@withmeral
|
1
Güneşin ilk ışıkları Glenn Dağının eteklerine vurduğunda Gorg Krallığı uykusundan uyanıp yeni günü selamlardı. Doğa ana toprağın üstündeki örtüsünü kaldırır, kuşlar en güzel şarkılarını mırıldanır, ağaçlar dallarıyla birbirine sarılır, insanlar da gündelik işlerini yapmak için erkenden uyanırdı.
Gorg Krallığı, sakinliğin ve huzurun merkezi olarak bilinirdi. Diğer krallıkların aksine zalim ve acımasız bir kralla değil merhametli ve bir o kadar da adaletli bir kralla yönetiliyordu. Gorg Kralı Harold, henüz ellisine girmişti. Kumral, uzun boylu olan kralın en dikkat çekici yanı karşısındakinin içini delip geçen keskin gözleriydi. Bu gözler yıllarca savaşlardan seferlere çeşit çeşit insan görmüştü. Onun huzurunda yalan söylemek, bir kişiye iftira atmak söz konusu bile olamazdı, o keskin gözleriyle karşısındakinin yalanını sezer, kaşından gözünden nasıl bir insan olduğunu anlardı. Bu kişiler daha ne olduğunu anlayamadan kapı dışarı edilirdi. Onun bu özelliğinden dolayı saray erkânı huzurunda el pençe divan durur, “Aman bir yanlışım olmasın.” diye akla karayı seçerdi.
Bu özelliğinin yanı sıra Kral Harold, adaletiyle de bilinirdi. Onun krallığında şimdiye kadar haksız olarak bir kişi bile yargılanmamıştı. Suçlu olan her kişiye aleyhindeki tüm delilleri açıklaması için zaman verilirdi, verilen süre de kendini aklayamayan kişiye yasalara göre en uygun ceza neyse o verilirdi. Zindanlarda hangi mahkûma sorulursa sorulsun hepsi suçlu olduğunu bilir, “Haksız yere buradayım.” diyen bir kişi bile bulunamazdı. Ayrıca onun huzuruna gelip de “Kral bana adaletsiz davrandı.” diye ayrılan bugüne kadar kimse de olmamıştı. Rütbesine, ailesine bakmadan kendi çocukları bile olsa suçunun cezası neyse -ne bir eksik ne bir fazlası- o verilirdi.
Diğer krallıkların aksine Kral Harold, idamın kesinlikle yasaklanması gereken bir ceza olduğuna ve asla ne suç olursa olsun -kendisi öldürülse dahi- idamın bir ceza unsuru olarak kullanılmaması gerektiğini, saray erkânının tüm ısrarlarına rağmen kral olduğu ilk gün kesin bir dille reddetmişti. Ona göre insan, her şeyin hatta ülkenin bile üstündeydi. Her suç affedilebilirdi, insan yaptığı suçların cezasını zaten Tanrı’ya verecekti, yaratılan bir canı almak ellerine kan bulaşması demekti. Kralın bu hayatta en çok korktuğu şeylerden biri de suçsuz yere bir insanın kanına girmekti. Ancak kral savaşta öldürülen düşmanları bu kategoride değerlendirmiyordu çünkü savaşın ülkenin geleceği ve devamlılığı için yapıldığını bu hususta da savaşta her şeyin mübah olduğunu düşünüyordu.
Kral Harold'ın adaletinin yanında bilime olan merakı da azımsanmayacak derecede fazla idi. Gittiği ülkelerden sayısız kitaplar getirerek hiçbir krallıkta bulunmayan oldukça büyük ve zengin bir kütüphane yaptırmıştı. İçinde Homeros, Platon, Aristoteles, Herodot kitaplarının yanı sıra çeşitli dinlere ait kitaplar, sağlık ve hekimlik için bilgiler içeren ansiklopediler, büyücülükle ilgili kitaplar, astronomi ve matematikle ilgili yazılan bilgilendirici kitaplar, geometri, sanat ve felsefeye ait öğretici kaynaklar vardı. Bunların yanında mitolojik hikâyeler, tarihi kitaplar ve batıdan doğuya farklı milletlere ait şiir metinleri gibi birçok türde eserler de mevcuttu. Onun ilme olan düşkünlüğü o denli fazlaydı ki, başucundan ayırmadığı Herodot'un Tarih kitabını savaşlarda da yanında taşıdığı bilinirdi. Saray halkı bazen kralın çalışma odasında gizli gizli şiirler yazdığını hatta bir gün bir seyahatnamede yazmak istediğini bunun için de gecesini gündüzüne kattığını biliyorlardı.
