Yeni Üyelik
11.
Bölüm
@withmeral

11

 

Artemis ve Morgan’ın Richard’ı araştırmasının üzerinden neredeyse bir ay geçmişti ancak Artemis’in anlamadığı bir şekilde Diana ve Richard bu dönemde daha da yakınlaşmış, tüm aile onları ilerde evlenecek gözüyle bakmaya başlamıştı. Richard yemeklere davet ediliyor ve Diana ile gezintilere çıkıyordu yani gitgide daha da aileye yakınlaşıyordu. Artemis ise Richard’ın tüm foyasını ortaya çıkaracak olan Willy’den gelecek haberi bekliyor ve o zamana kadar bu dolandırıcı adama katlanmak zorunda kalmalarına deli oluyordu.

Artemis düşüncelerini her ne kadar Kral Harold ile paylaşmayı düşünse de bu günlerde Kral Harold’ın ne Richard’la uğraşacak ne de onun planlarına kafa yoracak vakti yoktu. Çünkü balodan sonra yapılan toplantıda tüm saray adamlarının isteğiyle Aragonlar ile barış imzalanması ve ticari ilişkilerin gelişmesi yönünde bir karar alınmıştı. Kral her ne kadar bu barış görüşmelerini daha sonraya ertelemek istese de Aragon Kralı Leonard sürekli mektuplar gönderip saraya davet edilmeyi beklediklerini bildirdiklerinden Kral Harold artık bu ısrarlar karşısında pes etmişti. Dış ilişkilerle ilgilenen Otis, bir Aragon sarayına bir Kral Harold’ın huzuruna çıkıyor, bu işin en kısa sürede halledileceğine dair Aragonlar’a söz veriyordu. Kral Harold, tecrübesi gereği Aragonlar’ın barış isteğinin masumane bir istek olmadığını biliyordu. Ülkelerin ilk kurulduğu zamandan beri Gorglar’a savaş açmış, türlü isyanlar ve ayaklanmalar çıkarmaya çalışmışlardı. Bu yüzden yıllardır Gorg topraklarında gözü olan Aragonlar’ın şimdi tek amaçları barış olamazdı. Bunun altında hem ekonomik hem de siyasi nedenler yatıyordu.

Aragonlar, konumları itibariyle oldukça verimsiz ve kullanışsız topraklara sahip oldukları için ne tarım ne de hayvancılıkla geçinememişlerdi. Yapıları gereği kötü insanlar oldukları içinde çoğu ülkenin onlarla ticaret yapma gibi bir isteği de olmazdı. Ancak son yıllarda Glenn Dağının doğu tarafında zengin doğal taş yatakları keşfetmişlerdi. Bunu duyan diğer krallıklardaki birçok tüccar onlarla alışveriş yapmak istese de Aragonlar’ın yolları güvenli olmadığından vazgeçiyorlardı. Clifford Kralı Emrick, Aragon Kralı Leonard’a yazdığı mektupta çıkarılan taşların Gorg Krallığı üzerinden getirildiği takdirde ticari bir anlaşma imzalamak için hazırda beklediğini bildirince Leonard o zamanda beri buna kafa yoruyordu. Aynı zamanda sadece Clifford Krallığı değil, Thanos ve Weston Krallıkları da aynı şekilde ticaretin Gorg Krallığı üzerinden gerçekleşmesinin hem daha güvenli hem de daha ucuz maliyette olacağını bildirdi. Bunun yanında da açıkçası Aragonlar’la ticaret yaptıkları için Gorg Krallığının ve Kral Harold’ın güvenini sarsmak istemiyorlardı. Yani Leonard için Gorg Krallığı ile barış imzalamak dışında başka bir seçenek kalmamıştı. Bu yüzden aylardır çok uğraşmış, diğer krallardan ve Gorg’un önemli saray adamlarından Kral Harold’ı barışa ikna etmeleri konusunda yardım almıştı. Sonunda gerçekten de istediği olmuş Kral Harold barışı ve ticari ilişkilerin yapılmasını kabul etmişti ancak Leonard aylardır bu haberi beklediğinden daha fazla beklemek istemiyordu. Bir an önce barış antlaşmasının imzalanmasını istediğinden Kral Harold’a her gün mektuplar gönderiyordu. Hatta o kadar çok mektup yazıyordu ki, gününün çoğunu mektup yazmaya ve Kral Harold’ın hoşuna gidecek şiir parçaları bulmaya harcıyordu. Karısı Demeter bile bu mektupları gördüğünde “Bir kez olsun bana böyle şiir dolu mektuplar yazmadın, aşk olsun sana.” diyerek Leonard’a tavır koymuştu.

Kral Harold, mecliste alınan kararlardan sonra bu barışın gerçekleşeceğini ve ticari ilişkilerin atılacağını her ne kadar bilse de Aragonlar’a güven olmayacağını da biliyordu. Çünkü Kral Leonard oldukça zeki ve çok kurnaz bir adam olmasıyla tanınırdı. Tüm hayatı boyunca onun bir hamle bile boşuna yaptığını kimse görmemişti. Sadece bir adım sonrasını değil on adım hatta yüz adım sonrasını bile hesaplar ona göre kararlar verirdi. Tabii bu verdiği kararlarda her şeyden önce krallığını değil kendi şahsi çıkarları ve menfaatlerini ön planda tutardı. Leonard, aslında çocukluğunda da böyleydi. Her zaman başkalarının elindeki oyuncağı ister, kendininkini beğenmezdi. Çocukken masum sayılabilecek bu istekleri kral olduğunda çok daha büyük isteklere dönüşmüş, başka krallıkları ve başka toprakları istemeye kadar gitmişti.

Kral Leonard, artık elli yaşına dayanmıştı, eskisi gibi hırçın ve inatçı kişiliğini bir yana bırakıp artık iki oğlu ve bir kızının geleceği olan Aragon Krallığını düşünmek zorunda kaldığını anlamıştı. Fakat onun kötü yaradılışı çocuklarının ikisine tesir etmiş diğerini ise teğet geçmişti. Büyük oğlu ve kızı kendisi gibi hırslı ve doyumsuzdu ancak küçük oğlu Prens Alexander tıpatıp annesine çekmişti.

Kraliçe Demeter, çok uzak ülkelerden birinin prensesi olduğundan iyi kalpli ve merhametli bir kadındı. Kral Leonard, kendi annesi de dâhil hayatında onu gerçekten seven tek kişinin karısı olduğunu bildiğinden onu bu hayatta ki her şeyden çok severdi. Çünkü bir tek Demeter, onun içindeki kötülüğü görmemiş, ona diğer insanların baktığı gibi bakmamış ve ona âşık olmuştu. Leonard da kendisine bu kadar büyük sevgi besleyen kadını her daim el üstünde tutmuştu.

