Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Empty Record Found Among Leftovers

@willhelmsnoe

|


"bu ses kaydını neden kaydediyorum, sanırım konuşmam gereken bazı konular var. odam da, dağınıklığın, kağıt artıkların arasında nedense birileri ile konuşma ihtiyacı hissettim. ve dedim ki, neden ses kaydı almıyorum. elimde bir sürü boş kaset bulunması da cabası. günümüz teknolojisi ileride ama ben nedense kasetleri, eskimiş, yıpranmakta olan ve hatta şu an belki sesim cızırtılı bile geliyor olabilir; işte nedense bu ses kaydında konuşmak bana daha cazip geldi. genç werther'ın acılarını okudum, goethe'nin intihar hakkında yazdığı şeyler beni bir nebze etkiledi ve nedense bunu kendi çapımda goethe'nin hikayesine benzer bir biçimde ele alarak anlatma isteği ile doldum. ve oturdum şu an bunun için ses kaydediyorum.


çoğu insan intiharın korkakça bir davranış olarak görüyor ve yadırgıyordu. bunu düşünmek bile günah sayılıyordu- görüyorsunuz ki demeye bile çekiniyorum, sanki biri çıkıp; "intihar mı seni korkak!" , diyecekmiş gibi geliyor her an.- ne zaman bu konu geçse intihara karşı olan insanların geneli hayattaki zorlukların elbet bir gün biteceğini, bunun bir imtihan olduğunu ve dayanmamız gerektiğinden, mantıklı olmamızdan bahsediyorlar. ben karşı değilim fakat yakınımdan biri böyle düşünüyorsa istemsiz bir şekilde ben de bazen o küçümsediğim düşüncesiz mahluklara dönüşebiliyorum. - özür dilerim böyle yapmışlığım var ise ama sevdiklerimi kaybetmek..- anlarsınız ya ben oyuncaklarını kaybedip ağlayan çocuklardan olmasam bile kaybettiğim oyuncak yerine aynı oyuncakları bulmak ve onu tekrardan geri getirme hayali ile yaşayan bir çocuktum.


neyse, zaten moral vermek de pek iyi sayılmam, size moral vermek için bu ses kaydını da kaydetmiyorum. kendinizi mi öldüreceksiniz gelin pekiştirelim. bu ses kaydından sonra öldürün kendinizi isterseniz. neden yaşıyorsunuz ki zaten? aptal insanlar sadece bu saçmalığa katlanabilir. siz aptal mısınız yoksa aptal olmayı mı tercih etmek istiyorsunuz? ne istiyorsunuz, öldüğünüzde her şey daha güzel olacak falan mı zannediyorsunuz. o zaman siz tam bir aptalsınız. hayat hikayeleri hep zor olmuştur, hayat dalga geçmeyi sever. siz de alınmayı çünkü insanlar aptaldır. kendini suçlamayı, kendini hor görmeyi, can acıtmayı, canından vazgeçmeyi hayatın ona bahşettiğini sanır. aslında hayatın bundan haberi bile yoktur oysaki. zavallı hayat, acaba kaç insandan ne kadar beddua, ne kadar keşke ve eğer sözcükleri duymuştur. kim bilir, belki o da bizden bıkmıştır. ah, ne olursunuz beni yanlış anlamayın.. ya da bir saniye anlayabilirsiniz, neden kendimi açıklamak zorundayım ki? istediğiniz gibi alının, umurumda değil açıkçası. baştan dedim moral vermeyeceğimi. moral vermeyecek olan birinden de moral beklemeniz trajikomik. her neyse, dostum diyebileceğim tek şey kendini öldürmek için çok fazla geç kalmışsın. bence artık ölmeyi unut, ölmek için çok ölüsün. ölüler ölmeyi hak etmez. sonunda bana hak vereceksiniz, biliyorum.


werther, intiharı bir hastalık olarak anlatıyor. kısaca konuşmayı anlatmak istiyorum; şöyle ki albert aklım selim insanların intihar etmeyeceğinden söz edince werther ,


"ah, siz mantıklı insanlar!" diye haykırdım gülümseyerek. "tutku! ayyaşlık! delirmek! ama siz ahlaklı insanlar, hiç merhamet duymadan öylece duruyorsunuz! ayyaşları hor görüyor, saçmalayanlardan tiksiniyor, o levili gibi aldırmadan onların yanından geçip diyor,* (kutsal kitap, luka, 10:32) ve o ferisi gibi onlardan biri olmadığınız için tanrı'ya şükrediyorsunuz.* (kutsal kitap, luka, 18:11) pek çok kez yaşadım ben bu ayyaşlık halini, tutkularım hiçbir zaman çılgınlıktan uzak olmadı ve pişman değilim bundan: nitekim büyük, imkansız görünen şeyleri başarmış bütün sıra dışı insanların ister istemez başkaları tarafından ayyaş ya da çılgın olarak görüldüğünü öğrenip anladım.


ama gündelik yaşamda bile aynı katlanılması imkansız durum yine geçerli; biri biraz özgür davransa, beklenmedik bir şey yapsa aynısı oluyor ve hemen bu adam ayyaşın teki, çıldırmış deniliyor. utanın siz kafası ayıklar! utanın, siz akıllı bilgeler!"


"yine senin şu çılgınca fikirlerin," dedi albert, "her şeye fazla hassasiyet gösteriyorsun, en azından şu anda konuştuğumuz intihar konusunu büyük işler başarmakla karşılaştırman doğru değil: çünkü bu ancak zayıflık olarak görülebilir. zira azap dolu bir hayata sebatla katlanmaktansa ölmek elbette daha kolay."


"bunu zayıflık olarak mı nitelendiriyorsun? - ... şimdi, aziz dostum, gayret göstermek güçlü olmaksa, fazla hassasiyet göstermek niçin bunun tersi olmak zorunda?"


"... ( ses kaydedenin eklediği ses: burada epey uzun bir hikaye anlatıyor, sadece önemli yerleri ele almak istedim. zaten okuyanlar anlayacaktır.) nihayet bir gün bütün arzularını kucaklamak için kollarını açtı - ama sevgilisi onu terk etti. öylece kala kalmış, adeta aklını yitirmiş halde bir uçurumun kenarında buldu kendini; etrafında her şey karanlığa gömülmüştü; ne bir umut, ne bir teselli, ne de bir beklenti! zira yanında var olduğunu hissettiği tek bir kişi vardı, o da terk etmişti kendisini. karşısında uzayıp giden dünyayı, kaybını telafi edebilecek pek çok seçenek olduğunu görmüyor, kendini yalnız ve bütün dünya tarafından terk edilmiş gibi hissediyordu ve körleşmiş bir halde, yüreğindeki dayanılmaz bir sıkıntıyla attı bu kız kendini aşağıya, her şeyi kucaklayan ölümün içinde bütün azaplarından kurtulmak için. gördüğün gibi albert, pek çok insanın hikayesi böyle! söyle, şimdi bu da bir hastalık hali değil mi? insan doğası çetrefilleşen ve çelişen kuvvetlerin labirentinden çıkış yolu bulamıyor ve insan ölmek zorunda kalıyor.


bunu görüp kızcağıza budala diyebilenlere, "keşke bekleseydi, keşke zamanın merhem olmasına izin verseydi, hayal kırıklığı azalacak, kendine teselli olacak bir başkasını bulacaktı," diyebilenlere yazıklar olsun! bu birinin şunu söylemesiyle aynıdır: "budala, yüksek ateş yüzünden öldü! bekleyip gücünü toparlasaydı, safraları düzelecek, kaynayan kanı dinginleşecekti. her şey yoluna girecek ve bugüne kadar yaşayacaktı!"


bunları okuduğunuz zaman eminim ki hak verdiniz ve büyük ihtimalle sizde böyle düşünüyorsunuz. bu yazıyı okumamın sebebi şu hastalık olayını anlatmak içindi. yine aynı hikaye ama farklı bir şekilde alacağım ben bunu. şöyle demek isterim ki, eğer siz istiyorsanız benim anlattığım hikayeden daha farklı hayal edip okuyabilirsiniz, misal kendi hayat hikayenizi okuyormuş gibi düşünebilir ya da daha farklı hikaye uydurabilirsiniz. ama ben şu anlık böyle ele alacağım, en kolay hikaye buydu çünkü. ağzımı çok fazla yormak istemiyorum ve istediğim sonuca çabucak varmak istiyorum.


bir çoğumuz bu hali yaşamıştır elbet. ben de yaşadım, sen de, o da. bazen ruhlar yorulabiliyor, evet ruhlarımız. hiçe saydığınız ruhunuz, belki de hiç farkında bile olmadığınız ruhunuz. yorulabiliyor, bazen de bunu bedenimize acı olarak verebiliyor. kalbiniz olup olmadık yerlerde çok fazla hızlanıyor, yavaşlıyor, göğsünüze battığını ve derin bir acı çekiş hissedebiliyorsunuz ya da bazen hiç uyuyamaz bazen de hiç kalkamazsınız. birkaç cümle bile sizi ya öfkelendirir ya da bambaşka yerlere götürebilir. ya da artık ruh o kadar yorulur ki bedeninizi hasta edebilir. pekala, bunları zaten biliyorsunuz. peki, ruh kelimesinin tam anlamıyla biliyor musunuz? bence çoğu kişi, ruh kelimesinin anlamını bilmiyor ve bu yüzden birinin ruhunu kırarken onu anlamıyor ve sözleriyle moralini kendince aslında vicdanını rahatlatmak için moral vermeye çalışırken saçmalayabiliyor ve ardından o kişinin daha çok ruhsal bunalımlara daha sonra yalnızlığa sürükleyebiliyor. yanılıyor muyum? bir çoğumuz anlıyoruz diye nitelendirdiğimiz anları aslında anlamıyor ve hissetmiyoruz. bunun büyük bir sebebi ya intihar edecek olan kişiye inanmıyor oluşumuzdan ya da onu hiç önemsemiyor oluşumuzdan ve tabii ki de acının ne demek olduğunu bilmemizden kaynaklanıyor. her neyse, eğer siz böyle değilseniz üzerinize almanıza gerek yok, alması gerekenler aldı zaten. konumuza geri dönecek olursak ruhu kendi çapımda tanımlayıp daha sonra beden ve ruh çatışmasını bir hikaye ile anlatacağım. eğer size mantıklı gelmiyorsa dinlemeyin, ki neden dinliyorsunuz? işiniz yok mu? yeterince saçmalıyorum zaten boş verin.


başlıyorum, o zaman aniden geldi bu düşünceler hemen aktarmazsam büyük ihtimalle unutacağım. (ses kaydedenin eklediği yeni ekleme ses kaydı: dediğim gibi ben bu şekilde hikayelendireceğim siz farklı şekilde hikaye uydurabilirsiniz. size kalmış. açıklama yapmayı bırakmalıyım artık. susuyorum tamam.)


I


"bazı deyişlere göre, tanrı bizi yaratırken nefesini burnumuza üflemiş ve bize hayat vermiştir. aslında bakarsanız ruhumuz tanrı'nın nefesidir. içimizde onun bir parçası bedenimize hayat olmuş. belki de bu yüzdendir; ruhun bu çabucak kırılması , bu kadar sevgiye aç ve doyumsuz olması. çünkü tanrı bizi onu sevmemiz ve tanımamız için yaratmıştı. küçücük bir sevgiye muhtaç olan bu ruh tanrı'nın aslında sevgi ihtiyacıdır. ruh bedenle dünyaya indiğinde hep bir ilgi ve sevgi arayışı içinde olmuş, bulduğu zamanda ona tamamen bağlanıyordu ama dediğim gibi ruh doyumsuzdu, daha fazla sevgi istiyor ve onu kutlu kılacak kişiyi yani başka bir ruhu arıyordu.


gel zaman git zaman ruh aradığı sevgiyi hâlâ bulamamış, dünya da öylece bir flaneur* (aylak, boş gezen) gibi her şeyi gözlüyordu. gözleri her bir ruha değiyor fakat aradığı sevgiye karşılık verecek olan ruhu bulamıyordu. bir akşam flaneur bir şekilde etrafı gözlerken ruh aniden yalpaladı. bir şey hissetmişti, daha birkaç dakika önce gözleri öylece gezinirken birine değmiş fakat hemen geri çekmişti gözlerini, zaten o sırada sarsılmıştı. tekrar aradı o ruhu, gözleri onu bulduğunda ona koştu fakat yakalayamadı. hüzünlü bir şekilde oradan ayrıldı. aynı vakitlere doğru diğer gün gittiği sokağa yöneldi adımları. etrafta o gözleri aradı. daha sonra o gözlerin sahibi yanından geçtiğinde hızlıca oraya koştu, ruhun tenine değdi eli ve onu durdurdu. diğer ruh ona döndüğünde yüreği resmen hopluyordu.


daha sonra sürekli onu görmek için gittiği yerleri öğrendi, onunla konuşurken sevgiye oldukça açtı. onun dudaklarından dökülen her bir kelime onun yüreğini paramparça ediyordu. ruh zaten doğuştan karşılıklı sevgiye muhtaç olduğu için o güzel ruhun küçük bir dokunuşu bile az da olsa onun tatmin olmasını sağlıyordu. gün geçtikçe daha çok bağlanan ruh artık zamanını luna ile geçirdikçe içindeki isteklere dayanamıyordu. ruh hem fiziksel hem de kendisiyle o ruha yakın olmak için can atıyordu. sözcükler doyumsuz ruh'a yetmiyor artık arzularını ve tutkuyu derinden yaşamak istiyordu.


tekrar luna ile bir araya gelmek için hazırlanmış, ayna da yansımasını izliyordu. hiç kimse için daha önce bu şekilde hazırlanmamıştı, içindeki mutluluk tarifsizdi. gülümsedi aynaya bakarak, bugün luna'ya açılmak, ruhuna ruh katmak istiyordu. gün ışığı yüzüne vurdu, beyaz teni aydınlandı, sarı saçları altın sarısına dönerken kendine gülemeden edemedi. hava oldukça güzeldi, sanki ruh için özel olan bugünü evrende biliyor ve ona göre hareket ediyormuş gibiydi. etrafta ki ruhların arasından geçerken öyle büyük coşkuyla gidiyordu ki, bir meleği andırıyordu adeta. kimseye değmeden, sanki uçarak gidiyordu. buluşacakları yere geldiğinde heyecanını gizleyemiyordu artık. kalbi deli gibi çarpan, bedeni tir tir titreyen ruh içeri adımını attığında onu orada kendisini beklerken gördü. daha fazla bekletmemek adına hızlı adımlarla yürüdü, karşısına geldi, luna ayaklandı ve onu selamladı. o kadar heyecanlıydı ki, ne yapacağını bilemez halde elini bir masaya koyuyor, bir yanağına koyuyordu onu dinlerken. öylece biraz konuştular, ruh sabırsızlanıyordu fakat luna'nın ne tepki vereceğini bilemediği için susuyordu. daha sonra nasıl olduysa konu oraya geldi, ruh kendini itiraf etmekten alamamış, luna'nın ona ne tepki vereceğini, kendisini isteyip istemeyeceğini düşünüyordu. luna onun bu söylediklerinden sonra uzun bir süre konuşmadı, sanki o da ne diyeceğini bilemiyordu. dudaklarını araladığında aniden durdurdu onu ruh,


"eğer beni reddedeceksen lütfen, bir kez daha düşün. çünkü ben artık sensiz bir hiç olurum." demesi ile luna sessizleşti, daha sonra ona küçük bir kaçamak bakış atarak derin bir nefes aldı. dudaklarını araladı, her bir sözcüğü zehir gibiydi. en son dedikleri aklından çıkmadı ruhun.


"seninle vakit geçirmek güzeldi, gerçekten ne diyebilirim bilmiyorum ama şunu biliyorum bizden olmaz, yani hiç böyle düşünmedim. özür dilerim, seni kırmak istemiyorum. arkadaşım olmaya devam et ama olur mu?"


oradan nasıl kalktığını hatırlamıyordu. önceden geçtiği yollardan artık bir melek misali gibi değil herkese çarpa çarpa geçiyor, yalpalıyor ve düşecek gibi oluyordu. kimseyi görmüyordu gözleri. nereye gittiğini bilmeden öylece yürüdü ruh, yürüdü, yürüdü, yürüdü.. bir sokağın orada durakladı, ruhlar toplanmış, bazıları kriz geçirip ağlıyor, bazıları da hararetli bir şekilde konuşuyor ve bazıları da ağlayanları sakinleştirmeye çalışıyordu. çok gürültülü ve dehşet verici bir ortamdı. ruh orada olanları yavaş yavaş kavrıyordu. bir kaza olmuş ve biri yolun ortasında bacağı iki yana kırılmış kanlar içerisinde can çekişiyordu. o ağlayanlarda sanırım ruhun yakınıydı, ruha baktı, bedeni can çekişirken o sadece ailesini seyrediyor ve bu yüzden ağlıyordu. muhtemelen bedeni ölecekti, kendisi de büyük ihtimalle tanrı'nın yanına gidecekti. gözleri dolmuştu, başka ruhlar ölümlerin acısıyla yıkılırken onu yıkan şey reddedilmiş olmaktı. acısını küçümsedi, kaç saattir deli divane bir şekilde ağlayarak dolaşmasına utandı. oradan oldukça hızlı bir şekilde uzaklaştı ruh. sessiz bir alana geldiğinde kendini çimenlerin üzerine bıraktı, kalbi ağrıyordu. bu his onu öldürecek gibiydi, göz yaşlarını sildi. daha sonra kendini suçlamaya koyuldu. hadi ama her insan böyle yapmaz mıydı? kendini suçlar , "keşke" veya "eğer" kelimelerini kullanır, daha sonra bu dedikleri onu hiddetlendirir ve daha kötü şeyler olurdu.


bir süre öylece düşündü ruh, felsefi yanı olmasaydı büyük ihtimalle cahil ruhlar gibi davranması daha kolay olurdu ama mantık ruhu susturuyordu. gökyüzüne kenetlenmiş gözlerini oradan ayırıp ağaca odakladı. "keşke bir ağaç olsaydım o zaman canımı acıtan tek şey bir balta veyahut bir çocuğun tekmesi olurdu." ama biliyordu ki, bu düşünce oldukça saçmaydı. ağaçlar hissetmez ve düşünemezdi. ağaca bakmayı bıraktı, düşünmek istemiyordu.


II


o geceden sonra işler daha çok sarpa sarmıştı. artık eskisi gibi değildi, sürekli uyuyor, uyumadığı zamanlar çok düşünüyor ve günlük işlerini yerine getiremiyordu. aklından sadece reddedilmenin acısı ve ona olan sevgisi vardı. luna'yla görüşmeye devam ettikçe aslında kendisine eziyet ediyordu. bunun farkında olmasına rağmen kendini bu durumdan alamıyor ve daha çok kaptırıyordu. her gün onun yanına gidiyor, onunla sohbet ediyordu fakat eskisinden daha soğuk oluyordu sohbetler, bu da onu oldukça üzüyordu. ona elinden geldiğince yakınlaşmamaya çalışsa bile arada kaçamaklar oluyor, eli onun küçük eline çarpıyor, dizi onun dizine değiyordu. bu onu sarsmaya ve büyük bir coşkuya kapılmasına neden oluyordu. luna, ona darılmadığı sürece mutlu oluyordu bu yakınlaşmalardan. eskisi gibi artık sevgisini gizlemiyordu, hatta bunu oldukça belli ediyordu. bu durum endişelendirmiyordu ruhu. zaman geçtikçe ruh daha çok bağlanıyordu, hatta onsuz bir hayat düşünemiyor tüm hayallerinde onu koyuyordu.


bir gün ruh yine sevdiğinin yanına gittiğinde onun yanında başka bir ruhu gördü. daha sonra onların birbirlerine olan bakışları onu durdurmuştu. birkaç gün önce bundan bahsetmişti luna, o buna inanmamıştı. gözleri ile görmek onu derinden sarstı. sevdiği artık gerçekten ulaşılmazdı. dokunmamak için direndiği saçlarına dokunmuştu adam. gözlerini acıyla yumdu, içinden onlarca sözcük geçti, hepsi yarımdı. devamını getiremeyecek kadar sarsılmıştı, daha fazla onları izleyemeye dayanamadı, oradan olabildiğince hızlıca uzaklaştı. eskiden dayanmak daha kolaydı ruh için fakat luna başkasını seviyordu. kendi yüreği onun için atarken onun yüreği başkasınındı. başkası için atıyor, başkası için yaşıyordu.


