Yeni Üyelik
8.
Bölüm
@withmeral

8

 

Balonun üzerinden günler geçmişti ancak kahvaltı sofrasında Emilia hâlâ Artemis’e öldürücü bakışlarını atmaya devam ediyordu. Günler geçmesine rağmen kardeşinin onun tahtını yerinden ettiğini bir türlü kabullenemiyor, bu mağlubiyetinin sebebini Laura’nın onunla aynı elbiseyi giymesine bağlıyordu çünkü başka türlü Emilia’nın mağlup olmasına imkân yoktu. Ancak yine de diğer rakiplerinin kazanması yerine Artemis’in kazanması onun için çok daha katlanılabilir olmuştu.

 

Artemis, Emilia’nın bu bakışlarından ve tavırlarından rahatsız olduğu için baloda ona takılan tacı Emilia’ya vermeyi teklif etmişti ancak Emilia bunu kabul etmedi ve rahatsız edici bakışlarını Artemis’in üzerinden hiç kesmemeyi uygun buldu. Sadece bakmakla yetinse Artemis yine de buna katlanabilirdi ancak Emilia ondan intikam alabilmek için türlü yollara başvurmuştu, Artemis’in sevdiği eşyalarını saklamış, yemeğine acı biber koymuş, yürürken ona çarpıp düşürmeye bile çalışmıştı. Hatta bir ara banyosunu yaptığı sırada kıyafetlerini bile kaçırmış onu saatlerce suyun içinde bekletmişti. Ancak günler geçmişti ki Emilia’nın öfkesi biraz daha yatışır gibi olmuş ve Artemis’i biraz olsun rahat bırakmıştı.

 

Emilia gerçekten de çok hırslı bir kızdı, istediği şeyi elde edemediğinde tamamen bambaşka bir insana dönüşürdü. Aslında Emilia çocukluğunda böyle değildi, herkesin çok sevdiği uslu bir kızdı. Ancak daha sonra herkes Emilia’nın şımarıklıklarına, hırslarına ve isteklerine boyun eğmek zorunda kalmıştı. İstediği şeyler hemen gerçekleşmediğinde oluşabilecek krizler yüzünden Kraliçe Fiona ve Bayan Daphe yıllardır temkinli davranıyor, onun üzerine titriyorlardı. Emilia’yı değiştiren ve onu uslu bir kızdan şımarık bir kıza dönüştüren belirli bir olay yoktu. Yine de derinlere indiğimizde Emilia’nın bu şımarık görüntüsünün altında onaylanmaya ve ilgiye muhtaç küçük bir kız çocuğu olduğunu görmek pekâlâ mümkündü.

 

Emilia kardeşleri arasında en çok sorun çıkartan ve genelde hiçbir yeteneği olmayan bir kızdı bu yüzden de aslında her zaman kendini onlarla kıyaslayıp anne ve babasının onları daha çok sevdiğini düşünürdü. Alberta gençliğinden beri okumaya meraklı ve oldukça da bilgiliydi, aldığı derslerin hepsini birincilikle bitirir, babası gibi şiirler yazardı. Emilia ise sürekli derslerden kaçmak için bahaneler bulur, ne tarihten ne matematikten anlardı. Kitap okumak veya şiir yazmak ona çok sıkıcı geliyordu bu yüzden ablası gibi babasının gözüne giremeyeceğini biliyordu. Diana ise zaten doğuştan nahif, yardımsever, merhametli ve bir o kadar da sevecen bir kız olduğundan herkesin gözdesi oydu. Annesi, dadısı ve saraydaki diğer çalışanların hepsinin en çok sevdiği kişi hiç şüphesiz ki o olduğunu biliyordu. Aralarında çok az yaş farkı olmasına rağmen dadısının hep onun saçlarını daha güzel okşadığını, ona en güzel tokaları taktığını, onu daha çok sevdiğini düşünürdü. Artemis’in ise zaten hiç doğmaması gerekirdi çünkü sarayın en küçük prensesi oyken ve babası da dâhil herkesin tüm ilgisi onun üzerindeyken Artemis en küçük prenses olarak onun yerini ele geçirmişti. Babasının sürekli onunla oynaması, onu en sevdiği atına bindirip saatlerce gezilere çıkarması Emilia’nın Artemis’ten babasını kıskanmasına sebep olmuştu. Hiçbir zaman ne Alberta gibi bilgili ve yetenekli ne Diana gibi zarif ve merhametli ne de Artemis gibi güçlü ve cesur olabilecekti. Bu yüzden kardeşlerinin karakterleri ve yetenekleriyle elde ettikleri ilgi ve sevgiyi şımarık ve hırslı bir kız olarak kolay yoldan elde etmek istiyordu.

