Yeni Üyelik
6.
Bölüm
@withmeral

6

 

Büyük Meydandaki eski kuleden gelen ‘gong’ sesiyle tüm ülke uykusundan uyanmıştı. Bugün haftalardır hazırlıkları yapılan baharın gelişinin kutlandığı festivalin ilk günüydü. Bu festivali en çok çocuklar sabırsızlıkla beklediği için erkenden uyanmışlar ve heyecanla üstlerini giyinip sokağa koşmuşlardı, büyüklerin gözlerinde de aynı çocuksu heyecan okunuyordu. Meydandaki tüm hazırlıklar bitmişti, her taraf rengârenk ışıklarla ve lalelerle donatılmış, panayırlar kurulmuş, tiyatro gösterilerinin yapılacağı, şarkıların okunacağı yerler hazırlanmış ve kazananların bizzat kraldan ödül alacağı üç gün sürecek olan yarışmalarda başlamıştı. Meydan sabahın ilk saatlerinden itibaren köylerden getirilen insanlarla birlikte kalabalıklaşmıştı.

 

Saatler ilerlediğinde artık festival gerçekten başlamıştı, şarkıcılar en güzel şarkılarını okuyor halkta bu şarkılara eşlik ediyordu. Aynı zamanda söylenen şarkılarla ve çalınan müziklerle meydan adeta dans pistine dönüşmüş gibiydi. Şairler baharın gelişinden ilham aldıkları şiirlerini okuyor, tiyatrocular da oyunlarını sergileyip saatlerce ayakta alkışlanıyorlardı. Ressamlarda aylardır hazırladıkları ilkbahar tablolarını sergiliyor adeta ilhamda birbirleriyle yarışıyorlardı. Tüm bu gösterilerin yanında kazan kazan pişirilen yemekler ve şerbetler dağıtılıyor ve şaraplar içiliyordu. Herkesin gözü yapılan yarışmalardaydı, yarışmacılar büyük bir rekabet halinde kılıç, ok, koşu, dövüş gibi düellolarda sırasıyla mücadele ediyor ve izleyicilerini koltuklarında heyecanla düellonun sonucunu beklemeye davet ediyorlardı.

 

Öğle saatlerine gelindiğinde festival hız kesmeden devam ederken aniden meydanda kraliyet arabalarının belirdiği göründü ve halk tüm eğlencelere ara verip buraya koştu. Kral Harold her yıl ilk önce yaptığı gibi halkını selamlamak ve onlarla aynı heyecanı paylaştığını göstermek için Büyük Meydana gelmişti. Onu gören halkın gözleri mutlulukla yaşarmış ve elleri yüreklerinde sevgili krallarını selamlamışlardı. Kral eski kuleden halkına seslendi ve onların mutluluğuna ortak olduğunu en samimi dilekleriyle açıkladı. Halkın üç gün boyunca doyasıya eğlenip hoşça vakit geçirmesini istediğini, baharın gelmesiyle oluşan bu güzel havanın festivalden sonra da devam etmesini temenni ettiğini ve bu beraberliğin her zaman ülkenin yapı taşı olduğunu da sözlerine ekleyip konuşmasını noktaladı.

 

Kral saraya döndüğünde diğer krallıkların kralları, soyluları ve sanatçıları Gorg sarayına gelmeye başlamıştı. Kral Harold, Kraliçe Fiona ve diğer saray halkı onları karşılıyor, güzel dileklerini sunuyorlardı. Saraya gelen davetlilerin listesi şöyleydi; Gorg’un soylu aileleri ve önemli insanları, Thanos Kralı Emrick, karısı Jessica ve iki çocuğu Ronald ile Laura, Clifford Kralı Ferguson, karısı ve iki oğlu, Weston Kralı Kendrick, karısı ve bir oğlu ile gelmişti. Aynı zamanda bu krallıkların soylu aileleri, devlet adamları ve tüccarları da gelmişti. Bunların arasında herkesin bildiği ve sevdiği Thanoslu ünlü bestekâr Abel ve Westonlu ünlü ressam Galvin de vardı. Bu sanatçılar krallıkta misafir olacakları üç gün boyunca kim bilir nasıl ilhamlar ortaya çıkaracak ve belki de en güzel eserlerini burada inşa edeceklerdi. Kral ve kraliçe misafirleriyle bizzat kendileri ilgilenip sarayda kalacakları süre boyunca tüm ihtiyaçlarının karşılanması için onlara özel hizmetçiler ve muhafızlar görevlendirmişti. Neredeyse misafirlerin çoğu gelmiş ve akşam yapılacak balo için hazırlanmak üzere odalarına yerleşmişlerdi. Ancak baloya ilk defa katılacak olan Aragon Krallığından henüz kimsenin gelmemesi herkesin dikkatini çekmişti. Bu davetin iki krallık için barış getireceğini düşünüyorlardı ancak Aragonlar’ın bu davete gelmemeleri hoş bir davranış değildi.