"nasıl olabilir bu?" diye sordu kendine kendine, "benim, kalbim, ruhum sadece onun için varken, nasıl?" başını iki yana salladı, saçlarını karıştırdıktan sonra bulduğu bir banka yığıldı. kalbi her zamankinden daha çok ağrıyordu, elini götürüp göğüs kafesine vurdu. nefes almaya çalıştı, göğsü oldukça sıkışmıştı, kemikleri ciğerlerine batıyordu. büyük bir acı hissetti. her nefes aldığında bu daha çok oluyor ve katlanılması zor bir duruma dönüyordu.


"her şeye tamam da, tanrım bu olacak iş miydi?" gözlerinin önüne birbirlerine olan bakışları, adamın luna'nın saçlarına dokunuşunu, luna'nın parmaklarının onun yüzünde.. onun yüzünde... devamını getiremedi. düşünceleri bile yarım bırakıyordu artık. (ses kaydedenin acı dolu haykırışı: biri şunu anlatırken kaç defa ruh ve artık dediğimi sayabilir mi? çıldırmak üzereyim, her neyse, sustum.)


III


gece olmuştu, gördükleri arada bir zihnine geliyor ve onu epey bir rahatsız ediyordu. bu hissettiği duygu durumundan kurtulabilmek için elinden gelen her şeyi yapmıştı; ne zamandır okumaya niyetlendiği kitabı okumaya çalışmış fakat okuyamamıştı. daha sonra resim çizmeye koyulmuştu ama onu da becerememiş sinirden deliye dönmesine ve çizdiği resimleri yırtmasına neden olmuştu. şimdi yırttığı kağıt parçalarının arasına uzanmış, pes eder bir halde gökyüzünü izlemeye koyulmuştu. en iyisi uzanmak diye düşünmüştü. biliyordu ki, yazı yazmaya kalkarsa daha çok sinirlenecek ve bu onu fazlasıyla kötü etkileyecekti. düşüncelerini yazmaya korkması doğaldı, eğer yazıya aktarırsa düşündüğü her şey kanlı canlı karşısında olacak ve onlardan kurtulmak istese bile kurtulamayacaktı. ama ne var ki; yazı yazmak ne kadar kötü olursa olsun aslında insana kendisini anlatarak iyi hissetmesini sağlayan tek şeydi.


"şu an da bana iyi gelmediğine göre bu demek oluyor ki iyi gelen tek şey değilmiş düşünceler! ve artık susacak mısın?" dedi ruh, sesindeki acı hissedilir bir biçimdeydi. kim derdi ki bir ruh için kendini bu kadar çok yıpratacağını?


"sus artık!"


ona nasıl bu kadar çok bağlandığını düşündü, bir anda olmamıştı bu, yavaş yavaş ona bağlanmış ve onsuz yapamayacak hale gelmişti. uzandığı dağınık, kağıt parçalarıyla dolu olan yerden ayağa kalktı. eline luna'nın verdiği el yapımı bileziği almış ve daha sonra tekrar yere çökmüştü. işlemelere dikkatlice baktı. beraber yapmışlardı, aslında o yapmış sayılmazdı. sadece o yaparken onun güzel ellerini ve çehresini izlemekle yetinmişti. gülümsedi, luna bir işe koyulduğunda her şeyi unutuyordu. o da öyleydi, resim çizerken kendinden geçerdi, elindeki boyaların ona bulaşmasını önemsemezdi. işlemeler öyle özenle yapılmıştı ki, iki renk ile yapılmış olsa bile sanki tüm renkler birbirine karışmış gibi görünüyordu. ucunda bir baykuş ve tilki figürü vardı, tilki kurnazlığı ve gizlice yapılan şeyleri anımsatırken, baykuş figürü gecenin sessizliğini ve acımasızlığını anımsatıyordu. luna, ona bundan bahsetmişti, baykuş ve tilki ona göre asil hayvanlardı. yavaşça yere doğru bıraktı sırtını. gözleri kapanmak için direniyordu. elindeki el yapımı bileziği sıktı.


IV


luna'nın başkasını sevdiğini öğreneli birkaç hafta geçmişti. o süre boyunca yanına eskisi gibi çok uğramıyordu. onun yerine ya evde uyuyarak geçiriyor zamanlarını ya da geceleri dışarıda öylece yürüyordu. sabahları genelde uyuduğu için geceleri uyanık olması da luna ile görüşmemesini sağlıyordu. uyku düzeni bozulmuştu, bunu düzeltmeye de pek meyilli değildi, hayatı akışına bırakmıştı. bazen bu onu çok kötü hissettiriyor olsa bile bir şeyler yapmak için kalktığında büyük bir can sıkıntısıyla geri oturuyordu kalktığı yerden. yani anlayacağınız artık o bir bitkiden ibaretti, ne yaşıyor, ne çiçekler açıyordu. hayatını ot gibi yaşıyordu. bu durumdan kimse kurtulamamıştı. büyük ihtimalle o da kurtulamayacak ve o bilindik tedavisi olmayan hastalığa yakalanacak ve bir daha iyileşemeyecekti. bu hastalığa bir kere adım atarsanız bir daha asla geriye dönmeye şansınız yoktur. (ses kaydeden kişinin eklemesi: bence siz bu hastalığın ne olduğunu çok iyi anladınız.)


ama bugün sabah erken kalkmıştı çünkü luna onun gelmesi için aramıştı. ne kadar evden çıkmak istemese de üzerine kazağını geçirdi, altın sarısı saçlarını dağınık bıraktı. uykulu gözler ile yolda yürüdü, sabahları uyuduğu için uykusunu alamamıştı. sersem bir şekilde kahve dükkanının içine girdi, gözleri onu aradı, luna'nın gülümseyerek elini salladığını görünce tüm yorgunluğu geçmişti. karşısına oturduğunda luna sitem edercesine nerelerde olduğunu sordu, tabii ki de evde saatlerce uyuduğunu söylemedi, yeni yazdığı kitap için dışarıdan uzaklaştığı hakkında yalan söyledi ama bu sıralar eline ne kalem almıştı ne de kitap. luna ona gülümseyerek bir şeyler anlattığında kendini yine kaybetmişti. sürekli esniyor oluşu dışında pek bir sıkıntı yoktu, konudan konuya girmişlerdi. luna'yla ne kadar uyumlu olduğunu düşünmüştü, sevdikleri şeyler, ilgi alanları, siyaset düşünceleri bile benzerdi. kitaplardan, yazarlara, yazarlardan, resimlere ve resimlerden ruh'un hiç duymak istemeyeceği bir konuya girdiklerinde kendine gelmişti.


luna ona hafifçe gülümseyerek o geçen gördüğü adamla nişanlanacaklarını söyleyince zaman gerçek anlamda donmuştu. beyninin sallandığını kulaklarının uğuldadığının farkında değildi, derin ve hızlı soluklar alıyordu, kalbi akciğerlerinin arasında sıkışmış gibiydi. bu haldeyken bile hafifçe tebessüm etti, tebrik ederken sanki tanrı'ya gidecekmiş gibi olmuştu. sesi kısıklaştı, luna bunları fark ediyormuş gibi görünmüyordu. onu da davet etti, luna'ya bir şey demeden kalkıp gitti, luna arkasından seslendiğini duysa da dönmedi. dışarı çıkıp nefes alması kafasında tartması gerekiyordu her şeyi. ama lanet olsun ki düşünmek boşaydı çünkü düşünceleri sadece kötüye evriliyordu. bu da onu zor durumda bırakıyordu.


ayağını taşa doğru vurdu, taş sekerek kaldırımdan çıktı. bu olay bile kafasında yankıya neden oluyordu. taşın öylece yola gitmesi, bir arabanın onu ezecek olması.. parçalara ayrılırken çıkan ses kafasında yankıya neden oldu. başı ağrıdı.


öylece bir saat yürüdükten sonra bir banka oturdu. parkta çok insan vardı, kendisinden çok uzak olmayan bir bankta iki genç adam hararetli ve gürültülü bir şekilde tartışıyordu, istemeden kulak misafiri oldu ruh. soldaki genç adam;


"hocanın sırf bizi uğraştırmak için verdiği ödev de ne saçma!" diye sitem etti.


"öyle deme yazı yazmak iyidir. hem iki kelime yazsanız da olur demedi mi? neden bu kadar sıkıntı ediyorsun ki?" dediğinde gözlerini devirip, "bunlarla uğraşacak zamanım yok benim! ne hem sen çok mu heveslisin yazmaya?!" dedi alay dolu bir sesle.


"of, öyle demek istemedim , sen de hemen çarpıt olayı.. neyse, eve gidelim artık, ne de olsa yarın sözlüden iyi puan almamız lazım." dedikten sonra kalkıp uzaklaştılar.


yazı yazmak diye düşündü ruh, bazıları için ne kadar basit bazıları için ne kadar zor. güldü, yazı yazmayı zor bulanlaraydı bu gülüş. hiç hissetmedikleri içindi zorlanmaları ya da gerçekten kendilerine ayıracak vakitleri yoktu. ne üzücü, yazı yazmanın basit olduğu bir dönemde yaşamak, herkesin yazdığı yazıların kitap sayılması. oysaki yazmak içseldi, insanın iç yüzünü kağıda aktarırken kaygı hissetmemesiydi, kendi olabildiği tek andı. başka şeyler düşünmeden sadece kendini düşünmek gibiydi. bir konu belirleyip yazı yazabilenlere şaşırırdı hep ruh. kendisi bir konu belirleyerek asla yazamazdı, serbest yazılarında daha çok içten olurken bir konu belirlenmiş yazılarda kendini baskı altında hissederdi. ama başka insanlara baktığında bunu çok kolay bir şekilde yapabiliyorlardı. bir konu hakkında yazmak ona aslında saçma geliyordu, ona göre yazar içinden ne geliyorsa aklından ne geçiyorsa sadece onu yazmalıydı. kendini kısıtlamamalıydı. çünkü hisleri konuyla belirleyemezdiniz. o böyle düşünüyordu.


oturduğu yerde inledi, "ne düşünüyorum ben böyle?!" elini gözlerine bastırdı, "tanrım, luna ciddi miydi? gerçekten o adamla evlenecekler mi?" diye düşündü daha sonra, "lanet olsun!" diye mırıldandı, "ben onsuz hayatı düşlemez iken o çoktan yaşamaya devam ediyor!" güldü, " bir de beni davet ediyorsun öyle mi? beni davet ediyorsun.." kollarını dizlerine doğru bıraktı. gözleri parkta dolaştı, ne zamandır dışarı çıkmadığı için zaman kavramını yitirmişti. ama kışa girmek üzere olduğunu anlaması geç sürmedi. kış ayını diğer aylara göre çok severdi, yazın sıcaklığını kim severdi ki zaten. kışın dışarıya çıkmayı karların arasında dolaşmayı her şeyden çok severdi, en çok o zamanlar aklına güzel fikirler gelirdi. ama kışın gelmesini istemediğini fark etti, evet istemiyordu. aslında hayatın devam etmesini istemiyordu. yukardan bir elin stop tuşuna basmasını istiyordu daha çok. belki o zaman her şeyi düşünmeden durabilirdi. sonra bu düşüncesine güldü, zaman dursa bile o düşünmeyi bırakmazdı ki.


"ölürsem belki susarsın gibi hissediyorum!" dedi sitem ederek düşüncelerine. gözlerini devirdi, daha sonra tam ayaklanacakken bir kedinin banka sıçramasıyla durdu yerinde. kedi ona yaklaşırken o kadar zarif adımlarla ilerliyordu ki sanırdınız podyumda yürüyordu, kendini ona sevmesi için sürtünce eline aldı kediyi. çok güzel bir kediydi, sarı renkler ile beyazın karışımıyla güzel tüyleri vardı. gözleri çimen yeşilinden biraz daha açık bir tona bürünmüştü, küçük göz bebekleri hafif büyümüştü ona bakarken. yavaşça başını okşadı kedinin. kedinin göz rengi aklına luna'yı getirmişti. gözlerini yumdu, onu düşünmek istemiyordu. onu düşündükçe içindeki fırtınalar kopuyor, paramparça oluyordu. kediyi kucağından bırakıp ayaklandı, eve gidip uyuyacaktı sanki hiçbir şey olmamış gibi. zaten bugün pek uyuyamamıştı, gözlerinin şiştiğine emindi. giderken kedi peşinden koşarak geldi, dayanamadı ve onu kucağına aldı. hem belki evde yiyecek bir şeylerde veririm düşüncesiyle eve doğru yöneldi, kedi halinden memnundu, hafifçe başını boynuna sürttü.


V


günlerin nasıl geçtiğini anlayamamıştı, luna nişanlanmış hatta iki gün sonra düğünleri olacaktı. davetiye de öyle yazıyordu.


"bu güzel günümüz de sevgili sen, senin de orada bizimle mutluluğunu paylaşmanı iple bekliyoruz. düğün tarihi: iki kasım cuma günü saat bilmem kaç, sevgilerle luna ve david!!" diyerek söylendi karşısındaki kediye. kedi hiç oralı olmadan patisini yalayıp başına sürttü. homurdanarak iç geçirdi ruh. "bir kere beni ciddiye alsan ölürsün değil mi?!" diye söylendi, "burada acı çekiyorum sen anca ye iç yat sıç!" saçlarını karıştırıp mamasını kaba doldurdu. her zamanki gibi hızlıca bitirmişti mamasını. "hem hani kediler insana terapi yapıyordu, iyileştiriyordu? küstahlar, sadece beni çıldırtıyorsun, üzülmemle alay ediyorsun resmen şaka gibi!" kendini dağınık koltuğa bıraktı. sonra sakinleşip kısık bir sesle sordu, "ben oraya nasıl gidebilirim ki?" kalbinin ağrıdığını hissetti. bu sıralar çok sık rahatsızlanıyordu, tansiyonu sürekli fırlıyor ve bu da baş ağrısından tut her yerinin ağrımasına sebep oluyordu. genç yaşında dengesiz tansiyon onu vurmuştu. "sağ olsun herkes bana vurmaya pek bir hevesli nedense. sen de vur kyobi sen de, bedenim sen de vur, herkes vursun şu yolda geçenlerde.. herkes. öldürün de bitsin şu iş!" kyobi geldiğinden beri susmaz olmuştu. sanki yalnızlıktan, şu küçük odanın dağınıklığından kurtulmuş gibi sürekli konuşuyordu.


sanki konuşunca her şey yoluna girecek gibiydi, biliyor muydunuz? kendine kendine konuşanların intihar oranı hiç konuşmayanlara göre daha fazla olduğunu.. bu da hayatın bir ironisi. aniden ayaklandı ruh, sonra kyobi'ye dönerek şöyle dedi.


"eğer bu acıyı aşmak istiyorsam, oraya gitmem ve kendi gözlerimle görmem gerek. daha sonra kabullenmem.. kabullenmek.. bir şey diyorlardı, neydi ya? bir şeyin yarısı mıydı? amaaan neyse unuttum. her neyse, bazı şeyleri kabullenmem lazım fakat pek de hevesli sayılmam, of!" diyerek kapıya yöneldi.

"dışarı çıkacağım biraz, sen evde kal." deyip çıktı.


geceleri her zaman olduğu gibi sessizce düşünerek sokaklarda yürüdü, bir parkın önüne geldiğinde burası luna'yı ilk gördüğü yer olduğunu anlaması uzun sürmedi. sinirlendi, onu anımsatacak şeyleri görmek daha sonra kalbinde yankı yapacak şeylerden uzak durmaya çalıştıkça daha çok çekilmekten nefret etmeye başlamıştı. güldü, "artık o evli bir kadın, onu düşünmemeliyim, ne de olsa artık o.." devamını getiremedi. her zamanki gibi yarım kalmıştı cümlesi. gözlerini kapadı, elini tutup kendine döndürdüğü zamanı getirdi gözünün önüne sonra bu durum saçma durmasın diye sarf ettiği sözler, "şey sanırım saçlarınız da bir şey var, onu almak için durdurdum.. ah, aldım.. şimdi daha iyi!" heyecanlı sesi kafasında yankılandı. ona gülümseyerek baktığı an geldi aklına sonra kafasını hafifçe iki yana salladı. "başladım yine saçmalamaya.." daha sonra ofladı," acaba tekrardan birlikte olsaydık nasıl olurdu?" kendine vurdu," aptal mısın, kız iki gün sonra evleniyor ve sen ne hayal etmeye çalışıyorsun? tanrım, canım acıyor. neden, neden bu kadar çok istiyorum onu? unutmak istemiyorum onu hatta daha çok onunla olmak istiyorum. hâlâ hayallerimde yer ediniyor resmen.." gözlerini kapadığında bir damla yaş aktı. elinin tersiyle sildi göz yaşını, burnunu çekerek bir banka ilerledi. o sırada luna'yı görmeyi beklemiyordu. "aman tanrım onun burada de işi var? ne zamandan beri burada, beni gördü mü?" düşünceleri konuştu. onunla karşılaşmak istemediği için yönünü değiştirmek istese de luna onu görmüş ve seslenmişti. "lanet olsun!" diyerek döndü ona.


saçları rüzgar nedeniyle uçuşuyordu luna'nın. her zamanki gibi güzel gözüküyordu, üzerinde bir palto ve etek vardı. üşüdüğü belli oluyordu. onun yanına ilerlerken ne yapacağını düşündü. ne de olsa yarın değil ondan sonra ki gün karşısındaki sevdiği kadın başka biriyle evlenecekti. "ne düşünüyordun?" diye sorduğunda luna, ruh omuz silkip "hiç!" demekle yetindi. "ne yani ona, seni düşünüyordum diyemezdim ya düşünceler?!" diye düşüncelere daldı tekrardan. luna'nın sesini işitince çıktı karanlık yerden.


"bana anlatmak istememeni anlıyorum. bu sıralar hiç görmüyorum seni, eskiden gelirdin. seni reddetmemden dolayı benden uzak duruyorsun?" dediğinde ona uzun bir süre baktı ruh. "ne yapmaya çalışıyorsun luna?" diye düşündü. "beni umutlandırmayı mı planlıyorsun? sözlerin umutlanmamı sağlıyor farkında değil misin yoksa kasten mi yapıyorsun bunu bana, daha fazla canım acısın diye mi?" ruh bir şey demeyince luna devam etti sözlerine, "her nedense seninle konuşurken kendim olmakta pek kaygı duymuyorum, bu iyi geliyordu fakat bu sıralar yoksun.. seninle konuşmak iyi geliyor, o yüzden seni üzmek istemiyorum. yanlış anlama, sen çok iyi bir arkadaşsın. senin için.." bir şeyler geveledi ağzında. ama ne demek istediğini anlamıştı ruh. sonra içinden mırıldandı, "gerçekten canımı acıtmak istiyor olmalısın.." ona bakmayı bırakıp konuşabilmeyi başardığında sadece su sözler çıktı ağzından.