 

Aslında Emilia’nın çocukken heves ettiği ve yaparken kendini mutlu hissettiği bir şey vardı, o da resim yapmaktı. Boyaları, renkleri ve tuvalleri çok sever, saatlerce renkleri birbirine karıştırıp ortaya güzel olmasa da kendini ait hissettiği resimler ortaya çıkarırdı. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın güzel bir resim yapamadığından bu tutkusundan da vazgeçti, tüm resim aletlerini kaldırıp bir kenara attı ve bir daha da asla bir fırçaya dokunmadı. Bazen o günleri hatırladığında resim yaparken kendini ne kadar mutlu ve bir şeye aitmiş gibi hissettiğini fark eder ancak ne kadar beceriksiz ve işe yaramaz olduğunu düşünüp bu hislerinden hemen vazgeçerdi. Bunun yerine çok daha kolay olduğunu düşündüğü için insanları güzelliğiyle ve prenses olmasıyla etkilemek istedi. Çünkü etrafındaki arkadaşlarının sadece bu ikisi onda bulunduğu için yanında olduklarını ve eğer bunları kaybederse artık kimsenin onu sevmeyeceğini ya da beğenmeyeceğini bildiğinden bu iki özelliğine sıkı sıkı tutunmaya çalışıyordu.

 

Bir prenses olmak zaten tüm gözlerin üzerinde olması demekti ilk başlarda insanların sürekli onlara bakması ve sürekli onlarla ilgilenmeye çalışması Emilia’nın hiç hoşuna gitmese de büyüdükçe içinde asla yeri dolmayan ilgi ve sevgi ihtiyacını karşılayabilmek için en dikkat çekici ve en güzel olmak gibi bir takıntısı oluşmuştu. Çünkü herkesin gözünün onun üzerinde olması herkesin onunla ilgilendiği ve ona sevgi beslediği anlamına geliyordu. Bazen bu ilgilerin ne kadar sahte ve yapmacık olduğunu fark ettiğinde içinden hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyordu. Bazen ise geceleri oturup düşündüğünde ailesinin bile onu gerçekten yürekten sevip sevmediğine emin olamıyordu. Herkes sanki onu idare ediyormuş, onu en istenmeyen kişi olarak görüyormuş gibi geliyordu ve bu hislerini paylaşacak kimsesi olduğunu da düşünmüyordu. Eğer birine bu düşüncelerini paylaşırsa onun zavallı biri olduğunu düşüneceğinden ve onunla alay edeceğinden hiç şüphesi yoktu, ayrıca kimseye de en zayıf yanını göstermek istemiyordu.

 

Büyüdükçe bu ilgi ihtiyacı çocuksu yanını bırakıp yerini genç bir kızın beğenilme arzusuna dönüştürmüştü. Nereye giderse gitsin oradaki erkeklerin gözünün hep onun üstünde olduğunu bilmek Emilia’ya nedenini bilmediği bir şekilde iyi hissettiriyordu. Bu bakışların birçoğunun amacı, niyeti ya da hedefi olsa da Emilia ikiyüzlü davranışlara ve yanındaki sahte arkadaşlara o kadar alışmıştı ki artık bu insanlar olmadan kendini onaylanmış veya sevilmiş hissedemiyordu. Yaşı genç olmasına rağmen birkaç erkekle görüşmüş ve mektuplaşmıştı. Bu mektuplar upuzun aşk dolu mektuplar olsa da Emilia mektuplarda yazan abartılı aşk cümlelerini okuduğunda midesi bulanır gibi oluyordu. Ancak arkadaşlarının yanında bu mektupları okurken sanki yazılanlar kalbine dokunmuş ve onu hayran bırakmış gibi davranıyordu. Arkadaşları Emilia’yı kendisine böyle bir mektup yazıldığı için ne kadar şanslı olduğu ve böyle bir aşkın masallarda bile olamayacağı konusunda ikna etmeye uğraşıyorlardı. Emilia, bu sahte aşk palavracılarının da yalancı arkadaşlarının da farkındaydı ama kendini “mış” gibi yapmaya ve her şey tozpembeymiş gibi göstermeye o kadar alışmıştı ki bu duruma bir türlü son veremiyordu. Bir gün gerçekten birinin ona âşık olmasını ve onu bu dünyadaki her şeyden daha çok sevmesini canı gönülden istiyordu. Bu kişiyi bulduğunda artık rol yapmak zorunda kalmayacak ve ihtiyacı olan tüm ilgiye artık kavuşmuş olacaktı.