Kral Leonard’ın büyük oğlu Prens Austin babasının birebir kopyasıydı. Sadece fiziksel olarak değil kişilik olarak da birebir aynıydılar. Yan yana geldiklerinde çoğu insan aralarındaki benzerliğe şaşırırdı. Austin çok genç yaşta evlenmiş ve baba olmuştu ancak babalık bile içindeki öfkeyi yumuşatmamıştı. Çocukları arasında Leonard’ın gözdesi olduğundan gençliğinden beri ilerde kral olacak şekilde yetiştirildi ve bunun için birçok eğitim aldı. Leonard tahttan çekildiğinde Prens Austin’in babasını hiç aratmadan aynı şekilde krallığı yöneteceğine hiç kimsenin şüphesi yoktu. Bunun yanında kız kardeşleri Prenses Lily’nin de huy olarak ondan pek farkı olduğu söylenemezdi.

Prens Austin’in ve kardeşi Prens Alexander’ın ise arasında kardeş olduklarına dair hiçbir benzerlik görülmüyordu. Ne fiziksel olarak ne de kişilik olarak birbirleriyle alakaları bile yoktu. Biri siyahsa öbürü tamamen beyazdı biri kötüyse diğeri tamamen iyiydi. Alexander’ın babası ve kardeşlerine zıt olan bu iyi huylu tabiatının sadece annesinden geldiği söylenemezdi bunun yanında çocukluğunda Weston’da dersler almış ve gezmeyi seven bir yanı da olduğundan uzun yıllar tüm diyarları dolaşmıştı, Aragon Krallığına ise henüz yirmilerinin başında dönmüştü. Babasının ve abisinin her ne kadar kötü yaradılışlı olduklarını bilse de yıllarca onların içlerinde iyi bir yön aramaya çalışmış bu uğraşı sonuç vermeyince de bırakmıştı. Çünkü bazı insanlar saf kötülükten besleniyordu ve bu insanları değiştirmeye çalışmakta oldukça zahmetliydi. Alexander’da babası ve abisini böyle kabul etmişti. Tahtta gözü olmadığından abisi ile de aralarında bir problem oluşmuyordu ancak abisi her zaman ona daha cesur ve hırslı olmasını öğütlüyor, onun bu iyi huylu tabiatını da eziklik olarak görüyordu.

Alexander, gerçekten de tipik bir Aragonlu’ya hiç benzemiyordu. Onların doymak bilmez hırsları ve inatçı tabiatları vardı. Alexander ise hırslarına yenik düşen ya da kendi mutluluğu için başkalarını mutsuz eden biri değildi. Çok iyi yürekli, ince düşünceli ve oldukça da merhametli bir gençti. Ailesinden ve ülkesinden uzakta kendini çok iyi yetiştirmiş, bilgili, okumaya meraklı ve çok saygılı bir insan olmuştu. Normal şartlarda bir babanın oğluyla gurur duyacağı özellikleri varken Kral Leonard, Alexander’ın bu saygılı ve düşünceli hareketlerine sinir olur, onu abisi gibi güçlü ve cesur olması konusunda uyarırdı. Ancak Alexander, babası ve abisinin düşündüğü gibi güçlü ve cesur olmanın kendinden zayıflara eziyet etmek ya da onlara kötü davranmak olduğunu düşünmüyordu. Aksine kendinden daha zayıfa merhamet gösteren bir kişinin herkesten daha güçlü ve cesur olduğunu biliyordu. Ancak ne babasını ne abisini değiştirmesinin, onlara kendi düşüncelerini anlatmasının imkânsız olduğunu bildiğinden onlarla uğraşmıyordu. Sarayda daha çok kitap okur, kendisine verilen görevleri yerine getirir, boş zamanlarında da ormanda gezintiye çıkıp doğayla iç içe olmayı severdi. Bu gezintilerinde yanına sık sık kâğıt ve kalem alır, içine dolan ilhamlarla şiirler kaleme alırdı. Bu şiirlerini ise henüz kimseye göstermemiş ve öylece kitaplarının arasında yıllardır uyumalarına izin vermişti.

Aragon Kraliyet ailesi böyleyken halkının da onlardan bir farkı yoktu. Krallığın konumu itibariyle coğrafi açıdan elverişsiz ve verimsiz olması onların kişiliklerine büyük oranda etki etmişti. Doğa ananın bu bakımsız ve sert tavrı halkının da tıpkı kendisi gibi hırçın ve isyankâr olmasına neden olmuştu. Bu özellikleri nesilden nesle aktarılmış ve tüm halk soyları gereği kötü yaradılışlı olmuşlardı. Aragon halkı, her zaman ellerinde olanla yetinmeyi bilmez ve her seferinde daha fazlasını isterlerdi. Bir şeyleri çalışarak elde etmek yerine kolay yoldan elde etmek işlerine geliyordu. Bu yüzden yıllarca kendi verimsiz topraklarını ekmek yerine Gorg Krallığının ekili topraklarını ele geçirmeye çalışmışlardı. Bunu bir de kutsal kitapları Aragones’te geçtiğini iddia edip hain planlarına dini de karıştırmaya çalışmışlar ve tüm Aragon halkını onlara her felakette yardım eden Gorg Krallığına düşman etmişlerdi. Bu düşmanlık seneler önce böyle başlamış böyle devam etmişti. Evin şımarık küçük çocuğu nasıl kendi şekerini yiyip abisininkine göz koyarsa Aragonlar’da, kendi ellerindekiyle yetinmeyip Gorg’un topraklarına sahip olmak istiyordu.

Bunun yanında Gorg Krallığında görülen toplum anlayışının tam tersi olarak Aragonlar’da bireysellik ön plandaydı. Herkes sadece kendini düşündüğünden ne aile yapısı ne de ülke sevgisi tam olarak onların bünyelerine işlenmemişti. Herkes tembelliğe alışmış, başkasının kazandığına göz koymak, gasp etmek çok daha kolay bir kazanç sağladığı için kimse alın teriyle çalışmak istemiyordu. Fakat halk böyle yaşayıp giderken ve tembellik artık onların kişilik özelliklerine işlenmişken tüm halkı değiştirecek bir hadise yaşanmıştı. Bu da Glenn Dağında zengin doğal taş yataklarının bulunmasıydı. Çıkarılan doğal taşlar birçok insan için çalışma ve kazanç sağlama imkânı tanıdığından tüm halk tek yürek olmuş Gorg Krallığı ile barış imzalamak ve kaderin onlara yazdığı bu kötü talihi değiştirmek istiyordu. Bu barışın onlara yıllardır kaybettikleri kazancı ve saygınlığı geri vereceğinden hiç şüpheleri yoktu.