"luna, yapma! gerçekten yapma! neyse, daha fazla konuşmaya gerek yok, arkadaşın olarak oraya geleceğim bunu merak ediyordun değil mi? merak etme, canım acımaz daha. iyi akşamlar, hava soğuk eve git artık!" deyip oradan uzaklaştı luna'nın bir şey demesine kalmadan. ama o sözleri sarf ederken canı çok fazla yanmıştı. eve geldiğinde kyobi kapının ağzında ayağına sürtünüp ilerlemesini durdurmuştu yine. derin bir nefes verip sevgi isteyen kyobi'yi kucağına aldı ruh.


"ayak altında dolanma diyorum sana, bir gün basıp seni ezeceğim diye ödüm kopuyor!" sonra kyobi burnunu dudaklarına yaklaştırdığında, "beni böyle kandıramazsın, bu adil değil hanım efendi!" diye sitem etti. kyobi büyük gözlerle dibinde bitmeye devam edince yakındı, "tamam sen kazandın, her zamanki gibi. şöyle bakmasana, içime alasım geliyor seni!" deyip kocaman öptü kyobi'yi. ona iyi gelen tek şeydi, bu sıralar ona gerçekten yardımcı olmuştu, bir kere yalnızlıktan kurtarmıştı ruh'u. ama ruh doyumsuzdu bu ona yetmiyordu. kyobi'yi bırakmadan oturdu dağınık koltuğuna. luna'nın sözleri aklına geldiğinde tüm keyfi kaçmıştı. "ben o düğüne nasıl gideceğim?" gözlerini ovaladı, kyobi mırlayarak kuyruğunu emmeye başladığında gülümsedi hafiften. "keşke bir kedi olsaydım, belki hayat daha çekilir bir yer haline gelirdi." ofladı daha sonra, "keşke demeyi bırakmalıyım." dedi ve sustu. kyobi emmeyi bırakıp gittiğinde koltuğa uzandı, sonra uykuya daldı. ilk defa gece yatmıştı. son yatışıydı.


VI


yarın olduğunda evde kalmak ona çok dar geldiği için çıkmıştı erkenden. öğle saatleri olduğu için hava hafif sıcaktı. ama kışın yaklaşması nedeniyle pek de sıcak sayılmazdı. insanlar yemek saati nedeniyle sokaklar doluydu ve fazla gürültülüydü. karnının acıktığını hissettiğinde bir restoranda bulmuştu kendini. bir masaya oturup ne yiyeceğini düşündü, "makarna yapıyorlar mıdır acaba? ketçap ve mayonezli olunca güzel oluyordu, nedense canım onu istedi. adama desem tuhaf karşılar kesin. kebap yerinde makarna ne gezer. kebap mı yesek! yok ya sonra veganların dedikleri geliyor kaldıramıyorum. yazık hayvanlara ama hayat işte ne yaparsın. buldum salata yiyeyim. ot gibi yaşıyorum ya, belki yersem güçlendirir." garsonu çağırdığında sadece salata istedi, garson ona bir bakış attığında kebabı da eklemek zorunda kaldı. öylece yemeğini beklerken yarınki düğünde ne olacağını şimdiden biraz hayal etti.


"luna'yı da anlamıyorum bir reddediyor bir yanımdan ayrılma.. kızlar cidden değişik mahluklar.." gözlerini etrafta öylece gezdirirken bir kadının ona dik dik baktığını fark etti, gözlerini başka yöne çevirse de hâlâ ona baktığını hissediyordu. tekrar oraya döndüğünde kadın gözlerini çekmemişti. ona sorar bir bakışla baktığında kadın olduğu yerden kalkıp yanına oturdu. bunu beklemediği için hafiften bir şaşırsa da ona dönüp baktı.


"sen luna'nın arkadaşı değil misin?" diye sorduğunda içinden uygunsuz şeyler geçti. "her yerde karşıma çıkmasa olmaz, ölür herhalde." diye geçirdikten sonra evet manasında başını sallamakla yetindi.

kadın bir şey demeden oturdu öylece sonra bir konu açtığında kaba olmamak adına geçiştirerek sorularına cevap verdi. kadın, garson geldiğinde ayağa kalkıp veda ettiğinde derin bir nefes almıştı. yemeğini yedikten sonra kahve almak için her zaman gittiği yere gitti. kahvesini alırken gözleri etrafta dolaştığında tekrar geri döndü, "onların burada ne işi var? of, tabii ya luna da buraya sürekli geliyordu.." güldü kendi kendine. "evren bunu bilerek yapıyor olmalı.." tam dışarı çıkmak için arkasını döndüğünde david'in onun adını seslendiğini duydu. birden herkes ona döndü, aklına ünlü bir yazar olduğu gelince de daha çok sinirlendi. sonra hiçbirini aldırmadan hızlıca çıktı kahveden. en azından kahvemi alabildim, diye düşündü.


biraz düşünmek ve kahvesini yudumlamak için herhangi bir parka yürüdü. çok kalabalık olmayan park onu sevindirdi, kafasını dinleyebileceğini düşündü. yarın uzun ve kötü bir gün olacaktı dinlense güzel olurdu. rüzgar tenini hafifçe okşadığında kendini iyi hissetmeye başladığını sandı. ama o geceki hislerinde bir değişiklik yoktu, uyuşuk hissediyordu. kafası bu sıralar fazla uğulduyordu. bir sürü ayırt edemediği sesler ortaya çıkması da cabasıydı. başını bir yerlere vurmamak için zor duruyordu. özellikle bazen yaşadığı bedensel sıkıntılarda daha da kötüye gitmesini körüklüyordu. ruh çektiği acıdan dolayı o kadar çok yıpranmıştı ki ufacık bir kelime bile onu dolmasını ve bedene farklı şekillerde zarar vermeye itiyordu. bunu baş ağrısıyla ya da mide bulantısıyla yapıyordu şimdilik. ama durum daha da kötüye gideceğinin habercisi gibiydi. gözlerini kapayıp kafasını geriye yasladı, düşünmek gerçekten onu fazlasıyla yoruyordu. içinden bir şeyler çekilmiş gibi hissetti bir anda. göğüs kafesi daraldı, ciğerleri sıkıştı, nefes alması yavaşlamıştı. elini göğsüne götürüp bastırdı, daha sonra bir ses işitti beden;


"yarın oraya gitmek gibi bir hata yaparsan bizi öldürürsün!" bu sesin nereden geldiğini biliyordu, bu ruh'un sesiydi. ve içinde çırpınıyordu. öyle ki bedenin içinde değdiği yerler fazla ağrılara sebep oluyordu. beden kıvrandı, ruh çırpındı. bir süre böyle devam etti, biri ona seslenene kadar acıdan olduğu yerde eğilmiş duruyordu. başını kaldırıp kim olduğunu anlamak için baktığında hemen kendini düzeltti. bu david'idi. yanında da luna vardı.


"iyi misin sen?" diye sordu david sesi fazlasıyla endişe doluydu. kendine hafiften geldiğinde evet anlamında başını salladı. ama ona inanmamış olmalılar ki luna endişeyle konuştu bu sefer, eli david'in elindeydi.


"seni hastaneye götürmemizi ister misin? her zamanki krizlerin.. bir kere demiştin." unutmamış olmasına şaşırdı ruh. fakat doktora gitmek gibi bir niyeti yoktu, özellikle david'in götürmesini asla kaldıramazdı. eskiden dostlardı ama şimdi pek dost sayılmazlardı, o öyle sanıyordu. başını kaldırıp ikisinin birbirine kenetlenmiş eline bakarak konuştu, "sorun değil, iyiyim. hastaneye gitmek falan istemiyorum. siz takılın, boşuna zamanınızı harcamayın benimle.." aklına geçmişteki hatıralar gelince luna'nın yüzüne bakarak buruk bir tebessümle durdu. sonra aniden silindi gülümsemesi. david konuşmayı devam ettirmek istercesine bir soru yönelttiğinde sıkılmaya başladığını hissetti. konuşmak falan istemiyordu, hiçbir şey istemiyordu aslında. tek istediği eve gidip her zamanki gibi sabah uyuyup geceleri gezmekti. fakat bu mümkün değildi hele ki yarın ki düğün nedeniyle.. zaten david'de bunu sormuştu. gelip gelmeyeceğini merak ediyordu. tabii o da biliyordu luna'yı ne kadar çok sevdiğini, luna söylememişti ama kendisi anlamış olmalıydı.


"geleceğim, hem mutlu gününüzde yanınızda olmalıyım değil mi? arkadaşlar böyle yapar!" "arkadaşları" iğneleyerek söylemiş ve luna'nın gözlerinin içine bakmıştı. luna gözlerini kaçırdığında zafer kazanmış bir şekilde gülümsedi. david, omzunu hafifçe sıkıp;


"o zaman kendine dikkat et. gerçekten çok kötü görünüyordun, bir an öleceksin sandım dostum. yarın görüşürüz o halde. ve lütfen yanıma uğra geldiğinde. hadi gidelim, luna. daha yapacak bir sürü işimiz var, biliyorsun." dedikten sonra oradan uzaklaştılar. onlar gittiğinde derin bir nefes verdi. daha sonra soğuktan sıcaklığı azalmış kahvesinden yudum aldı. sonra yüzünü ekşitip kahveye baktı. "bir kahve içirmediler adama!" diye söylendi. "bir de yarın gelip gelmeyeceğimi yokluyorlar, gerçekten ne yapmaya çalıştıklarını anlamıyorum. bu şeyin canımı yaktığını düşündükleri için mi böyle yapıyorlar yoksa gerçekten kafası çalışmayan aptallardan falan mı bunlar!" sesli bir şekilde ayağa kalktı. kahveyi çöpe atıp hafif bir ses çıkartı, "gerçekten canımı acıtıyor aslında.." sonra evin yolunu tuttu, hava fazla soğumaya başladığında içinin her nedense sımsıcak olduğunu hissetti. acıyla yanan yüreği yüzündendi, onlar gelmeden önce yaşadığı şeyi hatırladı. kafasında yankılanan o sese anlam verememiş olduğu gibi bedeninin bu kadar korkmasına da anlam verememişti. kendisine anlam veremediği şeyler oluyordu ve bu da onu fazlasıyla yoruyordu.


"sadece dinlenmek istiyorum!" diye bağırdı dar bir sokakta yalnız başına. sesi yankılanıp ona geri döndüğünde acı içinde inledi. "kalbimin bu kadar ağrımasının sebebi nedir?!" diye sorarak bağırdı. "neden bu kadar fazla düşünceli, içsel bir insan olmak zorundayım ki? neden her şeyi abartıyorum. luna'yı neden.." devamını getirmedi, aslında getirmek istemedi. çünkü luna'yı her şeye rağmen seviyordu. ve onun hakkında kötü düşünmek şöyle dursun, kötü bir şey söylemek bile onu üzüyordu. ama bu sıralar sadece hakkında kötü şeyler hissetmiş, söylemişti her ne kadar istemese de. bir süre sonra sevgi acısı insana bunu yaptırıyor demek ki. ihanet ettiriyordu. demek ki o yüzdendi bir süre sonra biten ilişkilerin sebebi çünkü o kişiye karşı ne kadar çok bir şey hissettiğinizde onun her bir hareketi sizi etkilemeye başlıyor ve tek bir hatası ondan nefret etmenizi sağlıyordu. nefret etmenin sebebi aslında o kişi hakkında kendimizce hayaller koymamız ve onu o kusursuz kişilik haline getirmemizden kaynaklanıyordu fakat onun kusursuz olmayacağını, hayal ettiğimiz karakteri onda göremeyince ondan nefret etmeye başlıyordunuz. ya da belki de gerçekten sevmediğiniz içinde ilişki bitiyor olabilir. onun hissettikleri de buydu aslında çünkü onu kendi istediği şekilde görmek istedi ve öyle sevdi, evet bazı yönleri hayal ettiğiyle ilişkilendirse bile tek bir değişen davranış ona karşı kötü hissetmesini sağlıyordu. bu da onu fazlasıyla yoruyor ve ruh'un acı çekmesini sağlıyordu. en başlarda söylediğimiz gibi ruh tanrı'nın nefesiydi ve istediğini elde edemediğinde büyük depremler yaratacak bir güce sahipti.


ayağının önüne gelen pet şişeyi yerden alıp yakındaki bir çöpe attı. insanları anlamıyordu, şu kadarcık kısa mesafeyi yürüyüp çöpü atmak bile zorlarına gidiyordu. sonra bir duvarın kenarına geçerek sırtını yaslayıp oturdu. düşünceleri onu yormuştu. sesleri sanatsaldı, bazen fazlasını kaçırdığınızda sizi delirtecek bir hale gelebiliyordu, ruh bunu sürekli yaşar hale geldiği için sürekli baş ağrısıyla uğraşır olmuştu. parmaklarını şakaklarına götürüp ovaladı, dokundukça ağrıyordu. gözlerini açamıyordu, "yine başladı.." diye mırıldandı. biraz da ovaladıktan sonra başını geriye yaslayıp öyle oturdu. artık sokakta öylece durmak onu pek düşündürmüyordu, düşünecek daha başka şeyler olduğu için etrafında ki hiç kimseyi görmez olmuştu.


"ben yarının zor geçmesini beklerken şimdiden acıdan kıvranmaya başladım bile." deyip güldü, gülünce başı zonkladı. gözlerini kapayıp başını duvara vurdu. "ağrıma artık, ağrıma!" bir kere daha vurduktan sonra gözlerini açıp gökyüzüne baktı. bulutlar gökyüzünü doldurmuştu, o kadar grilerdi ki, birazdan yağmur yağacağının habercisi gibilerdi. fakat bunu umursamadığını fark etti, hasta olacak olması da umurunda değildi. sadece biraz oturmak istiyordu burada yalnız başına. bir süre öylece tek yöne odaklanmış halde düşüncelere daldı, gözleri ağırlaşıyordu. uykusu geliyordu ve burada uyuması pek iyi olmazdı. kalkacak hali yoktu, gözlerini zorlayıp eliyle ovaladı. baş ağrısı hep uykusunu getirirdi ama tekrar uyanmak istediğinde kalkamazdı. gözleri fazla ağırlaşırdı, tekrar ovaladı. o kadar soyutlanmıştı ki hayattan yanına birini oturduğunu bile fark edememişti. gözlerinin önüne bir el gelip sallanmasıyla yanında biri olduğunu anladı ve hemen oraya döndü. yanına küçük bir kız oturuyordu. kaşlarını çattı, bir çocuğun böyle dar, çıkmaz sokaklarda ne işi olabilirdi ki? kızın sorusuyla irkilip kendine geldi. ama irkilmesinin sebebi kızın aniden konuşması değil, sözleriydi.


"yaşıyor musun yoksa öldün de üzerine toprak falan atmalarını mı bekliyorsun burada, abi?"


anlamsız bir şekilde bu soruyu düşündü. gerçekten eğer kendine uzaktan bakıyor olsaydı, ölü gibi gözüktüğünü sanırdı. "ölü gibi gözüktüğünü sanırdı? hayır cidden ölmüş olmalıyım." kızın sorusuna cevap vermek için döndü.


"cidden ölü gibi mi gözüküyorum?" diye sorduğunda küçük kızın gülmesine mi şaşırsaydı yoksa bu kadar küçük yaş da olgun olmasına mı.


"evet, sen kendinin bile farkında değilsin. durum vahim!!" diye bağırdığında başına hafif bir ağrı girdi. yüzünü buruşturarak, "cidden durumum vahim.." diye mırıldandı daha sonra sormak istediği soruyu sordu. "sen burada n'apıyorsun, yani burası ıssız bir şey olsa ne yapacaksın, küçük kız? ve adın ne öyle sesleneyim, sevmem şöyle seslenmeleri!" dediğinde küçük kız ona heyecanla dönüp, "çöpten işe yarar şeyleri toplamam için babam gönderdi, adım lily!" ruh öylece baktı kıza, bedenini büyük bir üzüntü kapladı. ufacık yaş da büyümek zorunda kalmak ne acı, diye düşündü. sonra yutkunup konuştu, "sana yardım etmemi ister misin?" dediğinde küçük kız güldü.


"sen önce bir kendine yardım et, ölmek üzeresin. neyse, ben gideyim. babam iyi misin diye merak ettiğinden geldim. iyi olduğuna göre gidebilirim. hoşça al abi!" deyip el sallayarak uzaklaştı lily. onu bir daha görmeyeceğini biliyordu ama nedense hiç unutmayacağını seziyordu ruh. oturduğu yerden kalkıp evin yolunu tuttu, eve girmeden önce kyobi için en sevdiği yaş mamayı aldı. gün çok yavaş geçmişti onun için acı ve ızdırap dolu.


VII


gözlerini acıyla araladığında saatin öğleye geldiğini görünce ağzından tuhaf bir ses çıkarttı. hâlâ akşam olmamış olması onu sinirlendirmişti, oysaki daha fazla uyumak istiyordu. ama yine çalar saat gibi öğlen kalkmıştı. evet, bu o akşamdı. düğün günüydü. kolunu kaldırmak istediğinde derin bir acı hissetti, kyobi kolunda ve göğüs kafesine doğru bir yol izleyerek kendini uzatarak ve ağırlığını tam vererek uyuduğu için orada derin bir ağrıya sebep olmasını sağlamıştı. inleyerek başını geriye doğru bırakıp söylendi, "kyobi kolay yoldan beni öldürmeye çalışıyorsan, teşekkür ederim ama cidden gerek yok. ve kalksana artık, hâlâ uyuyorsun. şimdi boğazlamayı falan mı düşünüyorsun. boğazım.. ah!!" üzerinde ki yapışkanı yere fırlattı. kyobi uykulu uykulu ne olduğunu anlamaya çalışarak tekrar onun kucağına ilerlemek istediğinde hemen kalktı. "bugün günlerden ne hanımefendi! hadi kalk, uyku zamanı değil." deyip başını öptü kyobi'nin. "kokun aynı oyuncak, yok daha doğrusu bebekler gibi seni güzel kız!" ardından banyoya doğru yöneldi. kendisinin de güzel kokması gerekiyordu, bugün önemli bir yere davet edilmişti ne de olsa öyle değil mi?


ama ondan önce yapması gereken işler vardı, bayağıdır hayattan yok olduğundan yayıneviyle yaptığı anlaşmanın son gününü unutmuştu, yeni çıkaracağı kitap için. neyse ki, ruhsal açıdan iyi olduğu zaman hemen bitirivermişti şimdi onu götürmesi gerekiyordu. dünya çapında bilinmesi de bayağı baskı altında hissetmesini sağlıyordu çünkü kurgusunu bekleyen bir sürü insan demek, büyük baskı demekti onun için. bir de bu sıralar yaşadığı ruhsal sıkıntılar daha çok baskı altında hissetmesini sağlıyordu. ama bu tarz konular için önlemler alması onu hep kurtarıyordu, yeni yayınlanacak olan kurgusu luna hakkındaydı fakat çoğu insanın anlayacağını sanmıyordu. luna'nın okuyacağından da emin sayılmazdı. düşüncelerinin tesiri altında üstüne beyaz boyunlu bir kazak geçirdi, iş görüşmesine gideceği için özenle giyinmişti fakat saçını düzeltmedi dağınık halini seviyordu. kendine aynaya baktığında dün gördüğü insandan pek bir eser yoktu, bu onu sevindirmişti ne de olsa patronunun karşısına ölü bir şekilde çıkmak istemezdi. kendini biraz inceledi. ne kadar iyi gözükse de, açık mavi ile karışık yeşilimsi gözleri fazla bitkin bakıyordu. göz altları hafif şişmişti uyumaktan ve baş ağrısından, elmacık kemikleri kilo kaybından sebep fazla belirginleşmişti, çenesi keskinleşmişti. burnunda pek bir değişiklik yoktu. ama yüzünün diğer kalanları biraz değişmişti eskisine nazaran. oflayıp geri çekildi, bakmak istemiyordu bu daha çok içerlemesini ve kötü hissetmesini sağlıyordu sadece.


evet, eskiden eser kalmamıştı kendisinde. artık bitik, gözleri yorgunluktan şişen biri kalmıştı ortada ve durum onu huzursuz hissettirmiyordu aslında. siyah deri ceketini alıp dışarı çıkmadan önce kyobi'ye seslenmeyi unutmadı. kyobi oralı olmadı bile. dışarı çıktığında ceketini giymeye başladı. bugün fazla kalabalıktı, sanırım günün cumartesi olmasından da kaynaklanıyordu. insanların çoğu işten erken ayrılıyorlardı ve bu da arkadaşlarla veyahut ailecek buluşmaları gerektiriyordu. insanları yararak ilerledi, kalabalığı pek sevmezdi ama yapacak bir şey yoktu. dosyasında ki kağıtları yayınevine vermesi gerekiyordu hem de acilen. aslında gecikmesini önemsemiyordu, yazarlık da olağan bir şeydi. onu endişelendiren yazdıklarına tekrar gözden geçirecek olmasıydı. çünkü yazdıklarını luna'yla daha çok görüşebildikleri zamanlarda yazmıştı ve okurken anımsamak canını daha fazla acıtabilirdi. artık yazı ondan çıkmıştı, insanların okuyup hayal etmesine bırakacaktı. normalde bu hikayeyi yayınlamayı planlamıyordu fakat dün lily fikrini değiştirmesini sağlamıştı. eğer gidecekse bu dünyadan bir şey bırakmadan gitmemeliydi.


buluşacakları kitapevine geldiğinde derin bir nefes alıp bir süre bekledi. sonra tuttuğu nefesi geri verip içeri adımını attı. luna ile oldukları zamanları getirdi aklına, buraya gelmişlerdi. ve o zamanlar daha tam tanışmamışlardı, ilk defa eli burada değmişti ruhun eli onun saçlarına. gözlerini kapadı, "eskide kaldı. çok yakın geçmişte.." diye mırıldandı. arkadaşı seslenmeseydi kapı eşiğinde öylece durmaya devam edecekti.