 

Emilia uzun zamandır tüm arkadaşlarının ve diğer soylu kızların Weston Prensi Arthur hakkında konuştuklarını, onun bu dünyadaki en yakışıklı erkek olduğunu, yüzünün, ellerinin ve o tatlı sesinin neredeyse kilometreleri aşıp tüm krallıklara kadar ulaştığını biliyordu. Emilia, Arthur’u hiç görmeden bile kesinlikle onun kendisine layık bir prens olduğunu düşünmeden edememişti. Balo günü bu kadar heyecanlı ve istekli olmasının sebepleri arasında tabii ki yakışıklılığı tüm krallıklara ulaşmış Prens Arthur’un da etkisi yok değildi. Baloda onu gördüğünde gerçekten anlatıldığı gibi çok yakışıklı ve herkesi büyülen bir genç olduğunu fark etmişti. Arthur kumral saçlı, mavi gözlü, oldukça uzun boylu ve Emilia’nın yaşıtı bir gençti. Emilia diğer kızların yaptığı gibi Arthur’dan çok etkilenmiş gibi davranmak yerine onu hiç umursamıyormuş gibi davranmayı seçti çünkü neticede o bir Gorg Prensesiydi, sıradan bir kız gibi davranamazdı. Gerçekten de Prens Arthur, Emilia’nın güzelliğini ve onunla ilgilenmemesini görmezden gelemedi ve onu dansa kaldırıp tüm kızların kıskançlıktan düşüp bayılacak gibi olmasına neden oldu. Her güzel şeyin bir kusuru olabilirdi Arthur’da bu kadar yakışıklı ve ilgi odağı olmasının verdiği haklı sebeplerle oldukça kendini beğenmiş ve yüksek egolu biriydi. Yere burnu düşse kaldırıp almaya bile tenezzül etmeyecek kadar burnu havadaydı. Bunun yanında kendisinden başka hiçbir konuda da konuşmayı sevmez, sürekli kendi yeteneklerinden ve ilgilendiği şeylerden bahsederdi.

 

Aslında Emilia ile benzer özellikleri olmasına rağmen Emilia bile bu kadar kibirli ve ilgi hastası biri değildi. Bu yüzden dans etmeye başladıkları andan itibaren Emilia’nın Arthur’a bakış açısı değişmeye başlamış ve herkesin etkilendiği kadar yakışıklı olmasa asla yanında kimsenin bir dakikadan fazla kalamayacağını anlamıştı. Ancak yine de onunla dansına ara verdikten sonra tüm arkadaşları etrafını sarıp Arthur’u sormuş, onun nasıl koktuğunu, sesinin nasıl olduğunu, ellerinin ne kadar yumuşak olduğunu merak edip Emilia’yı kıskançlıkla ve huzursuzca dinledikten sonra Emilia Arthur’u elde etmek zorunda olduğunu hissetti. Sonuçta Gorg Prensesi olarak diğer tüm kızlardan hem nüfuz hem de imtiyaz olarak daha yukarıdaydı bu yüzden de Arthur’u elde etmek onun için çocuk oyuncağıydı.

 

Diğer kızlar Arthur’un Emilia ile dans edişini izledikten sonra bu mücadeleden vazgeçmişlerdi. Ancak Emilia’nın mücadeleyi bırakmaya niyeti olmayan güçlü bir rakibi vardı, bu kişi de kuzeni Laura’dan başkası değildi. Emilia onun bakışlarından ve tavırlarından Arthur’dan hoşlandığını, ona imalı imalı bakışlar attığını, balo boyunca gözünü bir an olsun ondan ayırmadığını fark etmişti. Onunla aynı elbiseyi giymesi yetmiyormuş gibi bir de aynı erkekten hoşlanmış ve onu elde etmeye çalışıyordu. Emilia ona gerçekten haddini bildirmek ve o küçük aklıyla oynadığı sevimli kız rolünü bozmak istiyordu. Balodan sonra birkaç gün teyzesi ve yeğenleri sarayda misafir olarak kalmış ve bu süre zarfında Emilia, Laura’nın ona karşı olan tavırlarından Arthur’la dans ettiği için kıskandığını ve Arthur’u elde etmek için onunla rekabete girdiğini anlamıştı.

 

Ama Laura baştan kaybetmeye mahkûmdu çünkü Emilia çoktan ilk adımları atmış ve Prens Arthur’un katılacağı bir çay davetini öğrenip kendini davet ettirmişti. Bu davet neticesinde Arthur’la biraz daha yakınlaşacağını düşünüyordu ve böylelikle de hem Laura’nın hem de bir umutla bekleyen diğer kızların hayalleri suya düşmüş olacak ve Emilia’da istediği şeyi elde etmenin verdiği mutluluğa sahip olacaktı. Ayrıca Arthur’un balodaki o kibirli ve bunaltıcı tavırlarının geçici olduğunu, sadece onu etkilemek için öyle davrandığını düşünüp Arthur’u yeniden kafasında tahayyül ediyordu.