Onun için bu dünyada en önemli şey hiç şüphesiz ki ailesiydi. Güzeller güzeli karısı Fiona ve birbirinden değerli dört kızı onun yaşama nedeniydi. Karısı Fiona, Thanos Krallığının en küçük prensesiydi. Thanos kadınlarının tipik özelliği olarak hafif etine dolgun, altın sarısı saçları ve ela gözleri olan çok güzel bir kadındı. Kralla evlendiğinde yirmisinde olan Fiona, Harold’ı görür görmez âşık olmuştu, onun cesaretle ve merhametle bakan gözlerinde kendini görmüştü. Birbirini ilk gördükleri gün âşık olan bu iki genç tüm zorluklara karşı el ele verip bugünlere kadar birlikte gelmişlerdi ve birbirlerinin sımsıkı tutukları ellerini de bir gün olsun bırakmamışlardı. Birlikte nice felaketler atlatmış, nice elem dolu günleri geride bırakmışlardı. Bir erkek evlat sahibi olamadıkları için her ne kadar üzülseler de kızlarının varlığı onların bu üzüntüsünü unutmaya yardım etmişti. Ancak sarayda ve halkın arasında fısıltıyla dolaşan “Kral öldükten sonra tahta kimin geçeceği.” söylentilerini ise duymamazlıktan geliyorlardı.
Kral Harold'ın ülkenin genç erkeklerinin hayallerini süsleyen ay parçası gibi kızlarının isimleri Alberta, Diana, Emilia ve Artemis'ti. Güzellikleri ve asaletleri sadece Gorg Krallığında değil birçok krallıkta da biliniyordu.
Kral ne yaptıysa erkek evlat sahibi olamadığı için üç kızın sonunda pes etti ve Tanrı’ya “Eğer bir daha kızım olursa onu bir erkek gibi yetiştireceğim.” diye ant içti. Bu yemininin ardından sanki gökyüzünden ona bir cevap gelmiş gibi bir kızı oldu ve bu kız çocuğu hem fiziken hem de ruhen diğer üç ablasına hiç benzemedi. Çocukluğundan itibaren bir erkek çocuğu gibi yetişti. Kral da kızına ismiyle yaşasın diye Artemis adını verdi. Zaten kızları içinde en çok ona benzeyende oydu, kahverengi saçları, güçlü kolları ve keskin kahve gözleriyle adeta babasının bir kopyasıydı. Diğer üç kızı ise annelerine benziyor, güneş gibi parlayan saçlarıyla sarayı aydınlatıyorlardı.
En büyük olan Alberta, henüz yirmi altısına basmış, açık sarı saçları ve ela gözleriyle çok güzel bir kızdı. Onu gören herkes ne kadar kendinden emin yürüdüğünü ve asla asaletinden taviz vermediğini söylerlerdi. Güzelliği dillere destan olmasına rağmen hâlâ evlenmemişti. Kral, kızına denk olarak gördüğü prensleri, komutanları beğense de Alberta bu adaylardan hiçbirine sıcak bakmıyordu. Güzelliğinin yanı sıra oldukça zeki olan bu kız, babası sarayda olmadığı zamanlarda annesine gerek kalmadan neredeyse bir kraliçe gibi sarayı yönetirdi. Zaten krala bir şey olduğu takdirde tahta Alberta’nın evleneceği kişinin geçeceği konuşuluyordu. Babası gibi okumaya pek meraklı, şiire ve müziğe de özel bir ilgisi vardı. Şimdiden kütüphanedeki kitapların çoğunu okuduğu bile söyleniyordu.
Kralın bir diğer kızı Diana, henüz yirmi üçündeydi, koyu sarı saçlara ve ela gözlere sahipti. Kızlar içinde en sessiz ve sakin olanı oydu, ay gibi güzel yüzünde kalbinin temizliği de okunuyordu. Kardeşler arasında hepsinin en sevdiği de şüphesiz ki Diana'ydı, ne zaman birbirleriyle kavga etseler Diana onları barıştırır, küs kalmalarına yüreği dayanmazdı. Merhametli kalbiyle herkesin yardımına koşar ve kimseyi eli boş göndermezdi. Onun bu yumuşak tarafını bilenler bazen saflığını ve iyiliğini kullanırdı. Diana ise kendine yapılan kötülükleri anlamaz, anlasa bile hiç ses çıkarmazdı. Onun en önemli hayat gayesi her insanın içindeki iyiliği ortaya çıkarmaktı.
