Yeni Üyelik
3.
Bölüm
@withmeral

3

 

Kahvaltı masasında Kral Harold, Aragonlar’ın planlarını düşünürken Kraliçe Fiona da Alberta'nın evliliğini düşünüyordu. Festivalden sonra yapılacak balo onun tüm planlarının temel atma töreni olacaktı. Ronald’ı önce kocasına sonra da kızına beğendirmesi gerekiyordu. Kocası neyse de Alberta’ya beğendirmesinin imkânsız olduğunu biliyordu ancak yine de şansını denemekten zarar gelmezdi.

 

Kahvaltı bittikten sonra Balo için kıyafet ve dans provası yapılacaktı. Kraliçe Fiona, biricik kızlarını da alıp önceden hazırlanan salona gittiler. Onlar gelmeden zaten bütün hazırlıklar neredeyse tamamlanmıştı, birbirinden güzel renk renk elbiseler, ayakkabılar ve takılar hazırlanmıştı. Prenseslerin sadece içlerinden birini seçmesi gerekiyordu. Kızlar içinde, elbiselere ve güzelliğe en meraklı olanı Emilia olduğu için elbiseleri ve mücevherleri görür görmez gözleri zevkle ışıldadı. Ancak elbiselerin hepsi o kadar güzel ve ihtişamlıydı ki içlerinden sadece birini seçmek onun için bu hayattaki en zor şeylerden biriydi. Alberta ve Diana da elbiselerin güzelliği karşısında hayranlıkla bakıyor ve bir an önce elbiseleri denemek için sabırsızlanıyorlardı. Artemis’te ise ablalarının bu ilgi ve merakının zerresi dahi bulunmuyordu.

 

Kraliçenin isteğiyle elbiselerle özel olarak dadıları Bayan Daphe ilgilenmişti. Bayan Daphe, altmışlarında ama hâlâ dinç görünen, esmer bir kadındı. Bunun yanında yüzündeki ciddi ifadesi asla değişmez ve en mutlu zamanlarda bile güldüğü nadiren görünürdü. Aslında Fiona’nın da dadısıydı, genç yaşında ona ve kardeşlerine dadılık yapmıştı. Kardeşler arasında en çokta Fiona’yı sever, onu kendine yakın görürdü çünkü Fiona, onun sözünden asla dışarı çıkmazdı. Annesini kaybettikten sonra Bayan Daphe ona hem anne hem öğretmen hem de arkadaş olmuştu bu yüzden aralarında kendilerinin bile fark etmediği bir yakınlık oluşmuştu.

 

Fiona’da düğün için Gorg Krallığına gelirken dadısını yanında gelmeye ikna etmişti ve ona olan gönül borcunu ödeyemeyeceğini düşünüyordu. Aynı zamanda kendisini büyüten kadına çocuklarını da emanet edip onların yetişmeleriyle ilgili en ufak bir endişesi dahi kalmayacağını düşünüyordu. Bayan Daphe onları bir prensese yakışır şekilde yetiştirmişti, tabii Artemis’te biraz zorlanmıştı ama bunu da yaşlanmasına bağlıyor, artık eskisi kadar dikkatli olamadığından yakınıyordu. Kızlar arasında tıpkı Fiona gibi, onun sözünü dinleyen ve ona sevgi besleyen kişi Diana’ydı. Bayan Daphe, Diana’yı Fiona’nın gençliğine benzetir, Thanos Krallığında geçirdiği zamanları hatırlayıp geçmişini yâd ederdi.

