@withmeral
|
20 Zaman tüm acıların en güçlü ilacıdır. İnsan zamanla yaralarının iyileştiğini ve yeniden hayata döndüğünü hisseder. Ancak yaralar birer hayat tecrübesi olarak bir ömür boyu ruhumuzda yaşamaya devam eder. Acı insanı olgunlaştırır, büyütür ve hayata yeni bir pencereden bakmasını sağlar. Diana’da hayatının en büyük tecrübesini yaşamış ve sınavını vermişti. Şatoda kaldığı günler boyunca yavaş yavaş kendini iyileşmiş ve tazelenmiş hissediyordu. Sarayın zaman akışıyla buranınki aynı değildi. Doğada her şey çok daha yavaş ve uysaldı. Buraya geleli bir aydan fazla olmuştu ancak bu süre ona bir ömür gibi gelmişti. İlk günler yine kendini odasına kapatsa da sonraki günler dışarı çıkmaya ve etrafta dolaşmaya başlamıştı. Ormanın yeşilliği, çiçeklerin güzelliği ve kuşların cıvıltıları onu yeniden çocukluğuna döndürmüştü. İlk başta birkaç saat olan bu gezintileri daha sonra saatleri bulmuştu çoğu zaman yanında Bayan Daphe ve hizmetçiler olsa da bazen de alıp başını gidiyor ve saatler sonra geliyordu. Herkes onun kalbini tamir etmeye çalıştığını bildiğinden onu yalnız bırakmanın daha doğru olduğunu düşünüyorlardı. Diana, ormanın derinliklerinde daha önce hiç görmediği büyüklükte ağaçlar ve hayvanları gördüğünde oldukça şaşırmıştı. Ormanda kaldığı uzun saatler boyunca bazen güzel çiçekleri kokluyor, ağaçlara tırmanmaya çalışıyor bazen de ceylanları ürkütmeden izliyordu. Etrafına baktığında her yer yeşil ve gökyüzüne baktığında da maviydi, bu iki renk ona huzuru çağrıştırıyordu. Ormanın o kadar kendine has bir dinginliği ve sakinliği vardı ki burada huzur bulmamak imkânsızdı. Ormanın sessizliği Diana’nın kulağında bir melodi gibi yankılanıyordu. Şatoya dönüp yatağında uyumaya çalışsa bile ormanın sesi hâlâ kulaklarında ve kalbinde olurdu. Çocukluğundan beri kendini hep doğaya ait hisseder, ayakları toprakla bütünleştiğinde, elini nehre soktuğunda ya da yağmur damlalarını seyrettiğinde her zaman kendini iyi hissederdi. İlk başta sadece ormanda gezintiye çıkıyor ve birazcık hava alıp geliyordu. Ancak ormanın içinde zaman geçirdikçe çok güzel meyve ağaçlarını, lezzetli mantarları, devasa ağaçları ve rengârenk çiçekleri gördüğünden yanında bazen bir sepet getiriyor bazen de üzerine giydiği hırkaya topladığı şeyleri koyuyordu. Buraya geldiğinden beri üzerine gösterişli kıyafetler yerine basit elbiseler giyiyordu ve böyle kendini çok daha güzel hissediyordu. Yanına aldığı sepetlerle bir önceki gün keşfettiği meyve ağaçlarının yanına gidiyor ve ağaçlara tırmanıyordu. İlk başta beceremeyip düşse de daha sonra yavaş yavaş tırmanmayı başarıyordu. Şatoya geldiğinde hizmetçiler onun kıyafetlerinin yırtıldığını ve tozlandığını görünce onunla gelmeyi teklif ediyorlar ancak Diana bu teklifi reddediyor yalnız kalmanın ona daha iyi geldiğini söylüyordu. Topladığı mantarlar, çilekler, böğürtlenlerle Bayan Daphe’la birlikte bir şeyler yapmayı seviyordu. Bazen bu gezintilerinde yanına kitap alıyor ve ormanın sessizliğinde okuyordu. Bazen de yanına getirdiği kâğıtlara bir şeyler karalıyor ya da resim çiziyordu ancak kafası o kadar dağınıktı ki bunlar bir dizi karalamadan ibaret oluyordu. Buraya ilk geldiğinde kalbinde kırgınlık, üzüntü ve nefret vardı ancak burada nefes aldıkça nefretin ve kızgınlığın yükünün omuzlarından gittiğini hissediyordu. Richard’ı hatırladığında yüreğinde oluşan o ağrı artık yoktu. Adeta onun her bir zerresi üzerinden uçuşup gitmişti. Tüm bu olanları ve yaşadıklarını kabullenmiş artık acıyla savaşmak yerine onu kabullenmeyi seçmişti. Babasının söylediği gibi bunları bir tecrübe olarak kabul edecek ve hayatına devam etmeye çalışacaktı. Richard’ı unutabilmesi ve hayatına devam edebilmesi için önce kendini affetmesini öğrenmesi gerekiyordu ancak Diana hâlâ aynaya baktığında kendi gözlerine bakamıyordu. Ailesi ona mektuplar yazıp yanına gelmek istese de Diana daha erken olduğunu ve iyileşmeye çalıştığını söyleyerek onları reddediyordu. Bu süre zarfında Alberta’nın izdivacının olacağını biliyordu ve düğüne katıldığında eski Diana değil yeni bir Diana olarak katılmak istiyordu. Onu gören herkesin artık ona acımayla ya da üzüntüyle bakmasını istemiyordu. Bundan sonra da artık kimsenin onu zavallı gibi görmesine ve onu kandırmaya çalışmasına da asla izin vermeyecekti. Bu yüzden saraya dönene ve Alberta’nın düğününe kadar iyileşecek, babasının gözlerine baktığında ona yeniden sıcacık gülümseyecekti. Diana bu gezintilere çıktığında bir keresinde ormanın derinlerine kadar gitmişti artık ormanı avucu gibi bildiğinden kestirme yolları öğrenmişti. Bu sefer böğürtlen toplamak istiyordu bu yüzden de yanına bir sepet almıştı. Böğürtlen çalılarına yaklaştığında usulca böğürtlenleri toplayıp sepetine koyuyordu. Mavi bir kelebeğin böğürtlenlere konduğunu görünce gülümsemeden edemedi. Daha sonra birazcık daha yaklaştığında çalıların üstünde neredeyse onlarca