"hey, dostum! ne zamandır görüşemiyoruz, demek bir şeyler yazdın yine heyecanla yayınlamak için okumayı bekliyorum." dediğinde onun oturması için işaret ettiği masaya yöneldi. arkadaşına baktı onun sayesinde hikayelerini yayınlamaya başlamıştı. yoksa hiçbir sektör onun hikayelerini yayınlamak istemezdi. o öyle düşünüyordu. çok okunması onun için önemsizdi, insanların aklında yer edinebiliyorsa bir gün akıllarına karakterleri geliyorsa bu onun için yeterliydi. yavaşça dosyayı ona uzattı ardından dudaklarını araladı,


"al artık şunu benden!" dedi sesindeki acı hissediliyordu. arkadaşı hafifçe tebessüm etti. "sanırım, bu yazı seni zorlamış.. onun yüzünden mi?" diye sorduğunda arkadaşının bu kadar gözlemci biri olmasına sinirlendi. anlamasını bekliyordu ama içinden bir ses anlamaz diye geçirdiğinden bu dediği şey onu sinirlendirmişti. "artık bitmesi lazım, kabullenmem gerek. ama tanrım yapamıyorum, andrea olmuyor. onu hâlâ çok seviyorum.. bu akşam ne yapacağım hiçbir fikrim yok!" deyip güldü hafifçe, gülmesi söndüğünde tüm enerjisi de sönmüştü. arkadaşı ona bakıp iç çekti. "seni ne diye davet etti ki? şaka falan mı yapıyorlar?!" diye sitem etti. ayaklandı ruh, "boş ver andrea, kitabım sana emanet. biraz dolaşacağım kitaplarını burada okurum ona göre!" deyip gülmeye çalıştı, kaçmak istiyordu. çünkü bunu konuşmak bir şeyi değiştirmiyordu, luna onu sevmiyordu, luna başkasını seviyordu ve evlenip mutlu olacaktı. kendisi mutlu olmasa da. ruh'u arkadaşı olarak görmeye devam edecekti. bu kadardı, bunu tekrarlamak saçmaydı.


"istediğini alıp burada okuyabilirsin. ben de senin yazını okurum o sıra.. kendine dikkat et dostum." dediğini işitti kitapların arasında gezinirken. bir şey demek için çaba sarf etmedi, eline gelen ilk kitaba baktı üzerinde, "genç werther'ın acıları - johann wolfgang von goethe'in" kitabı gelmişti. bunu daha önce okumuştu. anımsamaya çalıştı fakat anımsayamadı. o kadar şey olmuştu ki, artık hafızası da çok iyi sayılmazdı. kuytu bir köşe aradı etrafta o sırada bir kadının başka bir kadına bir şeyler dediğini işitti, duraklamasına neden olmuştu duydukları.


"bu adamı hiç sevmiyorum, eskiden çok kişi ayaklandırmış. bence bu adamın (ses kaydedenin eklediği ses: bence isme gerek yok herhangi bir isim olarak düşünebilirsiniz.) kitabını okuma, hem onun gibi bir adam ne yazabilir ki, korkunç!" dediğini işittiğinde oraya dönüp gereksiz yere karışmasına sebep olmuştu. "bir sanatçıyı, sanatını yargılamak, hatta daha tam olarak bilmeden yargılamak ne kadar trajikomik. hiç bir hikayesini veyahut şiirini okudunuz mu ki yargılama gibi bir lükse sahip olduğunuzu sanıyorsunuz. düşünme yetisine, araştırma yapmaya tenezzül etmeyen insanların yargıları bir çöp parçası gibidir, sadece yankıya neden olur. sizin gibiler okumasa da olur aslında!" deyip oradan hızlıca uzaklaştı, kadın ise arkasında öyle sessiz bir şekilde kalmıştı.


kendine güzel bir yer bulduğunda saatine baktı, düğüne daha yedi saat vardı. " o zamana kadar bitiririm." diye düşündü. daha sonra en başında yazan yazıyı okudu, "ve sen, onunla aynı çaresizliği hisseden iyi yürekli insan, sen de onun acılarında teselli bul, kör talihin ya da hataların yüzünden kendine yakın birini bulamadıysan, bırak bu küçük kitap dostun olsun." etkilenmişti bu sözden. saat yediyi gösterdiğinde son satırları okuyordu, "werther'ın cenazesine mezara kadar eşlik etti. albert ise cenazeye katılamadı. lotte'nin hayatından endişe ediyorlardı. tabutu görevliler taşıdı. cenazede herhangi bir din görevlisi yoktu..." kitabı bitirdiğinde göğsünde derin bir ağırlık hissetti. farklı bir ağırlıktı bu, sürekli hissettiği o ağırlıktan değildi. içindeki bir şeylerin canlandığını hissetmişti, onun hissettiği tam olarak şuydu; ruh zaten acı çekmek ve acı çektirmek için yer ararken bu kitabı okuması onu coşturmuş, yerinde duramamasını sağlamıştı. ve her zaman yaptığı gibi bedene zarar vermeye başladı, ruh'a göre beden kendinden küçük gördüğü ve her dediğini yapması gereken bir köleydi. tanrı'nın nefesi olması da onun kendisini yüce hissetmesini sağlıyordu. bu durumu anlamanız için şöyle açıklayabiliriz, ruh tanrı'nın nefesi olduğundan acizliği kabullenememesi ve bunun sebebi olarak da bedeni bilmesi diyebiliriz.


demek istediğim, her hatamızda başkasını suçlamamız, kendimize toz kondurmamız, her acı da hemen yıkılmamız kendimizi yüceltmemizden kaynaklanıyordu. aslında zaten bundan kendimizi sevmiyoruz ve bedene zarar veriyoruz. her neyse, tam açıklayamadım. anlayacağınızı da pek zannetmiyorum. ama bu hikaye bunun için anlatılıyor öyle değil mi? en başta dediğim gibi beden ve ruh çatışmasını anlatacaktım. ruh her şeyin farkındayken beden dünyanın giysisi olduğu için hiçbir şeyin farkında olmayandı. ruh bedene bunu anlatmaya çalıştıkça bedenin bundan kaçması ve daha çok dünyaya dalması aslında bu kavgayı körükleyen, ölüme kadar sürükleyen bir olaydı. bazılarımız bunu asla fark etmiyoruz, beden ağırlıkta olduğu için ama bazılarımızın ruh'u ağırlıkta olması iki arada kalmasını sağlıyor ve bu da kötü sonuçları doğruyordu. beden dünyayı isterken, ruh yüceliği yani tanrı'yı istiyordu. bedene çok kapılan insanlar bile bazen fazlasıyla acı çekebiliyor ya da cahil diye nitelendirdiklerimiz bile bu dediğim şeyi yaşıyor fakat farkında değiller. ben nasıl farkındayım? ne bileyim ben, düşündüm aklıma geldi birden. neyse, devam edelim hikayeye anlayabileceğiniz şekilde anlatmaya çalışacağım. tabii anlatabilirsem..


tekrardan yaşadığı atağı geçtikten sonra ayaklandı, bu gidişle düğüne geç kalacaktı. saat sekize yaklaşıyordu. kitabı aldığı yere bıraktı, ardından arkadaşıyla vedalaşmak için yanına gitti. onu peçeteyle burnunu silip kendi yazısını okuduğunu görünce kendini tutamayıp gülmeye başlamıştı. arkadaşı onu fark edince hemen toparlanıp burnunu silmişti. sonra öfkeyle, "ne gülüyorsun ya! hem ağlat hem de dalga geç, adama bak!" diye söylendiğinde gülmeyi bırakabilmişti. "çok komik duruyordun, dayanamadım." arkadaşı gözlerini devirince devam etti sözlerine, "istediğimi elde edebildim ağladığına göre sanırım.." arkadaşı konuştuğunda dudaklarını ısırdı gülmemek için, "bazen yazarları öldürmemek için kendimi zor tutuyorum, neden gerçekleri göstermek için canımızı acıtıyorsunuz ki, ne gülüyorsun sen? ve bu hikayeni gerçekten ona ithaf edecek olman beni delirtiyor!" dediğinde düşünmeden cevap verdi. "sana ithaf etmemi ister misin, andrea?" sonra tekrar düşününce yüzündeki gülümseme soldu. "hah, bak bir de gülüyordun, beynin çalışınca nasılda soldu gülümsemen.. eğer vefasız biri olsaydım bu durumunla alay ederdim dostum. ve yazdığın bu şey.. kusursuz. o kızın seni sevmiyor oluşu saçmalık! neyse, seni üzmek istemiyorum ama bence o düğüne gitmemelisin." üzmek istemiyorum derken bile ruh'un tüm moralini altüst etmesi de ayrı bir cabasıydı fakat andrea'ya kızmadı, onu severdi ve dediklerinde haklıydı. düşünmeyi bırakıp konuştuğunda andrea'nın gözündeki hüznü görebilmişti. "ben seviyorum diye onun sevmek zorunda olduğunu nereden çıkardık ki.. neyse, benim gitmem lazım, geç kalıyorum." kapıdan çıkmak üzereyken andrea'nın sesin işitti. "kendine dikkat et lütfen, burada yazılanlar gibi bir şey yapmandan korkuyorum kendine.." cevap vermedi. üstüne düşen yağmur taneleriyle eve doğru yürüdü.


VIII


"ya kyobi ne yapmışsın, o kadar uğraştım. kaç gömlek yaktım bunun için!" diye bağırdı evin içinde. o kadar uğraşıp ütülediği gömleğinin üzerine yatmıştı kyobi ve haliyle siyah gömlek beyaz tüylerle dolmuştu. ruh ev işlerinde berbattı ve kendisi gömlek giymezdi hiç. bugün için dışarıdan birkaç gömlek almış üstüne alıştırmalar yaptığı ve daha sonra öylece kenara fırlattığı için kırışmış gömleklerini sabah çıkmadan ütülemeye çalışmıştı. gerçekten birkaçını yaktığı doğruydu. gömleğini kaldırıp üzerinde ki tüylere baktı, "eserin hakkında ne düşünüyorsunuz ressam hanım, kolum bitti şimdi gömleğim sağ ol!" sonra devam etti sözlerine, "anlamıyorum, neden bir gün için gömlek giymek zorundayım ki? kazakla gitsem haberlere çıkar, ünlü yazar düğüne kazakla gitti diye. hayır, canım ne var yani ne giymişsem.. of kyobi ne yapacağım?!" kyobi onunla ilgilenmiyordu bile ilgilendiği şey koluydu. gözleri büyümüş bir şekilde koluna atlayıp ısırmaya başladığında kolunu ondan çekmeye çalıştı ama nafileydi. kolu çizikler ve salyalarla dolmuştu. yüzünü ekşitip, "gerçekten çok yardımcı oluyorsun, eserini beğenmedim diye bana kızamazsın.. giyeceğim artık aklıma bir fikir gelmiyor." üzerini çıkarıp gömleği giydiğinde aynaya baktı, tüylerin fazla belli olup olmadığına bakmak için. gülmeye başladı, "bu kıskanç kızları aklıma getirdi, hoşuma gitti aslına bakarsan.. bir kız yaklaşırsa ve kediyse benim güzellik abidesi, sarı saçlara sahip biriyle çıktığımı düşünecekler.. çok zekice, gel öpeyim seni!" deyip hiç bozuntuya vermemeye çalışarak kyobi'yi kucağına alıp kocaman öptü ve her öptüğünde olduğu gibi kyobi itiraz edercesine yüzünü çekip bağırdı. "planını anladığım için kızıyor olamazsın, artık gitmem gerek kyobi, bol şans dile bana.." sanki bu dediklerini anlamış gibi gözlerinin içine bakarak miyavladı kedi. oradan çıktığında içini tekrar büyük bir hüzün kaplamıştı.


ayakları ne kadar gitmek istemese de kendini zorladı ruh. oraya gitmek ve onların o mutlu yüz ifadelerini kendi gözleriyle görmek istiyordu. luna'nın gerçekten david'i sevip sevmediğini anlamak istiyordu aslında. kabullenememişti bu durumu. elini pantolonun ceplerini koyduğunda bir hışırtı sesi işitti. cebinde kağıt unuttuğunu yeni fark ediyordu, çıkarıp buruşuk olan kağıdı açtı. kağıdın üstünde yazanları okuduğunda yırtıp attı, şiir yazmaya çalıştığında yazdığı iki kelimeydi. "tenin bir şarap kadar keskin, tenin tenime değdiğinde uyuşuyorum." yolda yürürken düşündüğü tek bir şey vardı, bundan sonra nasıl yaşayacağıydı. sonra aniden yolun ortasında durdu, gitmek istemediğini hissetti. daha çok hissetmiş gibi değildi, böyle hissetmesi gerekiyormuş gibiydi. kafasındaki sesleri işitti, hepsi birbirine karışmıştı. ne dediklerini tam duyamıyordu fakat ortalık karışmışa benziyordu. "of, tanrım sadece bir düğün. gideceğim sonra tekrar geri geleceğim bu kadar. abartmaya gerek yok!" ne kadar böyle dese de gitmeye kalkmadı, öylece durdu olduğu yerde. dün hissettiği şeyi tekrardan yaşıyordu, midesine giren ağrıyla öne doğru eğildi. midesi bulanıyordu, kusmak için çöpe ilerlediğinde kendini ilk defa tutamadı ve midesinde ne varsa boşalttı.


geri çekildiğinde, "lanet olsun!" diye mırıldandı. ağzını koluna sildi, daha sonra midesini rahatlatmak için bir markete girip soda aldı. ne olursa olsun o düğüne gidip kendi gözleriyle görecekti her şeyi. sonra kabullenecekti. bir kere artık karar vermişti, bedeni onu durduramazdı. öyle bir histi ki bu, sadece etrafa pis koku yaymakla kalmıyor, kokuyu aldığınızda boğulmanıza neden oluyordu. artık bu duygudan kurtulmak ve daha rahat bir nefes almak istiyordu. sodadan bir yudum aldığında midesi büzüldü. yüzünü ekşitip tekrar bir yudum daha aldı. daha sonra yürüyerek düğünün olduğu yere doğru ilerledi. salonun oraya geldiğinde ne kadar gösterişli bir yer olduğunu düşündü, herkes bu gösterişli yere özenli giyinmişti. kendisine bakmadan edemedi, üzerinde siyah bir gömlek üstünde kedi tüyleri, gömleğinin kolunda kusmuk artıkları ve altında siyah bir pantolon vardı. gerçekten çok gösterişliydi, tam böyle bir düğüne layık diye düşündü, düşüncesine gülemeden edemedi.


sodasında kalan son yudumu da içip bir çöpe fırlattı. içeri girmeden önce dışarıdan seyretti, herkes sahte kahkahalar atıyor , gelin ve damat hakkında konuştukları belli oluyordu. hatta şunu işitmişti, "gerçekten birbirleri için yaratılmışlar, bir görsen ne kadar çok yakışıyorlar!" bu denilenler nedense ona komik gelmişti. david ve luna, gerçekten yakışıyorlardı. salona girdiğinde birkaç kişinin ona bakıp bir şeyler fısıldadıklarını duydu, kendisine dediklerini gözlerinin içine bakmalarından anlıyordu. daha sonra anlık bir kararla gelin ve damadın hazırlandığı yere gitti. luna'yı görmek ve konuşmak istiyordu. oraya hızlıca koşar adımlarla ilerlerken bir sürü kişiyle çarpışmış olmayı umursamıyordu, tek isteği luna'yı görmek.. gözlerini kapadı, kapının önünde bir süre durdu, derin bir nefes alıp kapıyı açtı. onu masada bir şeyler yazarken bulmayı beklemiyordu, kapının açılmasıyla aniden ayağı fırladı ve kağıdı saklamaya çalıştı. güldü bu haline, "artık ne yazıyorsan çok endişelendin bakıyorum!" dediğinde luna gözlerini büyüterek ona baktı. her zamanki gibiydi gözleri, güzel ve derin.


"sen neden, sen burada ne yapıyorsun?" dedi şaşkınlıkla.


"yolumu kaybettim..." durdu bir süre daha sonra kapıyı kapayıp arkasını yasladı, "bayağı yolumu kaybettim." başını yana yatırıp onu izledi. gerçekten inanılmaz derece güzel gözüküyordu. beyaz onun güzelim tenini açmış, hafif doğal makyajı da onu kuğu kadar güzel göstermişti. göz renginde kaybettiğini sandı kendini, ilk defa bu kadar derin bakıyorlardı kendisine sanki bir şey demek istermiş gibi. luna ona yaklaştığında onu durdu, "ah, buraya gelmeden önce kustum. berbat bir haldeyim, kokumu almak istemezsin.." fakat luna dediklerini umursamıyormuş gibi kendisine yaklaştığında geri çekilmek için hamle yaptı. bu yaptığı hamle onu sadece daha çok yakınlaştırmıştı. arkasındaki küçük masayı devirmesini sağlamıştı.


luna güldü, "her zamanki gibi sakarsın!" dediğinde omuz silkti. "ben de değişmeyen tek şey galiba.." dedi. yine öyle bakıyordu luna, gözlerinde ki derinlik rengini koyulaşmasını sağlıyordu. açık yeşil gözleri şimdi çok fazla koyu gözüküyordu.