Aragonlar’la ilgili tüm bunları bilen ve ön gören Kral Harold, sürekli bu barış ziyaretini düşünüyordu. Bu barışın iki ülkenin geleceğini nasıl etkileyeceğini düşünmeden edemiyordu. Hatta o kadar çok düşünceli ve dalgındı ki çoğu zaman yemek yemeyi unutuyor, geceleri de saatlerce çalışma odasında oturup düşünüyordu. Kral Harold, her zaman barıştan yanaydı, krallığının hiçbir döneminde savaşı desteklememiş ve hep karşısında durmuştu. Aragonlar’ın da her ne kadar kötü niyetli olduğunu düşünse de bu barış ziyaretinin iki ülkenin geleceği için iyi olmasını temenni etmekten başka şansı yoktu. Çünkü aralarındaki bu savaş onların dedelerinden kalan bir mirastı ve Kral Harold’ın bu savaşı torunlarına miras bırakmaya hiç niyeti yoktu.

Zaten son yirmi yılda sıcak savaş durmuş, yerini soğuk savaşa bırakmıştı. Bununla birlikte iki ülke birbirine dokunmadan yaşamaya başlamıştı, her ne kadar Aragonlar bu süreçte de rahat durmayıp hain planlar yapmaya çalışsa da aralarında büyük bir olay yaşanmamış, iki tarafta da bir insan ölmemişti. Aynı zamanda bu süre zarfında Aragonlar’da meydana gelen doğal felaketlerde ve salgın hastalıklarında Gorglar birçok kez onlara yardım göndermişti. Aragonlar her ne kadar kadir kıymet bilmez olsalar da Gorglar’ın herkesi kucaklayan bir yapıları olduğunu kabul etmişlerdi. Nitekim yine Gorglar’ın sayesinde ticaret yapma şansları doğacak, eski zengin ve saygın dönemlerine kavuşacaklardı. Eğer Kral Harold, Aragonlar’ın baloya davet edilmelerini kabul etmeseydi ve barış tekliflerine yanaşmasaydı, Aragonlar biçare bir şekilde ortada kalacaktı.

Kral Harold, bu barış hareketinin kendi ülkesi ve halkının geleceğini tehlikeye atmaması adına yapılacak barış antlaşmasının maddelerini bizzat kendi hazırlıyor ve her madde üzerinde saatlerce düşünüyordu. Ne krallığını ne da halkını bile bile ateşe sürüklemek istemiyordu. Bu yüzden uykusuzluğa ve halsizliğe razı olmuş, kendini çalışma odasına kapatmıştı. Karısı ve kızları da dâhil kimseyle konuşacak vakti olmadığından kapısına gelen herkesi geri çeviriyor, tüm dikkatini barış antlaşmasına yoğunlaştırıyordu.

Günler böyle sürüp giderken nihayet Aragonlar’ın saraya yapacakları barış ziyareti gelip çatmıştı. Gorg Krallığı neredeyse bir aydır bu ana hazır olmalarına rağmen yine de hem tedirgin hem de telaşlıydılar. Şehirden geçen siyah bayraklı Aragon Krallığının arabalarını gören halk yollara dökülmüş onlara bakıyordu. Kimileri onları selamlıyorken kimileri gözlerini arabalara dikmişti ve içlerinden huylu huyundan vazgeçmez diye geçirmeden edemiyorlardı. Ancak Kral Harold, bu barış ziyaretini kabul ettiğinden halkı da onun kararına saygı duyuyor ve onun her zaman krallığın iyiliğini düşündüğünü bildiklerinden de ses çıkarmıyorlardı. Kimse savaş yanlısı değil herkes barıştan yanaydı ancak yine de ne olur ne olmaz diye Aragon arabaları geçene kadar kimse evlerine dönmemiş, tedirgin bir şekilde şehirde dolaşmışlardı. Dükkânlarda, pazar yerlerinde, tarlalarda hep bu olay konuşuluyor ve insanlar gelecekte neler olabileceğini düşünüp tartışıyorlardı. Kral Harold, her şeyi önceden düşündüğünden birtakım önlemler almıştı ve Aragon arabaları Gorg Krallığına giriş yapar yapmaz onları Gorg muhafızlarının olduğu bir konvoy karşılamış ve saraya ulaşana kadar onları koruyacaklarını söylemişlerdi. Bu sayede hem kendi halkını hem de krallığına gelecek misafirleri korumayı amaçlamıştı.

Saraya geldiklerinde güzel bir şekilde karşılanıp bir misafir gibi ağırlandılar. Güzelce yemeklerini yiyip şaraplarını içtiler sonra da barış toplantısının yapılacağa salona gittiler. Toplantıda Kral Harold, Kraliçe Fiona, Gorg saray adamları ve Aragonlar olacaktı. Aragon Krallığından da Kral Leonard, karısı ve iki oğlu ile önemli saray adamları gelmişti. Misafirler yerini aldıktan sonra Kral Harold ve Kraliçe Fiona, salona teşrif edince herkes ayağa kalkıp saygı gereği önlerinde selam verdi. Kral Harold ve kraliçede yerlerine oturunca barış toplantısı başlamış oldu.

Dış ilişkilerle ilgilen Otis, konuşmaya başlayacakken kapı açıldı ve içeri Alberta girince herkesin dikkati onun üzerinde toplandı. Çoğu krallıkta kadınların toplantılara katılması hoş karşılanmazdı. Kraliçeler için bu istisnai bir durumken prensesler bu istisnadan yararlanamazdı. Ancak Gorg Krallığında böyle bir kural yoktu ve Alberta’da dâhil diğer prensesler veya başka kadınlarda isterlerse toplantıya katılabilir, söz hakkı alabilir, çözüm önerisinde bulunabilirlerdi. Saray adamları bu durumdan her ne kadar hoşnut olmasa da kralın özel emri olduğundan ses çıkaramıyorlardı. Ancak bu durum Aragonlar için yeni bir şeydi bu yüzden Alberta’nın gelip babasının sol tarafında boş kalan yere oturduğunu gördüklerinde yüzlerindeki şaşkınlığı gizleyemeden edemediler. Özellikle Prens Austin, yüzündeki alaycı ifadeyle Alberta’ya bakıyordu. Prens Alexander ise Alberta’yla göz göze gelince başını önüne eğip gülümsedi.