 

Balo heyeti aylardır bu festival ve balo için hazırlıklar yapmıştı. Bugün en ufak bir sorun çıkmaması için canla başla çalışıyorlardı. Aslında herkes sonuçtan memnundu, halk meydanlarda eğleniyor, saray halkıda yapılacak baloya hazırlanıyordu. Diğer krallık mensupları saraya geldiğinde gördükleri manzara karşısında büyülenmişti. Sarayın içi de dışı da tertemizdi ve mis gibi kokuyordu, her yerde bu yılki festivalin simgesi olan çeşit çeşit laleler vardı. Sarayın dört bir yanına fenerler asılmış ve rengârenk ışıklarla süslenmişti, saraya girildiğinde yerlerdeki el dokuma halıları, ipek perdeler, son model işçilikte mobilyalar ve daha nice şey dikkat çekiyor kimse hayranlığını gizleyemiyordu.

 

Günlerdir hazırlanan yemekler, tatlılar, şerbetler ve şaraplar ikram ediliyor, misafirlere cennet bahçesinde dolaşıyormuş gibi hissettiriliyordu. Davetli olan misafirler kraliyet aileleri olduğu için saray güvenliği hem saray içinde hem de şehir merkezinde neredeyse iki katına çıkarılmıştı ve sadece kraliyet muhafızları değil savaş muhafızları da önlem amaçlı görevlendirilmişti. Günlerdir saray hazırlıklarını tamamlamaya çalışan saray hizmetçileri ve görevlileri de harıl harıl çalışıyorlardı. Herkes üzerine düşen görevi en güzel haliyle yerine getirmek istiyordu. Tüm misafirleriyle tek tek ilgilenmek isteyen Kraliçe Fiona’da oldukça yorulmuştu, Bayan Daphe ile prenseslerde ona yardım ediyor, krallıklarını en iyi şekilde temsil etmek için uğraşıyorlardı.

 

Akşam olduğunda asıl eğlenceler başlamıştı, ışıklarla donatılan şehir uzaktan bakıldığında yıldızlarla dolu bir geceyi andırıyordu. Şehirde eğlenceler, gösteriler ve yarışmalar devam ediyordu. Sarayda da balo başlamış ve tüm davetliler hazırlanıp baloya katılmıştı. Balo neredeyse iki bin kişinin olduğu yüksek tavanlı ve oldukça geniş bir mekânda, sarayın özel bir salonunda yapılıyordu. Salonun her tarafı süslenmiş, ışıl ışıl ve çok güzel görünüyordu. Davetliler de üzerine kırmızı bir halı serilmiş yüksek bir merdivenden inip salona giriş yapıyorlardı. Salon iyice kalabalıklaşmıştı, birbirini tanıyan yüzler birbirlerine selam verip güzel dileklerini diliyorlardı. Artık salon dolduktan ve neredeyse tüm davetliler geldikten sonra merdivenin başında Kral Harold kolunda Kraliçe Fiona ve arkasında güzeller güzeli dört prensesi ile göründü. Herkes hayranlıkla onlara bakarken yavaşça merdivenleri indiler. Prenseslerin elbisesi, saçları, yüzleri o kadar güzel ve büyüleyici gözüküyordu ki, balodaki davetliler hangisine bakacaklarına karar veremiyorlardı. Çünkü her birinin kendine ait bir güzelliği ve zarifliği vardı. En çokta beylerin gözü onların üstündeydi ama asla bakışlarına karşılık bulamayacaklarını düşünüyorlardı. Aynı zamanda diğer krallıkların prensesleri ve soylu kızlarının bazısı onlara hayranlıkla bazısı da kıskançlıkla bakıyordu.

