Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Bölüm: Mutsuz Prens

@wildanyalcin

5. Bölüm: Mutsuz Prens

Suyun içinde bir etrafa bir de tülleri her tarafımı sarmış elbiseme bakıyordum. Gerçekçi gelmiyordu, burada olmam, şu an bir yere gidiyor olmam. Hala inanmak istemiyordum. Belki de bir rüyaydı. Bunu düşünüyordum ve rüyalarıma konu olmuş olabilirdi. Eğer gerçekten öyleyse söylemeliyim ki, fazla gerçekçiydi.

Suyun içindeki simlerin tenime deyip rahatsız edici olmayan bir his bırakması, suyun cildimi ferahlatışı şu an fazlasıyla gerçekçiydi. Başka şeyler düşünmeyecektim. Ben bunu yaşıyordum. Bu gerçeği an itibariyle kimse değiştiremeyecekti.

Kısa bir süre sonra su beni ferahlatmaktan çok üşütmeye başladığında şaşkınca kaşlarımı çattım. Böyle bir şey olacağını bilmiyordum. Kafamı kaldırıp az önce hiçbir şey olmayan yere baktım. Ama bu sefer orada beyaz bir deliği görmemle gözlerim irice açıldı. Sanırım çıkıyordum. Kuyudan dışarı ve Luna'nın içine.

İyice o deliğe yaklaştığımda su neredeyse buz gibiydi. Ellerimi kollarıma sardım. Kitap göğsüme bastırılmış şekilde duruyordu. Gözlerimi sıkıca kapatıp beklemeye başladım. Bir an tekrardan korkacak gibi oldum ama içimden bir kere daha sakin olmamı söyledim kendime.

Ani bir şekilde su beni dizlerimin üstüne kadar kuyudan çıkarıp kuyunun taştan, sert kenarına oturttuğunda dengemi sağlayamayıp sırt üstü yere düştüm. Ağzımdan bir çığlık kaçarken yüzüm acıdan dolayı buruşmuştu ve zaten yuvarlandığım için sağlam olmayan bedenim şiddetli bir şekilde tekrar sızlamaya başlamıştı.

Dikkatimi çeken ilk şey içimi delen soğuk olmuştu. Rüzgar yoktu ama ortam o kadar serindi ki bir anda titremeye başlamıştım. Bedenim titrerken derin nefesler eşliğinde hala daha kapalı duran gözlerimi yavaşça araladım ve Solis'in aksine kapkara bir gökyüzüne sahip Luna'nın manzarasına baktım. Siyah bir denize serpiştirilmiş beyaz, parlak yıldızlar ve kocaman, yemek masasında duran tabaklara benzeyen bir dolunay. O kadar güzel gözüküyordu ki acımı bir kenara bırakıp bir süre sadece bunu izledim. Daha önce tabii ki böyle bir şey görme fırsatım olmamıştı. Ama şu an keşke daha önce görme şansım olsaydı, diye düşündüm. Solis'in mavisinden, öylece durup etrafı aydınlatan sapsarı bir güneş ve beyaz bulutlardan daha fazlasıydı bu. Sessiz bir huzur vardı burada. Bu yattığım yerde bile bunu hissedebilirken halkın içinin nasıl olduğunu düşündüm. Nasıldı? İnsanlar da benim gibi bu huzurun farkındalar mıydı acaba?

Hevesle dirseklerimden destek alarak doğrulup oturur hale geldim. Gördüğüm şey kuyunun gri taşları oldu. Gerisiyse karanlıktı. Yerden ve kuyunun duvarlarından destek alarak ayağa kalktım, sonrada elime düşmenin etkisiyle yerde yuvarlanan ve benden uzaklaşan kitabımı aldım. Kapağı sayfalardan ayrılmıştı. Şimdi elimde içinde sayfaları olmayan bir cilt ve dışında cildi olmayan sayfalar vardı. Birçok sayfanın rengi topraktan dolayı kararmıştı, bir kısmı ise bütünlüğü bozmak istercesine kopmuştu. Onları elimde bir araya getirip tekrardan gerçek bir kitap görüntüsü vermek için cildin içine yerleştirdim. Şimdi ne yapacaktım? Donarak bulunduğum yerin çevresine baktım. Ay ışığının bana gösterdiği kadarıyla burada da bir ormandaydım. Hiç bilmediğim bir ormanda, karanlık gökyüzünün altında tek başımaydım. Ne tarafa doğru gideceğimi bilmiyordum. Nerede evler vardı, nerede yaşayan insanlar vardı bilmiyordum. O yüzden dümdüz, şu an baktığım tarafa doğru yürümeye başladım.

