Yeni Üyelik
4.
Bölüm
@withmeral

4

 

Artemis gözlerini açtığında sabah çoktan olmuştu. Hareketsiz bir şekilde sırt üstü uzanıp odasının tavanını seyrediyordu. Ne kadar uzun zamandır kalbinin böyle kırık olduğunu tahmin edemiyordu ama ona sanki yıllardır böyle hissediyormuş gibi geliyordu. Oysa çocukluğunu hatırladığında yüzünde aniden bir tebessüm yayılıyordu ancak bir daha asla çocuk olamayacak ve o günlere de bir daha asla dönemeyecekti. Çocukluğunu özlemle hatırlamasının nedeni, o zaman gerçekten “Artemis” olduğunu hissetmesiydi. Şimdi ise Prenses Artemis’ten başkası değildi. Çocukken herkes ona sevgiyle yaklaşır ve yaptığı yaramazlıklara hiç kızmazlardı. Annesi ve dadısını sarayda peşinde oradan oraya sürükler sonrada gidip babasının pelerininin altına saklanırdı. Onu, orada kimsenin bulamayacağını bilirdi çünkü babası onun en güvenli sığınağıydı.

 

Artemis, tavanı seyretmeye ve bir yandan da çocukluk denizinde kulaç atmaya devam etti. Çocukken hep babasının yanında durmak ister ve o nereye giderse bir yolunu bulup onun peşine takılırdı. Saray görevlileri babasının arkasında duran bu küçük kızı gördüklerinde ona gülümser ve saçlarını okşarlardı. Babası ise her zaman Artemis’in hemen arkasında olduğunu bilir bu yüzden de adımlarını onun minik ayakları yetişsin diye yavaş atardı.

 

Biraz daha büyüdüğünde babası ona bir gün kendisinin çocukken kullandığı yayını gösterdi. Artemis yayı gördüğünde adeta büyülenmişti. Babası kızının bu halini görünce onda kendisinin çocukluğunu görür gibi olmuş ve yayını ona hediye etmek istediğini, eğer isterse ona ok atmayı da öğretebileceğini söylemişti. Babasının her hareketine hayran olan Artemis için bu istek değil hayatının en önemli tutkusuydu. Artemis ilk ok atma deneyimini bugün bile hatırlıyordu. Minicik elleri yayı kavrayamıyor, ok sürekli yanlış tarafa gidiyor asla hedefin yanına bile yaklaşmıyordu. Elleri sürekli denemekten yara olmuştu ancak babasına baktığında onun kendisiyle gurur duyan yaşlı gözlerini gördüğünde hedefi bulana kadar ok atmaya devam etmişti.

 

Hedefi bulmayı öğrendiğinde ise artık iyice büyümüştü ve yaşına rağmen usta okçular gibi ok atmada maharetli olmuştu. Babası isabet ettirdiği her hedefte onunla gurur duyuyor ancak hiç bıkmadan daha iyisini yapmasını asla elindekiyle yetinmemesini öğütlüyordu. Artemis ellerinde hâlâ o günlerden kalma yara izlerinde parmaklarını gezdirdi. Çocukluğuna ait hiçbir şey ona acı verici ya da keder dolu gelmiyordu. Bilakis yaşadığı her şey o kadar mutluluk vericiydi ki bir daha asla o günlerde ki gibi mutlu olamayacağını biliyordu.

 

Ayağa kalkıp yatağının yanındaki çekmeceyi açtı ve içinde babasının her bir kızına özel olarak yaptırmış olduğu hançeri eline aldı. Ablaları arasında Artemis’ten başka onu bu kadar değerli gören de yoktu. Hepsinin hançerlerinin üzerinde italik şekilde ismi kazılıydı ve yanında da kraliyetin simgesi olan güneş sembolü vardı. Ancak diğerlerinin aksine onun hançerinde “Artemis” değil babasının ona çocukken taktığı lakabı yani “Arty” kazılıydı. Artemis bu yazıyı görünce gülümsemeden edemedi.

 

Artemis hançerini beline koydu, günlerdir ziyaret etmek istediği bir kişi vardı ve bu kişi babasından sonra en çok saygı duyduğu kişi olan Bilge Barnaby’den başkası değildi. Onu hem festivalden önce görmek hem de içindeki bu sıkıntıları anlatıp biraz sohbet etmek istiyordu. Etrafında hiç arkadaşı olmadığından ve ailesindeki kimsenin –babası da dâhil- onu anlamadığını düşündüğünden geriye tek dert ortağı Bilge kalıyordu.

 

Bilge, altmış yaşlarında mavi gözlü, saçı sakalı ağarmış ancak yaşına göre hâlâ sağlıklı ve dinç görünen biriydi. Kral Harold’ın hem hocası hem de onun yol arkadaşıydı. Birlikte nice savaşlara katılmış nice badireler atlatmışlardı. Ona cesaretli, adaletli ve bilgili olmayı, ustaca savaşmayı, kraliyet yönetmenin en önemli kuralının halkın mutluluğu ve refahı olduğunu o öğretmişti. Kral Harold, tahta oturduğunda da yıllarca onun başkomutanı olmuş ancak iyice yaşlandığından dinlenmek için Tahre Şelalesine yakın bir yerde kendine bir çiftlik yaptırmış ve orada temiz doğanın içinde inzivaya çekilmişti. Barnaby, kendisine söylenildiği gibi “bilge” bir insandı. Bu bilgeliği sadece çok fazla okuması ya da hayat tecrübesinden değil aynı zamanda da onun geleceği öngördüğüne, hastalıkları iyileştirdiğine ve insanın sıkıntısını o söylemeden anladığına inanılıyordu. Bu inanış yanlış da sayılmazdı. Kral Harold çocukken onun ne kadar önemli ve güçlü bir insan olacağını öngördüğünden onun tüm eğitimi ile kendisi ilgilenmek istemiş ve onun bugünkü Kral Harold olmasında çok katkısı olmuştu. Ancak Bilge, bu özelliğini öyle her insan için kullanmaz, kapısına bunun için gelen zengin soyluları, sanatçıları hatta başka krallıktan gelen saray mensuplarını bile kovardı. Her ne kadar bilge olsa da neticede yaşlı ve huysuz bir ihtiyar olduğu gerçeği de yadsınamazdı.

