@withmeral
|
21 Alberta, daha önce hiç tatmadığı “aşk” duygusunun ağırlığıyla savaşıyor ve ilk defa yaşadığı bu duygunun ona nasıl hissettirdiğini anlamaya çalışıyordu. Aynaya baktığında kendine bunu itiraf etmekte bile zorlanıyordu. Alexander’ı önemsiyor, onun yanında iyi hissediyor ve onu kaybetmekten de korkuyordu ancak bunun yanında Alexander onun kalbini kıracak diye de düşünmeden edemiyordu. Alberta, Alexander’la sarayın bahçesindeki göletin yanında konuştuğundan beri birkaç gün geçmişti. Bu sürede birkaç kere ona mektup yazsa da Alexander bu mektuplara oldukça soğuk cevaplar vermişti. Bu yüzden Alberta onu bir kez daha üzdüğü için kendini suçluyordu. Kendini sevilmeye layık görmüyordu, herkesi üzüyor, kırıyor ve etrafından uzaklaştırıyordu. Alexander, ona bu izdivacın gerçek olmasını söylediğinde ne kadar da şaşırmıştı. Alberta da bazen onun gibi çocuklarının olacağı hayalini düşündüğünde yüzünde bir gülümseme beliriyordu ancak hemen bu hayalleri gözünün önünden kovuyordu. Bir şekilde Alexander’la tekrar konuşması ve onun gönlünü alması gerekiyordu yoksa içindeki bu his hiç geçmeyecekti. Bunun yanında Aragon Kralı Leonard, babasına mektup yazmıştı ve yakında izdivaç hazırlıklarına başlamak için geleceklerini söylemişti. Alberta, babası bu mektubu ona okuduktan sonra babasının gözlerine baktı. Kral Harold onun içinden geçen her şeyi biliyormuş gibi ona şefkatle bakmış ve “Alberta, yine mi kırdın onu?” diye sormuştu. Alberta, yanaklarına dolan pembeliği saklamak istedi, babasının yanında Alexander için ağladığını düşünmesini istemiyordu ve “Hayır baba.” demişti. Kral Harold, onun saçlarını okşadı ve “Alberta, biliyor musun, ben Alexander’la sohbet ettiğimde senin ismini duyduğunda bile yüzünde bir mutluluk beliriyordu. Ona kızımı sakın üzme dedim. O da bana seni üzmeyeceğine dair söz verdi.” demişti. Alberta, babasının gözlerine bakınca onun gözlerindeki tatlı hüznü görmüştü. Kral Harold, kızının koluna dokunmuş ve “Bir de ona ne dedim biliyor musun, kızım biraz inatçıdır, dikkat et.” demişti. Alberta, babasına yavaşça vurarak “Baba, böyle söylemedin değil mi?” diye telaşla sormuş ancak kral ona eğlenerek bakmıştı. Alberta, babasının da Alexander’ın ona karşı sevgi beslediğini öğrenmesine hem mutlu olmuş hem de çok utanmıştı. Prensesler sabah uyandıklarında kahvaltı masasına oturmak için geldiklerinde bir anda çığlık atmaya başladılar çünkü biricik kardeşleri Diana kahvaltı masasında oturuyordu. Hemen ona koşup sıkıca sarıldılar ve hepsi onu ne kadar özlediğini anlatmaya başlamıştı. Diana ise mahcup bir ifadeyle onlara bakıyordu. Diana’nın gözlerine baktıklarında eskisinden bile daha parıl parıl olduğunu gördüklerinde onun artık iyileştiğini anlamışlardı. Diana’nın dönüşü ve iyileşmesi herkesi çok mutlu etmişti. Adeta toprağın üstünden kar kalkmış ve ilkbahar çiçekleri açmaya başlamış gibi hissediyorlardı. Bütün gün Diana’yı alıp karşılarına konuştular, Diana onlara orada gördüklerinden ve yaşadıklarından bahsetti. Bayan Daphe’a ne kadar tembih etse de onu yılanın soktuğunu ve bir Şifacı’nın kurtardığını söylemişti. Bu yüzden onları telaşlandırmadan başından geçenleri anlattı. Ancak Kraliçe Fiona, hemen Hekim Valentino’yu çağırdı ve Diana’nın ayağını gösterdiler ancak Valentino onlara yaranın çoktan iyileştiğini söyleyince rahatladılar. Herkes merakla Diana’ya bakıyor ve onun ne kadar değiştiğini düşünüyorlar ve sanki on yıldır onu görmüyormuş gibi ona sevgiyle bakıyorlardı. Kral Harold ise yanlarında oturmuş hiç konuşmadan sadece güzel kızının parıldayan gözlerini seyrediyordu. Diana, bir şeyler anlatırken babasına baktığında onun yaşlı gözlerine sevinçle bakıyordu. Babasının söylediği gibi her şey zamanla geçiyordu ve artık kendini hiç olmadığı kadar iyi hissediyordu. Diana, yol yorgunu olduğundan odasına dinlenmek için çekilince Alberta’da onun yanına gitti ve onun güzel yüzüne baktı. Sonra da içtenlikle “Gerçekten nasılsın?” diye sordu. Diana, yatağında uzanmıştı ve “Sizi kandırmak veya geçiştirmek için söylemiyorum. Gerçekten kendimi tazelenmiş ve yenilenmiş hissediyorum.” dedi. Alberta onun doğru söylediğine emin oldu ancak kardeşinin tüm olanları nasıl unuttuğunu ve kalbini nasıl tamir ettiğini merak etti. “Nasıl iyileştin, merak ediyorum. Ya da nasıl iyileştiğine emin oldun?” diye sordu sonra da Diana’nın yanına uzandı. Diana, ona