Yeni Üyelik
5.
Bölüm
@withmeral

5

 

Kraliçe Fiona, kocasıyla birlikte her zamanki köşelerine çekilip sohbet etmeye başlamışlardı. Birlikte yıllarını geçirmişlerdi, yirmi yedi yıllık evliliklerinde birbirlerinden sakladıkları hiçbir şey yoktu. Kral ülkeyle ilgili sorunları herkesten önce karısına danışır ve onun fikirlerini alırdı. Genellikle kraliçenin bu fikirlerinde duygusal yönü ağır basardı. Ancak kral bazen kendisinin göremediği noktaları karısı görüp onu uyardığı için onunla fikir alışverişi yapmayı çok severdi. Ancak karı kocanın arasında anlaşamadıkları nadir konuların başında Alberta’nın evliliği geliyordu. Kraliçeye göre Alberta çoktan evlilik yaşını geçmişti, kraliyet ailesinin kızları genelde yirmilerine bastığında evlenirdi, hem kendisi de zaten bu yaşlarda evlenmişti. Ancak Alberta yirmi altısına gelmesine rağmen hâlâ evlenmeyi düşünmüyor hatta yakın tarihte böyle bir ihtimali göz önünde bile bulundurmuyordu. Kral ise kraliçenin aksine kızının kararlarına saygı duyuyor, o ne zaman isterse kendisinin isteyeceği biriyle evlenmesini veyahut eğer istemezse hiç evlenmemesini destekliyordu.

 

Bu konu her açıldığında karı koca tartışıyor, bu tartışmaların sonunda kraliçe her zaman yaptığı gibi ağlıyor ve buna üzülen kralda karısını sakinleştirmek için akla karayı seçiyordu. Kraliçe için sarayın nizamı ve ailesinin bekası çok önemliydi. Onu en çok üzen şey, erkek evladı olmadığı için tahtın varisinin kimin olacağının sürekli konuşuluyor olmasıydı. Gorg yasalarına göre ilk prensesin kocasının varis olacağı biliniyordu. Ama gel gör ki Alberta evliliğe hiç sıcak bakmıyordu, bu da krallık içindeki ya da dışındaki söylentileri daha da körüklüyordu. Fakat Alberta’nın ne kadar inatçı ve idealist bir kız olduğunu herkes bilirdi ve o istemeden ona bir şey yaptırmak neredeyse imkânsızdı. Aynı zamanda o evlenmeden kardeşlerini evlendirmekte doğru sayılmayacağından Fiona’nın en önemli problemi buydu.

 

Her ne kadar krala ve kızlarına belli etmese de bu konu onu çok üzüyordu. Fikirlerini özgürce açabildiği tek dert ortağı Bayan Daphe’dı. Bayan Daphe’da onunla aynı fikirdeydi ve kraliçenin tüm üzüntüsünü yüreğinden gelen samimi duygularla paylaşıyordu. Fiona, hiçbir şey yapmadan beklemek istemediği için Bayan Daphe’ın da önerisiyle ablası Jessica’nın oğlu Ronald’la Alberta’nın evlenmesinin iki krallığın kaderi için çok önemli olacağını düşünmüş ve bunun için hazırlıklara aylar öncesinden başlamıştı. İlk olarak bu fikrini ablası Jessica’ya açmış ve onunda bu işte gönlü olduğunu görünce el ele vermişlerdi. Ancak Fiona kocasının şansız bir damadı istemeyeceğini bildiğinden Ronald’ın bir zafer kazanmasını bekliyordu. Sonunda istediği olmuş ve artık kızını ikna etmekten başka önünde bir engel kalmamıştı. Fiona, Alberta’yı ikna ederse kralı ikna etmenin kolay olduğunu biliyordu. İşte bu yüzden baloyu iple çekiyordu. Fiona, baloda kızı ile yeğeni Ronald’ı karşılaştırıp izdivacın hazırlıklarına başlama temennisindeydi.

 

Kral karısının düşünceli halini görünce ellerini kavradı, sonrada ellerine usulca öpücük kondurdu. Fiona kocasının sıcacık gözlerine bakınca yüreğinin ısındığını hissetti. Baloya kadar bu konuyu açmamak ve iyi şeyler olmasını dilemekten başka şansı olmadığını bildiğinden derin bir nefes aldı ve kocasının varlığıyla biraz olsun tüm dertlerini unutmak istedi.