 

Artemis, onu ilk defa çocukken görmüştü. Bilge, Kral Harold’ı ziyaret etmiş ve onunla saatler süren sohbete dalmıştı. Artemis, babasının Bilge ile sohbet ederken gözündeki heyecanı ve mutluluğu görünce onu bu kadar mutlu eden kişiye de hayranlık duymadan edemedi. Babasının koltuğunun arkasında saklanıp insanın içini rahatlatan sese sahip bu adamın hem bu kadar huzurlu hem de bu kadar heybetli görünmesine anlam verememişti. Bilge, onu yanına çağırmış ve kendisine meraklı gözlerle bakan ufaklığı kucağına oturtup saçlarını okşamıştı. Ancak her şeyi bildiği düşünülen Bilge’nin Artemis’in ne kadar yaramaz olduğundan haberi yoktu. Bilge, Kral Harold ile konuşmaya dalmışken Artemis bir anda onun uzun sakallarını çekiştirmeye başlamıştı. Artemis sakalın gerçek olmadığını düşünmüş olacak ki sakalı çekiştirdiğinde hâlâ yerinde olduğunu görünce kıkır kıkır gülmeye başlamış ve belki de uzun zamandır gülmeyen Bilge bile onun bu sevimliliği karşısında gülümsemeden edememişti.

 

O zamandan sonra Artemis onu çok sevmiş, babası onu her ziyarete gittiğinde yanında gitmiş ve ona hediye olarak cebinde gizlice sakladığı kurabiyeleri getirmişti. Büyüyüp genç bir kız olduğunda ise artık kendisi onu ziyaret etmeye başlamış ve onu hem hocası hem de arkadaşı olarak görmüştü. Çünkü Bilge, çok fazla insanla görüşmese de Artemis’i en az Kral Harold’ı sevdiği kadar sevmiş adeta kendi kızı gibi görmüştü. Evinin kapılarını da her daim ona açmış ve onun sıkıntılarını dinleyip tavsiyeler vermişti.

 

İşte şimdi de Artemis, içindeki bu sıkıntılardan kurtulmak ve önünde iki kişilik bir hayat olduğu ve hangisini seçmesi gerektiğini Bilge’ye danışmak, ondan akıl almak istiyordu. Ya kendisi gibi olup hayallerinin ve arzularının peşinden gidecekti ya da herkesin ondan istediği gibi bir prensese yakışır şekilde davranıp hayatı boyunca olmadığı bir insanmış gibi davranacaktı. On sekizinci yaşının ona hem özgürlük tanıdığını hem de onu tutsak ettiğini daha yeni fark ediyordu. Tüm bu içsel çatışmalarını Bilge’yle paylaşıp içinin biraz olsun huzura ereceğini düşünüyordu.

 

Yola çıkmak için hazırlıklarını tamamladı, babasından izin alıp onun güzel dileklerini de ulaştırmak üzere atına atlayıp yola çıktı. Babası ona yalnız gitmemesini, yanına birkaç muhafız almasını öğütlemesine rağmen Artemis bunu dinlemedi ve yalnız başına Tahre Şelalesine doğru atını sürdü.

 

Artemis ormana geldiğinde atı da kendisi de çok yorulmuştu, yakınlarda dinlenecek bir yer arıyordu. Ancak bir anda çalıların arasında bir sallantı fark etti, daha sonra çalıların arasından bir geyik çıktı ve Artemis’i görünce irkilip koşmaya başladı. Artemis, Bilge için geyiğin güzel bir hediye olabileceğini düşündü ve atını geyiğin peşine sürdü. Ancak geyik oldukça hızlıydı ama Artemis’in de pes etmeye niyeti yok gibi gözüküyordu. Geyik önde Artemis arkasında ormanın içinde kaçma kovalamaca başladı. Artemis geyiğe odaklanmışken başka bir at sesiyle irkilip sol tarafına baktı. Ormanın sol tarafında atın üstünde genç bir adamın onun gibi geyiğin peşine takıldığını gördü. Genç atını öyle hızlı sürüyordu ki Artemis aralarındaki mesafeyi ne zaman kapatmış olabileceğini fark edemedi. Genç adam, atını Artemis’in atına yaklaştırıp “Beceremeyeceksen bırak ben avlarım.” dedi. Artemis bunu duyunca gözlerinde öfke belirdi ancak gencin yüzüne baktığında kendisiyle alay eden bir gülümseme yüzüne yayılmıştı. Fakat gencin Artemis’in ne kadar usta bir okçu olduğundan haberi bile yoktu. Şimdi ona bir prensesle alay etmenin ne demek olduğunu gösterecekti. Geyiğe baktı, geyik hâlâ arakasındaki atlılardan kaçmak için uğraşıyordu. Artemis’in yüzü bu sefer hırsla ışıldadı çünkü artık bu bir av değil zafer mücadelesiydi. “Kimin beceremeyeceğini göreceğiz.” dedi Artemis bağırarak. Genç bunu duyunca yüzündeki alay ifadesi yerini şaşkınlığa bıraktı ve “O zaman iyi olan kazansın.” diyerek atının yularını daha hırsla tuttu.

