@withmeral
|
2
İlkbaharın gelmesiyle çiçekler açmış her tarafı mis gibi kokular sarmıştı. Arılar polen topluyor ve kelebekler rengârenk çiçeklerin etrafında uçuşuyordu. Bu güzel ilkbahar manzarası eşliğinde Gorg Krallığı yavaş yavaş uykusundan uyanıyordu.
Krallığın bu huzurlu manzarasına nazaran sarayda bir koşuşturma başlamıştı. Hizmetliler kahvaltı sofrasının muntazam bir şekilde hazırlanması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kral ve kraliçe uyanmış yemek salonuna inmişlerdi ama henüz prensesler uyanmamıştı. Krallıkta sadece yeni günün başlamasının telaşı yoktu aynı zamanda baharın gelişini kutlamak için yapılacak olan Bahar Festivali’nin hazırlıkları da başlamıştı. Bu yıl için oldukça büyük eğlenceler hazırlamak isteyen görevliler, çiçeklerin açıldığı ilk günden beri kralın sarayını arşınlıyor, her gün yeni fikirlerle ve yeni isteklerle geliyorlardı. Her yıl yapılan bu etkinlik Gorg Krallığının en büyük eğlencelerinden biriydi. Herkes krallıkta yapılan Büyük Balo’ya katılamasa da ülkenin her tarafının rengârenk ışıklarla donatılması, havai fişeklerin patlaması ve sokaklara panayırlar kurulması halkın da bu kutlamada eğlenmesini sağlıyordu.
Onlara göre ilkbaharın gelişi her şeyin başlangıcıydı. Çiçeklerin açıldığı ilk günden itibaren ülkede bir sevinç tufanı başlar, insanlar yeşillenmeye başlayan ilkbahar toprağı gibi tüm üzüntülerinden ve sıkıntılarından kurtulur adeta yeniden doğardı. Çiçekler sadece toprakta değil insanların yüreklerinde de açar ve rengârenk mis gibi kokularıyla insanı rahatlatırdı. Doğada olan her olay gibi bu olay da insanların üzerinde derin izler bırakır, doğa ananın giydiği çiçekli elbisesi tüm insanlığın içine umut aşılardı. Sabah olduğunda penceresini açan halk gördüğü rengârenk çiçekler, ağaçlar, kuşlar karşısında kendini mutlu hissetmekten alıkoyamaz, insanların üzerine bir iyilik havası hâkim olurdu. Alacaklı borcunu alacağı kişiye daha insaflı davranır, küsler barıştırılır, evlerden kavga gürültü sesleri kesilir, kadınlar kocalarına naz yapar, babalar çocuklarının başını okşar, ayrılan ve bir daha asla barışmam diyen sevgililerde nedense hep bu zamanlarda barışırdı. Dünya böyle rengârenk ve güzel olduğunda insanın şikâyet edecek çokta bir şeyi kalmıyordu. Baharın heyecanı insanların ruh hallerini değiştirmişti, kışın soğuk yüzünden insanlar daha içe kapanık, daha sessiz olurken; baharda ise insanlar cana yakın ve sevecen olurlardı.
Kral Harold, halkını bu denli mutlu eden ilkbaharın gelişini büyük bir kutlama ile müjdelemek istiyor ve bu mutluluğu tüm krallıkla birlikte paylaşmaktan büyük bir zevk duyuyordu. Her yıl baharın gelişinin kutlandığı bu gösteriler çok büyük bir ihtişamla hazırlanır, her şey en ufak ayrıntısına kadar özenle düşünülür, saray içinde de dışında da insanların mutlu ve huzurlu bir şekilde eğlenebilmeleri için kral hazırlıklarla bizzat ilgilenirdi. Hatta birkaç yıl önce sadece bu kutlama için bir özel bir heyet oluşturuldu. Bu heyet kutlamalar bittiği günden bir sonraki sene yapılacak olan kutlamaya kadar görevlerini sürdürürdü. Sarayın içinde ve dışında bu yıl kutlamada ne istenildiğine dair halkın nabzını yoklar ve kapı kapı dolaşıp fikir alırlardı. Aynı zamanda diğer krallıklardan getirtilecek boyalar, havai fişekler, elbiseler ve mücevherlerle de onlar ilgilenirdi. Kutlama sabahı krallığın eski kulesinden bir “gong” sesi duyulur, çok fazla savaşın yapılmadığı krallıkta da zaten daha çok özel törenlerde bu sesin duyulduğu aşikârdı.
