Yeni Üyelik
7.
Bölüm
@withmeral

7

 

Büyük Balo için sarayda misafir olan diğer krallık mensupları festivalin kalan iki günü boyunca da eğlenmeye devam etti, en güzel yemekleri yiyip, şarapları içtiler ve Gorg sarayının eşsiz manzarasıyla adeta yılın yorgunluğunu giderdiler. Bu kadar kalabalık bir topluluğa hizmet etmek saray görevlilerini her ne kadar yorsa da festival bittikten sonra dinlenecekleri için hiç sıkılmadan çalışmaya devam ettiler. Aynı zamanda Kraliçe Fiona’nın da onlarla birlikte canla başla koşuşturduğunu gördükleri içinde işlerine daha sıkı asıldılar ve kraliçelerini mahcup etmek istemediler.

 

Misafirlerin bazıları, Gorg diyarının dillere destan methini duyduğu için ülkeyi karış karış gezmeden memleketine dönmek istemedi. Geri döndüğünde ona ünlü Tahre Şelalesini, Glenn ormanlarını, tertemiz akan nehirleri, yüksek dağları ve çeşit çeşit bitki ve hayvanları görüp görmediğini soracak kişiler olacağı için görülmedik bir yer bırakmak istemiyorlardı. İki gün boyunca süren bu gezilerde hayranlık duymadan edememişlerdi çünkü Gorg diyarı adeta cennetten bir köşe gibiydi. Misafirler arasında ünlü sanatçılarda yok değildi, onlar da bu manzaralar karşısında hayranlıklarını gizleyememiş ve sanatlarının en nadide eserleri sayılabilecek ürünlerini de burada icra etmişlerdi. Bu geziler sırasında şehirli ve köylü halkla karşılaşmışlar ve bu halkın ne kadar mutlu olduğunu, krallarına ne kadar sadık olduklarını gördüklerinde de bir kez daha bu ülkede doğup yaşamanın ne kadar büyük bir şans olduğunu düşünmüşlerdi.

 

Gerçekten de halk bu festivalde saraydan çok daha fazla eğlenmişti. Ancak festivalin bitmesiyle tatlı yorgunlukla işlerine dönmeye başlamışlardı. Festivalde yapılan yarışmaların kazananları ödülleri almak için koştura koştura sarayın kapısını çalmışlar, neredeyse on kişinin olduğu bu kafile bizzat kral tarafından ağırlanmış ve kese kese altınla tebrik edilip evlerine uğurlanmıştı.

 

Sarayda misafirlerin yavaş yavaş gitmesiyle eski haline dönmüş ve günlük işler kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Tüm misafirlerin gitmesiyle artık sadece izdivaç planları içinde olan Thanos Kraliçesi Jessica, oğlu Ronald ile kızı Laura kalmıştı. Bir de neden kaldığını kimsenin anlamadığı Richard adlı tüccarın hâlâ odasını boşaltmaması hizmetçilerin gözünden kaçmamış ancak kendisi istemeden odasını boşaltmanın da saygısızlık olacağını düşündüklerinden onu kendi haline bırakmışlardı.

 

Kraliçe Fiona, festivalin yorgunluğunu daha üzerinden atmadan planlarına kaldığı yerden devam ediyordu. Ablası Jessica ve çocuklarını sarayda ağırlayıp hem kocasına hem de kızına emrivaki yapmak istiyordu. Aynı zamanda Alberta ile Ronald’ın vakit geçireceği güzel ortamlar hazırlayıp belki ona gerek kalmadan da bu izdivacın olabileceğini düşünüyordu. Ablası Jessica’da onunla aynı fikirdeydi, iki krallığın kraliçesi olan iki kız kardeş krallıkların gücünü birleştirmeyi ve ömür boyu Gorg ve Thanos kardeşliğini yaşatmayı istiyorlardı. Ronald eğer Gorg Kralı olursa her daim Thanos ile müttefik halinde olacak ve bu iki krallık böylece birbirine destek olarak ayakta duracaklardı. Yani yaptıkları bu izdivaç planını bir de siyasi temele dayandırıyorlar ve kocaları olan kralların düşünemedikleri hamleleri kendilerinin düşünmesini de takdir ediyorlardı.