 

Sabah olduğunda Alberta, babasından Glenn ormanlarına gitmek için izin istedi. Bu ormanlarda yetişen ve yılın bu zamanlarında açan Hotau çiçeğini toplamak istiyordu. Bu aralar kütüphanede okuduğu “Çiçeklerin Gücü” adlı kitaptan çok etkilenmiş ve orada bin bir derde deva olan Hotau çiçeğinin faydalarını okumuştu. Bu çiçek kırmızı renkte, yaprakları yelpaze gibi açılan ve çok güzel kokan bir çiçekti ancak ilgi çekici olan şuydu ki çiçeği dalından kopardıktan bir zaman sonra çiçeğin rengi kırmızıdan siyaha dönüyor ve yaprakları da kendi içine doğru kapanıyordu. Kitapta çiçeğin bu döngüsünün yaşamı ve ölümü simgelediği yazıyordu. İşte Alberta bu çiçeği oldukça merak etmiş ve hekim Valentino’ya sorup Glenn ormanlarında yetiştiğini öğrenmişti. Çiçeği elleriyle toplayıp değişimini kendi gözleriyle görmek istiyordu. Aynı zamanda balo için yapılan saraydaki koşuşturmalara katılmak yerine biraz bu karmaşadan uzaklaşmak istiyor ve kafasını dinlemenin de ona iyi geleceğini düşünüyordu. Kral her ne kadar kızlarının saraydan çıkmasına çok fazla izin vermese de Alberta’nın isteğini geri çevirmedi ve bu çiçeği çok merak ettiğini söyleyerek yanında birkaç muhafız ve hizmetçi alarak gitmesine izin verdi.

 

Aslında kralın endişe ettiği şey, Glenn ormanlarının Glenn Dağının eteklerinde bulunması, haliyle de bu ormanları Aragonlar’ın da kullanmasıydı. Her ne kadar onları baloya davet etmiş, masada olmasa da kâğıt üzerinde bir barış imzalanmış görünse de yine de kızı için endişelenmiş ve muhafızları dikkatli olması konusunda da uyarmadan edememişti.

 

Alberta yanına çok güvendiği iki hizmetçi olan Ellen ve Sandy’yi, aynı zamanda da birkaç muhafızı alarak atlı arabayla yola çıktılar. Yol boyunca hizmetçi kızlar yakında olacak balodan konuşup durdular. Alberta bazen sohbetlerine dâhil oluyor bazen de sadece usulca dinliyordu. Saraydan uzaklaşıp orman yoluna girdiklerinde havanın çok daha taze olduğunu fark edip bu havanın tadını çıkardılar. Bazen saray hayatı çekilmez oluyordu, özellikle balo yaklaştıkça annesi ve Bayan Daphe’ın ne kadar tumturaklı ve evhamlı olduğunu görünce en ufak işler bile çekilmez bir hal alıyordu. Annesi her şeyi iki üç kere kontrol ediyor ve bir aksilik olunca neredeyse bayılacak gibi oluyordu. Alberta annesinin bu hallerine alışkın olsa da yine de her yıl bu olayı tekrar tekrar yaşıyorlardı.

 

Glenn ormanlarına giden yol köylerden de geçiyordu. Alberta bir ara kızların Aragonlar’dan bahsetmeye başladığını duydu. Hizmetçi kızlar Aragonlar’dan korksa da Alberta onlardan korkmanın yersiz olduğunu söylüyordu. Onların nasıl düzenbaz, hilekâr ve korkak olduğunu biliyordu. Tarih kitaplarında binlerce savaş okumuş, binlerce galibiyet ve mağlubiyet hikâyesi öğrenmişti ama ona göre Aragonlar mağlup olmayı bile beceremeyen tek krallıktı. Gorglar nasıl adaletli ve merhametli olmalarıyla biliniyorsa Aragonlar ise bunun tam tersi olarak nam salmışlardı. Alberta her zaman Aragonlar’dan nefret etmişti ve baloya katılacaklarını öğrendiğinde de babasına kızmış ama babası ona durumu en iyi şekliyle açıkladığı için bunun önemli bir hamle olduğunu tahmin edebiliyordu. Kızlar sohbete dalmışken Alberta bunları düşünüyordu.

