Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Birinci Bölüm.

@willhelmsnoe

26 aralık, gece yarısı, saat iki buçuk


yazacak pek bir şey yok aslında yıllar önce yedi yaşlarımdayken günlük yazmışlığım olmuştu, o da sadece beş satır falandı. sinek vızıltısı ile uyanmış daha sonra kendimi masada oturmuş, yazmaya karar vermiş bir şekilde bulmuştum. bu olay tam olarak şöyle anlatılabilirdi; yaşlı, bunamış, saçları, sakalları bembeyaz, kelinde benek benek lekeleri olan bir adam düşünün. bu adam hayatını hiç düşünmeden - ama kendi istediklerini yerine getirdiğini sanarak gelişi güzel bir hayatı olduğunu; çok güzel bir karısı, çocukları ve torunları da vardır belki de.- bir gün emekli maaşını almaya giderken neden olduğu bilinmez bir şekilde kendini düşünceler çukurunda bulmuştur. söz gelimi, düşünmeden gelişi güzel yaşadığınız bu hayatta sorgulama ve düşünme kavramı hayatınızda yeniden yer aldığı zaman ciddi sorunlarda beraberinde geliyordu. asıl sorun şuydu, bu örnek gösterdiğim durumla pek alakalı olduğum söylenemezdi, fakat neden şimdi hayatımı bir hiç uğruna yaşıyormuşum gibi hissediyordum. insanların uzun yıllar boyu düşünmeden yaşayabiliyor ve bunu doğru bir yaşantı olarak nasıl kabul edebiliyorlardı ki? aklıma sokrates'in klasik bir sözü geldi, "sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez."


saçmalıyorum, sanıyorum; ne var ki şu an bulunduğum duygu durumu bana bunları düşündürüyordu, bir süre sonra geçecekti elbet. yazacak bir şey yok demiştim, yanılmıyorum da. kendimi bir kumar masasında gibi hissediyorum; masanın etrafında zihnim ve etrafında bulunan insanlar duruyordu. ortaya bir bahis atılmış ve orada bulunan herkes ilk kimin hamleyi yapacağını merakla bekliyorlardı, ne de olsa bir insanla zihin çatışmasına az rastlanırdı. ama tabii ki de bu düşünce kumarından galip gelen zihnim oluyordu. şu durumda yazmamı sağlayan tek sebebin zihnimin fazla düşünüyor olması ve benim bunları kavrayamıyor oluşum. hayatımda doğru dürüst günce tutmadığım için ne yazacağım hakkında gerçekten en ufak bir fikrim yok. kafama ne eserse onu yazacağım. hem yaşanılanları kayıt altında tutmak bana iyi gelecektir.


ne anlattığımı, ne yazdığımı bilmiyorum. her neyse, anlayacağınız pek bir şey yok bu durumda. kendimi anlamak, bazı şeyleri düşünmek lazımdı. ama neyi?


sabah olmak üzere, perdenin aralığından kaçarak sızan ışıklardan anlaşıldığı üzere saatlerdir ayaktayım. biraz uyumak iyi gelecektir.


27 aralık, salı günü


berbat bir gündü, yazamayacak kadar yorgun ve bitkinim. kendimi bile duymak görmek istemiyorum. her şey tamamen gözümde büyüyor, büyüyor, büyüyor ve ben yoruluyorum.


4 ocak, perşembe


bugün olan olaydan sonra yazmamın cidden benim için daha önemli olduğunun kanısına vardım. hiç şüphe yok ki eğer buraya yazarsam yaşadığım olayları okuduğum zaman sanki başka birisi yazmış gibi hissettireceğinden bir süre olanlardan kaçabilecektim. ama kaçmamın hiçbir manası yok, öyle değil mi? günce tutmanın kaçmama yardımcı olacağını düşünmem bir hata olabilir fakat buna değer gibi geliyor. hem nasıl bir budala herifin teki olduğumu yüzüme vurmak istiyordum. vuracaktım da, ama düşünmek istediğimden pek emin değilim. aslında düşünüyorum da o anlattığım yaşlı bunaktan pek bir farkım yok. düşünüyorum, demiştim ancak apaçık belliydi ki hayatımı bir hiç gibi yaşamıştım. bunu bu şekilde itiraf ediyor olmak canımı acıtmıyor değil, boğulacak gibi hissediyorum. kağıdın karşısında anlamsız gelen hislerim boğazıma yapışmış gibilerdi. sözcüklere dikkat etmek gerek. zihnimde çoğu şeyin boş olduğu açık. artık bu durumu kabullenmem lazım.