Prens Austin, kendine özgü o ukala tavrıyla Alberta’ya döndü ve fısıltıyla “Çay daveti için yanlış yere geldiniz.” dedi. Alberta, Austin’in kendisine söylediğini fark edince sinirle ona baktı, “Siz kendi işinizle ilgileniz.” dedi ve omuz silkti. Kral Harold, kızının Aragon prensi ile konuştuğunu görünce Austin’e “Bir şey mi istediniz?” diye sordu. Bunun üzerine herkes Austin’e döndü, Kral Leonard yanında oturan oğluna gözleriyle “sus” anlamında işaret yapsa da Austin ukala tavrını hiç bozmadan “Bir şey istemedim Sayın Kralım. Ancak devlet işinden anlamayan prenseslerin böyle önemli bir toplantıda ne işi var?” diye sordu.

Kral Leonard, oğlunun barış imzalanmadan önce bir pot kırıp, iki krallığı tekrar düşman etmesinden korktuğundan “Sayın Kralım, oğlum öyle demek istedi. Yani bizim krallığımızda kadınlar pek toplantılara katılmaz da. O yüzden şaşırdı herhalde.” dedi, sonra da “Öyle değil mi oğlum?” diyerek oğlunun dirseğine vurdu.

Kral Harold, keskin gözlerini Austin’in üstüne dikti, “Sizin krallığınızda işler nasıl yürütülür bilmem. Ama benim krallığımda sözü olan herkes toplantılara katılabilir. Ayrıca kızım Alberta, burada gördüğünüz birçok devlet adamından hatta yeri geldiğinde benden bile daha iyi kararlar alır. Ama eğer rahatsız olduysanız dışarı çıkabilirsiniz.” dedi. Bunu söylemesiyle Alberta gözleri ışıldar bir şekilde babasına baktı ve babasının herkesin içinde onu böyle onure etmesine çok mutlu oldu.

Ancak Aragon tarafı adeta buz kesilmiş gibi sessizce kalakaldı. Austin, sinirle önüne döndü, resmen kral onu toplantı salonundan kovmakla tehdit etmişti. Alexander, abisinin Alberta’yı böyle küçük düşürmeye çalışmasına sinirlendi ve hem Alberta’dan hem de Kral Harold’dan özür dilemek istedi. “Sayın Kralım, sizi ve prensesinizi incittiysek ben abim ve tüm Aragonlar adına özür dilerim. Lütfen bizi bağışlayın.” dedi en uysal sesiyle. Kral Harold, Alberta ve diğer Gorglu saray adamları abisinin yanında gözleri ışıl ışıl bakan bu genç delikanlıya baktı. Delikanlının öyle saf öyle temiz bir hali vardı ki kimse onun Aragon prensi olacağına inanmazdı. Kral Harold bu saygılı delikanlının özrünü kabul etti ve ona gülümsedi. Alberta ise Alexander’ın abisine hiç benzemediğini fark edince oldukça şaşırdı. Çünkü ona göre bütün Aragonlular aynıydı ancak Alexander, Aragonlar için istisnai bir durumdu.

Kral Leonard ve diğer Aragonlu devlet adamları bu buz gibi havayı kesmek için kırk takla attılar. Birbirine söylenen süslü saygı sözcüklerinden ve gereksiz uzatılan muhabbetler sonunda asıl konuya gelindi. Aragonlar, artık bu savaşın bitmesini, barış istediklerini, bu durumdan iki tarafın da yorulduğunu ve kesin bir barış antlaşmasının imzalanması gerektiğini bildirdiler. Bunun üzerine Gorg saray adamları da onlar gibi düşündüklerini, savaşın her zaman karşısında olduklarını ve barışın iki ülkenin geleceği için çok iyi olacağını söylediler. Artık herkesin gözü Kral Harold’a dönmüştü, kral günlerdir düşünüp taşınmış ve birçok insanla istişare yapmıştı. Bu yüzden kararını açıklamakta hiç tereddüt etmedi.

Barış tekliflerini kabul ettiğini yüksek sesle bildirince Kral Leonard’ın ve yanındakilerin gözleri ışıldadı. Herkes bu kararı beklediğinden oldukça mutlu görünüyorlardı. Kraliçe Fiona usulca Kraliçe Demeter’e baktı ve gülümsedi, Demeter’de aynı şekilde ona karşılık verdi. Fakat yüzü gülmeyen tek bir kişi vardı o da Alberta’dan başkası değildi. Babasının Aragonlar ile barışmayı neden kabul ettiğini ve onların yaptığı onca kötü şeyi nasıl sineye çektiğini bir türlü anlamıyordu. Aragonlar’ın barış için ziyaret edeceklerini öğrendiğinden beri her gün babasının çalışma odasına gidiyor ancak kral yoğun olduğunu söyleyerek onu reddediyordu. Alberta, bu kararın doğru olduğunu düşünmese de babasının her zaman en iyisini düşündüğünü bildiğinden sorgulamıyordu ancak sorgulamaması bu durumdan rahatsız olmasına engel değildi.

Daha sonra barış antlaşması için iki tarafta şartlarını sundular. Aragonlar her zaman fazlasında gözü oldukları için çok fazla imtiyaz istese de Kral Harold bunu önceden bildiğinden çoğu isteklerini kabul etmedi. Bunun karşısında da kendi krallığının güvenliğini ve geleceğini koruyan maddeleri de Aragonlar’a kabul ettirdi çünkü Aragonlar için bu barış çok önemliydi bu yüzden de mecburen tüm şartları kabul etmek zorunda kaldılar.

Bu şartlara göre Aragonlar, Gorg Krallığına, Gorglar’da Aragon Krallığına girip çıkabilecek, ziyarette bulunabilecekti. İki krallık karşılıklı olarak ticaret yapabilecek, birbirinin yollarını ticari olarak kullanabilecekti. İki tarafta birbirinin sınırını zapt etmeye, insanına veya malına el koymaya çalışmayacak, iki taraftan da kimsenin burnu bile kanamayacaktı. Aynı zamanda ülkede yapılan önemli şenliklere ve festivallere de bu barışın nişanesi olarak birbirlerini davet edeceklerdi. Bu maddelerden biri bile çiğnendiğinde, iki tarafında bir vatandaşına ya da toprağına zarar geldiği takdirde antlaşma tek taraflı olarak fesih edilebilecekti. Aragonlar, tüm bu maddeleri kabul ettiler ve iki kralda antlaşma metnini imzaladı. Böylece ülkeler ilk kurulduğu zamandan beri olan bu düşmanlık sona ermiş, iki ülke resmen barış imzalamıştı. Barışın resmen imzalanmasıyla Aragonlar asıl amaçlarından yani ticari ilişkilerden ve doğal taş yataklarından bahsettiler. Bununla ilgili de önceden düzenlenen ticari bir antlaşma da imzalanınca artık iki ülke arasında hiçbir problem kalmamış oldu.