 

Artemis uzun zamandır hiç bu kadar hırsla dolduğunu hissetmemişti. Sonuçta geyiği ilk o fark etmişti ve bu av da onun hakkıydı. Oysa bu genç adam onun hakkına göz dikmiş bir de onunla alay etme cüretini göstermişti. Artemis hiç olmadığı kadar sinirlendiğini hissetti ve atının yularına daha sıkı sarılıp atını dörtnala koşmaya zorladı. Ancak atı zaten iyice yorulmuş ve bu kaçma kovalamaca da onu iyice perişan etmişti.

 

Ormanın ortasında iki atlı bir geyiğin peşinde koşuyor ve onun her manevrasında atlarda manevra yapıyordu ama avcılarda avda bu takipten vazgeçmiyordu. Artemis ara sıra avından gözünü ayırıp gence doğru bakıyordu ve gencin de ona olan bakışlarından onun da hırsla atını sürdüğünü anlıyordu. Geyik artık koşmaktan yorulmuş ve yavaşlamıştı. Avının artık elinde olduğunu düşünen Artemis yayını gerdi, okunu atmaya hazırlanıyordu ki genç adamın da aynı şekilde yayını gerdiğini gördü ve ormanın sessizliğini yarıp geçen ıslık sesleriyle iki ok yaylardan çıkıp ava doğru ilerledi. Ve av bir anda yere düştü. Şimdi geriye tek bir şey kalıyordu, o da oku kim isabet ettirebilmiş ve avın sahibi kim olmuştu? Artemis’in kendisinden şüphesi yoktu, bu zamana kadar isabet ettiremediği bir av olmamıştı. İkisi de atından atlayıp geyiğin düştüğü yere geldi. İki avcı da hem hırs hem de öfke doluydu, bir yandan oklarının isabet ettiğine emin bir yandan da ya isabet ettiremedilerse diye bir korku da yüzlerinden okunuyordu ama bunu rakiplerine belli etmeye hiç niyetleri yoktu.

 

Artemis gencin yanına geldiğinde onu uzun uzun inceledi, esmer, uzun boylu, yirmilerinin başında olduğu anlaşılan genç oldukça yakışıklıydı da. Ayrıca kendinden emin, özgüvenli bir hali de vardı ve Artemis bu genç adama adeta sinir olduğunu hissetti. Sadece Artemis değil genç adam da karşısında duran kızı incelemeye koyulmuştu. Kızın iki yana örülü uzun kahverengi saçları ve üzerindeki keten pantolonu, gömleği ve çizmeleriyle adeta masal kahramanı gibi görünüyordu. Kızın her ne kadar farklı bir güzelliği olduğunu düşünse de yüzünden ne kadar yabani olduğu anlaşılıyordu.

 

“Gerçekten oku isabet ettirebildiğini düşünmedin değil mi?” dedi genç adam alaycı bir sesle. Çünkü kızı sinirlendirince yüzündeki o çocuksu öfke hoşuna gitmişti. Artemis’in yüzünde öfke bulutları belirir gibi oldu. “Kendine o kadar fazla güvenme. Beni de o kadar hafife alma.” diyerek kahverengi gözlerini çocuğun siyah gözlerine dikti. Genç adam kızın gözlerine baktığında aslında içinde küçücük bir kız yattığını fark etti. Bu haliyle aslan postuna girmiş yavru kediden bir farkı olmadığını düşündü ve bu düşünce ona oldukça sevimli geldi.

 

Artemis eğilip ava bakmak isterken genç adam birden elini yakaladı ve “Eğer avı ben vurduysam karşılığında bana değerli bir şeyini vermen gerek.” dedi. Artemis şaşkın gözlerle gence baktı ve biraz düşünüp “Peki ben vurduysam?” diye sordu. Genç adam “O zaman sen de benden ne istersen alabilirsin.” dedi. Bu teklif Artemis’inde hoşuna gitmişti sonuçta bir mücadeleye girmişlerdi ve bunun sonucunda kaybedenin bir şey vermesi gerekliydi. Şimdiden gencin siyah gürbüz atını gözüne kestirmişti. Hem ormanın ortasında atsız kalmak belki biraz aklını başına getirirdi.

 

İkisi de birbirini süzmeyi bitirdiğinde genç eğilip geyiği yaralayan ve avın sahibinin kim olduğunu ispat edecek oku tutup çıkardı ve kaldırıp Artemis’e doğru gösterdi. Artemis oku görünce gözlerinde artık gencin tanıdık olduğu öfke bulutları belirdi. Onun sinirli yüz ifadesini gören genç ise şimdi gerçekten zevkle gülümsüyordu. Çünkü avı vurup yere seren ok gence aitti ve böylelikle de avın sahibi de mücadeleyi kazanan da genç adam olmuştu.

 

Artemis bir an ne yapacağını bilemez bir halde öylece oka baktı. Sonra geyiğe eğilip her tarafında kendi kraliyet okunu aradı ama hiçbir yerde yoktu. Sonra genç adam eliyle ağacın dalını gösterdi ve oku orada asılı duruyordu. Genç bir kahkaha patlattı, sonra da ağacın dalına kilitlenmiş bakan Artemis’in yanına kadar gelip “İstersen avın yarısını seninle paylaşabilirim tatlı kız. Bu kadar üzülme.” diyerek yanağından bir makas aldı.

 

Artemis artık iyice öfkelenmişti ve öfkeden bedeni titrer gibi oldu. Saatlerdir at üstünde olmanın verdiği yorgunluk, avının başkasının olması ve gencin mücadeleyi kazanıp bir de onunla alay etmesi derken bir an öfkeyle cebinden hançerini çıkardı, genci yakasından tutup hançeri boğazına dayadı. Az önce alayla gülen genç adam boğazındaki hançerin soğukluğunu hissedince gerçekten de bu kızın arıza bir kız olduğuna artık emin oldu. Genç adam bir yandan kendini kurtarmaya çalışıyor bir yandan da “Bırak beni. Deli misin sen?” diye kısık sesini duyurmaya çalışıyordu.