bugün olan olay hakkında konuşacak olursak tek kelimeyle şunu diyebilirim ki; fazlasıyla berbattı. tam bir rezillikti. şimdi ise bir kafede , duygusal bir müzik eşliğinde ne anlatmak istediğimi bilmeden oturmuş , bir şeyler karalıyorum. etrafın verdiği hafif rahatlık arası sıkıntı hissi arasında gidip geliyorum. bir kadınla erkek hoş bir muhabbet ederlerken, bir genç iş belgelerinin arasında boğulurken, bir garson etrafta dolaşıp müşterilerin isteklerini yerine getirirken, etrafta müziğin ruhu dolaşırken, sıcak kahve kokusuyla yaşamın varlığını en ince detaylarını gözlemliyor ve kendimde asla bu izlerden birine rastlayamıyordum. önümde bir kahve ve siyah bir ajandayla kalemle oturmuş, zihnimin aralık kapılarında dolaşıyorum. her bir odasına girdikçe boğulduğumu, ve kaçmak için mücadeleler veriyordum. en son yan masamda oturan iki genç çiftin konuşmalarına odaklanmaya çalıştım, fakat kafam fazlasıyla gürültülüydü onları dinlemeye çalışmak bile bana boğucu ve bayağı hissettirmişti.


hayır hayır hayır daha fazla kendimi boğuluyormuş gibi hissetmemeliydim. ne kadar böyle düşünmek istesem de o anda suya maruz kalmış boğulmak ve kurtulmak için çaba sarf eden bir böcekten farksızdım aslında. yüzümün nasıl gözüktüğünü bilmek bile içimi sıkıyor, ve kendimden bunaltıyordu. söz gelimi, yüzümde utançla buruşmalar ve ezikliğin emarelerini bulunduğunun farkındaydım, büyük ihtimalle beni gören kişi şunu düşünebilirdi; "sanırım böceğin üstünde zıplamışlar!"


bunu düşününce gözlerimi korkuyla etrafta gezdirdim, biri bakıyormuş gibi hissettirmişti bu sözcükler. o an kaybolmak, var olmamak ve kimse tarafından bilinmemek, görülmemek istemiştim. bir nevi yerin dibine girmeyi düşlemiştim. ama içimde hiç durmayan bir bıkkınlık hissi var ve şu an da hiç olmadık bir şekilde kendimden atlamak istediğimi fark ettim. kendimden atlamak? ne dediğimi bilmiyorum, düşünceler fazla hızlı geçiyor, hepsi birbirine bağlanmış karmaş dolaş olmuş ipleri andırıyordu adeta! bir ucundan tutup düzeltmeye kalksam öbür taraf dolaşıyordu. belki de fazlasıyla abartıyordum, her zaman olduğu gibi fazla düşünüyor ve fazla abartıp sanki öyle olması gerektiği gibi davranıyordum. insanların nasıl oturup iki saatten fazla konuşabildiklerini anlayamıyorum. ben iki saat konuşmayı geç bir saatte hemen dalıveriyor, düşüncelerin derinliğine kaptırıyordum kendimi. sanki o zamandan başka bir zamana geçiyor gibiydim. ya da ben fazlasıyla hayalperestim, olması gerektiğinden fazlaydı belki de. sürekli fazla dediğimi fark ettim ve bu nedense çok..


sanırım sıkılmaya başladım, cümle kurarken zorlandığımı hissediyorum. bugünlük bu kadar yeterli.


8 ocak, pazartesi


günlerin hızlı geçmesine alışamıyorum. zamanın durmasına ihtiyacım var ve bu asla olmayacak. geçen günlere nazaran daha farklı hissediyor ve kendimden, özellikle düşüncelerimden kaçabiliyordum, ama biliyordum ki tekrar dönüşüp dolaşıp kendimi kaçtıklarımın arasında bulacaktım. ve bu olduğunda nasıl yüzleşebileceğim hakkında en ufak bir fikre sahip değildim. sadece öylece olmasını bekliyor gibiydim. aslında bekliyor değildim, daha çok kaçıyordum. herkesten, her şeyden, kendimden, insanlardan kaçıyordum. kısa konuşmalar bile boğucu geliyordu, ben uzaklaştıkça ve kaçtıkça daha çok kapılıyordum. bunun farkındayım ama düşüncesi bile günümü kurtarıyordu.


aslında zamanın durmasını da pek istiyor değildim, sonuçta o gün eğer kötü bir şey yaşadıysam ve zaman olduğundan daha yavaş ilerliyorsa o zaman büyük bir ciddiyetle söylüyorum ki kendimi hiç düşünmeden aşağıya atardım. genelde zaten hep böyle olmuyor mu? en kötü zamanlarınızda zaman hiç olmadığı kadar yavaş ilerlerken en iyi zamanlarınızda bir anda gelip geçiyordu. sanıyorum ki, zaman bizimle alay etmeyi pek seviyor. iyi mi hissettin dur bakalım, şimdi ileri sarıyorum. geçen gün yaşadıklarımı şimdi yazmaya karar verdim, çünkü o zaman yazsaydım biliyordum ki kafamda patlaklar verirdim. şimdi az da geçtiğine göre o gün size gördüklerimi ve yaşadığım o iç bunaltıcı, rezil olduğum anı anlatabilirim artık.


