hoş geliyordu ve bu ona daha yakından bakma isteğimi artırıyordu. Kuyuyla aramda bir adımlık mesafe kalana kadar ilerledim. Şimdi simli suda kendimi görüyordum. Renklerim net değildi. Normalde koyu sarı olan saçlarıma suyun üzerindeyken tatlı bir mavilik karışmıştı. Esmer tenim üzerinde simler yüzüyor gibi gözüküyordu. Çok güzeldi, çok hoştu. Dolgun pembe dudaklarım beğeniyle kıvrıldı. Kendimi güzel görmüştüm, belki de ilk defa. Normalde aynaya baktığımda gördüğüm kızı sevmiyordum. Çirkin bir kızdı. Bazen kendi kendime "Bir prenses nasıl bu kadar çirkin olur?" diye düşünüyordum. Uyuma vakitlerinde ağlayıp duruyordum. Ama hiçbir faydası yoktu bana. Bu, güzellik yoksunu suratıma şişlikten başka bir şey katmıyordu tabii. Tekrar bir azar yiyordum. Bir prenses ağlamazdı sonuçta. Suyun üzerinden kendime baktıkça ona dokunmak istedim. Beni böylesine gülümseten ve güzel hissettiren maddeye tenim temas etsin istedim. Beni çeken suya doğru elimi kaldırdım. Sonra kuyuyla aramda olan mesafeyi kapattım. Önce parmaklarım değdi suya. Serin hissettiriyordu. Beklemeden elimin geri kalanını da yavaşça su bileklerime değinceye kadar soktum. Sudaki simler bana dokunuyor gibiydi ama aynı zamanda hiçbir hissettirdiği de yoktu. Biraz daha gülümsedim. Elimi suyu dalgalandırmak için biraz salladım. Su sağa sola giderek hareketlendi. Sonra bir anda kuyunun derinliklerinden gelen bir ışıla su, beni içine doğru çekmeye başladı, kuyunun derinliklerine çekmeye. Elimi hızla geri çektim. Bu da neyin nesiydi? Benim yanlış anlamış olabileceğimi düşündüm. Aksi mümkün değildi. Sanırım. Kuyudan uzaklaştım. Sonra aklımda bazı görüntüler canlanmaya başladı. Bunlar istemsizce düşündüğüm şeylerdi. Kendimi suyun içinde düşündüm. Bütün vücudumla suyu hissediyordum. Sonra yavaşça kafamı da sokuyordum. Ellerimle, geri çıkmamak için kendimi suyun derinliklerine doğru ittim. Ama tekrardan kafam çıkamadan kuyunun kenarlarına dokunup baskı uyguladım. Artık bedenim suda dengedeydi. Dışarı çıkamaz, havayı ciğerlerine tekrar çekemezdi. Bir an bunun düşüncesiyle heyecanlandım. Kendimi ölürken hayal ettim. Yüzümü nefessizlikten dolayı morarmışken, dudaklarımı solgun, ellerimi suyun altında kalışından dolayı buruşuk şekilde hayal ettim. Bu sefer bunun için bir arzu duymaya başladım. Ölüm arzusu. Heyecanlandım. Kuyuya tekrardan ilerledim. Bu sefer sadece parmaklarımı sokacağım şekilde elimi suya yaklaştırdım. Böyle başlayabilirdim. Suyun serinliğine alışınca gerisi de gelirdi elbet. Bir süre öylece bekledim. Şimdi zihnim kendi düşüncelerimi sorguluyordu. Gerçekten ölmek istiyor muydum? Ölümden sonrası nasıl olacaktı? Nereye gidecektim? İnsanların bahsettikleri Cennet ve Cehennem gerçekten var mıydı? Bir kanat sesi duydum. Anlık bir şeydi. Elimi çektim. Bana ne olmuştu? Bunu arzulasam bile gerçekleştiremezdim. Krallığın sonu olurdu. Katlanmak zorundaydım. İnsanlar bana güveniyordu. Bunu boşa çıkarmayacaktım. Hızlı adımlarla ağaçlık alana girdiğim yere ilerledim. Şimdi saraya gidecek ve bu kuyu hakkında daha fazlasını öğrenecektim. |
0% |