Kutlama heyeti, Büyük Meydan’da kralın fermanını ve bu yıl ki törende yapılacakları büyük bir özenle okurdu. Bu kutlamalar sadece çocukların değil, büyüklerin de içlerinde bastırmış oldukları o çocuksu yanlarını hatırlattığı için bütün bir yıl boyunca kutlamanın gelmesi beklenirdi. Kutlamanın ilk hazırlıkları olarak evler rengârenk boyanmaya başlar, çiçek tarlaları o yıl seçilen çiçeklerle -bu yıl için laleler seçilmişti- donanır, en güzel papağanlara şarkılar öğretilir ve meydanda panayırlar kurulurdu. Bu panayırlarda tiyatro gösterileri hazırlanır, şarkıcılar söyleyecekleri şarkılara hazırlanır, ressamlar baharın gelişinin etkisiyle çizdikleri resimleri sergileme fırsatı bulur, hikâye anlatıcıları günlerce süren eğlencelerde farklı farklı hikâyeler anlatır, şairler şiirlerini okur, çeşit çeşit alanlarda yarışmalar düzenlenir ve bu yarışmaların kazananlarına da ödüller verilirdi. Tüm bu süreç boyunca halk el ele verir, sokakları temizler, panayırların kurulmasına yardım eder, ellerinden gelen her şeyi büyük bir sevinçle ve içlerinden gelerek yaparlardı.
Krallıkta, halk böyle eğlenirken köylerde yaşayan insanlar da unutulmamıştı. Köyden atlı arabalarla insanlar şehre getiriliyor ve güvenlik, yemek, barınma gibi ihtiyaçları da krallık tarafından karşılanıyordu. Ancak yine de kendi köylerinde sıcacık ama küçük eğlenceler düzenleyen köylülerin sayısı da oldukça fazlaydı. Köylerine özgü tatlıları, yemekleri hazır eder, köy meydanlarını süsler, ateşlerin üzerinden atlar, bildikleri hikâyeleri birbirlerine anlatır ve baharın gelişini kutlarlardı.
Halk baharın gelişini böyle kutlarken saray da ise çok daha büyük kutlamalar yapılırdı. Bu kutlamalarda en dikkat çeken eğlence ise Büyük Balo'ydu. Bu balo da sadece davetli olan misafirler ağırlanır ve müzik eşliğinde danslar yapılırdı. Büyük Balo da sadece saray mensupları ve soylu insanların olduğu bir grup davet edilirdi. Birkaç yıldır ise diğer krallıklardan krallar, kraliçeler, prensler ve prensesler, soylu insanlar ve sanatçılar da davet ediliyordu. Diğer krallıklar her ne kadar baharın gelişini kendi krallıklarında kutlasalar da Gorg Krallığının kutlamaları tüm krallıklar tarafından gıpta edilir ve hayranlıkla bahsedilirdi. Bu yüzden Gorg Krallığının Büyük Balo’ya katılmaları için davet etmesi krallıklar için hem büyük bir sevinç kaynağı hem de büyük bir önem arz etmekteydi. Çağrılan üç büyük krallık ve soylu insanlarıyla Gorg Krallığında düzenlenen baloya gelir, birkaç gün burada kalır ve baharın gelişiyle taptaze olarak krallıklarına dönerlerdi.