çocuksu bir sevgiyle baktı ve “İlk başta kalbim çok acıyordu, herkes bana acıyarak bakıyormuş gibi hissediyordum. Ancak insanlardan uzaklaştıkça ve kendinle kaldıkça çok daha fazla düşünüyorsun. Zaman geçtikçe acı da geçiyor, bir de-“ demişti ki sustu. Alberta ona merakla baktı ve “Bir de?” diye sordu. Diana, başını Alberta’ya döndürdü ve “Bir de biri vardı, bana iyi gelen.” dedi. Alberta gözlerini fal taşı gibi açtı ve sevinçle “Kim?” diye sordu. Diana bir sırrını paylaşır gibi fısıltıyla “Şifacı.” dedi, sonra da gülümsedi. Alberta şaşkınlıkla “Ayağını iyileştiren Şifacı mı?” diye sordu, Diana’da “Evet.” anlamında başını salladı. Daha sonra Alberta ona “Adı yok mu bu Şifacı’nın?” diye sordu ve Diana gülümseyerek “Aslında ilk başta, bana adını söylemedi. İsimlerin şifaları olduğunu düşünüyormuş bu yüzden benden sakladı. Ama sonra birbirimizi yakından tanıyınca ismini söyledi.” dedi. Sonra da Alberta’nın gözlerinin içine bakıp “Peter.” dedi. Alberta, Diana’nın ondan bahsederken gözlerinde bir parıltı olduğunu gördü ancak kardeşinin yine paramparça olmasından korkuyordu. Düşünceli bir şekilde ona baktı ve “Diana.” dedi. Diana kardeşinin sesindeki düşünceli ifadeyi anladı ve “Ne düşündüğünü biliyorum. Yeniden yaralanmamdan korkuyorsun. Ancak Peter onun gibi değil. Tanısan gerçekten anlarsın. Ona bir prenses olduğumu söylemedim, beni sıradan bir köylü kızı sanıyor. O yüzden asla bana menfaatle yaklaşmıyor, bana pahalı hediyeler almıyor ya da sahte sözler de söylemiyor. Sadece şefkatle gözlerimin içine bakıyor.” dedi. Alberta gülümsedi, kardeşinin bir daha kimseye güvenemeyecek olmasından korkuyordu, oysa Diana’nın kalbi yeniden yeşermişti. Diana, Alberta’nın düşünceli yüzüne baktı ve “Senden ne haber? Alexander’a aşkını itiraf ettin mi?” diye sordu. Alberta kızgınlıkla ona baktı ve “Ne aşkı? Ben âşık falan değilim.” dedi. Diana, onun yanaklarının kızardığını görünce gülümsedi, “Yanakların öyle demiyor ama.” dedi. Alberta, yüzünü çevirdi. Neden herkes Alexander’dan hoşlandığını ya da ona âşık olduğunu ima ediyordu ki? Alberta daha kendisi bile bu konu hakkında düşünemiyordu, herkes nasıl onun duygularını anlayabiliyordu? Diana, ona baktı ve “Alberta, bak ben birini sevdiğimi sandım ve perişan oldum. Hayatım boyunca mutsuz olacağımı ve kalbimde onun izleriyle yaşayacağımı düşündüm. Oysa şimdi kalbimde başka biri var ve bu sefer ilki gibi olmadığına eminim. Nasıl eminsin diye sorabilirsin. Ama bunun cevabını bilmiyorum.” dedi. Alberta onu merakla dinliyordu. Diana, devam etti, “Richard’ın yanında ilk defa bir erkeğin benden hoşlandığını ve bana iyi geldiğini düşünmüştüm, o zaman sevginin de ne olduğunu bildiğimden pek emin değilim. Oysa şimdi ne olduğunu biliyorum. Çünkü bu sefer ben de hissediyorum. Peter’ı özlüyorum, onu merak ediyorum ve onunla olduğum saatlerin hiç bitmemesini istiyorum.” dedi. Alberta, Alexander’ı düşündü ve “Peki onu kaybetmekten de korkuyor musun? Ya da onu kırdığında kalbin pişmanlık içinde mi oluyor?” diye sordu. Diana, düşündü ve “Evet söylediğin gibi ben de onu kaybetmekten ve kırmaktan korkuyorum.” dedi. Alberta, gözlerindeki mutlulukla ona döndü ve “Ben de senin hissettiğin bu duyguları hissediyorum. Yani ben de âşık mı oldum?” diye sordu. Diana onun bu şaşkın haline gülümsemeden edemedi ve “Evet, sen de âşık oldun. Bunu kabul etmekte güçlük çekiyor olabilirsin ama bu sefer de Alexander’ı üzmeye devam edeceksin. Aşk kötü bir şey değil insana yaşadığını hissettiriyor.” dedi. Alberta kardeşinin güzel gözlerine baktı ve çocuksu bir heyecanla “Ben âşık oldum.” dedi sonra da bu söylediğine güldü. Ertesi gün Aragonlar, konvoy şeklinde Gorg Krallığına geldiler. Bu sefer krallıktan geçen arabaları gören halk korkuyla değil merakla ve heyecanla onları selamladı ve yeni kralları olacak Prens Alexander’ı da görmek için birbirleriyle yarıştı. Saraya geldiklerinde de çok güzel bir şekilde karşılanıp ağırlandılar. Herkesin gözü Alexander’ın üstündeydi ve ona ilgiyle bakıyorlardı. Hizmetçi kızlar kendi arasında konuştuklarında onun ne kadar yakışıklı olduğunu söylüyorlardı. Bayan Daphe bunları duyunca hemen onlara işlerinin başına dönmelerini tembihliyordu ancak kendisi de damadı izliyor ve onun Alberta’ya uygun olup olmadığına karar vermeye çalışıyordu. Alexander ise kendisine ilgiyle bakan bu insanlara şefkatle bakıp sıcacık gülümsediğinden