@withmeral
|
11
“Sakın kıpırdama, silahını ve çantanı yere bırak.” dedi kadın. Winston, bu sesin kime ait olduğunu biliyordu ve ona söylenileni yaptı. “Şimdi ellerini başının arkasına koy ve arkanı dön.” Winston, arkasını döndüğünde silahın ucunda Laura’nın kırmızı ojeli parmaklarını gördü. “Merhaba, Winston. Seni yeniden görmek ne güzel.” dedi alaycı bir gülümsemeyle. Winston, artık ona karşı duygusal olarak hiçbir şey hissetmediğini biliyordu. Anlaşılan Başkan G’nin evinde kalacak kadar onun güvendiği biriydi ve başından beri her şeyden haberi vardı. Winston, onun gözlerine baktığında şaşkınlıkla donakaldı çünkü onun gözlerinde pıhtıdan eser yoktu. “Otur şuraya.” dedi Laura. “Anlat bakalım, buraya nasıl geldin? Daha doğrusu, nasıl hâlâ hayattasın?” diye sordu. “Neden, ölmemi mi istiyordun?” diye sordu Winston, dişlerinin arasından. Laura, silahını Winston’a doğru tutuyordu ve alaycı bir gülümsemeyle, “Yani ölmen yaşamandan daha yüksek bir ihtimaldi.” dedi. “Bazen hayatta ufacık ihtimaller de vardır Laura.” “Önemi yok Winston, dışarıdaki cehennemde ölmediysen buradan çıkışının olmayacağını da bilmen gerekir.” Laura, odada keyifsizce dolandı, kendine bir içki koydu ve Winston’un karşısına oturdu. Ancak bir eli hâlâ silahının üzerindeydi ve bir hareketinde Winston’ı öldürmekten çekinmeyeceği aşikârdı. “Sahi, o patlamadan nasıl çıktın? Bütün merkezi havaya uçurmuştuk.” Winston, yerinde kıpırdandı. “Patlamadan önce çıkmıştım.” Laura, içkisinden bir yudum aldı ve “Şaşırdım doğrusu Winston, seni hep aptal biri olarak görmüştüm ancak demek ki biraz da olsa zekân varmış.” dedi. Winston, ona cevap vermedi. “Peki sen Laura, sen de anlatmak ister misin?” Laura, şaşırmış bir şekilde ona baktı, “Neyi?” diye sordu. Şimdi Winston, Laura’ya nefret ve iğrenmeyle karışık bir duyguyla baktı. “Mimarı olduğunuz cehennemi, öldürdüğünüz ve ölümüne sebep olduğunuz onlarca insanı, mahvettiğiniz koca şehri… Daha sayayım mı? Ürettiğiniz ilaçlarla nasıl herkesi kör ettiğinizi ve sonra da bir fare gibi burada saklandığınızı.” Laura, gözlerini bile ayırmadan Winston’a küçümseyici bir ifadeyle bakmaya devam etti. “Ahh, Winston, soru sormayı ne zaman öğrendin? Oysa seni tanıdığım zaman boyunca hiç soru sorduğunu görmemiştim. Aynı bir koyun gibiydin.” dedi. Sonra, arkasına yaslandı ve devam etti: “Ama madem merak ediyorsun o zaman sana her şeyi anlatabilirim. En azından ölmeden önce, bu hastalığın ilk kurbanı olarak her şeyi bilmen hakkın diye düşünüyorum.” Bir elini, kırmızı saçlarında gezdirdi, “Nereden başlayalım, iki buçuk ay öncesinden mi yoksa 6 yıl öncesinden mi? Bence her şeyin en başından başlayalım, böyle daha dramatik olur. Bundan 6 yıl önce, ilaç laboratuvarında stajyer olarak çalışmaya başlamıştım, işim üretilen ilaçların yan etkilerini tespit etmekti. Ancak bir gün, beni Başkan’ın özel binasına davet ettiler ve bana iş teklif ettiler.” “Başkan’ın yeni bir projesi olduğundan bahsettiler, her yıl alınan ilaçlardan daha farklı yeni bir ilaç yapılmasını ve bu ilacı bizzat benim hazırlamamı istediler. İlk başlarda ben de tam olarak ne yapılacağını anlamamıştım. Karşılığında öyle büyük bir para vereceklerdi ki, elimin tersiyle itmem imkânsızdı. Bu parayla hayatımın sonuna kadar çalışmadan yaşayabilirdim. Ancak daha sonra Başkan bir gün, beni özel olarak odasına davet etti, bana projesini kendi anlattı ve ilk başta bu