Yeni Üyelik
16.
Bölüm
@withmeral

16

Gorg Krallığının üzerinde yağmur bulutları dolanıyordu, sanki gökyüzü de krallığın içine düştüğü bu karamsar havayı hissetmişti ve gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Krallık yağmur sularıyla adeta tüm dertlerinden ve sıkıntılarından arınıyordu. Doğa ana her zaman insanı kucaklamayı ve onunla aynı derdi paylaşmayı iyi biliyordu. Ancak insanlar hiçbir zaman hayatın gerçekliğini fark edemiyor ve onları çevreleyen bu gök kubbenin altında yaşarken hayatın onlara ne vereceğini ya da onlardan ne alacağını bilemiyordu.

Ne Richard, Clifford’dan kral olma hayaliyle yola çıktığında hayatının en büyük hatasını yaptığını ne de Diana baloda gördüğü genç adamın ona hayatının en büyük dersini vereceğini tahmin edemezdi. Tüm bunlardan habersiz olan Artemis’te, Richard’ın tüm foyasını ortaya çıkardığında ne Kral Harold’ın kalp krizi geçirip fenalaşacağını ne de Diana’nın hayata küseceğini bilemezdi. İnsan acıları yaşamadan olgunlaşamazdı bu yüzden mutluluğa ulaşmak için bu acıyı yaşamaları gerekiyordu.

Kral Harold, Richard hakkında duyduklarından ve kızının yaralı bir kuş gibi çırpınmalarını seyrettikten sonra aniden kendini yerde buldu. Bir baba için kızının mutluluğu her şeyden önemliyken Kral Harold Diana’nın nasıl paramparça olduğunu seyretmek zorunda kalmıştı. Hasta yatağında yatarken bunları düşünüyordu. Olayın üzerinden birkaç gün geçmesine rağmen kralın gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar süzüldüğünü görenler hâlâ kendini suçladığını anlıyordu. Neyse ki, durumu o kadar kötü değildi ve gittikçe daha da iyi oluyordu. Ancak ne yemek yemek ne konuşmak ne de ayağa kalkmak istiyordu. Aynaya her baktığında Diana’nın yüzünü hatırlıyor ve aynayı paramparça etmek istiyordu. Bunun yanında Artemis onları defalarca kez uyarmasına rağmen bu sahtekâr adamı nasıl Diana’nın yanına yaklaşmasına müsaade ettiğini ve tüm bu olanları nasıl önceden göremediğini hatırladıkça da kendinden nefret ediyordu. Gözünü her kapattığında Diana’nın Richard’a “Ben sana ne yaptım?” diye çırpınışları geliyor ve biricik kızını bu çaresiz halde gördüğü için asla kendini affedemiyordu. Evet, Richard suçluydu ancak bir adamın bütün aileyi kandırması, herkesi yalanlarına inandırması ve sofralarına oturup yemeklerinden yemesine bir baba olarak izin vermemesi gerekiyordu.

Kral, gözünü açtığı ilk dakika yanına Brendon’ı çağırmış ve ona bu dünyada Richard’ın toz zerresinin bile kalmamasını istediğini söylemişti. Artemis onunla Simon’un canını bağışlamasını istediğinde bunu kabul etmişti ancak onunda kızının kandırılmasında parmağı olduğundan bir daha karşısına çıkmamasını tembih etmişti. Bu yaşına kadar krallığı her zaman adaletiyle ve merhametiyle yönetmiş, kimseye asla bir haksızlık yapmamıştı. Yeri geldiğinde kızlarına bile ceza vermiş ve onlara asla imtiyaz sağlamamıştı. Ancak Richard’a olan öfkesi bir kralın değil bir babanın öfkesiydi. O yüzden de Brendon’a bir kral olarak değil bir baba olarak Richard’ın acı çekmesini istediğini söylemişti. Brendon’da onun isteğini yerine getirmiş ve Richard’ın acılarından ağlayacak kadar kırbaçlanmasını emretmişti. Ancak Kral Harold, kendini daha iyi hissettiğinde Richard gibi iğrenç bir insanın ne acıdan ne de cezadan anlamayacağını bildiğinden onu hayatı boyunca pişman edip yalvarmasını istemişti.

Bunun içinde Aragon Kralı Leonard’a mektup yazmış ve Richard’ı doğal taş yataklarında çalışması için köle olarak vermişti. Zaten merhametten ve iyilikten anlamayan Aragonlar’ın yanında acılar eşliğinde saatlerce kazma vurmak Richard’a hayatı boyunca ceza olacaktı. Çünkü onun gibi saf kötülükten beslenen insanlara merhamet göstermek delilikti. Hayatı boyunca insanlara yalanlar anlatıp kendini acındırarak yaşamış ve hep kolay yoldan servet kazanmayı başarmış bir insana en büyük ceza kendisinden bile merhametsiz insanların elinde saatlerce çalışıp hayatını sorgulamasına sebep olmaktı. Bu sayede Richard, her gün Aragonlar’ın kırbaçları ve merhametsiz yüzleriyle karşılaşıyor ve kendisi gibi üstün yaratılan bir insanın nasıl böyle ayaklar altına alındığına inanamıyordu. Herkesi avucunun içine aldığına emin olmuşken şimdi canını bile başkalarının eline teslim ettiğine inanmakta da zorluk çekiyordu. Ancak kötüler her zaman kaybetmeye mahkûmdu Richard’da bunu zor da olsa öğrenmiş oldu.

Richard, daha dün Kral Harold’ın koltuğunda oturup şarabını yudumlarken şimdi bu güneşin altında taşları kırdığına ve bir köle gibi çalıştığına inanamıyordu. Richard’a göre etrafındaki diğer suçlular gibi değildi o, herkesten farklı ve üstündü. Kırbaçlanmaya bile razıydı ancak bu kadar ayaklar altına alınmak onun sahtekârlık gururuna ağır geliyordu. Nasıl daha iyi planlar kuramadığını ve nerede hata ettiğini düşünüyordu. O küçük yılanın nasıl onun gibi bir dolandırıcının tüm oyunun bozduğuna ise inanmak istemiyordu. Ellerindeki kayaların tozuna baktığında tüm hayallerinin şimdi bu toz gibi un ufak olduğunu düşündü. Richard’ın gözlerine bakanlar onun Diana’yı kandırdığı ve üzdüğü için pişman olduğunu düşünseler de o sadece daha iyi planlar yapamadığı için pişmandı. Artemis’i bu kadar hafife aldığı, Simon’u ortadan kaldırmadığı ve hata üstüne hata yaptığı için pişmandı.

Ona göre Diana ve krallık bunu zaten hak etmişti oysa kendisi bu kölelerin arasında olmayı hak etmemişti. Onun hakkı kral olmak ve tüm o ihtişama sahip olmaktı. Böyle üstün meziyetlerle yaratılmak onun suçu değildi ki. İnsanları etkileyen bir yanı vardı, onlarda buna kanmasaydı, bunda onun suçu neydi? Her şey o yılanın suçuydu, ondan hiç kimseden etmediği kadar nefret ediyordu. Kralı bile alt etmeyi başarmıştı, amcası bunu duysa onunla gurur duyacaktı oysa şimdi bir hayvandan bile farkı yoktu. Artemis, Richard’ın köle olarak Aragonlar’a gideceğini öğrendiğinde onun bineceği at arabasını durdurmuş ve yüzüne tükürmüştü sonra da, hançeriyle yüzünde bir kesik yapmış ve “Hayatın boyunca unutamayacağın bir iz bırakıyorum sana. Biz senin tüm pisliklerini unutup hayatımıza mutlu bir şekilde devam edeceğiz. Ama sen yüzüne her baktığında bizi hatırlayacaksın.” demişti. Richard, şimdi güneşin altında yüzündeki yaraya dokunduğunda sızladığını hissetti.