 

Salonun çoğunluğunu gençler oluşturuyordu çünkü onlar için bu gece adeta bir gövde gösterisiydi. Gençler hayatının aşkını, gelecekteki sevgilisini veya evleneceği biricik eşini burada bulacağını düşünüyordu, yani en azından öyle olmasını umuyorlardı. Geçen yıl ki baloda bunu başaramayanlar bu yıl hayatının aşkını bulmakta kararlıydı bu yüzden genç beyler ve hanımefendiler adeta diken üstündeydi. Gözleri sürekli hareket halinde, kendilerine yöneltilecek imalı bir bakışı ya da bir göz kırpmayı bir an olsun kaçırmak istemiyorlardı. Balo yeni başlamasına rağmen birçok genç aradığı aşkı bulmuşa benziyordu ve dans pisti şimdiden birkaç çiftle dolmuştu.

 

Bu çiftler arasında Clifford’un önemli devlet adamlarından birinin kızı olan Ophelia’nın Thanoslu bir tüccarın oğluyla dans ettiği, Gorglu soylu bir babanın oğlu olan Drew’in yine soylu bir kız olan Amy’le sohbet ettiği, Thanos’un ünlü bestekârı Abel’in Clifford’un saray mensubunun kızına en güzel bestelerini anlattığı kimsenin gözünden kaçmamıştı. Bunun gibi birçok gencin birbiriyle dans, sohbet ve flört ettiği görülüyordu.

 

Prenseslerde Kral Harold ve Kraliçe Fiona’nın yanında duruyor, yanlarına gelen kişilere selam verip bu davete katıldıkları için bir kez daha ne kadar mutlu olduklarını söylüyorlardı. Bu uzun protokol selamlaşması bittikten sonra artık balo eğlenceli bir hal almaya başlamıştı. Herkes dans ediyor, müziğin ve şarkıların ritmine kendilerini kaptırmış eğleniyorlardı. Baloya katılan bütün hanımefendiler çok güzel elbiseler, beyefendilerde en güzel takımlarını giymişlerdi. Aynı zamanda gençler arasında geçen yıllarda da yapılan balonun en güzel kızının ve en yakışıklı erkeğinin seçileceği hoş bir etkinlik vardı. Balonun sonlarına doğru gençlere bir zarf uzatılıyor, içine onlara göre kim güzel ya da yakışıklıysa onun ismini –kızlar erkeklerin ismini ve erkeklerde kızların ismini- yazmasını istiyorlardı. Bu isimlerden en çok hangisi yazılmışsa o kişiler seçiliyor ve onlara balonun simgesi temsili bir taç takılıyordu. Aslında balodaki hanımlara ve beylere bakıldığında hepsinin gecenin en güzeli ve en yakışıklısı olmaya aday olduğunu söylemek mümkündü.

 

Ama bu gecenin en güzeli olmaya kafayı takmış olan bir kişi vardı o da geçen iki yılda bu unvanı elde etmiş olan Emilia’ydı. Emilia, bir yandan şarabını yudumluyor bir yandan da balodaki diğer kızları süzüyordu. Diğerlerine baktığında kendinden daha güzel bir kız olduğunu düşünmüyor, en iyi ve en gösterişli elbiseyi seçtiği için kendini takdir ediyordu. İhtişamlı elbisesi, taktığı mücevherler ve tacıyla baloda ki en görkemli adaylardan biri olduğu gerçeği aşikârdı. Bu haliyle sadece beylerin değil diğer kızların da dikkatini çekiyordu. Beyefendilerin bazısı “Belki bir şansım olur.” diye düşündüğünden Emilia’ya imalı imalı bakıyordu ancak hiç şansı olmayacağını anlayan beyler ise kaderlerine mahkûm olmuş bir şekilde diğer taliplerini bekliyorlardı.