çılgınlık diye düşündüm ancak Başkan’ın dâhiyane fikirleri insanı öylesine etki altına alıyor ki, o gün kesinlikle bu işi yapacağıma kendime söz verdim.” “Başkan, insanların özgürleşmesini ve bireyselleşmesini istiyordu, bütün hayatını buna adamıştı. Öncesinde kullandığımız ilaçların içinde adrenalini yükseltici maddeler vardı ve bunun neredeyse yıllardır sorunsuz çalıştığını görmüştük. Aslında ilk ilaçlar bu projenin ön denemesiydi ve sorunsuz çalıştığını görünce ikinci adıma geçilmesini istedi. Buna göre, insanların özgürleşebilmesi ve insanlığın gelişebilmesi için insanın içinden bir duygunun alınması gerektiğini söyledi.” Laura, bu son söylediği Winston’da nasıl bir etki bıraktığını görmek için ara verdi, Winston, şaşırmış bir şekilde ona bakıyordu ve “Ne?” dedi. “Evet, insanların içinden bir duyguyu “puf” diye yok etmek istedi. Bu projeyi bana söylediklerinde, ellerinde henüz doğru düzgün belgeler ve araştırmalar yoktu. Hangi duyguyu ortadan kaldıracaktık, bunun sonuçları ne olacaktı, ilacın üretimi kaç yıl sürecekti gibi bir sürü sorular vardı. Hemen 6 kişilik bir ekip kuruldu, bunlar Başkan’a en sadık insanlardan oluşuyordu ve proje yürütücüsü de bendim. Herkesten bir duyguyu araştırmasını istedim ve neredeyse 6 aylık bir çalışmayla önüme düzinelerce rapor, anket, istatistik gibi belgeler koydular. İlk problem şuydu, insanların içinden hangi duyguyu almalıydık, sevgi mi, nefret mi, kıskançlık mı, üzüntü mü yoksa korku mu?” “Elde ettiğimiz bu verileri Başkan’a sunduğumuzda bunların hiçbir işe yaramayacağını söyledi. Hatta o günkü sözlerini çok net hatırlıyorum. Demişti ki, “Bu duyguların yok edilmesi insanlığa hiçbir şey kazandırmaz. Aksine bu duygular insanların bu dünyada yaşaması için bir neden sunar. Sevgi, her şeyi daha katlanılabilir yapar, kıskançlık insanlar arasında rekabeti arttırır, üzüntü insanları bireyselleştirir, korku insanı daha kolay köleleştirir ve nefret de bu dünyadaki savaşın en önemli yapı taşıtıdır.” “Açıkçası, o gün ekip arkadaşlarımla bu konu üzerinde epey düşündük. Hangi duyguyu önersek Başkan bunu reddediyordu. Sonunda daha iyi bir araştırma yaptık ve aramızda yaptığımız bir seçimle hepimiz Başkan’ın yok olmasını istediği duygunun ne olması gerektiğine karar verdik.” “Hangi duygu?” diye sordu Winston korkarak ve içinde şu anda olmayan o duyguyu bulmaya çalıştı ancak içindeki bu eksikliği bulamadı. Laura, gülümsedi ve “Merhamet, Winston.” dedi. Sonra da fısıltıya yakın bir sesle, “Tüm insanlıktan merhameti aldık.” dedi ve kahkahalarla güldü. Winston, korkuyla Laura’nın gözlerine baktı. “Ama korkma, merhametin yerini yeni bir duygu doldurdu.” dedi sonra da yeniden gülümseyerek “Artık herkes merhametsiz.” diye ekledi. Winston’ın zihni ona bir görüntü gösterdi, içki içtikleri o zamandan bir görüntü ve Laura’nın anlattığı onca saçma şey arasında söyledikleri aklına geldi. “Sen.” dedi, “Sen bana o gün söylemiştin, sence merhamet olmasa bu dünyada ne olur, diye sormuştun.” dedi. “Ahh, bazen içince çok konuşuyorum işte.” diye kestirip attı Laura. Winston, başını yere eğdi, Laura’nın söylediği bu şeylere inanmak istemiyordu. Doğduklarından beri var olan bir duygu nasıl yok olup gidebilirdi… “Peki, körlük, onun tüm bunlarla ne alakası var?” diye merakla sordu. Laura, dudaklarını büzdü, “İşte, o bizim planımız dışındaki bir şeydi.” dedi ve ekledi: “Aslında her şey kontrol