"berbat görünüyorsun." diye mırıldandı luna, ruh'a fazla yaklaşmıştı ve o derin anlamlı gözlerle onu inceliyordu. nefesinin kesildiğini hissetti, artık istemsiz oluyordu. "neden kendine dikkat etmiyorsun!" sıcak nefesini ve o güzelim yasemin kokusu burnuna doldu. nefes almayıp içinde saklamak istedi, başka bir koku duymak istemiyordu.


"yolumu kaybettim derken ciddiydim." diyebildi en sonunda. gülümsedi luna, "buraya gelmeni beklemiyordum.." sonra durakladı, "gelmene sevindim, ne de olsa eskiden.." eliyle durdurdu ruh.


"eski deme, çok eski olmadığını sen de biliyorsun ve seni hâlâ ne kadar çok sevdiğimi.. gerçekten.. onunla.." derin bir nefes aldı devamını getirememişti. luna gözlerini kaçırdı. "sen girmeden önce , bunu söylemeli miyim bilmiyorum, çok düşündüm, birlikte olduğumuz zamanları.. evet, yanında mutluydum fakat son olay birbirimize olan güveni ve sevgiyi sarstı diye düşünüyorum. ve sen de biliyorsun ben bu konularda berbattım.. seni gerçekten sevmiştim hâlâ seviyorum ama artık bizden olmaz.. beni unutmalısın!" son sözlerini kızarak söylemişti.


"gerçekten tek neden bu mu? zamanla çözemez miydik?" luna gülümseyip elini yeni tıraşladığı yanağına götürdü, hafifçe gezdirdi parmaklarını. "seni zaten bu yüzden seviyorum çünkü ne olursa olsun bir şeyleri çözmenin bir yolunu buluyordun fakat seni çok fazla kırdım, birbirimizi incittik. çözsek bile içimde çözülmeyecekti. lütfen, benim yüzümden kendini daha fazla mahvetme artık!" elini geri çektiğinde boşluğa düşmüş gibi hissetti. aniden gelen heyecanla elini tuttu.


"luna, sensiz nasıl yaşayabileceğimi bilmiyorum. ve o david özür dilerim ama gerçekten geri zekâlının önde gideni!"


"hey!" diye sözünü kesti luna, "hatırlatmak isterim birazdan.." bu sefer ruh durdurmuştu. "tamam, benimle olmasan da olur.. evlenmesen!" dedi çocuk gibi elini tutmuş ona yalvarır gibi bakıyordu. "saçmalıyorsun! bir gün beni unutacaksın ve eminim benden daha iyisi karşına çıkacak ve hiç kuşkusuz ki onu da beni sevdiğin gibi çok seveceksin!" elini çekti ardından sandalyeye oturdu. ruh da yere çöküp başını ovaladı.


"sen gerçekten anlamıyorsun luna.. seni unutmak istemiyorum ve sana dargın değilim. beraber mutlu olabilecekken neden ben bu haldeyim. sensiz bir hayat düşlerimde hiç olmadı, olmayacakta. sen de bunu anla artık!" sesi kısık çıkıyordu, tekrar göğsünün ağrıdığını hissetmişti. luna hiddetle ayaklanıp, "seni alıp bir güzel tokatlamak, sarsmak istiyorum. kendine gel, eski canlı kişiliğin geri gelsin istiyorum. şu haline bak!" gelinliğinin eteğini tutup öne çöktü, tekrar avuç içlerini ruhun yanağına koydu. "bu halini hiç sevmedim, sen bunu çözerdin, hep sorunlara bir çözüm yolu bulurdun. yazıların, resimlerin ve özellikle o güzel fikirlerin bana çok şey kattı. seni unutmayacağım fakat dediğim gibi dost kalalım, bizimle görüşebilirsin, görüşelim. eskisi gibi olmasak da olabiliriz. sen de unutursun beni, belki birkaç ay sonra gelip dersin ne kadar çok abartmışım diye. ama ne olur, kendini benim gibi biri yüzünden daha fazla mahvetme!" ruh elini kaldırıp onun ince uzun, küçük elinin üzerine koydu ve yavaşça yanağından çekti. avuç içlerine koyup sadece baktı bir süre. "bu an bana bir şeyi hatırlattı. werther bu tarz bir söze karşı şöyle diyordu, "çok akıllıca albert mı yaptı bu saptamayı? politik, çok politik!" aynen böyleydi." güldü ardından devam etti sözlerine, "bunların hiçbirinin olmayacağını bile bile burada dil döküyorsun. üzgünüm, luna birkaç ay ya da daha fazlası bilmiyorum. tek bildiğim şey seni hâlâ seviyor olacağım. bana artık unut demeyi kes ve asıl nedenini söyle, yalan söylediğinde ellerin titrer." tekrar hafifçe güldü sonra luna'nın gözlerinin içine baktı, "başka bir sebebin olduğunu biliyorum."


luna derin bir nefes aldı ardından doğruldu. parmaklarını avuç içlerine bastırmış bir halde gözlerini kapamıştı. ruh bu durumu anlayabilmek için ayağa kalktı. "ne dersem diyeyim olmayacak değil mi?" dediğinde ruh başını 'evet' anlamında sallayıp, "evet, iyi misin?" dedi çok sakin söylemişti. luna gözlerini diktiği yerden çekip ona baktı, gözlerinde anlayamadığı bir ifade vardı, ne hüzündü ne de öfke, sanki ikisi gibiydi.


"iyi falan değilim, buraya gelip her şeyi mahvediyorsun. şu mutlu gün olarak adlandırılan gün de sadece david'i düşünmek ve eğlenmek istiyorum. ve anla artık seni istemiyorum, yani seni artık o anlamda sevmiyorum. daha fazla zorlama ve lütfen beni unut!" ruhu'nun daraldığını hissetti, onu üzen şey kırıcı sözleri değildi onu kıran şey kendisinin gitmesi için yalan söylemiş olmasıydı. gözlerinin dolduğunu ve kanına öfke pompalandığını hissetti. kanlanmış gözleriyle, "tekrar yalan söylüyorsun, her zaman olduğu gibi!" dedi sesinden anlaşılıyordu kırgınlığı.


"yalan söylüyorum, söylemiyorum. fark etmiyor artık bu kadar ve ne olur git, birazdan david gelir.." zar zor gülümseyip sıktığı dişleriyle konuştu ruh. "gerçekten birbiriniz için yaratılmışsınız!" daha çok gülüp devam etti sözlerine, "ama gerçekten birbirinize çok uyumlusunuz, ikiniz de geri zekâlının önde gidenisiniz!" deyip çıkmak üzereydi ki luna'nın seslendiğini işitti ve bu onu daha çok öfkelendirdi. "sen de geri zekâlısın, yapma artık bunu, ne olur.." kapıyı şiddetle kapatıp ilerledi. koridorda ilerlerken bir kadının gelinin odasından çıktığını görmesini umursamadı, hatta buraya doğru gelen david'i bile. david ona seslendiğinde, ona sadece bakmakla yetindi, eğer konuşacak olsaydı kendini daha fazla kötü hissedecekti. düğün salonundan çıkmadan önce onları bekledi, geldiklerinde yüzlerinde büyük bir gülümseme vardı. luna kendisini gördüğünde gözlerinin ifadesi değişse de gülümsemeyi bırakmadı. ona orada son kez bakıp gitti.


tüm gece boyunca öylece nereye gittiğini bilmeden yürüdü. ayağının önüne gelen taşı yola doğru fırlattı. "saçmalık!" dedi kendi kendine daha sonra devam etti. "konuştuklarımız saçmalıktan ibaretti!"


(ses kaydedenin eklediği ses kaydı: gerçekten saçmaydı, her neyse. sona yaklaşıyoruz. sadede geleceğim artık! sıkıldım.)


ruh'un tek istediği eve gidip kyobi ile uyumak daha sonra uyanmamaktı.


IX


"cause i've found it harder to live than to die."


luna ile david'in evlenmesinden haftalar geçmişti, o günden beri evden çıkmak gibi bir girişimde bulunmamıştı. haftalarca evde her zamankinden daha çok ot gibi yaşamaya odaklanmıştı. bazen geçirdiği krizleri dışında her şey sıradandı onun için. eskisinden daha çok krizler geçiriyor, baş ağrıları ve mide bulantısı çoğalmıştı. özellikle şu derinlerden gelen sesi daha sık duyar olmuştu. yıpranmıştı, hem fiziksel hem de bedensel, artık yaşamak için özel bir çaba sarf etmiyordu. günlerini kyobi ile oradan oraya yatarak geçiriyordu.


şu anki konak yerleri ise dış kapının önüydü. yavaşça gerindi ruh, "az kaldı sokakta yatacağız seninle!" derken epey bir esnemişti ve kelimeler ağzında kaydıraktan kayarcasına tuhaf bir ses yaratmıştı. kyobi ona aldırış etmeden güzellik uykusuna devam etmişti, tekrar esnedi ruh, "omuzlarım, her yerim yerde yatmaktan ağrıyor senin yüzünden! ne var bir kere yatağımda yatsan?!" diye sitem etti. doğrulmak için dikeldiğinde omzunda hafif bir ağrı girmişti. inleyip iki yanına dönerken aniden yanlış yaptığı bir hareket omzunda 'çıt' şeklinde bir ses gelmesini sağladı fakat umurunda değildi. omzundaki ağrı az da olsa geçmişti. daha sonra yukarı doğru esnedi, eğer bu esnemesini yapmazsa tüm gün acısını çekiyordu beden. o yüzden her kalktığında her yerini esnetmeye başlamıştı.


"kedi olmakta zor, yerde yatmak cidden işkence gibi!" ayağa kalktı, "acıktın mı, kyobi?" diye sorduğunda kyobi hemen uykusundan uyanmış yanına doğru koşar adımlarla gelip miyavlamıştı. "konu mide olunca tabii beni duyuyorsun!" söylenerek dolaptaki yaş mamasını çıkardı. kaba doldurana kadar kyobi'yle uğraşmak zorunda kalmıştı. "ya bir dur! sanki ben yiyeceğim senin iğrenç kokulu mamanı.. sabret, kyobi!" kyobi ayak altında dolaştığı için ona basmamaya çalışayım derken yerin güzel zemininde bulmuştu kendini. acıyla bağırdı ruh, "al, ye! ne olur rahat bırak beni. oraya koydum, kör müsün?" kyobi onu kokladıktan ve yüzünü dibine sokup gıdıkladıktan sonra mama kabının oraya doğru gitti. "sen sokakta nasıl yaşıyordun acaba?!" yakınarak doğruldu, "bugün ne yapsak?" diye düşündü. uzun süredir bir şey yapmamasından dolayı yapılabilecek şeyleri unutmuştu. tekrar esnediğinde sinirlendi, "esnemekten nefret ediyorum!" gözlerini kapadı, uzun zamandır bu kadar çok söylenmemişti, daha çok uyuduğu için söylenecek vakit bulamamıştı. bu halden bir türlü çıkamıyordu, zaten berbat bir haldeydi, o konuşmadan sonra daha berbat hale gelmişti.


"ben de bir şeyler yiyeyim bari.." düşüncelerinin sesini böldü. kyobi yemeyi bırakmış patisini yalıyordu. onu yanından geçip dolabı açtı, gözü yiyecek bir şeyler aradı ama dolapta sadece yaş mamalar vardı, insani yiyecekler yoktu. kyobi her yeri işgal ettiği gibi buz dolabını da işgal etmişti. oflayarak dolabı kapadı, "şimdi kim dışarı çıkıp yemek alacak!" kendi salondaki koltuğa bıraktı. "dışarı çıkarsam kesin evren luna'yı görüp daha çok üzülmem için elinden geleni yapar. ama çok acıktım!" bir süre oturdu daha sonra açlığa dayanmadı ve üstündekilere aldırmadan cüzdanını alıp dışarı çıktı. kyobi arkasından gelmek istese de ayağıyla onu ittirmekle yetinmişti. dışarı çıkmasıyla bedeni soğuk havayla titremesi bir olmuştu. "keşke ceketimi alsaymışım, neyse iki dakikalık yer zaten." diyerek yolda yürüdü, ne zamandır sabahları dışarı çıkmıyordu, aydınlık olması ona tuhaf geliyordu, gecenin karanlığına alışmıştı. marketin önüne geldiğinde içeri adım atmadan önce etrafı kolaçan etti, her yerden sanki david ve luna çıkacak gibiydi. kimseyi göremeyince içeri rahat bir nefes alarak girdi. bir sepet alıp aklına gelen yiyeceklerle doldurdu. kasanın önüne geldiğinde andrea'yı görmeyi beklemiyordu, andrea onu görünce gülümsedi. "seni bekliyorum dışarıda!" deyip ödemesini yaptıktan sonra dışarıya çıktı. kendisi de aldıklarını ödedikten sonra poşetlerle çıkmıştı.


"nerelerdesin sen?" diye sordu andrea. omzunu silkeleyerek, "evdeyim." demekle yetindi. andrea omzuna astığı çantayı açıp bir kitap çıkartarak ona doğru uzattı. üzerinde, 'tanrı'nın günahkar nefesi.' yazıyordu. (ses kaydedenin eklediği ses: bunun açıklaması sonlarda ama anlayabileceğiniz gibi şimdi ki hayatı anlatıyorum. kafanız karışacak ama umurumda değil açıkçası.) eline alıp baktı, içini açmaya yeltenmedi. "çıkarmışsın.." diye mırıldandı.


"çıkardığımız gibi çok fazla sattı, yurt dışı için bile çevirdik. herkes çok etkilendi. özellikle ilk baştaki paragraf çok konuşuldu şu tanrı'nın nefesi oluşumuz.. seninle konuşacaktım ve payına düşeni verecektim fakat sana ulaşamadım her zamanki gibi.." dedi andrea çok fazla heyecanlı bir şekilde konuşuyordu. arkadaşına gülümseyerek, "evde uyumak ile meşguldüm. gelseydin açardım kapıyı." dedi. "gelmek istedim fakat luna geldi bir ara yanıma ve bana o gün konuştuklarınızı anlattı. açıkçası iyi olmadığını ve böyle durumlarda yalnız kalmayı tercih ettiğin için seni rahatsız etmek istemedim. ha, bu arada luna kitabını aldı. sana sormadan onun için yazdığını söyledim, kusura bakma!" kitabı ona uzatırken ruh, "görmeye dayanamıyorum al şunu! insanların bu tarz şeyleri sevmelerini algılayamıyorum, onlara göre sadece bir kurgu, hayal. gerçeklik payı olmayan öylecesine yazılmış bir şey. luna ile ne konuştunuz bilmiyorum fakat umurumda değil açıkçası okuyup okumaması.." dediğinde bile umursadığı sesinden anlaşılıyordu. arkadaşı üzülerek baktı ona, "haklısın, sadece okuyup hayal etmek veyahut ne bileyim sıkılmaları geçsin diye okuyorlar. yazarları unutuyorlar. dostum, umurumda değil derken bile canın acıyor, bana yalan söylemek zorunda değilsin. sana gelebilir miyim, çok özledim seninle konuşmayı.." dedi andrea.


"çok dağınık ev, gelebilirsin dostum." dedi ve içeri girdiler. "aman tanrım! bu kadar dağınık beklemiyordum, burada nasıl yaşıyorsun, yaşıyorsunuz.." kyobi'yi kucağına alırken söylemişti bunu. "kedin çok güzel , adı ne bunun?" diye sordu daha sonra. "kyobi, hırçın bir kızdır, dikkat et aniden ısırabilir."


"adı kyobi mi, tanrım çok tatlı!" derken kyobi'yi yüzüne yaklaştırdı ve kyobi beklendiği gibi ani bir hareketle ağzını açıp ısırmaya kalktı. ruh dışında kimsenin yüzüne tahammülü yoktu. andrea gülerek onu bıraktığında koşarak ruhun yanına gitti. "sana dedim hırçın diye!" ayağına sürtünen kyobi'yi kucağına alıp karşısındaki koltuğa oturdu. "sorun değil, alışığım. benim de bir oğlum var.. aslına bakarsan belki kızını oğluma isterim." deyip güldü fakat ruh ona öfkeli bir baba edasıyla bakıyordu. "kızımı sence geri zekâlı erkek milletine verir miyim sanıyorsun?!" diyerek homurdandı. kyobi kucağında rahatça bir pozisyon alıp göğsüne doğru yattı. "öyle deme ya, oğlum ne kadar geri zekâlı olsa da iyi yüreklidir. seversin bence."


"konuşacak bir sürü konu varken bunu mu konuşacağız gerçekten.." diye de ekledi. omuz silkti ruh, "konuşmak isteyen sendin aç bir konu." arkadaşı geriye yaslanıp gerindi, ruh da onun önemli bir şey demek için hazırlandığını yeni fark etti. andrea önemli bir konu açmak istediğinde hep böyle yapardı. burnuna hafifçe dokunup gözlerini onda dikti, "ne zaman geçecek bu halin?" diye sordu. "hiçbir fikrim yok, ne söyleyeceksen söyle artık.." gerilmiş olan arkadaşına sitem etti. andrea gözlerini elinden çekip yere doğru baktı daha sonra kendisine döndü gözleri. "dostum, sonsuza kadar luna'yı sevecek değilsin ya! o kendi yolunu seçti sen de seçmelisin. evin durumu berbat sen evden daha berbat görünüyorsun. hep böyle kalmayı düşünüyor olamazsın değil mi?" gözlerini tekrar ellerine çevirirken ruh sadece düşünüyordu. luna'da buna benzer şeyler söylemişti. "birkaç ay sonra gelip ne kadar abartmışım dersin" aklına gelen sözler onu hiddetlendirdi. herkes sevgisini hafife alıyordu. sadece reddedildiği, sevdiğinin imkansız olduğu için yıprandığını söylüyorlardı. "luna mı söylettirdi sana bunları, iş birliği falan mı yaptınız? niye sevgimi hafife alıp duruyorsunuz, sence imkansız olduğu için mi bu kadar çok yıprandım, hatırlatırım eskiden.." sustu, başını ovaladı, "daha fazla konuşmak istemiyorum."


"luna sence umurumda mı? seni bu halde görmek beni üzüyor anlasana. ne yani arkadaşım acı çekerken hiçbir şey olmamış gibi mi davranmam gerekiyor. kusura bakma ama görmezden gelemem yani! benim demek istediğim artık yoluna bakman gerektiği.." sustular, uzun bir süre boyunca ikisi de konuşamadı, birbirlerine bile bakmadılar. o böyle istiyordu, yoluna devam etmek istemiyordu. düşlerinde ki gibi olsun istemişti hayatını. olmaması onu fazla derinden sarstığı gibi artık olma ihtimali de yoktu. gözlerini kapayıp ne yapması gerektiğini düşündü. aklına bir şey gelmiyordu, arkadaşı ile konuşup anlaşmak istiyordu fakat ne diyecekti ki? andrea ayaklandığında yüreğinde büyük bir hüzün dalgası geçti. "gidecek misin?" diye sorduğunda andrea ona ters ters baktıktan sonra gülümsedi. "seni öyle kolay bırakır mıyım sanıyorsun? acıktım, yemek hazırlayacaktım ikimize." deyip poşetleri mutfağa götürdü.