Tüm bu olanlardan Richard’dan daha çok pişman olan Kraliçe Fiona’ydı. Hem Alberta’yı hem de Diana’yı böyle kötü adamların eline teslim ettiği için kendini asla affetmemeye yemin etmişti. Tüm bu olanlarda Ronald ve Richard kadar kendini de suçlu görüyordu. Aslında onun tek istediği kızlarının kendisi gibi mutlu ve huzurlu bir evlilik yapmasıydı. Bunun içinde damadı olmasını umduğu iki genci de gördüğünde kızlarına layık olduklarını ve onları çok mutlu edeceğini düşünmüştü. Ancak kimse bunların olacağını tahmin edemezdi. Fiona’da, günlerce Kral Harold’ın başucunda hıçkırarak ağlamış ve onu görenler kocası için ağladığını düşünse de Fiona aslında kızlarına iyi bir anne olamadığına ve onları bu hayattaki tüm kötülüklerden koruyamadığına ağlıyordu. Sadece Alberta ve Diana’yı değil Artemis’i de çok üzmüştü. Onu sorun çıkarmakla, onların huzurunu bozmakla ve çocuk gibi olmakla suçlamış ve Richard hakkında anlattığı hiçbir şeye inanamayarak kendi kızını o sahtekâr karşısında yalancı yapmıştı. Artemis, günlerce ona dil döküp anlatmaya çalışsa da Fiona onun çocukken yaptığı gibi yaramazlık yaptığını düşünmüştü. Bu yüzden de onu defalarca kez kırmış ve ona kendini kötü hissettirmişti.

Artemis, o günden sonra annesiyle birkaç gün konuşmamıştı ancak Fiona kızının ayaklarına kapanıp af dilemişti. Artemis, ise hıçkırarak ağlayarak annesine çocukluğundan beri hep kendini kardeşlerinden daha az sevdiğini ve hep onu istemediğini düşündüğünü söylemişti. Fiona ise bunu duyunca kızına yıllardır böyle hissettirdiği için perişan oldu. Oysa Artemis onun gözbebeğiydi, ablaları her zaman kendi başının çaresine bakmayı bildiğinden Fiona hep Artemis için endişelenirdi ve onun bu hayatta yalnız kalmasından korkardı. Çünkü erkek gibi giyindiği ve diğer kızların sevdiği şeylerle ilgilenmediğinden hep arkadaşsız kalacağını ve insanların onu sürekli eleştireceğini bildiğinden kızının bunları yaşamasını istememişti. Bu yüzden de ona hep karşı çıkmıştı ama bunu yaparken ondan utandığı ya da onu sevmediği için değil bilakis onu önceden ön gördüğü tehlikelerden ve bakışlardan korumak istediği içindi. Anne kız birbirlerine yıllardır düşündükleri ama asla itiraf edemedikleri gerçekleri anlatıp birbirlerine sarılıp saatlerce ağlamışlardı. Fiona, Artemis’i çok sevdiğini, her zaman babasına benzeyen bu güçlü yapısı nedeniyle onunla gurur duyduğunu ve ne olursa olsun, ne giyerse giysin bundan sonra sadece ona destek olacağına ve bir daha asla onun sözüne inanmamazlık etmeyeceğine yemin etti.

Sadece Fiona değil, Kral Harold, Alberta, Emilia ve Diana’da Artemis’e inanmadıkları ve onu yalancılıkla suçladıkları için özür dilemiş ve bu sahtekâr adamdan onları kurtardığı için ona yürekten teşekkür etmişlerdi. Ancak Artemis, kendini Diana’ya karşı hâlâ mahcup hissediyordu. Evet, Richard’ın foyasını ortaya çıkarıp onun gerçek yüzünü herkese göstermiş ve tüm aileyi bu pislikten kurtarmıştı fakat Diana’nın bu perişan halini görünce kendini suçlamadan edemiyordu. Keşke daha önce Diana ona bu kadar bağlanmadan tüm bunları öğrenseydi o zaman Diana belki daha az acı çekerdi. Defalarca kez ona anlatmaya çalışmış olmasına rağmen Artemis yine de yaptıklarını yeterli görmüyor ve kendini suçlamaktan vazgeçemiyordu. Olaydan sonra odasından dışarı çıkmayan Diana’nın yanına gitmişti. Ancak Diana kimse ile konuşmak ve görüşmek istemiyordu. Artemis zorla da olsa onun yanına geldi ve ağlamaktan gözleri kızarmış Diana’ya kocaman sarıldı.

Artemis için Diana diğer kardeşlerinden daha farklıydı çünkü Alberta ve Emilia her zaman onun kardeşi olmuştu ancak Diana ona sadece kardeş değil aynı zamanda annelikte yapmıştı. Artemis, annesinin onu hep sevmediğini düşündüğünden Diana’yı kendi annesi gibi görmüştü. Çocukken Diana onun yemek yemesine yardım eder, saçlarını tarardı ve korktuğu zaman da yanında uyumasına izin verirdi. Bununla kalmayıp yaptığı her şeyde onu destekler ve ona hiç kızmazdı. Diana da aynı şekilde Artemis’i kardeşi gibi değil kendi kızı gibi görürdü. Kendi uysal tabiatı karşısında Artemis’in bu hırçın tabiatını çok sever ve kendi eksikliğinin onda tamamlandığını düşünürdü. Ancak Richard yüzünden birbirini çok seven bu iki kardeşin arasına soğukluk girmişti. Artemis, Diana ona inanmadığı için kırılmış Diana’da Artemis’in sevdiği adama tepki göstermesine üzülmüştü. Oysa şimdi o pislik yoktu ve iki kardeş ağlamaklı gözlerle birbirine bakarken birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini düşünüyorlardı. İkisi de birbirini affetmişti çünkü artık ikisi de bundan sonra aralarına asla başka kimseyi sokmayacağına söz vermişti.

Diana, Artemis’in göğsüne başını koydu ve “Keşke ben de sizin kadar güçlü olsaydım, bu kadar aptal olmasaydım. O zaman tüm bunlar yaşanmazdı ve benim yüzümden ailem bu hale gelmezdi. Benim yüzümden babama, anneme, size ve herkese o pisliğin lekesi bulaştı. Bunların hepsi benim suçum. Keşke hiç doğmasaydım.” diyerek hıçkırarak ağlamaya başladı.

Artemis ona ne kadar dil dökse de Diana tüm bu olanların suçlusu olarak kendini görüyordu. Eğer bu kadar saf ve salak olmasaydı Richard’ın yalanlarına inanmaz ve onu kandırmasına izin vermezdi. Herkesin içinde iyilik aramak ve insanlara koşulsuz şartsız güvenip tüm kalbini onların eline vermek hayatının hatasıydı. Şimdi onun yüzünden babası kalp krizi geçirmiş, ailesi perişan olmuş ve krallığın her yeri bu pisliğin iziyle dolmuştu. Diana, her nereye baksa o iğrenç adamın yüzünü görüyor ve iğrenç sesini duyuyormuş gibi hissediyordu. Önceden ona şefkatli gelen gülümsemesinin nasıl kurnazca olduğunu daha şimdi yeni fark ediyordu. Hava almak için bahçeye çıktığında söğüt ağacını gördüğünde midesinin bulandığını hissediyordu, ona sakinlik ve huzur veren bu ağacın artık ona en kötü anılarını hatırlattığını kendisinden başka kimse bilmiyordu.

Saraydaki herkes Diana için üzülüyor ve kendini suçlu hissediyordu. Kraliçe Fiona, baloda Richard’la dans etmesini istediği için o pisliği kızının yanına ilk onun yaklaştırdığını düşündüğünden kızına karşı kendini oldukça mahcup hissediyordu. Ancak o pisliğin her adımının planlanmış olduğunu kimse tahmin edemezdi. Diana, annesiyle konuştuğunda ona üzülmemesini ve bunların bir suçlusu varsa o da kendi olduğunu söylemişti. Fiona, her ne kadar kızını teselli etmeye çalışsa da Diana artık onların bildiği sevecen Diana değildi. Gözlerindeki ışıltı sönmüş adeta yüzü karanlığa gömülmüştü. Kalbinde asla kötülük nedir bilmeyen Diana’nın şimdi kalbinin her yeri öfke ve kinle doluydu. Hayatında ilk defa hissettiği bu duygular onun bütün ışığını söndürmüş ve kurumuş bir çiçek gibi boynunu bükmüştü.