soğuk hava yavaş yavaş içime işlerken, kendimi işlek bir cadde de yalnız başıma bulmuştum. öylece gelip geçen insanların arasında ilerliyor, bir yandan da gideceğim yere yetişmeye çalışıyordum. ve onu gördüm, her zamanki gibi giyinmişti. üstünde paltosu ve o fötr şapkasıyla çekici havasıyla her zamankinden daha fazla yakışıklıydı. yanında biriyle durmuş önemli bir meseleyi konuşuyorlarmış gibi hissettiren kasılan çenesiyle adamı dinliyordu. yıllar sanki benden almışta ona vermiş gibiydi, eskisinden daha iyi gözüküyordu. gözlerimi tekrar yüzüne doğru kaydırdım, bir meleği andırıyordu fakat şeytani bir güzelliğe sahipti. çenesini saran hafif sarı sakallarıyla, kiraz rengini andıran dudaklarıyla, gözlerinin orman yeşilliği, ve küçük burnu eskisinden daha keskin hatlara sahipti. ona baktıkça ilahi güzelliğine farkına vardıkça varıyor ve onu özümsüyordum. aklımdan hiçbir detayının çıkmaması için doya doya gezdirdim gözlerimi üzerinde. ama sonra hiç beklemediğim bir şey oldu ve orman yeşillerini bana çevirdi, hatırlamak ister gibi bir süre bana baktığında oradan kaçmak için etrafıma döndüm. şapkamla yüzümü kapayıp arkamı döndüm ve yanıma gelmemesi için tanrı'ya defalarca dua ettim.


ama biliyordum ki, o merak ettiği zaman asla pes etmezdi. eskiden öyleydi, hâlâ eski tanıdığım kişiyse biliyordum, gelecekti. içim içimi yerken dudağımı ısırdım ve aptallığıma lanet ettim. kendimi bu kadar belli etmemeliydim, sonuçta aramızda olan şey yıllar önce bitmişti. arkamı döneceğim an burun buruna geldik ve o an kalbimin beni yavaşça terk edip gittiğini hatırlıyorum. onu yakından görmek bana hiç iyi gelmemişti. hafifçe gülümsedi ve adımı seslendi. sıcak nefesini iliklerime kadar hissetmiş ve içten içe titremiştim.


"uzun zaman oldu, paul!" bir adım geriye doğru çekildim ve gözlerimi ondan olabildiğince kaçırarak omuzlarımı silktim, "evet, uzun zamandı." sesim hafif titrese de düşünmemeye odaklanmıştım. kaçmak için yer arıyordum ve o da bunu fark etmiş olmalıydı. "nasılsın demek için geldim, iyi görünüyorsun. belki bir gün görüşürüz, şimdi epey işlerim var." o bunları derken içimden tek bir şey geçmişti, "ne yani bu kadar mıydı, sadece bunu mu söyleyeceksin, nasıl olduğumu sorup yine kendin mi karar vereceksin?" kelimeler teker teker zihnimden geçerken olabildiğince gülümseyerek, "görüşürüz o zaman." deyip onun cevap vermesine fırsat bulamadan koşmaya başladım. tekrar o hislerin kalbime dönmesini bekleyemezdim, oradan kaçmam gerekirdi. onu seyrederek zaten yeterince büyük bir aptallık etmiş ve her zaman olduğu gibi rezil olmuştum. onu unutmam gerekirdi, o nasıl önemsemiyorsa benim içinde öyle olması gerekmeliydi ama ben o kadar aptal biriydim ki, hâlâ olduğum yerdeydim. artık oradan ayrılmam gerekti.


evet, kafama bu kadar takılan beni yazmaya iten olay buydu, ne bekliyordunuz ki? sonuçta bu benim ve kafama taktığım şeyler genelde böyle önemsiz şeyler oluyordu. ama asıl konuya daha gelmedim. ve anlattığımda o zaman neden bu kadar takıldığımı anlayacağınızı umuyorum. o gün kahvede otururken, bahsettiğim gibi yazı yazıyor ve düşüncelerimin içinde dolaşıyordum. yazmayı bırakmış ve kahvemden koca bir yudum almıştım. gözlerimi etrafta gezdirmeye devam ediyor ve insanları gözlemliyordum. herkes kendi halinde takılıyor ve yüksek bir sesle muhabbet ediyorlardı. hemen konuya gelmek istiyorum, o kadar sabırsız hissediyorum ki anlatamayacak olmaktan korkuyorum.


kapının açıldığını ve gülüş sesleri ile birilerinin içeri girdiğini hatırlıyorum, ama arkamı dönüp bakmamıştım. düşünüyorum da keşke baksaymışım, belki de kaçmam daha kolay olurdu o zaman. masam da oturmuş karalamalarıma devam ediyor, şu anda olduğu gibi yazdıklarımı ölçüp tartıyordum. ve eğer bir hata görecek olursam, oranın üzerini karalayıp yenisini yazıyordum. artık nasıl daldıysam arkadan gelen kişiyi fark etmediğim gibi masaya oturduğunu ve beni izliyor olduğunu da fark etmemiştim. sonunda fark ettiğimde yaşadığım küçük şoku anlayabilirsiniz diye tahmin ediyorum. gözlerini gözlerime doğru getirmiş ve öylece bakıyordu..