Eğer birini bulursam belki o beni bir yerlere götürebilirdi. O yüzden umudumu kesmeden yürüdüm. Dakikalarca dümdüz bir şekilde ağaçların arasından geçerek, çalılıklara takılarak yürüdüm. Bir yandan da düşünüyordum. Annemi, söylediklerini, benden bahsediş şeklini ve ebeveynlerimin her ikisinden de duyduğum güneş tutulmasını... Üzüntü tekrar beni buldu. Gözlerim istemsizce yaşardı. Yürümeyi bıraktım ve onları geri göndermek için başımı yukarı kaldırıp sakin nefesler almaya çalıştım. Kafamdan annemin dediklerini atmaya çalıştım. Bir yaş benden izinsiz şakaklarımdan aşağı aktı. Elimin tersiyle onun geçtiği yeri sildim ve daha fazlasını engellemek için gözlerimi sıkça kırpmaya başladım. Bir süre sonraysa içimdeki üzüntüyü bir öfke dalgası alıp götürdü. Anneme karşı öfkelendim. Babama karşı, saraya karşı, krallığa, konumuma, tek varis oluşuma öfkelendim. İstemiyordum, hiçbir şeyi...

Sinirle ayaklarımı yere vura vura yürümeye başladım bu sefer. Aynı zamanda içimden kendi kendime söyleniyordum. Burada ne işim var? Ne yapmaya geldim? Sadece her zamanki gibi yatıp uyusam olmaz mıydı sanki? Öfke bir anda içimin alev almasına neden olmuştu.

Çevreye göz gezdirdim. Dakikalardır kendi kafamda oluşturduğum yol üzerinde ilerliyordum ama hiçbir yaşam belirtisi görememiştim. İçimdeki öfke daha da büyüdü. Bu insanlar nerede yaşıyordu? Artık soğuktan bacaklarımı ve kollarımı hissedemiyordum.

Arkamı döndüm ve geldiğim yere doğru birkaç adım attım. Bir yeri görmek istemiyordum. Zaten Luna'nın en güzel şeyini görmüştüm. Başka neye ihtiyacım olabilirdi ki? Elimdeki bile bana yeterdi.

Ümitsiz bir şekilde ağır ağır yürürken birden kulağıma bir müzik ilişti. Bu Solis'teki gibi sıkıcı, kimsenin dikkatini vermediği ve çalan müziği duyan herkesin stres olmasına neden olan müzikler gibi değildi. Eğlenceliydi. İçimi kıpır kıpır ediyordu. Müziğin temasını kavrayamayacak kadar uzaktan duyuyordum o yüzden iyice dikkat kesilerek bu sesin hangi taraftan geldiğini anlamaya çalıştım.

Birkaç saniyenin sonunda bir kez daha arkamı dönüp içimde yeniden yeşeren umutla birlikte hızlı hızlı yürümeye başladım. Sesi takip ettiğimde yolumdan çok sapmam gerekmediğini fark ettim ve bu beni memnun etti. Sadece bu müziğin geldiği yere ulaştığımda hangi taraftan geldiğime dair bir işaret bırakmalıydım o kadar. O zaman tekrardan aynı yolu yürüyerek kuyuya ulaşabilirdim.

Heyecanla önümdeki yokuşun tepesindeki yere baktım. Ama bakmamla kaşlarımın çatılması bir oldu. Çünkü orada ışık vardı. Güneş gibi bir kaynakları olmadığına göre başka bir şey olmalıydı orada. Mum? Hayır, orası birkaç mumun aydınlatabileceğinden daha fazla aydınlıktı. Bir şeyler vardı, benim bilmediğim bir şeyler.

Yürüyerek karşımdaki tepeye tırmanmaya başladım. Orada göreceklerim beni heyecana boğuyordu. Kalbimin sesini duyabiliyordum.