Onun bu halini gören Alberta’da Alexander’la konuşup izdivacı ertelemişti. Çünkü kardeşinin kurduğu güzel hayalleri onun yerine yaşamak istemiyordu. O odasında boş gözlerle duvarı seyrederken evlilik hazırlıklarını konuşmak ona kendini kötü hissettiriyordu. Diana, bunu anladığında Alberta’ya böyle yapmamasını ve mutluluğunun onu da mutlu edeceğini söylese de Alberta bunun daha doğru olduğunu biliyordu. Diana’nın nişan için nasıl hazırlık yaptığını ve kurduğu hayallere nasıl tutunduğunu gözleriyle görmüştü. Zaten bu yüzden o adamdan hiç haz etmese de Diana’nın mutluluğu için o adama ses çıkaramamıştı. Diana’nın sevdiği insanla mutlu olmasını çok istemişti oysa kimse onun kalbinin böylesine paramparça olacağını tahmin edemezdi.

Tüm bu olanlardan daha fazla etkilenen biri varsa o da Emilia’dan başkası değildi. Normalde her olayda kendini düşünen birisi olduğunu bilenler onun Diana için nasıl gözyaşı döktüğünü görünce oldukça şaşırmışlardı. Oysa Emilia, Diana’nın böylesine kırıldığını ve aşkın ona nasıl acı verdiğini gördükçe her şeyden nefret etti. Birine âşık olmak ve kalbini başka birine teslim etmek istemiyordu. Diana’nın nasıl hıçkırarak ağladığı hâlâ kulaklarından gitmiyordu.

Saray çalışanları da Diana’yı çok sevdiklerinden onun böyle yıpranmasına dayanamıyorlardı. Bayan Daphe ise kimseye belli etmeden odasında gizli gizli ağlıyordu. Kendisi hiç evlenmemiş ve hiç çocuk sahibi olmamıştı. Bu yüzden hem Fiona’yı hem de prensesleri kendi kızı gibi görmüştü. Diana ise onun kızlar arasında gözbebeğiydi. Onun bu kadar yıkıldığını ve perişan olduğunu görünce bir anne gibi kalbinin acıdığını hissediyordu.

Diana, odasından dışarı çıktığında herkesin ona baktığını, onun hakkında konuştuğunu ve ona acıdığını düşünmüştü. Bu süre zarfında Kral Harold hasta yatağında birçok kez Diana’yı yanına çağırtmıştı ancak Diana babasının yüzüne bakamadığı için utancından gidememişti. Kral hasta yatağından kalkıp kızının yanına gelmişti ve onu bahçede dolaşmaya çıkarmıştı. Sonra da konuşmak için söğüt ağacının altına oturtmuştu. Diana, buraya otururken kendini iyice suçlu hissediyor ve babasının yüzüne bakamıyordu. Her şeyin suçlusu olarak kendini görüyordu. Burada aylar önce oturup o pis adamın gözlerinin içine baktığında birçok hayaller kurmuştu oysa şimdi o hayaller karanlığa gömülmüştü.

Babası kızının kendi yüzüne bakamadığını görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İkisi de birbirine bakamıyor, tüm bu olanlardan kendilerini suçluyordu. Diana, babasını küçük bir çocuk gibi ağladığını görünce gözyaşlarına hâkim olamadı ve babasına sarıldı “Baba, lütfen ağlama. Senin bir suçun yok, tüm bu olanlar benim suçum. Sana layık bir evlat olamadığım için senden çok özür dilerim. Senin gibi güçlü olamadım, herkesi perişan ettim.” dedi.

Kral Harold, kızının ay parçası gibi güzel yüzünü avuçları arasına aldı “Diana’m, canım kızım. Sakın, sakın kendini suçlama! Bu olanlarda en masum sensin. Seni koruması gereken bendim. Ben senin saçının teline bile dokunmaya kıyamazken kalbinin paramparça olmasını engelleyemedim. Bunların hepsi benim hatam. Asıl ben senden özür dilerim. Bağışla beni.” dedi ve sanki kızı ellerinden kayıp gidecekmiş gibi onu sıkıca tuttu.

Diana, babasının perişan olmuş gözlerine ve hasta yüzüne baktı. Sanki o heybetli adam gitmiş yerine küçük bir çocuk gelmişti. “Hayır baba, bir suçlusu varsa o da benim. Ben kardeşlerim kadar güçlü değilim. Bu kadar zayıf olmasaydım bunların hiçbiri olmayacaktı.” dedi. Sonra da, babasının ellerine tuttu, “Çok utanıyorum baba, senin, annemin, kardeşlerimin yüzüne bakamıyorum. Kendi yüzüme bile bakamıyorum. Kendimden bile iğreniyorum artık. Sanki yüzümde, ellerimde, saçlarımda, her yerde onun bakışları var, onun izleri var. Nereye gidersem gideyim o iğrenç yüzünü görüyorum.” dedi.

Kral Harold, kızının gözyaşlarını sildi ve kararlı bir sesle “Asıl ben utanıyorum kızım, senin yüzüne bakamıyorum. Seni koruyamadığım için kendimi asla affetmeyeceğim.” dedi sonra da kızının saçlarını okşayıp “Sakın o pislik için kendinden nefret etme. Sen bu dünyaya ait olamayacak kadar temizsin. Onun pisliği sana bulaşamaz, sen bir nehirden, bir gökyüzünden bile daha berraksın.” dedi. Diana, ağlayarak babasına sarıldı sonra da küçük bir kız çocuğu gibi “Ben bunları hak ettim mi baba? Neden bunlar başıma geldi? Ben ona ne yaptım?” dedi uysal bir şekilde. Kral Harold, Diana’nın güzel gözlerine uzun uzun baktı, “Sen bunların hiçbirini hak etmedin, güzel kızım. Onun gibi insanlarda merhamet ve sevgi yoktur. Onlar kalpsizdir. Oysa senin pırlanta gibi bir kalbin var.” dedi.

Diana, masumca “Peki nasıl unutacağım bu olanları, nasıl bakacağım insanların yüzüne? Bir daha nasıl bir insana inanacağım baba? Bir daha nasıl seveceğim?” diye sordu. Kral Harold, gözyaşlarını sildi ve kararlı bir şekilde kızına baktı, “Seveceksin kızım. Karşına başka insanlar çıkacak, sana yeniden sevmeyi ve sevilmeyi öğretecek. Bu yaşadıkların hayat tecrübesi olarak kalacak. Unutacaksın tüm bu olanları, hayatına kaldığı yerden devam edeceksin. Yıllar sonra tüm bu olanları hatırladığında gülüp geçeceksin, inan bana.” dedi.

Diana, babasının söylediklerini düşündü sonra da, “Korkuyorum baba. Hayatım boyunca bir daha asla kimseye güvenememekten ve hep yalnız kalmaktan korkuyorum.” dedi. Kral kızına sarıldı ve saçlarını okşadı, “Yalnız kalmayacaksın kızım. Ailen hep senin yanında olacak. Biz her zaman seni çok seveceğiz. Sen benim güneşimsin, ayımsın. Seni böyle üzgün görmeye dayanamıyorum. Geçecek, her şey geçecek. Söz veriyorum sana, kalbinin yaraları geçecek. Sadece biraz zamana ihtiyacın var.” dedi.

Diana, babasına baktı ve bir sırrını açıklarmış gibi utanarak “Biliyor musun? İlk bu söğüt ağacının altında sevdiğini söylemişti bana, burada izdivaç teklifi etmişti. Bu ağacı her gördüğümde yüzümde mutluluk olurdu oysa şimdi midem bulanıyor baba. Nereye baksam onu göreceğim.” dedi. Sonra da babasının gözlerinin içine baktı ve “Burada kalmak istemiyorum baba. Başka bir yere gitmek istiyorum. İyileşene ve unutana kadar. Kimsenin acıma dolu bakışlarını görmek istemiyorum.” dedi.