 

“Ne oldu? Az önce gayet de gülüyordun, bir anda sesin kesildi.” dedi Artemis tehditkâr bir sesle. Gencin gözlerindeki korku dolu bakışlardan artık nefes alamadığını anlamak zor değildi. Genç adam Artemis’in bir anlık boşluğundan faydalanıp bileğini yakalayıp büktü, Artemis’in “Ahh.” diye inleyen sesiyle hançerden kurtuldu. Hançer bu esnada yere düştü. Artemis acıyan bileğini ovuştururken nefessiz kalmanın zorluğuyla öksürmeye başlayan genç adama bakıyordu. Genç adam kendine geldiğinde boğazında kızarık bir iz olduğu görülüyordu. “Manyaksın sen. Delisin. Hatta zırdelisin.” dedi genç ve hâlâ ara ara öksürmeye devam ediyordu.

 

Artemis az önceki tüm öfkesi geçmiş ve biraz olsun hırsını tatmin etmiş olmanın verdiği bir yüz ifadesi takınıyordu. “Bir daha kimseyi hafife almaman gerektiğini anlamışsındır. Değerli bir şey istemiştin, bak benden sana bir hatıra bıraktım. Boğazındaki yaraya her baktığında beni hatırlarsın.” diyerek birazcık dinlenme fırsatı bulan atına atlayıp gence son bir defa baktı. Sonra da atını şaha kaldırıp dörtnala sürdü.

 

Genç adam hâlâ öksürüğünü ve hızlı kalp atışlarını dindirmeye çalışıyordu. Bir anda yerde bir şeyin ışıldadığını gördü. Eğilip aldığında bunun kızın boğazına dayadığı hançeri olduğunu anladı. Üstünde italik şekilde “Arty.” ismi kazılıydı, genç adam az daha kendisini öldürecek olan bu deli kızın ismini görünce kendisinin de anlamadığı bir şekilde gülümsemeye başladı. İsminin yanındaki güneş sembolünün kraliyet sembolü olduğunu bilmesine rağmen bu yabani kızın bir prenses olamayacağını, olsa olsa bir saray mensubunun kızı veya bir komutanın kızı olabileceğini anlamak çokta zor bir şey değildir diye düşündü.

 

Artemis atı yorulduğu için dinlene dinlene gidiyordu, Tahre Şelalesinin sesinin çok yakından geldiğini anlayınca artık Bilge’nin evine çok yaklaştığını anladı. Onun evine yaklaşınca bile içini huzur kapladığını ve aylar sonra onu ilk defa görecek olmanın verdiği bir mutlulukla dolduğunu hissetti. Az sonra gerçekten de Bilge’nin kendisine özel olarak yaptırdığı çiftliğine gelmişti. Çiftlikte Bilge’den başka kimsenin yaşamadığını bildiğinden atından atlayıp yularını kapıya bağladı ancak çiftliğin girişinde siyah gürbüz atı görünce beyninden vurulmuşa döndü. İçinden “Hayır olamaz.” diye geçirmeye başladı. Belki de Bilge’nin başka bir misafiri vardır diyerek ana kapıdan içeri girip Bilge’nin her zaman misafirlerini kabul ettiği odaya doğru ilerledi.

 

Misafir odasına geldiğinde koltukta oturan ve az önce boğazına hançer dayadığı genci görünce tekrar öfkenin bedenini sardığını hissetti. Genç adam da onu fark etti ve yüzünde şaşkınlık ifadesi belirdi. Bilge genç adamın baktığı yöne döndüğünde bu dünyada en çok sevdiği insanlardan birini görünce çok mutlu oldu. “Benim güzel kızım.” diyerek Artemis’e kocaman sarıldı. Artemis, Bilge’nin huzur dolu sesiyle adeta çocukluğuna döndü ve bir an yaşadığı tüm sıkıntıları unutur gibi oldu.

 

İki gençte birbirini süzüp Bilge ile nasıl bir ortak noktaları olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bilge iki misafirinin birbirine garip bir şekilde baktığını anlayınca onları tanıştırmak istedi. Genç adamı gösterip “Morgan, benim çok eski bir dostumun oğludur.” dedi. Sonra Artemis’e dönüp “Artemis, benim için çok özel bir dostumun kızıdır. Benim de kızım sayılır.” dedi. İki genç artık hem birbirinin ismini öğrenmiş hem de ikisinin de Bilge için önemli birisi olduğunu anlamıştı.

 

Bilge, Artemis’e Morgan’ın getirdiği geyikten ve dilerse pişirebileceklerinden bahsedince Artemis’in yüzü kızarıp bozardı. Morgan bunu görünce gülümsemeden edemedi ancak Artemis’in öfkeli gözlerini fark edince gülümsemesini bastırmak zorunda kaldı. Bilge, gençlerin bu hallerinden bir şeyler olduğunu anladı ama fazla üstlerine gitmedi. Bilge’nin kendine has bir sakinliği vardı, sanki zaman akıyor ama Bilge hep aynı konumda kalıyor gibiydi. Rüzgâr bile ondan daha hareketli ve daha canlı kalıyordu. Yüzündeki o huzurlu ifade hiçbir zaman değişmiyor ve çok değer verdiği iki dostunun evlatlarının şimdi yan yana oturuyor olmasının verdiği mutlulukla adeta eski günlerdeki gibi sevinçle dolduğunu hissediyordu.

 

Uzunca bir sohbetten sonra konu Morgan’ın babası Komutan Chester’ın kahramanlıklarına gelmişti. Artemis, Morgan’ın babasının ismini daha önce duymuştu ve babasının eski komutanlarından biri olduğunu biliyordu. Ancak Komutan Chester uzun bir süre önce vefat etmiş ve biricik oğlunu eski arkadaşı Bilge’ye emanet etmişti. Bilge’de bu emanete sahip çıkmış, Morgan’ı kendi oğlu gibi sevmiş ve onunla ilgilenmişti.