 

Kahvaltı bittikten sonra Emilia çay davetine katılmak için babasından ve annesinden izin aldı ve hazırlanmak için hizmetçileriyle odasına çıktı. Pudra pembesi renginde tül bir elbise giyip saçlarını bukleler halinde yaptırdı. Her şeyi hazır olduktan ve çok güzel göründüğüne emin olduktan sonra en güzel kokularını da sürüp önceden hazırlanmış olan at arabasına binip yolculuğa çıktı. Bu yolculuk sırasında yanında ona eşlik eden ve her zaman onun özel işlerini yapan yardımcısı Nancy de vardı. Nancy her ne kadar uyanık bir kız olsa da ona verilen görevleri yerine getirmede ustaydı bunun yanında ağzı da oldukça sıkıydı. Emilia’nın neredeyse tüm sırlarını ve planlarını bilir ayrıca da bu planları gerçekleştirmede ona yardımcı olurdu. Şimdi de planları Prens Arthur’u elde etmek ve o sevimsiz Laura’ya gününü göstermekti.

 

Çay daveti özel bir şatoda yapılıyordu ve buraya çok özel davetliler katılabiliyordu. Bu davetliler arasında diğer krallıklardan prensler ve prensesler, soylu beyler ve hanımefendiler vardı. Emilia şatoya geldiğinde tanıdığı birkaç kızla sohbet etmeye başlamıştı, onları dinliyormuş gibi gözükse de aslında gözü de kulağı da Prens Arthur’u arıyordu ancak prens hâlâ görünürlerde yoktu. Emilia uzun bir zaman orada vakit geçirmişti ancak iyice sıkılmış ve bunalmıştı. Biraz sonra Arthur kapıda belirdi ve tüm kalabalığın ilgisini üzerine çekmeyi başardı. Emilia sonunda beklediği kişi geldiği için sessizce önüne döndü ve çayını keyifle yudumladı. Arthur Emilia’yı fark edince doğrudan yanına geldi ve “Prensesim lütfederseniz size eşlik edebilir miyim?” diye sordu. Emilia zaten sabahtan beri bu anı beklediği için yüzünde en tatlı gülümsemesiyle başını “Olur.” anlamında hafifçe salladı. Emilia bir an prensin yanındaki gençle göz göze geldi ve genç adam hemen başını eğip Arthur’un yanına oturdu.

 

Prens Arthur, yanındaki genç adamı gösterip “Prensesim, arkadaşım ressam Galvin ile tanışın lütfen.” dedi. Emilia kendisine bakmaya çekinen ve sürekli gözlerini kaçıran genç adamın ressam Galvin olduğunu duyunca çok şaşırdı. Çünkü bu ismi çok duymuştu hatta baloya da katıldığını biliyordu ancak onu daha önce hiç görmemişti. Emilia, “Memnun oldum, Galvin Bey. Methinizi çok duydum.” demesi üzerine ressam Galvin’in gözleri ışıldar gibi oldu ve sadece teşekkür etmekle yetindi.

 

Prens Arthur ve ressam Galvin çok eski arkadaştı, neredeyse küçüklüklerinden beri birlikteydiler. Weston ülkesi genellikle çok özgür ruhlu ve sanatsever insanların yaşadığı bir ülke olduğu için birçok ünlü sanatçı yetiştirmişlerdi. Ressam Galvin’de bunlardan biriydi. Galvin henüz yirmilerinin ortasında, kumral kıvırcık saçlı ve yeşil gözlü bir gençti. Yüzünde sanatçı kişiliğinin vermiş olduğu bir gizem, gözlerinde de insanların içini delip geçen bir derinlik vardı. Henüz genç olmasına rağmen oldukça yetenekliydi ve ünü dört bir yana yayılmıştı ancak olgun karakteri sayesinde bu ünü hiç önemsemeden sadece sanatıyla ilgileniyordu. Günbatımı, gündoğumu, çiçek tarlaları ya da kar tanelerinin düşüşü onun için kaçırılmayacak anlardandı. Bunun yanında portre çizmede de oldukça maharetliydi ancak çizdiği portrelerde insanların özel bir anlarını çizmeyi daha çok severdi. Örneğin, gülen bir adamı, ağlayan bir kadını, korkmuş bir çocuğu yüzündeki tüm izleri hissettirecek şekilde çizmek ve onu adeta gerçekliğiyle ayırt edilemez gibi göstermekte usta bir ressamdı.

 

Ancak bunca sayısız güzel manzaralar çizmiş ve sayısız güzel kadınların portresini çizmiş olan ressam Emilia’yı gördüğünden beri bundan önce çizdiği tüm güzel şeylerin onun karşısında bir hiç olduğunu düşünüyordu. Ne ilkbaharda açan bahar çiçekleri, ne masmavi gökyüzünde uçan kuşlar, ne yaprakların üstüne usul usul düşen yağmur damlaları, hiçbirinin Emilia’nın karşısında bir değeri ya da mükemmelliği yoktu. Emilia, hafif turuncu saçları, yeşil gözleri, bembeyaz teni ve o kendinden emin dik duruşuyla Galvin’in daha önce görmediği güzellikte bir manzaraydı. Aslında Galvin onu ilk defa baloda tek başına otururken görmüş ve onu gördükten sonra öylece kalakalmıştı. Eğer etrafında dans eden ve eğlenen coşkulu kalabalık olmasa Galvin hemen tuvalini ve fırçalarını çıkarıp onu resmederdi. Ancak ne adını ne de nereli olduğunu bilmediği bu güzel kızın kibirli havasının karşısında bildiği bütün ilhamlarını unutmuştu ve sanat artık onun için yeniden başlayacaktı.