Kral Harold, kızının bu isteğini düşündü, ondan ayrılmayı istemiyordu ancak sarayda kaldığı müddetçe unutması ve iyileşmesi zor olacaktı. “Tamam, sen nasıl istersen, güzel kızım. Çocukken çok sevdiğin Vernon Şatosu’na gitmek ister misin? Orada ormanın içinde kendini daha iyi hissedersin.” dedi. Diana, orayı hatırladığında kendini şimdiden iyi hissetti, her şeyi unutabilmesi ve yeniden başlayabilmesi için buna ihtiyacı vardı. “Evet, orası bana çok iyi gelecek.” dedi, sonra da “Teşekkür ederim baba. Seni çok seviyorum.” dedi. Kral Harold da kızına sımsıkı sarıldı ve “Ben de seni çok seviyorum canım kızım.” dedi.

Diana, babasıyla söğüt ağacının altında dertleştikten sonra kendini çok daha iyi hissetmişti. Diana, Richard’ı gerçekten sevmişti, onu gördüğünde ne onun fiziksel özellikleriyle ne de zenginliğiyle ilgilenmişti. Sadece ona karşı yüreğinde bir sevgi duyduğunu fark etmişti. Richard, onun için yaşadığı ilk aşk tecrübesi ve hayatının en büyük pişmanlığı olmuştu. Oysa baloda Richard’ı ilk gördüğünde daha sonrasında onu böylesine paramparça edeceğine nereden bilebilirdi. Diana, kendini yaralı bir kuş gibi hissediyordu ancak onu iyileştirecek şeyin ne olacağını bilemiyordu. Nefes alamıyordu ve kalbi paramparça olmuştu. Küçük düşmüş, aşağılanmış ve kandırılmıştı. Richard’ın ona söylediği onca aşk sözün nasıl sahte olduğunu, çevirdiği onca numaraya nasıl inandığını düşündükçe boğulacak gibi oluyor ve tüm bunlara inandığı için kendinden nefret ediyordu.

Bir daha kimseye güvenemeyecek ve hayatına giren herkesin onu kandırdığını düşünecekti. Bir daha asla birini sevemeyecek ve birinin de onu sevdiğine inanmayacaktı. Richard ona hayatı boyunca unutamayacağı bir ders bırakmıştı. Kalbinde yaşadığı bu kırıklık ve kalbindeki bu siyahlık hayatı boyunca onunla yaşayacaktı. Umudu kırılmıştı. Richard’a karşı ne hissetmesi gerektiğini bilmiyordu. Ondan nefret ediyordu, kızıyordu, öfkeliydi ama bir yandan da yüreğine ağır gelen bu duygularla başa çıkamıyordu. Brendon’ın ona işkence yaptıracağını öğrendiğinde içinde ne hissedeceğini bilemedi. Onun için üzülmedi ancak içinin de soğuduğunu düşünmedi. Onun öldüğünü ya da acı çektiğini düşünmek kalbindeki acıyı dindirmiyordu. Ondan nefret ediyordu ancak o pisliğin nefretini bile hak etmediğini düşünüyordu.

Ona göre bunların tüm suçlusu Richard değildi. Richard kadar kendini de suçlu görüyordu. Richard gibi kötü insanlar her yerde vardı ancak bu kadar saf olup onlara inanmakta hataydı. Kimse onun kadar aptal değildi, zaten Richard bile planını buna göre hazırlamıştı. Demek ki herkes onun ne kadar kandırılmaya müsait olduğunu biliyor ve buna göre planlar kuruyordu. Diana “Acaba bundan önce benden yardım isteyen ya da bana sevdiğini söyleyen kaç insan daha beni kandırdı?” diye düşündü. Etrafındaki herkes yalancı mıydı, herkes onu aptal olarak görüp onunla alay mı ediyordu? Başı sıkışan ya da derdi olan kişiler her zaman ondan yardım istiyordu, Diana’da onlara sevecenlikle yardım ediyordu oysa o gittikten sonra acaba arkasından “Nasıl kandırdık ama onu, Bu kızda ne kadar aptal, Söylediğimiz yalanlara nasıl da hemen inanıyor?” diye mi söylüyorlardı. Kim gerçekti kim sahte? Bunu nasıl öğrenecekti artık? Artemis, Richard’ı ilk gördüğünde kendisinin görmediği neyi görmüştü? Onun sahtekâr olduğunu nasıl anlamıştı da Diana bunca zaman onun gözlerinin içine bakıp bunu görememişti?

Hayatı boyunca iyi kalpli ve merhametli olmuştu. Asla kimsenin kötülüğünü istememişti ona atılan taşlara karşılık gülle gitmişti ama artık bundan sonra böyle olmayacaktı. Artık onu aptal yerine koymalarına müsaade etmeyecek, hayata bu kadar tozpembe bakmayacak, insanların içinde iyilik aramayacaktı ve bir daha da ailesinden başka kimseye güvenmeyecekti.

Vernon Şatosu’na bir an önce gitmek, saraydaki bakışlardan ve Richard’ın sarayın her yerinde dolaşan hayali gölgesinden kurtulmayı çok istiyordu. Bu yüzden kardeşleri ve annesi her ne kadar üzülse de hepsi Diana için bunun ne kadar önemli olduğunu anlayınca kabul etmek zorunda kaldılar. Hazırlıklar yapıldı, onunla gelecek hizmetçiler ve muhafızlarda hazırdı. Kraliçe Fiona, Bayan Daphe’dan onun yanında gitmesini rica etmişti ve o da seve seve kabul etmişti. Herkesin gözü yaşlıydı ancak Diana’nın gözlerinde hiç görmedikleri bir kararlılık gördüklerinden ses edemiyorlardı.

Emilia, “Eğer beni özlersen mektup yaz, hemen gelirim. Sıkılırsın bensiz orada.” deyince Diana kardeşine gülümsedi. Alberta, Diana’ya “Bir şeye ihtiyacın olduğunda bize yazmayı unutma. Sana verdiğim kitapları da oku mutlaka. Geldiğinde soracağım hepsini sana.” dedi. Artemis ise Diana’ya baktı ve “Eğer güzel ormanlar varsa söyle Valeria’yla gelirim. Buranın otları güzel değil.” dedi. Kardeşleri onun gitmesini istemiyor ve bu ayrılığın uzun olmasından korkuyorlardı. Kraliçe Fiona’da kızına sıkıca sarıldı ve “Diana, güzel kızım. Seni bekleyeceğiz, ne zaman kendini iyi hissedersen, her zaman burada bir ailen olduğunu unutma.” dedi. Kral Harold ise Diana’ya içtenlikle baktı ve ona “Hoşça kal kızım, seni çok seviyoruz bunu sakın unutma.” dedi. Diana, ailesinin endişeli gözlerine tek tek baktı ve gülümseyerek “Hoşça kalın.” dedi sonra da arabaya atladı ve Vernon Şatosu’na doğru yola çıktı.

Şato, krallığın kuzeyinde gür ormanların içinde kalıyordu. Çocukken buraya çok sık gelirlerdi ve Diana burayı çok severdi. At arabası şatonun önünde durduğunda Diana gözlerini kapatıp temiz havayı içine çekti, buranın şimdiden bile ona iyi geldiğini hissetmişti. Rüzgâr, ona “Hoş geldin.” der gibi saçlarını okşamış, kuşlarda ona şarkılar söylemeye başlamıştı. Diana, adeta evine dönmüş gibi karşılandığını düşündü. Hemen şatoya yerleşildi, Bayan Daphe kısa sürede burayı da çekip çevirdi. Hizmetçiler ve muhafızlarda ellerinden geleni yapıp Diana’yı mutlu etmeye uğraşıyorlardı. Bayan Daphe, Diana’yı iyi hissettirmek için çocukken çok sevdiği elmalı turtayı yapmaya başladı. Hizmetçiler onun yıllar sonra ilk defa mutfağa girdiğini ve yemek yaptığını görünce şaşırmadan edememişlerdi ancak Daphe onlara “Bu turtayı benden başka kimse güzel yapamaz.” demişti. Oysa o da Diana’nın bir an önce iyileşmesini ve eski mutluluğuna kavuşmasını istiyordu.