 

Komutan Chester oğlunun da kendisi gibi savaşçı olmasını istemiş ve çocukluğundan beri bunun için eğitim almasını sağlamıştı. Gerçekten de Morgan cesur bir savaşçı olmuş ve genç yaşına rağmen birçok sefere de katılmıştı ancak babası savaşta öldükten sonra Morgan savaştan etiyle kemiğiyle nefret etmişti. Önceden çok sevdiği kılıçlar, oklar, yaylar ona artık babasının katili gibi geliyordu. Çoğu kişi onun babasının intikamını almak için daha çok çalışacağına ve çok daha güçlü bir komutan olacağını düşünse de Morgan nefret etmesi gereken şeyin en başta savaş olduğunu fark etmişti. Çünkü çocukluğundan beri babasını ondan alan, onu çok az görmesine, birlikte oyun oynayamamasına sebep olan şey düşmanlar değil de savaştı. Bazen babasının çok ünlü ve cesur bir komutan olmasındansa sıradan bir köylü olmasını ve en azından birlikte yaşayacakları kocaman bir ömür olmasını isterdi ancak bu duygularını Bilge’den başkası anlamazdı.

 

Artemis Morgan’ın bu düşüncelerinden habersizdi ve Morgan’ın babasının savaşta onuruyla öldüğü için çok gururlu olduğunu düşünüyordu. Çünkü o savaşı sadece hikâyelerde duymuş asla gerçekte görmemişti. Aynı zamanda savaş onun için en büyük maceralardan biriydi ve hayatında bir gün bu macerayı yaşamak istiyordu. Her ne kadar Morgan’a hâlâ sinir olsa da yine de onun büyük bir komutanın oğlu olduğunu ve onun da cesur bir savaşçı olduğunu duyunca ona arkadaşça baktı ve “Babanla çok gurur duyuyor olmalısın.” dedi.

 

Morgan konu babasına geldiğinden beri zaten hüzünlenmiş ve sessizce Bilge’nin babasının kahramanlıklarını anlatışını dinlemişti. Ancak Artemis’in dostça söylediği sözü biraz alınganlıkla kötüye yordu ve “Neden gurur duyacakmışım ki?” diye sordu. Artemis şaşırmış bir şekilde Morgan’a baktı, “Baban çok önemli bir komutandı ve ülkesi için onuruyla mücadele etti.” dedi. Morgan kahkaha atmamak için kendini zor tuttu, “Onurmuş, sen savaş hakkında ne biliyorsun ki?” diye sitemle sordu.

 

Artemis dostça yaklaşmasına rağmen Morgan’ın bu saldırgan tavrından çok rahatsız oldu ve onu yine küçük görmesine sinir olup “Biliyorum tabii. Bir komutan için savaş bu hayattaki en önemli şeydir. Savaşta ölmek ve bu gurura erişmekte onun ailesi için onur ve gurur kaynağıdır.” dedi. Morgan bu sefer gerçekten istemsizce gülmüştü, Bilge’ye bakarak “Duydun mu Bilge, bak savaş çok önemliymiş.” dedi. Daha sonra da Artemis’in sinirle bakan gözlerinin ta içine bakıp “Savaş cinayetten başka bir şey değildir.” dedi. Artemis, çocuksu bir heyecanla “Sen şuna savaşmaktan korkuyorum desene.” dedi.

 

Morgan, Artemis’in bu çocuksu haline ve savaşı bu kadar güzellemesine sinirlendi. “Korkmak mı? Sen hayatında hiç gözünün önünde parçalanan kanlı bedenler gördün mü, peki yaralı askerlerin inleyen seslerini duyup yoluna devam etmek zorunda kaldın mı ya da hiç ölülerle dolu bir vadinin günlerce nasıl koktuğunu biliyor musun, ölüme bir adım kalmanın ne demek olduğunu tahmin edebilir misin?” diye sordu.

 

Artemis, Morgan’ın anlattığı bu korkunç şeyler karşısında sessizce susmakla yetindi. Ona göre savaş cesaret, gurur ve mücadeleden ibaretti. Ona hep böyle anlatılmış, okuduğu hikâyelerde de böyle olduğunu görmüştü. Oysa Morgan’ın anlattığı savaş ona dehşet verici ve bir o kadar da korkutucu gelmişti. Artemis’in sessizliği karşısında Morgan, “Ne oldu sustun. Sen okuduğun o kahramanlık masalları gibi mi sanmıştın savaşı. Ben korkaksam sen de çocuktan başka bir şey değilsin. Oturduğun yerden kahramanlık naraları atmak kolay o vahşetin içinde sesin bu kadar gür çıkar mı bakalım.” dedi.

 

Bilge, Morgan ve Artemis’in tartışmasını en başından beri sessizce dinlemeyi seçmişti. Çünkü birbirinden farklı hayat yaşamış bu iki gencin savaş karşısındaki farklı görüşlerini merak etmiş ve belki de ikisinin de kendi fikirlerinde bir değişme olabileceğini düşünmüştü. Artemis’in savaşı bu kadar macera dolu olduğunu düşünmesi, Morgan’ında yıllardır konuşmak istemediği savaş konusunda düşüncelerini böyle filtresiz vermelerini takdir etti. Bilge, Artemis’in yüzündeki mahzun ve korkmuş ifadeyi görünce daha fazla dayanamadı ve “Morgan evladım bu kadarı yeter. Artemis eminim seni incitmek istememişti.” dedi.