şimdiden herkesin yüreğinde taht kurmuştu. Saraya Aragon Kralı Leonard, Kraliçe Demeter, Prens Alexander, Prens Austin ve karısı Violet ile Prenses Lily gelmişti. Gorg Kraliyet ailesi de Diana’nın da olmasıyla ailecek onları karşıladı ve birlikte oturup sohbet etmeye başladılar. Aragonlar onlara bir sürü hediyeler getirmişti ve prenseslere her biri için ayrı ayrı mücevherler yaptırmışlardı. Bunun yanında Kraliçe Demeter’de, Alberta’ya annesinden yadigâr değerli bir saç tokasını hediye etmiş ve bunu düğününde takmasını rica etmişti. Alberta bu değerli hediyeler karşısında çok mutlu olmuş ve Aragonların düşündükleri gibi kötü insanlar olmadıklarını anlamıştı. Kraliçe Demeter’e baktığında Alexander’ın gözlerinin şefkatini ondan aldığını anlamıştı ve o da kraliçeye sevgiyle bakıyordu. Demeter ise Alberta’ya baktığında gözleri yaşla doluyor ve küçük oğlunun da evlenecek olmasına seviniyordu. Ancak Alberta, Prens Austin ve karısı için aynı şeyi söyleyemeyecekti onların hareketlerinde hâlâ Aragonlular’a özel bir kibirli bakış mevcuttu. Kız kardeşleri Prenses Lily ise daha henüz on sekizinde olmadığından çocuksu bir yapıya sahipti. Bazen mutlu oluyor bazen sinirleniyor bazen de bir Aragonlu olduğunu belli edercesine kibirle etrafa bakıyordu ancak Alberta onun kötü biri olmadığına hükmetti. Hatta Emilia, ona dostça sarayı gezdirmeyi teklif ettiğinde Lily bir çocuk gibi sevinmiş ve hemen Emilia ile arkadaş olmuştu. Kral Harold ve Kral Leonard ise çoktan krallıkla ilgili özel işlere dalmış, yanındaki insanları unutmuş gibiydiler. Ancak herkeste evliliğin telaşı ve yıllar sonra birbirini gerçekten yakından tanımanın mutluluğu vardı. Alberta, geldiklerinden beri Alexander’ın gözünün içine bakıyor ancak Alexander gözlerini ondan kaçırıyordu. Diana ile konuştuğundan beri artık içindeki duygudan emindi, bir an önce ona duygularını söylemek ve onu bir daha üzmemek istiyordu ancak saray o kadar kalabalıktı ki ona nerede söyleyebileceğini bilmiyordu. Daha sonra birlikte yemek yemek için yemek salonuna gittiler. O kadar kalabalık bir sofraydı ki boş bir sandalye bulmak imkânsızdı. Bayan Daphe ve hizmetçiler koşuşturup onlara servis açıyor, yemeği bitenlerin tabağını kaldırıp yenisini getiriyor, biten şarap bardakları yeniden dolduruluyordu. Krallar kendi arasında, kraliçelerde kendi arasında sohbet ediyorlardı. Prensesler de çoktan Lily’i ve Violet’i aralarına almış konuşuyorlardı. Alberta etrafındaki bu mutlu insanlara baktığında ne diyeceğini bilemedi, sanki herkes hiç olmadığı kadar mutlu ve huzurluydu. Gözlerindeki sevinçle bir anda Alexander’la göz göze geldi ve onun gözlerinde de aynı sevinci görünce gülümsedi. Bir ara Kral Harold, herkes birbiriyle sohbet ederken çaktırmadan tatlı tabağına uzandı. Hekim Valentino kalbine iyi gelmediği için tatlı yemeyi ona yasaklamıştı, neredeyse bir aydır ağzına tatlı sürmüyordu. Kral Harold, küçük bir çocuk gibi gizlice tatlı tabağından bir parça koparıp ağzına atacaktı ki Bayan Daphe onu yakaladı ve “Hayır, kralım. Hemen bırakın onu.” dedi. Kral Harold, ona bakan bir sürü gözden utanıp çocuk gibi elindeki tatlıyı bırakmak zorunda kaldı. Sonra da Bayan Daphe’a küskünlükle baktı. Kraliçe Fiona Aragonalar’ın meraklı gözlerini gördüğünden “Tatlı yemesi yasak, kalbine dokunuyor.” dedi. Yemek bittikten sonra Kral Harold ve Kral Leonard, kralın çalışma odasına çekildi. Kraliçeler ve prensesler de çay içmek için salonda oturdular ve sohbet etmeye başladılar. Kral Leonard, onlara kahve getiren hizmetçi çıkana kadar bir eli cebinde duruyor ve sanki bir şey saklıyor gibiydi. Kral Harold onun bu hallerini anlasa da bozuntuya vermedi. Hizmetçi kız çıktıktan sonra Kral Harold, “Hayırdır, sen de bir haller var.” dedi. Kral Leonard, çocuk gibi gülüp cebinden peçeteye sardığı tatlıyı çıkardı ve Kral Harold’ın önüne koydu. Kral Harold, peçeteyi açtığında yemek istediği tatlıyı görünce mutlulukla ona baktı. Kral Leonard, “Sen bakma bunlara, bana da hekimler aynı şeyi söylüyor. Neymiş tatlı yemeyeceğim, tuzlu yemeyeceğim. Sürekli ot yiyeceğim. Ben de sürekli tatlıları, kurabiyeleri böyle kaçırıyorum. Kimsenin ruhu duymuyor.” dedi. Kral Harold, sevinçle “Teşekkür ederim ama bizim Bayan Daphe’dan kaçmak imkânsız.” dedi sonra da tatlıyı ikiye bölüp ona uzattı ve iki kral da afiyetle tatlılarını yedi. Şimdi koskoca krallar iki küçük