 

Prensesler anneleriyle birlikte onlar için hazırlanmış koltuklara oturdu. Bayan Daphe, hizmetçi kızlara başıyla işaret verdi ve kıyafet provası başlamış oldu. Hizmetçiler elbiseleri getirip prenseslerin ve kraliçenin önünde tutuyor, eviriyor, çeviriyor, kuyruğunu, taşlarını ve kumaşını gösterip prenseslerden biri ilgilenmeyi bırakana kadar ayakta duruyordu. Ancak dört prensesin de tarzı birbirinden farklı olduğu için seçmeleri veya beğenmeleri çok zordu. Onlarca elbise gelmesine rağmen henüz hiçbirinin dudağından “Şu elbise olabilir sanki.” dökülmemişti. Hizmetçi kızlar da her seferinde daha güzel ve daha ihtişamlı bir elbise getiriyor ancak güzelim elbiseler gerisin geri götürülüyordu. Prensesler içinde elbiseleri bu kadar detaylı inceleyen ve hizmetçileri canından bezdiren kişi Emilia’dan başkası değildi. Hem en güzel hem de en ihtişamlı elbiseyi seçmesi onun için bir zafer mücadelesiydi ancak sadece balodaki diğer kızlar değil kendi kardeşlerini de rakip olarak görüyordu. Aslında Emilia çocukluğundan beri prenses oldukları için göz önünde olmayı ve her zaman beğenilmeyi severdi. Ancak büyüdükçe bu ilgi ihtiyacı artık çocuksu değil genç bir kadının ilgi ve beğenilme ihtiyacına dönüşmüştü. Her ne kadar diğer prenseslerden daha farklı bir güzelliğe, hafif turuncu saçlara ve yeşil gözlere sahip olsa da yine de her zaman elindekiyle yetinmiyor daha iyisini istiyordu.

 

Aslında Emilia için bu balodaki en güzel kız olmak istemesinin başka nedenleri daha vardı çünkü her yıl bu balonun sonunda gençler kendi aralarında balonun en güzelini ve en yakışıklısını seçerdi, seçilen kişilere de temsili bir taç takılırdı. Bu eğlence aslında sıradan bir eğlence gibi gözükse de tüm kızların bu unvan için yarıştığını anlamak çokta zor değildi. İşte Emilia, iki yıldır bu unvanı elinde tutuyordu ve bu yılda bileğinin hakkıyla kazandığı saltanatını sallandırmak istemiyordu bu yüzden tüm gözlerin onun üzerinde olacağı elbiseyi seçmek istiyordu. Balonun en güzeli seçilmek için sadece en güzel kız olmak yetmiyordu, elbiseler, davranışlar ve danslar gibi birçok etmen vardı. Emilia kardeşleri arasında güçlü rakip sıralaması yaptığında en alta Artemis’i koymuştu, erkek gibi giyinen kardeşini zaten bu listeye almaya bile gerek duymuyordu. Diana ise zaten sadelikten yanaydı yani Emilia için zevksizdi. En güçlü rakibi Alberta’ydı, hem en büyük olduğu hem de kendisi gibi gösterişi sevdiğini bildiği için gözü hep onun üzerindeydi. Eğer biri tahtını sallayacaksa bu kişi Alberta’dan başkası olamazdı bu yüzden rakibini önceden ekarte etmesi gerekiyordu.

 

Ancak Alberta’nın, Emilia’nın sandığı gibi balonun en güzel kızı olma ya da en gösterişlisi olma gibi bir merakı yoktu. Onun istediği tek bir şey vardı o da ne kadar güçlü olduğunu herkese göstermekti çünkü son zamanlarda katıldığı çay davetlerinde diğer soylu kızların ona imalı imalı laf sokmaya çalıştığını ve arkasından dedikodusunu yaptıklarını duyuyordu. Onlara göre Alberta artık genç bir kız için oldukça yaşlanmıştı ve huysuz olduğu için kimse onunla evlenmek istemiyordu. Bir zamanlar tüm erkeklerin gözleri onun üzerindeyken şimdi hiçbir erkek dönüp de ona bakmaya tenezzül etmiyordu. Oysa Alberta’ya göre bunların hiçbiri doğru değildi. Erkekler onunla evlenmek istemiyor değil Alberta onları kendine denk görmediği için evlenmek istemiyordu. Ayrıca Alberta’nın güzelliği bir yana ne kadar akıllı ve zeki bir kız olduğunu bildiklerinden kimse yanına yaklaşamıyordu. Alberta tüm bu dedikoducuları susturmak için baloda ne kadar güçlü olduğunu ve kimseye ihtiyacı olmadığını göstermek istiyordu. Kendine yakışan asil bir elbise seçmekte onun gücünü göstermesi için ilk adım olacaktı. Alberta bunun yanında annesinin de ona olan bakışlarından her balo zamanı olduğu gibi bir izdivaç planı hazırladığını anlıyordu özellikle de kuzeni Ronald’ı yere göğe sığdıramamasından izdivaç planlarına çoktan başlamış olduğunu seziyordu.