mavi kelebek olduğunu görünce şaşkınlıkla bakakaldı. Kelebekler öylesine mavi öylesine güzeldi ki, elini kelebeklerden birine uzatmıştı ancak o esnada ayağında bir sızı hissetti, “Ahh.” diyerek ayak bileğine tuttu. Ne olduğunu anlamamıştı, ayak bileğine baktığında yerde bir yılanın hareket ettiğini gördü ve “Olamaz.” diyerek kendini öteye attı, elindeki böğürtlen sepeti yere düştü ve içindeki böğürtlenler de etrafa saçıldı. Ayağını sokan yılan çoktan ortadan kaybolmuştu ancak Diana ayağına baktığında şimdiden kızardığını görüyordu. Yerde öylece oturuyordu ve birkaç kez ayağa kalkmaya çalışsa da bunu başaramıyordu. Daha önce hiç böyle bir acı hissettiğini hatırlamıyordu. Ayak bileğine baktığında ısırığın olduğu yerin kabardığını ve şiştiğini gördü. Gözyaşlarının göz pınarlarına biriktiğini hissetti, midesinde bir bulantı ve nefes almada da güçlük çekiyordu. Olduğu yere uzandı ve başının döndüğünü düşündü. “Yardım edin, yardım edin.” diye bağırmaya çalıştı ancak nefes alamadığından sesi çıkmıyordu. Ormanın ortasında yerde uzanıyor ve ağaçların döndüğünü hissediyordu. Sonra gözünün açılıp kapandığını hissetti ve uzun zaman sonra bir ara gözünü açtığında karşısında bir adam gördü, adamın yüzüne baktığında sadece bal rengi gözlerini fark etmişti. “Kimsiniz?” diye sorduğunda adam onun gözlerinin içine bakmış ve “Sakin ol, sakın hareket etme.” demişti. Adamın huzurlu sesini duyduğunda göz kapaklarının yeniden kapanmaya başladığını hissetti. Gözlerini açtığında karşısında kitap dolu rafları görünce nerede olduğunu anlamadı. Başını kaldırmak istedi ancak o kadar halsizdi ki kalkamıyordu. Boğazında acı ve başında da bir ağrı vardı aynı zamanda ter içinde olduğunu hissetti. Sadece pencereden odaya vuran güneş ışığını görüyor ve odadaki ateşten gelen odunun yanma çıtırtılarını duyuyordu. Boğazındaki acıyla öksürdü. Bir anda kapı açıldı ve içeri bir adam girdi, adamın kim olduğunu tanımadığından sessizce ona bakmakla yetindi. Ancak hâlâ tam olarak kendine gelmediğinden ne olduğunu anlamıyordu, burası neresiydi, ona ne olmuştu ve bu adam kimdi? Adama baktığında fısıltıya yakın bir sesle “Neredeyim ben?” diye sordu. Adam ona bakıp “Kendini yorma, dinlen.” dedi. Diana, adama “Ne oldu bana?” diye sorunca adam yanına geldi ve başındaki ıslak bezi alıp değiştirdi sonra da yanağından akan terleri silmeye koyuldu. Diana’ya huzurlu gelen sesiyle “Ormanda baygın bir halde buldum seni. Ayağını zehirli bir yılan sokmuş ama merak etme zehri çıkarmayı başardım. Ancak kendine gelmen için dinlenmen gerek.” dedi. Diana onun bal rengi gözlerinin içine baktı ve “Peki siz kimsiniz?” diye sordu, adam ona uysalca gülümseyerek “Bana burada Şifacı derler.” dedi. Daha sonra da ellerini Diana’nın zorla açık tuttuğu gözlerine uzattı ve “Uyuman gerek.” dedi. Diana derin bir uykuya daldı. Şifacı, ormanda gezintiye çıktığında onu ormanın ortasında baygın bulmuştu. Bilincinin açık olmadığını fark ettiğinden zehirli bir yılan sokması olduğunu hemen anladı ve onu kucağına alıp kulübesine doğru getirdi. Isırılan yeri temiz ve ıslak bir bezle sildi. Sonra da çiçek özlerinden elde ettiği panzehrini ona içirdi ve ayağına merhem sürdü. Diana neredeyse iki üç saattir bilinci kapalı bir şekilde yatıyordu. Şifacı onu iyileştirebilmek için saatlerdir terlerini siliyor ve ateşini düşürmeye çalışıyordu. Isırıldıktan sonra uzun bir zaman ormanda yatmış olmalıydı ki panzehrin etki etmesi uzun sürmüştü. Diana, bir saat daha gözü kapalı uyuduktan sonra gözünü açtı ve yine o bal rengi gözlerle karşılaştı. Boğazında yeniden bir acı hisseti ve “Su.” dedi. Şifacı ona su verdi ve Diana su içmek için başını kaldırdığında küçük bir kulübede olduğunu fark etti. Suyu içtikten sonra “Neresi burası?” diye sordu. Şifacı da “Benim evim.” dedi. Diana, artık kendini biraz daha iyi hissediyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı ancak bunu başaramayınca, Şifacı “Dur, henüz iyileşmedin.” dedi. Diana ise ona çocuksu bir merakla bakıp “Beni merak edecekler, dönmem gerekir.” dedi. Şifacı, “Anlıyorum ama biraz daha dinlenmen gerek. Yürüyemezsin böyle.” dedi. Sonra da “Şimdi sana bir ilaç daha hazırlıyorum.” deyince Diana, usulca tekrar yattı ve adamın küçük kulübede bir o yana bir bu yana gidip ilaç hazırlamasını seyretti. Şifacının çok farklı bir havası vardı, gözleri bal renginde ve teni de buğday sarısıydı. Saçları kumral renginde ve parıl parıldı. Oldukça da yapılı bir vücudu vardı ve kendine çok iyi baktığı görülüyordu ancak yirmilerinin sonunda olduğu belliydi. Bunun yanında sesinde ve bakışlarında bir olgunluk ve dinginlik vardı sanki uzun yıllar yaşamış gibiydi. Şifacı Diana’nın ona baktığını görünce gülümsedi “Senin adın ne?” dedi sonra da önündeki işiyle uğraşıp “Buralardan olmadığın belli. Thanoslu musun?” diye sordu. Diana bir süre sessiz kaldı, ona bir prenses olduğunu söylemek istemiyordu