çocuk gibi suç ortağı olmanın verdiği mutlulukla konuşmaya devam ediyorlardı. Alberta, Alexander’ın yemekten sonra ortadan kaybolduğunu görünce bir bahane bulup yanlarından ayrıldı ve bahçede Alexander’ı aramaya koyuldu. Ancak Aragon arabaları ve muhafızları her yeri doldurduğundan nereye bakacağını bilemedi öylece dolanıp durdu. Daha sonra köşede Morgan’ı gördü ve yanına gitti. Morgan, onu görünce hemen eğilip selam verdi. Artemis neredeyse Morgan’da kesinlikle orada olduğundan Alberta Artemis’in yakınlarda olacağını anladı. Daha sonra ona baktı ve “Prens Alexander’ı gördün mü?” diye sordu ancak Morgan Alberta’nın gözlerinin içine bakamıyor ve başını da kaldıramıyordu. Alberta, “Morgan, sana bir şey sordum, cevap versene.” dedi. Morgan, arkasına bakınca Alberta’da o tarafa baktı ve Artemis’in Alexander’la konuştuğunu görünce şaşırdı. “Ne konuşuyorlar?” diye merakla sordu. Morgan, onun gözlerinin içine bakıp “Sizi üzmesin diye kulağını çekecekmiş. Yani Artemis öyle söyledi.” dedi. Alberta bunu duyunca gülümsemeden edemedi. Daha sonra yanlarına gittiğinde onları sohbet ederken buldu. Artemis, ablasına yakalandığını düşününce korktu, her ne kadar Morgan’la küs olsalar da Morgan’ı ona haber vermesi için dikmişti. Alexander’da Alberta’ya şefkatle baktı. Alberta, onlara bakıp “Ne konuşuyordunuz?” diye sordu, Artemis Alexander’a mahcup bir ifadeyle baktı. Çünkü üstü kapalı bir şekilde ablasını üzerse onu mahvedeceğini ve gözünün üstünde olduğunu söylemişti. Ancak Alexander ona gülümsedi ve “Hiç sohbet ediyorduk, atlar hakkında.” dedi. Artemis, Alexander’a teşekkür ederek baktı ve “Evet.” dedi. Sonra da “Sizin özel konuşacaklarınız vardır. Ben sizi başa başa bırakayım.” dedi. “Baş başa”yı imalı bir şekilde onları utandırmak için söylemişti ve gerçekten de ikisi de başını başka yöne çevirmişti. Artemis yanlarından gittiğinde ağacın altına oturdular. İkisi de sessiz ve düşünceliydi. Alberta ona içinden geçenleri haykırmak istiyordu, Alexander ise yüreğinin kırgınlığıyla konuşmak istemiyordu ama yine de birbirlerinin varlığı onlara iyi geliyordu. Alberta, Alexander’ın yakışıklı yüzüne baktı ve bir kez daha yüreğinin ısındığını hissetti. “Alexander.” dedi sevecen bir sesle. Alexander ise sanki ona dünyanın en güzel sesi gelen bu sesin sahibine bir süre ilgiyle baktı ve “Efendim.” dedi. Alberta, ona hislerini söylemek istiyordu ancak cümleye nasıl başlayacağını bilemiyordu. Daha önce hiç kimseye ilanı aşk etmediğinden bu işlerin nasıl yapıldığını bilmiyordu. Keşke önce Emila’ya sorsaydı o bu işleri daha iyi bilirdi. Alberta derin bir nefes aldı ve içinden kendine şans diledi. Sonra da “Seninle şey hakkında konuşmak istiyorum.” dedi. Alexander ona anlamamış gözlerle baktı ve “Ne hakkında?” diye sordu. Alberta kendini topladı ancak Alexander’ın ona bakan bu ışıl ışıl mavi gözlerin karşısında dili tutuluyormuş gibi hissediyordu. “Şey hakkında işte, hani geçen gün şey konuşmuştuk ya.” dedi. Sonra da söylediği saçma sözlere kendi de inanamadı. Hayatında ilk defa birinin karşısında böyle oluyordu. Alexander, ona dikkatle baktı, göletin orada olan konuşmalarından kalbini nasıl kırıldığını hatırlayınca kırgın bir sesle “Göletin orada ki konuşmamızdan mı bahsediyorsun?” diye sordu. Alberta onun sesindeki kırgınlığı anlayınca kendini kötü hissetti ve “Evet.” dedi. Alexander acıyla gülümsedi “Konuşmamıza gerek yok. Ben cevabımı o gün aldım.” dedi. Alberta, ona çocuksu bir telaşla baktı ve “Ama-“ demişti ki Alexander sözünü kesti, “Sen sessiz kalarak gerçek cevabını verdin. Tamam, işte senin istediğin gibi olacak. Sevgiden mahrum bir evlilik olacak.” dedi ve kırgınlıkla önüne döndü. Alberta, taşları üst üste dizmeye çalıştıkça Alexander onları bir çırpıda yıkıyordu, ona nasıl ulaşacaktı, ona nasıl sevdiğini söyleyecekti? Odasında saatlerce düşünmüş ve bazı cümlelere seçip ezberlemişti ancak şimdi hiçbirini hatırlamıyordu. “Alexander, bak ben düşündüm.” dedi. Alexander, yine aynı keder dolu bakışlarını onun üzerinde dikti “Ne düşündün? Kalbimi kıracak başka sözlerin mi var?” diye sordu. Alberta derin bir nefes verdi, “Hayır, ben daha fazla seni kırmak, üzmek istemiyorum.” dedi. Alexander ona baktı “Ama her seferinde kırıyorsun beni.” dedi. Alberta, “Evet biliyorum, her seferinde kırıyorum seni, sana kötü şeyler söylüyorum, bazen kalbin olduğunu unutuyorum.” dedi. Alexander, Kral