 

Uzun bir zaman sonra Diana elbisesini seçmişti. Seçtiği elbise zümrüt yeşili renginde göğsünde ve belinde küçük elmaslarla donatılmış çok zarif bir elbiseydi, hizmetçi kızlardan biri ona uygun bir ayakkabı seçmesinde yardımcı oluyordu. Kraliçe Fiona kızının seçtiği zarif elbiseyi görünce çok mutlu oldu, gerçekten bu elbiseyle Diana’nın peri kızı gibi gözükeceğinden kimsenin şüphesi yoktu.

 

Diana ayakkabısını seçmeye çalışırken Emilia’nın çığlıkları duyuldu. Kraliçe Fiona, Bayan Daphe, Diana ve hizmetçi kızlar koşup geldiler. Herkes Emilia’ya bir şey olduğunu düşünüyordu ancak Emilia, Alberta’nın seçtiği elbiseyi görünce “Onu ilk ben beğenmiştim, benim o.” diyerek bağırıp çağırmaya başlamıştı. Onun bu şımarık hallerinden bıkmış olan Alberta’nın ise beğendiği elbiseyi vermeye hiç niyeti yok gibi görünüyordu. Kraliçe Fiona ve Bayan Daphe, Emilia’yı sakinleştirmeye, ona başka elbise göstermeye çalışsalar da Emilia inadından vazgeçmiyordu. Diana’da bir yandan ablasını ikna etmeye çalışıyordu ama herkesin malumu olan bir şey vardı o da Alberta’nın damarına basıldığında herkesten daha inatçı olduğuydu. Alberta’nın elindeki elbise yakut kırmızısı renkte göğsünden omzuna giden yakut taşlarıyla bezenmiş kabarık bir elbiseydi. Rengi ve duruşu Alberta’ya oldukça asaletli gelmişti bu yüzden elbisesini Emilia’ya vermeye hiç niyeti yoktu.

 

Kraliçe Fiona bu sefer Alberta’yı ikna etmek istediyse de, Alberta “Ne diye verecekmişim, benim elbisem.” diyerek ne kadar kararlı olduğunu gösteriyordu. Bu yüzden Kraliçe Fiona, Emilia’nın suyuna gitmeye çalışarak ona kırmızının yakışmadığını söyledi ve çok daha güzel bir elbise bulacağına söz vererek biraz olsun Emilia yatıştırır gibi oldu. Bayan Daphe Emilia’nın huyunu suyunu iyi bildiğinden çoktan bir elbise bulup getirmişti. Emilia elbiseyi görünce sevinçten çığlık atmaya başladı. Dadısının seçtiği elbise tam Emilia’nın istediği gibi mor renginde, her tarafı elmaslarla bezeli, sırtında dekoltesi olan elbisenin belinden başlayıp yerlere kadar uzanan bir kuyruğu vardı ve bu kuyruk o kadar uzundu ki onu taşıması için adeta iki kişi gerekiyordu. Yani ihtişamlı görüntüsüyle Emilia’nın bütün balo gecesi gözlerin onun üzerinde olmasını sağlayacak bir elbiseydi. Şimdiden yüzünde zafer kazanmış bir ifadeyle ablasına baktı ve saltanatını bu yılda devam ettireceğine hiç şüphesi kalmadığı için derin bir nefes aldı.

 

Daha sonra Kraliçe Fiona için hazırlanan elbise getirildi. Fiona, kendisine bordo renkli ve üzerinde altın şeritler işlenmiş elbisesini kızlarına gösterdi. Elbise gerçekten de hem görkemli hem de bir kraliçeye yakışacak derecede idi. Kraliçe Fiona kralın giyeceği takıma uygun bir elbise ve tüm aile üyeleri için kraliyetlerinin simgesi olan üzerinde güneş sembolü olan taçta yaptırmıştı.