10 ocak, çarşamba


devam edemedim, çünkü anlık bir çöküşün içinde buldum kendimi. iki gün boyunca hiç anlamadığım bir his peşimi bırakmadı. şimdi gece oturmuş, o hissin beni boğazlıyor olmasına rağmen bu kelimeleri yazıyorum, eğer yazarsam bir an da yok olacakmış gibi. yok olacak olan hisler değil de ben olmalıyım. yok olacak bir şey varsa o da benim, benim.


13 ocak, cumartesi


gözlerimden akan sular yaş mı, gözlerimden akan yoksa kan mı? nedir bu aktıkça yanaklarımı, boynuma kadar yakan şey? bir akarsuyun içinde yüzüyormuş gibi süzülüyor, bir ağacın yaprağı gibi dökülüyor, yarım kalan ekmek gibi hissiz ve yalnız. ağlıyorum, kanayan bir yara gibi. daha fazla yazarsam sadece edebiyat yapmış olacağım, tek söyleyebileceğim; ezilmiş böcekten bile daha kötü hissediyor oluşum olacaktır.


14 ocak, pazar


o kadar berbat hissediyorum ki, kusmak üzereyim. günlerdir bu hissin pençesinde boğuluyor, kıvranıyor ve paramparça oluyordum ama şimdi daha beter şeyler oldu. kalbimin hızlı hızlı çarpması, nefesimi kesen eller, göğüs kafesimi duvara sıkıştırmış gibiyim. durup düşünüyorum da sanki her şey anlamsız gibi, yaşadığım bu hayat, ve hâlâ sürdürdüğüm bu hayat o kadar anlamsız ve boğucu geliyor ki, ölmeyi beklemek bile bunaltıcı geliyor ve anlamsız hayatın içinde süzülmeye devam ediyorum. ne yaşıyorum, ne soluyorum. sadece duruyorum.


15 ocak, pazartesi


ellerim, ayaklarım titriyor, ben hiç böyle yanılmamıştım. ben hiç böyle kaybetmemiştim. içimdeki boşluğu, bu öyle bir boşluk ki , nefesim daralıyor, ellerim, ayaklarım titriyor ve ve göğüs kafesim hiç olmadık bir şekilde kalbime batıyor, batıyor.


16 ocak, salı akşamı saat sekiz suları


birkaç gündür yaşadığım şeylerden sonra kendimi şu anda hiç olmadık bir şekilde iyi ve neşeli hissediyordum. aniden gelişmişti bu duygular, sabah kalktığımda bir mutluluk etrafımı sarmış ve kendimi hiç olmadık bir şekilde hayatı daha çok sever bir şekilde bulmuştum. belki de önemsiz bir delilik nöbetiydi neticede. iz bırakmadan geçti. onları hissetmiyorum artık.* (*: bulantı, jean paul sartre, alıntı.)


günlerin böyle geçip gittiğinde geriye dönük, hafif bir ürperti kalıyordu içinizde ya da belki de sadece ben bu şekilde hissediyordum. geri de kaldı; şu anda kahvemi yudumlayıp masamın başında oturuyorum. gecenin hafif loş ışığı, sokaktan gelen kedi sesleri, ve rüzgârın yumuşak sesi eşliğinde düşünüyorum. her şey fazla hissettiriyor ve bu şeyden nasıl kurtulurum bilmiyorum. etrafıma baktığımda eskiden olduğu gibi görmüyorum. bir şeyler oldu, algımı ve hislerimi değiştiren. hiç beklenmedik bir anda olmuştu bu, hiç sezdirmeden girmişti içime, yavaş yavaş kendini belli ediyordu. o gün fark etmiştim, fakat olanlar arasında fark edememiştim. yine kahvemi içiyordum, ve göz göze gelmiştik. tam karşımda oturuyordu ve beni seyrediyordu. uzun aradan sonra onu görmek, ben de büyük bir deprem etkisi yaratsa da içimden kendimi telkin eden avutucu sözler söylüyor ve şaşkınlığımı gizlemeye çalışıyordum. daha sonra defterimin açık olduğunu fark edip büyük bir coşkuyla defterimi kapatmaya çalıştığımı ve bardağı yere düşürdüğümü hatırlıyorum. onunda heyecanla ayağa kalktığını ve ikimizin de hiç beklenmedik bir şekilde gülmeye başladığımızı şu an karşımdaki duvarda, yazdığım defter de izliyordum.