 

“Sizce de öyle değil mi efendim?” dedi Ellen sevecen sesiyle. “Anlamadım. Bir şey mi dedin?” diye sordu Alberta, kafası düşüncelere daldığından ne sorduğunu duyamamıştı. “Ortamın havası değişti sanki ormana yaklaşıyor olmalıyız.” dedi Ellen. Alberta, “Evet, öyle.” deyip dışarı doğru baktı, gerçekten de köyleri geçip sık ormanlara doğru gelmişlerdi. Sandy, “Efendim lütfen dikkatli olalım. Aragonlu birine rastlamayalım.” dedi. Alberta arkasına yaslandı ve “Korkacak bir şey yok kızlar. Onlar bizden daha çok korkuyor emin olun.” dedi.

 

Ormanın yol ağzında atlı araba durdu ve kadınlar önde muhafızlarda onlara yakın mesafede ormana giriş yaptılar. Alberta, Hotau çiçeğinin ormanın daha derinlerinde olduğunu ve çok iyi saklandıklarını bildiğinden sakince etrafı inceliyordu. Ormanda uzunca bir yol almışlardı ama görünürde tek bir çiçek bile görünmemişti, Alberta’da başlardaki o sakinliğini kaybetmişti. Üstelik muhafızlar çok ses çıkarıyor ve tüm dikkatini dağıtıyordu. Sonunda Alberta muhafızlara arabanın yanına dönmelerini, yolun geri kalanını yalnız gideceğini söylediğinde her ne kadar itiraz etseler de prensesin emirlerine uymak zorunda kaldılar. Sandy ve Ellen’ın ricasıyla yanına yalnızca Ellen’ı alarak ormanın derinliklerine doğru gitmeye başladı. Ellen, bunun pekiyi bir fikir olmadığını düşünse de Alberta’nın sözüne karşı gelemiyor ve sadık bir hizmetçi olduğu için arkasından onu takip ediyordu.

 

Etrafta çeşit çeşit çiçekler ve bitkiler vardı ama bunlardan hiçbiri Hotau çiçeğine benzemiyordu. Biraz sonra artık aramaktan yorulmuş ve sıkılmış halde yakınlarında bir göl olduğunu görüp göl kenarına doğru gittiler. Alberta birkaç yıl önce bu ormanda yürüyüş yapmış ama burada bir göl olduğunu hiç görmemişti. Gölde ellerini, yüzlerini yıkadılar ve bir süre suyun sessizliğini dinlediler.

 

Onlar bu sessizliğe kendini kaptırmışken yanlarında bir kişi belirdi ve “Göl çok güzel değil mi?” diye sordu. Alberta ve Ellen arkasını döndüğünde esmer, mavi gözlü, uzun boylu ve yirmilerinin sonunda olduğu anlaşılan bir gençle karşılaştılar. Gencin yanında atı ve sırtında da ok takımı vardı. Üstündeki lekelenmiş, terlemiş ve kırışmış keten gömleğe bakılırsa saatlerdir avlandığı belliydi. Alberta, Ellen’ın bakışlarından korktuğunu anladı ve ona sakin olmasını söyledi.

 

Genç durumu anlayınca sevecen bir sesle “Sizi korkuttuysam özür dilerim.” dedi. Bunun üzerine Alberta, “Sorun yok.” dedi. Alberta ve Ellen genci incelerken, genç onlara usulca baktı ve “Hanımefendi atım çok susadı, izninizle biraz dinlendirebilir miyim?” diye sordu. Alberta, afallamış bir şekilde “Tabii buyurun.” deyip geri çekildi.

 

Genç atının yularını çekip onu su içmesi için göle getirdi. Atın ne kadar yorulduğu ve saatlerdir koştuğu belli oluyordu. Ancak Alberta, atın heybesine göz ucuyla baktığında heybenin boş olduğunu fark etti. Aynı zamanda da Ellen, Alberta’yı çekiştiriyor ve artık gitmeleri gerektiğini söylemeye çalışıyordu ama Alberta o çiçekleri almadan gitmeyeceği konusunda kararlıydı. Genç atıyla ilgilenmeyi bırakıp Alberta’nın yanına geldi. Alberta’nın her halinden soylu bir kadın olduğu belliydi. Genç önünde eğilip selam verdi ve “Hanımefendi size bir kabalık yapmak istemem ama bana isminizi bağışlar mısınız?” diye sordu. Ormanın ortasında bu kadar güzel bir kızla karşılaşmayı beklemiyordu ve kim olduğunu merak etmişti.