Gitgide daha da hızlanarak sonunda yokuşun en üst kısmına ulaşmıştım. Burada müzik çok daha canlıydı. Bu sese bir de coşkulu insanların haykırışları karışmıştı. Bir an kulaklarımı kapatmam gerektiğini düşündüm ama bunu yapmadım. Karşımda arkasını gördüğüm bir yapı vardı. Sağ tarafımdaysa uzunca bir oturma alanı. Kısa bir an sadece çevreye baktım. Etrafta çok fazla insan vardı ama hepsi belli bir noktaya odaklanmış ve beni görmemişlerdi. Önümdeki şeyin arkasına yaklaşarak orada ne olduğunu görmeye çalıştım. Ama önümdeki etten duvar yüzünden hiçbir şey göremiyordum. Birkaç adım daha atıp yaklaşacaktım ki geri dönüp geldiğim yere elimdeki kitabı bıraktım. Geldiğim yönü unutmamalıydım ve elimde bırakabileceğim hiçbir şey de yoktu. Kitabı kimsenin göremeyeceği şekilde oturma bölümünün kenarına koydum. Sonra da tekrar insanlara yaklaştım. Bu sefer neye baktıklarını görebiliyordum.

Etrafta bir pazar yeri gibi bir sürü tezgah vardı. Birçok çeşit eşya her farklı tezgahın üzerindeydi ancak kimse onlarla ilgilenmiyordu. İlgilendikleri şey orta yere yakılmış kocaman bir ateş ve etrafında deli gibi dans eden beş altı tane çiftti. Şaşkınlıkla ağzım aralandı. O kadar hareketliydiler ki neler yaptıklarını kavramam biraz zaman alıyordu. Solis'te böyle şeyler yoktu. Orası sıkıcıydı. Burasıysa insanların yüzlerindeki gülümsemelere bakınca anlayabildiğim şekilde eğlenceliydi.

Hafif bir esinti olduğunda saçlarım yüzüme dokundu. Bu insanlar burada donmuyor muydu? Gerçi üstlerindeki kalın duran pelerinler onların işini bayağı görüyor olmalıydı.

Ardından dikkatimi başka bir şey çekti. Bulunduğumuz bu yeri aydınlatan tek şey o ateş değildi. Çevrede belirli aralıklarla dizilmiş birkaç direk ve onların tepesinde de ışık saçan bir şey vardı. Kaşlarımı çatarak onları inceledim. Solis'te bunların bir örneği olmadığına emindim. Kesinlikle bilmediğim bir şeydi ve şu an onların ne olduklarını öğrenmek için can atıyordum.

Gözlerim etrafta gezinirken bir noktada durdular ve oradakini algılamaya çalıştılar. Aynı gökyüzündeki aya benzer şekilde beyaz tenli bir genç yere oturtulmuş ve boynuna zinciri bir ağaca bağlanmış kemer takılmıştı. Kaşlarım bu görüntüyle çatıldı. O çocuğu elleri arkasında bir şekilde sürekli başını yer ve gök arasında indirip kaldırıyordu. Yakarır ve şikayet eder gibi, aynı zamanda da ibadet yerlerinde dua eden o tuhaf giyimli din adamları gibi.

Biraz önümde duran beline kadar olan saçları örülmüş, krem tonlarında bir elbise giymiş kadına yaklaşıp işaret parmağımla birkaç kez omzuna dokundum. Az önce gördüğüm çocuk gibi onun da bembeyaz teni vardı. Kadın irkilerek arkasını döndü ve hiç utanmadan baştan aşağı beni inceledi.

"Bir şey mi diyecektiniz?" dedi ama hala daha beni süzüyordu. Bir an istemsizce ben de kendime bakmıştım. Mavi elbisem kir ve pislik içindeydi. Belirli kısımları yuvarlanırken bazı dallara takıldığı için yırtılmıştı. Bu pis görüntüm yüzünden bana bu kadar uzun süre baktığını düşündüm. Ama sonrasında kara gözlerinin yüzümde ve daha çokta saçlarımda gezindiğini fark ettim. Etrafa öylece göz attığımda bile benden başka sarı saçlı olmadığı gayet belli oluyordu ancak buna hiç dikkat etmemiştim. Buradaki herkes, aynı şekilde yerdeki çocukla karşımdaki kadın da, simsiyah saçlara sahipti.