 

Prenseslerin üçü de kendilerine yakışacaklarını düşündükleri elbiseleri seçmiş mutlulukla gülümsüyorlardı. Tüm bunlar olurken geldiğinden beri koltuğun bir kenarında oturmuş ve yaşanan bu elbise kavgalarına anlamamış gözlerle bakan Artemis kimsenin dikkatini çekmemişti. Artemis bu rengarenk ipekli kumaşlara, parıl parlayan ayakkabılara ve birbirinden değerli mücevherlere baktığında içinde kelebekler uçuşmuyor adeta midesine kramplar giriyordu. Kendisini bu kadar gergin hissettiren bu provanın annesi ve ablalarını bu kadar heyecanlandırmasına anlam veremiyordu.

 

Artemis bu yıl on sekiz yaşına girecek ve bu nedenle de festivalin balosuna ilk defa katılacaktı. Bundan önceki yıllarda reşit olmayan diğer çocuklar gibi sarayda eğlenmiş, oyunlar oynayıp ziyafetlerin tadını çıkarmıştı. Ablalarının ise sırf bu baloya katılabilmek için on sekizlerine gün saydıklarını hatırlıyordu. Sadece baloya ilk defa katılacağı için gergin değildi ayrıca bu baloda elbise giymesi ve bir prenses gibi davranması gerekiyordu. Daha önce de özel törenlerde birkaç defa elbise giymişti ama o zamanlarda bile elbisenin içinde kendini rahat hissetmediğini hatırlıyordu. Şimdi ise baloya bir genç kız olarak katılacak ve kendisi gibi genç kızların ve erkeklerin arasında olacaktı. Herkes onun erkek gibi giyindiğini, at üstünde saatlerini harcadığını, kılıçtan ve yaylardan başka bir şey hakkında konuşmadığını düşünüyordu ancak şimdi herkes onu elbise içinde salına salına yürürken görecekti. Artemis kendisi bile bunu gözünde canlandıramıyordu. Yürüyüşü ve davranışları bir prenses gibi değil daha çok oğlan çocuğu gibiydi. Ablalarının arkadaşları zaten ona böyle seslenip onu rencide etmek istiyordu ancak bu söz onun için rencide edici değildi. Gerçi Alberta ve Diana her zaman onu diğer kızlara karşı savunurdu ama yine de onlar da Artemis’e bir prensese yakışır şekilde davranmasını öğütlüyordu.

 

Aslında herkesten daha çok bu konu Kraliçe Fiona’yı ilgilendiriyordu. Kral Harold Artemis’i oğlu yerine koyup öyle büyütmek istediğini söylediğinden beri zaten Kraliçe Fiona iyi değildi. Biricik kızının pantolon giyip at üstünde ok atmasını değil elbiseler içinde diğer ablaları gibi sarayda salınmasını ve kraliyet kadınlarını temsil etmesini istiyordu. Kraliçe Fiona’ya göre bunun tek suçlusu Kral Harold’dan başkası değildi. Aslında Kral Harold’da son zamanlarda içten içe kendini suçluyor ve kızının kaderini kendi seçtiği, onu böyle şeylere meraklandırıp cesaretlendirdiği için pişman olmuştu. Ancak Artemis babası istediği için değil kendisini elbise yerine pantolon içinde daha rahat, daha özgür ve daha canlı hissettiği için giyiyordu. Onun derdi erkek gibi takılmak ya da erkek gibi davranmak değildi içinden geldiği gibi özgürce yaşamaktı. Bir kadının sadece elbise giymek zorunda olması ve tüm hayatının buna göre şekillenmesi ona bu dünyadaki en saçma şey geliyordu.