 

Galvin baloda Emilia’ya doğru kilitlenmiş bakarken ve gözünü ondan bir an bile ayıramıyorken Arthur arkadaşının bu kızdan hoşlanabileceğini hiç düşünmeden “Galvin, sen gerçekten de tam bir sanatçısın. Bütün tablolar içinde en güzelini nasıl da buldun.” dedi. Daha sonra Galvin’e o kızın Gorg Prensesi Emilia olduğunu ve onunla bir izdivaç düşündüğünü anlattı. Ancak Galvin sessizce arkadaşına bakıyor, onun Emilia ile ilgili planlarını dinliyordu. Kendisinin bakmaya kıyamadığı bu güzelliğe arkadaşının bu kadar umursamazca davrandığını görmek canını oldukça yakmıştı fakat Emilia’nın da onunla dans ederken ki mutlu halini görünce başını çevirip bir daha da Emilia’ya bakmak istemedi. Oysa o günden beri unutamadığı ve ona yeni ilhamlar bahşeden bu güzellik tanrıçasının şimdi karşısında oturup onu tanıdığını söylemesi bile Galvin için yeterliydi, onun sesini duydukça kalbinde kelebekler uçuştuğunu hissediyordu.

 

Emilia, ressam Galvin’in ona olan hislerinden habersiz Prens Arthur’la sohbet ediyordu. Bir ara kalkıp yeşil arazide yürümeye başladılar, Galvin ve Emilia’nın yardımcısı Nancy de arkalarında yürüyüş yapıyorlardı. Arthur balodaki gibi yine kendinden bahsediyor, gittiği ülkeleri, gördüğü manzaraları, aldığı en pahalı kıyafetleri anlatıyordu. Sadece anlattıkları değil anlatımı da oldukça kibirliydi. Emilia sesli sesli nefes alıp verişlerinde belki Arthur sıkıldığını anlar konuyu değiştirir diye düşünse de Arthur her seferinde yeni bir macerasını anlatıyordu. Bir ara giydiğinde tenini rahatsız eden kumaşlardan, çocukluğundan beri vücudunu özel olarak yıkadığı yağlardan ve sırf bir ayakkabısı kayboldu diye tüm saray görevlilerini bir günde nasıl işlerinden etiğini kendisine övgüler yağdırarak anlatıyordu. Emilia, Arthur ile tanışana kadar, kendinin kibirli ve bencil biri olduğunu düşünüyordu ancak onun yanında Emilia iyilik perisi kalırdı. Tüm bu kibrinin yanında o kadar yakışıklıydı ki Emilia keşke çenesini hiç açmadan öylece susup dursa daha iyi olur diye düşünüyordu. Bazen Arthur’un Emilia’ya iltifat ettiği ya da güzel sohbetler de açtığı oluyordu, bunlar birazcık Emilia’nın yüreğine su serperken yine Arthur konuyu kendine getirmeyi başarıyordu.

 

Galvin, Emilia’nın yüzünden hayal kırıklığına uğradığını ama yine de prensten hoşlandığını okuyabiliyordu. Ancak Arthur ona bir şey sormadan muhabbetlerine dâhil olmuyor, prensesin sorduğu sorulara da gelişigüzel cevaplar vermeye çalışıyordu. Bu uzun yürüyüş sonunda bir ara Galvin prensi yavaşça kenara çekti ve kızlar görmeden ona “Prensim, hanımefendinin gönlünü hoş etseniz, sanki pek keyfi yok gibi.” dedi.

 

Prens Arthur bunun üzerine “Zaten onunla sohbet ediyorum ya daha ne yapayım?” diye sorunca Galvin yanlarında bulunan papatya çiçeklerinden birini koparıp kızlara belli etmeden prense uzattı, “Bunu verin prensim, kadınlar çiçeklerden çok hoşlanır.” dedi.

 

“Verirken de “Dünyada sizden daha güzel bir çiçek olamaz ama lütfen bunu kabul edin.” deyin.” diye ekledi. Arthur Galvin’in önerisini gönülsüz de olsa kabul etti ve Emilia’ya papatyayı uzatıp Galvin’in söylediklerinin aynısını söyledi. Emilia bunu prensin kendisine bir işareti olarak algıladığından çok mutlu oldu ve bu çiçeği hep saklayacağını söyledi. Galvin, Emilia’nın gözlerinin parıldadığını görünce onun mutlu olmasında biraz olsun katkısı olduğu için içten içe sevinç duydu.