"iyi oldu ben de üşeniyordum yapmaya!" diye seslendi arkasından. arkadaşı yemek hazırlarken o da onun çantasından kitabını aldı. parmaklarını kitabın hafif yumuşak yüzünde gezdirdi. parmaklarını gezdirmeyi bıraktıktan sonra kapağı açtı, kendi ismi ve başlık yazıyordu. daha sonra ne zaman yayınlandığı ve yapımcıları yazıyordu bir sayfa da. diğer sayfayı çevirdiğinde, karşısına bir başlık ve altında yazdığı hikayenin başlangıcı vardı. okumadı, sayfanın üstünde duran notu aldı. arkadaşı kitapların sayfalarına hep not bırakırdı. her kitabında notlar görebilirdiniz. gülümseyip kağıdı aldı ve okumaya koyuldu. "tanrısal bir sevgi.. eğer biz tanrı'nın nefesiysek o zaman sevdiğimiz insan tanrı'nın sevdiği mi oluyor ya nefret ettiğimiz kişiler.. tanrı nefret eder mi, sorusu yankılandı kafam da. dostum, içim ürperdi okurken. sen evlenilecek adamsın!" sonra yazılan ilk baştaki yazanları bozsa da güldü. kağıdı geri yerine koyarken diğer kağıt sıkıştırılmış sayfayı açtı. "ilk birkaç kısımlarda daha çok soyutken şimdi daha çok hayatın içine girmemizin sebebi ne? kyobi'nin yer alması ve konuşmalar.. o duygu hal durumu o kadar iyi yansıtmışsın ki, seni öpebilirim. gerçekten okurken hissedebiliyorsun duyguyu! dostum, sonunda ağlamak istemiyorum." başka bir sayfayı açıp orada yazılanları okudu. "sanırım ağlıyorum, umarım buraya gelip beni görmezsin. kitabını aldığım gibi tekrar okuyacağım. insanların bu kitaptan etkileneceklerine eminim. seninle evlenebilmek için sıraya girecekler.." gözlerini devirip notu geri yerine bıraktı. daha çok vardı fakat arkadaşının ani baskını yüzünden bakamadı.


"hey! yardım et de çabucak yiyelim. açlıktan öleceğim sanırım." ayağı kalkıp yardım etmek için andrea'nın yanına gitti. masayı hazırladıktan sonra andrea'nın özel tarifini yerken konuştular. ruh uzun bir aradan sonra kendini iyi hissetmişti.


"artık kalkayım ben, yarın çok fazla işim var ne de olsa!" diye ayaklandı arkadaşı, ardından o da ayaklanmış kapıya kadar eşlik etmişti. "yine görüşelim, artık arayı açmak yok!" ayakkabılarını giyerken söylemişti. "zamanın olunca uğra ya da ben sana gelirim." dedi. arkadaşı bir şeyi hatırlamış gibi ona heyecanla baktı. "iki gün sonra hayranlarınla görüşmek ister misin? hayranların diyorum, okurların işte. fuar açılacak ve birçok şehirden yazarlar gelecek, okurlarda. seni görmek isteyen çok kişi var. özellikle son kitabından sonra, ne dersin?" biraz düşündü, kalabalığı beyni kaldırabilir miydi, bilmiyordu. ama sonra biraz kendine gelmek için gitmeye karar verdi. insanların yorumlarını merak ediyordu. "olur, saat kaçta olacak?" arkadaşı heyecanla telefonunu çıkardı. "ben sana haber vereceğim, yer ayarlamam lazım önce. görüşürüz orada!" deyip gitti.


o gittiğinde anlık bir pişmanlık gelse de oturup düşünmedi. kalabalığı göz ardı edecekti. etrafı düzenledikten sonra her zamanki gibi kyobi'nin uyuya kaldığı yere gidip uyudu. "kızım, babana bol şans diler misin? iki gün sonra hiç kalkamayacak da.." kyobi kucağına sokulduğunda gözleri kapandı. bugün güzel bir gündü.


X


iki gün hızlı geçmişti ve insanlarla buluşma günü gelmişti. üzerine normal siyah boyunlu bir kazak ve deri ceket giymeyi tercih etmişti. saçları her zamanki gibi dağınıktı, ilk defa gözleri şiş uyanmamıştı. kolundaki saate baktı, on ikiye daha vardı. kendisinin saat bir de orada olması gerekiyordu ama biraz heyecanlandığı için mi yoksa insanları görme isteğinden midir, erken çıkmıştı. öğlen olmasına rağmen güneş yoktu hava epey soğuktu, sonbaharın bittiğinin habercisiydi. tek korkusu oraya luna'nın gelecek olmasıydı. luna fuar alanlarını severdi. saçlarını karıştırıp düşünmemeye çalıştı. luna konusunu düşünmek bile onu yerle bir edebilir ve gitme hevesini kaçırabilirdi fakat o bunun olmasını istemiyordu. oraya varmak üzereyken telefonu çaldı, cebinden çıkarıp kulağına götürdü. arayan andrea'ydı.


"hazırlandın mı, geleceksin değil mi? bir aksilik falan yok." andrea'nın heyecanlı sesi onu gülümsetmişti. "geldim, kapının önündeyim." etrafa baktı çok kişi yoktu çünkü daha açılmamıştı. "ama birkaç saate burası dolar." diye düşündü. kapıdan girdiğinde büyük bir kitap yuvasıyla karşılaştı, sadece kitaplar değil tuvallerde sergileniyordu. içinin ısındığını hissetti, "kitaplar oldum olası içimi ısıtmıştır." dedi kendi kendine. arkadaşını gördüğünde, "hani kimse yok, beni acele ettirdin!" diye söylendi.


"kes sesini, dur böyle çıkamazsın insanın içine, anny şunun saçını falan düzeltsene, kalktığı gibi gelmiş!" diye bir kıza seslendiğinde kendini korumak için kollarını başına siper etti. "olmaz kişiliğime aykırı.. hem gayet iyi duruyor." arkadaşı ona gözlerini devirip, "banyo yaptın mı, bir sürü insan olacak, en önemlisi ünlü yazarlarda olacak. böyle mi çıkacaksın karşılarına! anny sen bakma ona düzelt şunu!" tam ağzını açacakken eliyle durdu andrea, "tek bir itiraz istemiyorum, burayı ayarlayana kadar canım çıktı, hâlâ bir sürü işim var. anny sen de onunla ilgilen benim diğerleriyle ilgilenmem gerek." komutlarını verip yanlarından ayrıldığında ofladı.


"gerçekten saçların berbat görünüyor, izin verirsen düzelteceğim." yeni fark ettiği kıza döndü, saçları kısa gözleri elaya çalan güzel biri duruyordu karşısında. "anny diyebilir miyim sana ve ne yapmayı düşünüyorsun saçıma?" diye sordu otururken. anny karşısına geldiğinde yüzünü inceleme fırsatı buldu. gözleri çok güzeldi, değişik bir hava kattığı gibi oldukça soğuklardı. burnu yüzüne tatlılık katsa da çenesi çok keskindi. şairlerin sürekli bahsedebileceği bir güzelliğe sahipti. beyaz teni ve ipeksi saçları onu daha fazla güzelleştirdiğini belirtmek istedi. o öyle incelerken anny' de onu gizlice incelemişti. "tarayacağım sadece şekil verme konusunda iyi değilim, ne de olsa işim sayılmaz. andrea sorun etmezse dalgalı saçlarını hafif karıştırırız." o sırada tarağı saçlarına daldırmıştı. saçlarını taramak için fazla yaklaştığında kokusunu da duymuştu, kyobi gibi kokuyordu. tatlı bir kokusu vardı, tam çıkaramamıştı. gözlerini kapadı, "ne yapıyorum ben, buna taciz denilir. of, tanrım." diye düşünürken birden acıyla inledi. "özür dilerim, çok dolanmışlar.." anny heyecanla geri çekilmişti, elini saçına götürüp yüzünü buruşturdu. "saçım berbat anladık da buna gerek var mıydı?" diye söylendi acıyla.


"sen de dikkat etseydin biraz, ne yani şimdi ben mi suçlu oldum senin o sarı dolaşmış saçlarını taradım diye!" sitem ettiğinde gözlerini yere dikti. "haklısın.." dediğinde anny yaklaştı. "biraz acıyacak yapacak bir şey yok. saçların az uzun olmasaydı sorun olmazdı aslında. neyse düz tut kafanı." dediği gibi başını düz tuttu. o saçlarını taramaya devam ederken, "saçların gerçekten kızıl mı?" diye sordu. anny ona baktı bir süre sonra konuştu. "hayır, seninki gibi iğrenç bir rengi vardı." güldü ruh, "renkler ile sıkıntın var sanırım." omuz silkti anny, "evet, daha çok koyu renkleri severim. şu anki rengi de sevdiğim söylenemez.." saçına bir şey sıktığında ona döndü. "ne sıktın?" diye sordu ruh.


"saçın daha kolay açılsın diye bir sprey sıktım sadece. endişelenme, saçına bir şey yapmayı planlamıyorum!" deyip güldü, elini iki yana kaldırmıştı. "kokusu sorun etmez umarım!" anny daha çok güldü. "kız çocuğu gibi kokacaksın.. sorun olmaz bence!" ruh somurtarak, "komik değil. sarı saçlı olmaktan ilk defa nefret ettim senin yüzünden.." diyerek önüne döndü. anny saçlarını tekrardan taradı. "yeni kitabın etkileyiciydi.." ellerini saçlarında gezdirirken söylemişti. ruh duraklamıştı, bunu beklemiyordu. kendisini tanımadığını sanıyordu fakat anny kitabını okumuştu. ne diyeceğini bilemeden sessizce bekledi. "hâlâ seviyor musun?" diye sorduğunda başını geriye yatırıp onun gözlerine baktı. "sence?" dedi. anny yutkundu, ruhun gözlerinde ki o derinliği bu kadar yakından görmeyi beklemiyordu. açık gözleri koyu gözüküyordu, omuz silkerek ruhun başını öne doğru ittirip saçını taramaya devam etti. konuşmadılar, bir süre sonra anny konuyu değiştirmek için bir soru yöneltti. "sence saç rengimi ne yapmalıyım?"


ruh düşündü, tekrardan ona dönerek bir süre baktı. aklında renkleri canlandırdı ve her nedense hepsi onda güzel duruyordu ama bunu demek istemediği için omuzlarını silkti. "pek anlamam böyle şeylerden, hangi renk yapmak istiyorsan onu yapmalısın bence.." anny dudaklarını büzdüğünde yüzünde tezat oluşturabilecek bir şekilde soğuk duruyordu. "hiçbir önerin yok mu gerçekten?" dediğinde durdu sonra kendinden beklenmeyecek bir şekilde içinden ne geliyorsa onu söyledi. daha sonra ne kadar pişman olsa da geç kalmıştı. "bence siyah yapabilirsin, yüzüne, gözlerine.. bir kişilik katacaktır. hem koyu renkleri seviyorsun zaten. eminim sana çok yakışacaktır!" anny gülümsedi, "o zaman siyah yapıyorum, bu renkten gerçekten sıkılmıştım." ruh da gülümsedi, önüne döndüğünde kendini nedense sabaha göre daha heyecanlı hissediyordu. anny'in parmakları tekrar saçlarına değinde istemsizce gözlerini yumdu.


uzun süre olmuştu birileri ile iletişime geçmeyeli, kendini tuhaf hissediyordu. insanların en büyük özelliği konuşmak ona kendini tuhaf hissettiriyordu. gözlerini tekrardan açtığında acıyla açmıştı. tarak tekrar dolanmış olan saçları nedeniyle diplerini acıtmıştı. kaşlarını çatarak döndü, "hâlâ bitmedi mi?" diye sitem etti. anny gülerek, "ne çıt kırıldımsın! az kaldı, ben de memnun sayılmam." tekrar önüne döndüğünde luna ve david'i gördü. tekrar acı hissettiğinde saçının acıması gibi bir acıma hissetmemişti.


"iyi misin?" diye sordu anny, sanki hiçbir şey olmamış gibi bir yalan uydurdu. "iyiyim, çok iyiyim. saçım bir kadın tarafından sökülüyor ne de olsa!" söylendi. anny güldüğünde luna'yı görmemek için başını geriye yatırıp gülüşünü seyretti. "güzel gülüyorsun.." diye düşündü - düşünmedi. gerçekten bu sözleri dile dökmüştü ve bunun farkında olmadan seyretmeye devam etti. "biraz daha bakmaya devam edersen kafana tarağı geçiririm ve bitti saçlarınla işim!" sesli söylediğini fark edince hemen doğrulmuş ve kendine kızmaya başlamıştı. "aptalım, gerçekten ne yapıyorum ben?!" düşünceleri ile konuşmaya dalmıştı. yeni taranmış saçlarını karıştırınca kaşlarını çatarak ayağa kalktı. çok yumuşaklardı, genelde dağınık olduğu için sert olurlardı. "o spreyin mi yumuşattı saçlarımı?" diye sorduğunda anny başını salladı, "saçların sayemde nefes aldı, bakımsızlıktan çok sertleşmişlerdi." dedi. güldü ruh, "uzun zamandır ot gibi yaşıyordum.. andrea, dostum olmasa hâlâ evde fotosentez yapmaya devam edecektim." anny kısık bir sesle bir şeyler dediğinde onu anlamadı. sonra gülümseyip bir yeri işaret etti, "onları tanıyor musun, daha deminden beri sana bakıp bir şeyler diyorlar." başını gösterdiği yöne çevirdi.


luna ve david ona bakıyorlardı. luna'nın gözlerinde farklı bir bakış fark etti ama anlamak için çabalamadı. arkasını döndüğünde david ona seslendi, "hey!" yüzü kaskatı kesilmişti. "hayır, tanrım buraya gelmesinler. onların yüzlerindeki sahte gülüşleri ve sesleri duymak istemiyorum!" düşünürken öfkelendi, elini yumruk yaptığının bile farkında değildi. "seni gördüğüme sevindim, düğünden erken ayrılınca görüşemedik seninle!" david'in sesini duysa da ona dönüp bakmadı. omuz silkti, "sıkıcıydı, erken ayrıldım.." dedi, sesi kısıktı. anny konuştuğunda göğüs kafesinin sıkıştığını hissetti. "siz evlendiniz mi, ah tanrım çok yakışıyorsunuz.." heyecanlı sesi kulaklarında yankıya sebep oldu. "çok.. çok yakışıyorsunuz.." sesi bozuk kaset çalar gibi tekrarlıyordu kulaklarında. "evet, çok olmadı, teşekkür ederiz." dedi luna. daha fazla dayanamıyordu ruh, oradan hemen kaçmak istiyordu. anny'in onu kurtarmasını istedi fakat o onlarla çabucak kaynaşmıştı. "bir tek ben sorunluyum, herkes sıradan hayatlarına devam ediyorlar, ben burada acı çekiyorum.." gözlerini ona çevirdi, gülerek anny'le konuşuyorlardı. david elini tutuyordu, ikisinin parmaklarında yüzük vardı.


"ben tuvalete gideceğim.." deyip gitmeye kalktığında david seslendi, "dostum, neyin var? bu sıralar benimle hiç konuşmuyorsun, iyisin öyle değil mi?" ona döndü, "değilim, iyi değilim. bir nedeni yok, yazılarım bitince bir süre kendime gelemiyorum. siz keyfinize bakın!" dedi ve oradan uzaklaştı. tuvalete gitmek yerine andrea'nın yanına gitmeyi tercih etti. hem nerede olması gerektiğini öğrenmek istiyordu. yavaş yavaş herkes gelmeye başlamıştı. "andrea, ben nerede, ne yapacağım?" arkadaşı ona döndü, birileriyle konuşmasını bölmüştü. "ah, unuttum ben seni! gel seni götüreyim. ben gelirim iki dakikaya.." diyerek onu belinden hafifçe baskı uygulayarak ilerletti. "anny ile iyi anlaştınız bakıyorum!" dediğinde kaşlarını çattı, "sen beni unuttuğunu söylemedin mi?"


"ah, yakalandım! ne öyle bakıyorsun? sence böyle bir şeyi kaçırma olasılığım kaç?" dedi. gözlerini devirdi ruh, "sıfır.." dedi gülerek. "e iyi anlaştınız mı?" diye sordu merakla andrea. "başını iki yana salladı ruh, "benimle daha çok alay etti ve saçlarımı da beğenmedi." arkadaşı somurttu, "kıza şans tanımadın kesin!" ona dönüp, "hayır, gerçekten arkadaş olmaya çalıştım ama saçlarımın canına okuyan oydu!" diye savundu kendini. "her neyse, insanlara iyi davran, soğuk olma, yüzün gülsün biraz!" deyip onu oturttu. önünde ve iki yanında masalar vardı ve üzeri kitaplarla doluydu, aralarında kendi kitapları da ve kendisiyle beraber iki kişi daha vardı. "ben gidiyorum, görüşürüz sonra." diyerek onu orada yalnız bıraktı andrea.


..


iki saat geçmişti, o kadar çok imza atmıştı ki kolu ağrıyordu. herkesle neredeyse herkesle konuşmuştu ve oldukça yorulmuştu. uykusunun geldiğini hissediyordu fakat hâlâ karşısında büyük bir sıra vardı. derin bir nefes verdi artık sadece küçük bir mola istiyordu. bu kadar çok kişiyle iletişime geçeceğini andrea söylememişti, söylemişti ama o bu kadar çok olacağını tahmin etmiyordu. önüne biri daha geldiğinde düşüncelerinden sıyrıldı. karşısında luna vardı. "sizin büyük bir hayranınızım.." diye mırıldandı. elindeki kitabı alırken yutkundu. andrea'ya gidip küfür etmek istedi. defteri imzalarken luna bir şey daha söyledi. "işin bittikten sonra konuşalım mı?" gözlerini kapadı derin bir nefes alıp kitabı ona doğru uzattı. kendisinden alırken eli eline değimişti, geri çekti hemen. luna buna şaşırsa da umursamadı. "olur." dedi. luna gittiğinde yüreği az da olsa sakinleşmişti. geri kalan herkesle sohbet edip kitapları imzaladığında saat yediye geliyordu. oflayarak gerindi, her yeri ağrıyordu, gözleri kapanmak için çığlık atıyordu.


kollarını geriye yatarak esnedi iyice, biri ona seslendiğinde kendini hemen toparladı. "yorulmuşa benziyorsun. kahve içelim ister misin?" diye sordu anny. aklına luna ile görüşeceği gelmeseydi onunla gidip kahve içebilirdi. ama luna'nın ne konuşmak istediğini merak ediyordu. "üzgünüm, senden önce biri zaten teklif etmişti. daha sonra belki.." dedi. anny gülümsedi, "sorun değil , görüşürüz." deyip oradan uzaklaştı. kendisi de ayaklanmış çıkışta bekleyen luna'nın yanına gitmişti. david yanında değildi. "sahile gidelim mi orada daha rahat oluruz." dedi luna, omuzlarını silkti ve önden ilerlemeye koyuldu. luna da arkasından gelmişti. sahile kadar ikisi de konuşmadı, daha çok kaçmak istiyor gibiydiler. sahile geldiklerinde de bir süre konuşmadan denizi seyrettiler. deniz dalga sesleri, araba sesleri ve rüzgârın sesleri etraflarını sarmıştı. luna'nın üşüdüğünü fark edince ceketini çıkarmaya yeltendi fakat luna onu durdurdu. "gerek yok, zaten uzun sürmez diye düşünüyorum." luna'ya baktı, "ne konuşmak istiyorsun?" luna gözlerini tekrar denize çevirdi daha sonra dudaklarını araladı. "bunu sormam çok saçma biliyorum fakat o kız kim?" diye sorduğunda ruh'un dudaklarının arasından histerik bir kahkaha çıktı. "sen ciddi misin, luna?" diye sordu öfkeliydi. luna'yı gerçekten anlayamıyordu. başkasını bulmasını istememiş miydi şimdi bunu neden merak ediyordu ki? "sadece canımı acıtmak istiyor.." diye düşündü.