Diana'nın bir küçüğü Emilia'ydı. Henüz yirmisinde olan Emilia, hafif turuncuya kaçan saçlara ve yeşil gözlere sahipti. Prensesler arasında en deli dolu olanı oydu. Asla hiçbir şeyden yeterince mutlu olmaz ve elindekiyle yetinmeyi bilmezdi. Çocukluğundan beri kendini mutlu edecek, eğlendirecek şeylerin peşinden koşar, çoğu şeyden de çabuk sıkılırdı. Saray hizmetlilerini kendinden bıktırır, ona “Yapma.” dedikleri ne varsa inadına yapardı. Kardeşleriyle de çoğu zaman anlaşamazdı hatta en iyi kalpli olan Diana'yla bile. En çokta ablası Alberta'nın ona annesi gibi davranmasına deli olur, bilhassa onu kızdıracak şeyler yapardı. Bir prenses olmasına rağmen yaşadığı hayatı beğenmeyen Emilia, hayatın güzel yanlarının sarayın dışında olduğuna inanırdı.
Artemis ise kızların en küçüğü ama aralarında en güçlü olanıydı. Daha on sekizine yeni basmış bu kız babası gibi adeta bir savaşçıyı andırıyordu. Babası gibi koyu kahve saçlara ve gözlere sahipti. Annesinin tüm ısrarı ve baskısına rağmen erkek çocuğu gibi giyinir, saçlarını da açık bırakmaz her daim toplardı. Ablaları gibi makyajdan, elbiseden, süsten anlamaz, soylu kızların davetli olduğu çay davetlerine katılmazdı. Yaşıtı diğer kızlar gibi aşk romanları okumak yerine savaş kahramanlarının hikâyelerini dinlemeyi tercih ederdi. Adını Yunan tanrıçasından alan Artemis, çocukluğundan itibaren savaşla, kılıçla, okla ilgilenir, dans dersleri yerine annesinden gizli dövüş dersleri alırdı. Bir gün gerçek bir savaşa katılacağı, kahraman olacağı ve maceraya çıkacağı günü iple çekiyordu. Şüphesiz babasının en sevdiği annesinin ise en onaylamadığı kızıydı.
Kral Harold dört kızı ve karısıyla mutlu aile hayatı; kendine sadık ordusu ve halkıyla da refah bir krallık hayatı yaşıyordu. Halkı kendine sadıktı fakat her meyvenin çürüğü olduğu gibi halkın arasında da çürük meyveler yok değildi. Bu kişiler her felakette halkın arasına nifak tohumları ekmeyi sever, ülkenin bölünmesinden ve felakete uğramasından içten içe sevinç duyardı. Neyse ki bu kişiler azınlıkta idi. Halk savaşlarda, hastalıklarda, felaketlerde et ve tırnak gibi olur, birbirinden ayrılmaz, her daim birbirlerine destek olurlardı ve böylesine kökten bağlı olan bir ülkeyi de hiçbir güç yıkamazdı. Tarih kitapları bunun gibi bir sürü örneklerle doluydu, bir ülke içerden ne kadar sağlam değilse dışarıya karşı da güçlü olamaz, yıkılmaya mahkûm olurdu.
Gorg Krallığı, sadece halkı açısından değil coğrafya açısından da çok şanslıydı. Glenn Dağı eteklerinde, dört tarafı tatlı su pınarlarıyla çevrili, gür ormanları, doğal güzellikleri, çeşitli bitki örtüsü ve hayvanlarıyla adeta bir cenneti andırıyordu. Bu doğal güzelliklerle dolu ülke birçok krallıkta ticaretle uğraşan insanların uğrak yeriydi. Yolculuğa çıkan insanların mutlaka yolu Gorg diyarına düşer, temiz ve güzel havayı içine çekip kartpostal gibi manzaraları hafızasına kazır yoluna öyle devam ederdi. Mutlaka gittiği yerlerde de bu güzel diyardan bahsetmeden edemez, arkadaşlarına henüz hayattayken Gorg Krallığını ziyaret etmeleri gerektiği konusunda telkinde bulunurdu. Burayı bir kere gören herkes, bu doğal zenginliklerle dolu olan ve birbirine gönülden bağlı halkın yaşadığı bu krallığın sonsuza değin yıkılmayacağına emin gibi konuşurlardı.