 

Yürüyüşten döndüklerinde oturup sohbetlerine devam ederlerken Emilia, kalabalığın içinde bir anda Laura’yı görünce kan beynine sıçradı. Nancy, kolunu çekiştirip sessizce “Gelmiş sevimsiz.” dedi ve Emilia da ona “Gelsin bakalım, prensin benimle ilgilendiğini kendi gözleriyle görsün de aklı başına gelsin.” diye fısıltıyla karşılık verdi.

 

Laura onları fark edince doğrudan yanlarına geldi ve protokol gereği hem Emilia’ya hem de Arthur’a selam verip yanlarına oturdu. Prens Arthur, Laura’nın abisi Ronald’ı çok yakından tanıdığından abisi hakkında sohbet etmeye başladılar. Emilia, Laura’nın yapmacık hareketlerini gördükçe derin derin nefesler alıyordu. Prens Arthur’un ise keyfi gayet yerindeydi, çoktan Emilia’yı unutmuştu, az önce kendine anlattığı ve özel olduğunu söylediği anılarını şimdi yanında Laura’ya anlatıyor, onunla kahkahalarla gülüyordu. Emillia, Arthur’un gerçekten de ondan hoşlandığını ve ona ilgi duyduğunu düşünmüş, Laura’nın baştan bu mücadeleyi kaybettiğine de emin olmuştu. Ancak şimdi ikisine uzaktan baktığında asıl kaybetmek üzere olanın kendisi olduğu aşikârdı. Arthur, Laura’ya her güldüğünde Laura, Emilia’ya gözlerini devirip bakıyordu.

 

Laura, Galvin’in ressamlığı hakkında övgü dolu sözler söyleyip ondan kendisinin de bir portresini çizmesini istediğini söyledi ve “Herhalde çizdiğiniz en güzel portre olacaktır.” diyerek kahkahalarla güldü. Emilia bunun üzerine dayanamayıp “Aslında ressam Galvin önce benim portremi çizecek, sen sıranı bekle.” dedi. Galvin prensese dönüp bakınca Emilia yalvaran gözlerle ressama bakıyor ve pot kırmaması için dua ediyordu. Galvin’in yüzünde hafif bir gülümseme peyda oldu ve “Evet, önce prensese söz verdim.” dedi. “Ayrıca da daha önce hiç bu kadar güzel bir kadının portresini yapmamıştım, benim için de ilk olacak.” diye ekledi. Emilia’nın yüzünde sıcacık bir gülümseme belirirken Laura huzursuzca yerinde kıpırdandı ve Galvin’e kötü kötü bakmaya başladı. Sonra da sinirle, “Ben de o zaman daha iyi bir ressama portremi yaptırırım.” deyince Arthur, “Lütfen prensesim, Galvin’den daha iyi bir ressam bulmanız imkânsız.” diyerek onu teselli etmeye çalışsa da Laura, ressam yüzünden Emilia karşısında küçük düştüğü için şimdiden ondan nefret etmişti ve ona öldürücü bakışlarıyla bakmaya devam ediyordu.

 

Uzun zaman bu sohbetler devam ettikten sonra Laura’da etraftaki yeşil doğanın tadını çıkarmak istediğini söyledi ve prense de kendinde eşlik edip etmeyeceğini sordu. Arthur bu nazik teklifi reddetmeyince Emilia hemen ayağa kalkıp “Ben de tekrar yürüyüş yapmak istiyorum.” diyerek peşlerine takıldı. Arthur ortada ve iki prenseste sağ ve sol tarafında, ressam ve Nancy de arkalarında birlikte az önce gittikleri yolu tekrar yürüyüp sohbet ediyorlardı. Emilia prensin az önce kendisine gösterdiği ilgiyi şimdi Laura’ya göstermesinden oldukça rahatsız olmuştu. Daha önce hiçbir erkek ona böyle davranmamış onu her zaman biricik olarak görmüştü ancak Arthur’un ona olan bu davranışlarını aslında tanıdığı her kıza yapıp yapmadığına emin olamıyordu. Aslında Prens Arthur iki prensesinde ona olan ilgisini fark etmiş ve bu iki güzel kadının kendisi için kavga etmesi de hoşuna gitmişti. Bir tarafta Gorg Krallığının damadı olmak bir tarafta Thanos Krallığının damadı olmak vardı. Weston Prensi için ikisi de yeterli bir konumdu. Bu yüzden kendisi için birbirlerine imalı imalı laf sokan ve sürekli onun için canla başla mücadele eden bu prenseslerin ikisine de aynı ilgiyi gösteriyordu. Sonuçta hangisi bu mücadeleyi kazanırsa Arthur’da onunla evlenmeyi kabul edebilirdi. Yani artık bir seçeneği değil iki seçeneği vardı ve her hâlükârda bu işten kazançlı çıkacak olan kişi oydu.