 

Baloda elbise giymesi gerektiğini, annesinin ve krallık için bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu biliyordu ancak yine de bu durumdan nefret etmekten de kendini alıkoyamıyordu. Artemis bu mahzun düşüncelere dalmışken onun için elbise seçmenin zorluğunu bile Bayan Daphe yanına geldi ve “Küçükhanım sizin için bir elbise beğendim, bakmak ister misiniz?” diye sordu. Artemis dadısının onun halinden anladığını biliyordu bu yüzden “Olur.” anlamında başını salladı. Bayan Daphe’ın seçtiği elbise gerçekten de Artemis’e çok uygun bir elbiseydi. Diğer elbiselere nazaran daha rahat görünen, taşıması kolay, buz mavisi renginde olan elbisenin kolları uzun, omuzları açık ve çok kabarık olmayan bir elbiseydi. Onu rahatsız eden sadece göğsünde ufacık bir dekoltesi ve üzerinde minicik olan ama parıl parıl parlayan elmaslar vardı. Artemis dadısına kocaman sarıldı ve teşekkür etti. Kraliçe Fiona her ne kadar elbiseyi çok basit ve gösterişsiz bulsa da Artemis’in hevesini kırmak istemediği için sesini çıkarmadı.

 

Artemis tekrar koltuğa oturdu, ablalarının ve annesinin yüzlerinden ne kadar mutlu ve balo için ne kadar heyecanlı olduklarını görüyordu. Onların bu heyecanlı halini görünce böyle hissetmediği için kendisini suçlu hissetmeye ve onların bir parçası değilmiş gibi görmeye başlamıştı. Annesine baktığında kızlarıyla gurur duyan bakışlarını ve adeta gözlerinin içinin güldüğünü görüyordu.

 

Artemis o sırada bir an bile olsun annesinin kendisine hiç böyle bakmadığını anımsadı. Çocukluğundan beri annesini gururlandıracak tek bir anı bile olmamıştı. Aksine yaptığı yaramazlıklar ve söz dinlemez olmasıyla hep ondan utandığını, onu üzdüğünü ve bir kez olsun onu mutlu edemediğini düşünüyordu. Annesi giydiği kıyafetlere, saçına, davranışlarına, konuşmasına, oturup kalkmasına ve arkadaşlarına dahi karışır, yaptığı şeylerin ne bir kıza ne de bir prensese yakışmadığını söylerdi. Kraliçe Fiona onun bir prenses gibi olmasını, ablalarının yaptığı gibi uslu bir kız olup, bebekler, elbiseler, makyajlar ya da çay davetleriyle ilgilenmesini istiyor, onlar gibi olmadığı için kendisini suçlu hissetmesini sağlıyordu. Kraliçe Fiona’nın kızlarını kendisinin yetiştirildiği gibi yetiştirilmesini ve kendisi gibi ilerde kraliçe olmalarını istediğini biliyor, ona anlayışta gösteriyordu. Ancak annesi Artemis’in ne istediğiyle ilgilenmiyor ya da onun duygularını hiç önemsemiyordu. Artemis babasını kendisine idol olarak görmüş ve çocukluğundan beri silahlara, kılıçlara, oklara, atlara ve savaş hikayelerine merak sarmıştı. Annesine ve etrafındaki herkese bunu anlatmak için neredeyse yıllarını harcamıştı ama kimse onu anlamıyordu. Alberta onun çoğu davranışını onaylamıyor, Emilia her şeyiyle dalga geçiyor, Diana ise onu anladığını söylemesine rağmen yine de bir prenses olduğunu sık sık hatırlatıyordu.

 

Geriye onun için değerli bir tek babası kalıyordu. Her ne kadar babası onu oğlu gibi yetiştirmeyi canı gönülden istemiş ve onu yüreklendirmiş olsa da büyüyüp genç bir kız olduğundan beri babasının da bu durumdan pek memnun olmadığını anlıyordu. Artık onu avlara götürmediğini, eskisi gibi ok atarken onu izlemeye gelmediğini ve çocukken yaptığı birçok şeye artık hoş bakmadığını fark ediyordu.