çünkü o zaman ona farklı davranacak ve belki de ondan menfaatle yararlanmaya çalışacaktı. Biraz düşündü ve “Evet Thanoslu’yum. Adım da Diana.” dedi. Adam onunla pek ilgileniyormuş gibi görünmüyordu tamamen işine yoğunlaşmıştı. Diana merakla onu izliyordu, ellerindeki şişeleri birbirine döküp önündeki kâğıtlardan Diana’nın anlamadığı birtakım şeyler söylediğini duyuyordu. Diana, uysal bir şekilde “Siz bu ormanın ortasında yalnız başınıza ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Şifacı, Diana’ya döndü ve “Söyledim ya ben şifacıyım. Yakındaki köylerden bana geliyorlar, insanları ve hayvanları iyileştirmeye çalışıyorum.” dedi. Diana, merakla “Hekim gibi mi?” diye sordu ve Şifacı ona bakıp “Sayılır.” dedi. Biraz zaman sonra Diana, yerinde doğruldu ve “Peki gerçek adınız nedir?” diye sordu çünkü hayatını kurtaran bu adamın adını merak etmişti. Ancak Şifacı gülümseyerek “Gerçek adımı kimseyle paylaşmam. Ben isimlerin de şifaları olduğunu düşünürüm. Bu yüzden ismimi sadece özel insanlarla paylaşırım. Sen de bana herkes gibi Şifacı diyebilirsin.” dedi. Diana, masum gözlerini onun üzerinden bir an olsun ayırmıyordu, “Pekâlâ, teşekkür ederim Şifacı Bey. Hayatımı kurtardınız, siz olmasaydınız neler olurdu düşünmek bile istemiyorum.” dedi. Şifacı, yanına geldi ve “Önemli değil, ben günde onlarca insanın hayatını kurtarıyorum. Benim için sıradan bir olay. Teşekkür etmene gerek yok.” dedi. Diana, “Ama olsun-“ demişti ki Şifacı yaptığı karışımı içmesi için ona uzattı ve Diana ne olduğunu bilmediği bu sıvıyı içti. Sonra da “Artık gerçekten gitmem gerek. Kendimi daha iyi hissediyorum.” dedi. Şifacı ona düşünceli bir şekilde baktı ve “Aslında ahırda yaşlı bir atım var, istersen ona binip gidebilirsin. Benim köye gitmem gerek, sen tek başına gidebilir misin?” diye sordu. Diana’da “Teşekkür ederim, gidebilirim. Siz lütfen işinizi yapın, beni beklemeyin.” dedi. Ayağa kalktığında kendini gerçekten çok daha iyi hissediyordu, baş dönmesi geçmiş, mide bulantısı da durmuştu sadece kendini biraz halsiz hissediyordu. Kulübenin içine dikkatlice bakmaya başladı ve pencerenin kenarında kafesin içinde beyaz bir kuş fark etti ancak kuş hiç hareket etmeden ve ses çıkarmadan öylece duruyordu. Diana bir an onun canlı mı yoksa cansız mı olduğuna emin olamadı. Sonra da çantasına ilaç şişeleri dolduran Şifacı’ya baktı ve “Kuşun nesi var?” diye sordu. Şifacı, “O yaralı bir kuş.” dedi işinden başını kaldırmadan. Diana, bu sefer merakla “Peki neden hiç hareket etmiyor ya da ses çıkarmıyor?” diye sordu. Şifacı, başını kaldırdı, kafesin yanına geldi sonra da Diana’ya bir sırrını paylaşıyormuş gibi fısıltıyla “Bu kuş Draga kuşudur. Yani diğer adıyla Sevda kuşu da denir. Bu kuşlar sevgilisini kaybedince kendini öldürmek ister. Ben onu ormanda bulduğumda iki kanadı da fena yaralanmıştı. Herhalde kendini bir kayalığa atmıştı ve ölmek üzereydi. Onun yaralarını iyileştirmeye çalıştım ancak kanatlarındaki yaraları iyileşse de kalbindeki yarayı iyileştiremedim. Kendini tekrar yaralamasından korktuğum için onu böyle kafese koydum.” dedi. Sonra da kafese parmağını uzatıp kuşun kanatlarına usulca dokundu “Aslında böyle sessiz durduğuna bakma. Normalde bu kuşlar birbirine çok güzel aşk şarkıları söyler, öyle narin sesleri vardır ki. Sabah gün doğmadan uyanırsan bu sevda kuşlarının nasıl cıvıldaştığını duyarsın.” dedi. Diana, Şifacı’yı dinlerken adeta bu kuşun da onun gibi nasıl yaralı olduğunu fark etti. Gerçekten de bütün yaralar iyileşse de kalp yarası iyileşmiyordu. Kendisi de dışarıdan bakıldığında bu kuş gibi çaresiz ve acınası mı gözüküyordu? Şifacı, Diana’nın sessizliğini fark edince “Atımı sana emanet ediyorum, biraz huysuzdur. Bazen uzak köylere gittiğimde bana eşlik ediyor o yüzden iyileştikten sonra onu getirirsen sevinirim.” dedi. Diana ona şaşırarak baktı, onu tanıyalı birkaç saat olmasına rağmen ona atını emanet bırakacak kadar nasıl güvenebiliyordu? “Tabii, getiririm. Ancak nasıl bana hemen güvenebildiniz ki? Ya getirmezsem atınızı?” diye sordu merakla. Şifacı ona bakıp gülümsedi, “Huysuz ve yaşlı atı ne yapacaksın? Hem burada kimse kimsenin malına göz koymaz, herkes elindekini paylaşıp birbirine destek olur. Bu yüzden getireceğine hiç şüphem yok ancak getiremesen de canın sağ olsun.” dedi. Sonra da Diana için hazırladığı ilaçları ve merhemi ona uzattı ve “Bunları sabah akşam kullanmayı unutma. Bu akşam da biraz kendini halsiz hissedersin ancak yarına bir şeyin kalmaz.” dedi. Hırkasını giydi ve çantasını da omzuna aldı, “Benim şimdi gitmem gerekiyor, ne zaman kendini iyi hissedersen gidersin. At ahırda, binerken dikkat et, at binmeyi biliyorsun değil mi?” diye sordu. Diana, iyi bir at binicisi olduğundan “Evet.” anlamında başını salladı. Şifacı da “Hoşça kal o zaman.” dedi ve köye doğru yola çıktı. Diana, o gittikten sonra ayağa kalktı ve etrafına göz gezdirdi. Şifacı’nın