Diana, şatoya geldiğinden beri burada kendini saraydan çok daha iyi hissediyordu. Sarayda her şey üstüne üstüne geliyor ve baktığı her şey o iğrenç adamı hatırlatıyordu. Bunun yanında ailesinin yüzüne her baktığında da kendi hatalarını görüyor ve onları ne kadar üzdüğünü düşünüyordu. Saraydaki herkes sanki ona alayla bakıyor ve onun zayıflığını yüzüne vuruyor gibiydi. Oysa buraya geldiği ilk andan beri tazelendiğini ve yenilendiğini hissetmişti. Buranın çok farklı bir havası vardı, sanki zaman hiç akmıyormuş öylece duruyormuş gibiydi. Doğa o kadar hayat dolu ve canlıydı ki insan ona baktıkça her şeyi unutuyordu. Odasında otururken pencereden dışarıyı seyrediyordu. Önünde uçsuz bucaksız ormanlar ve çiçek tarlaları görüyordu hatta buradan bakıldığında köylerin dumanları bile fark ediliyordu.

Diana, Alberta’nın ona verdiği kitaplara baktı, kafasını biraz dağıtmak istiyordu. Kitapların arasından “Kelebeğin Gözyaşları’” isimli şiir kitabını aldı. Kitabı açtığında içinde bir kâğıt olduğunu fark etti ve usulca kâğıdı açtığında Alberta’nın güzel el yazısıyla ona yazdığı bir notu buldu ve gülümsedi.

“Diana, umarım okumaya ilk bu kitaptan başlarsın. Bu şiir kitabı benim en sevdiğim şaire ait. Ne zaman okusam içime huzur dolar. Sen de okuduğunda iyi hissedeceğine eminim. Ancak senden bir şey istiyorum, gözlerini kapat ve derin bir nefes al, sonra da kitaptan rastgele bir sayfayı aç, karşına çıkan şiiri oku. Eminim aradığın şeyler o şiirde olacak. Seni çok seviyorum. En yakın zamanda geleceğim yanına. Güzel gözlerinden öpüyorum.” -Alberta.

Diana usulca gülümsedi ve denemekten ne çıkar ki diye düşündü. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve içinden “Her şeyi unutmak ve hayatıma yeniden başlamak istiyorum.” diye geçirdi sonrada kitapta rastgele bir sayfa açtı. Karşısına çıkan şiir şöyleydi,

“Gözlerini açtığında,

hayatı göreceksin.

Yeniden yeşermeye

ve çiçeklenmeye başlayacaksın.

Zamanı ellerinin arasına al

ve sadece doğayı hisset.

Aramakta bulmak,

Kaybetmekte kazanmak vardır.

Yeniden başladığında

sen de kendini bulacaksın.”

Diana, şiir okuduğunda yüzünde sıcacık bir gülümseme belirdi, elleri şiirin son dizesine dokundu, “sen de kendini bulacaksın.” Şimdi kendini çok daha iyi hissediyordu.

 

17

Havalar iyice ısınmaya başlamıştı ve güneş tüm güzelliğiyle sarayın üzerinde parıldıyordu. Alberta penceresinden gökyüzüne baktığında güneşin içini ısıttığını hissetti.

Yatağına oturup düşüncelere dalmıştı, yakında Alexander’la evlenecekti. Diana üzgün olduğu için izdivacı ertelemek istiyordu bu yüzden de Alexander’a bir mektup yazmıştı. Alberta, her ne kadar Diana’yı düşünse de bir yandan da bu izdivacı gerçekten isteyip istemediğini sorguluyordu. Herkesin huzurunda Alexander’a bir söz vermişti ve bu sözü yerine getirmesi gerekiyordu. Yatağa sırt üstü uzandı, Ronald ve Otis’in babası hastalandığında nasıl hain planlar kurduklarını gördüğünde o anda Alexander ona kurtarıcısı gibi gelmişti. Bu sayede gerçekten de Ronald’la evlenmekten ve Otis’ten de kurtulmuştu. O anda verdiği karar ona en doğru kararmış gibi gelse de zaman geçtikçe kararının doğruluğunu sorguluyordu. Alexander’ın iyi bir insan olduğu her halinden belliydi oldukça da saygılı bir gençti hatta kadınların yönetimde olmasıyla ilgili Alberta ile de aynı fikirdeydi. Fakat yine de tüm kaderini bir erkeğin eline teslim etmek Alberta’ya göre bir şey değildi.

Günlerdir sürekli bunları düşünüyordu, eğer başka bir seçeneği olsaydı yine Alexander’ı seçer miydi? Ya da Alexander gerçekten iyi biri miydi? Yatakta doğruldu ve derin bir nefes verdi. Başucundaki kitaplarından birini eline aldı ve biraz kafasını dağıtmak istedi, sayfaları karıştırdı ancak zihni düşüncelere dalgın olduğundan okuduğunu anlamıyordu. Alberta’nın en büyük hayali tahta oturmaktı ve bir kral gibi ülkeyi yönetmekti. Oysa şimdi evliliğe “Evet.” diyerek bu hayaline tamamen veda etmiş olacaktı. Alexander’la evlenirse bir kraliçe olacaktı ancak Alberta bir erkeğin arkasında söz sahibi olmak istemiyordu. Alexander her ne kadar onunla aynı fikirdeymiş gibi olsa da saray erkânı ya da halk buna asla izin vermezdi. Hem babası ile bunları hiç konuşamamıştı ve onun da ona karşı gelmesinden çok korkuyordu. Alexander’a bu düşüncelerini açmak ve onunla konuşmayı düşünse de ancak onun hissettiklerini anlayacağını düşünmüyordu.

Tüm bunların yanında Diana’da perişan bir haldeydi ve dinlenmek için Vernon Şato’suna gitmişti. Alberta, Diana’nın Richard’ı gerçekten sevdiğini ve onunla güzel hayaller kurduğunu biliyordu. Oysa kendisi Alexander’la ilgili böyle hayaller kurmuyordu. Evet, Alexander yakışıklı ve oldukça da hoş bir gençti ama Alberta’nın bu hayatta sevgiden ve aşktan daha önemli tutkuları vardı. Diana’nın Richard’ı sevdiği gibi Alexander’ı sevip sevmediğini bilmiyordu, Diana’ya “Sevdiğinle evleniyorsun senin adına çok mutluyum.” dediğinde Diana’da ona “Sen de sevdiğinle evleniyorsun.” demişti, Diana ona neden böyle söylemişti bilmiyordu. Kalbinde geçen sırları kendine bile itiraf etmek istemiyordu. Alexander’dan artık nefret etmiyordu, onunla konuşmak ve sohbet etmekte ona iyi geliyordu ama daha fazlasını isteyip istemediğini bilmiyordu.

Diana’ya Richard’ı sevdiğini nasıl anladığını sorduğunda “Onun yanında kendimi iyi hissediyorum.” demişti. Alberta’da, Alexander’a sarıldığında kendini ne kadar huzurlu hissettiğini hatırlıyordu. Ancak Richard’ın Diana’nın kalbini nasıl paramparça ettiğini gördüğünden böyle bir acı yaşamak istemiyordu. Ya Alexander’da onun kalbini tuzla buz ederse? Alberta hayatı boyunca “aşk” duygusundan kaçmıştı çünkü “aşk”ın ne kadar acı verici bir şey olduğunu okuduğu kitaplarda görmüştü ve nitekim Diana’da bu acıyı tatmıştı. Bu yüzden Alberta, Alexander’a âşık olmak istemiyordu, kalbini onun eline teslim etmeyecekti.