onun gülüşünün özel bir tınısı vardı, kendine has bir tınıydı. ona özeldi. değişmemişti, aynıydı. yıllar onu sadece olgunlaştırmıştı, çocuksu halleri yoktu. rolleri değişmiş gibiydik, eskiden o benim gibiyken ben oydum, şimdi o ben ve ben oydum. gülmeyi bıraktığımızda tekrar etrafımızı bir soğuk hava almış ve içimde hiç olmadık bir burukluk oluşmuştu. tekrar o ana dönmek istemiştim. ben bu hislerle baş etmeye çalışırken, dudaklarını araladı;


"hiç değişmemiş sakarlığın.. hâlâ hatırladığım kişisindir diye düşünüyordum, fakat bazı şeyler değişmiş." gözlerimi ellerime çevirdim, "sen de değişmişsin fazlasıyla. neden buradasın?" sesim kısık çıkmıştı istemsiz. ama onun yanında hep böyle olurdum, sesim giderdi, özgüvenimi kaybederdim onunlayken. zaten en çok bu zorlardı. onun yanındayken kendim olamazdım.


"biliyorum, tuhaf gelecek ama seni görmek için gelmiştim. hâlâ dost sayılırız sonuçta.."


derin bir iç çektikten sonra gözlerimi ona çevirdim, "hayır, dost değiliz biz. ve kibarlığın için teşekkür ediyorum, beni görmeye gelmiş olman bile iyi hissettirdi. iyi akşamlar dilerim, william." oradan ayrılmadan önce sadece şunları demişti, "sen öyle desen de biliyorum içinde işler farklı. iyi akşamlar, paul." sadece gözlerimi kapatmış ve bu sözlerine inanmamıştım çünkü hiç onluk sözler değildi. o böyle şeyleri önemsemezdi, ona göre dostluk, ilişki, eş hepsi boştu. oradan çıktığımda hissettiğim hisleri hatırlıyordum. bu birkaç gün huzursuz hissetmemi sağlayan şey zaten başta oydu. üzerimde hâlâ böyle büyük bir etkiye sahip olabiliyor olması beni incitiyordu. hâlbuki, üzerimizden seneler geçmişti o nasıl etkilenmiyorsa benimde etkilenmemin bir manası yoktu. her şey onu ilk gördüğümde başlamıştı, keşke bakmaya devam etmeseydim, dönüp gidebilseydim. ama yapamadım, arkamı dönüp gidemedim. aynı yerdeydim, onu bekliyordum. yıllar sonra anlamıştım bunu.


her ne kadar böyle söylüyor olsam da, aklımda yer eden şey bambaşkaydı ya da aslında şu anda yalan söylüyorum. kendime kabul ettiremesem de aklımda yer eden ve beni bu şekilde yıpratan da yine oydu. ben kendime hep yalan söylerdim, ve asla o yalanlara inanmazdım. keşke inanabilseydim, belki de her şey daha kolay olurdu fakat ne kadar kendimi kandırmak istesem de ben de hiçbir şekilde işe yaramıyordu.


şimdi ise ağzımda hiç olmadık bir ekşi tat var. hayatın bende bıraktığı tat bu olmalı, ekşi ve sert. onu tekrar görmek istemiyorum, bir daha görmek istemiyorum. onu bir daha görürsem.. biliyorum gardımı indirirdim. böyleydi hep, ne kadar onu istemesem de karşımda ormanın koyu yeşil ağaçlarıyla dolu, huzur verici bakışlarıyla beni bir şekilde yumuşatmayı başarıyordu. tekrar bunun olmasını istemiyordum; ona yenilemezdim, tekrardan olmazdı. olmasına izin veremezdim. izin vermeyecektim, tekrar böyle bir aptallık edemezdim, etmemeliydim de.. etmeyecektim.


20 ocak, cumartesi öğle civarı


yağmurun hafif sesi ile başımı defterin üzerinden kaldırdım, pencereden gelen suyun çarpma sesleri ile dolmuştu oda, perdenin şiddetle etrafta gidip geldiğini izledim bir süre. yağmurun ben de bıraktığı etki farklıydı, her ne kadar ıslanmayı sevmesem de; yağmurlu havalar gözüme bir farklı geliyordu. dışarı çıkma isteğimi artırıyordu, dışarı çıkıp koşmak isteği bilirsiniz, hem kaçmak, hem de yakalanmak gibiydi yağmur. yine edebiyat girdi araya, burası sadece bir günlük. her şeyi içselleştirmeden yazmalıyım olduğu gibi. hatırlıyorum da, onunla yağmurda koşturduğumuzu ve deliler gibi suya atladığımız zaman gelmişti aklımın köşelerine. niye onu düşünüyorum ki, bundan sonra ondan bahsetmek dahi yok çünkü öyle biri asla hayatımda olmadı. yıllar önce bitti.