evini ona bırakıp gitmesine ve onun sözüne güvenmesine çok şaşırdı. Neticede bir yabancıydı ve insan bir yabancıya evini bırakıp nasıl gidebilirdi? Odaya baktığında her tarafın kitaplarla ve ilaç şişeleriyle dolu olduğunu gördü, ateş hâlâ çıtırdayarak yanıyordu. Sonra sessizce duran kuşun yanına gitti ve parmağıyla onun başını okşadı, “Merhaba, güzel şey.” dedi ancak kuş öylece duruyordu. Diana, eğilip onun gözlerine baktı “Biliyor musun ben de senin gibi yaralıyım. Benim de kalbim paramparça. Senin gibi kolum kanadım kırılmış gibi hissediyorum. Sana baktığımda aynada kendimi görmüş gibi oldum.” dedi. Kuş sanki onun dediklerini anlamış gibi minik gözlerini Diana’nın gözlerine çevirdi. Daha sonra Diana, etrafa göz atmaya devam etti, raflarda bir sürü ilaç şişeleri ve kutuları vardı. Her birinin üstüne bir şeyler karalanmıştı, Diana birkaç tanesini eline alıp okudu; kalp ağrısına, mide bulantısına, kusma, burkulmaya, doğum için gibi reçeteler yazıyordu. Oda karmakarışık ve düzensizdi. Diana, Şifacı’nın bir şeyler yazdığı masaya ilerlediğinde arkada küçük bir bölme olduğunu gördü, burasını küçük bir mutfak gibi kullandığı belliydi. Oda küçücüktü ancak bu Diana’ya çok daha sıcak ve huzurlu gelmişti. Sarayın o geniş ve devasa salonlarındansa burası onun için çok daha ev gibiydi. Diana, mutfağa göz attığında, tezgâhta patateslerin soyulmadan yarım bırakıldığını gördü. Herhalde onunla ilgilenmekten işlerini yapamamıştı, yüzünde bir gülümseme oluştu. Daha önce bir erkeğin yemek yapabileceğini hiç düşünmemişti. Ona teşekkür ettiğinde bunu önemsiz görmüştü bu yüzden ona teşekkür etmek için patatesleri soymak istedi. İşini bitirip kulübeden çıktı ve ahıra doğru gitti. Çevresine baktığında kulübe ormanın ortasında boş bir tepede duruyordu ve dışarıdan bakıldığında gözüne daha da küçük göründü. Ahıra geldiğinde içerideki yavru köpek hemen yanına koşunca Diana onun başını okşadı. Burada tavuklar ve kuzular da vardı, sonra da ötede duran yaşlı atı gördü. Atın yanına geldiğinde kendini ona sevdirebilmek için ona biraz saman uzattı ve sırtını okşadı, “Merhaba, güzel at. Birazcık halsizim acaba beni şatoya kadar götürebilir misin?” diye sordu, sonra da atın güzel gözlerine bakıp “Beni üstünden atma olur mu?” dedi. Atı çözdü ve dışarı çıkardı sonra da üzerine binip şatoya doğru yola çıktı. Şatoya geldiğinde herkes onu oldukça merak etmişti ve muhafızlar ormanın her yerinde onu aramaya koyulmuştu. Ancak Diana, onlara telaşlanmamalarını söyledi sonra da onu zehirli bir yılanın soktuğunu ve Şifacı adında birinin onu kurtardığını anlattı. Bayan Daphe, saraya gidip onu Hekim Valentino’ya göstermek istese de Diana, ona Şifacı’nın hazırladığı panzehri ve merhemi gösterdi. Aynı zamanda ailesinin bunu öğrenmemesini istediğini yoksa çok endişeleneceklerini söyleyince Daphe istemeye istemeye razı oldu. Diana, dinlenmek için odasına çekildi. Yastığına başını koyduğunda bu güzel yastıkların onu rahatsız ettiğini düşündü oysa Şifacı’nın kulübesinde yatarken kendini çok daha huzurlu hissediyordu. Bugün çok yorulduğundan gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladığında hâlâ Şifacı’yı ve onun sıcacık kulübesini düşünüyordu. Sabah gün doğmadan gözünü açtığında sevda kuşunu hatırladı ve hemen pencereye koştu. Ormanın sessizliği içinde kuşların cıvıldaşmaları duyuluyordu sanki iki sevgili birbirine serenat yapıyordu. Bunu duyunca yüzünde gülümseme belirdi ancak o yaralı kuşu hatırladığında onun bir daha asla böyle ötemeyeceğini düşündü. Tıpkı kendisi gibi onun da bir daha eskisi gibi olması imkânsızdı. Ertesi gün kahvaltısını yapıp ve ilaçlarını da içtikten sonra, Daphe’ı da zar zor ikna ederek Şifacı’nın kulübesine doğru yola çıktı. Daphe onu yalnız göndermemek için dirense de Diana ona çocuk gibi yalvarınca ve yalnız gitmek istediğini, adamın onun bir prenses olduğunu anlamasını istemediğini söyleyince onu ikna etmeyi başardı. Diana kendi atına atladı ve Şifacı’nın yaşlı atını da ona bağlayarak yola koyuldu. Şifacı’nın kulübesine geldiğinde kapıyı tıklattı ve içeriden “Gel.” sesini duyunca kapıdaki sürgüyü açıp içeri girdi. İçeri girdiğinde şifacıyı masasında bir şeyler yazarken buldu ve “Merhaba” dedi, Şifacı onu görünce sıcacık gülümsedi ve “Hoş geldin.” dedi. Diana, “Atınızı getirmiştim, söz verdiğim gibi.” dedi ve sonrada “Yalnız sizin söylediğiniz kadar huysuz bir at değilmiş çok uslu davrandı.” diye ekledi. Şifacı, önündeki kitaptan kâğıtlara bir şeyler yazdığından onunla pek ilgileniyormuş gibi görünmüyordu, “Tamam, atı ahıra koyabilirsin.” dedi. Diana, ilk başta anlamadı çünkü prenses olduğu için genelde bu işleri başkasının onun için yapmasına alışkındı bu yüzden biraz şaşırdı sonra dışarı çıktı ve söylediği gibi atı ahıra koydu. Sonra tekrar kulübeye Şifacı’nın yanına geldi, bu sefer elinde Daphe’a ısrarla yaptırdığı elmalı turtayı tutuyordu. Şifacı’nın