 

Alberta, bu nazik hareket karşısında durakladı, sonuçta tanımadığı bir yabancıyla ismini paylaşması doğru olmazdı. Başındaki kapüşona iyice sarılıp “İsmim seninle paylaşamayacağım kadar önemli.” dedi. Bu cevap üzerine genç oldukça şaşırdı, böyle bir cevap beklemiyordu. “Pekâlâ, hanımefendi.” dedi ve ekledi “Ama buralardan olmadığınız belli. Thanoslu musunuz?” Alberta, Thanoslular’ın sarışın ve ela gözlü olduğunu biliyordu ama gerçeği söylemekte bir sakınca görmedi ve “Hayır Gorgluyum.” dedi.

 

“Anladım. Peki, burada ne işiniz var? Buralar tehlikeli yerler.” dedi genç ve iki eliyle ormanı göstererek. Alberta, bu gencin ona yardımcı olabileceğini düşünerek “Bir çiçek arıyorum, Hotau çiçeği. Bu ormanlarda olduğunu söylediler.” dedi. Genç “Evet.” anlamında başını salladı. Alberta, imalı bir şekilde “Peki, siz bu tehlikeli yerlerde ne arıyorsunuz?” diye sordu. Genç, ok takımını gösterip “Avlanıyorum.” dedi. Alberta, bu sefer ukala bir şekilde, “Gördüğüm kadarıyla heybeniz boş bu işte oldukça becerikli olmalısınız.” dedi. Genç, kızın ona yaptığı imaya gülümsedi ve “Aslında ben sadece eğleniyorum, hayvanları korkutup kaçırıyorum ama onları öldürmüyorum.” dedi.

 

Alberta, bu cevap karşısında şaşırdı ve gence daha dikkatli bakmaya başladı ama sürekli arkasından çekiştiren Ellen dikkatini dağıtıyordu, dirseğiyle Ellen’a dokunup sessiz olmasını istedi. Sonra da gence dönüp “Siz isminizi söylemediniz?” dedi. Gencin kim olduğunu merak etmişti, halinden soylu biri olduğu aşikârdı ama daha önce onu hiçbir yerde görmediğine emindi. Genç gülümseyip “Benim ismimde bana özel kalsın.” dedi ve Alberta’ya göz kırptı. Alberta gencin mavi gözlerine bakmadan edemiyordu, bu gözlerde sanki onu çeken bir şeyler var gibiydi.

 

Genç, susuzluğunu gideren atının yularını yakındaki ağaca bağlayıp Alberta’nın yanına geldi ve “Eğer isterseniz çiçeği bulmanızda size yardımcı olabilirim.” dedi. Alberta bu öneri karşısında çok mutlu olup “Tabii ki isterim.” dedi. Genç, yavaşça yürümeye başladı ve kızları da peşinden gelmeye davet etti, “Aslında doğru gelmişsiniz, çiçek göle yakın yerlerde açıyor.” dedi ve sonrada “Hotau çiçeğini neden arıyorsunuz ki?” diye sordu. Alberta ve Ellen genci takip ediyordu. Alberta gencin aralarında mesafe bırakmaya özen gösterdiğini fark etti ve “Onunla ilgili araştırmalar yapıyordum da merak ettim. Yaşamı ve ölümü simgelediğini duydum.” dedi.

 

Bunu üzerine genç, Alberta’ya dönüp “Doğrudur ama aynı zamanda ona aşk çiçeği de denilir.” dedi. Alberta okuduğu kitapta bununla ilgili bir bilgi olduğunu bilmiyordu. Anlamamış gözlerle ona bakınca, genç “Bilirsiniz, aşkta ilk başta her ne kadar heyecan verici olsa da sonradan insana acı verir ve tıpkı Hotau çiçeği gibi önce rengini kaybeder sonra da kurur.” dedi. Alberta bu sözlerden çok etkilendiğini belli edercesine kaşlarını kaldırdı ve “Bunu nerede okudunuz?” diye sordu. Genç adam ona usulca gülümsedi ve “Bazı şeyler kitaplarda yazmaz bu yüzden hayatı yaşayarak öğrenmek gerekir.” dedi.

 

Alberta bunu daha önce hiç düşünmediğini fark etti, oysa ona göre her şey kitaplarda yazılıydı ve kitaplarda olmayan bir şeyin doğru olduğunu kabul etmeye gerek yoktu. Oysa kitaplarda yazılanları da en nihayetinde insanlar yazmıştı ve herkesin yaşayıp gördüğü şeyler farklıydı. Alberta bunları düşünürken Ellen, sessizce kulağına çok uzaklaştıklarını, artık dönmeleri gerektiğini söyleyip duruyordu. Alberta, gözlerini büyüterek Ellen’a artık susması gerektiğini söylemeye çalışıyordu.