Her şey imzalanıp karara varıldıktan sonra krallar özel olarak konuşmak için başka bir odaya geçtiler ve toplantı salonundaki herkeste dışarı çıktı. Kraliçe Fiona, Kraliçe Demeter’i sohbet etmek için davet etti ve birlikte çıktılar. Fiona, Alberta’ya da katılmasını teklif etti ancak Alberta yorgun olduğunu söyleyerek bu teklifi geri çevirdi. Barışın imzalanması çiçek polenlerinin rüzgârda saçılması gibi önce Gorg halkına oradan da Aragon Krallığına ulaşmıştı. Gorg halkı her ne kadar endişeli olsalar da Aragon halkı bu haberi bayram gibi kutlamak için hazırlıklara başlamıştı. Bunun yanında sadece bu iki krallık değil diğer krallıklarda bu haberi heyecanla bekliyordu, onlarda şimdiden yapacakları ticari antlaşmaları düşünmeye başlamıştı.

Kral Harold ve Kral Leonard baş başa kaldıklarında karşılıklı olarak oturdular. Aslında çoğu insan bilmese de iki kral çocukluk arkadaşı sayılırdı. Çocukken babalarının yanlarında birbirlerinin krallıklarını ziyarete gittiklerinde bazen konuşurlar ve oyun oynarlardı. O zamanlar savaşın ya da düşmanlığın ne demek olduklarını bilmediklerinden birbirlerine nefretle bakmazlardı. Leonard yapısı gereği Harold’ı kıskanırdı ancak bu kıskançlığının altında ona karşı bir sevgide barındırırdı. Zamanla birbirlerini görmedikleri ve hiç konuşmadıkları için araları iyice açılmıştı. Ve tabii ki aralarında yıllardır devam eden düşmanlıkta eklenince ikisinin bir daha arkadaşlık edebilmesi imkânsız olmuştu.

İki kral birbirlerine baktıklarında saçları sakalları ağarmış bu iki yaşlı adamı değil de gözleri parıl parlayan o iki çocuğu görmüşlerdi. Gözlerinde ki parıltıyla uzun bir zaman sohbet ettiler, iki ülkenin geleceğinden, geçmişten, iki krallığında hatalarından ve yanlışlarından bahsettiler. Bunun yanında Kral Leonard, Kral Harold’a özel bir konudan bahsetmek istediğini söyledi. Leonard, gerçekten de bu konuyu oldukça özel tutmuş, karısına bile bahsetmek istememişti. Hayatında hep kendini düşündüğünden ilk defa ülkesini ve geleceği düşünmek istemişti. Bu yüzden Kral Harold’a iki ülkenin arasında imzalanan bu barış antlaşmasının çok daha hayırlı bir şeye vesile olmasını istediğini söyledi. Bu nedenle oğlu Alexander ile onun kızı Alberta’nın izdivacının bu barışın nişanesi olmasını temenni ettiğini bildirdi. Buna göre iki tarafta artık dünür olacağından aralarında bir sorun olmayacağını düşünüyordu.

Kral Harold, bu teklifi duyunca oldukça şaşırdı. Kızı kabul etmeden zaten böyle bir şeyin söz konusu olmayacağını biliyordu ancak Leonard’ın oldukça samimi bir şekilde açıklaması Kral Harold’ın kafasını karıştırmıştı. Çünkü onunda en büyük korkusu Kral Leonard gibi bu barışın sürdürülebilir olmayacağı ve iki ülkenin tekrar savaş durumuna gireceğiydi. Eğer böyle bir izdivaç olursa aralarındaki savaş bir daha başlamamak üzere biterdi. Ancak Kral Harold, Leonard’ın bu teklifini reddetti çünkü kızının sözünün her şeyden önemli olduğunu Leonard’a açık yüreklilikle bildirdi.

Kral Leonard, yine de oğlu Alexander’dan bahsetmeden edemedi. Alexander’ın kendisine ve Aragonlar’a hiç benzemediğini, çok iyi huylu ve merhametli olduğunu söyledi. Aslında Kral Harold, toplantı boyunca Leonard’ın iki oğlunu gözlemlemiş ve aralarındaki farkın yüzlerinden bile okunduğunu anlamıştı. Prens Austin’in kötü bakışlarındansa Prens Alexander’ın şefkat dolu bakışları herkesin dikkatini çekmiş ve Gorg saray adamları üzerinde de iyi bir intiba bırakmıştı. Kral Harold her ne kadar reddetse de Kral Leonard ona bu fikri düşünmesini ve kızıyla paylaşmasını istediğini söyledi.

Alberta, babasıyla konuşmak için bekliyordu ancak iki kralın konuşması çok uzun süreceğinden kütüphanede beklemeye karar verdi. Kütüphaneye giderken Prens Austin ve Prens Alexander’ın önünden geçti ve kısa bir süre Alexander’la göz göze gelince hemen bakışlarını çevirdi. Alexander, Alberta’yla konuşmak için can atıyor, ondan hem özür dilemek hem de artık aralarında barış olduğundan onunla ormandaki gibi sohbet etmek istiyordu. Alexander, abisine dönüp “Hemen geliyorum.” dedi ve Alberta’yı kütüphaneye kadar takip etti.

Alberta, kütüphanede sessizce rafları karıştırırken en sevdiği şair olan Şair Wayne’in “Kelebeğin Gözyaşları” isimli kitabını eline aldı ve sayfalarını çevirmeye başladı. O sırada Alexander içeri girdi ve “Merhaba, prensesim.” dedi. Alberta arkasında Alexander’ı görünce bir an irkildi ve kitabı yere düşürdü. Alexander eğilip kitabı aldı ve kitabın kapağına bakıp “Şair Wayne, benim en sevdiğim şairdir. Sanırım sizin de öyle.” dedi ve gülümsedi.

Alberta, şaşkınlıkla Alexander’ı inceliyordu, onu tekrar bu kadar yakından görünce ne hissedeceğini bilemedi. Bunun yanında aynı şairi sevmeleri de garip bir tesadüftü. Alberta, Alexander’ın elinden kitabı aldı ve “Aragonlar’ın şiiri okuyacak kadar ince düşünceli olduğunu hiç düşünmemiştim.” dedi ve kitabı sertçe yerine koydu.