masasına yaklaştı ve “Dün size doğru düzgün teşekkür edemedim. Size elmalı turta getirdim. Bunu bir hediye olarak kabul ederseniz beni çok mutlu edersiniz.” dedi. Şifacı, mutlulukla Diana’ya baktı birilerini iyileştirdiğinde karşılığında bir ücret almıyordu. Zaten köylerdeki insanların da fazla parası olmazdı bu yüzden bazen bir tabak yemek getirirlerdi ancak ilk defa böyle güzel bir tatlı hediye almış olacaktı. Sevinçle, “En son çocukken annem yaptığında elmalı turta yemiştim herhalde. Sağ ol.” dedi. Diana, Şifacı’yı böyle mutlu ettiği için çok daha mutlu oldu ve elindeki tabağı masaya koydu, nasıl servis edeceğini bilemediğinden bıçak ya da çatal aradı. Ancak arkasını döndüğünde Şifacı’nın çoktan eliyle bir parça koparıp yemeye başladığını gördü ve “Çatal bulsaydım.” dedi. Şifacı ise ağzına attığı kocaman parçadan konuşamayarak “Böyle daha güzel tadı.” dedi. Diana, karşısına oturdu ve Şifacı bir parçada koparıp ona uzattı, Diana elindeki parçayı alıp yedi ve gerçekten de tadı ona daha güzel geldi. Şifacı’nın hal ve hareketlerinde Diana’ya iyi gelen bir şeyler vardı, doğanın bütün dinginliği ve sakinliği sanki onda toplanmıştı. Her hareketi yavaş ve sıradandı ancak o kadar kararlı bir hali vardı ki Diana onun yanında kendini çok daha rahat hissettiğini fark ediyordu. Önündeki kitaba odaklanmış kâğıtlara bir şeyler karalarken yüzü oldukça ciddi görünüyordu ancak bir yandan da sanki çok önemsiz bir iş yapıyormuş kadar rahattı. Diana, öylece onu izlerken “Çok daha iyi oldum, sizin sayenizde. Verdiğiniz ilaçlar beni iyileştirdi, bir kez daha teşekkür ederim.” dedi. Şifacı düşünceli bir şekilde ona baktı, “Sen neden sürekli teşekkür edip duruyorsun, bir önemi yok söyledim ya. Ayrıca bana siz diye hitap etmene de gerek yok. Ben önemli bir adam değilim ki, rahat ol.” dedi. Diana, şaşkın gözlerle ona baktı sonuçta o bir prensesti ve çocukluğundan beri insanlara karşı saygı sözcükleriyle konuşmayı öğrenmişti. Yerinde huzursuzca kıpırdandı, aslında Daphe’a hemen geri döneceğine dair söz vermişti ancak birazcık daha burada kalıp Şifacı ile sohbet etmek istiyordu, etrafına bakındı ve sevda kuşunu görünce “Sabah gün doğmadan söylediğiniz gibi-“ dedi sonra da “Yani söylediğin gibi sevda kuşlarının sesini duydum. Bir daha öyle güzel bir şekilde ötmeyecek olması çok acı.” dedi. Şifacı başını kaldırdı ve Diana’ya şefkatle baktı, “Evet öyle, acıyı yaşamak kolaydır ancak unutmak çok zor dedi.” dedi. Diana onun sanki kendi içini gördüğünü düşündü. Şifacı’da Diana’nın varlığından hoşlanmaya başlamıştı, normalde pek arkadaşı yoktu genelde hastalar gelirdi ama çoğunlukla o köyleri dolaşırdı. Bu yüzden de evinde güzel bir kadının oturduğunu düşünmek ona da garip hissettirmişti. Diana’nın gözlerinde daha önce kimsede görmediği bir parıltı olduğunu görmüştü. Sanki güneşe bakmak gibi insanın içini hem ısıtıyor hem de gözünü kamaştırıyordu. Sonra usulca, “Sen Thanos’un köylerinden misin? Daha önce hiç görmedim seni buralarda.” dedi. Diana, “Evet.” anlamında başını salladı ancak ona yalan söylediği için kendini suçlu hissetti. Diana, etraftaki ilaç şişelerine bakıp “Bu kadar şeyi nasıl aklında tutuyorsun, hiç karıştırmıyor musun?” diye sordu. Bunun üzerine Şifacı, “O kadar uzun zaman oldu ki artık karıştırmıyorum. Fakat ilk başladığım zamanlar, mide ağrısı için gelene böbrek ilacı, baş ağrısı için gelene de ishal ilacı verdiğim olmuştu.” dedi. Diana bunu duyunca kıkırdayarak güldü sonra da uzun zamandır hiç böyle gülmediğini hatırladı. Şifacı, onun güzel yüzüne baktı “Ancak sonra fark ettim ki, insanlar iyileşeceğine inandığı zaman ilacın bir önemi kalmıyor.” dedi. Diana düşünceli bir şekilde ona baktı, “Nasıl yani?” diye sordu. Şifacı onun düşünceli yüzüne baktı, “Yani hasta bir insana ilaç diye saf su da içirsen onun ilaç olduğuna inandığı için iyileşiyor. Ancak iyileşmek istemeyen birine en güçlü ilaçları da versen o kişi asla iyileşemiyor. O kadar fazla hasta gördüm ki bunun doğru olduğunu sonunda anladım.” dedi. Diana’nın gözleri dalmıştı, kendisi de demek ki iyileşmek istemediğinden iyileşemiyordu. Şifacı, kuşu gösterip “Mesela şu sevda kuşu. Aslında yaraları çoktan iyileşti ancak iyileştiğine bir türlü inanmıyor. Tekrar eskisi gibi uçabileceğini ve özgürce kanat çırpabileceğini düşünmüyor. Oysa bunun için hiçbir engel yok, engel zihinde başlıyor. O kafesten çıksa dahi kendi zihnindeki kafesten kurtulamıyor.” dedi sonra da önündeki kitaba yoğunlaştı. Diana, onun söylediklerini düşünüyordu. Kendisi de yarattığı bu kafesten bir türlü kurtulamıyordu, kendini adeta o kafese hapsetmişti. Oysa Şifacı’nın söylediği gibi özgür olmasında bir engel yoktu ancak yüreğinin kanatlarının uçamayacak kadar yorgun olduğunu hissettiğinden iyileşmeyi denemiyordu bile. Uzun bir zaman sessizce bunları düşündü, sonra merakla “Neden bu mesleği yapıyorsun?” diye sordu. Şifacı ona