Gorg Krallığı, şimdiye kadar tüm kralların olduğu gibi Kral Harold'ın da cesareti ve merhametiyle yönetiliyordu. Halk, kralından ve yönetiminden memnun mutlu bir şekilde yaşıyordu ancak bu krallığın bir de baş düşmanı olan Aragon Krallığı vardı. Aragonlar, krallığın doğusunda Gorg Krallığı kadar büyük bir nüfuza sahip olmasa da oldukça hatırı sayılır bir etkiye sahip bir krallıktı. Birbirleri arasında Glenn Dağı olan bu iki krallık kısa zamanda birbirinin can düşmanı olmuştu. Aragonlar, sayısız defa Gorglar'a savaş açmış bu savaşların tümünde de muharebeden mağlup ayrılmıştı. Tabii Aragonlar'ın bu nefretinin bir nedeni vardı ve bu neden neredeyse iki ülkenin ilk kurulduğu zamana kadar uzanıyordu.
Onlara göre Gorg Krallığının üzerinde durduğu toprak kendi tanrıları tarafından onlara müjdelenmişti çünkü Gorg Krallığının doğal güzelliklerinin aksine kendi yaşadıkları topraklar felaket bir haldeydi. Nehirler kurumuş, topraklar ekilmez bir halde, ormanlarda ise zaten ağaçlardan eser kalmamıştı. Birkaç bitki ve hayvan dışında insanlardan başka yaşayan canlı da yoktu.
Aragonlar'ın kutsal kitapları Aragones'te kendilerine armağan olarak verilen ve "cennet" diye bahsedilen, “İçinden ırmakların aktığı, ormanların gür olduğu, çeşit çeşit bitki ve hayvanın yaşadığı zengin topraklar.” onlara göre Gorg Krallığının bulunduğu yerdi ve onlara bahşedilen bu nimetlere, canları pahasına da olsa sahip olmak istiyorlardı. Bunun için de Gorg Krallığına sürekli baskınlar ve isyanlar yapmaktan, iç savaşlar çıkartmaktan asla geri kalmıyor, bir gün kendilerine ait olduklarını düşündükleri topraklara kavuşacakları günü bekliyorlardı. O günü bir yeniden doğuş, yeniden dünyaya geliş olarak kutlayacaklarını daha şimdiden kararlaştırmışlardı.
Aragon Krallığının en büyük sorunu Gorg Krallığı ve onun zengin topraklarıydı ama Gorglar için Aragonlar'dan çok daha önemli sorunlar vardı. Bunlar zaman zaman değişse de genelde tüm krallıklarda görülen türden felaketlerdi. Kuraklıklar, önlenemeyen doğal afetler, insanlara veya hayvanlara bulaşan salgınlar, savaşlar ve dış etkilere bağlı olan isyan faaliyetleri de söz konusuydu.
Aragon Krallığı dışında Gorg Krallığının etrafında başka krallıklar daha vardı. Kuzeyinde Kraliçe Fiona’nın da ülkesi olan Thanos Krallığı, güneyinde küçük bir deniz krallığı olan Clifford Krallığı ve batısında da özgürlükleri ve sanatçı kişilikleriyle bilinen Weston Krallığı vardı. Gorg Krallığı uzun yıllardır diğer krallıklarla barış halinde mutlu mesut yaşıyor, o krallıklardan birçok misafiri ülkede ağırlayıp ne kadar huzurlu bir krallık olduklarını gösteriyordu. Ancak Aragon Krallığının ülkenin doğusunda kalmasından dolayı ülkenin doğu tarafı ve özellikle Glenn Dağının eteklerinde bulunan ormanlar çok fazla rağbet gören bir yer değildi çünkü bu ormanları Aragonlar’ın da kullanma hakkı vardı ve genellikle daha çok avcılık için buralarda dolaşırlardı.
Kış mevsiminin bitmesiyle Gorg diyarı tekrar misafirlerine kapısını açmaya başlamıştı. Gorg halkı her daim sevecenliği ve misafirperverliğiyle bilinirdi. Kim olursa olsun her zaman sofralarında misafir için bir tabak daha ayırırlardı, yoldan geçen bir yabancı, yorulmuş bir avcı, acıkmış küçük bir çocuk onların sofralarına konuk olan misafirlerdendi.