 

Emilia şarabını yudumlarken diğer beylerin aksine kendine güvenen Weston Prensi Arthur Emilia’nın yanına kadar gelmiş ve ona “Bu dansı bana lütfeder misiniz prensesim?” diye sormuştu. Onun bu cesareti karşısında hayran kalan Emilia gencin diğer rakiplerine şöyle bir bakmış ve onların yürekleri ağzına gelince de gencin uzattığı eli tutup dans teklifini kabul etmişti. Emilia’nın elbisesinin uzun kuyruğu dans ederken döndükçe havalanıyor, çok estetik bir görüntü oluşturuyordu ve tüm kalabalık –dans edenlerde dahi- onu seyrediyorlardı. Arthur yakışıklı olmasına yakışıklıydı ama Emilia daha şimdiden gencin kötü sohbetinden sıkılmıştı çünkü sürekli kendinden bahsediyor ve saçma sapan anılarıyla Emilia’nın başını ağrıtıyordu. Gönülsüzce dans ettiği sırada Emilia, kendi mor renkli elbisesinin birebir aynısını giyen bir kız gördü ve aniden dansı bıraktı. Kızda onu fark etmiş ve onun da yüzü değişmişti. Emilia ile aynı elbiseyi giyen bu kız Thanos Kralı Emrick’in kızı, yani kuzeni Laura’ydı. Emilia’nın başından aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu, sinirlenerek yerine geçip oturdu ve şarap kadehini kafasına dikti.

 

Artemis kendine gözlerden uzak bir yer seçmiş orada kimsenin dikkatini üzerine çekmeden balonun bitmesini bekliyor gibiydi. Balodaki davetlilerin neredeyse çoğu onu ilk defa elbiseyle gördükleri için hem şaşırmış hem de hayran olmuş bir şekilde ona bakıyorlardı. Birçok beyefendinin gözlerini ondan alamadığı da dikkatlerden kaçmıyordu. Ancak Artemis bu bakışları anlayacak ve onlara karşılık verecek bir kız olmadığından bu bakışlardan rahatsız oluyordu. Elbisenin içinde sanki başka birinin bedenini ele geçirmiş gibi hissediyor, bir türlü bu bedenin kendine ait olduğuna emin olamıyor gibiydi. Elinde şarap bardağıyla sessizce dans eden çiftleri izliyorken arkasında birinin belirdiğini hissetti, arkasına döndüğünde bu kişinin Morgan olduğunu görünce tanıdık bir yüz görmenin rahatlığıyla gülümsedi. Morgan’ın yüzünde de hem şaşkınlık hem de hayranlık vardı, Artemis’i ilk defa elbiseyle görüyordu ve dünyada gördüğü en güzel kız olduğunu düşünmeye başlamıştı. Artemis Morgan’ın bu bakışlarından dolayı utanıp başını önüne eğdi ve şarabını yudumlamaya başladı. Kral Harold, balo boyunca da Morgan’ın Artemis’e göz kulak olmasını istemişti. Ancak yanlarından geçip giden beyler sürekli Artemis’e bakıp gülümsediğinden Morgan iyice sinirlenmişti ve Artemis’e dönüp “Prensesim sıkıldıysanız sizi dışarıda hava almaya götürebilirim.” dedi. Artemis zaten iyice bunaldığından bu öneriyi hemen kabul etti ve birlikte bahçeye doğru gittiler.

 

Alberta, elbisesinin içinde oldukça asil duruyordu, onun hakkında yapılan dedikoduları susturmak için bugün adeta güç gösterisi yapmak istemişti. Diğer beyler ve hanımefendiler ona bakmaya cesaret edemiyorlar, Alberta’nın o soğuk bakışıyla karşılaşmaktan çekiniyorlardı. Kraliçe Fiona, sonunda günlerdir beklediği ana kavuşmuştu. Ablası Jessica ve Ronald’la konuşmuş, onların da kendi mutluluğuna ortak olduklarını anlamıştı. Jessica ve Ronald’ı kolundan tutup Alberta’nın yanına geldi, Alberta bu emrivaki hareket karşısında her ne kadar şaşırsa da bozuntuya vermedi. Ronald sarışın mavi gözlü bir çocuktu ancak yakışıklı olmasına rağmen yine de ona çekici gelmiyordu. Ronald, Alberta’nın gözlerinin içine bakıyor, ondan hoşlandığını belli etmeye çalışıyordu ancak Alberta onun bu bakışlarının altında bir oyun döndüğünü anlıyordu.