gülümseyerek baktı, “Meslek mi? Benim için bir meslek değil bu. Meslek karşılığında ücret almaktır. Oysa ben bunu karşılıksız yapıyorum. Doğada şifa bulmak ve insanları ya da hayvanları iyileştirmek, onları yeniden hayata bağlamak hoşuma gidiyor, bana yaşadığımı hissettiriyor.” dedi. Diana, onun huzurlu sesine ve yüzüne ilgiyle baktı, yüzünde hem olgunluk hem de çocuksuluk vardı, “Doğayı çok seviyor olmalısın.” dedi. Şifacı, “Evet, öyle. Kendimi doğaya adadım, o da bana çok cömert davrandı. Bütün her şeyimi oradan sağlıyorum, yemeğimi, suyumu, ilaçlarımı. Ve beni yaşatacak her şey için ona borçluyum.” dedi. Diana, “Ben de kendimi doğaya ait hissediyorum.” dedi çocuksu bir tavırla. Şifacı onun masum yüzüne baktı ve gülümsedi. Bundan sonraki haftalar boyunca Diana fırsat buldukça Şifacı’nın yanına gidiyordu. Onunla sohbet etmek ve konuşmak çok hoşuna gidiyor adeta yaralarının iyileştiğini hissediyordu. Onun söylediği her söz adeta yüreğine bir ilaç gibi geliyordu. Ona kendini dinlemeyi ve zihnindeki engellerden kurtulmayı öğretmişti. Bu sayede Diana yüreğindeki yaraların bir bir kabuklaştığını hissediyordu. Onu her ziyarete gittiğinde tatlılar getiriyordu. Şifacı bu tatlıları yediğinde çok mutlu oluyor ve adeta çocukluğuna dönüyordu. Hatta bir keresinde Diana’ya “Senin sayende iyice kilo aldım, bana sürekli böyle lezzetli tatlılar getirmene o kadar alıştım ki, bazen gelmezsin diye korkuyorum.” deyince Diana mutlulukla ona bakmıştı çünkü kendisi de günlerce onun yanına geleceği zamanı iple çekiyordu, “Merak etme, ben hep geleceğim.” dedi. Bunu duyunca Şifacı’nın yüzünde ise daha önce hiç görülmeyen bir gülümseme yayılmıştı. İkisi de birbirinin yanında olmasından mutluydu sanki kayıp birer parçalarını bulmuş ya da yıllardır hissettikleri eksikliklerini tamamlamış gibiydiler. Birbirlerinin gözlerine baktıklarında yüreklerinde bir sıcaklık oluyor ancak ikisi de bunun ne olduğunu anlayamadığından öylece sessizce oturup birbirlerine bakıyorlardı. Diana ona baktığında ne sahte aşk sözleri ne pahalı hediyeler ne de yalanlar görüyordu onun için sadece şefkatle bakan bir çift göz vardı. Diana bazen kulübeye geldiğinde içeride bir hasta olurdu ve inim inim inlerdi. Diana her ne kadar bu hastaları gördüğünde çok üzülse de Şifacı’nın yüzüne baktığında onları iyileştireceğini bildiğinden üzüntüsü geçerdi ve çoğu zaman Şifacı ona “Diana, şu ıslak bezi getir ya da şu rafta gördüğün ilacı ver veya sen hastanın ellerini tut.” diyordu. Diana’da bu zamanlarda kendini onun yardımcısı gibi hissettiğinden mutlulukla ona yardım ediyordu. İyileşmelerine yardımcı olduğu hastalar bazen ona da teşekkür ediyor bazen de ona da hediyeler getiriyordu. Mesela bir gün küçük bir çocuğu iyileştirmesi için Şifacı’ya yardım etmişti, çocuk o kadar masum ve tatlıydı ki Diana ağlamasın diye onun ellerini tutmuş ve ona hikâyeler anlatmıştı. Daha sonra çocuk iyileştiğinde ona çok güzel bir çiçek getirip sıkıca sarılmıştı ve bu Diana’yı çok mutlu etmişti. Diana, Alberta’nın ona verdiği kitaplardan bazılarını Şifacı’ya getirmişti çünkü onun kitapları oldukça eski ve tozluydu. Şifacı, Diana’nın getirdiği kitapları görünce çok şaşırmış ve hemen bir günde hepsini okumuştu. Bunun yanında Diana’ya kendi yazdığı şiirleri ve karaladığı yazıları da göstermişti. İlk defa kendi hayal dünyasını birine açtığından hem mutlu olmuş hem de utanmıştı ancak Diana onun yazdıklarını okuyunca sanki içinin huzur dolduğunu hissettiğini söyleyince Şifacı çok mutlu olmuş ve yazmaya yeniden başlamıştı. Bu süre zarfında birlikte ormana gezintiye de gidiyorlardı. Şifacı ona çiçeklerin, ağaçların, bitkilerin isimlerini söylüyor ve neye iyi gelip gelmediğini öğretiyordu. Ona zehirli bitkilerle şifalı bitkilerin farkını anlatıyor ve bitkilerin özlerini nasıl toplayıp ilaç haline getirdiğini gösteriyordu. Bunun yanında Şifacı ormanı avucunun içi gibi biliyordu, her bir tepeyi, taşı, ağacı ezberlemişti. Diana, ormanda defalarca kez dolaşmış olmasına ve her yeri öğrendiğini düşünmesine rağmen Şifacı onu daha önce hiç görmediği güzel yerlere getirdiğinde hayretler içinde kalıyordu. Mesela ormanda daha önce hiç görmediği küçük bir şelale vardı ancak girişi otlarla kapalı olduğundan yerini çok az kişi fark edebilirdi. Burayı gördüğünde daha önce hiçbir insanın ayak basmadığı belliydi çünkü her yer tertemizdi. Diana suyun tadına baktığında daha önce hiç bu kadar tatlı bir su içmediğini söylemişti. Başka bir zaman ise Şifacı onu ceylanların yanına kadar usulca sokmuştu ve onları nasıl ürkütmeden sevebileceğini öğretmişti. Bir keresinde de onu yüksek bir tepeye çıkarmış ve tüm ormanı ayakları altına almasını sağlamıştı. Hatta ona “Bak karşıdaki Gorg Krallığı, saray ne kadar büyük gözüküyor değil mi?” diye sormuştu. Diana, bunu duyunca ne söyleyeceğini bilememişti, o sarayın prensesiydi, neredeyse bütün hayatı orada geçmişti