Hatta denilir ki çoğu kralın davet için yanında getirdiği sanatçılar ustalık eserlerini buradan aldıkları ilhamlarla meydana getirirlerdi. Çünkü Gorg diyarının uçsuz bucaksız enginliği, dağları, nehirleri, ormanları ve çiçekleri sanatçılar da öyle ilhamlar ortaya çıkarır ki, adeta bu birikimle dolan sanatçılar hissettiklerini eserlerine yansıtırlardı. Ressamlar sanatlarının en güzel resimlerini burada inşa eder, şairler Glenn Dağının insanı sakinleştiren sessizliğinde hiç duyulmamış kelimeler ve ifadelerle yepyeni hayal dünyalarının kapısını aralayan şiirler kaleme alır, tiyatrocular kendilerini geleceğin en parlak oyuncusu yapacak ilhamlarını da Gorg'un çağıl çağıl akan Tahre Şelalesinden alırdı. Denilir ki Tahre Şelalesi bazen gürül gürül akarak sinirini, bazen sessizliğiyle üzüntüsünü, bazen de devinimiyle yaşamın bir parçası olduğunu gösterir ve bir tiyatrocu gibi tüm bunları aynı bedende taşırdı.
Büyük Balo'da sanatçıların önemi çok büyüktü, çünkü sanatın ve sanatçının olduğu her yer zaten bir şölenden farksızdı. Müzikler, danslar ve şarkılar hiç şüphesiz ki balonun en önemli unsurlarını oluşturuyordu. Balo genellikle genç prenslerin ve prenseslerinin, soylu beylerin veya hanımefendilerinin önemle beklediği yegâne şeydi. Çünkü baloda gençler birbirlerini görüp âşık oluyor, âşıklarını veya maşuklarını buluyor, sanatçılar da ilhamları için kendilerine belki bir Leylâ belki bir Juliet arıyorlardı. Bu anlamda balo sanatçıların repertuarları ve krallıkların evlilik müessesi için oldukça fazla önem taşıyordu. Çünkü balodan sonra genç erkekler babalarına açılır, "Falanca filancanın kızını baloda gördüm, münasipse evlenmek isterim." der, genç kızlarda annelerinin başının etini yiyerek, "Falancanın oğlu prenste gönlüm var." diyerek annelerinin izdivaçlarının yolunu çizmesini isterdi. Bu yüzden baloda beyler ve hanımefendilerin gözleri fal taşı gibi açık, kulaklar kedi gibi dikilmiş, bir göz süzmesi yakalamak, bir fısıltı duymak için kalpleri ağızlarında beklerlerdi. Nitekim bu bakışlar, göz devirmeler, fısıltılar sonunda gerçekten de taliplerini buluyor ve gecenin sonunda yalnız olan birçok gencin balo sonunda bir eş adayıyla çıktığı görülüyordu.
Tabii ki bu balolarda en dikkat çeken kişiler prensler ve prenseslerdi. Genellikle ilk hedef olarak onlar deneniyor ancak bir karşılık alınmazsa gözler diğer adaylara yöneliyordu. Tahmin edileceği üzere bu izdivaçların birçoğu karşılıklı olarak ticari ya da şahsi çıkarlar için yapılıyordu. Ancak gerçekten de hayatının aşkını bulanların sayısı da azımsanmayacak derece de fazla idi. Ev sahipliği yapan ve diğer krallıklardan çok daha büyük bir nüfuza sahip olan Gorg Krallığının prensesleri, herkesin hayalini süsleyen bir gelin adayıydı. Sadece prenseslerin nüfuzları değil güzellikleri de dört bir tarafa yayıldığı için baloda beylerin gözü hep onların üstünde olur ve belki bir bakışı kaçırırlar diye diken üstünde dururlardı. Hatta gecenin sonunda yapılan ve herkesin merakla beklediği havai fişek gösterisini bile izleyemezler ve en sevdikleri tatlılar kaşık kaşık giderken ağızlarına bir lokma koyamadan öylece beklerlerdi. Ama hiçbir zaman bir bakış gelmeyeceğini bilen erkekler ise çoktan yeni taliplerini, gözlerini avına dikmiş çıta gibi saatlerce izler, saldırı için de en iyi anı beklerlerdi.