 

Artemis ne diyeceğini bilemedi, “Ben sadece-“ diyebilmişti ki Morgan sözünü kesti. “Sen sadece hiçbir şey bilmiyorsun. Çocukluğunda babanın hiçbir zaman yanında olamamasını, hiçbir zaman doğum günlerini kutlayamamasını, her zaman ölecek korkusuyla yaşamanın, ona son bir kez sarılamadan veda etmenin ne demek olduğunu bilmiyorsun.” dedi.

 

Morgan’ın gözü yaşlarla dolmuştu ki sözlerine devam etti. “Benden babamı, çocukluğumu, geleceğimi alıp sonrada ellerime kıytırık bir onur, üzerime bol gelen bir gurur bırakıp sonra da bununla iftihar etmemi mi bekliyorsun.” dedi. Artemis, Morgan’ın sözleri karşısında sessizleşmiş, boğazı düğümlenir gibi olmuştu. Morgan babasını anlatırken kendi babasını yerine koyup onu kaybetmenin ne kadar ağır bir şey olduğunu yüreğinde hissetti. Morgan, Bilge’ye baktı, Bilge’nin gözlerinde de yaşlar biriktiğini gördü. Sonra kendini toparlayıp Artemis’e çok yüklendiğini, neredeyse babasının ölümünden bile onu suçlayacağını fark etti ve Artemis’e dostça “Kusura bakma.” dedi ve “Ben sadece bu konuda biraz doluyum da.” diye ekledi. Sonra da Bilge’ye bakıp “Biraz dışarda hava alayım.” dedi ve dışarı çıktı.

 

O gittikten biraz sonra Artemis Bilge’ye “Ben kötü bir şey söylemek istemedim. Gerçekten çok özür dilerim Bilge.” dedi. Bilge Artemis’in yanına oturup ellerini tuttu. “Sorun değil güzel kızım. Babasını kaybettiğinden beri bu konu onun için biraz hassas. Nerden bilebilirdin ki?” diye sordu. Artemis’in gözlerinde yaşlar birikmişti. Morgan’ı incitmek ya da üzmek istememiş sadece kendi doğru olduğunu düşündüğü bir şeyi savunmak istemişti. “Söyledikleri doğru mu Bilge?” diye sordu ve ekledi “Savaş gerçekten bu kadar korkunç mu?”

 

Bilge Artemis’in gözyaşlarını sildi sonra da elini Artemis’in ufacık yanağına koydu. “Savaş her ne kadar büyüleyici gözükse de her zaman korkunç bir tarafı vardır.” dedi. Bilge aslında Artemis’in buraya neden geldiğini biliyordu. Onun içinde kopan fırtınaları kestirmek zor değildi, çocukluğundan beri erkek gibi yetişmiş, her zaman savaşa, kılıca ve atlara ilgisi olmuş bir kızın büyüdüğünde bunlardan vazgeçmesi ve bir anda bir prenses gibi yaşayıp elbiselere, makyaja ya da çay davetlerine ilgi duymasını beklemek delilikti. Ama ondan istenen de tam olarak buydu. Artemis buraya gelirken kafasında iki türlü bir yol vardı ancak Morgan’la konuştuktan sonra artık seçmek istediği yoldan da pek emin olamamış ve kafası karışmıştı. Aslında Bilge, bunun olacağını bildiği için Morgan’ın konuşmasına izin vermişti. Çünkü kendisi ne kadar anlatırsa anlatsın Artemis’in çocuksu hayallerini kırabileceğini düşünmüyordu. Oysa Morgan tamamen gerçek bir savaşı Artemis’in gözleri önüne sermiş, maceranın yanında korkunç bir tablonun da olduğunu göstermişti. Böylece Artemis o çocuksu dünyasından çıkmış ve her şeyin masallardaki gibi olmadığını anlamıştı.

 

Bilge sadece Artemis’i değil Morgan’ı da kendi söyledikleriyle yüzleştirmişti. Çünkü Morgan babasını kaybettiğinden beri bu düşüncelerini içine saklamış ve kimseyle paylaşmamıştı. Çağrıldığı görevlere gitmiş ve babasının komutanlığından bahsedildiğinde de sessizce başını eğmişti. İçinde kopan fırtınalardan kendisinin de haberi yoktu. Çocukluğundan beri babasının yokluğunun onda ne kadar yara ettiğini kendine bile itiraf etmesi imkânsızken Artemis’e tüm çıplaklığıyla duygularını ifade etmişti. Yani bu iki genç birbirlerine en büyük yaralarını gösterip korktukları gerçeklerin nasıl gün yüzüne çıktığını görmüş oldu.

 

Artemis, Bilge’yle konuştuktan sonra saraya dönmek için yola çıktı ve Artemis gittikten uzun bir zaman sonra Morgan geri geldi ve Bilge’yi bıraktığı yerde düşüncelere dalmış buldu. Bilge onu görünce yüzünde en tatlı gülümsemesi belirdi. Morgan’da sakinleşmişti, Bilge’ye “Eee geyiği ne zaman pişireceğiz Bilge. Karnım iyice acıktı.” dedi ve gülümsedi. Biraz sonra Morgan “O gitti mi?” diye sordu, Bilge usulca başını salladı. Morgan aslında geyikten ona da ikram etmek ve gönlünü almak istemişti. Aklına bir anda gelen bir soruyla Bilge’ye döndü, “Bilge, sahi Artemis senin hangi arkadaşının kızıydı?” diye sordu.

 

Bilge yine usulca gülümseyip “Kral Harold’ın kızı.” dedi. Bunu duyunca Morgan’ın beyninde şimşekler çakmış gibi oldu. “Nasıl yani, o kız prenses miydi?” diye sordu. Bilge de onun bu şaşkın haline gülümsemeyle karşılık verdi.