Harold’ın Alberta hakkında söylediği şeyleri düşündü, gerçekten de bir kaya gibi sertti ama içinde pamuk gibi bir kalbi vardı. Alberta tekrar cesaretini topladı, “Bak, ben bazen dünyayı sadece kendi doğrularımla görüyorum. Başka insanların da düşünceleri ya da duyguları olduğunu önemsemiyorum. Ailem dışında daha önce kimseye değer vermedim, kimseyi kalbime almadım.” dedi. Alexander, ona şaşırarak baktı, Alberta neden ona böyle sözler söylüyordu ki diye düşünüyordu ve “Alberta-“ demişti ki Alberta sözünü kesti, “Beni hiç kesmeden dinle. Çünkü bir daha cesaretimi toplayıp bu sözleri söyleyemeyebilirim.” dedi sonra da ona dikkatle bakan Alexander’ın gözlerinin içine baktı “Ben daha önce hiç âşık olmadım, hiç sevmedim ve bir erkek tarafından da sevildiğimi hissetmedim. Aşk bana bu dünyadaki en saçma en gereksiz şey gibi geldi. Kitaplarda ve şiirlerde okuduğum aşk hikâyeleri hep imkânsız aşklardı. Bu yüzden de diğer kızlar gibi oturup aşk romanları okuyup evleneceğim beyaz atlı prensi beklemedim. Hayatım boyunca birini sevebileceğimi, ona güvenip evlenmek isteyebileceğimi de hiç düşünmedim. Belki sana saçma gelebilir ama evlilik sanki iki kişinin birbirini teslimiyet atına alması gibi geliyordu bana. Özellikle de kadınlar için. Sanki evlenirsem bütün özgürlüğümü o kişiye teslim ederim diye korktum. Bu yüzden de asla evlenmek istemedim. Benim kurduğum birçok hayal var, gitmek istediğim ülkeler, görmek istediğim yerler ve daha nice hayalim var. Bunları tek başıma yapabilmek için güçlü olmam gerekirdi. Ben de kendimi yetiştirdim, kütüphanedeki tüm kitapları okudum, yazdım, çizdim. İstedim ki eğer kendimi güçlü bir kadın olarak gösterirsem kimse benden evlenmemi istemez. Yani, söylemek istediğim çok şey var sana ama sanki seninle daha yeni tanışmış gibiyim, birbirimizi tanımamız ve anlamamız için daha çok zamanımız var. Birbirimizin sevdiği ya da nefret ettiği şeyleri, mutlu olduğumuzda ya da kızgın olduğumuzda nasıl davrandığımızı bilmiyoruz. En sevdiğin şairi öğrendim ama en sevdiğin tatlıyı bilmiyorum mesela ya da hangi mevsimi daha çok seversin bilmiyorum. Birbirine eş olacak insanların önce birbirini tanıması gerekir. Ben seni tanımak ve hakkında her şeyi öğrenmek istiyorum.” dedi. Alexander ona ilgiyle ve merakla bakıyordu. Alberta, içinden geçenleri ona güzelce anlatmak ve duygularını ifade etmek istiyordu ancak yüreğindeki fırtınaların ne kadarını anlatabileceğini bilemiyordu. Tekrar Alexander’ın deniz mavisi gözlerine baktı ve “Biliyorum ben bazen inatçı ve bazen de huysuz oluyorum. Bazen de insanların kalbini bilerek kırıyorum sanki insanları incitmekten keyif alıyor gibiyim. Çünkü başka türlü onlar beni incitecek diye çok korkuyorum. Seni de incittim hem de birçok kez. Ama sana yürekten söylüyorum seni bir daha incitmek istemiyorum çünkü senin kalbini kırdığımda benim de kalbim kırılıyor. Seni üzgün gördüğümde ben de üzülüyorum.” dedi. Sonra da hızlı hızlı atan kalbini sakinleştirmeye çalıştı. Alexander ise gözünde mutlulukla ona bakıyordu. Alberta, tekrar ona baktı, “Benim için kabul etmesi de söylemesi de çok zor ama ben-“ demişti ki durdu. Alexander, Alberta’nın bu telaşlı ve heyecanlı halini ilk defa gördüğünden şaşırmış gözlerle ona bakıyordu. Alberta derin bir nefes aldı ve Alexander’ın şefkatle bakan bakışları karşısında kalbinin ağzında attığını hissetti ve bir çırpıda “Ben galiba sana âşık oldum.” dedi. Alexander hiç beklemediği bu söz karşısında şaşkınlıkla bakakaldı ve sadece “Ne?” diyebildi. Alberta, bir anda heyecanla yerinde huzursuzca kıpırdandı ve Alexander’ın yanağına bir öpücük kondurdu sonra da bu yaptığına kendi de şaşırdı ve yanaklarının yandığını hissetti. Ayağa kalktı ve kaçıp gitti. Alexander ise yanağında hâlâ Alberta’nın dudaklarının sıcaklığını hissettiğinden olduğu yerde kalakaldı. Alberta, Alexander’a ilanı aşk ettikten sonra kendini odasına kapatmış ve saatlerce çıkmamıştı. Aynaya her baktığında yanaklarının nasıl kızardığını görüyor ve Alexander’ı nasıl öptüğünü düşündükçe hayretle elleri dudaklarına gidiyordu. Gerçekten sanki içinde büyüyen kocaman bir şey vardı, bu şeyin aşk olduğunu sonunda anlamıştı. Sürekli hayaller kuruyor, kendi kendine gülümsüyor ve okuduğu hiçbir şeyi anlamıyordu. Herkes onun birkaç günde ne kadar dalgın olduğunu fark etmişti. Alberta sürekli Alexander’ı düşünüyor ve onunla