"evet, ciddiyim.. sadece merak ediyorum." sesi gayet sakindi. bu ruh'u daha çok sinirlendirmişti. "bu seni alakadar ediyor mu, peki? onu geçtim sen düğünde yeni birini bulmamı-" sözünü kesti luna, "bu kadar erken bulacağını düşünemedim! onla aranızda bir şey yok değil mi sadece bunu söyle bana?" sesi fazla yüksek çıktı luna'nın. sesinde gizli bir üzüntü vardı, ruh bunu anlayamıyordu. "neden, neden.. onca dediklerinden sonra buraya gelip bunları söylüyorsun luna? aramızda bir şey yok, yeni tanıştık. oldu mu? için rahat mı, iyi misin şimdi!" diye bağırdığında luna geri çekilip elini yüzüne kapadı. "bilmiyorum, lanet olsun bilmiyorum. elimde değil, yapamıyorum. ve gerçekten bu dediklerini duymasaydım uyuyamazdım!" acıyla bağırdığında ruh arkasını dönüp tuhaf bir ses çıkarttı. saçını iyice dağıttı, çekti. "sen gerçekten.. seni gerçekten anlayamıyorum luna!" ona çaresizce bakarken luna ona yaklaştı. "ben de anlamıyorum, anlamak zorunda mıyız? sadece gelişine gidemez mi bu hayat.. acısız, terksiz.." sıcak nefesini yüzünde hissettiğinde sakinleştiğini hissetti. ondan şu an ne kadar nefret etse de küçücük bir yaklaşma tüm duvarlarını yıkmıştı, bedenin içindeki tüm organlarının titrediğini hissediyordu, kalbi ve göğüs kafesi yerinden çıkacak gibiydi. ruh coşmuştu, ne zamandır istediği an gerçekleşiyor gibiydi. içinde her şey yıkılırken luna bir adım daha attı. "senden ne kadar uzaklaşmak istesem o kadar yaklaşıyorum. durduramıyorum kendimi, seni böyle görmek.." dudakları hafifçe dudağına değdiğinde kendini kaybetmişti. "yapma.." diye fısıldadı ruh. luna gözlerini kapadığında yüreğinin hızlı atmaktan duracağını sanmıştı. "sürekli yapmamam gerektiği söyleniyor, sıkıldım." luna dudaklarını dudaklarına değdirdiğinde bir süre öyle durdular. karşılık vermedi çünkü yanlış olduğunu iliklerine kadar seziyordu. aniden ittirdi luna'yı. dudaklarını elinin tersiyle silerken konuştu.


"midemi bulandırıyorsun!" dedi öfkeyle. luna dehşete düşmüş bir şekilde onda bakıyordu, gözlerinde büyük bir hüznü görebiliyordu ki kendisi de ondan farksız sayılmazdı. "sen ciddi misin.." sesi titriyordu sorarken luna. ona öfkeyle baktı, "ne bekliyordun ki, sana karşılık vermemi mi? luna asıl sen ciddi misin, bu ne demek biliyor musun? bu yaptığına ne denir biliyor musun?!" diye bağırdı, luna gözlerini yumup, "ne denir?" diye sordu. "bencillik!" güldü, "o adamla evlenmeye devam edeceksin fakat beni de gözden çıkarmayacaksın ve sevgimi kullanacaksın, öyle mi? sen gerçekten bencilsin, canımın ne kadar yandığını bile bile hem de.. bunu nasıl yapabiliyorsun, nasıl?" çaresizce ona baktı, bunların gerçek olmamasını diliyordu. "çünkü seviyorum tamam mı, senden vazgeçemiyorum. denedikçe batırıyorum, hem uzaklaşmak istiyorum hem de sana delice yakın olmak!" tekrar ruha yaklaşıp elini tuttu, gözlerine baktı. ağladığını yeni fark ediyordu. tuttuğu eline baktığında daha çok güldü, parmağında ki yüzük.. sertçe elini ittirdi luna'nın. "parmağında o yüzüğü taşırken utanmıyor musun? david'i sevdiğim söylenemez ama gerçekten bu yaptığın mide bulandırıcı.." acıyla yutkundu ruh, bunları söylemek istemiyordu fakat luna'yı böyleyken nasıl sevebilirdi ki? hayallerine oturttuğu luna yoktu karşısında daha farklı biri vardı.


"bilerek yapıyorsun değil mi, canımı acıtmak istiyorsun sadece. gerçekten başarılısın!" dedi luna, göz yaşlarını silerken. "luna seni seviyorum diye kimseye ihanet edemem kusura bakma. ben seni alçakça değil gerçekten seviyorum. o yüzden benden bunu yapmamı bekleyemezsin." başını iki yana salladı luna, "hayır, sen bana kinlenmişsin. gözlerinde görebiliyorum." sanki bu olanlara o da inanmak istemiyor gibiydi. "gözlerimde olanı görmediğin çok bariz. sen beni görebilseydin zaten seni ne kadar çok sevdiğimi ve hâlâ sevdiğimi anlardın fakat bencilsin. istediğini alamadığın için acı çekiyorsun! daha fazla konuşmak istemiyorum gerçekten.." gitmeye kalktığında onu durdurdu. "böyle mi bitecek, böyle bitsin istemiyorum.." diye mırıldandı luna. yüz hatlarının yumuşadığını hissetse de bunu belli etmedi. "luna, zaten bitmişti. sadece ben bitiremiyorum ama şimdi anlıyorum ki bitirmem gerekirdi." arkasına dönüp ilerlerken luna'nın sesini işitti. "seni seviyorum. ben bitirmeyeceğim."


XI


"i'm alive, and not just breathing."


eve geldiğinde ağlamaya başladı ruh. göğüs kafesinde, bedeninin her yerinde koca bir ağrı vardı. öne doğru kıvrandığında kyobi yanına gelip onu kokladı. hiçbir varlığı görmek istemiyordu. yalnız olmak istiyordu. odadan zar zor çıkıp başka odaya gitti ve kapıyı kapatıp yaslandı. yere doğru düşerken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. elini gözlerine ve dizlerine dayadı. orada bir süre öylece oturup ağladı, aklında yaşadığı sahneler sürekli tekrarlıyordu. elini gözlerinden çekikten sonra başına götürüp vurdu. "dur, artık dur. daha fazla hatırlamak istemiyorum." gözlerini açarak etrafa baktı daha sonra elini iki yanına koyarak ayağa kalktı. odasında luna'ya ait olan her şeyi yırtmaya ve kırmaya başladı. onun odasına dekor olarak aldığı masayı duvara doğru attı, daha sonra aldığı kupaları, heykelleri her şeyi etrafa atmaya başladı. kyobi'nin kapıda sesini işitse de durmadı. eline gelen bir fotoğrafla durakladı, gözlerindeki yaşlar kağıdı ıslattı. sonra düşünmeyi bırakıp onu da yırttı. kendine geldiğinde yerde öylece uzanıyordu. kyobi'nin sesi hâlâ kesilmemişti, kapıyı tırmalıyordu açmak için fakat nafileydi. gözlerini kapadı, uyumak istiyordu. bugün fazla yorulmuştu, birkaç saat önce olan olayda son nokta olmuştu. ama uyuyamıyordu, gözlerini her kapadığında o sahne karşısında duruyordu bu da gözlerini tekrar açmasını sağlıyordu. derin bir nefes verdi, sonra ayağa kalktı ve kapıyı açtı. kyobi koşarak içeri girdiğinde tekrar yere uzandı. başının önüne geldi ve ona doğru sürtündü daha sonra kucağına yaklaşıp sokuldu ruha.


"iyi hissetmiyorum, kyobi.." diye fısıldadı, onu daha çok kendine yaklaştırdı ve devam etti, "ölmek istiyorum. daha fazla dayanamıyorum yaşamaya. çünkü yaşamayı ölmekten daha zor buldum*." diye mırıldandı. sonra gözlerini kapayıp uyumak için bekledi. ama sabaha kadar uyuyamamıştı.


kyobi gerinerek bacaklarını burnuna uzattığında sabah olmak üzereydi. gözlerinin şiştiğini hissetti. ayaklarını ittirip sırt üstü uzandı. kyobi'yi tekrar kendinden biraz daha uzaklaştırıp sırt üstü uzandı. kyobi olduğu yerden kalkıp esnedi ve daha sonra kucağına çıkarak yattı. göğüs kafesi zaten ağırlaşmıştı, kyobi de tüm ağırlığıyla yatınca nefes alamayacak gibi olmuştu. kyobi'yi kucağından ittirdi fakat hareket ettirememişti. "yemin ederim sonumu ben değil sen getireceksin!" derin bir nefes alırken doğrulmaya çalıştı, kyobi göğsünden yere düşmüş olsa bile bunu umursamadı ruh. canı fazla yanıyordu, gözleri şişti ve bu durum onun sinirinin artmasına neden oluyordu. "dün olanların hepsi bir kabustu, yaşamadık.." diye düşünse de öyle olmadığını ve kendini kandıramayacağını çok iyi biliyordu. her insanın yapacağı gibi o da kaçma stratejilerini denemişti fakat bilirsiniz işe yaramaz. "kyobi bir dur lütfen ya! gerçekten iyi değilim." yüzüne yaklaşarak mırlayan kyobi'yi tekrardan kucağından ittirdi. "özür dilerim, sana iyi bir sahip olamadığım için. ama sen olmasaydın bazı şeylerden emin olamazdım. seni seviyorum, kyobi. ama ben daha fazla dayanamıyorum yaşamaya.." diye mırıldandı. kyobi ona kocaman gözlerle bakıp patisini ona doğru uzatarak eline koyduğunda bir nebze olsun iyi hissetti. onu kucağına alarak hafifçe öptü. telefonu çaldığında kyobi'yi geri yere bıraktı. arayan andrea'ydı.


"seni bir yalnız bırakayım dedim ortalarda yoksun, neredesin?" diye sitem ettiğini duydu. "ne oldu?" dedi, sesi boğuk çıkmıştı. "sesine ne oldu sen, iyi misin?" diye sordu andrea endişeli sesiyle. "dün fazla bağırdım ve uyuyamadım, iyiyim şimdi.." dediğinde andrea'nın homurdandığını duydu. "gerçekten yalnız bırakılmaya gelmiyorsun, ne oldu yine?" gözlerini ovuşturup, "luna ile kavga ettik.." hafifçe güldü sonra. "bugün gelmeyeceksin sanırım?" dedi andrea sesi kısılmıştı. "nereye gelmemi istiyorsun?"


"bugün birkaç yazarın konuşmasını yapması için düzenlediğimiz bir konferans vardı, ben senin de oraya çıkıp konuşmanı istiyordum. ama sesin berbat ise yüzünü düşünemiyorum. gelmek istersen ayarlarım her şekilde.." durakladı ruh, "gitmeli miyim?" diye sordu kendi kendine. içindeki bir yerden ses işitti. "gitmen gerekiyor, ne yani katılmazsan luna'nın istediğini vermiş olmayacak mısın? dün seni kullanmayı planlıyordu ve oraya gitmezsen istediğini elde etmiş olacaktır. buna izin veremezsin!" bu nefretin sesiydi, nedense dediklerinde haklıydı ve hiç düşünmeden cevap verdi.


"geleceğim." luna'ya istediğini vermeyecekti. "emin misin, iyi değildin?" diye sorduğunda arkadaşı, "eminim, beni idare edersin diye düşünüyorum. hastayken çıktı demek gibi.." dedi. "onu sıkıntı etme ben hallederim, saat beş de yanıma gel beraber gideriz." dedikten sonra telefonu kapadılar. kafasında geçen ölüm düşüncelerine rağmen oraya gidecekti, eğer kendini öldürecekse bile dünyaya bir şeyler bırakmadan gitmeyecekti.


..


saat beşe doğru gelmek üzereydi. kendi çoktan üzerine her zaman olduğu gibi beyaz boyunlu kazağı ve ceket giyip çıkmıştı. şu anda da andrea'nın gelmesini bekliyordu. konferans için pek heyecanlı sayılmazdı. ne konuşacağı hakkında hiçbir fikri yoktu, büyük ihtimalle doğaçlama ilerleyecekti. andrea yanına geldiğinde kapıya yaslanmayı bıraktı. "gözlerinin şişliğinin inmesinin bir yolu olsaydı keşke!" diyerek elini omzuna koydu, "luna da orada olacak gerçekten geleceğine emin misin?" diye sordu. elini ittirerek saçını karıştırdı. "hiç olmadığım kadar!" dedi ruh önde ilerlerken. son konuşmasını yapmak istiyordu. son kez insanlara bakıp bir şeyler anlatmaya çalışmak, kitabını neden yazdığını anlatmak istiyordu. her yazar bir şey anlatmak için yazmaz mıydı? artık o anlatmıştı, şimdi ise son noktayı koymak istiyordu. dün olduğu gibi heyecanlı değildi, daha çok hüzünlü gibiydi. salona girdiklerinde arkadaşı kolundan çekiştirip, "bu sefer yanımdan ayrılmak yok!" diyerek onu önlerde bir yere oturttu, kendisi de yanına oturmuştu.


"senden önce birkaç kişi konuşma yapacaklar, kitaplar, toplum, felsefe, sanat hakkında. sonra sen çıkacaksın, ne konuşacağın hakkında bir fikir de edinirsin diye düşündüm öncesinde. ne de olsa sen biraz pasif bir yazarsın dostum. daha önce bir kere yapmıştın, değil mi?"


başını 'evet' anlamında salladı, dediği gibi böyle yerlere pek katılmazdı çünkü insanlara ne anlatacağını bilemezdi. oraya çıkıp bir şeyler anlatmak bazıları için kolay olsa da kendisi bunda oldukça berbattı. insan ortamında pek bulunmadığından kaynaklanıyordu. "doğaçlama ilerlemem sorun olmaz bence.." dediğinde arkadaşı ona döndü, "emin ol onlarda öyle yapacaklar, sanki akıcı konuşuyorlarmış gibi bilgece sorular soracaklar, soru alacaklar. yani anlamsız anlarsın ya, çok zor bir şey değil aslında. önemli olan insanlara ne anlatmak istediğini bilmen ve sonra süslü cümleler, bilgece tavırlar ve bitti." başını andrea'yı anlayarak salladı. daha sonra önüne dönüp konuşulanları dinlemeye koyuldu. sıra kendisine gelmeden önce biri daha çıktı, kırk dakika boyunca sanat hakkında konuşmuştu. kendisine geldiğinde karşısındaki insanlara baktı. luna'yı görse de hemen gözlerini geri çekti. öksürdü, sonra güldü. gerçekten ne anlatacağı hakkında bir fikri yoktu. saçlarını karıştırdı ve mikrofonu eline aldı. dudaklarına yaklaştırıp, "herkes çok fazla konuştu, bazı yerlerde kaçırdığım oldu. ama hepiniz kendinizce bir şeyler anlattınız fakat ben ne anlatacağım hakkına gerçekten bir fikrim yok, doğaçlama ilerlemeyi planlıyorum. sizin için sorun olmazsa?" diye gülerek soru yönelttiğinde herkes gülüp sorun olmayacağını söylemişti. "iyi o zaman, siz istediniz. başınızın ağrımasından ben sorumlu değilim." diyerek güldü gibi oldu daha sonra yüzü soğudu.


cümleleri sona gelmişti, ondan önce bayağı konuşmuştu. "bu hikayeyi anlatmak zor ve uzun. onu yazmayı hedeflediğimde bir kitaptan yola çıkarak başlamıştım fakat beni bu kadar derinden sarsacağını ve gerçek hayatta karşıma çıkacağını bilmiyordum. bu hikayeyi okuyunca anladığınız gibi gerçek hayatımdan da yansıttım. evet, bir kadını çok sevdim, onu kafamda farklı hayal ettim. sürekli onunla olduğumuz düşler vardı elimde. beraber olduk mu? evet, bir süre fakat bilirsiniz ilişkiler sarsıcıdır, bizimki de öyleydi. ne kadar birbirimizi sevsek de çok kavga ediyorduk beraberken. birbirini seven insan değildik daha çok birbirini öldürmek isteyen katillere dönmüştük. sonra o beni terk etti ve herkes de olacağı gibi terk edilmenin acısını yaşadım. daha sonralarını da kitaptan biliyorsunuz. hayatım istediğim gibi gitmedi, birçok şeyde artık eskisi gibi değildim. son günlerimin iyi geçtiği söylenemez fakat bu hayat beni üzmüyor. ne anlatmak istediğimi bilmiyorum size, beni anlayacağınızı bile düşünmüyorum aslında.. herkese göre fazla tutkuyla bağlanan biriyim.." durakladı ve gözlerini onlara çevirerek gülümsedi, "böyle biri olarak kalmak istiyorum aklınızda.. her neyse, benden bu kadar. hoşça kalın." deyip indi.


daha sonra çıkışa yöneldi, bunaldığını hissediyordu. neden konuşmuştu ki? evde kalıp uyumaya çalışmalıydı fakat eve gidip uyumaya çalışmak bile istemiyordu. kalbinin ağrıdığını hissetti. midesine giren ağrıyla öne doğru eğildi, bu tanıdıktı. midesi bulanmıyordu, başının ağrıdığı da söylenemezdi. her zamankinden daha farklı bir atak yaşıyordu. elini duvara yaslayıp öylece durdu. bir an kusacak gibi oluyor fakat birkaç saniye sonra bu his hemen geçip gidiveriyordu. "of, tanrım!" diye mırıldandı acıyla. büyük bir boşluk hissediyordu. nefesini kesen, ellerini ve tüm bedeninin titremesini sağlayan boşluk hissiydi bu. elini sıktı, titremek kendini berbat hissettiriyordu. yere doğru düştüğünde ceketini çıkardı. hava çok soğuk olsa bile o sıcaktan terlemişti. şakaklarından akan terlerin normal terlemeyle ilgisi olmadığını fark etti. bedeni sıtmaya girmiş gibiydi, daha sonra her zamanki sesi işitti beden. bir inlemeydi bu fakat tüm bedeni kaskatı kesilmişti. zangır zangır titriyordu korkuyla beden. ruh'un son demlerinde olduğunu bilmesi onu epey korkutmuştu, bir süre orada öylece oturmuştu. kendisine biraz geldiğinde gidip bir çöpe kustu. midesi çok kötü olmuştu. kustuktan sonra üzerinde büyük bir yorgunluk gelmişti. ceketini yerden aldığı gibi eve doğru ilerledi. bu olayı düşünmek istemiyordu, biliyordu ki düşünürse sonu gelmeyecekti.


gözlerini kapadı, "bana ne oluyor, tanrım!" diye mırıldandı ardından ekledi, "bu kadar etkilenmek zorunda mıyım? bedenime son günlerde ne oluyor anlamıyorum." eve girdiğinde kyobi yanına gelse de onu fark etmemiş bir şekilde koltuğa oturdu. başını geriye yasladı, "uyumak istiyorum, kyobi. sonsuza dek uyanmamak!" eskisine göre daha umutsuz bir hale girmişti.