"Evet, ben," dedim ve bir elimi kaldırarak o direklerden birini işaret ettim. "Onları merak ediyordum, nedir onlar?" Kadın gösterdiğim yere baktı ve afallamış bir ifade takınarak tekrar bana döndü.

"Sokak lambaları, gece görmek zor olduğu için ülkenin bir çok yerinde bulunuyor." Sesindeki tını bunu bilmediğim için beni ayıplar şekildeydi. Sarhoş gibi duruyordu, gözleri bayık bakıyor ve konuşurken harfler ağzından net çıkmıyordu. Cümlesini bitirince kafamdaki soru işaretlerinden birkaçı silinmişti. Bu sefer de o bana soru sordu. "Siz, buralı değilsiniz sanırım, nerelisiniz?" dediğinde bunu nereden anladığını düşündüm. Ama o an fark ettim ki benim buralı insanlarla fazlasıyla fiziksel farklılığım vardı. Buradaki insanların teni ay gibi beyazken benim ve benim krallığımdaki tüm insanların teni güneşin getirisiyle esmerdi. Onların gözleri ve saçları simsiyahtı. Bizim gözlerimiz ise gök mavisi, saçlarımızsa koyu sarıydı. Dışardan bakan herkes buralı olmadığımı anlardı.

Gergince karşımdaki kadına baktım. Solis'ten geldiğimi söyleyemezdim. Krallıklar asırlardır birbirine düşmandı ve eğer asıl memleketimi söylemek gibi bir aptallık yaparsam bu benim için iyi olmayabilirdi.

"Uzaktan geliyorum." dedim sadece. Kadın hala beni incelerken gözleri şaşkınca bir anda gözlerimi buldu. "Uzaktan mı?" Biraz düşünür gibi yaptıktan sonra bir soru daha sordu. "Sarayda mı çalışıyorsunuz yoksa?" dediğinde bu sefer ben şaşırmıştım.

"Saray mı? Hayır ben... Saray buraya uzak mı?" Kadın şimdi bana benim deli olduğumu düşündüğünü gayet net bir şekilde belli ederek bakıyordu.

"Evet, saray ülkenin en uç noktasında bulunuyor.. Bunu herkes bilir. Özellikle siz, uzaktan geldiğinizi söylerken sarayı nasıl bilmezsiniz? Buna imkan yok." İşte şimdi ne yapacağımı bilmiyordum. Saçmalama vaktiydi ama ben daha önce hiç saçmalamamıştım, buna gerek olmamıştı.

"Elbette biliyorum, sadece... Bir an dediklerinizi algılayamadım o kadar." diyerek samimi olduğunu düşündüğüm bir gülümseme gönderdim ona. O ise sadece bana iyi eğlenceler dileyip uzaklaştı yanımdan. Luna'da ilk kez biriyle konuşmama bakarsak sanırım iyi bir iş çıkarmıştım. En azından daha kötüsü olmamıştı.

Bir kez daha biriyle konuşmak istemediğim için olduğum yerden pek fazla uzaklaşmamış ve kimseye temas etmemek için de fazlasıyla çaba harcamıştım. Burada hesapladığımdan daha çok vakit geçirmiştim ama daha az kalamazdım. Burası çok güzeldi. Her yer çok renkli ve herkes çok neşeliydi. Mutsuz kimse yoktu. Onları izlemek çok güzeldi. Benim ülkemde kimse gülmüyordu. Kimse böyle şenlikler düzenlemiyordu. Bu durum içten içe canımı sıkmıştı. Düşmanımız dediğimiz ülke bu kadar mutluyken bizim bir gülümsemeyi bile çok görmemiz fazla aptalcaydı. Ve belki küçük düşürücü. İnsanlar bunu hak etmiyordu. Bunu değiştirmeyi isterdim. Belki kraliçe olunca... Annemin olmadığı bir diyarda...

Birden birinin bana çarpmasıyla irkildim. Bana yaklaştığını görmediğim için geri çekilememiştim. Çarpan adam bana döndü ve mahcup bir şekilde, "Üzgünüm," dedi. Fakat benden uzaklaşmadan önce kaşlarını çattı ve başını yana eğip anlamaya çalışır gibi baktı bana.