 

Gölden biraz uzaklaşmışlardı ki daha sulak bir toprağın olduğu bir alana geldiler, burada çok daha gür ağaçlar ve bitkiler vardı. Alberta dikkatli baktığında bitkilerin arasında saklanmış Hotau çiçeklerini fark etti ve yüzünde büyük bir gülümsemeyle “Oradalar.” diye bağırdı ve eliyle çiçekleri gösterdi. Genç adam Alberta’nın bu mutluluğu karşısında gülümsedi ve “Evet.” anlamında başını salladı.

 

Alberta çiçeklerin yanına yaklaştıklarında gerçekten de çizilen resimlerdekine birebir benzediğini ve çok güzel gözüktüklerini fark etti. Eğilip çiçeklere tam uzanacaktı ki genç bir anda Alberta’nın elini yakaladı. “Hanımefendi bu çiçeklere çıplak elle tutmayın, ellerinize rengini bulaştırır. Yıkasanız da uzun süre çıkmaz. Lütfen sizin için çiçekleri toplamama izin verin.” dedi. Alberta, genç elini tutunca bir anda ne yapacağını bilemedi ve “Tamam.” anlamında başını salladı.

 

Genç cebinden çıkardığı beyaz mendiliyle çiçekleri toplamaya başladı ve bir demet topladıktan sonra mendile sarılı çiçek buketini Alberta’ya uzattı. Dışardan bakıldığında bu sahne oldukça hoş gözüküyordu. Yakışıklı bir genç, güzeller güzeli bir hanımefendiye bir çiçek demeti uzatıyordu. Ellen biraz uzaklarında onları izlerken bu sahne karşısında gülümsemeden edemedi. Alberta, çiçek demetini özenle aldı ve alırken parmakları gencin parmaklarına değiyordu. Bu hissettiği heyecan duygusu karşısında az kalsın çiçeklerin renginin dönüşmesini unutacaktı. Çiçeklere baktı, gerçekten de solmaya başladıklarını renginin kırmızıdan yavaşça koyulaştığını ve yapraklarının da kapanmaya başladığını gördü. Alberta çiçeğin dönüşümünü izlerken gençte Alberta’nın güzel yüzünü inceliyordu. Aslında bir bakıma ikisi de aynı şeye bakıyor gibiydi.

 

Çiçekler iyice kapanıp rengi de siyaha dönmeye başlayınca Alberta, çiçeklerin etkisinden kurtulup gence döndü ve “Teşekkür ederim, siz olmasaydınız belki de vazgeçip dönecektim.” dedi. Genç Alberta’nın güzel yüzüne ve güzel gözlerine bakmaktan kendini alamıyordu ve sadece “Önemli değil.” diyebildi.

 

Alberta, Ellen’a baktı ve artık gidebiliriz anlamında başını işaret etti. Genç durumu anladı ama Alberta ile biraz daha konuşmak istiyordu ve bir çırpıda “Çiçekleri suda kaynatın sonrada suyundan çay yapın, çok faydalıdır.” dedi. Alberta başını salladı ve bir kez daha teşekkür etti, sonrada geldikleri yoldan göle doğru yürümeye başladılar. Bu sefer genç Alberta’nın yanında yürüyor, Ellen’da hemen arkalarında onları takip ediyordu.

 

Gencin sakin ve yavaş adımlarına Alberta’nın aceleci ve hızlı adımları karışmıştı. Genç adam, Alberta’dan etkilenmişti ama biraz sonra onu bir daha görmemek üzere kaybedeceğini biliyordu. Aklından bir şeyler düşünüyor, onunla konuşacak konu bulmaya çalışıyordu ama sanki aklı tutulmuş gibiydi, ne diyeceğini bilemiyordu. Alberta’nın da çocuktan etkilendiği belliydi, sakinliği, konuşması ve bakışları oldukça farklıydı, daha önce gördüğü hiçbir erkeğe benzemiyordu.

 

Gölün yanına varmışlardı, ata bakılırsa oda dinlenmiş ve ferahlamış görünüyordu. Alberta, “Tekrar teşekkür ederim.” dedi. Genç, Alberta’nın gözlerinin içine bakıyor ve bir umut ışığı arıyordu çünkü kızın buralara uzak yoldan geldiği belliydi ve onu bir daha göremeyeceği için son defa güzel yüzüne doyasıya bakmak istiyordu. Fısıltıya yakın bir sesle “Size iyi günler dilerim.” dedi ve Alberta da “İyi günler.” diye karşılık verdi.