altındaydı, neredeyse 3 yıl ilaç üzerinde çalışmıştık ve yaptığımız deneylerde de buna benzer bir yan etki görülmemişti ancak planlar istediğimiz gibi gitmedi. İlaç, gözde bir yan etki yaptı, ilk hasta sendin ve o zamanlarda itiraf etmeliyim ki, her şey kontrol altında diye düşünmüştüm. Fakat 24 saat geçmeden başka hastalar da ortaya çıkınca durumun o kadar da basit olmadığını anladım, sonrası zaten malum. Ancak ilginç olan şu ki, ilaç bazılarınızı yarı kör bazılarınızı da tamamen kör yaptı. Bunu biz de anlayamadık ve açıkçası çokta umurumuzda olmadı. Yani, o tedaviler, terapiler falan sadece deneklerimizin neler yapacağını görmek içindi.” “Ve birde tabii, sinir krizleri var, aslında bu olası yan etkiydi ancak 6 aydan önce görülmemesi gerekiyordu. Fakat yine de sorun değil.” “Sorun değil mi? İnsanlar birbirini öldürdü, bir annenin bebeğinin kafasını taşla ezerek öldürmüş olduğunu gördüm.” dedi Winston, sinirle. Laura, ona kayıtsız bir yüzle baktı. “İnsanlık için ufak bir bedel Winston, bu kadar kafaya takma. Bak dışarıda hâlâ bu cehennemde bile yaşayan onlarca insan var.” Winston, bakışlarını odada gezdirdi çünkü şu anda bir öfke nöbeti başlamak üzereydi ama kendini sakinleştirmeye çalıştı. “Bu yaptığınız, saçmalık. Projeniz başarısız oldu işte, kaybettiniz ve burada bir fare gibi korkuyla saklanıyorsunuz ama elbet o körler burayı bulacak ve sizi de öldürecek.” diye bağırdı. “Öyle mi dersin?” dedi güçlü bir erkek sesi. Winston ve Laura aynı anda kapıya baktı, içeriye uzun boylu ve cüsseli, kumral bir adam girdi, başındaki fötr şapkasını çıkardı ve ceketiyle birlikte askılığa asıp koltuğa oturdu. Winston, adama dikkatle bakıyordu. Televizyonda gördüğü Başkan G, koca bıyıklı esmer bir adamdı. Bu adam da kimdi? “Winston’dı değil mi?” diye sordu adam ancak Winston, bu sesin her gün radyoda dinlediği ve ezberlediği o robotik sesle aynı olmadığına hükmetti. Bu adam Başkan G değildi. Ancak adamdan odaya yayılan o güçlü otoriter havaya karşı koyamadığını fark etti ve “Evet.” diyebildi. Adam, arkasına yaslandı ve “Sen dışarı çık Laura, biz Winston’la biraz sohbet edelim.” dedi. Laura, şaşırmış gibi baktı sonra da dışarı çıktı. Winston, çok garip duygular hissediyordu. Buraya Başkan G’yi öldürmeye ve her şeyin intikamını almaya gelmişti. Ancak şimdi öğrendikleri onu öyle şaşırtmıştı ki, yaşadıkları tüm bu cehennemin o aptal Başkan G’nin sapkın hayallerinden ibaretti. Koca şehir ve binlerce insan bu sapkın düşünceler uğruna mı ölmüştü? “Demek projenin başarısız olduğunu düşünüyorsun, öyle mi?” diye sordu adam, babacan bir tavırla. Winston, öfkeyle güldü. “Başkan G denen o adam, özgürlükten ve insanlığın ilerlemesinden bahsetmiyor muydu? Bu mu hayal edilen özgürlük? Mahvolmuş bir şehir, ölen binlerce insan ve tüm şehri yok eden bir salgın… Bunlar başarısızlık değil mi?” diye sordu. Adam, koltuğunda geriye yaslandı ve Winston’a uzun uzun baktı. “Nereden baktığına bağlı Winston.” dedi. Sonra da, “Ayrıca teknik olarak Başkan G, başarısız olmuş sayılmaz.” diye ekledi. Winston, şaşırarak ona baktı, “Nasıl? Şimdi saklandığı bir delikte yaptığı bu yıkımı izlemiyor mu?” diye sordu. “Hayır.” dedi adam. “Öldü mü?” “O ölemez.” diye yanıtladı adam. Winston kafası karışmış bir şekilde baktı. “Neden ölemez?” “Başkan G, ölemez çünkü o hiç doğmadı, yaşamadı ve var olmadı.” Winston, şaşırarak baktı. Adam, gülümsedi. “Biliyorum, kafan