Herkesin bir aday seçmek için yarışmasıyla balo salonu adeta bir savaş düellosunu da andırıyordu. Bir hanımefendi ya da bir prens için savaşmayı düşünen çok sayıda genç varsa hepsi şansını deniyor, arzu edilen kişi hangisini seçerse bu düellonun galibi o oluyordu. Çoğu zaman anlaşmazlıklar ve tartışmalarda olmuyor değildi. Bazen bazı erkeklerin ya da kadınların çok sayıda taliplisi, kişi hiçbirini istemese dahi aralarında tartışma çıkarıyorlar ve balonun huzurunu kaçırıyorlardı. Neyse ki bunlara hemen müdahale ediliyordu, o kadar fazla sayıda güzel kız ve yakışıklı erkek vardı ki, herkes mutlaka kendi fikirlerince ona uygun olduğunu düşündüğü birini mutlaka buluyor ve bekâr olarak geldiği balonun sonunda nişan tarihleri konuşularak çıkıyordu.
İşte bu kutlamanın yapılacağı büyük güne birkaç günden az kalmıştı. Haftalardır süren hazırlıklar kusursuz bir şekilde yapılıyordu. Herkesi tatlı bir telaş sarmış, heyecandan uyuyamamaya başlamışlardı. Sanki kutlamada patlatılacak olan havai fişekler insanların yüreğinde duruyor heyecandan elleri ayakları titrer de bu fişekler patlar diye çok korkuyorlar ve elleri kalplerinde geziyorlardı. Kış uyuşukluğunu üzerlerinden atıp baharın gelişiyle canlanmak ve taptaze olarak günlük yaşantılarına dönmek istiyorlardı.
Sarayda da durum çok da farklı değildi, günlerdir hazırlıklardan bitap düşmüş saray çalışanları tatlı yorgunluğun keyfini çıkarıyorlardı. Saray görevlileri hem sarayın gündelik işlerini devam ettiriyor hem de bir yandan kutlama hazırlıklarını yapmaya çalışıyorlar ve her şeyin en ince ayrıntısına kadar mükemmel olması için canla başla çalışıyorlardı. Bu durum bazı işlerin aksamasına da neden olmuyor değildi. Bazen yemekler saatinden önce pişirilmiyor, prenseslerin elbiseleri ütülenmemiş oluyor, kral çoğu zaman birini çağırdığında etrafta kimseyi bulamadığından yakınıyordu. Hatta geçen gün hizmetçiler Kraliçe Fiona'nın yıkanmasına yardım ederken o sırada başka bir hizmetçi yeni gelen ipekli kumaşları nereye koyacağını bilememiş ve arkadaşlarından yardım istemişti. Dalgınlıkla kraliçeyi unutan hizmetçiler hep birlikte gidince kraliçe köpükler içinde kalmış ve saatler sonra bir hizmetçinin aklına gelmişte yardımına koşmuşlardı. Kraliçe bu olayı hizmetçilerin dalgınlığına ve yorgunluğuna vermişti ancak kraliçenin köpükler içinde yardım bekleyen hali sarayda epey dalga konusu olmuş, en çokta buna kral gülmüştü.
Hazırlıkların çoğu bitmişti; sarayın her yeri temizlenmiş, kazan kazan yemekler, tatlılar, şerbetler pişirilmiş, en güzel şaraplar getirtilmiş, saray halkının giyeceği elbiseler için ipekli kumaşlardan kıyafetler hazırlanmış, ayakkabılar ve mücevherler parlatılmıştı. Büyük Balo'da yapılacak dans için dersler alınmış, kutlama için protokol yerleri, oturma düzenleri belirlenmiş, saray güvenliği iki katına çıkarılmış, eğlence için sanatçıların gösterileri hazırlanmış, sarayın iç mekânından dış mekânına her şey yeni eşyalarla: perdeler, masalar, örtüler, halılar ve tablolarla değiştirilmişti. Rengârenk süslemeler, fenerler sarayın avlusunu süslemiş, şehir adeta ışıklı bir kar küresine dönmüş saray da ortasında ki ışıklı şirin eve benzemişti.
Kral Harold ve Kraliçe Fiona da çok heyecanlıydı. Kraliçe kendisinin ve kızlarının kıyafetlerini geçen yılkı kutlamadan beri hazırlatıyordu. Dört kızının her birinin tarzı birbirinden farklı olduğu için özenle getirttiği ipekler ve mücevherlerle süslü, çeşit çeşit göz kamaştırıcı elbiseler diktirmiş ve ayakkabılar da yaptırmıştı. On sekiz yaşına geldiği için ilk defa katılacak olan kızı Artemis için nasıl elbiseler hazırlatacağını günlerce düşünmüştü çünkü kızının erkek gibi pantolon ve gömlek giymeyi tercih etmesi herkesin malumuydu. Bu yüzden onun ilk defa elbise giyeceğini bildiği için hem mutlu hem de bir o kadar da heyecanlıydı. Kızını elbiseler içinde gerçek bir prenses gibi görmek en büyük arzularından biriydi.