Babasıyla birkaç kez konuştuğunda Kral Harold ona sürekli Alexander’la ilgili sorular soruyordu. Ondan hoşlanıp hoşlanmadığını, bu izdivacın mecburi olup olmadığını öğrenmek için Alberta’nın ağzını yokluyordu. Kral, Alberta’nın Aragonlar’a olan nefretinin bir anda nasıl değiştiğini merak ediyordu. Alberta, o hasta yatağında yatarken Alexander’ın ona nasıl destek olduğundan bahsetmişti. Fakat izdivacı kabul etmesi için sadece bu yeterli değildi bu yüzden Kral Harold Alberta’nın kalbinde Alexander’ın olup olmadığını merak ediyordu. Kızının sadece krallığı kurtarmak için sevmediği ve istemediği bir adamla evlenmesini istemiyordu.

Bunun yanında saray çalışanları ve halkta sürekli bu izdivacı konuşuyordu. Herkes Alberta’nın evlenmek istemesine şaşırmıştı ancak Aragon Prensi ile evlenmesine ise daha çok şaşırmıştı. Saray hizmetçileri fısır fısır bunun dedikodusunu yapıyorlardı, Alberta gibi inatçı bir kızın Alexander’ı birkaç günde kendinden soğutacağını ve bu izdivacın olmayacağını söylüyorlardı. Gorg halkı ise iki krallığın arasındaki bu sorunların bir daha açılmamak üzere kapanacağına ve sonunda tahtın bir varisi olacağına seviniyorlardı. Prens Alexander’ın iyi kalpli ve merhametli oluşu şimdiden Gorg Krallığına yayılmış ve yeni krallarının da Kral Harold gibi olacağını duyduklarında çok sevinmişlerdi. Fakat Aragonlar için bu izdivaç çok daha önemliydi çünkü kendi prensleri Gorg Kralı olacak ve herkesin saygınlığını kazanacaktı. Kral Harold son zamanlarda hiç iyi değildi, krallığın başına gelen her musibette kalbi buna dayanmıyordu bu yüzden herkes onun tahttan çekilmesinin sağlığı için daha iyi olacağını düşünüyordu.

Gorg saray adamları da kendi toplantılarında bu konuyu konuşuyorlardı, izdivacın bir an önce yapılmasını ve kralın sağlığı için tahtı yeni varisine bırakması gerektiğini düşünüyorlardı. Kral Harold tüm bu konuşmaların farkındaydı aslında o da artık iyice yorulduğunu kabul ediyordu. Köşesine çekilip ailesiyle vakit geçirmek, kitap okumak, at binmek ve gezintilere çıkmak istiyordu. O da Prens Alexander’ın çok iyi bir delikanlı olduğunu anlamıştı bu yüzden onun yerine geçecek varisinin onu aratmayacağını düşünüyordu ancak onun asıl düşündüğü Alberta’nın içinde kopan fırtınalardı. Bu yüzden sarayın ve halkın bu izdivaç baskılarına karşı kızını savunuyordu. Alberta, Alexander’la gerçekten evlenmek istiyor mu ya da gençliğinden beri hayalini kurduğu tahta oturma hayalinden vazgeçtiği için perişan mıydı? Kral Harold, kızının gözlerine baktığında onun ne kadar düşünceli ve dalgın olduğunu görünce üzülmeden edemiyordu.

Alberta, Diana’nın üzüntüsünü ortaya atıp izdivacı ertelemişti ancak Aragonlar sürekli mektuplar gönderip hediyeler yolluyor ve artık bu izdivacın yapılmasını istiyorlardı. Alberta, saraya gelen bu hediyeleri gördüğünde ne düşüneceğini bilmiyordu ancak artık daha fazla kimseyi bekletmeye ve oyalamaya hakkı yoktu. Kral Harold, Alexander’a mektup yazmıştı ve onu bizzat saraya davet etmişti. Ancak son zamanlarda Diana’nın üzüntüsüyle perişan olduğundan kendini sürekli saraydan dışarı atıyor ve at çiftliğine gidiyordu, Alexander’ı da at çiftliğine davet etmişti.

Alexander at çiftliğine geldiğinde Kral Harold’ı beyaz görkemli bir atın saçlarını tararken buldu. Kral Harold, yaptığı işe o kadar odaklanmıştı ki Alexander’ın geldiğini bile fark etmemişti. Alexander, yanına kadar sokuldu ve “Merhaba, Sayın Kralım.” dedi. Kral Harold, usulca başını ona döndürdü ve gencin gözlerinin nasıl parıldadığını gördü ve “Merhaba.” dedi sonra da “Seni de yordum buraya kadar.” dedi. Alexander, atıyla ilgilenen Kral Harold’ın daha da yanına yaklaştı ve “Olur mu hiç, asıl siz kendinizi yormasaydınız, istirahat etmeniz gerekiyor.” dedi. Kral Harold, ona döndü ve “Böyle çok daha iyiyim. Sarayda çocuk gibi yatmaktan sıkıldım.” dedi.

Daha sonra Kral Harold, atıyla ilgilenmeyi bıraktı ve çiftliğin bahçesindeki ağaçların altındaki banka oturmak istediğini söyledi. Birlikte ağacın altına oturdular ve ikisi de sessizce bir süre beklediler. Alexander mahcup bir ifadeyle yanında oturuyor ve Kral Harold’ın onunla ne konuşacağını merak ediyordu. Kral Harold, önündeki uçsuz bucaksız manzaraya baktı ve “Bak oğlum, beni yaşlı ve huysuz bir insan olarak görebilirsin ancak seninle konuşmak istediğim bazı şeyler var.” dedi. Alexander, “Olur mu öyle şey, kralım.” demişti ki Kral Harold sözünü kesti, “Olur olur. Yaşlı insanların gençlere nasihat vermesi her zaman can sıkıcı olur. Ben gençken babam beni karşısına alıp konuştuğunda benim de canım sıkılırdı. Babam daha yaşamadığım yılları, hayat tecrübelerini bana aktarmak isterdi. Şimdi onun söylediği her şeyin doğru olduğunu anlıyorum ama bunu anlayabilmek için neredeyse bir ömür tükettim.” dedi.

Alexander, başını önüne eğmiş Kral Harold’ı dinliyordu. Kral, bu masum delikanlıya baktı ve gülümsedi “Ben de seni bir oğlum gibi görmek ve sana birkaç nasihatte bulunmak isterim, eğer iznin olursa.” dedi. Alexander, “Lütfen, kralım. Sizin nasihatlerinizi dinleyebilmek bir onur benim için.” dedi ve içtenlikle gülümsedi.

Kral Harold, onun bu gülümsemesini görünce içten içe sevindi ve “Seni ilk gördüğümde ne kadar saygılı ve iyi bir delikanlı olduğunu anlamıştım.” dedi, sonra da fısıltıyla “Hiç babana benzememişsin.” dedi ve Alexander’da güldü. Daha sonra Kral Harold biraz düşündü ve “Alberta ile olacak izdivacın hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Ancak bir kral olarak değil bir baba olarak seninle konuşmak istiyorum.” dedi. Alexander, Alberta’nın ismini duyunca başını tekrar eğdi ve kralı dinlemeye koyuldu.

Kral Harold, şefkatle manzaraya doğru baktı ve “Alberta, benim ilk göz ağrım. Ben onu kucağıma ilk aldığımda dünyaların benim olduğunu anladım. Güneş sarısı saçları, ışıl ışıl ela gözlerini gördüğümde bana cennetten gelen bir hediye olduğunu düşündüm. Ona gözüm gibi baktım, gözünden bir damla yaş gelmemesi için çok uğraştım, gerçi bunu başaramadım.” dedi sonra da başını manzaradan ayırmadan, “Senden bana söz vermeni veya dediklerimi birebir yapmanı beklemiyorum ancak benim gözüm gibi baktığım kızımın saçının teline zarar gelsin istemiyorum. Şimdi burada otururken gözlerimin içine bakıp onu hiç üzmeyeceğini söyleyebilir misin?” diye sordu ve şefkat dolu gözlerini Alexander’a döndürdü.