ve ailesi de oradaydı oysa şimdi orası ona o kadar uzak geliyordu ki sanki onun için yabancı bir yer gibiydi. Kendini iyi hissettiği bir gün Şifacı’ya bir prenses olduğunu anlatacaktı ama henüz erken olduğunu düşünüyordu ayrıca da bunu öğrendiğinde Şifacı’nın ona nasıl tepki vereceğini bilemiyordu. Ondan nefret etmesinden ya da onu prenses olduğu için kullanmasından korkuyordu ancak ona yalan söylemeye devam etmeyi de kendine hiç yakıştırmıyordu. Diana, Şifacı ile doğayı keşfetmeye çıktığında adeta iyileştiğini ve aradığı her şeyi doğada bulduğunu hissediyordu. Şifacı ona hiç bilmediği ve görmediği şeyleri anlattığında oldukça mutlu oluyor ve hiç hissetmediği duyguların içinde yeşermeye başladığını düşünüyordu. Alberta’nın ona verdiği şiir kitabındaki dizeleri hatırladığında yüzünde bir gülümseme yayılıyordu, “Gözlerini açtığında, hayatı göreceksin. Yeniden yeşermeye ve çiçeklenmeye başlayacaksın. Zamanı ellerinin arasına al ve sadece doğayı hisset. Aramakta bulmak, Kaybetmekte kazanmak vardır. Yeniden başladığında sen de kendini bulacaksın.” Gerçekten de Diana artık kendini bulduğunu hissediyordu. Yüreğindeki yaraların iyileştiğini düşünüyor ve bu dünyada gerçekten yaşadığını fark ediyordu. Diana’nın sürekli Şifacı’nın yanına gittiğini ve oradan yüzünde mutlulukla geldiğini gören Daphe ve hizmetçiler de çok mutlu oluyordu. Onun iyileştiğini, tüm yaşananları unuttuğunu ve artık eskisi gibi huzurlu olduğunu düşünüyorlardı. Sadece onlar değil Diana’nın saraya yazdığı mektupları alan ailesi de Diana’nın artık iyileştiğini anlıyordu çünkü önceden yazdığı mektuplarda, kırgınlığı, pişmanlığı ve üzüntüsü hâlâ belli oluyorken şimdi yazdığı mektuplarda çok daha mutlu olduğu fark ediliyordu. Önceden bir iki paragrafla mektupları geçiştiren Diana şimdi ormanda gördüğü şeyleri, Şifacı’dan öğrendiği bilgileri, bitkilerin faydalarını, hayvanları nasıl sevdiğini, bazen tanıştığı insanların ona anlattığı hikâyeleri yazıyordu. Şifacı’dan aldığı ilaçları da mektupların yanına iliştiriyor, babasına kalbine iyi gelen, annesine sakinleştiren, kardeşlerinde onlara iyi gelecek bitkiler gönderiyordu. Kral Harold bu mektupları okuduğunda kızının iyileştiğini anladığından mutlu olmuş, o gittikten sonra daha yeni hastalığı üzerinden atmaya başlamıştı. Kızı iyileştikçe onun da halsizliği ve yorgunluğu geçmiş eski Kral Harold adeta geri gelmişti. Ailesi de ona yazdığı mektuplarda onu çok özlediklerini ve artık yanlarına gelmesini istediklerini yazıyorlardı. Alberta’nın izdivaç hazırlıkları ile ilgilendiklerinden herkes onu da yanlarında görmek istiyordu. Diana ise bu mektupları aldığında ailesinin onu ne kadar özlediğini görünce hem seviniyor hem de üzülüyordu. Onları görmeyi her ne kadar çok istese de buradan ayrılmakta hiç istemiyordu ancak Alberta’yı bu izdivaç hazırlığında yalnız bıraktığı için de kendini ona karşı mahcup hissettiğinden birkaç haftalığına saraya dönmeye karar verdi. Artık kendini tamamen buraya ait hissediyordu ve nereye giderse gitsin buraya döneceğini biliyordu hem o olmazsa Şifacı’ya kim tatlılar getirecekti? Diana Şifacı’yı hatırladığında yine içinde farklı bir şeyin büyüdüğünü hissetti ona sanki milyonlarca kelebek içinde kanat çırpıyormuş gibi geliyordu. Şifacı’da Diana’ya baktığında hayatında gördüğü en güzel kadın olduğunu düşünüyordu, ona baktığında kaybettiği ailesini ve özlediği çocukluğunu görüyordu. Ona tatlılar getirip onun için endişelendikçe annesini hatırlıyor bazen dalından bir meyve koparıp ona uzattığında Diana’nın masum gözlerinde küçük kız kardeşini görür gibi oluyordu. Diana’nın kendine has bir enerjisi vardı, herkese ışık saçıyor ve ona bakanları bu ışığa hapsediyordu. Saatlerce hatta yıllarca oturup sadece onu seyredebilirdi, onun güzel yüzüne bakmak bir manzarayı seyretmek gibiydi, onun güzel kokusunu içine çekmek adeta bir çiçeği koklamak gibiydi. Hayatı hep yalnız geçtiğinden Diana ona hem arkadaş hem de yoldaş olmuştu. Yıllardır bildiği ve okuduğu sıradan şeyleri ona anlattığında Diana’nın yüzündeki hayranlık ifadesini görünce ne yapacağını bilemiyor ve heyecanlanıyordu. Bildiği her şeyi ve okuduğu her şeyi ona anlatmak, hayatını onun hayatıyla bütünleştirmek istiyordu. Oysa Diana’nın ona karşı ne hissettiğini kestirmek zordu. Ancak Şifacı kalbinin daha önce hiç bu kadar onun yanındaki gibi hızlı attığını ya da onun yanında yeni yetme gençler gibi yanaklarının hiç bu denli kızardığını hatırlamıyordu. Fakat Diana ile birkaç kez sohbet ettiğinde onun bir derdi olduğunu anlamıştı. Ona ailesi ve yaşadığı yer hakkında bir şey sorduğunda sorulara kaçamak cevaplar veriyordu ve birçok kez onun köyünü merak ettiğini söylese de Diana asla onun evine gelmesini istemediğini söylediğinden Şifacı onu sıkıştırmak istemiyordu. Ancak bazen ona bir şeyler anlattığında, insanların acılarının geçmeyişinden, yaraların iyileşmemesinden