 

Alberta teyzesi Jessica ve annesi ile sohbet etti, daha sonra iki kadın gençleri yalnız bırakma düşüncesiyle yanlarından ayrıldılar. Alberta annesinin uzun zamandır bu anı planladığını biliyordu. Ona göre Ronald’la konuşacak, ondan etkilenecek ve sonra da evlenmek isteyecekti. Ronald’ın şehla şehla bakışlarına bakılırsa onu da aynı vaatle kandırmışlardı. Alberta tüm planları anlasa da hiçbir şey yokmuş gibi davranıp asil duruşunu bozmuyordu. Ronald, gittiği seferleri, başından geçen maceraları, getirdiği fildişi kolyelerini anlatıp onun ilgisini çekmeye çalışıyordu. Alberta ise sıkıldığını belli edercesine kayıtsız bir ifadeyle dinliyordu ama Ronald kendini anlatmayı ve böbürlenmeyi o kadar seviyordu ki onun soğuk bakışlarını bile ilgi zannediyordu.

 

Alberta, Ronald ile konuşurken Diana da annesinin yanında duruyor ve yanlarındaki kadınlarla sohbet ediyordu. Sonra yanlarına yirmilerinin ortasında esmer, orta boylu, hafif kilolu bir adam geldi ve adamın yüzünde kurnaz bir gülümseme dikkat çekiyordu. Bu adam direkt olarak Kraliçe Fiona’nın yanına gelip kendini tanıttı, adının Richard olduğunu, buraya Clifford Krallığından gelen bir tüccar olduğunu, aslında çok zengin olduğunu ama ailesini bir felakette kaybettiği için çeşitli zorluklar ve acılar yaşadığını anlattı. Richard’ın öyle bir hitabet yeteneği vardı ki, Kraliçe Fiona’da dâhil etraflarında bulunan tüm hanımefendiler onu dinliyordu ve ailesinden bahsettiği acıklı kısımlarda dinleyiciler yaşaran gözlerini mendilleriyle silmişlerdi. Etraflarında onu dinleyen herkes Richard’dan çok etkilenmişti çünkü tüm hanımefendilere çok güzel iltifatlarda bulunuyordu. Bir ara Kraliçe Fiona’ya yaklaşıp “Kraliçem çok özür dilerim ama yanınızdaki hanımefendi kardeşiniz mi?” diye sordu. Fiona “Hayır, kendisi kızım Diana’dır.” deyince bunun üzerine Richard, Fiona’ya otuzlarında gösterdiğini ve nasıl bu kadar genç gözükebildiğini sorunca Fiona bu adamdan çok hoşlandığını anlamıştı. Kraliçe Fiona’ya yapılan bu iltifatları kıskanan diğer kraliyet kadınları merakla kendilerinin kaç yaşında gösterdiğini sormuştu ama her şeyi önceden planlamış olan Richard, Kraliçe Fiona kadar genç göstermediklerini hatta kraliçeden güzellik dersleri almaları gerektiğini söylemişti.

 

Richard’ın hitabeti gerçekten o kadar güçlüydü ki, kendi krallığı olmamasına rağmen Gorg Krallığından ve halkından öyle övgü dolu bahsediyordu ki, Fiona’nın koltukları kabarıyordu. Kraliçeye ve krallığa yapılan tüm bu iltifatların yanında kendisini övmekten de geri kalmıyor, ne kadar iyi kalpli, merhametli ve adaletli olduğunu göstermek için küçük anekdotlar anlatmaktan geri durmuyordu. Yalnız kendiyle ilgili öyle şeyler anlatıyordu ki, onu doğuran annesi mezarından kalkıp gelse o bile bu yalanlara inanabilir, biricik oğlunun gerçekten de ne kadar hayırsever bir evlat olduğunu düşünebilirdi. Kraliçe Fiona ve diğer kraliyet kadınlarının Richard’ı çok beğendiği ortadaydı, her biri diğerlerine dikkat çekmeden kendi kızıyla izdivacını yapmayı düşünmeye başlamıştı. Çünkü böyle tatlı dilli, iyi yürekli ve ailesine bu kadar düşkün bir adamdan daha iyi bir damat düşünülemezdi. Richard baştan beri planladığı üzere gözü hep Diana’nın üzerindeydi. Diana ise Richard’ın bu planlarından habersiz karşısındaki bu sevimli adamı ilgi ve merakla dinliyordu. Ancak diğer kızlar, Richard’ın Diana’ya olan ilgisini fark etmişlerdi bu yüzden annelerinin kulaklarına genç adamı saraya ya da şatolarına davet etmesini istiyorlardı. Kraliçe Fiona diğer kızların izdivaç niyetlerini anlamıştı ancak Richard’ın kendi kızıyla ilgilendiği de bakışlarından belli oluyordu. Kraliçe içinden “Alberta’nın Ronald’la düğünü yakındır, sıra nasılsa Diana’ya gelecek.” diye düşünüp şimdiden ikinci damadını bulmuş olmanın verdiği mutlulukla gülümsedi.