 

Artemis saraya vardığında akşam olmuştu ve hizmetçi kızlardan biri Kral Harold’ın Artemis’i oturma odasına çağırdığını haber verdi. Artemis babasının Bilge hakkında konuşmak istediğini düşündüğü için sevinçle babasının yanına geldi. Ancak oturma odasına geldiğinde babasının da annesinin de yüzlerinden çokta mutlu görünmediklerini anladı. Karşılarındaki koltuğa oturdu ve en uysal sesiyle “Beni çağırmışsınız babacığım.” dedi. “Bugün Bilge’yi ziyarete gittin değil mi?” diye sordu Kral Harold.

 

“Evet, babacığım size söylemiştim ya. Ayrıca selamlarınızı da ilettim. Sizi en yakın zamanda görmeyi istiyor.” dedi Artemis babasının gözlerinin içine bakıyordu ancak Kral Harold’ın gözlerinde bir yumuşama görülmüyordu. Kraliçe Fiona ise endişeli gözlerle küçük kızını izliyordu. Kral Harold sessizliğini koruyordu, bunun üzerine Artemis “Bir şey mi oldu baba?” diye sordu. Kral Harold en gür sesiyle “Evet oldu.” dedi. Artemis bir anda “Ne oldu?” diye sordu.

 

Kral Harold’ın kaşları çatılmış ve sesi de hiç olmadığı kadar gür çıkıyordu, “Ben sana giderken yanında muhafız almanı söylemedim mi?” diye sordu. Artemis, neler olduğunu anlamadığı için “Evet söyledin ama-“ demişti ki Kral Harold sözünü kesti: “Ama’sı ne?” dedi. Artemis babasının bu hiç alışık olmadığı tavrı karşısında alıngan bir sesle “Ben kendim gidebilirim baba.” dedi. Baba kızın konuşmasına dâhil olmayıp sadece onları izleyen Kraliçe Fiona ortamı biraz yumuşatmak için söze girdi, “Yavrum ta krallığın bir ucu, ya sana bir şey olsaydı ya başına bir şey gelseydi?” diye sordu. Artemis çocukken yaptığı gibi ellerini kollarında kavuşturup “Bir şey olmadı işte.” dedi.

 

Kral Harold, Artemis’in sözünü dinlemeyip tek başına yolculuğa çıktığını öğrendiğinde gerçekten kızmıştı. Ancak şimdi karşısında küçük kızını böyle üzgün görünce yüreği yumuşar gibi oldu ama yine de Artemis’in artık kafasına göre bir yere gitmesini istemiyor ve başına bir şey gelmesinden korkuyordu. Bu yüzden bu sert tavrını devam ettirip Artemis üzülse bile kesin bir konuşma yapmalıydı. “Artemis, güzel kızım, bundan önce sayısız defa tek başına bir yerlere gittin. Hepsini bildiğim halde bunlara göz yumdum ama artık yeter. Artık büyüdün, çocuk değilsin. Bu yaramazlıkların, sorumsuzlukların artık kabul edilemez. Sen bir prensessin ve ona göre davranman gerekir. Tek başına yolculuğa çıkmak ne demek, hem de balo öncesi, her yer bu kadar karışmış, şehre giren çıkan belli değilken bir de sen benim başıma problem yaratma. Ya başına bir şey gelseydi ormanda.” dedi yine o alışılmadık gür sesiyle. Artemis babasını ilk defa bu kadar sert ve kızgın görüyordu ve uysal sesiyle “Özür dilerim baba.” diyebildi.

 

Kral Harold, kızının tatlı sesini duyunca biraz daha yumuşadı ama verdiği kararı uygulamak zorundaydı. “Özür falan yetmez. Bundan sonra tek başına bir yere gitmeni yasaklıyorum.” dedi. Artemis’in gözleri fal taşı gibi açıldı ve bir annesine bir babasına baktı. Hızlı hızlı nefesler almaya başladı, fısıltıyla karışık “Ama baba-“ diyebildi. Kral Harold, “Mademki sen benim sözümü çiğniyorsun ben de gerekeni yaparım. Seni tüm tehlikelerden korumak benim görevim. Senin için bir muhafız görevlendireceğim, attığın her adımda yanında olacak. Her yere onunla gideceksin. Bir daha da böyle tehlikeli yolculuklara çıkmayacaksın. Ben yaşlı bir adamım, benim yüreğime indirme. Bütün krallığın derdi bitti, küçük kızım nerde diye bir de düşünmeyeyim.” dedi ve bakışlarını Artemis’in üzerine dikti.

 

Artemis, çocukken yaptığı gibi babasını ikna edebileceğini düşünüyordu. Ama bu sefer Kral Harold gerçekten kararlıydı ve yumuşamaya niyeti yoktu. Artemis son bir defa babasının kalbine giden o tatlı sesiyle “Baba-“ dedi. Kral Harold, gözlerini yere indirdi. Kızını üzmek bu hayattaki en son isteyeceği şeydi ama onun iyiliği için bunu göze almalıydı. “Artemis, sözümü ikiletme. Bunu baban olarak değil kral olarak emrediyorum. Şimdi odana git.” dedi. Artemis’in gözleri doldu, babasına ne zaman küsse ona hep “Kralım.” diye hitap eder, aralarında mesafe olduğunu belli ederdi. Şimdi Kral Harold, aynısını yapmış Artemis’e baba olarak değil kral olarak emir vermişti. Artemis gözlerinde biriken yaşları bastırıp, “Peki kralım, emredersiniz.” dedi.

 

Sinirle kalkıp odasına gittiğinde hem yorgunluktan hem de içindeki bu sıkıntılardan artık göz pınarlarında birikmiş yaşlara hâkim olamadı ve ağlamaya başladı. Tüm dünya ona karşıyken en çok sevdiği insanın yani babasının da ona karşı olmasına artık küçücük kalbi dayanmıyordu. Ayaklarını toplayıp göğsüne bastırdı ve başını dayayıp sessizce ağladı.