bahsettiğinde Diana’nın gözlerinde keder bulutlarının toplandığını görüyordu. Diana’nın bir derdi, bir yarası vardı ve bu yara her ne kadar kabuklaşsa da Diana tam anlamıyla iyileşemiyordu. Bunu ona sormaya çekiniyordu elbet bir gün anlatacağını düşünüyordu. Bir gün ormanda ona yaşlı bir söğüt ağacını göstermiş ve ona neredeyse yüz yıllık olduğunu söylemişti ancak Diana’ya baktığında gözlerinde bir hüzün görmüştü ve “İyi misin?” diye sormuştu. Diana her ne kadar “İyiyim.” dese de Şifacı bir şeyler olduğunu ve ona yine yarasını hatırlattığını anlamıştı. Diana’nın yanına geldi ve minik ellerini tuttu “Diana, senin bir derdin var ve sen bunu bana anlatmıyorsun, hissediyorum. Ailenle ilgili mi yoksa başka bir şey mi?” diye sordu. Diana “Bir şey yok. Gerçekten iyiyim.” dedi. Ancak Şifacı artık onun ne zaman iyi ne zaman kötü olduğunu anlayacak kadar onu tanımıştı. Biraz düşündü ve “Birbirlerine sırlarını anlatan insanlar birbirlerine oldukça yakındır. Eğer sen bana derdini anlatırsan ben de sana ismimi söyleyeceğim. Ama eğer beni derdini paylaşacak kadar yakın görmüyorsan o zaman konuşmamızın da bir önemi yok.” dedi. Diana, onun ismini öğrenmeyi çok istiyordu ancak ona derdini anlatmaktan ve onu kaybetmekten çekiniyordu. Birazcık düşündü ve “Evet, haklısın benim bir derdim var. Ancak bunu seni yakın görmediğim için anlatmamazlık yapmıyorum sadece hatırladıkça kendimden nefret ediyorum.” dedi. Şifacı onun güzel yüzüne baktı, “Sen bana derdini anlat sana söz veriyorum ben ilacını bulacağım.” dedi. Diana onun şefkatli gözlerine bakıp gülümsedi, sonra da derin bir nefes aldı ve “Biri vardı. Beni sevdiğine inanmıştım ve onu sevdiğimi düşünmüştüm. Ancak beni öyle kandırdı ki, söylediği her söz, yaptığı her şey yalandı. Onun yüzünden aileme de mahcup oldum. Buraya da o yüzden geldim, onun kalbimde açtığı yaraları unutabilmek için.” dedi. Şifacı onun gözlerine hâlâ şefkatle bakıyordu “Sen gerçekten çok güçlü bir kızsın. Tüm bunları yaşayıp hâlâ ışığından hiçbir şey kaybetmemişsin. Tanıdığım birçok insan kendisine kötü bir şey yapan, onları aldatan insandan nefret eder ve intikam hissiyle kalbini doldurur. Oysa senin kalbinde bir hazine gizli. Ondan nefret etmek yerine kendinden ediyorsun, onu suçlamak yerine kendini suçluyorsun.” dedi Diana onun gözlerinin içine bakıyordu, Şifacı gülümsedi ve “Acının aşamaları vardır, insan üzülür, nefret eder, unutur ve affeder. Çoğu insan nefretten öteye geçemez oysa sen tüm aşamaları geçtin ve sadece kendini affetmek kaldı. Sen gerçekten de benim tanıdığım en güçlü insansın.” dedi. Diana hayatında ilk defa birinin ona ne kadar güçlü olduğunu söylediğini duyuyordu kendini güçsüz, zavallı ve ezik hissediyordu oysa şimdi Şifacı’yı dinlediğinde gerçekten de güçlü olduğunu hissetti. Artık Diana’nın gözlerinde hiç olmadığı kadar bir parıltı olduğu görülüyordu. Sonunda kendini bulmuştu. Mutlulukla Şifacı’ya baktı ve “Teşekkür ederim, senin sayende aradığım şeyi buldum.” dedi. Sonra da söğüt ağacına baktığında “Kaç yıllık demiştin? Yüz mü?” diye sordu çocuksu bir hevesle. Şifacı onun bu çocuksuluğuna gülümsemeden edemedi. Diana bir anda bir şey hatırlamış gibi arkasını döndü ve “Peki ismin ne?” diye sordu. Şifacı onun parıldayan güzel gözlerinin içine baktı ve fısıltıyla “Peter.” dedi. Kulübeye geldiklerinde Diana yaralı kuşa baktı ve Peter’a döndü “Bence artık onun da iyileşmesi için gerçek kafesinden kurtulması ve özgür olduğunu hissetmesi gerekiyor.” dedi. Peter, ona baktı ve “Haklısın. Birlikte onu özgürlüğüne kavuşturmaya ne dersin?” diye sordu ve Diana mutlulukla “Tamam.” anlamında başını salladı. Sevda kuşunu kafesinden çıkarıp pencereyi açtılar ve onu mavi gökyüzüne özgürlüğe doğru uçması için bıraktılar. Sevda kuşu özgürlüğü hissettiğinde kanatlarını çırptı ve tüm yaralarının iyileştiğini düşünerek kendini uçsuz bucaksız gökyüzüne bıraktı. Diana o yaralı kuşun tıpkı kendisi gibi artık iyileştiğini ve kafesinden kurtulduğunu düşündü. Mutlu bir şekilde şatoya döndüğünde artık yüreğinde Richard’ı da kendini de affettiğini biliyordu. Tüm bu olanlar bir hayat tecrübesi olarak kalacak ve artık eskisinden bile daha iyi olacaktı. Kalbindeki karartının geçtiğini ve yeniden kalbinin özgürce attığını hissetti. Şatoya geldiğinde herkes kararsız gözlerle ona bakıyordu, Bayan Daphe’a sorduğunda Daphe, düşünceli bir şekilde yanına geldi. “Sana bir şey diyeceğim Diana, bunu öğrenmek sana ne hissettirecek bilmiyorum ama bilmek hakkın diye düşündüm.” dedi. Sonra da onun gözlerinin içine şefkatle baktı ve “Richard, ölmüş.” dedi. Diana, Daphe’ın şefkatle bakan gözlerine baktı, ölen kişi onun için artık bir yabancıdan farksız olduğundan ne üzüldü ne de sevindi. Çünkü Diana artık özgürlüğe kavuşmuş ve kendini bulmuş bir sevda kuşuydu bu yüzden de kendini içine hapsettiği kafesten kurtulmuştu.
-BÖLÜM SONU- Yorumlarınızı bekliyorum... |
0% |