Alexander, Kral Harold’ın şefkat dolu gözlerine baktı ve “Sayın Kralım, beni tanımadığınız için kızınız için endişelenmenizi anlıyorum. Ancak ben hayatımda kimsenin kalbini bilerek ya da isteyerek kırmadım. Bu yüzden Alberta’nın kalbini kırmak benim bu hayatta isteyeceğim son şeydir. Size söz veriyorum asla onun bir damla gözyaşına sebep olmayacağım.” dedi. Kral Harold, Alexander’ın gözlerindeki kararlılığı görünce gülümsemeden edemedi.

Kral Harold, yanında uysalca oturan delikanlıya baktı ve “Senin sözüne ve Alberta’yı üzmeyeceğine yürekten inanıyorum ancak Alberta’nın seni üzüp üzmeyeceğinin garantisini veremem.” dedi. Alexander anlamamış gözlerle ona bakınca Kral Harold başucundaki gür ağaca baktı, “Alberta, dışarıdan bakıldığında kaya gibidir, serttir ve hiç kırılmaz sanırsın. Oysa içinde pamuk gibi bir kalbi vardır. Fakat kalbine öyle herkesi almaz, sevdiğini söylemez, üzüntüsünü belli etmez. Yaralanmamak için bazen karşısındakinin bir kalbi olduğunu unutur ve kötü sözler söyleyip insanları kırabilir.” dedi sonra da Alexander’a döndü ve fısıltıyla “Aramızda kalsın ama biraz da inatçıdır.” dedi ve ikisi de güldü. Daha sonra da “Tabii bu inatçılık onu çok güçlü ve sağlam bir insan yaptı.” diye ekledi.

Kral Harold, Alexander’ın düşünceli yüzüne dikkatle baktı, gerçekten de Alberta hakkında anlattığı her şeyi büyük bir ilgiyle dinliyor ve özenle zihnine kaydediyordu. “Alexander, görüyorsun ben artık yaşlı bir adamım. Birazcık yorulsam, üzülsem hemen yataklara düşüyorum. Artık eskisi kadar güçlü ve korkusuz bir adam değilim. İnsanlar bir kralın bu hayatta hiçbir şeyden korkmayacağını düşünür oysa ben kızlarımı koruyamayacağım diye çok korkuyorum.” dedi. Alexander’ın kralın yaşlı gözlerine baktı ve “Hayır, kralım. Sakın kendinizi üzmeyin. Siz benim bu hayatta gördüğüm en iyi babalardansınız ve kızlarınız için ne kadar uğraştığınızı da görüyorum, siz hastalandığınızda Alberta’nın ne kadar perişan olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Kızlarınız sizi çok seviyor ve size çok bağlılar.” dedi.

Alexander’ın onu teselli etmeye çalışması Kral Harold’ı gülümsetti. “Senin babanla aran nasıl?” diye sordu merakla. Alexander bu soruyu duyunca başını eğdi ve “Yani, babamı çok seviyorum ama onun beni sevip sevmediğinden pek emin değilim. Çocukluğumdan beri abimle hep daha çok gurur duyar oysa ben onu hiç gururlandıramadım.” dedi. Kral Harold, Alexander’ın omzuna dokundu, “Biliyor musun, barış ziyaretine geldiğinizde Leonard bana senden bahsetti. Senin ne kadar iyi kalpli ve merhametli olduğunu, Aragonlular’a hiç benzemediğini söylemişti. Bunu söylerken aslında kendinden iğrenerek senden ise değerli bir mücevherden bahseder gibi bahsetmişti.” dedi. Alexander şaşkınlıkla krala baktı, gerçekten de babası onun hakkında böyle mi düşünüyordu.

Kral Harold, Alexander’a döndü ve “Bak, Alexander. İleride Gorg Kralı olacaksın. Bir Aragonlu için Gorg Kralı olmak zordur. Saraydakiler veya halk seni istemeyebilir, her yanlışında seni tahtından indirmek isteyebilir. Ancak onları her zaman merhametle ve adaletle yönetirsen işte o zaman karşında kimse duramaz.” dedi.

Alexander, Kral Harold’a masumca baktı ve “Kralım, aslında ben de sizinle bu konu hakkında konuşmak istiyorum.” dedi. Kral dikkatlice ona baktı, herhalde krallıkla ilgili bir şey soracak diye düşündü ve “Tabii ki buyur.” dedi. Alexander, kralın gözlerinin içine baktı ve “Ancak size söylemek istediğim şeyin izdivaç olana kadar aramızda kalmasını istiyorum. Alberta da dâhil kimsenin bilmemesi gerekiyor.” dedi. Kral Harold, “Pekâlâ.” anlamında başını salladı ancak Alexander’ın ona ne söyleyeceğini oldukça merak etmişti.

Alexander ona kendi düşüncelerini ve isteğini uzun uzun anlattı. Alexander ona düşüncelerini anlattıkça Kral Harold’ın gözlerinde çocuksu bir sevinç olduğu görülüyordu ve Alexander’a baktı, “Teşekkür ederim, evladım. Bunun benim için ne kadar önemli olduğunu tahmin bile edemezsin. Ne kadar zor olursa olsun, ben sana destek olacağım.” dedi.

Daha sonra Kral Harold ve Alexander saraya döndü. Alexander, Aragon’a dönmeden Alberta’yı görmek istemişti. Ancak yanına gelen hizmetçi Kraliçe Fiona’nın onu salonda beklediğini bildirince Alexander ne olduğunu anlamadı ve merakla misafir salonuna gitti. Karşısında Kraliçe Fiona, Alberta ve onun iki kız kardeşini görünce çok utandı ve ne diyeceğini bilemedi. Onlara selam verdikten sonra karşılarına oturdu. Hizmetçiler ona da çay ikram ettiler ancak Alexander başını kaldıramıyordu. Alberta onun bu mahcup halini görünce gülümsemeden edemedi.

Kraliçe Fiona, Emilia ve Artemis, Alexander’ı göz hapsine almıştı, onun her bir hareketine dikkatle bakıyorlardı. Ancak Alexander, başını kaldırdığında kendisine bakan bu gözleri görünce hemen başını yere eğiyor bazen de Alberta’ya bakıp yardım istiyordu. Alberta ise bu durumdan eğleniyor gibi göründüğünden ses çıkarmıyordu. Kraliçe Fiona, “Alexander, iyi misin evladım?” diye sorunca Alexander “Evet efendim, sizler nasılsınız?” diye sordu ancak o kadar heyecanlanmıştı ki elindeki çay bardağını yanlışlıkla yere döktü. “Çok özür dilerim, gerçekten çok özür dilerim.” diyerek hemen döktüğü yeri silmeye çalıştı onun bu çocuksu hallerini gören Emilia kendini tutamadı ve bir kahkaha patlattı. Alberta, Emilia’yı çimdiklese de Emilia kahkahasını bastıramıyordu.

Alberta ve hizmetçiler koşup Alexander’a yardım etmek istedi ancak o “Lütfen, benim hatam. İzin verin ben temizlerim.” deyince herkes geri çekilmek zorunda kaldı. Döktüğü yeri temizledi ve yeni bir çay geldi. Çayını alırken “Gerçekten çok özür dilerim.” dedi uysal bir sesle sonra da Alberta’yı mahcup ettiğini düşündüğünden onun gözlerine baktı ancak Alberta ona şefkatle bakıyordu.

Emilia, “Eniştecim lütfen biraz rahat ol.” dedi gülerek. Kraliçe Fiona da delikanlının bu heyecanlı hallerinden ne kadar iyi bir genç olduğunu anladı. Yakında kral olacak bir prensin kendi döktüğü çayı temizlemesine herkes çok şaşırmıştı. Ancak sohbetin başından beri Artemis’in konuşmaması herkesin dikkatini çekmişti. Richard’ın nasıl foyasını ortaya çıkardığı herkesin malumuydu o yüzden şimdi de Alexander’ı dikkatle inceliyordu. Ancak Alexander’ın gözlerinde merhamet ve iyilik okunduğundan Artemis onun kötü biri olmadığına hükmetti.