..


bir hafta geçmişti o yaşadığı ataktan sonra ve eskisinden daha çok kötüydü durumu. luna ile konuşmaları onu derinden sarstığı gibi yüksek tansiyonu ve diğer rahatsızlıkları artışa geçmişti. ölüme adım adım yaklaşıyordu. bunun farkındaydı, durmak istiyordu fakat elinde olmadan ilerlemeye devam ediyordu. beden artık eskisi gibi güçlü değildi ruhun karşısında, ne kadar karşı durmaya çalışsa da ruhu durdurmak mümkün değildi. başını geriye yasladı, "düşünmek istemiyorum." kyobi kucağına miyavlayarak atladığında aklına kaydetmesi gereken ses kayıtları gelmişti, bitmek üzereydiler. son zamanlarda sadece bunu yapabilmişti, "en azından çok boş durmamış oluyorum." diye düşünse de yine de içi pek rahat sayılmazdı. olduğu yerden doğruldu, sesleri kaydettikten sonra dışarı çıkmak ve yürümek istiyordu fakat içinden hiçbir şey gelmiyordu. o kadar bunalmıştı ki elini kaldırdığında sanki büyük bir ağırlık taşıyormuş gibiydi, tekrar geri düşüyordu. saçlarını karıştırıp eline aldığı peçeteyle burnunu sildi. son bir kez daha deneyecekti konuşmayı. burnunu sildikten sonra ses kaydını başlattı, uzun bir süre konuştuktan sonra kaydı kapatıp arka tarafını yerleştirdi. oraya bir şey kaydettikten sonra kaydı tamamen kapamıştı. bu ses kaydının sadece luna'nın dinlemesini istiyordu.


yavaşça bir not aldı ruh, andrea'ya bırakmak için bir şeyler karaladı. yazısı tam anlaşılmasa da bu bir veda mektubuna benziyordu. en altında andrea'nın ismi yazılıydı. kalemi bıraktığında içinde bir şeylerin koptuğunu hissetti. sonra kyobi'ye baktı ve buruk bir tebessüm kondurdu dudaklarına. "bu dünya da bana tek iyi gelen şey sendin.. teşekkür ederim. kyobi, en çok seni özleyeceğim. andrea sana benden daha iyi bakacak emin ol.." yavaşça ayağa kalktı ve dolaptan bir sürü tabak ve yaş mama çıkardı. bazılarını yaş mama, bazılarını da su ile doldurmuştu. kyobi ona ilk defa çok farklı bakıyordu, ruh bakışların ne anlama geldiğini anlar gibi oldu ve durakladı, olduğu yerden yavaşça eğilip onu kucağına aldı ve hafifçe burnunu boynuna koydu, "özür dilerim.." burnunu öptükten sonra bıraktı kyobi'yi. bıraktığında kyobi üstüne çıkmak için manevra yaptı ve acıyla miyavladı. kendini durdurmak istiyordu fakat dursa bile böyle yaşayamazdı. içinde bir şeyler bunu çoktan kabullendirmişti onu. ruh bir kere karar verdi mi asla geriye adım atmazdı. "gidiyorum ben.." son kez kyobi'ye baktı ve dayanamayıp çıktı dışarıya ruh. kyobi onu fazlaca üzmüştü.


çıktığında andrea'ya mesaj atmıştı, bir süre eve gelemeyeceğinden ve kyobi'ye bakması gerektiğinden söz ediyordu mesaj. yutkundu, telefona bakarken. her zaman gittiği parka gitti. park hâlâ aynıydı, aynı şekilde canını yakabilecek anılara sahipti. etrafa baktığında sanki film sahnesi gibi yaşadıkları gözünün önüne geliyordu. luna'yla oturup bileklik yaptığı zamanlar, atak yaşadığı zamanlar ve özellikle luna'yla tanıştıkları zaman gelmişti gözlerinin önüne. gözlerini kapadı, "yıllar geçse bile bu yer aynı kalacak.. aynı acıyla." diye mırıldandı, daha sonra oradan ayrılıp sahile indi. orada yaşadıklarını tekrar hatırlamak ona pek iyi gelmeyecek olsa da tek istediği denizi seyretmekti. kafasında intihar düşüncesi yoktu, sadece içi ne isterse ona göre hareket ediyordu. istediği intihar etmek değildi, bir süre eve gitmek istemiyordu. dışarıda dolanmak, soğuğu iliklerine kadar hissetmek belki biraz iyi gelirdi, diye düşünmüştü ama hareketleri düşüncelerine uymuyordu. "o zaman neden kyobi'ye bir sürü mama dolu kap bıraktım ki?" diye düşündü, "amacım gerçekten bu mu?" diye sordu denizin mavisini izlerken. başını iki yana salladı, "hayır, amacım bu değil. sadece uzaklaşmak istedim, bu kadar." dedi kendi kendine.


etrafta öylece yürüdü bir süre, kahve dükkanının önüne geldiğinde kahve almak için içeri girdi. gözleri içeride dolanırken bir yerde durdu ve tekrar arkasına dönmesine neden oldu. luna'yı kitap okurken görmüştü. tek başınaydı, tekrar döndüğünde luna'nın ona baktığını görünce oradan hızlı adımlarla kaçtı ruh. onunla tekrar görüşmek hatta artık göz göze gelmek bile içinde tüm şeylerin yıkıma sebep olabilirdi. başka bir kahve dükkanına girdi, kahvesini aldıktan sonra çıktı. tekrar sahile yöneldi, rüzgar tenini hafifçe okşarken kahvesinden bir yudum aldı. cebindeki telefonu çıkardı, andrea yazmıştı. "nereye gideceksin, bakarım da. sen iyisin değil mi?" hiçbir şey yazmadı, kimseyle konuşmak istemiyordu. kyobi olmasaydı andrea'ya asla yazmadı, tek endişesi kyobi'ye bir şey olmasıydı. durgun deniz yavaş yavaş hiddetlendiğinde ruh hafifçe kıpırdadı. günlerdir coşmak için bekliyordu, beden hiçbir şey olmamış gibi davranması onu yeterince öfkelenmesine ve acıyı tek başına yaşamasına neden olmuştu. içinde bir sürü acı biriktirirken bedne bir gün patlak vereceğini tahmin etmemişti. zamanla geçer algısı her zaman işe yaramazdı; hayır, aslında ruh da işe yaramazdı çünkü ruh fazla hassastı. sevgiye muhtaçtı, ufacık bir sevgisizlik onun coşmasına neden olabilirdi. beden bunu anlamakta epey bir gecikmişti, şimdi ise dönüş yolu yoktu.


..


etrafa baktığında kendini uçurumun kenarında buldu ruh. gözleri şaşkınla açıldığında etrafa daha da iyice bakmak için arkasına döndü. burası bir ormana benziyordu ve buraya nasıl geldiği hakkında pek bir fikri yoktu. ağaçlar tüm her yeri kapladığı gibi fazla uzun ve heybetliydi. resmen bu ormanın sahibi benim dercesine ona bakıyorlardı, birkaç kuş cıvıltısı bile bu korkunç heybeti durduramıyor ve daha çok korkunç bir yer haline getiriyordu. ağacın koyu yeşil yaprakları kararmak üzere olan gökyüzünü kaplamış ve sallanıyorlardı. rüzgâr daha önce olduğundan daha şiddetliydi, önüne dönüp aşağı baktığında gözlerini geri çekti. korkuyla geri adım attığında ağrıyla öne doğru eğildi. bu önceki ağrılar gibi değildi, daha farklıydı. kendine biraz geldiğinde arkasına döndü ve gitmek için adımını attı fakat hareket edememişti. beden korkuya kapılmıştı, uzun süredir ruh'la gerçekten çatışmamışlardı fakat şu an olan şey ruh'un ayaklanmasıydı. korkuyla titremeye başladı beden, titrese bile her yeri kaskatı kesilmişti.


tir tir titriyordu beden, gözleri aşağıya bakmamak için kendini zor tutuyordu. buraya nasıl geldiğini, neden geldiğini biliyordu ama kendi isteyerek gelmemişti. uçurumun kıyısında, rüzgar eşliğinde öylece duran beden bir ses işitti. bu ses dışardan değildi, tam içindeydi. bu ruh'un sesiydi.


"atla aşağı artık!" diye kükredi ruh. beden, anlamayarak dudaklarını araladı.


"istemiyorum.." bunu dediğinde kalbinde büyük bir ağrı hissetti, ağrıyla kıvrandı.


"atla, bizi bu acıdan kurtar!" diye tekrardan kükrediğinde korkuyla etrafa bakındı. kaçış yolu aradı fakat biliyordu ki ruh'dan kaçamazdı. çok çaresiz bir durumdaydı, bedenini hareket ettiremeyecek kadar titriyor ve kaskatı kesilmişti.


"düşünme, seni aptal!" diye bağırdı ruh. "bunu yapmak bizi acıdan kurtarmayacak!" diye bağırdı bu sefer beden ve anında acıyla inleyip kıvrandı. "bana karşı gelmenin anlamını bilirsin." sakince dediğinde beden kıvranmayı bıraktı. ne yapacağını bilmiyordu. tek istediği eve dönmekti, evet istemediği eve dönmekti. "sana hep karşı geldim, beni böyle yenebileceğini düşünmen adil değil!" diyerek derin bir nefes aldı benden, tekrar acı hissetmek için bekledi. ruh konuşmadığında dudaklarını araladı, "bana acı çektirerek bir şey elde edemeyeceksin." kalbinde hafif bir ağrı hissetti, solukları hızlandı. içinde büyük bir boşluk hissediyordu.


"hiçbir şeyi anlamayan, -beden kıvrandı.- hiçbir işe yaramayan, -beden derin bir nefes almak için eğildi. - sürekli aklı havada dolaşan, -göğsüne vurdu beden, ruh her konuştuğunda ölecek gibi oluyordu. - ezik ve acı dolu hayatından seni kurtarıyorum diye bana karşı gelmen tam senin gibi bir aptala göre iş! ama bu sefer benim elimdesin, bitti beden!" diyerek içinde yankıya neden oldu bedenin. sesi içindeki yerlerin yanmış gibi hissetmesine sağlamıştı. gözlerini kapadı beden, direnecekti. bunun olmasına izin veremezdi. yıllardır verdiği bu savaşı kaybetmeye pek hevesli değildi. "kendinle çelişiyorsun ruh, sen bana hayat veren değil misin? sen beni bu hayata sürükledin, burada asıl ezik ve aptal olan sen olmuyor musun?" hafifçe güldü, ruhu öfkelendirecek olsa bile bu sözleri söylemek ona kendini iyi hissettirdi. ruh'un sesini işittiğinde istediğine ulaşmış gibiydi beden.


"seni istesem şu an gebertirdim ama bilirsin buna iznim yok.. daha fazla konuşma ve sadece aşağı atla!" 'atla' derken sesindeki acı belirgindi. gözlerini kapayıp düşündü beden, buradan çıkmanın yollarını aradı. ruh'u durdurması gerekiyordu fakat uzun süredir ruh'la çatışmakdıkları için eskiden nasıl durdurduğunu hatırlayamadı. ruh'un çok fazla acı içinde olduğunu biliyordu. uzun süredir kendisine yaşattığı ağrılardan sonra anlamaması saçmalık olurdu. çaresizce gözlerini açtı, "bunu yapmak istemiyorum.." diye mırıldandı. ölmeye hazır değildi ve bu şekilde ölmek asla istemiyordu. buraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştı fakat hatırlamıyordu. eğer hatırlasaydı bir çıkış yolu olurdu, o öyle sanıyordu.


"çok direniyorsun, sen de benim gibi acı çekiyorsun. aşağı atla ve kurtar bizi!" yankılı sesini işitti ruh'un. "olmaz, istemiyorum!" diye bağırdığında aniden yalpaladı, uçurumdan düşecek gibi olduğunda hızlı bir manevrayla geri çekildi ve geriye doğru ayağına takılarak düştü. canı çok acısa da ölümün kıyısından kurtulmuştu. derin ve hızlı soluklarla geriye doğru ittirdi kendini, her yerinde sanki çivi çakılıyormuş gibi ağrılar hissediyordu. her hareket ettiğinde acıyla durmak zorunda kalıyordu. o an fark etti beden, buradan asla sağ çıkamayacaktı. ne kadar çabalarsa çabalasın kendisi de zaten bir süredir ölümün eşiğindeydi. buradan kurtulsa bile yavaş yavaş ölecekti, ruhen ve fiziksel iyiliğini sağlaması mümkün değildi. gözlerinden yaşlar aktığını hissettiğinde gülümsedi. pes etmek üzereydi fakat hâlâ ruh'a direnmek isteyen bir taraf vardı. ayağa kalktığında bacaklarının titrediğini, bedeninin ağrıdan uyuştuğunu hissetti. parmak uçlarına kadar ruhunun çekildiğini, boşaldığını hissediyordu. saçları rüzgar nedeniyle yüzünü hafifçe okşuyordu, geriye ittirdi.


"sen de daha fazla dayanamıyorsun, artık bitir şu savaşı." dedi ruh. gözlerindeki yaşlar kendiliğinden daha fazla süzüldüğünde yanaklarının yandığını hissetti. her şeyi hiç olmadığı kadar hissediyordu ve bu da canını acıtıyordu. beden artık pes ediyordu. ruh onu yavaş yavaş derinden etkilemeyi başarmıştı. kalbindeki koca boşluk, tüm vücudunu kaplamıştı. ağladı beden, bu sefer bedeni korkudan değil üzüntüden titremeye başlamıştı. yüzüne akan göz yaşlarını sildi, durdurmak istiyordu fakat göz yaşları onu dinlemiyordu. başını yukarı kaldırıp batmaya başlamış güneşin kırmızı sarıya yakın tonlarında ki gökyüzünü seyretti. bulutların orada luna'yı görür gibi oldu, daha sonra kyobi'yi gördü. gülümsedi, canı eskisinden daha çok acıyordu. "bunu yapsam bile bir şey değişmeyecek sen yine acı çekeceksin, ruh." diyebildi en son, sesi fazla boğuktu.


"yaşıyor olman da bir şey değiştirmeyecek, artık zamanı geldi, sadece aşağı atla. düşünme!" dediğinde aşağı baktı beden. atlamayacaktı, pes etmiş gibi görünse de içinde hâlâ yaşayan bir şeyler vardı ve onlar pes etmemesi için ona bağırıyorlardı. bir sürü ses vardı, başının ağrıdığını hissetti. sonra durakladı, hayatını gözden geçirdi. ve ruh'un dediklerini haklı buldu, evet yaşasa bile bir şeyler değişmeyecekti. luna ve david mutlu hayatlarına devam edecekti, kendisi tekrardan sevgi acısıyla yaşamaya çalışmaya devam edecekti. bunların tekrardan yaşanmasını istemiyordu ama ölmek de istiyor gibi gözükmüyordu.


"hayır, hayır sen beni şu an sadece manipüle ediyorsun. yapamam ben bunu, yapmak istemiyorum. evet, güzel bir hayata devam edemeyeceğim fakat en azından bir şeylerin düzelme olasılığını gözden çıkarmak istemiyorum." dedi beden, sesi normalinden daha yüksek çıkmıştı. ruh'un öfkelendiğini bedenine giren büyük bir ağrıyla hissetmişti. bacakları titremeye devam ediyordu, ayakta duramayacak kadar titriyorlardı. başı ve midesi eskisine göre daha fazla ağrıyor ve bulanıyordu. "sen gerçekten aptalsın, sen yapamazsan.. - beden bir adım attığında geri gitmek için hamle yapsa da bedeni ona uyum sağlamıyordu. - ben yaparım. atla ve bizi kurtar bu acıdan!" diye kükrediğinde ayağı bir hamle daha ilerledi. uçurumun tam dibindeydi, bir adım daha atarsa her şey bitecekti. "tamam, madem kurtuluş yok. son kez bir resme bakabilir miyim?" dedi endişeli sesiyle. bir adım daha atmaktan ve ölmekten korkuyordu. bedeninin hafifçe titremesini geçtiğini hissettiğinde cebindeki telefonu çıkartıp ekran resmine baktı. kyobi'nin resmi vardı ekranda. "seni seviyorum, kyobi. beni affet.." diye mırıldandı, parmakları ekranı hafifçe okşadı. daha sonra aşağıya baktı, şimdi gerçekten ölmek istiyordu. bir adım attı.


XII


"empty record found among leftovers"


"ünlü olan yazarın evinde bir ölü kedi ve kalanlar arasında boş kayıt bulundu. kendisinin yazdığı bir veda notunda nerede intihar ettiği hakkında bilgi bulan dedektifler, kedinin cesedinin en az iki haftadır orada bulunduğunu ve ölüm sebebinin açlık olduğunu duyurdu fakat evde o kadar mama varken ölmüş olmasına hâlâ kimse anlam veremiyor. ünlü yazarın kaydettiği ses de polislerin elinden başkasına geçti ve herkese yayıldı. ses de luna adlı kişinin kim olduğu bilinmiyor, büyük ihtimalle yakınlarından sevdiği bir kadın olduğunu düşünüyor polisler. ethan taylor'un arkadaşı olan andrea geçenlerde yazı sektörünü bıraktığını duyurdu, bir çok okur ethan taylor'un olayını atlatamamışken bu haber onları derinden sarstı.."


"yeni gelişme ile karşınızdayız. ethan taylor'un yazdığı veda mektubundaki adrese giden dedektifler orada onun çürümüş cesedini buldular ve intihar ettiğini bir adli testle kanıtladılar. bu durum tüm ülkeyi derinden sarstığı gibi başka ülkedeki okuyucuları da etkiledi. bugün ki cenaze töreninde neredeyse bir milyona yakın insan bulunuyordu, göz yaşlarıyla cenazesini toprağa gömdükten sonra üstüne de mektup da kedisi daha sonra ölürse diye yazdığı, "eğer kyobi benden sonra ölürse onu lütfen üzerime göm, andrea. yaşarken onsuz yapamadığım gibi ölürken de onsuz olmak istemiyorum." ve dediği gibi üzerine gömüldü kyobi. fiziksel olarak ölmüş olsalar da onlar bir kitabın içerisinde hâlâ yaşıyorlar, bu dünya iyi kalpli bir yazarı ve güzel bir kediyi kaybetti. onları kimse unutmayacak." diye bitirdiğinde spiker, andrea'dan aldığı kasetleri dinlemeyi yeni bitirmişti. gözlerinden akan yaşları silip arka tarafını çevirdi. andrea kendisine verirken özellikle dinlemesini tembihlemişti. ses kaydını başlattığında ağlamaya devam ediyordu, onun güzel sesini duyduğunda daha da şiddetlenmişti.


"kyobi bir dakika, şunu kaydetmem lazım. ah, kolum! of, kyobi şimdi oyun sırası değil. kaydı başlattım senin yüzünden, ah pardon luna! bu ses kaydını ne zaman dinlersin bilmiyorum ama ben öldükten sonra dinleyeceğin kesin. bunları söylemem gerek diye düşündüm. seni hâlâ seviyorum, bilirsin ben biraz sadığım. son kavgamız beni çok fazla sarstı evet.. ama cidden bunun için ölmeyi düşünmedim. sadece artık.. bilmiyorum, çok yoruldum anlarsın ya. of , kyobi bir dur artık! sanırım devamını anlarsın, seni suçlamıyorum david'le evlenmiş olmana veyahut diğer yaptıkların içinde. neyse, sadece bil istedim. kyobi! kapatıyorum, hoşça kal!" ses kesildiğinde tekrar açtı. güzel gülüşünü tekrar tekrar dinledi. ethan öldüğünde david'den ayrıldı ve ethan'ın evinde yalnız bir şekilde yaşamaya başladı luna. sürekli mezarlığına gidip onunla konuşsa da artık çok geçti. o gitmişti, ethan yoktu, yalnızdı."


ve son...


son 


mu?


"çak bakalım, kyobi! - kyobi'nin kaldırmış olan patisini hafifiçe vurdu.- bir hikaye ancak bu şekilde anlatılabilir. ah, boğazım kurudu. biraz su içeceğim sen de mama ister misin?" dediğinde kyobi hafifçe gerinerek miyavladı. "tamamdır, sana mama getiriyorum hanımefendi!" diye oturduğu yerden kalktı ve mutfağa giderken kyobi'ye baktı. hafifçe gülümsedi, kyobi de ona anlamlı bir şekilde baktığında dudaklarını araladı.


"seni seviyorum, kyobi!"


bitiş tarihi, yirmi iki eylül, çarşamba, ikibinyirmiiki.

Loading...
0%