 

Elbette ki sadece kadınlar bu fikirde değildi, Ronald’da bu izdivaca aynı yönden bakıyordu. Her ne kadar Alberta güzel ve asil bir kız olsa da, onun uyanık ve ne kadar akıllı bir kız olduğunu da biliyordu. Bu yüzden evlilik gerçekleşene kadar ona hayran olmuş romantik bir genci oynamayı planlıyor, izdivaç gerçekleştikten sonra da Kral Harold’a artık yaşlandığını ve tahtından inmesi gerektiği konusunda baskı yapıp arzu ettiği konuma yükselmeyi planlıyordu. Thanos Krallığına büyük amcasının oğlunun geçeceğini biliyordu, ayrıca Gorg Krallığının Thanos’tan daha güçlü olduğunu ve daha nüfuzlu bir krallık olduğu herkesin malumuydu. Aynı zamanda Gorg’un tahtına oturmak her prensin isteyeceği bir şeydi. Bu yüzden teyzesi Fiona’nın yanında ona ne kadar iyi bir damat ve iyi bir prens olduğunu göstermek için çok çabalıyordu. Önünde sonunda bu izdivaç gerçekleşecekti ve o güne kadar dişini sıkması gerekiyordu.

 

Bu planlardan haberi olmayan ama tüm bu olasılıkları tahmin eden Alberta’da kendi planlarını ve hamlelerini düşünüyordu. Annesinin elbet bir gün babasının yanında bu izdivaç konusunu tekrar açacağını, ona baskı yapacağını ve belki de babasının fikrini bile değiştirebileceğini biliyordu. Bu yüzden önceden önlem alması gerekiyordu. Ronald’ın onu her gördüğünde ağzı kulaklarında ki halinin bir oyun olduğunu anlaması da çok zor değildi. Çocukluğundan beri onu tanırdı, her zaman birbirlerinden nefret eder ve Ronald onu her daim küçümserdi. Şimdi büyüyünce yıllardır görmediği kuzenine âşık rolü oynaması da Alberta’ya içler acısı geliyordu. Ama onların karşısında elinin güçlü olmasını istediğinden planını yavaş yavaş uygulayacaktı. Kendisi istemediği sürece babasının onu bir izdivaca zorlamayacağını biliyordu. Ancak kendisinin de tahmin etmediği durumlar halinde krallığın geleceği için bu izdivacı yapmak durumunda kalabilirdi.

 

Alberta’nın birkaç yıldır düşündüğü bir şey vardı, bunun gerçekleşmesinin her ne kadar zor ve imkânsız olduğunu bilse de hayal etmekten kimseye zarar gelmezdi. Bir kitapta asırlar önce çok güçlü bir kadının kocasını erken yaşta kaybetmesiyle ve oğlunun daha çocuk olmasıyla tahtı tek başına yönettiğini okumuştu. Bu kadın asırlardır erkeklerin söz hakkı olduğu bir dönemde tek başına bir kadın olarak krallığı yönetmiş ve halkı da bundan çok memnun kalmıştı. İşte Alberta’da bunu düşünüyordu. Yıllardır bu hayali için kendini kütüphaneye kapatmış, okumadığı kitap kalmamıştı. Her alanda kendini geliştirmeyi başarmıştı, siyaset, tarih, edebiyat, şiir, sanat, tıp, sosyoloji, psikoloji, tarım ve hayvancılık gibi daha nice konu üzerinde okuyabildiği tüm kitapları okumuştu. Aynı zamanda babasıyla devlet konularında istişare yapmış, her ay düzenli olarak yapılan devlet toplantılarına bizzat katılmış ve kararların nasıl alındığını, babasının nasıl bir yol izlediğini yakından görmüştü. Babasının hem adil hem de merhametli tavrı onu çok etkilemiş ve onun izinden gideceğine dair kendine söz vermişti. Onun neden bu kadar farklı alanlarda kitaplar okuduğunu, neden yaşlı başlı adamların saatlerce siyaset konuştuğu toplantılara en erkenden katılıp büyük bir dikkatle dinlediğini, neden babasının yaptığı gibi ayda bir kez Gorg Krallığını gezip halkla sohbet edip onların ihtiyaçlarını dinlediğini kimse sorgulamadı, hiç kimse onun yüreğinde yatan gerçek gizi göremedi.