"Siz," dedi ve bir süre devam etmeden durdu. Siyah gözleri beni incelemeyi kesmiyordu ve bu durum beni rahatsız etmeye başlamıştı. Gergince elimi enseme götürüp dairesel hareketlerle ensemi ovdum. Gergin olduğumda hep aynı şeyi yapıyordum. "Buralı değilsiniz?" Kaşlarını kaldırarak nihayet konuştuğunda etrafta dolanmaya başlayan gözlerim onun siyah gözleriyle buluştu.

"Ben... Aslında bu-" Bir şeyler demeye çalıştığım esnada bir süre önce konuştuğum kadın hızlıca yanımıza gelmiş ve elini karşımdaki adamın omzuna koymuştu. Onun gelmesiyle biraz rahatlamıştım.

"Edward, her yerde seni aradım. Gel hadi, sıra bizde." Az önceki sarhoş olduğunu düşündüğüm kadın, Edward denen kişinin elini tutup onu çekiştirmeye başladı. Gidecek olmaları biraz daha rahat nefes alıp vermemi sağlamıştı.

Edward, "Bir saniye tatlım," diyerek kadına gülümsedi ve yeniden bana dönüp sorusunu yineledi. "Buralı değilsiniz, değil mi?" dediğinde artık kadın da bana bakıyordu. Çevrede başka kimse bizimle ilgilenmiyor olsa da şu an iki kişinin bile beni sorguluyor oluşu gözümün alabildiği herkesin bana baktığını düşündürtüyordu.

"Saraya yakın oturuyormuş." Derin bir nefes aldım. Zorla da olsa gülümsedim ve büyük ihtimalle kadın anlamasa da ona minnet dolu bakışlarımı gönderdim. Beni büyük bir şeyden kurtarmıştı sonuçta, değil mi?

"Öyle mi?" Gözleri kadının bu dediğine pek inanıyormuş gibi bakmıyordu. "Ben sanıyordum ki buradaki herkes..." Cümlesi bitemeden sevgilisi olduğunu düşündüğüm kadın Edward'ı çekip götürdü buradan.

Birkaç dakika içinde stres seviyemin hızla artmasından dolayı başım ağrıyordu. Zaten burada yeterince vakit geçirmiştim, eve dönecektim. Daha fazla dolanırsam sarayda yokluğumu fark etmelerinden korkuyordum. Önünde durduğum tezgahın arkasına doğru yürüdüm ve kitabı koyduğum yeri bulabilmek için oturma alanının olduğu yere baktım. Sakladığım kısmı görebilmiştim. O tarafa doğru yürürken arkamdan gelen konuşmalarla tezgahın arkasına sindim.

"... Geri dönmek zorundasınız." Kalın bir erkek sesi karşısında biriyle konuştuğunu belli eder şekilde bir cümle kurduğunda sırtımı tezgahın duvarına yasladım. Bir kişinin daha beni görmesini istemiyordum. Eğer ilerlersem onlardan çok uzakta olmadığım için beni direkt görürlerdi.

"Sana dönmeyeceğimi söyledim, saraya geri dön." Saray mı? Bu kişi her kimse yüksek mevkide biriydi.

"Prens Lysander, kuralları biliyorsunuz; hiçbir kraliyet üyesi..." Bir prens demek...

"Festivallere katılamaz falan filan. Bütün bunları biliyorum ama umurumda değil. Git bunları asıl prense anlat. Belki o dinler." Bu kişi, yani tüm bu kaba ve saygısız cümleleri kuran kişi bir prens miydi? Hayır, olamazdı. Prens ve prenseslerin bu şekilde konuşmaları yasaktı. Nedeni bilinmez içim endişeyle dolmuştu. Sanki bunları söyleyen benmişim gibi hissetmiştim.

"Burada olamazsınız." Prensle konuşan kişinin görevini layığıyla yerine getirdiğini duydum. Kurallara uymayan bir veliaht varsa onu uyarmak yardımcılarımızın işiydi. Eğer bu şekilde giderse prensin dayanamayacağına emindim.