bugün sakinim, belki de yağmurun etkisi de olabilir bu. zihnim bu sıralar çok fazla bana yaklaşmıyor, kendimle kalsam bile benim canımı sıkmıyor. iyi hissediyorum, şimdi pencerenin kenarına geçtim, şömineyi yaktım ve yağmurun kokusunu soluyorum. kendimi hayatta hissediyor ve varlığımın farkındayım fakat bu farkındalık eski zamanlara göre çok fazla boğucu değildi, daha çok huzur vericiydi. yağmur yağınca gelen yazma isteği ile doldum fakat ne yazmak istediğimi bilmiyorum. belki de biraz pencereden insanları seyretmeliyim ama bu fikir biraz can sıkıcı geldi, çünkü biliyordum benim gibi derinden algılayan biri bu sıradan olayı bile sanki dünyanın en büyük olayıymış gibi algılardı. herkesin kafasındaki düşünceleri görmek isteyecek, daha sonra hiç olmadık bir şekilde aniden varoluşa geçecektim ki bu beni fazlasıyla canımı sıkıyordu. sorguladıkça yolunuzu kaybediyordunuz, tekrar dönebilmek için daha fazla sorgulamak ve daha çok kaybolmanız gerekirdi fakat bugün bunu kaldırabilecek bir kafa değilim asla. düşüncelerimden yeni kurtulabilmişken, biraz huzuru koklamak, dinlemek ve yalnız olmak istiyordum.


sessizliği hiç olmadığı kadar özlediğimi fark ettim, eğer benim gibi dolu ve gürültülü bir kafaya sahipseniz beni anlamışsınızdır diye umuyorum, ama umarım değilsinizdir; çünkü dünya da en berbat şey kafanın içindeki gürültü kirliliğidir. dışarıdakilerden bir şekilde kurtulurdunuz, fakat kafanızdan kurtulmanız sadece bir silaha bakardı, onu yapabilecek biriyle daha henüz tanışmadım.


yağmurlu havaların kendine özgü bir hüzün havası vardır, hiç fark ettiniz mi bilmiyorum, ama yağmurlu havalarda hem huzurlu hem de hafif bir hüzün hissedersiniz. ruhunuzu okşar yağmurun havası, kokusu her şeyiyle bir hüzündür yağmur.. ah ben yine edebiyat yapıyorum. ne haddime edebiyat, ben kimim ki?


kalemi elimden bıraktım ve kafamı yasladım arkaya, fazla düşünmeden sadece yağmurun bulutlardan düşüşünü izledim. hayır, yapamıyorum. her şeyde aklıma bir an da o geliyor ve ben bunla baş edemiyorum. onu düşünmek istemiyorum, hayır hayır hayır.. lanet olsun! tam huzurluyken, yıllar sonra neden, neden? anlayamıyorum. kahretsin, yine kaybettim kendimi ve yine düşüncelerle beraberim. yağmurun huzurlu havası da bana bu kadar yarıyormuş.


23 ocak, salı gece saat üç sokağın birinde


'you make me wanna die.'


onu gördüm, evet lanet olsun ki, yine onu gördüm. ne kadar bir şeyi istemezsem o kadar karşıma çıkıyordu, lanetliydim. peşimi bırakmıyordu altüstlükler ve ben hiç olmadığı kadar yoruldum. gözlerimden akan yaşların hiçbir manası yoktu ama akıyorlardı. uzun yıllar sonra beni yine altüst etmeyi başarmıştı ve bunu sadece bir iki kelimesiyle yapmıştı, lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun sana! yeşil çimenlere oturmaktan bile nefret etmiştim, yeşil ağaçları bile görmek istemiyordum. dar bir sokağa girdim, çöple ve evsiz iki adam vardı. beni umursamadılar, biri berbat halimi görüp içki uzattı, hayır diyemedim. yine içmeye başlamıştım, ve bu durumdan hiç olmadığı kadar nefret ediyordum. eve dönemezdim, dönersem biliyordum daha çok kafayı yerdim. hava çok soğuktu, onun gibi. sanki bugüne özel bir lanet vardı da hava buz gibiydi ve ben de incecik giyinmiştim. her yerim mosmor olmuştu, ellerim acıyor olsa bile yazıyorum. yazmazsam daha çok ağlayacaktım ve bu berbat.. onun varlığı bile beni yok etmeye yetiyordu. ölecek gibi hissediyorum, ve sanırım öleceğim de bu soğukta daha fazla kalırsam hiç şansım kalır mıydı bilmiyorum.


kelimelerim fazla düzensiz, ve bu beni rahatsız ediyor. sürekli ölçüp tartıp buraya geçiriyorum fakat şu an sadece spontane ilerliyorum. düzeltebilecek bir hâlde değilim. ağlama aptal, ağlama aptal diye fısıldıyorum kendime, hiçbir yararı yok. tam bunlardan uzaklaştığımı düşünürken yine kendimi burada buldum.