 

Ellen, Alberta’nın koluna girdi ve birlikte geldikleri yola doğru yürümeye başladılar. Gençte arkalarından bakmaya devam ediyordu. İçinde tarif olunmaz bir his vardı, hem mutluydu hem de kederliydi. Atının yularını çözmekle uğraşırken Alberta ve Ellen çoktan gözden kaybolmuştu. Ellen ve Alberta yavaşça yürüyorlardı ve uzun süre yürüdükten sonra arabaya doğru yaklaşmışlardı. Ellen Alberta’ya dönüp, “Prensesim isminizi söylememeniz çok iyi oldu.” dedi ama Alberta bir cevap vermedi. Sonra Ellen muzipçe gülümseyip “Oldukça da yakışıklıydı.” dedi. Alberta buna da cevap vermedi ama gözlerinde dalgın bir ifade vardı, bir şeyler düşündüğü belliydi.

 

Muhafızlar uzakta görünmeye başlayınca Alberta, Ellen’a dönüp “Bu gençle olan sohbetimiz aramızda kalacak. Sadece sen ve ben bileceğiz, anlaştık değil mi?” dedi. Alberta zaten Ellen’ın çok sadık bir kız olduğunu ve ona güveneceğini biliyordu ama yine de uyarmak istemişti. “Tabii ki efendim, asla şüpheniz olmasın.” dedi Ellen kararlı bir sesle.

 

Az sonra muhafızların yanına geldiler, muhafızlar kendi aralarında sohbet ediyorlar, Sandy’de arabanın içinde bekliyordu. Sandy’i prensesi görünce elinden çiçek buketini almak istedi ama Alberta izin vermedi. Sonra da birlikte arabaya bindiler ve at arabası saraya doğru hareket etti.

 

Saraya geldiklerinde Alberta mutfağa gidip çiçekleri kaynatma işiyle bizzat kendisi ilgilenmek istedi. Diğer hizmetçiler ısrar etse de Alberta kimseyi dinlemedi. Çiçekler iyice simsiyah olmuş ve kurumuşlardı, hemen onları ateşin üstüne koyup kaynamalarını bekledi. Gencin söylediği gibi kaynayan sudan çay yaptı. Sonrada tüm aile üyelerine ikram etti, tabii Ellen, Sandy ve hekim Valentino’ya da bir fincan çay göndermeyi ihmal etmedi.

 

Kral, bu gezintinin sorunsuz bir şekilde geçtiğini öğrenince çok sevindi. Bütün gün balonun son hazırlıklarıyla ilgilenen annesi ve kardeşleri çaylarını içtikten sonra erkenden uyumuştu. Alberta odasında sessizce kitabını okuyordu ama birkaç dakikadır önündeki sayfayı değiştirmemişti. Kafasının içinin düşüncelerle dolu olduğu belliydi. Kitabı kapatıp başucundaki çekmecenin üstüne bıraktı. Sonra da çekmecenin ilk gözünü açtı ve içinden gencin ona verdiği mendili çıkardı. Mendilin çiçeklere değen kısmı siyaha boyanmıştı. Alberta mendili atıp atmamak konusunda kararsızdı. Bunun nedeni bilmiyordu, zaten o genci bir daha görmesi imkânsızdı, sonuçta ne gencin ismini öğrenmişti ne de ona ismini söylemişti ama bu günden bir anı saklamak fena olmazdı.

 

Ayrıca daha önce bugünkü gibi hissetmediğine emindi. Daha önce birçok erkekle konuşmuştu ama diğerlerinin aksine bu gençle konuşmaktan ve vakit geçirmekten hoşlanmıştı. Ondan rahatsız olmamış aksine sohbetten keyif almış ve iyi hissetmişti. Ayrıca Ellen’ın dediği gibi de genç oldukça yakışıklıydı. Alberta derin bir nefes aldı ve mendili çekmecenin içine geri bıraktı.

 

Gencin, Hotau çiçeğiyle ilgili söylediği sözleri düşündü, çiçeğin aynı zamanda aşk çiçeği olduğunu söylemişti. Aşk gerçekten de onun söylediği gibi bir şey miydi yani kişiye önce iyi hissettirip sonra da acı mı çektiriyordu? Derin bir nefes aldı ve mumunu söndürdü, sonrada usulca uykuya daldı.

 

 

-BÖLÜM SONU-

Yorumlarınızı bekliyorum...

Loading...
0%