"Daha önce burada bulundum, şu an da bulunacağım ve bundan sonra ne zaman bir festival gerçekleşirse yine burada olacağım. Saraya dönmeyeceğim. Kraliçeye dinlendiğimi söyle." Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken içimi bu sefer de bir şok dalgası vurmuştu. Bu kadar cesur birini ilk defa görüyordum. Ben bunları asla söyleyemezdim. Düşününce bile hemen içim ürperirdi. Bir de ağzımdan çıksalar, büyük ihtimalle o zaman sadece ürpermekle kalmazdım.

Görmek istedim. Prensi, cesur kişiyi görmek istedim. Tezgahın kenarına yaklaştım ve sadece gözümü çıkaracak şekilde öne eğildim. Şimdi sırtı dönük biri görüyordum karşımda. Onun önünde de biri vardı. Sırtını gördüğüm diğerinin yüzünü kapatıyordu, böylece her ikisinin de analizini yapamıyordum. Kısa bir süre öylece izledim onları. Karşımdaki gergin gergin davranıyordu. Onun yardımcı olduğunu düşündüm. Bu ihtimalle de diğeri prens oluyordu. İçimden onun gitmesini diledim. Gitsin ki ben prensi rahatça görebileyim.

"Umuyorum ki pişman olmazsınız." diyerek sırtını gördüğüm kişi reveransa geçti. Umutla onun eğilmesiyle açılan boşluğa baktım ancak prensin yüzü bana dönük değildi. Görememiştim. Sadece ensesine dökülen siyah saçları ve yere kadar uzanan pelerininin yanında gözüken aydan bile beyaz elini görebilmiştim. Gördüğüm pelerin bana tekrardan buradaki soğuğu hatırlatmıştı. Titreyen vücudum bana gitmem gerektiği sinyalini verirken şu an bu prensin burada olması hareket etmemi engelliyordu.

Gözlerimi kırpıştırarak prensin yanından geçip giden yardımcıya kısaca baktım. Benim gibi prens de ona bakıyordu. Onun saraya dönmeyi düşündüğünü hissettim. Büyük ihtimalle kendine sorular soruyordu. Gideceğini düşündüm, her prens ve prenses gibi kurallara uyacağını düşündüm ama aynı zamanda içimden bana dönmesini ve yüzünü göstermesi için dua ediyordum.

Birkaç saniye bekledim, alnımdan bir ter damlası aktığını hissettim. Eğik bir şekilde durduğum için rahat değildim. En sonunda prensin gideceğine ikna olup dikleştim ve arkamı kontrol ettim. Neyse ki kimse yoktu. Herkes bir cümleyi hep bir ağızdan bağırarak ve tekrar tekrar söylüyordu. İlgi başka bir noktadaydı. Şimdi kuyunun yanına dönmem gerekiyordu bu yüzden kitabın olduğu yere tekrar döndüm ver iki adıma attım. Attığım gibi de büyük bir hızla tekrar tezgâhın arkasına saklandım. Prens arkasını dönmüştü. Gitmeyecekti. Elimi ağzımda attığını hissettiğim kalbimin üstüne koydum ve tekrardan aynı şekilde eğilerek tek gözümü onu göreceğim şekilde tezgâhın arkasından çıkardım.

Yere bakıyordu. Gözlerini göremiyordum ama onun dışında kemikli çene hatlarını, yüzüne tam oturmuş kıvrımlı burnunu, benimkine benzeyen ama daha kırmızı olan dudaklarını ve yanaklarına gölgesini düşüren kirpiklerini görebiliyordum. O, güzeldi. Yakışıklıydı ve daha nicesi. Tam bir prens gibi gözüküyordu. Kafamda bir prensin tanımı yoktu ancak biri benden bir prensi tarif etmemi isteseydi o kesinlikle bu kişi olurdu. Onu hayranlıkla süzdüm. Daha önce yakışıklı erkekler görmüştüm, özellikle annemin evlenmem için çok ısrar ettiği biri olan Kont Brown çok yakışıklıydı, fakat gördüğüm bu prens ondan bile daha iyiydi. Gözlerini görmek istedim. Diğer herkes gibi siyah olduklarını tahmin edebiliyordum ancak yüzüyle nasıl bir uyum yakaladıklarını merak ediyordum. Fakat o gözlerini yerden hiç kaldırmadı. O an yanağından çenesine doğru akan bir damla yaşı gördüm. Çevredeki sokak lambalarının ışığıyla birlikte yanağında bir çizgi gözüküyordu. Kalbimin ağrıdığını hissettim. Ben de ağlamıştım. Ağlamaya çalışmıştım. Ve şimdi prens de ağlıyordu. Neden ağladığını bilmiyordum. Ama biliyordum ki onun kalbi şu an yerle birdi... Mutsuz Prenses'in Mutsuz Prens'i dedim içimden ona. Onu tanımasam da artık o benim aklımın bir köşesinde buydu benim için. Mutsuz Prens'ti...