 

Tabii bir kişi hariç hiç kimse, o kişi de Kral Harold’dan başkası değildi. Kral kızının içinde kopan fırtınaları ve yüreğinde yeşermeye başlayan filizleri çok uzun zaman önce fark etmişti. Aslında kızının bu cesaretini takdir etmiş hatta gururlanmıştı bile. Ancak kızının kimseye söylemeden savaştığı şeyin ne kadar büyük bir savaş olduğunu biliyordu ve bu savaşta kızının yanında olması mümkün görünmüyordu. Bu mücadele de Alberta’nın karşısına ilk çıkan engel saray mensuplarıydı onlar böyle bir şeyi kabul etmeyebilirdi aynı zamanda da halkın, diğer krallıkların asırlardır süren erkek egemen bakış açısını değiştirmesi ise imkânsızdı. Bu toplum bir kadının krallık tahtına oturmasına hoş bakmaz hatta müsaade de etmezdi. Kadınların duygusal olduğunu, bir ülkeyi yönetebilecek donanıma sahip olmadığını, ağlayan, güçsüz, akılsız ve toplumda her zaman erkeklerden sonra söz hakkı olabileceklerini düşünüyorlardı. Bu yargı sadece dün ya da bugün ortaya çıkmamış, asrılardır süregelen ve asırlarca da devam edeceği görülen toplumun en yukarısından en aşağısına ailelerin çocuklara bıraktığı bir mirastı. Ne yazık ki sadece erkekler değil kadınlarda böyle düşünüyordu.

 

Bu yüzden Alberta’nın bu mücadelede haklı olduğunu biliyor ama galip olabileceğini düşünmüyordu. Kızının üzülmesine, acı çekmesine gönlü razı olmuyordu. Tahta tek başına otursa, krallık bunu kabul etse dahi, devlet yönetme işi hiçte göründüğü kadar kolay bir iş değildi. Kendisi de kral olmadan önce oldukça kolay ve rahat sandığı bu tahtın ne kadar zor olduğunu, omuzlarına nasıl ağır yükler yüklediğini bildiğinden kızının da aynı sancıları çekmesini istemiyordu. “Acaba bir kişiye haksızlık ettim mi, bir kişinin hakkına girdim mi, idam edilen insanların suçlarını iyice araştırdım mı, bir insanın suçsuz yere ölümüne sebep oldum mu?” gibi o kadar çok şey düşünüyordu ki bazen geceleri bundan dolayı uyuyamıyordu. Kral olduğu ilk zamanlarda bir savaş yapılmasına karar vermenin ne kadar önemli ve ne kadar cesur bir şey olduğunu düşünürdü, oysa o savaşta ölen binlerce genci, onların gözyaşı hiç dinmeyen ailelerini gördüğünde savaştan da kendinden de nefret etmişti. Ne olursa olsun barışı her şeyin üstünde tutmak için elinden geleni yapıyor ve bunun için de yıllardır mücadele ediyordu. Ancak kızının kendisi gibi bu vicdan azaplarını çekmesini, ölen her askerin omzunun üstünde yeri olduğunu bilmesini istemiyordu. Bu nedenle onun biriyle evlenmesini ve eğer isterse yönetimde söz sahibi olabileceğini ama en son karar verenin o olmaması gerektiğini düşünüyordu.

 

Alberta, önündeki tüm engellerin farkındaydı ama bu engelleri aşmayı denemekten de zarar gelmezdi. Ailesinin ve krallığın ona karşı geleceğini biliyordu ama annesinin planlarına da ortak olmayı düşünmüyordu. Ronald ile evlenmektense gidip düşmanıyla evlenirdi daha iyi. Neticede en kötü düşman en sinsi dosttan daha iyi bir seçenekti. Ronald gibi içten pazarlıklı bir insanla bir gün bile geçirebileceğini düşünmüyordu.