Uzunca sohbet ettiler, Alexander onlara Aragonlar’dan ve Weston Krallığından bahsetti. Bu konuşmalarında Kraliçe Fiona ve prensesler onun ne kadar saygılı ve düşünceli bir genç olduğunu anladı aynı zamanda da Alberta’ya olan heyecanlı bakışlarından da ondan ne kadar hoşlandığını fark ettiler.

Daha sonra Alberta ile birlikte sarayın bahçesinde gezintiye çıktılar. Alexander, bir türlü Aragon’a dönmek istemiyor ve hep onun yanında kalmak istiyordu. Alberta, “Seni bunaltmadık değil mi? Annem biraz meraklıdır.” dedi. Alexander ise “Yok canım. Annenle ve kardeşlerinle tanışmak çok hoşuma gitti. Keşke Diana’yı da görebilseydim.” dedi. Alberta, Diana’yı hatırlayınca üzüldü. Alexander, “Özür dilerim, seni üzmedim değil mi?” diye sordu. Alberta ise “Hayır, sadece Diana şatoya gittiğinden beri onu çok özlüyorum da.” dedi.

Bahçedeki göletin yanına oturdular ve ördekleri seyrettiler. Alberta, Alexander’ın düşünceli yüzüne baktığında onun ne kadar yakışıklı olduğunu düşündü. Bakışlarında daha önce kimsede görmediği bir ışık var gibiydi. “Babamla ne konuştunuz?” diye sordu merakla. Alexander da “Senin hakkında konuştuk.” dedi ve gülümsedi. Alberta çocuksu bir istekle “Ne konuştunuz benim hakkımda?” diye sordu ancak Alexander ona “Aramızda.” dedi ve gülümsedi, Alberta da ona gülümsedi.

Alexander, Alberta’nın güzel yüzüne baktı ve uzun zamandır düşündüğü bir şeyi Alberta’ya sormak istiyordu. Bunun cevabını öğrenmeden uyku uyuyamayacaktı. “Sana bir şey soracağım Alberta.” dedi ve Alberta başını usulca ona döndürdü ve “Tabii ki, sorabilirsin.” dedi.

Alexander, biraz oyalandı ve derin bir nefes alıp Alberta’nın gözlerine baktı ve “Sen sadece Ronald’la evlenmemek için mi benimle evlenmeyi seçtin?” diye sordu. Alberta, ona masumca baktı. Bu cevabı daha kendine bile verememişti ki Alexander’a cevap verebilsin. Günlerdir zaten bunu düşünüyordu ancak ona gerçek duygularını belli etmek istemiyordu ve “Evet.” dedi kestirip atar gibi. Alexander, sessizce önüne döndü ve biraz kırgınlıkla, “Yani başka bir seçeneğin olsaydı onu mu seçerdin?” diye sordu. Alberta bir süre cevap vermedi, sonra da “Sen bana o gün çok destek oldun, ayrıca senden daha iyi bir seçenek olacağını düşünmedim.” dedi.

Alexander, Alberta’nın o gün onu seçmesine sevinmişti ancak bu evliliği sadece mecburiyetten yapmasını istemiyordu. Alexander onun gözlerine böyle sevgiyle bakarken Alberta’nın ona sıradan bir insan gibi bakmasına yüreği dayanmıyordu. O da günlerdir sürekli düşünüyordu. Alberta’yı, evliliği, Gorg Kralı olmayı ancak onun istediği şey ne kral olmak ne de başka bir şeydi o sadece Alberta’nın ona tıpkı o günkü gibi şefkatle ve sevgiyle bakmasını istiyordu.

Alexander, tekrar Alberta’ya baktı ve “Peki, bu kararı aldıktan sonra vazgeçmeyi hiç düşündün mü?” diye sordu. Alberta zaten günlerdir birçok şeyi düşünmüştü ancak vazgeçmeyi hiç düşünmemişti. Aynı zamanda Alexander’ın ona sürekli böyle sorular sorması da kafasını daha fazla karıştırıyor ona kendini kötü hissettiriyordu. Sinirle Alexander’a döndü ve “Niye sordun yoksa sen vazgeçmek mi istiyorsun?” diye sordu. Alexander, ona usulca ve şefkatle baktı “Ben vazgeçmeyi düşünmedim ancak eğer sen istemiyorsan-“ dedi sonra da sustu. Alberta onun gözlerine kırgınlıkla baktı ve “Eğer istemiyorsam ne?” diye sordu.

Alexander, derin bir nefes aldı ve onun ela gözlerinin içine baktı “Bak Alberta, sen Ronald karşısında beni daha iyi bir seçenek gördüğün için benimle evlenmek istemiş olabilirsin. Ama ben bu evliliğin böyle olmasını istemiyorum.” dedi. Alberta, anlamamış gözlerle ona baktı ve sinirle “Ne demek bu?” diye sordu.

Alexander, onun elini tuttu ve sevgiyle ona baktı, “Ben bu evliliğin gerçek olmasını istiyorum Alberta.” dedi. Alberta, Alexander elini tuttuğunda yanaklarının ısındığını hissetti. Alexander, ona daha da yaklaştı ve “Sadece krallıkların birleşmesi ya da tahtın varisi olsun diye değil benimle gerçekten evlenmek istiyor musun?” diye sordu. Alberta, gözlerini kaçırdı çünkü onun gözlerine bakmaya devam ettikçe nefes bile almakta zorluk çekiyordu. Kafası karmakarışıktı ne hissedeceğini, ne düşüneceğini bilemiyordu.

Alexander, onun düşünceli gözlerini görünce, “Ben seninle gerçekten evlenmek istiyorum. Âşık olacağım, ileride çocuklarımın olacağı bir evlilik olsun istiyorum ancak eğer sen bunları düşünmüyorsan söyle boşuna hayaller kurmayayım.” dedi. Alberta, yeniden onun şefkatli gözlerine baktı. Bu gözlere bakıp nasıl hayır diyebilirdi ki? Nedenini anlamadığı bir şekilde kalbi acıyor gibi hissediyordu, gözlerine yaşların biriktiğini hissetti. Şimdi ona ne diyecekti? Gerçekten evlenmek isteyip istemediğini, ona karşı hissettiği bu duygunun ne olduğunu bilmiyordu.

Alexander, Alberta’nın bu sessizliğinin nedenini anlamıyordu, onu gerçekten her şeyden çok seviyordu ancak Alberta’nın kalbinde hiç mi bir yeri yoktu? Alberta’ya doğru eğildi ve ağlamaklı bir sesle “Bir kez daha soruyorum sana Alberta, beni kıracak olsan bile doğruyu söylemeni istiyorum. Mecburiyetten mi evleniyorsun benimle yoksa kalbinde bana karşı ufacıkta olsa bir şey var mı? Benim için çok önemli bu.” dedi.

Alberta, hâlâ başı önde sessizce duruyordu. Boğazında bir düğüm varmışta konuşmasına engel oluyormuş gibi hissediyordu. Cevabını bilmediği bir sürü soru aklında dolanıyordu ancak tek bildiği Alexander’ın ona herkesten ve her şeyden iyi geldiğiydi ve onu kaybetmekte istemediğine emindi.

Alberta, “Ben-“ dedi sonra da sustu.

Alexander, ona yaşlı gözlerle baktı çünkü onun kalbinde ufacıkta olsa yeri olmadığını düşündükçe kalbinde bir sızı hissetti. “Alberta, söyleyecek hiçbir sözün yok mu?” diye sordu. Alberta cevap vermedi.

Alexander, Alberta gözlerine biriken yaşları görmesin diye başını çevirdi, “Peki öyleyse bundan sonra benim de söyleyecek bir sözüm kalmadı. Bu evlilik gerçek bir evlilik olmayacak.” dedi, sonra da kalkıp gitti.

O gittikten sonra Alberta gölete doğru bakıyordu ve “Ben de bu evliliğin gerçek olmasını istiyorum.” dedi sonra da gözyaşları yanağından aşağı süzüldü. Yüreği kendine bile itiraf edemediği bu gerçek karşısında daha fazla dayanamadı ve gözyaşlarına hâkim olamadı.

 

-BÖLÜM SONU-

Yorumlarınızı bekliyorum...

Loading...
0%