 

Kraliçe Fiona, Diana’ya dönüp Richard’la dans etmek isteyip istemediğini sordu, Diana bu öneri karşısında her ne kadar şaşırsa da bu nazik teklife hayır demedi. Böylece Diana ve Richard birlikte dans etmeye başladılar. Richard’la izdivaç planları yapan kızlar rakipleri Diana olunca baştan yenilgiyi kabul etmiş görünüyorlardı. Ancak kimsenin bilmediği bir şey vardı, Richard’ın planı zaten en baştan belliydi ve tüm adımlarını buna göre atıyordu. Kraliyetin tahtına geçecek bir erkek olması gerekiyordu. Alberta’nın evliliğe karşı olduğunu zaten bilmeyen yoktu böylelikle sıradaki aday ikinci kızdı ve onunla evlenirse tahta geçeceğini düşünüyordu. Bunun yanında Diana’nın saf, iyi yürekli ve masum bir kız olması da işini kolaylaştırıyordu. Tek yapması gereken ona kendini sevdirip bu izdivacın gerçekleşmesini sağlamaktı. Aslında şuana kadar bakıldığında planı sorunsuz ilerliyordu.

 

Richard, Diana ile dans ederken ona anlamlı anlamlı bakıyor ve daha önce hayatında onun kadar güzel bir kadın görmediğine yemin ediyordu. İki cümle arasında o kadar çok iltifat ediyordu ki, artık Diana’nın iltifat edecek bir yeri kalmayınca parmaklarının bile çok güzel göründüğünü söylemişti. Bu yaşına kadar duymadığı kadar iltifatı sadece bir saat içinde duyan Diana’nın bu adamdan etkilenmemesi imkânsız gibiydi. Diana zaten hiçbir zaman insanların dış görünüşüne bakmazdı ayrıca bu adamın orta boylu ve hafif kilolu olması Diana’ya sevimli gözükmüştü. Richard ona hiç bilmediği komik hikâyeler anlatıyordu, bir ara gülmekten dansa ara vermek zorunda bile kaldılar. Aynı anda Diana’ya farklı farklı duygular yaşatıyordu, onu güldürüyor, utandırıyor ve aynı zamanda da hüzünlendiriyordu. Bir ara Diana ona bir şey anlatırken Richard’ın gözünden bir damla yaş süzülünce Diana ne söyleyeceğini bilemedi. Daha sonra Richard, Diana’ya yüzünün ölen annesinin yüzüne çok benzediğini ve ona bakınca adeta annesini karşısında görmüş gibi hissettiğini söyledi. Hâlbuki annesi esmer ve sinirli bir mizaca sahip bir kadındı yani Diana ile uzaktan yakından alakası yoktu. Ancak Diana bu durumdan çok etkilendi ve gözyaşlarını silmesi için kendi mendilini ona verdi.

 

Herkes baloda eğlenirken bir anda merdivenin girişinde Aragonlar göründü. Muhafızların krala haber vermek için yanına gitmesine fırsat bırakmadan Aragonlar çoktan salona giriş yapmışlardı bile. Kral bu esnada diğer krallar ile sohbet ediyordu ve başını döndürdüğünde Aragon Kralı Leonard’ı ve ailesini gördü. Kral Harold, balonun artık sonuna yaklaşmaya başladığı için Aragonlar’ın gelmeyeceğini düşünmüştü. Yüzünün değişmesinden bir şeyleri anlayan Kral Ferguson ve Kral Kendrick, bunun barış için bir adım olduğu konusunda onu yüreklendirmeye çalışmışlardı. Aslında diğer kralların amacı barış falan değildi çünkü Aragonlar son yıllarda doğal taş yatakları bulmuş ve bunun ticaretine başlamışlardı. Ancak krallıklar, Gorg Krallığı ile mücadele halinde olan Aragonlar ile ticaret yapmaları etik olmayacağından önce bu iki krallığın barışmasında ön ayak olmak istiyorlardı.