 

Alberta bunlarla ilgilenirken Fiona, sabah kahvaltısına ablası ve yeğenlerini davet etmişti bile. Kahvaltıda nasıl olduğu bilinmez Alberta ile Ronald Kral Harold’ın sağ ve sol köşelerine oturtulmuş ve tüm yemek boyunca Kraliçe Fiona ve Kraliçe Jessica konuyu hep onların üzerinde yoğunlaştırmıştı. Diğer prensesler başka konu açsa bile kraliçeler önünde sonunda konuyu onların çocukluğuna, gençliğine, birbirlerine ne kadar denk oluşlarına getiriyor, Kraliçe Jessica gelini olacak yeğeninin ne kadar akıllı olduğuna, Kraliçe Fiona da damadı olacak yeğeninin ne kadar cesur olduğuna atıfta bulunuyordu yani bir bakıma kendileri çalıp kendileri söylüyordu.

 

Kahvaltı bittikten sonra Fiona, müstakbel dünürü ve damadı ile daha iyi sohbet edebilsin diye bir çay saati ayarladı. Alberta her ne kadar bir bahane bulup kaçmaya çalışsa da babası da katılmasının daha doğru olduğunu söylemesi üzerine katılmak zorunda kaldı. Alberta sadece teyzesi ve Ronald’a değil, onun şımarık kız kardeşi Laura’ya da katlanmak zorunda kalıyordu. Laura henüz on dokuz yaşında, sarı saçlı, mavi gözlü ve hastalık derecesinde zayıf bir kızdı, yüzü de bunu doğrular nitelikte oldukça solgundu. Aynı zamanda o kadar kendini beğenmiş bir kızdı ki Alberta yıllarca Emilia’ya ya haksızlık ettiğini düşündü. Laura, oturdukları saatler boyunca kendisinden başka hiçbir konuda konuşmadı ve başka hiçbir konuyu da dinlemedi. Ronald’ın da kendini beğenmişlik konusunda ondan aşağı kalır yanı yoktu. Bir ara müstakbel dünürler romantik bir ortam oluşsun diye aceleyle önemli bir işleri varmış gibi kalkıp gittiler ve giderken Laura’yı da götürdüler. Alberta en azından biraz daha rahatlamış bir şekilde koltuğuna yaslandı ve çayını yudumladı.

 

Uzun bir zaman konuştuktan sonra, “Eee sen ne diyorsun Alberta?” diye sordu Ronald. “Hangi konuda?” dedi Alberta, Ronald o kadar uzun süredir bir şeyler anlatıyordu ki artık ne hakkında konuştuklarını bile hatırlayamamıştı. Ronald ona baktı ve “Az önce bahsettim ya, Thanos’a minik bir gezinti yapalım mı?” diye sordu. Alberta ona isteksizce baktı, “Bilmem, belki olabilir.” dedi. Ronald yüzündeki sahte gülümsemesiyle “Çocukken bizim oralarda ne güzel eğlenirdik hatırladın mı?” diye sordu. Alberta, bir kaşını kaldırıp söylediği yalana kendisi inanıyor mu diye Ronald’a baktı. “Ben pek eğlendiğimizi hatırlayamadım doğrusu.” dedi. Ronald, şaşırır gibi yapıp “Nasıl hatırlamazsın, sürekli benim peşimde dolaşırdın, sen de az yaramaz değildin…” deyip Alberta’yı rahatsız edecek kadar beyaz dişleriyle sırıttı.

 

Alberta içinden bu işkence daha ne kadar devam edecek diye geçiriyorken Ronald aldığı dövüş derslerindeki ustalıklardan bahsediyordu. Alberta daha fazla dayanamayacağını anlayınca bir bahane bulup hemen odasına sıvıştı. Bunu fırsat bilen Ronald da kaleyi her zaman dıştan değil içten fethetmek gerektiğini bildiğinden Kral Harold ile görüşmek için çalışma odasına gitti. Annesi sık sık ona eniştesinin nasıl biri olduğundan bahsederdi, bu yüzden kral ile hangi konularda sohbet etmesi gerektiğini iyi biliyordu. Ayrıca eğer Kral Harold’ın gözüne girebilirse zaten Alberta’nın bir söz hakkı kalmayacaktı. Bu yüzden kralın karşısına çağrıldığında en sevimli maskesini takmayı uygun buldu.