ilgili gelecek planları kuruyordu. Bunun yanında birkaç gün sonra Aragon sarayına ziyarete gidecek olmalarına rağmen Alberta daha fazla bekleyemiyor ve bir an önce Alexander’ı görmek istiyordu. Onun o deniz gibi güzel gözlerine bakıp kendini denizin engin derinliğine hapsetmek istiyordu. Onun ne kadar heyecanlı olduğunu gören ailesi de bu izdivaç için heyecanlanmaya başlamıştı. Kral Harold, kızının gözlerinde daha önce hiç görmediği bir bakış görmüştü ve onu yanına çağırdığında “Yoksa?” demişti ki Alberta babasına sarılmış ve “Evet.” demişti. Kral da kızına sarıldı ve kızının ilk defa hissettiği bu “aşk” duygusunun onu ne kadar mutlu ettiğini görünce gözyaşlarını tutamamıştı. Sonra da güzeller güzeli kızının kalbinde yeşermeye başlayan aşk filizlerinin Alberta’yı nasıl değiştirdiğini ve onu ne kadar güzelleştirdiğini fark etmişti. Alberta bu izdivacı yapmak istediğini söylediğinden beri sürekli düşünüyor ve kızının istemediği biriyle evlenmesine razı olmak istemiyordu. Ancak şimdi kızının gözlerinin içinin güldüğünü görünce bu evliliğin bir an önce olması için hazırlıklara başlamak istedi. Kraliçe Fiona, kızlarının her derdini babalarına anlattığını ve onu kendilerine dost gibi gördüklerini her ne kadar kıskansa da kocasının dünyanın en iyi babası olduğunu bildiğinden hiç üzülmüyordu. Kralla baş başa oturduklarında Alberta’da olan bu değişimin nedeni sorduğunda Kral Harold, karısının gözlerinin içine bakmış ve “Kızımız âşık oldu.” demişti. Kraliçe Fiona ise mutlulukla ne yapacağını şaşırmış bir şekilde kocasına sarılmıştı. Çünkü kendisi Kral Harold’a deliler gibi âşıktı ve kocasının da ona âşık olduğunu biliyordu bu yüzden kızının da onunla aynı duyguyu tatmasına çok sevinmişti. Kral Harold’da karısına onu ilk gördüğünde ki gibi masumca bakmıştı. Kraliçe Fiona kocasına sevgiyle bakıp “Umarım Diana’da aynı duyguyu tekrar yaşar ve hayatı boyunca onu gerçekten sevecek bir insanı bulur.” dedi. Kral Harold’da “Merak etme, sevgili karıcığım. Eminim o da çok mutlu olacak.” dedi. Kraliçe Fiona, koltuğa arkasını yasladı, “Bütün kızlarımın âşık olup sevdiği insanlarla hayatlarını birleştirmesini çok istiyorum. Alberta evleniyor, Diana iyileşiyor, Emilia zaten herkesin gözbebeği. Üçü de evlenip mutlu olduğunda sıra Artemis’e geldiğinde onun da mutlu olmasını çok istiyorum.” dedi. Kral karısına kırgınlıkla baktı, “Artemis mi? Olmaz o daha küçücük. Kimseye vermem ben onu. Onu sevecek adamın önce beni geçmesi lazım.” dedi. Kraliçe Fiona ona gülümseyerek baktı “Elbet o da sevecek birini, o da âşık olacak.” dedi. Kral, karısına üzgün gözlerle baktı ve “Hayır, Artemis söz verdi bana hayatı boyunca hep benim yanımda kalacak.” dedi. Kraliçe Fiona, kocasının ona çocuk gibi küsmesine gülümsemeden edemedi ve “Seni çok seviyorum Harold.” dedi. Kral Harold masum gözlerini karısına dikti, “Ben de seni çok seviyorum, Fiona’m. Seni ilk gördüğümde nasıl kalbimi yaktıysan hâlâ sana baktığımda kalbimde aynı ateş duruyor, asla sönmedi ve sönmeyecek. Sen bana birbirinden değerli dört tane evlat ve mutlulukla geçen bir ömür verdin.” dedi. Fiona, kocasının şefkatli gözlerine baktı ve elini yanağına koydu “Kızlarım böyle bir babaları oldukları için o kadar şanslı ki. Sen benim bu dünyada sahip olduğum en kıymetli hazinesin. Bu saray, krallık, bu üstümdeki mücevherler hiçbirinin senin bu şefkatli bakışlarının karşısında bir değeri yok benim için. Sen benim bu hayatta ki en değerli varlığımsın.” dedi. Daha sonra kral gözlerine biriken yaşları sildi ve karısına sımsıkı sarıldı. Saçlarının kokusunu içine çektiğinde ona sanki elinden kayıp gidecekmişçesine karısını göğsüne doğru çekti ve onu sımsıkı sardı. Birkaç gün sonra Gorglar, Aragon Krallığına iadeyi ziyaret yapacaktı ancak bu sefer sadece Kral Harold, Kraliçe Fiona ve Alberta Aragon sarayına gidiyordu. Onlarda yanlarına bir sürü hediyeler almışlardı, hatta Kral Harold Alexander’a özel bir hediyede getiriyordu. Gorg topraklarından çıkıp Glenn Dağını geçtiklerinde ağaçların tek tük oluşundan ve yeşilliğin yerini sarının ve kahverenginin almasından Aragon diyarına geldiklerini anlamışlardı. Alberta, arabanın penceresinden baktığında kurumuş ağaçları ve tek tük kuşları gördüğünde üzülmeden edemedi. Daha önce Thanos’a, Weston’a ya da Clifford’a defalarca kez gitmişti ancak Aragon’a ilk defa gidiyordu. Aragon Krallığını sadece