 

Aragonlar salona giriş yaptığından itibaren tüm gözler onlara dönmüştü, Kral Leonard, karısı, iki oğlu, gelini ve bir kızı ile Kral Harold’ın yanına gelip protokol gereği selamlarını vermişlerdi. Aragon Kraliçesi, gelini ve prensesi ile yanlarından ayrılıp Kraliçe Fiona’yla konuşmaya gitmişti. Kral Harold, Kral Leonard’ın ne kadar düzenbaz ve hilekâr bir adam olduğunu biliyordu ancak herkesin eğlendiği bu gecede barış ortamı oluşturmanın, krallığın can düşmanlarına bile hoşgörüyle yaklaşmanın kendi krallığına yakışan olduğunu düşündüğü için sohbetlerine dâhil olmasına izin verdi. Kral Leonard’ın büyük oğlu etrafa kötü kötü bakıyor, babasından aldığı tüm özellikleri sergilemekten çekinmiyordu. Etrafta eğlenen herkes onlara bakıyor ve bu eğlenceli günde bir tatsızlık çıkmaması için temennide bulunuyorlardı.

 

Alberta, Ronald’ı başından savmış köşesinde başka prenseslerle şarabını yudumlarken babasının Aragon Kralı ile konuştuğunu fark etmişti daha sonra ise Kral Leonard’ın arkasında duran delikanlıyı görünce az daha elindeki şarap bardağını yere düşürecekti. Bu delikanlı ormanda gördüğü ve kendisine Hotau çiçeğini bulmasına yardım eden gençti. Bir anda gözleri fal taşı gibi açılmış ona bakarken gençte etrafa attığı gelişigüzel bakışlar sonunda Alberta ile göz göze geldi ve onunda yüzünde aynı şaşkınlık ifadesi belirdi. Aslında genç ormanda gördüğü o güzel kızı bir daha görmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorken onu baloda görmeyi beklemiyordu. Üstelik Alberta’nın başındaki tacını görünce onun Gorg Prensesi olduğunu anlamak çok zor olmamıştı. Alberta ise hakkında iyi şeyler düşündüğü gencin Aragonlu olduğunu öğrendiği anda yüzündeki şaşkınlık ifadesi nefrete dönüşmüştü.

 

Bu genç Aragon Kralı’nın küçük oğlu Alexander’dan başkası değildi. Ormanda birbirlerini görüp hoşlanan bu ikilinin krallıklarının birbirlerine ezeli düşman olduğunu kimse tahmin edemezdi. Alberta bakışlarını kaçırıp yanındaki kızlarla sohbet etmeye başlamıştı çünkü onunla hiç ilgilenmiyormuş gibi görünmek istiyordu. Aragonlar’ın ne kadar kötü ve sahtekâr insanlar olduğunu bildiğinden bu prensin de öyle olduğundan hiç şüphesi yoktu. Prens Alexander, Alberta’nın bakışlarından kendisine öldürecek gibi baktığına ve artık ondan nefret ettiğine emindi ancak kendisi Alberta’ya asla öyle bakamıyordu hatta onu bir daha gördüğü için içten içe sevinçte duymuştu.

 

Balo salonunda tüm bunlar olurken Artemis ve Morgan bahçede oturmuş gökyüzündeki ayı ve yıldızları seyrediyorlardı. Artemis’in o kadar çocuksu bir güzelliği vardı ki Morgan gökyüzüne değil de onun yüzüne bakıyordu. Uzunca bir sessizlikten sonra Artemis, Morgan’a “Bilge’nin evinde söylediklerim için özür dilerim.” dedi. Morgan hiç beklemediği bu özür karşısında “Ben de size kaba davrandım, beni bağışlayın prensesim.” dedi. Artemis günlerdir bu özrü dileyip dilememek arasında gidip gelmişti ve şimdi kendini çok daha iyi hissediyordu. Morgan’ın düşündüğü gibi ukala ve kötü bir olmadığını ve belki de onunla arkadaş olabileceğini düşündü. Daha sonra Morgan havanın iyice soğuduğunu fark etti ve “Prensesim isterseniz artık içeriye girelim, hava iyice soğudu üşüteceksiniz.” dedi ve birlikte balo salonuna doğru gittiler.