 

“Buyur evladım, şuraya oturabilirsin.” dedi Kral Harold, ayakta dikilmiş olan Ronald’a karşı. Ancak Ronald ne kadar saygılı biri olduğunu göstermekte kararlı olduğundan oturmuyor ve ayakta dikilmeye devam ediyordu. Kral Harold sert bir sesle “Evladım, geç otur, ne dikilip duruyorsun başımda.” diye bağırınca Ronald hemen koltuğa oturuverdi. Kral Harold Ronald’ın bu kasıntı hallerine iyice sinir olmuştu, sürekli iki lafında bir özür diliyor, krallığı övmek için şekilden şekilde giriyordu. Ronald, kralın gözüne gireceğim diye uğraşırken daha da gözüne batmaya başlamıştı.

 

Saatlerce süren konuşma boyunca Ronald gösterebileceği en iyi halini gösterdiğini düşünüyordu. Anlattığı hikâyelerle adalete, devlete ve insanlara ne kadar ehemmiyet gösterdiğini vurgulamaya çalışıyor, evliliğe hazır olduğunu, artık baba olmak istediğini de anlattığı hikâyelerin arasına serpiştirip krala öyle sunuyordu. Ancak Kral Harold, Ronald’ın halini, tavrını, anlattığı hikâyelerin, söylediği sözlerin ne kadarının gerçek ne kadarının sahte olabileceğini anlayacak yaşta ve güçte bir adamdı. Fiona’nın bu izdivacı ne kadar istediğini biliyordu ancak kahvaltı da bir kez daha görmüştü ki Alberta bu izdivaca asla sıcak bakmıyordu. Bu yüzden Harold, Ronald’ı üzmeden, kalbini kırmadan, ona bir baba tavsiyesi vermek istedi ve huzurundan ayrılmak üzere olan Ronald’a seslendi, “Evladım.” dedi. Ronald büyük bir mutlulukla krala döndü. Kral sözlerine şöyle devam etti; “Dört kızım da benim için ayrı ayrı kıymetlidir. Onların bir sözüyle dünyaları yakacağım gibi tek damla gözyaşları için de tüm nehirleri kuruturum. Alberta benim ilk göz ağrım, ilk bebeğimdir. Bu kıymetli sözlerini bana değil ona anlat, benim onun sözü üstüne söz söyleme hakkım yoktur.” dedi.

 

Ronald, Kral Harold’ın karşısında selam verip dışarı çıktı. Kral açıkça ona “Kızım izdivacı onaylarsa onaylarım, olmazsa sen bu işi unut.” demek istemişti, bunu gayet iyi anlamıştı. Bu yüzden tekrar başa dönmüştü, ilk olarak kazanması gereken kişi ne yazık ki huysuz Alberta’ydı. Ronald ne yapsa ne anlatsa kız ruhsuz bakıyordu, hiçbir şeyle ilgilenmiyor, hiçbir şeyden anlamıyordu. Bu zamana kadar niye hiçbir erkeğin onunla evlenmek istemediğini şimdi daha iyi anlıyordu.

 

Krallık tahtıyla ilgili planları olan tek kişi Ronald değildi, sarayda kimseye fark ettirmeden aynı hayallerle ikamet eden bir kişi daha vardı. Bu kişi Richard’dan başkası değildi. Tabii bu iki müstakbel damadın da birbirinden ve birbirinin planlarından haberi yoktu ancak ikisinin de oldukça benzer yanları vardı. İkisi de gerçekleşmesini umduğu planlar için adım adım ilerlemeye çalışıyor, bunu yaparken ikisi de yüzlerine koydukları iyilik maskesiyle dolaşıyorlardı. Ancak Ronald, daha aceleci davranıp yanlış hamleler yaparken Richard ise en yavaş haliyle hataya yer bırakmadan bu işin üstesinden gelmek istiyordu. Ne de olsa bir tüccar olduğu için kafası prensten daha iyi çalışıyordu.