ölecek gibi hissediyorum. 


ölecek gibi, ölecek, ölecek gibi hissediyorum.


tam ondan uzaklaşmışken, tekrardan oluyor ve ben yine;


ölecek gibi hissediyorum.


ezilmiş böceği de geçtim, iki duvarın arasında kalmış kilolu bir böcek gibiyim. ölecek gibiyim, ama öldürmüyor da sadece nefesimi kesiyor ve ölmem için yalvartıyordu. evet, tam olarak buydu. bana yaptığı şey buydu, bana hissettirdiği tek his hep bu olmuştu. ondan uzaklaştıkça yakalanıyordum, ama yolum belliydi iki duvarın arasındaydı ve kaçmak hiç kolay değildi. tekrar döneceğini biliyordum, ama her zaman olduğu gibi sadece kaçmıştım. halledebileceğimi sanıyordum, halledemedim.


cümleleri beni aşağılın da aşalığı gibi hissettirdi ve bunu aşamıyorum. paramparçayım, evrimde buna ölüm deniliyor. insan parçalandığı zaman ve tekrar birleşmek için yeterli gücü bulamadığında yok olur, peki ya ruh? ruhumuz parçalanırsa ne oluyordu? orası belirsiz, tek bildiğim yok olmaktan daha beter olduğudur.


25 ocak, perşembe


günlere uyanmak artık benim için bir işkence gibi, iki gündür ne uyuyorum ne de kalkıyorum. sanki her şey , yaşam benim için artık bitmişti. fazla durgunum şimdi, ama bundan bir gün önce ortalığı birbirine katıp her şeyi kırmıştım, gözüm dağınıklığa gitti. başımı iki yana sallıyorum, kafamın içinden farksızdı aslında. o günden kalan tek bir şey vardı, o da ölümün sızısıydı. hâlâ göğüs kafesimin yavaş yavaş atıyor olması, ellerimin titremesinden o günde kaldığımın göstergesi gibiydi. gözlerimin dolmasını engelleyemiyordum, ağlamak istemiyordum fakat yanaklarımı acıtacak kadar yakan damlalar buna izin vermiyordu. midemin ekşidiğini hissediyorum, iki gündür tek içtiğim şey alkolden başka bir şey değildi. defteri bırakıp bir kovaya kustum, o kadar berbat bir haldeyim ki, ne için yazdığımı ve ne yaptığımı bilmiyorum. kustuktan sonra boğaz acısıyla beraber gelen halsizliği size nasıl tanımlayabilirdim ki? ellerimi oynatamayacak kadar halsiz hissediyor ve büyük bir çaresizliğin içine çekiliyordum.


ölmek bundan daha az acıtırdı hâlbuki. hâlâ nefes alıyor olmak -aldığım nefeste göğüs kafesimi ağırlaştıran, ve sıkıştırmaktan başka bir işe yaramıyor olsa da.- bana fazlasıyla ağır geliyordu. kendimden uzaklaşmak istiyordum ve bunu nasıl yapabilirdim, hiç bilmiyordum fakat kendimden uzaklaşmaya her şeyden çok ihtiyacım var ve keşke beni eve götürmek için burada olsaydın.*


30 ocak,


aklımı kaçırmak üzereyim, sanki evren bizi bir araya getirmek için elinden geleni yapıyordu. ne kadar çabalarsa çabalasın, kaçmayı bir şekilde başarmıştım. şu anda kütüphanenin bir köşesinde deftere gömülmüş, düşüncelerin arasında koşuşturup kendimden atlamayı bekliyordum. bu günlüğe başladığımdan beri, hayatımın hiçte yolunda ilerlemediğini fark ettim. ama kayıt altına almazsam aklımı ciddi manada kaçırmaktan korkuyordum. sanki buraya yazarsam, başkası yazmış gibi olacaktı, böyle demiştim en başlar da evet bir nebze öyle olsa da bunların benim başımın altından geçtiğini unutmak oldukça zordu. kaçamıyordum.. kaçmak istedikçe daha fazla batıyordum ve bu bataklık hiç olmadığı kadar derin. battıkça batıyor, ve çırpındıkça daha beter bir hâl alıyordu.


2 şubat,


koşuyorum, koşuyorum en uzağa ve en dibe batana kadar, koşuyorum kaçtığımı sanarak yolların yapışkanlığı ayağıma batıyor olsa da durmadan koşuyor ve kaçabildiğim için şükrediyordum fakat bu kaçmak değildi; daha çok dibe batmaktı. kendimi kandırıyordum, kaçmanın bir manası yoktu fakat ayaklarım koşmaya devam ediyor ve beni peşinden sürüklüyordu. kalabalığın içine geliyoruz, kendimi bir nebze yalnız değilmiş gibi hissediyorum, her ne kadar yalnızlığın en dibinde olsam da kendimi bir şekilde avutuyordum. tam orada onu görüyor ve olduğum yerde durup dudaklarımdan bir "huh!" sesi çıkıyor ardından tekrar başa döndüğümü fark ediyordum. günlerim böyle geçiyordu, her ne kadar kaçmaya çalışsam da başa dönüyordum ve onu bir şekilde yine görüyor; altüst oluyordum.


kabuslarım böyleydi; neticede sadece bir kabustu bu, ama beni derinden etkilemeyi ve her defasında sabah sırılsıklam bir şekilde kalkmamı sağlıyordu. evden uzun bir süredir çıkmamıştım, onu bir daha görme endişesi yüzünden.