anlatılanlardan biliyordu, gerçekten de anlattıkları gibi bakımsız ve yaşamaya elverişsiz bir yer olduğunu kendi gözleriyle görünce oldukça şaşırdı. Aragon diyarına girdiklerinden beri buranın havası da oldukça ağır ve tozluydu. Köyler genelde ormanların sık olduğu yerlerde yoğunlaşmıştı ve Gorg kraliyet arabalarını gören halk onlara selam veriyordu. Kral Harold ise pencereden baktığında çocukken buraya geldiği zamanları hatırladı, o zamanlar bu kadar kötü değildi, etrafta çok daha gür ormanlar ve çeşit çeşit hayvan vardı ancak ormanlardaki ağaçların ve nehirlerdeki suların düzensiz kullanılmasıyla yaşam neredeyse durma noktasında gelmişti. Glenn Dağının doğu tarafında açılan doğal taş yataklarını gördüklerinde birbirlerine baktılar ve Richard’ı hatırladılar. Neyse ki o merhametsiz insan layık olduğu sonu bulmuş ve kendisi gibi merhametsiz insanların yanında sefil bir yaratıktan farkı kalmadan ölmüştü. Onlar hayatına mutlu bir şekilde devam ederken Richard ise yaptığı kötülüklerin cezasını çekmiş ve bu dünyadan hiçbir toz zerresi bile kalmadan defolup gitmişti. Glenn Dağını biraz geçtikten sonra devasa Aragon sarayı görünmeye başlamıştı, ayrıca araba saraya doğru çıktıkça ormanların çok daha gürleştiğini ve havanın da çok daha temiz olduğunu fark etmişlerdi. Sanki Aragon sarayı, Aragon diyarından farklı bir yer gibiydi. Saraya geldiklerinde çok güzel ağırlandılar. Herkes merakla onlara bakıyor ve Kral Harold ile Kraliçe Fiona’ya saygıda kusur etmiyorlardı. Aynı zamanda her zaman duydukları Gorg Prensesleri’nin güzelliğini de merak ettiklerinden Alberta’nın sarı saçlarına, beyaz tenine hayranlıkla bakıp onun adeta bir peri kızı olduğuna hükmetmişlerdi. Kral Harold ve Kraliçe Fiona hediyelerini teslim etti. Kraliçe Fiona, onlara bir sürü ipekli kumaşlar ve mücevherler getirmişti. Kral Harold da Kral Leonard’a özel taşlardan yaptırdığı satranç takımını hediye etmişti. Kral Leonard bunu görünce adeta çocuk gibi sevinmiş ve hemen kralı bir düelloya davet emişti. Kral Harold, Alexander’a ise getirdiği özel hediyenin sarayın bahçesinde olduğunu söyleyince herkes bahçeye koştu ve Kral Harold’ın çok sevdiği beyaz atını gördüler. Alexander, çiftlikte Kral Harold’ın onun saçlarını taradığını görmüştü ve o zamanda bu atın hayatında gördüğü en görkemli at olduğunu düşünmüştü. Kral Harold’a şefkatle ve sevinçle baktı ve “Kralım, bu sizin için çok değerli bir at olmalı. Bana bu hediyeyi layık gördüğünüz için çok teşekkür ederim.” dedi. Kral Harold, Alexander’ın omzuna dokundu ve “Ben ona gözüm gibi baktım ancak artık yaşlandım, öylece ahırda duruyor. Eminim sen ona benim baktığımdan daha iyi bakacaksın ve benim sevdiğimden daha çok seveceksin.” dedi. Alexander, Kral Harold’ın gözlerinin içine baktı “Siz hiç merak etmeyin kralım, benim bu hayatta aldığım en güzel hediye. Ona gözüm gibi bakacağım.” dedi, sonra da atın saçlarını okşadı. Birlikte yemek yiyip sohbet ettiler, krallar satranç oynamaya başlayınca herkes onları izlemeye koyuldu. İki kralda tecrübeleri gereği şahlarını ve kalelerini korumaya çalışıyor, atlarını, fillerini ve piyonlarını bu uğurda feda etmeye razı oluyordu. Satranç oynamak krallık yönetmeye benziyordu, hızlı kararlar almalı ve karşısındakinin de hamlesini önceden sezmeliydin ki bu mücadeleyi kazanabilesin. Onlar böyle oyun oynarken Alexander Alberta’ya sarayı gezdirmek istediğini söyledi. Aslında ikisi de baş başa kalmak ve konuşmak istiyorlardı. Alexander, ona bahçeyi ve kütüphaneyi gösterdi. O sırada Prens Austin’in çocukları amcalarının etrafını sardı ve onunla oyun oynamak istediklerini söylediler, Alexander onlara daha sonra oynamak için söz verdi. Alberta, uzaktan ona baktığında çocuklarla ne kadar güzel ilgilendiğini düşündü ve gülümsedi. Daha sonra Alexander Alberta’yı kendi odasına getirdi. Alberta, onun odasına girdiğinde her yerin ne kadar düzenli olduğunu görünce şaşırdı. Masasında kitaplar ve kâğıtlar vardı. Alexander’da sevdiği kadının onun odasında olmasından dolayı kendini garip hissetti. Alberta ilgiyle her yere bakıyordu, kitaplarını karıştırıyor, kâğıtlara yazdıklarına bakıyordu. Alexander ise mutlulukla ona bakıyor ve onun narin hareketlerini inceliyordu. Alberta, ona döndü ve “Yazdığın şiirleri gösterecektin hatırladın mı?” diye sordu. Alexander’da “Hatırladım.” dedi ve ona karaladığı birkaç şiiri gösterdi. Alberta bunları