 

Richard, festival bittikten sonra bir yolunu bulup sarayda kalmayı başardı, ancak Kraliçe Fiona ve Diana’nın onu unutmuş olmasından endişelenip kendini tekrar hatırlatmanın yerinde bir karar olduğunu düşünüyordu. İlk önce hizmetçilerden birine Kraliçe Fiona ile görüşmek istediğini bildirdi, hizmetçi kız onu Daphe’ın yanına getirdi. Richard, bu ölü gibi duran ve hiçbir şakadan anlamayan kadının kızların dadısı olduğunu hemen anladı. Daphe da karşısında otuz iki dişini gösterip sırıtan bu adamın Kraliçe Fiona ile ne konuşacağını merak etmişti.

 

Kısa zaman sonra Fiona, Richard’ı salonunda ağırladı. Richard, kimsenin olmamasından fırsat bilerek balo günü yaptığı gibi kraliçeye iltifatlar diziyordu. Ancak yanlarında korkuluk gibi dikilmiş ve onun hareketlerini izleyen dadı olduğu müddetçe Kraliçe Fiona onunla ilgilenmiyormuş gibi görünüyordu. Aynı zamanda festivalin yorgunluğunu hâlâ üzerinden atamamış olan Fiona, Richard’ı tanımakta epey zorlandı ve o gün ona oldukça yakışıklı gelen gencin karşısındaki genç mi olduğu konusunda şüphe ediyordu.

 

Richard, kraliçe ile olan konuşmasında, kraliçenin onu pek hatırlayamadığını anlamıştı bu yüzden Diana’yı görmek ve ilk olarak kendini ona hatırlatması gerektiğinin şimdilik daha doğru olacağını düşünüyordu. Richard vakit kaybetmeden Diana’yı sarayın bahçesinde gezinti yaparken buldu. Etrafında saray hizmetlileri olmasına aldırmadan Diana’ya yaklaştı ve baloda olduğu gibi Diana’ya iltifatlar dizmeye, şakalar yapmaya başladı. Kraliçe Fiona’nın aksine Diana Richard’ı unutmamıştı. Çünkü ilk defa kendisini bulutların üzerinde hissettiren birini hangi genç kız unutabilirdi ki? Balodan sonra iki gün boyunca sohbet ettiği bu delikanlıyı düşünüp durmuştu. Gittiğini sandığı genç adam şimdi karşısında duruyor ve sanki ona en güzel şarkıları fısıldıyormuş gibi geliyordu.

 

Diana kardeşlerinin aksine daha uysal ve sakindi. Diğer kardeşlerinin hayatta çok fazla şey istediklerini, çok fazla hayaller kurduklarını biliyordu. Oysa o sakin bir hayat yaşamaktan başka hiçbir şey istemiyordu. Eşi ve çocuklarıyla sakin bir yerde yaşamak, kendi bahçesine ekinini ekmek, çocuklarıyla dadılara ya da hizmetçilere bırakmadan kendisi ilgilenmek istiyordu. Eşinin bir soylu olmasından ziyade sıradan bir insan olmasını tercih ediyordu. Artık bunaldığı bu saray hayatından uzaklaşmak ve sakinleşmek onun gelecek planları arasındaydı. Diana’nın sözlüğünde aşk, tutku, hırs gibi kelimeler yerine sevgi, güven ve iyi hissetmek gibi kelimeler vardı. Karşısına çıkan bu gencin de ailesini kaybetmiş olmasına rağmen hâlâ onlara olan bağlılığı, maddi hayata değil de maneviyata önem vermesi, çocukları, evliliği bir görev değil de hayatın bir parçası gibi görmesi Diana’yı derinden etkilemişti.

 

Bahçenin bir köşesine oturmuşlar, üzerlerin de söğüt ağacı, etrafında ilkbaharın neşesiyle kanat çırpan minik kuşlar ve sarayın sessizliği de eklenince adeta kitaptan çıkmış gibi bir sahneyi andırıyorlardı. Richard, Diana’nın onun söylediği her söze olan ilgisini, sessizce dinleyişini, hafif hafif kızarmaya başlayan yanaklarını gördükçe kendisiyle bir kez daha gurur duyuyordu. Doğru yolda olduğunu ve planını gerçekleştirmek için ilk engeli -Diana’nın kalbini kazanmak- aşmış olmanın mutluluğuyla daha da coşuyordu. Hatta bir ara Diana’nın dizlerinin üstüne usulca bıraktığı elini bile tutmaya çalışmış ancak bu yaptığının henüz erken olduğunu fark etmesiyle geri çekip dakikalarca özür dilemişti. Ancak Diana, Richard’ın planlarından habersizdi bu yüzden onun yaptığı hareketlerin altında kötü bir niyet aramıyor ve elini tutmak istediği için özür dilemesini de onun beyefendiliğine yoruyordu.