Alexander gülümsedi ve “Bu kadar önyargılı olmayın prensesim, ayrıca ben şiir de yazıyorum.” dedi. Alberta bunu duyunca daha çok şaşırdı. “Şiir mi? Siz mi yazıyorsunuz?” diye sordu imalı bir sesle.

Alexander, Alberta’nın ona karşı tavırlı olduğunu bildiğinden “Evet, prensesim. İsterseniz bir gün size şiirlerimi gösterebilirim.” dedi. Daha önce kimseye göstermediği şiirlerini Alberta’ya göstermek ve onun beğenisine sunmak istiyordu. Alberta sertçe “Gerek yok.” dedi ancak prensin şiirlerini merak etmeden edemedi. Kendisi de birkaç parça şiir karalıyordu ancak tam anlamıyla şiir yazacak kadar kendini yeterli görmüyordu. Etrafında babası dışında kendisi gibi şiire meraklı kimse olmadığından Alexander’ın nasıl şiirler yazdığını görmeyi çok isterdi.

Alexander, gözlerini Alberta’ya dikmiş, onun güzel yüzünü inceliyordu. Bunu fark eden Alberta, Alexander’ın onu takip ettiğini hatırlayarak “Bir şey mi istemiştiniz, buraya kadar neden beni takip ettiniz?” diye sordu. Alexander, “Aslında ben sadece sizinle biraz konuşmak istemiştim.” dedi uysal bir sesle.

Alberta, biraz düşündü ve daha sonra “Ne hakkında konuşmak istiyorsunuz anlamadım?” dedi. Alexander, Alberta’ya biraz daha yaklaştı ve o hoş sesiyle “Abimin söyledikleri için sizden bir kez daha özür dilerim. Umarım sizi incitmemiştir.” dedi. Alberta, Alexander ona yaklaşınca olduğu yerde kalakalmıştı, bir adım bile geriye gidemiyor, öylece onun gözlerinin içine bakıyordu. Alexander’ın onu etkisi altına alan farklı bir yanı vardı, bakışı, sesi ve kokusu garip bir şekilde Alberta’nın hoşuna gidiyordu. Ancak kendine bunu itiraf etmek istemediğinden sinirle Alexander’a “İncitmek mi? Ben bu sözleri yılardır duyuyorum, o yüzden alışkınım merak etmeyin.” dedi. Sonra da “İtiraf edin, siz de abiniz gibi düşünmüyor musunuz? Bir prensesin çay davetine katılması gerekirken önemli bir toplantıda ne işi olur ki?” diye sinirle sordu.

Alexander, şefkatle Alberta’ya baktı “Hayır, yanılıyorsunuz. Ben abim gibi ya da diğer erkekler gibi düşünmüyorum. Evet, bizim krallığımızda hatta birçok krallıkta da kadınların ülke işlerine ve siyasete karışması hoş karşılanmıyor. Ancak bu onların fikirlerinin doğru olduğu anlamına gelmez. Tarihte birçok krallıkta güçlü kadınlar gelmiş ve yönetimde söz sahibi olup nice kralı önlerinde diz çöktürmüştür. Bu yüzden ben bir kadının pekâlâ tahta oturabileceğini ve ülkeyi yönetebileceğine inanıyorum.” dedi.

Alberta bunları duyunca gözleri fal taşı gibi açılmış bir şekilde Alexander’a bakıyordu. Yıllarca içinde biriktirdiği şeyleri kimseyle paylaşma şansı olmamıştı. İlk defa başka birinin onun gibi düşündüğünü duyunca gözlerinde mutluluk ifadesi belirdi. Ancak bu kişinin bir erkek olması ve bunun yanında hem de baş düşmanlarının prensi olması da Alberta’ya oldukça garip hissettirmişti.

Alberta, bir an kendini toparladı ve düşüncelerini bir yabancıyla paylaşmak istemediğinden “Böyle düşünen tek kişi sizsiniz. Yaşadığımız devirde bir kadının tahta oturması imkânsız.” dedi sonra da yıllardır kendine sürekli hatırlattığı bu sözleri bir başkasına söylediği için üzülmeden edemedi. Alexander, gülümseyerek “Neden olmasın ki? Tarihte büyük değişimler büyük sancılar sonucunda olmuştur. Bir devri tamamen değiştirmek bizim elimizde. Yoksa asırlarca böyle sürüp gider.” dedi. Alberta, Alexander’ın söylediği bu sözleri duyunca yüzündeki şaşkınlıkla ona bakmaya devam ediyordu.

Daha sonra Alexander, kütüphanede gezinmeye ve kitaplara bakmaya başladı. O kadar çok kitap vardı ki, hayatında ilk defa bu kadar büyük bir kütüphane gördüğünden hayranlıkla etrafına bakıyordu. “Biliyor musunuz bizim krallıkta da böyle bir kütüphane olmasını çok isterdim. Ancak sadece Weston’dan getirdiğim birkaç kitabım var.” dedi.

Alberta, Alexander’a “Weston’da mı bulundunuz?” diye sorunca Alexander, “Evet, eğitimimi orada tamamladım. Oradayken çok fazla kitap okuyup gezilere çıkardım. Ancak takdir edersiniz ki Aragon’da bu pek mümkün olmuyor.” dedi ve daha önce okuduğu bir bitki kitabını görünce gülümseyerek “Hotau çiçeğinden çay yaptınız mı?” diye sordu. Alberta, ormanda yaşadıklarını hatırlayınca yanakları kızardı. Çünkü onu ormanda gördüğünde ondan gerçekten hoşlandığını düşünmüş ve onu bir daha göremeyeceği için de üzüntü duymuştu. Ancak baloda onun Aragon Prensi olduğunu öğrendiğinden beri bu düşüncelerinden dolayı kendine kızıyordu. “Evet, yaptım. O gün için tekrar teşekkür ederim. Siz olmasaydınız çiçeği bulamazdım.” dedi.

Alexander gülümsedi, Alberta’nın o günü ve çiçeği unutabileceğini düşünmüştü ancak Alberta’nın o günü unutmadığını duyunca çok mutlu oldu. “Belki bir gün Glenn ormanlarına yine gelirseniz size seve seve eşlik edebilirim.” dedi. Alberta, “Teşekkür ederim ama gerek yok, bir daha oraya gitmeyi düşünmüyorum.” dedi. Bunun söylerken Alexander’ı hem incitmek hem de onun için önemsiz biri olduğunu göstermek istiyordu. Ama bir yandan da tekrar ormana gitmek için de can atıyordu.