karıştı, nerdeyse 40 yılı aşkın süredir bildiğin bir gerçeğin olmadığını öğrenmek oldukça şok etkisi yaratmıştır. Ama sana şöyle anlatayım Winston, Başkan G, diye biri hiç olmadı. O fotoğraflarını ve videolarını gördüğünüz, her sabah radyoda sesini duyduğunuz adamlar aslında farklı kişiler. Yıllar önce parti lideri diye koyduğumuz bir adam görseli, biraz düzenleme ve makyajla herkesi aynı adam yapabiliriz.” “Peki neden?” “Çünkü insanları, tek bir merkezde toplamak gerekiyordu. Herkesin korktuğu, saygı duyduğu ve yasalarına koşulsuz bağlı olduğu bir Tanrı metaforu yarattık ve bunda başarılı da olduk.” “O zaman, tüm bunları yapan başkan kim?” diye sordu Winston. Sonra da, “Sen…” dedi. Adam yeniden gülümsedi. “Evet, Winston. Tüm bu cehennem benim eserim. Ben, Demon Smith.” Winston, birkaç saniye bir şey söylemedi. Kafası oldukça karışmıştı, buraya gelirken öldürmek istediği adam aslında karşısındaki bu adamdı, ona nefretle baktı. “Neticede her şey, mahvoldu değil mi? Planınız başarısız oldu.” dedi. Bir şeyler düşünebilmek için zaman kazanması gerekiyordu. Başkan, yerinde kıpırdandı. “Winston, bazı şeyleri görmek için sadece gözler yetmez. Ben yıllardır hayalini kurduğum projemi sonunda gerçekleştirdim, önemli olan da bu, başarılı ya da başarısız olduğu beni ilgilendirmiyor. İnsanların olduğu her yerde biraz hata payı bırakmak gerekir. Bu yıkım 6 ay sonra, kademeli olarak yaşanacaktı ancak kısa sürede yaşanması şimdi düşününce daha iyi bile oldu.” Winston, artık gerçekten hiçbir şey anlamıyordu, sinirle soludu. “Anlamıyorum, insanlar öldü, hastaneler, okullar, evler yıkıldı. Ortada bir şehir yok ve siz hâlâ yaptığınız şeyin başarısından mı bahsediyorsunuz. Bu muydu, istediğiniz tüm engellerinden arınmış saf özgürlük, anne kucağındaki gibi saf olmak bu muydu? Şimdi yöneteceğiniz bir şehir bile yok ortada…” Başkan, önündeki şehir maketine uzun uzun baktı. “Aslında, her şeyi kendi ağzınla söylüyorsun Winston. Ben insanların, asıl doğalarındaki gibi özgür olmasını istiyorum ve bütün hayatımı da bunun üzerine çalışma yaparak geçirdim. İnsanların asıl yurtları doğadadır Winston, bu şehirler, binalar, gökdelenler bunların hiçbiri bizim değil. Medeniyet, insanları bu taş binalara bağımlı hale getirdi oysa bundan milyon asır önce bütün dünya bizimdi. Atalarımız bütün dünyayı özgürce bir baştan bir başa dolaşabilir, istediği nehirden su içebilir, istediği yerde yaşayabilirdi. Devletler, sınırlar ve medeniyetler yoktu, tüm dünya insanlarındı.” Ayağa kalktı, pencereden dışarı bakarak huzur veren sesiyle konuşmaya devam etti: “Atalarımız özgürdü Winston, onlar annelerinin karnındaki gibi saf özgürlüğe sahipti. Ancak, medeniyet bu özgürlüğü elimizden aldı ve ben de insanlara gerçek özgürlüğü yeniden vermek istedim. Bu benim en büyük hayalimdi.” “Biliyor musun? Çocukken, babamla hayvanat bahçesine gitmiştim ve orada aptal gibi dans eden maymunları görmüştüm. Küçücük bir kafesin içinde, başlarında kırbaçla bekleyen görevliler ve onlara dans etmesi için bozuk paralar atan insanlar vardı. Ve maymunlar aptal gibi dans ediyor, insanları eğlendiriyordu. Babama sormuştum, “Bu maymunlar, vahşi değil mi? İsteseler sahiplerini ya da buradaki diğer insanları acımasızca öldürebilirler ama neden böyle aptal gibi dans ediyorlar?” Babam da bana, şöyle demişti: “Onlardan özgürlüklerini aldılar oğlum ve onlara korkuyu verdiler. Özgürlüğü