 

Richard yine ailesinden bahsetmeye başlamıştı, yakın zaman önce ailesini, servetini, itibarını kaybettiğini bu yüzden de çok zor durumda olduğunu hatta bir ara canına bile kıymayı düşündüğünü söyledi. Tabii yüreği kuş kadar hafif olan Diana için bu sözler çok ağır geldi ve gözyaşları göz pınarlarında birikti. Richard, istediğini elde etmenin verdiği sarhoşlukla kendinden geçer gibi ağlamaya başladı. Bir ara ötede onları bekleyen hizmetçiler bile şaşırıp birbirlerine baktılar, koskoca adam neden hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Richard’ın hitabeti ve rol yeteneği zaten tartışmaya kapalı bir konuydu ancak bu kadar iyi bir oyunculuk sergilemeyi kendisi de beklemiyordu. Diana gözyaşlarını mendiliyle sildi ve bu kadar dertli, yaralı bir adamın böyle çaresizce ağlamasına hiçbir şey yapmadan duramayacağını düşündü.

 

“Merak etmeyin, Richard Bey, ben sizin için elimden geleni yapacağım. Hatta babamla da konuşacağım. Size ailenizi ve o eski güzel günlerinizi geri getirmez ama en azından birazcık olsun yükünüz hafilerse ben de çok mutlu olacağım.” dedi Diana, herkesin bildiği o tatlı sesiyle.

 

Richard, her şeyin bu kadar kolay ilerleyebileceğini hiç düşünmemişti, Diana gerçekten öylesine saf öylesine kandırılmaya müsaitti ki, bu yüzden planında değişikliğe gitmesi gerekiyordu. Eski planına göre en geç bir sene içinde izdivacı gerçekleştirmeyi planlarken şimdi neredeyse altı ayda bunun mümkün olacağı görülüyordu. Yüzündeki bu sinsi ifadeyi silip en temiz ve kırılgan ifadesini takındı, “Prensesim, sizin sesiniz bana ilaç gibi geliyor. Beni kırmayıp sohbet ettiğiniz için zaten o kadar mutluyum ki. Sizden başka bir şey isteyemem. Hayır, yapamam bunu.” dedi ve çaresiz bir adam gibi başını eğdi. Diana, “Hayır, lütfen başka bir cevap duymak istemiyorum. Babamla konuşacağım ve sizin için ne gerekiyorsa yapılmasında bizzat ben ilgileneceğim.” dedi.

 

Richard, başını kaldırıp Diana’nın ela gözlerinin içine baktı ve “Pekâlâ prensesim, sizin sözünüz bir emirdir benim için, başka bir söz söyleyemem üstüne. Ancak sizden başka bir dilekte bulunma hakkım var mı?” diye sordu en uysal sesiyle. Bu istek karşısında şaşkın gözleriyle bakan Diana, “Tabii ki hemen söyleyin, ne yapabilirim sizin için?” diye sordu. Kurnazlığın kitabını yazmış olan Richard, hiç vakit kaybetmeden şöyle yanıt verdi; “Prensesim, sizinle sohbet etmek ve sizin o güzel yüzünüzü bir kez daha görmek bu çaresiz adamı öyle mutlu edecektir ki. Lütfen prensesim bendenize bu ricayı çok görmeyin.”

 

Hiç beklemediği bu cevap karşısından Diana’nın yanakları pembeleşti ve yüzünü söğüt ağacına doğru döndü ve o heyecanlı sesiyle, “Tabii ki, bende sizinle sohbet etmekten mutluluk duyarım.” diyebildi.