Bunun yanında Kraliçe Fiona'nın başka bir heyecanı daha vardı. Kendi ailesinin krallığı olan Thanos Krallığı bu yılda kutlamanın baş konuğuydu. Thanos Kraliçesi Jessica, Fiona’nın ablasıydı. Abilerinin erken yaşta ölümü üzerine tahta ablası Jessica’nın kocası Emrick geçmişti. Kraliçe Fiona, ablası Jessica'nın oğlu Ronald ile kızı Alberta'nın arasını yapmak istiyordu, bu iki dost krallığın kraliçeleri olan bu iki kardeş neden aynı zamanda dünür olmasındı ki. Bu düşünce ne zamandır aklını bir kurt gibi kemiriyor ancak damadı olmasını umduğu Ronald'ın bir kahramanlık göstermesini bekliyordu. Çünkü kralın savaşta kahramanlığı olmayan hiç kimseye kızını vermeyeceğini biliyordu. Nihayet dileği de kabul olmuştu, Ronald çıktığı bir seferden zaferle dönmüş ve annesine getirdiği fildişi kolyelerinden teyzesine de getirmeyi ihmal etmemişti.
Kraliçe Fiona'nın o zamandan beri umudu Ronald ile kızını baş göz etmek ve kız kardeşinin oğlu kendinin de yeğeni olan bu damadın ilerde kral olmasını istemekti. Ancak bu niyetini ne kocasıyla ne da kızıyla paylaşabilmişti. Alberta kesinlikle evlenmeyi reddediyor, kendisinin seveceği biriyle evlenmek belki de hiç evlenmemekte niyetli olduğunu söyleyince kadıncağızın yüreğini ağzına getiriyordu. Kral da kızının bu sözleri üzerine söz söyleyemeyeceğini belirtince kraliçe artık bu işe bir el atması gerektiğini düşünmüştü. Sarayda ve krallıkta kızı hakkında konuşulduğunu biliyordu, Alberta bunlara kulak asmasa da kraliçe bu dedikoduları artık susturma niyetindeydi. Sonra sırayla diğer kızları içinde izdivaç planları yapacaktı.
Kraliçe bunları planlarken Kral Harold’ı ise düşündüren başka şeyler vardı. Saray erkânıyla yaptıkları istişarelerde bu yıl ki kutlamaya davet edilecek her zamanki krallıklar içinde, Thanos, Clifford, Weston’un yanında Aragon Krallığının da olması gerektiği birkaç üye tarafından belirtilmişti. İlk başta sayıları azınlıkta olan bu üyeler, yapılan toplantılar sonucunda çoğunluğu oluşturunca Kral Harold bunda bir iş olduğunu anladı anlamasına ama artık geç kalmıştı. Her ne kadar son söz krala ait olsa da çoğunluğun oyunu göz ardı etmesi yarın öbür gün başka problemleri ortaya çıkaracağından karara uymaktan başka çaresi yoktu. Günlerce düşündükten sonra Aragon Krallığının davet edilmesi için bir davet mektubu yazdırdı. Bu mektup gösterişten ve samimiyetten uzaktı. Mektubun başına diğer krallara yapılan saygı ve sevgi unvanları koyulmamıştı, bir iki paragraftan oluşan kısa ama öz bir mektuptu. Bu mektuptaki amacı ne düşmanları Aragonlar’ı yüceltmek ne de onlara dışlanmış hissettirmekti.