Alexander, Alberta’nın bu sert tavrı karşısında gerçekten üzüldü. Ne yaparsa yapsın, Alberta’ya ne kadar yaklaşmaya çalışırsa çalışsın Alberta’nın kalbi ona karşı buz gibiydi ve erimeye niyeti yoktu. Karşısındaki bu güzel kadını ormanda gördüğü ilk andan beri çok hoşlanmış ve aylarca onun hayaliyle yaşamıştı. Ancak Alberta ona karşı duvarlar örmüştü ve duvarları aşması imkânsız gibiydi. Her şeyden önce Alexander’ın önündeki engel Aragonlu olmasıydı, barış imzalanmasına rağmen Alberta için hâlâ baş düşmanının prensiydi. Alexander ne kadar iyi bir insan olursa olsun yine de Alberta onun bu engeli aşmasına izin vermeyecekti.

Kırgın gözlerle Alberta’ya baktı ve “Prensesim, Aragonlu olduğumu öğrendiğinizden beri benden nefret ettiğinizi biliyorum. Ancak beni tam anlamıyla tanımıyorsunuz ki. Ormanda birbirimizi ilk gördüğümüzde ikimizde düşman ülkelerinin çocuğu olduğumuzu bilmiyorduk. Ancak ben sizin Gorg Prensesi olduğunuzu öğrendiğimde sizden nefret etmedim. Sizi can düşmanım diye nitelendirmedim. O gün ormanda baktığınız gibi bakmıyorsunuz bana adeta can düşmanınızmışım gibi bakıyorsunuz.” dedi.

Alberta, Alexander’ın söylediklerini düşündü sonra da “Haklısınız ancak yine de bu düşman olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor.” dedi. Alexander, Alberta’ya bir adım yaklaştı ve “Aragonlar ve Gorglar düşman olabilir ama biz düşman değiliz. Artık iki krallık barış imzaladı ancak imzalamamış olsalar bile ben sizin düşmanlığınızı hak edecek hiçbir şey yapmadım. Aragonlu olmam demek beni tanımadan yargılamanıza sebep oluyor. Oysa ben sizi ilk gördüğümde sizin hakkınızda ne düşündüysem hâlâ aynı şeyi düşünüyorum.” dedi. Alberta, Alexander’ın söylediklerini düşündükçe ne diyeceğini bilemiyordu ve merakla “Peki ne düşünüyorsunuz benim hakkımda?” diye sordu. Alexander, gülümseyerek “Çok güzel gözleriniz olduğunu.” dedi. Alberta hiç beklemediği bu cevap karşısında utandı ve istemsizce yanaklarının kızarmaya başladığını hissetti.

Alberta, Alexander’a gerçekten haksızlık ettiğini fark ediyordu ancak yine de onun can düşmanının prensi olduğunu unutmak istemiyordu. Evet, Alexander’ın ne Aragonlu’ya ne de düşmana benzer bir tarafı vardı. Başka bir şartta tanışsalardı ona karşı çok daha farklı şeyler düşünebilirdi, hatta belki içindeki bu nefretin yerinde başka bir duygu olabilirdi. Alberta bir iki adım geriledi ve sert bir sesle “Ne olursa olsun, barışta imzalansa sizin Aragonlu benim de Gorglu olduğum gerçeğini değiştirmiyor bu. Evet, itiraf edeyim ilk gördüğümde ben de sizin iyi bir insan olduğunuzu düşünmüştüm ancak Aragonlar’ın nasıl olduklarını herkes bilir. Yani sizin de onlar gibi biri olacağınız su götürmez bir gerçek.” dedi.

Alexander ne kadar dil dökerse döksün Alberta yumuşamıyor, inadından vazgeçmiyordu. “Yanılıyorsunuz, beni tanımadan bu kadar ön yargı beslemeniz hiç doğru değil. İzin verin size kendimi tanıtayım ve düşündüğünüz gibi kötü biri olmadığımı göstereyim.” dedi yalvarır gibi bir sesle. Alberta, onun gözlerinin içine baktı, “Gerek yok, hem neden bu kadar benimle konuşmak istiyorsunuz anlamıyorum. Barış antlaşmasını da imzaladınız, ticaret hakkı da elde ettiniz, istediğiniz her şeyi aldınız işte daha fazla rol yapmanıza gerek yok.” dedi sert bir sesle. Alberta, bunları söyledikten sonra kendini kötü hissetti çünkü her şeyin suçlusu olarak Alexander’ı görmesi saçmaydı. Sanki yıllarca süren düşmanlığı o başlatmış, binlerce insanı o öldürmüş gibi bütün Aragon nefretini onun üzerinde toplamış ve onu incitecek sözler söylemişti. Oysa Alexander, ona iyi niyetle kendini açıklamaya çalışıyordu. Hatasını anlamıştı ama inatçı olduğundan özür dilemek istemiyordu.

Alexander, hayal kırıklığıyla Alberta’ya baktı. Onun katı kalbine girmesinin imkânı yoktu ancak Aragonlar’ın geleceği için sanki Alberta’yı kullanıyormuş gibi davranmasına ise tahammül edemezdi. “Ben sadece-“ dedi ve sessizleşti. “Boş verin, size ne söylesem bir önemi yok. Sizin bu duvarlarınızın yıkılma ihtimali bile yok. Ancak ben asla ne barış için ne de ticaret için sizinle konuşmaya çalışmıyorum. Bunu kendime bir hakaret olarak aldım ve size hiç yakıştıramadım. Ben ormanda gördüğüm o güzel kızla sohbet etmek ve aramızdaki bu düşmanlığa son vermek istemiştim. Ancak görüyorum ki siz gerçekten söylenildiği gibisiniz. Kendinizden başka kimsenin duygularını önemsemeyen, sadece kendi doğrularına inanan birisiniz. Abim size kadın olduğunuz için önyargılı yaklaştığında buna tepki gösterdiniz ancak asıl siz herkese önyargılı davranıyorsunuz. Ama madem öyle bundan sonra ben de size düşmanım gibi bakacağım.” dedi sitemkâr bir sesle.

Alberta, Alexander’ın kalbini kırdığını anladı tam Alexander’dan özür dileyecekken kütüphanenin kapısında yüzünde en şeytani gülümsemesiyle Ronald belirdi ve “Alberta, ben de her yerde seni arıyordum.” dedi. Sonra Alexander’ı fark edip “Sizin burada ne işiniz var?” diye imalı bir şekilde sordu. Alexander, Ronald’a ters ters baktı, sonra da Alberta’ya döndü “Hoşça kalın prensesim. Size iyi eğlenceler.” dedi ve dışarı çıktı.