 

Salona döndüklerinde balonun artık sonuna gelinmiş, balonun en güzel kızı ve erkeğinin seçildiği etkinlik başlamıştı. Artemis ve Morgan dikkat çekmeden bir köşeye çekildiler ve kimin kazanacağını izlemeye başladılar. İlk önce balonun en yakışıklı erkeği seçilen kişi açıklandı, bu kişi herkesin balonun başından beri beklediği isim Weston Prensi Arthur oldu, alkışlar eşliğinde Arthur sahneye çıktı. Arthur’un en yakışıklı erkek seçilmesine Emilia’da içten içe sevinç duydu çünkü birazdan herkesin hayran olduğu prensin yanında kendisi olacak ve tüm kızların hayallerini suya düşürecekti. Bunu düşünürken kalabalığın içinde Arthur’u alkışlamaktan elleri kızaran ve kendisi ile aynı elbiseyi giyen kuzeni Laura’yı fark etti ve Laura’nın Arthur’a hayran hayran bakışlarından ondan hoşlandığını anlaması çok zor olmadı. Ancak Laura’yı kendisinin karşısında zayıf bir rakip olarak gördüğünden şimdiden kendisi zaferi kazanmışçasına zevkle gülümsedi.

 

Daha sonra balonun başından beri herkesin asıl beklediği an gelmişti, balonun en güzel kızı seçilen kişi açıklanacaktı. Herkesin aklında birkaç isim vardı, rekabette Emilia, Alberta, Diana, Laura, Ophelia ve Amy başı çeken isimlerdendi. Herkesin gözü onların üstündeydi ve bu birbirinden güzel kızlardan hangisinin seçileceği konusunda şimdiden iddiaya bile girenler olmuştu. Ancak hiç kimsenin beklemediği bir isim açıklandı, herkes şaşkınlıkla birbirine bakarken bir anda alkışlar koptu. Kimsenin beklemediği bu isim Artemis’ti ve o da dâhil olmak üzere herkesin yüzünde şaşkınlık ifadesi okunuyordu. Morgan, Artemis’in kolunu dürtüp “Prensesim sahneye çıkmanız gerekiyor.” demeseydi Artemis sabaha kadar orada öylece durabilirdi. Kendini toparlayıp alkışlar eşliğinde sahneye çıktı. Kendi tacını çıkartıp bu gecenin sembolü olan temsili tacı takılırken Artemis, annesi ve babasının onu mutlulukla alkışladığını gördü, özellikle annesinin daha önce ona hiç böylesine gururla baktığını görmemişti. Alberta ve Diana’da oldukça şaşkın ve bir o kadar da mutlu olmuşlardı ancak Emilia yerinde huzursuzca kıpırdandı çünkü en başından beri Artemis’i rakibi olarak bile görmemişti. Ancak Emilia’nın fark etmediği bir şey vardı, o da balonun en başından beri Artemis’in sade ve duru güzelliğini gören beyefendiler ondan çok etkilenmişti. Morgan da köşeden olanı biteni izliyor ve yüzündeki gülümsemeyle Artemis’e hayran hayran bakıyordu.

 

Daha sonra havai fişek gösterisi için herkes avluya çağrıldı. Dakikalarca süren gösteri başlamış oldu, şehirdeki ve köylerdeki insanlarda eğlencelerine ara verip bu gösteriyi izlemeye koyuldu. Herkesin yüzünden bu yılkı festivalde ne kadar mutlu oldukları ve eğlendikleri görünüyordu. Havai fişek gösterisinin sona ermesiyle de festivalin ilk günü ve Büyük Balo sona ermiş oldu.

 

 

-BÖLÜM SONU-

 

Yorumlarınızı bekliyorum...

Loading...
0%