Ona baktıkça aklımda bazı sesler yankılanmaya başladı. Bir erkeğe bakmam yasaktı. Yani bu kadar uzun süre kabarsam saygısızlık ve bana açıklamak istemedikleri bazı şeyleri yapmış olurmuşum. Halkın içine indiğimiz zamanlarda her zaman başım eğikti. Gözlerimi yere dikip yürürdüm daima. Diğer türlü kızıyorlardı. Hatta annem evlenmem için aralarından seçmemi istediği adaylarla dans ederken bile onlara sadece yeterince bakmamı söylemişti. Onun için yeterince neyse artık... Zihnimin içine en kaba öğretmenimin sesi girdi ve sözlerini tekrarladı:
"...kural altı, bir prenses karşı cinsine asla bakmamalıdır yoksa bu yanlış anlaşılır..." Yanlış anlaşılır... Bunun anlamını şu an bilmek ne kadar kötüydü benim için...

Prens, kendini toparlamış bir şekilde gözlerini kaldırdı ve ağır ağır yürümeye başladı. O an gördüğüm diğer insanların aksine onun gözlerinin yeşil olduğunu gördüm. Kaşlarım çatıldı ve gözlerine ekstra bir dikkatle bakmaya başladım. Eğer bu krallıktaki herkesin gözleri siyahsa onun gözlerinin bu kadar parlak ve canlı bir bir yeşil olmasına imkan yoktu. Şaşkın şaşkın öylece dururken prensin beni görme ihtimaline karşılık biraz geri çekildim. O yürüyerek buradan uzaklaşacağı esnada bir anda karşımda durdu. Şu an onun yan profilini görüyordum. Kalkık burnunu ve dolgun dudaklarını... Beni gördüğünü ve bu yüzden durduğunu düşünsem de gözlerinin bir yere takılı kaldığını görünce bu düşüncemden vazgeçtim.

Şimdi prens, kaşları çatık bir şekilde belli bir noktaya bakıyordu. Gözlerimle onun baktığı yeri takip ettiğimde kitabı sakladığım noktaya baktığını gördüm. Kitabı görmemiştir, onu gayet iyi saklamıştım.

Yani, sanırım.

Prens ilerledi ve yere eğilim tam da kitabı koyduğum yerde bir şeyler yaptı. Korkuyla dudaklarımı ısırdım ve beklemeye başladım. Prens, elinde kitapla ayağa kalktığında içimde geri dönüşü olmadığını bildiğim için korku suları kaynamaya başlamıştı. O kitabın her ne kadar cildi kopuk da olsa, sayfaları yıpranmış da olsa bir şekilde kütüphaneye geri götürmeliydim. O, bu kitabı alamazdı.

Prens, önce kitabın adını okudu, kaşlarını çattı. Sonra kitabın arkasına baktı, sayfalarını karıştırdı. En sonra etrafı kontrol etmeye başladığında yanında durduğum tezgahın beni göremeyeceği bir köşesine geçtim. Şu an sadece o kitabı yerine bırakmasına ihtiyacım vardı.

Yeniden gizlice ona baktım. Kitabı kapattı ve peleriniyle onu gizleyip yürüyerek uzaklaştı. Ağzımdan çaresiz bir hayır döküldüyse de ben bile duyamadım. Yapacak bir şeyim yoktu. Kitabı geriye götüremeyecektim ama daha çok vakit kaybetmeden benim artık dönmem gerekiyordu. Hızlıca prensi kontrol ettim. Görebildiğim bir yerde değildi. Koşarak az önce kitabın durduğu yerin yanından geçtim ve ormana girdim. Tekrar kuyuyu bulup Solis'e dönecektim.