Alexander herkesin Ronald ve Alberta’nın izdivacını düşündüğünü biliyordu bu yüzden de Ronald’ı gördüğünde kendini daha çok küçük düşmüş ve canı yanmış hissetti ancak görünen o ki Alberta da bu evliliğe sıcak bakıyordu. Koridorda yürürken boğazının düğümlendiğini hissetti. Alberta’dan gerçekten hoşlanıyordu ancak onunla bir geleceğinin olmasının imkânsız olduğunu artık kabul etmesi gerekiyordu. Alberta ondan nefret ediyordu ve yakında Ronald’la evlenip mutlu olacaktı. Alexander, bu gerçekleri kendine tekrar edip dursa da kalbindeki kırıklığı bastıramıyordu. Bunların tüm suçlusu olarak kendi ülkesini görüyordu. Eğer Aragonlu olmasaydı Alberta ile bir şansı olabilir, onu sevmesini sağlayabilirdi. Bu yüzden hayatı boyunca her zaman olduğu gibi bir kez daha Aragonlu olmaktan nefret etti. Onu ilk gördüğünde kalbinde yeşermeye başlayan kelebekler vardı oysa Alberta şimdi birer birer o kelebeklerin kanatlarını koparmıştı.

Alexander, bu düşüncelerle abisinin yanına geldi ve birlikte babasını beklediler. Kral Harold, Kral Leonard’la birlikte odadan çıktı ve kapıdaki prenslere selam verdi. Kral Leonard’ın ona söylediği izdivacı tekrar hatırlayınca Alexander’a göz ucuyla bakmadan edemedi ve gözlerindeki ışıltıyı görünce bu gencin gerçekten de iyi bir insan olduğuna emin oldu. Daha sonra Aragonlar arabalarına binip büyük bir konvoy eşliğinde ülkelerine gitmek için yola çıktılar.

Alberta’da Alexander’ın kalbini kırdığını ve ona söylediği kırıcı sözleri hatırladıkça kendini çok kötü hissediyordu. Ancak Ronald karşısına oturmuş ona saçma sapan şeyler anlatıp kendini iyice bu ülkenin varisi gibi görmeye başladığından Alberta ne hissedeceğini bilemiyordu. Sinirle Ronald’a baktı ve onu boğmamak için kendini zor tuttu. Ayrıca Alexander, Ronald’ı gördüğünde Alberta’ya o kadar garip bakmıştı ki Alberta, Alexander’ın Ronald ile aralarında bir şey olduğunu düşünmesini istemiyordu. Ancak onun kalbini öylesine kırmıştı ve tüm sinirini ondan çıkarmıştı ki bir daha onunla konuşmasına ve onun gönlünü almasına imkân yoktu. Ona öyle şefkat dolu bakan birini sonsuza kadar kaybetmişti. Belki gerçekten de Alberta insanları kendinden uzaklaştırıp nefret ettiriyordu.

Akşam yemeğinde kral, karısı ve kızlarıyla Aragonlar’la yapılan barış hakkında konuşuyor ve bu barışın iki ülkenin geleceğinde önemli bir olay olduğunu söylüyordu. Ancak Kral Harold, Alberta’ya baktığında onun ne kadar düşünceli ve üzgün olduğunu görünce yemekten sonra onu çalışma odasına çağırdı. Alberta’nın Aragonlar hakkında sert fikirleri olduğunu ve barışa sıcak bakmadığını bildiğinden kızının ona gönül koyduğunu düşünmüştü. Ancak Alberta bir anda babasına “Baba, ben kendimden başka kimseyi düşünmeyen bencil biri miyim?” diye sorunca Kral Harold ne diyeceğini bilemedi. Sadece “Hayır, kızım. Nereden çıktı bu?” diyebildi.

Alberta, “Düşündüm de Aragonlar’la barış yapılmasında bile ülkenin geleceğini ya da savaşın bitmesini değil kendi kinimi ve nefretimi düşündüm ve bu barışın olmasını istemedim.” dedi uysal bir sesle. Kral kızına baktı ve “Güzel kızım, daha çok gençsin, bazı şeyler tecrübe ile öğrenilir. Sen de büyüdükçe ve yeni insanlar tanıdıkça karakterini değiştirmeyi ya da dönüştürmeyi öğreneceksin. Ben de senin yaşlarında böyle düşünürdüm ancak o kadar çok insan tanıdım ve o kadar olaya şahit oldum ki artık duygularımı bir kenara bırakmayı öğrendim. Bir gün sen de öğreneceksin.” dedi.

Alberta, babasının şefkat dolu gözlerine baktı ve yanına gidip küçük bir çocuk gibi babasına sıkıca sarıldı. “Hak ettiğini düşündüğüm bir insanın kalbini kırdım ve ona kötü sözler söyledim. Oysa şimdi kendimi çok üzgün hissediyorum. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim baba.” dedi.

Kral kızının saçlarını okşadı ve “Bu kişi çok değer verdiğin birisi olmalı çünkü onu incittiğin için pişmanlık duyuyorsun. Ve kalbin ilk defa hissettiği bu duyguyla başa çıkmayı bilmiyor. Bana sorarsan kalbini kırdığın kişiden özür dilemeli ve onun gönlünü almalısın.” dedi. Alberta babasına baktı “Affedeceğini sanmıyorum, bir daha beni görmek bile istemeyecektir. Hem ben daha önce kimseden özür dilemedim baba. Kendimi güçsüz gibi hissederim.” dedi ağlamaklı bir sesle.

Kral kızının göz pınarlarındaki yaşları sildi ve “Hayır, kızım. Özür dilemek güçsüzlük değildir, hatanı kabul etmek ve telafi etmeye çalışmak en büyük erdemdir. Senin gibi asil bir kıza da bu yakışır. O zaman kalbini böyle kırık hissetmeyeceksin. Güven bana.” dedi. Alberta babasının söylediklerini düşündü ve babasının güven veren kokusunu içine çekip ona daha da sıkı sarıldı, “Baba, hayatım boyunca hep yanımda olacaksın, beni hiç yalnız bırakmayacaksın değil mi?” diye sordu. Kral gülümseyerek kızının saçlarını okşayıp bir öpücük kondurdu.

 

-BÖLÜM SONU-

Yorumlarınızı bekliyorum...

 

Loading...
0%