 

Emilia kendi kafasında düşüncelere dalmış yürürken Laura bir anda Emilia’ya omuz attı ve Emilia ayağı taşa takılıp yüz üstü çamura düştü. Bütün yüzü ve elbisesi çamur olmuş bir vaziyette ayağa kalkmaya çalışırken Laura kahkahayı bastı ve Arthur’da ona eşlik etti. Emilia yüzü gözü çamur olmuş bir şekilde onlara bakarken yardımına Galvin ve Nancy yetişti. Galvin, Emilia’yı yerden kaldırıp üzerinden yeleğini çıkarıp yüzündeki çamurları silmeye çalıştı. Emilia ağlamamak için kendini zor tutuyorken Laura ve Arthur’un keyifli hallerini gördükçe ağlamanın yerini sinir krizi alıyordu. Nancy ve Galvin’in yardımıyla yüzünü yıkamak ve üstünü değiştirmek için şatoya döndü. Herkesin Emilia’nın çamur içindeki haline şaşırıp bakmasındansa şu an yeşil doğanın içinde Laura ve Arthur’un yalnız olması Emilia’yı daha çok delirtiyordu.

 

Yüzünü yıkayıp üzerini değiştirdi ve aşağıya indiğinde Laura ve Arthur’un hâlâ köşede oturmuş sohbet ettiğini görünce yine sinirlenmeye başladı. Galvin, Emilia’yı görünce “Prensesim, nasılsınız? Daha iyi oldunuz mu?” diye sordu uysal bir sesle. Emilia, Galvin’e yaptığı her şey için teşekkür edip Arthur ve Laura’nın yanına oturdu. İçinden Laura’dan intikamını almak için yeminler ediyordu, ona bu yaptığının bedelini ödetecekti ancak Arthur’un yanında asil bir prenses gibi davranması gerekiyordu. Laura’nın ise o sevimli yüzünün altında sakladığı sinsi bir cadı olduğunu zaten biliyordu ve bugün yaptıklarıyla buna iyice emin olmuştu. Arthur artık gitme zamanının geldiğini söyleyip tekrar görüşmek istediğini de ekleyerek huzurlarından ayrıldı. Galvin’de giderken iki prensese selam verdi ve Emilia’ya “Hoşça kalın prensesim.” diyerek yanlarından ayrıldı.

 

Arthur ve ressam gittikten sonra Emilia, Laura’ya döndü ve ona yaptığı şeyin bedelini ödeteceğini, onun bu yaptığını annesi de dâhil herkese anlatacağını söyleyecekti ki Laura’nın kulağına taktığı papatyayı görünce dili tutulur gibi oldu. Prens Arthur, kendisine verdiği papatyayı ona da vermiş bir de saçına takmıştı. Ona söylediği sözün aynısını da söylemiş miydi acaba diye düşünmeden edemedi. Arthur gidince artık burada kalmasının bir anlamı olmadığını düşünen Laura, Emilia’ya gözlerini devirip “Hoşça kal, çamur prenses.” deyip gülerek gitti. Emilia’nın kendisine söylenen hiçbir kötü sözü karşılıksız bırakmayacağını bilen Nancy, onun böyle Laura’nın arkasından bakıp sessizce oturmasına anlam veremedi. “Prensesim, niye hiçbir şey söylemediniz, dilinizi mi yuttunuz?” dedi. Ancak Emilia ona cevap vermedi ve sessizce oturmaya devam etti. İlk defa kendini bu kadar küçük düşmüş ve gururu kırılmış hissettiğinden tanıdık olmadığı bu duygu onun böyle susmasına neden olmuştu.

 

Saraya döndüklerinde akşam olmuştu, akşam yemeğinde herkes Emilia’nın ağzını bıçak açmamasından bir şeyler olduğunu düşünmüş ancak Emilia sadece yorgun olduğunu direterek konuyu kestirip atmıştı. Ancak ne olursa olsun her daim neşeli olan ve bu dünyada hiçbir sıkıntıyı kendine yük edinmeyen Emilia'yı böyle görmek herkesi şaşırtmıştı. Üstelik bir de Kraliçe Fiona, çay davetine Laura’nın da katıldığını, onunla sohbet edip etmediğini sorunca Emilia’nın yüzü tekrar kara bulutlara teslim oldu ve yemek boyunca bir daha da konuşmadı. Fiona, kızının gelgitli ruh hallerine alışkın olduğundan bu halini kötüye yormadı, onun bu aralar tek düşündüğü Alberta’nın izdivacıydı ve buna gölge olacak hiçbir problem duymak istemiyordu.