 

Kral Harold, hayal etmiş olduğu erkek evladı gibi Artemis’in ne kadar cesur ve güçlü olduğunu gördüğünde çok mutlu oluyor, onun ok atmadaki mahareti, atın üstündeki o heybetli görüntüsü ve her zaman savaş kahramanlarını ilgiyle dinlemesi Kral Harold’a adeta kendi çocukluğunu hatırlatıyordu. İçinde bir türlü bastıramadığı erkek evlat arzusunu Artemis ile kapatabilmek için çok uğraşmıştı. Ancak Artemis büyüdükçe Kral Harold yaptığı şeyin yanlış olduğunu, kızına bir kader belirlediğini ve kendisinin ona hazırladığı bu yoldan başka bir yolu olmadığını fark ettiğinde artık buna son vermek istedi. Çünkü kızının söylemlerinden savaşa ve maceraya ne kadar meraklı olduğunu ve belki bir fırsatını bulursa savaşmaktan ya da belirsiz bir maceraya atılmaktan korkmayacağını anlamıştı. Oysa Artemis onun en küçük kızıydı ve onun böyle tehlikeli bir hayat yaşamasını, macera ateşiyle dolup sonsuz bir belirsizliğe doğru kulaç atmasını istemiyordu. Bir baba olarak kızının bu macera hevesinde kendini buluyor ancak saçının teline bile zarar gelmesini istemediği kızını korumak istiyordu.

 

Artemis’in ise babasının bu düşüncelerinden haberi yoktu. Son zamanlarda babasının da kendisine karşı olduğunu ve artık onun da Artemis’in bir prensese yakışır şekilde davranmasını, elbiseler giyip salına salına yürümesini ve belki bir izdivaç yapıp sarayında oturmasını istediğini düşünüyordu. Oysa onun istediği hayat bu değildi ve içinde tarif olunmaz derece de bir macera hevesi vardı. Bazen Gorg Krallığına başka diyarlardan misafirler gelir ve Artemis’in adını hiç duymadığı memleketlerinden hikâyeler anlatırlardı. Bu misafirler arasında çoğu zaman büyük savaşlara katılmış komutanlarda olurdu ve bu komutanlar krala başından geçenleri, mücadeleleri ve kahramanlıkları anlatırlardı. Bu komutanların anlattıkları hikâyeler dadılarının anlattığı gibi mutlu sonla biten masallara hiç benzemezdi ve komutanlar dadıları gibi tatlı bir dille de anlatmazlardı. Annesi izin vermese de Artemis bu hikâyeleri gizli gizli dinler ve birçoğunun sonunu öğrenemeden uykusuna yenik düşerdi.

 

Artemis çocukken o komutanların anlattığı kahramanlık hikâyelerini dinlediğinde içinde hiç fark etmediği bir şeyin büyüdüğünü hissederdi. Bu his öylesine güçlüydü ki bazen geceleri bundan dolayı uyuyamazdı. Çocukken bunun nedenini bir türlü anlayamıyordu ama büyüdükçe içindeki o hissin hâlâ aynı yerde olduğunu ve bir maceraya atılma isteği duyduğunu biliyordu. Bu isteği bastırmaya çalışsa da kafasının içindeki sesleri durduramıyordu. Bir şey için savaşmak, mücadele etmek, zafer kazanmak ya da mağlup olmak, bunlar ona o kadar heyecan verici duygularmış gibi geliyordu ki, bu duyguları bir kez olsun tatmadan ölmek istemiyordu. Gorglu olmayı ve bu coğrafyada yaşamayı seviyordu. Gorg’u ziyaret eden herkes yeryüzünde yaşayan cennet toprakları olduğunu söylerlerdi. Artemis, “gitmenin, evi özlemenin ve geri dönmenin” ne demek olduğunu ya da nasıl hissettirdiğini bilmiyordu. Gorg’dan başka bir yere hiç gitmemiş ve yaşadığı yerden başka bir yerde görmemişti. Diğer diyarlarda başka bir cennet var mıydı bilmiyordu bu yüzden Gorg diyarına baktığında buranın cennet olduğunu kabul etmekten başka bir şansı da yoktu. Başka bir yerde doğan güneşi, başka bir yerde geceleri usul usul parlayan dolunayı hiç göremeyecek, her zaman evinde olacak ve evden ayrılmak ne demek hiç öğrenemeyecekti.