 

Diana ve Richard bahçede söğüt ağacının altında sohbet ederken Kral Harold saray erkânının ricasıyla yapılan toplantıya katılmıştı. Genellikle toplantıları ayda bir yapılır ve krallığın sorunları konuşulup karara bağlanması amaçlanırdı. Ancak bazen özel ya da acil durumlarda da kral ya da saray erkânı bir toplantı talep edebilirdi.

 

Toplantıya her zaman olduğu gibi Alberta’da katılmış ve babasının tahtının yanına oturmuştu. Kral Harold bu özel toplantının niyetini anlamasa da balodan sonra oluşabilecek maddi sorunların konuşulacağını düşünüyordu. Ancak toplantıyı tertip edenin dış ilişkilerle ilgilenen Otis olduğunu görünce Kral Harold bir şeyler döndüğünü anladı ama hiç bozuntuya vermeden oturumu başlattı. Otis ve onunla aynı fikirde olduğu anlaşılan birkaç devlet adamı ve komutanlar hep bir ağızdan konuyu açtı. Konu, krallığın baş düşmanı olan Aragonlar’dı. Otis ve onun yandaşları barış ve savaş temalı girizgâhlarından sonra Aragonlar’la süren bu çatışma halinin artık iki ülkeye de zarar verdiğini ve uzlaşılması gerektiğiyle devam edip en sonunda da Aragonlar’ın doğal taş yataklarından elde edilebilecek ticari kazançları da ekleyip konuşmalarına son verdiler.

 

Şimdi tüm gözler Kral Harold’ın üzerindeydi. Kral, uzun zamandır yavaş yavaş oluşmaya başlayan çatırdamaların farkındaydı, Aragonlar’ın Büyük Balo’ya davet edilmesiyle ilgili yapılan oylamada bir anda herkesin “Evet.” demesinden, baloda diğer kralların kendisine yaptığı barış konuşmalarından, Aragon Kralı Leonard’ın balodaki o sinsi gülüşmelerinden olayların buraya kadar geleceğini biliyordu. Kral Harold, zaten daima barıştan yanaydı. Ancak yıllar önce kendisini Aragonlar ile savaşması konusunda baskı yapan bu adamların şimdi tam tersini düşünmelerini hayretle karşılıyordu.

 

Kral Harold, tüm bunları şaşkınlık içinde dinleyen kızına usulca baktı ve onunda kendisiyle aynı fikirde olduğuna emin oldu. Ancak Alberta babasının aksine barışa hiç sıcak bakmıyordu. Çünkü Aragonlar’ın çevirdiği dolapların sayısı neredeyse yüzü geçmişti, onların amacının ne barış ne de ticaret olduğunu düşünmüyordu.

 

Alberta bir anda o genci hatırladı, ‘ona çiçeği uzattığı’ sevimli hali gözünün önüne geldi, sonra da Aragon Prensi Alexander olarak baloda onu gördüğü anı hatırlayıp sinirlendi. Keşke hep o ilk haliyle zihninde kalsaydı, en azından ondan nefret etmek zorunda kalmayacak ve ona iyi hissettiren o günü şimdi lanetle anmayacaktı.

 

Otis, Kral Harold’a Aragonlar’ın saraya bir elçi göndermek istediklerini ve hem siyasi hem de ticari ilişkileri güçlendirme niyetinde olduklarını bildirdi. Kral Harold, her zaman adaleti ve hoşgörüsüyle bilindiğinden sarayına gelecek hiç kimseyi geri çevirmeyeceğini, barışın asla karşısında durmadığını ve Gorg Krallığının şahsi çıkarlarını sorun oluşturmayacaksa onlarla ticaret yapmakta bir sakınca olmadığını ancak bunun için özel bir araştırma yapılması gerektiğini söyleyerek toplantıyı noktaladı. Toplantı bittikten ve herkes gittikten sonra Alberta, babasının yanına geldi ve ona “Neden onların istediğinin olmasına izin verdin baba?” diye sordu. Kral, kızının bu sorusu karşısında gülümseyip “Bir gün sende kral olursan beni o zaman daha iyi anlarsın.” diye cevap verdi.

 

 

-BÖLÜM SONU-

 

Yorumlarınızı bekliyorum...

Loading...
0%