Gorg halkı her ne kadar iyiliği ve güzelliğiyle bilinen bir halk olsa da o dönemin şartları gereği hem toplumsal sınıf ayrımı hem de cinsiyet eşitsizliği had safhada idi. Toplum, soylulardan köylülere kadar uzanan bir sınıfsal basamaklardan oluşuyordu. Tabii ki zenginlik ve fakirlik orantısı da bu basamaklara göre yukarıdan aşağıya doğru inen bir çizgi halindeydi. Her ne kadar Gorg Krallığı zengin bir halktan oluşsa ve sınıf sisteminin en altında bulunan köylülerde halinden memnun olsalar dahi bu ayrımın yapıldığı gerçeğini değiştirmiyordu.
Bunun yanında cinsiyet eşitsizliği de o dönemin toplumları için her ne kadar normal kabul edilse de oldukça yaygın bir bakış açısını oluşturuyordu. Buna göre erkekler dış hayatı kadınlar ise ev hayatını benimsemişlerdi. Bu ayrım soylular ya da köylüler içinde değişkenlik göstermiyordu. Hangi sınıf olursa olsun kadınların yeri hep erkeklerin arkasındaydı. Erkekler de en önde olmanın verdiği baskı ile hep daha atılgan ve cesaretli olmak zorunda kalıyorlar, kadınlar ise geri planda olmanın verdiği duyguyla daha kırılgan ve ürkek oluyorlardı. Ancak kadınların bu kadar geri planda kalmasından sadece erkekler değil kadınlarda rahatsız değildi çünkü bunun toplumun kabul edilmiş bir normu olduğunu düşünüyorlar ve bundan rahatsızlıkta duymuyorlardı. Tabii bu durum sadece Gorg Krallığında değil diğer tüm krallıklarda ve hatta burada adı geçmeyen birçok diyarda dahi böyleydi. Kadın da erkekte toplumdaki yerini kabul etmiş, onlardan beklenen görevleri ya da davranışları benimsemişti. Kadınlara ve erkeklere yapılan bu toplum baskıları bugünün değil geçmişin ve geleceğin en önemli sorunlarını oluşturuyor ancak bu tabuları kabul etmiş bireylerin de bu farkındalığı kazanmasını ise neredeyse imkânsız hale getiriyordu.
İşte Gorg Krallığında tüm bu olayların olduğu zamanlarda dört prenses yaşayacakları kaderlerden habersiz anneleri ve babalarının yanında huzurlu bir şekilde vakit geçiriyorlardı. Bir prenses olmanın sorumluluğu omuzlarında olmasına rağmen anne ve babalarının yanında sıradan bir kız çocuğundan farkları olmuyordu.
Babaları, her ne kadar bir kral olsa da onların yanında asla bir kral gibi davranmamış, onlara bir babanın verebileceği tüm ilgi ve şefkati göstermişti. Onların en büyük şansları prenses olmaları değil böyle merhametli ve güzel yürekli bir baba ve anneye sahip olmalarıydı. Şüphesiz ki her kız çocuğunun arkasında güvenebileceği bir babaya ihtiyacı vardı. Alberta, Diana, Emilia ve Artemis ise böyle bir babaya sahip olmanın mutluluğu ve huzuru içinde yaşıyorlardı. Kral ve kraliçe de gururla kızlarını izliyor, ay parçası gibi güzel bu dört prensesin kaderlerinin yüzleri gibi aydınlık olması için Tanrı’ya dua ediyorlardı. Bir anne ve babayı evlatlarının kaderinden başka ne düşündürebilirdi ki?
Ama hiçbir zaman unutulmaması gereken bir şey vardı. Tanrı kaderimizi yazmıştı ve bu yazgı değiştirilemezdi, insan yaptığı seçimlerde özgürdü ama bu seçimlerin sonuçları her zaman istenildiği gibi olmayabilirdi. İnsanın kalbi nasılsa kaderi de öyle olur derlerdi, güzeller güzeli dört prensesin kaderinin de kalpleri gibi olacağı aşikârdı ama onların kalplerinde ne olduğunu kendilerinden başka hiç kimsenin bilmesine de imkân yoktu.
-BÖLÜM SONU- Yorumlarınızı bekliyorum...
|
0% |