 

Yaşadıkları dönemin şartları gereği kadınlardan beklenen köşeleri çizilmiş belli başlı görevler vardı. Kadınlar hep erkeklerin geri planında kalıyordu, genelde onlardan bahsedilirken “birinin karısı, birinin kızı, birinin kız kardeşi” şeklinde hep önlerinde bir erkek ismiyle anılırlardı. Kendisi de Artemis değil, Kralın kızı Artemis’ti. En soylusundan köylüsüne kadar toplumun hangi sınıfı olursa olsun kadınların konumu hep aynı yerdi. Tabii ki bunun yanında prenses olmanın getirmiş olduğu sorumluluklarda eklenince Artemis için “kız olmak” kâbus oluyordu. Ancak Artemis sadece “kız olmak”la değil “prenses olmak”la da mücadele etmesi gerekiyordu. “Prenses dediğin”le başlayan sayısız cümlenin hiçbiri Artemis’e hitap etmiyordu, prensesler nazik, sevecen, anlayışlı, çok fazla konuşmayan, gülmeyen bir formdan ibaretti ve tüm prenseslerde aynı makineden çıkmış gibi bu forma sahipti.

 

Ama Artemis, bu özelliklerin hiçbirini karşılamıyordu. Ona dayatılan bu algıya karşı gelmek istiyor ancak karşısında savaştığı güç asırlardır sürdüğü için kendisinin bu savaşta yalnız olduğunu biliyordu. İçinden geldiği gibi davranmak, “kız gibi olmak” yerine “kendisi olmak” istiyordu. Ona dayatılan şeylerden ziyade ne yapmak, ne giymek, nasıl davranmak istiyorsa öyle olsun istiyordu. İçinden kahkahalarla gülmek geliyorsa gülmek, sinirlenmek geliyorsa sinirlenmek, her şeyden önemlisi başkasının onu korumasına gerek olmadan kendini korumayı öğrenmek istiyordu. Kendi hemcinslerinin kendilerini bu kadar zayıf ve narin göstermelerine ise içten içe deli oluyordu. Ancak kimse onun bu düşüncelerini duymak istemiyordu günün sonunda o bir prensesti ve babasına, annesine, halkına karşı sorumlulukları vardı.

 

Artemis uzun zamandır hissettiği kalp kırıklığı ile oturuyorken annesi ve ablaları çoktan balo için kıyafet provalarını bitirmişti. Artık geride sadece dans provası kalıyordu, bu sefer müzik salonuna gittiler ve onlara eşlik eden saray görevlileri ile nasıl dans edeceklerini, elbiselerini nasıl uçuşturacaklarını, nasıl eğilip selam vereceklerini, ayaklarını ritimle nasıl vuracaklarını bir kez daha prova ettiler. Kızlar içinde dans etmede en maharetli olan zaten yaratılış gereği zarif olan Diana’ydı, onun için kuğu gibi dans etmek oldukça kolaydı. Tabii ki Artemis için bu prova Diana’nın tam aksine oldukça zor ve beceriksizce geçmişti ancak defalarca denemesine rağmen kuğu gibi dans edemediği için artık annesi pes etmişti. Dans provası da böylelikle Kraliçe Fiona’ya göre sorunsuz halledilmişti.

 

Kraliçe Fiona için balonun önemi çok büyüktü çünkü bir kraliçe olarak bu balodaki en ufak bir sorun bile doğrudan onu ilgilendiriyordu. Sadece ihtişamlı balo salonu veya lezzetli ziyafet yemeklerinin mükemmel olması değil aynı zamanda kızlarıyla birlikte kendi kraliyetlerini ve kraliyet kadınlarını temsil etmesi gerekiyordu. Bu baloya diğer krallıklardan gelecek sayısız kadın ve genç kız olacaktı onların karşısında küçük düşmesi söz konusu bile olamazdı. Ayrıca şimdiden izdivaç planlarına başlamış olan Kraliçe Fiona’nın damadı olmasını umduğu Ronald’ın baloda göz önünde olmasını ve artık Alberta ile ilgili yapılan tüm dedikoduların kökünü kurutmayı istiyordu.

 

 

-BÖLÜM SONU-

Yorumlarınızı bekliyorum...

Loading...
0%