okuyunca her ne kadar hoşuna gitse de onunla uğraşmak için “Sen mi yazdın bu şiirleri yoksa bir şaire mi ait?” diye sordu. Alexander, ona keyifle gülümsedi ve “Bunu bir iltifat olarak alıyorum. Yazdıklarım demek ki gerçek bir şaire ait olacak kadar güzel.” dedi. Daha sonra Alberta onun kitaplarını karıştırmaya başlamıştı, birçok kitabı okumuştu ancak daha önce hiç görmediği kitaplarda vardı, hepsine ilgiyle tek tek bakıyordu. Daha sonra Şair Wayne’nin “Kelebeğin Gözyaşları” isimli şiir kitabını görünce gülümsedi ve kitabı eline aldı. O sırada kitabın içinde karalama bir resim düştü ve Alberta, Alexander’a çaktırmadan eğilip resme bakmak istedi. Resme baktığında yüzünde hem şaşkınlık hem de mutluluk görülüyordu. Çünkü Alexander, Hotau çiçeğini bulmak için ormanda ilk karşılaştıkları halini çizmeye çalışmıştı. Alexander onun elindeki kitabı ve resmi fark ettiğinden hemen koşup resmi elinden almak istedi, “Prensesim, özel eşyalarımı karıştırmak size hiç yakışmıyor.” dedi. Alberta, resmi ona vermek istemedi ve arkasına sakladı. Alexander, onun üzerine gelince de odada kaçışmaya başladı. Dışarıdan bakıldığında Alberta elinde resimle kaçışıyor Alexander’da onu yakalamaya çalışıyordu ve böylece oldukça sevimli görünüyorlardı. Alexander sonunda pes etti ve “Tamam sen kazandın.” dedi nefes nefese. Alberta’da ondan biraz ötede durdu ve o da nefes nefese “Benim resmim mi bu?” diye sordu. Alexander ona şefkatle bakıp “Evet.” dedi, sonra da ona biraz daha yaklaştı ve “Seni ormanda ilk gördüğümde bir daha hayatım boyunca göremeyeceğimi sanmıştım. Bu yüzden bu güzel yüzü hiç unutmak istemedim.” dedi. Alberta, ona heyecanla bakıyordu. O da kuruttuğu Hotau çiçeklerini ve onun verdiği beyaz mendili hâlâ çekmecesinde saklıyordu. Alberta, resme tekrar baktığında arkasında bir not olduğunu fark etti ve Alexander’ın arkasına düştüğü notu okudu; “Gözleri adeta bir okyanus gibiydi ve beni derinlerine doğru çekiyordu.” Alberta bunu okuyunca mutlulukla gülümsedi ve Alexander’ın gözlerinin içine baktı. O gün karşılaştıklarında ikisi de hayatlarının böyle bir araya gelebileceğini tahmin bile edemezdi. Oysa şimdi kalplerinde büyük bir aşkla bir ay sonra evleneceklerdi. Alexander, onun daha da yakınına geldi ve ellerini tuttu, “Madem artık sırrımı öğrendin, açıklayayım. Evet, seni ilk gördüğümde âşık oldum sana. Ve hayatım boyunca görmediğim bu güzel kadını bir daha göremeyecek olmanın hüznüyle saraya geldim ve bu resmi çizmek istedim. Çünkü senin bu okyanus gibi derin gözlerini unutmak istemedim. Birkaç gün daha gittim ormana, belki gelirsin ve seni yeniden görürüm diye ama seni bir daha hiç göremeyeceğimi anlayınca seni en güzel aşk şiiri gibi kalbimin rafına kaldırdım.” dedi. Sonra da Alberta’nın narin ellerini okşadı ve “Sonra seni baloda gördüm, sen beni gördüğünde zaten çoktan gözlerini nefret bürümüştü ama ben sadece seni yeniden bulmanın verdiği mutlukla kalakaldım.” dedi. Sonra da Alberta’nın ona heyecanla bakan yüzünü avuçlarının arasına aldı ve “Senin duvarlarını aşmanın ve kalbine girmenin çok zor olduğunu biliyordum. Ne kadar uğraşsam da o buz gibi kalbini eritemeyecektim. Bu yüzden çok üzüldüm ve çok acı çektim.” dedi. Sonra da yüzünü Alberta’nın yüzüne yaklaştırdı ve fısıltıya yakın huzurlu sesiyle “Seni çok seviyorum Alberta. Hayatım boyunca da seveceğim seni. Asla seni üzmeyeceğim ve özgürlüğünü senin elinden almayacağım. Her zaman özgürce uçabilmen için sana destek olacağım.” dedi. Alberta, onun sıcak nefesini hissedince boğazında bir yumru olduğunu düşündü, kalbi de neredeyse yerinden çıkacaktı. Alexander, ona sevgiyle baktı ve sözlerine devam etti, “Ben ne krallığı ne zenginliği ne de başka bir şeyi istiyorum. Ben sadece seninle mutlu olmak ve tüm hayatım boyunca seninle nefes almak istiyorum. Söylediğin gibi birbirimizi tanımıyoruz ama zamanla tanıyacağız. Göreceksin seni bu dünyadaki herkesten mutlu edeceğim.” dedi. Derin bir nefes aldı ve “Sen ne kadar inatçı ve huysuz olsan da ben yılmadan senin kalbine taht kurmaya çalışacağım ve hayatım boyunca sana sadık bir eş olacağım.” dedi ve Alberta’nın burnunu öptü. Alberta gülümsedi ve ona sıkıca sarıldı. Alexander’da onu göğsüne doğru çekti ve “Seni çok seviyorum.” dedi. Aberta’da kızaran yanaklarını onun göğsüne bastırarak “Ben de seni çok seviyorum.” dedi.
-BÖLÜM SONU- Yorumlarınızı bekliyorum... |
0% |