Kral, Aragonlar belki daveti kabul etmezler de bir tatsızlık olmadan kutlamayı bitiririz diye düşünmüştü. Krallığın baş düşmanı olan Aragonlar’ı da kutlama yemeğine davet eden mektup Aragon Krallığına ulaşır ulaşmaz kesinlikle katılacaklarına dair ukalaca yazılmış bir mektup da geri geldiğinde Kral Harold bu işin karşılıklı hazırlanmış bir plan olduğunu anladı. Ancak saray erkânı içinde hangi devlet adamının onlarla görüşme halinde olduğunu ve onlarla ne üzerinde anlaştığını henüz bilmiyordu ama yakında ne olduğu ortaya çıkacaktı. Kral, Aragonlar’ın niyetlerinin iyi olmadığını bilse de belki bu sayede barış olabilir ve artık iki taraftan da kimsenin kanı dökülmez diye düşünüyordu. Zaten hiçbir zaman Gorglar, Aragonlar’a savaş açmamış ya da isyan çıkartmamıştı. Yani Gorglar’ın Aragonlar’la değil Aragonlar’ın Gorglar ile bir derdi vardı.
Aragonlar’ın da kutlamaya katılacağı saraydakileri de halkı da yapılacak eğlencelerden çokta fazla ilgilendirmiş görünmüyordu. Herkes bu vesileyle bir barış olabileceğini ve belki de yıllardır süren bir davanın son bulacağını düşünüyordu ancak Kral Harold’ın bu olaya bu kadar masum bakmadığı ortadaydı. Aragonlar’ın yıllardır yaptığı taktikleri iyi biliyordu ve bunun da bir taktikten başka bir şey olmadığı aşikârdı. Ama kralın anlayamadığı bu taktiğin sonucunun Aragonlar’ın işine nasıl yarayacağıydı bu yüzden de beklemekten başka bir yol gözükmüyordu.
Kral Harold ve Kraliçe Fiona da dalgın bir haldeydi, biri krallığının diğeri de kızlarının geleceğini düşünüyordu. Fiona’nın Alberta’nın evliliğini düşünmesi de tahta oturacak prens adayının belirlenmesi içindi ve bu da aslında krallığın geleceği için önem arz ediyordu. Kahvaltı sofrasında bir ihtiyaçları olur diye hazır bekleyen hizmetçiler onların zihinlerinde neler geçtiklerini bilmediklerinden kendileri gibi festival için hazırlık yapmaktan yorulduklarını sanıyorlardı. Oysa ikisini de festivalden de balodan da daha fazla ilgilendiren sorunlar vardı ve ikisi de gelecek planlarını bu balodan sonraya bırakmayı planlıyordu. Çünkü Kral Harold, Aragonlar’ın balodan sonra nasıl bir hamle yapacaklarını merak ediyor, Kraliçe Fiona’da yeğeni Ronald ile kızı Alberta’yı karşılaştırdıktan sonra nasıl bir yol izlemesi gerektiğini düşünüyordu.
Her ne olursa olsun onlar en nihayetinde birer anne ve babaydı. Sadece kendi çocuklarının değil halkın da anne ve babası sayılırlardı. Bu yüzden ikisi de aslında ülkeyi ve geleceğini etkileyecek adımları gözden geçiriyor ve yanlış bir hamle yapmak istemiyordu. Sonucunda sadece kendileri değil bütün bir krallığın zarar göreceğini bunca yıllık tecrübeleriyle biliyorlardı. Ancak insanoğlu hangi yüzyılda ya da dönemde yaşarsa yaşasın her zaman planlar ve hamleler yaparak hayatı avucunun içinde tutmak istiyordu, bir şeyleri akışına bırakmak sanki kötü bir hayat yaşamış gibi çiziliyordu. Oysaki her daim istenilen şeyler gerçekleşmeyebilirdi bu yüzden hayatı bu kadar idame ettirmeye çalışmaktansa bugünü düşünmeyi ve şu anda yaşanılan hayattan mutlu olmayı bilmek gerekirdi. Çünkü bugünün tadını çıkaramadıktan sonra yarının planını hazırlasak ne çıkardı ki? Yarında bugünün devamı değil miydi? Bu nedenle geleceği inşa ederken yarından değil bugünden başlamak gerekir, bugününü mutlu ve verimli kılan yarınını da güzelleştirmeyi çok iyi bilir.
-BÖLÜM SONU- Yorumlarınızı bekliyorum- |
0% |