 

Sabah geç uyandı ve uyanır uyanmaz Kral Harold’ın onu çalışma odasına çağırdığı söylendi. Çalışma odasına girdiğinde Kral Harold’ı düşüncelere dalmış buldu. İçeri girip babasına selam verdi ve karşısına oturdu. Kral, kızının ne kadar üzüldüğünü görüyordu ama her zaman yumuşak davranırsa kızının canını tehlikede olacağını bildiği için ona sert davranması gerekiyordu. Sessizliği bozan Kral Harold’ın sesi oldu, “Dün Bilge’ye ulak gönderdim, senin için cesur bir muhafız seçti ve birazdan burada olur. Bugünden itibaren muhafız olmadan bir yere gitmeyeceksin. Anlaşıldı mı?” diye sordu. Artemis, sessizce başını eğmiş öylece duruyordu. Babasının hâlâ kararlı olduğunu görünce, “Peki kralım.” dedi. Kral Harold, kızının ona gönül koyduğunu biliyordu ve o da bu duruma çok üzülüyordu, “Artemis kızım lütfen, bunu senin iyiliğin için yaptığımı biliyorsun.” dedi Artemis’in bildiği sevecen sesiyle. Kapıdaki muhafızlardan biri, “Efendim, misafiriniz geldi.” haberini verdi. Kapıdaki muhafızın çıkmasıyla içeriye Bilge’nin seçmiş olduğu genç muhafız girdi ve içeri girer girmez Artemis’le göz göze geldi. Artemis’in yüzünde şaşkınlık ifadesi belirdi, bir anda karşısındaki genç muhafızın ormanda karşılaştığı Morgan olduğunu görünce ne diyeceğini bilemedi ama babasına onu tanıdığını belli etmedi.

 

Kral Harold’ın ise gözü Morgan’ın üstündeydi. Bilge, biricik kızını korumak için onu seçtiyse gerçekten de genç muhafız oldukça cesur, güvenilir ve iyi bir insan olmalıydı. Bilge, Artemis’i kendi kızı gibi severdi bu yüzden kendi kızını gönül rahatlığıyla emanet edebileceği biri olduğu aşikârdı. Hem eski komutanın oğlu olması da ona ayrı bir sevgi beslemesini sağlamıştı. Kral Harold, bir elini Morgan’ın omzuna koydu ve Artemis’e “Morgan, Komutan Chester’ın oğludur, babası gibi çok cesur ve güçlü bir çocuk olduğu belli. Bilge’de onu seçtiğine göre gözüm arkada kalmaz.” dedi. Morgan başı önde “Sağ olun efendim.” diyebildi.

 

Artemis, Morgan’ı inceliyor onun o ukala tavrının babasının karşısında nasıl da uysallaştığını görünce içten içe gülüyordu. Kral Harold, Morgan’a döndü ve Artemis’i gösterip “Kızım Artemis, bundan sonra onun özel koruma muhafızı olacaksın.” dedi. İki genç birbirine baktı sonra da ekledi “Kızım biraz macerayı sever, bilmediği yerlere gitmeyi, başını belaya sokmayı-“ demişti ki Artemis babasının sözünü kesip “Baba-“ dedi, daha fazla Morgan’ın önünde küçük düşmek istemiyordu. Kral Harold, tekrar Morgan’a döndü ve “Her neyse Morgan, Bilge seni bana emanet etti, ben de kızımı sana emanet ediyorum. Her gittiği yere onunla gideceksin, bir an bile yanından ayrılmayacaksın. Attığı her adımda arkasında olacaksın. Anlaştık değil mi?” diye sordu. Morgan muhafızların o bilindik tok sesiyle “Emredersiniz kralım.” dedi.

 

Kral Harold koltuğuna oturdu ve kendi kızını iyi tanıdığı için Morgan’ı uyarmak istedi. “Ayrıca emirleri yalnızca benden aldığını unutma. Yani prensesin verdiği emirlerin bir hükmü yok.” dedi. Artemis babasına kızgın bir şekilde bakıyordu. Gerçekten bu kadarı artık fazlaydı, Morgan’ın önünde iyice küçük düşmüştü. Kral Harold, “Sen görevini iyice anladın değil mi oğlum?” diye sordu. Morgan, yine itaatkâr sesiyle, “Anladım efendim. Siz hiç merak etmeyin.” dedi. Artemis bu sefer sinirle Morgan’a baktı.

 

Kral Harold, “Şimdi çıkabilirsiniz, önemli işlerim var.” dedi ve iki genç usulca dışarı çıktı. Artemis sinirden küplere binmiş bir vaziyetteydi, Morgan ise Artemis’in bildiği o ukala haline geri dönmüş gibiydi. Artemis hareket etmeyip olduğu yerde hızlı hızlı nefes aldığı için Morgan’da bir adım arkasında onu bekliyordu.

 

Morgan, Artemis’e dostça yaklaşmayı düşündü ve ona “Tekrar karşılaşacağımızı düşünmemiştim.” dedi. Artemis sinirle Morgan’a baktı ve dişlerinin arasından “Ben de.” dedi. Morgan Artemis’i belki neşelendirebilirim diye düşündü ve ormanda düşürdüğü hançerini ona teslim etmek istedi, “Ayrıca sana vermem gereken bir emanet var.” dedi. Artemis anlamamış gözlerle ona baktı, “Ne emaneti?” diye sordu.

 

Morgan cebinden Artemis’in hançerini çıkardı ve ona uzattı. “Ormanda düşürmüştün. Yani boğazıma dayadıktan hemen sonra.” dedi. Artemis o anı tekrar hatırlayınca sadece “Kusura bakma.” diyebildi. Hançeri düşürdüğünü bile fark etmemişti. Morgan ise önemli değil anlamında sıcacık bir gülümsemeyle karşılık verdi.

 

 

-BÖLÜM SONU-

Yorumlarınızı bekliyorum...

Loading...
0%