"kaçarak bir yere varamazsın yolun ben iken."


böyle demişti, sözlerinin tesiri altında kalmaktan ne kadar yorulsam da kafamda dönüp duruyordu. dile getirmek istemiyordum, günlüğüme yazmam gereken o geceyi.. sürekli erteliyorum. ertelemem, daha iyi olur diye düşünsem de daha çok karşımda duruyor ve bu da beni boğuyordu. bazen başka bir kafaya sahip olsaydım bu kadar düşünür müydüm, diye düşünüyorum fakat biliyorum ki, hangi kafaya sahip olursam olayım ben huzursuz olmayı bir şekilde başarırdım.


4 şubat, pazar öğleden sonra saat, 16:47


günlerin ve saatlerin önemli olduğunun kanısına vardım bugün, o gün o saatte ne düşünmeye başlamışım, bunları kayıt altına almam gerekiyor. düşüncelerimin birer birer beni sarmalamasına izin verdikçe, zaman algım da yavaş yavaş kopukluklar yaşamaya başladım. neredeyim, ne yapıyorum, zaman her şey kafamın iyice karışıp dolanmasını sağlıyor ve kendimin farkına varana kadar zamanımın çoğunu öylece etrafa bakarken buluveriyordum kendimi. ne dediğimi bilmiyorum, sadece zamanın farkında değilim ve kafamın içinde karışıklıkların arttırmasına yol açıyordu bu. sadece bunu söyleyebilirim. zaman bence yok, sadece somut olarak bildiğimiz bir zaman var fakat soyut olan zaman yok. bence hiç olmadı ve olmadığı için zamanı kavrayamıyoruz. zaman olsa da bir şeyin değişeceğini sanmıyorum, güneş ve ay var o kadar bunları günler olarak ve saatlere ayrıştırarak aslında fazla uğraşıyoruz. saniyelerin ve saliselerin hiçbir manası yok. gün berbatsa hepsi zaten birbirine giriyor ve bir şekilde berbattan öte bir zaman geçiriyordunuz ki bence zaman tam olarak buydu. kendimizi boş hissetmemizi sağlayan, yavaş hızlı karışık berbat günlerin kendisiydi.


ben ne diyorum.. bilmiyorum kafamın içinden geçen düşünceleri ölçüp tartmadan yazıyorum. uzun süredir bunu yapıyorum, ölçüp tartmam gereken çok şey var fakat ne arkamı dönmek istiyorum ne de bir şeyleri düzeltmek.. vazgeçmiş gibi hissediyorum. tek bir adım dahi atasım yok, dudaklarımın arasından bir kelime dahi dökülmesine tahammülüm kalmadı. kendimden kurtulmak ve sessizliğe gömülmek istiyorum. soluyor olmaktan bunalmış hissediyor ve her soluduğumda iğne soluyormuşum gibi göğüs kafesime bir şeyler batıyordu. kısa ve öz onu aşamıyordum. ne kadar kaçmaya çalışsam da dediği gibi yolum oyken bir şekilde tekrar aynı yere dönüyordum ve o yerden asla ayrılamıyordum. bu durumdan fazlasıyla nefret ediyor olsam da bunu kabullenmem lazımdı. kabullenmedikçe daha çok batıyordum ve bu berbat ötesi histen kurtulamıyordum.


lanet olsun, yazdıkça içimdeki öfke körükleniyor ondan nefret ediyordum ama doğrusu bu değildi, ondan nefret ediyor değildim. beni nefrete sürükleyen şey; bittiğini düşünürken hâlâ iki kelimesinden etkileniyor olmamdı, onu hiç olmadığı kadar istiyordum ve bu beni kahrediyordu. dile getirmemem gereken bu sözcükler bir kere ağzımdan çıktı, sanırım aklımı kaybedeceğim.


^


yıllar önce anlık esen bir yazıydı, bir gün öylece defterlerime göz atarken iki kağıt buldum o zamanlar sanırım beğenmeyip yırtmış ve karalamıştım. şimdi anlık yazmaya devam etmeye karar verdim, diğer bölümler de ne olacak ben de bilmiyorum. sadece yazacağım. umarım öbür bölümlerde yere varabiliriz. sağlıcakla kalın.

Loading...
0%