İçimdeki dehşet verici duyguya engel olmaya çalışarak hızlı hızlı sıka ağaçların arasından daha önce çıktığım yokuşu şimdi inmeye başlamıştım.

Prens benim ülkeme ait olan ve içerisinde onca bilgiyi saklayan kitabı alıp öylece götürmüştü. Ki bunun bir kısmında da suçlu bendim. En başında o kitabı buraya hiç getirmemeliydim. Ya da oraya saklamamalı, onun yanından ayrılmamalı...

Yolum düzleştiğinde artık koşuyordum. Hem içimdeki duygu karışımını öldürmeye çalışıyor hem de kuyuya hızlıca ulaşıp kendi krallığıma dönmeye çalışıyordum.

Onu neden almıştı? O da benim Luna'ya karşı yetiştirildiğim gibi Solis'e karşı düşman olarak yetiştirilmiş olmalıydı. O zaman neden almıştı ki onu?

Soluklanmak için olduğum yerde durdum ve bir elimi yanımda duran ağaca yaslayıp diğerini de göğsümün üzerine koydun. Kalbim deli gibi atıyordu. Koşarken aldığım hızlı nefesler yüzünden boğazım yanıyordu ve bu benim öksürük krizine girmeme neden olmuştu. Büyük ihtimalle, hasta olacaktım.

Sonra aklımda tur atan bu düşüncelerin zihnimi ele geçirmesine izin verdim. Artık sadece gözlerimin önüne prensin o kitabı alışı ve diğer herkesten saklayacak şekilde pelerininin altına koyuşu geliyordu. Biçimli kaşlarını çatışı ve kemikli yüzünün daha sert bir hal alışı... Bu sahne defalarca oynadı mavilerimin önünde, ben de sıkılmadan bıkmadan izlemeye devam ettim.

Eğer onun yerinde olsaydım ben ne yapardım? Aynı şekilde krallığın en zengin kasabalarından birinde düzenlenen bir etkinlikte, bu çoğunlukla eş arayan insanların düzenledikleri balolar oluyordu, Luna'yla alakalı bir kitap bulsaydım onu alır mıydım? Bir yanım hayır dese de evet diyen kısmım ona baskın geliyordu.

Daha fazla düşünmedim ve koşmaya devam ettim.

Bir süre sonra artık kuyunun yanındaydım ve nefes nefese kalmıştım. Öksürükler belli aralıklarla kendisini tekrarlayıp onları unutmamın önüne geçiyordu. Suyun içine girmeden önce nefesimi düzenlemek için beklemeye başladım. Oraya gittiğimden daha hızlı bir şekilde buraya geri dönüştüm ancak bu, nefes güçlüğü çekmeme neden olmuştu. Sakinleşmeye çalışırken buradaki karanlığa alışan gözlerimle çevreye baktım. Her yerde aynı tipte ağaçlar vardı. Hepsi dağınık bir şekilde duruyordu. Böylelikle aralardaki boşluklardan bile sadece ağaçları görebiliyordum. Sanki özellikle böyle yapılmış gibiydi. Buranın bulunmasını istemiyorlarmış gibi. Tuhaf olmazdı. Sonuçta ben de şans eseri bulmuştum bu kuyuları.

Etrafını otların sarmış olduğu kuyuya yaklaştım ve aynı Solis'teyken yaptığım gibi bu kuyunun da kenarına oturdum. Birazdan tekrar Solis'te olacaktım.

Kendimi hazırlamak için derin derin nefesler alırken aniden yerin sarsılmasıyla gözlerim korkudan irileşti. Ellerimle kuyunun kenarlarına tutundum ve etrafa bakıntım. Yer sanki alttan biri onu yumrukluyormuş gibi sarsılıyordu. Gözlerim sanki sorunu görebileceklermiş gibi delice etrafta geziniyordu. Bu sefer farklı türde bir korku bedenimi ele geçirdi ve bu bedenimi kuyuya bırakmam için zorladı beni. Bende bu baskıya karşı diz çökerek kendimi serbest bırakırken ardına kadar açık olan gözlerime ilişen kıpkırmızı ay suya girmeden gördüğüm son şey oldu.

Loading...
0%