 

Yemek bittikten sonra Emilia odasına çekildi ve yatağına uzanıp bugünü hafızasından silmek için bir an önce uykuya dalmak istedi. Prens Arthur’un ve Laura’nın yaptıklarını düşünüyor, kafasında evirip çeviriyordu. Arthur’un tüm kendini beğenmişliğine katlanmışken ona gösterdiği ilginin birebir aynısını Laura’ya da gösterdiğini düşündükçe deliriyordu. Yere düşüp çamur olduğunda Laura ile birlikte kahkahalarla gülmesi ve onu yerden kaldırmaya bile tenezzül etmemesi asla bir prense yakışacak bir hareket değildi. Sinirden ona verdiği papatyayı ile parçalayıp yere atmıştı. Emilia, düşündükçe sinirden yatakta bir o yana bir bu yana dönüyor ve yeni planının ne olacağını düşünüyordu. Arthur’u kendine deli divane âşık etmek, Laura’dan da intikam almak istiyor ve ikisine de bugün ona yaşattıklarının hesabını sormak istiyordu. O kadar sinirliydi ki gözyaşları daha gözlerine gelmeden yok olup gidiyordu, ağlamak istemiyor tamamen içindeki nefreti ve hırsı ayakta tutmak istiyordu.

 

Biraz sonra odasının kapısı çalındı, Emilia rahatsız edilmek istemediği için ses vermedi ancak kapı tekrar çalındı ve kapının arkasından Kral Harold, “Kızım yanına gelebilir miyim?” diye seslendiği duyuldu. Kızının yemekte ne kadar üzgün olduğunu gördüğü için onunla konuşmak istemişti.

 

Emilia hemen kapıyı açtı ve Kral Harold gelip yatağının kenarına oturdu. Emilia babasını yatağının kenarında oturmuş görünce bir anda tüm sinirini unutup küçücük bir kız çocuğuna dönüştü ve sanki babası ona masal okuyacakmış gibi babasının şefkat dolu gözlerinin içine baktı. Kral Harold, Emilia’nın yüreğine dokunan sesiyle “Kızım, iyi misin?” diye sordu, geldiğinden beri ağlamamak için kendini tutan Emilia babasının sesini duyunca kendini tutamadı ve göz pınarlarına yaşlar birikmeye başladı.

 

Emilia gözlerinde biriken yaşları silip “İyiyim baba. Sadece biraz yoruldum.” dedi. Kral Harold, kızının güneş gibi altın saçlarını okşadı ve kızına kocaman sarıldı. “Eğer bir derdin varsa her zaman bana anlatabilirsin kızım, ben senin babanım.” dedi. Daha sonrada, “Ama eğer bana anlatamayacağın özel bir şeyse o zaman annene ya da kardeşlerine anlat. Biz bir aileyiz kızım, sadece mutlu günlerimizde değil kötü günlerimizde de birbirimizin yanında oluruz. Siz olmasanız ne bu krallığın ne bu sarayın ne bu zenginliğin bir önemi yok benim için. Siz benim servetimsiniz.” dedi.

 

Sonra da iki eliyle kızının yüzünü avuçları arasına alıp “Senin bu gözyaşların için ben tüm dünyayı yok ederim. Bu gözyaşlarının sebebi kimse söyle ona benim kızımı üzmek ne demekmiş göstereyim.” diye ekledi.

 

Emilia, babasının şefkat dolu sesini ve yaş dolmuş gözlerini gördükçe yüreği aniden kuş gibi hafifledi ve bu dünyada kimsenin onu babası gibi sevmeyeceğini anladı. Sonra babasına sıkıca sarılıp “Gerçekten iyiyim baba, senin sesini duymak beni o kadar rahatlattı ki. Artık hiçbir derdim kalmadı.” dedi. Gerçekten de Emilia artık rahatlamış ve gülümsemeye başlamıştı. Kral Harold kızının iyi olduğunu görünce onun da yüzünü huzur kapladı. Emilia, babasının ellerini tuttu ve “Baba, beni sevdiğini biliyorum ancak bazen sadece bilmek yetmiyor insan sürekli duymak istiyor.” dedi ve sıcacık gülümsedi.

 

Kral Harold, kızına sarılıp “Seni çok seviyorum kızım.” dedi ve gülümseyerek “Bak, bana bu yaşımda bir şey öğrettin. Bazen insan sevdiğini söylemeyi unutuyor, nasıl olsa karşımdaki bunu biliyor diyor. Oysa senin söylediğin gibi insan sadece bilmek değil duymak da istiyor.” dedi ve kızının yüzünü okşadı.

 

Kral Harold, gittikten sonra Emilia karanlıkta yatağında sırt üstü uzanıyordu ve gerçekten uzun zamandır hissettiği kalp kırıklıkların neredeyse çoğunun tamir olduğunu hissetmeye başlamıştı. Bunca zaman babasının ve ailesinin onu sevmediğini, onu istemediğini düşündüğü için kendine kızıyordu. Oysa şimdi yüreği kuş gibi olmuştu ve artık üzüldüğü her şeyin gelip geçici şeyler olduğunu düşünüyordu. Gözleri yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı, babasının okşadığı saçlarına dokundu ve gözlerini kapatıp huzurla uykuya daldı.

 

 

-BÖLÜM SONU-

 

Yorumlarınızı bekliyorum...

Loading...
0%