elinden aldığında hiçbir canlı hayatta kalamaz.” Arkasını dönüp, Winston’a baktı ve çekmecesinden piposunu çıkarıp yaktı, “Maymunların ve diğer vahşi hayvanların yeri doğadır değil mi Winston? Onları dünyanın dört bir yanından toplayıp, küçücük alanlara sıkıştırıp, içlerinde olan o vahşiliği dizginleyip, daha hoş tabiriyle evcilleştirip onlara istediğimizi yaptırıyoruz, doğal alanında bir insanı görse parçalayacak olan aslanlar, çocuklarla oyunlar oynayacak hale geliyor. Bir hayvanın doğasına aykırı hareketler yapması sence de üzücü değil mi? İşte o gün hayvanat bahçesinde gördüğüm şeyler, benim hayatımı değiştirdi.” “Bir düşünsene Winston, biz insanların o aptal dans eden maymunlardan ne farkı var, bizi de birkaç metrekarelik evlere hapsedip, istedikleri gibi oynatmıyorlar mı? Toplum kuralları, ahlak ve etik kurallar, örf ve adetler ve daha nicesi, bunlar bizi evcilleştirmiyor mu? Oysa biz de o maymunlar ve aslanlar gibi, dağlarda, ormanlarda bütün kâinatın bizim olduğumuzu sanarak mavi gökkubenin altında ve toprağın tüm bereketiyle yaşamıyor muyduk?” “Peki, medeniyetler ve devletler ne yaptı? Hayatı boyunca devlet için çalışacak bir köle haline getirdiler insanları. Vergiler, borçlar, ekonomik sorunlar… Daha nicesi Winston… Yaşamak için hayatın boyunca para kazanmak zorundasın ancak yaşlandığında belki minicik bir evin, belki bir de araban olabilir… Oysa tüm dünya senin olabilir… Şu yeşil vadilere, ormanlara, nehirlere bir baksana…” Sesinin tonu değişmişti. “Ben insanlara, özgürleşme fırsatı sundum. Merhamet içlerinden çıktığında tıpkı ataları gibi vahşileştiler ve artık sınırları ortadan kaldırdılar. İstedikleri insanları öldürüp istediklerini yaşatma hakkı onların elinde, onları tutuklayacak bir devlet yok artık. Bir yasa, bir cezaevi yok, bir anne bebeğini öldürdü diye onu ayıplayacak bir toplum ahlakı yok. İnsanların içinde onları yiyip bitiren bir merhamet muhakemesi yok. Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi, dünyayı yeniden tanıyorlar… Artık devlet de toplum da yok.” Winston, Başkan’ın söylediklerini düşündü. Sesi öylesine etkileyiciydi ki, kafasının karıştığını hissetti. Sanki sözleri bir uyuşturucu gibiydi ve konuşmaya devam ettikçe Winston mantıklı düşünemediğini fark ediyordu. “Ama yine de bunca insanın ölmesi mi gerekiyordu?” diye sordu acıyla. Başkan, piposunu masaya bıraktı ve “Doğanın kuralı bu Winston, zayıflar ölür güçlüler kalır. Özgürlük için ödenen küçük bir bedel sadece.” Winston, Başkan’ın yüzüne baktı, yüzü oldukça hüzünlü görünüyordu. “Hiç korkmuyor musunuz? Bu merhametsiz vahşilerin bir gün size de acımayıp öldürmesinden. Ne de olsa sizden korkacakları artık bir yasa yok.” dedi. Başkan, Winston’ın kuş gözüne baktı ancak sanki onun zihnini okuyormuş gibi bir süre bekledi. “Benim canımın bir kıymeti yok ki Winston, ben bu yüzyılın başına gelmiş en büyük dâhiyim ve diğer dâhilere olduğu gibi adım asırlar sonra anılacak. Ben ölsem de, yarattığım bu yeni insan ırkı yaşamaya devam edecek, üreyecek ve evrimin ilk basamağından yeniden başlayacak.” dedi. Winston, onun parıldayan gözlerine baktı. O esnada, müthiş bir sesle cam bir anda tuz buz oldu, Winston korkuyla kendini masanın altına attı. Oda, camları delip geçecek silahlarla taranmıştı. Kısa sürede, odadaki eşyalar delik deşik oldu. Silah sesi kesildiğinde Winston, korkuyla ayağa kalktı ve o anda Başkan’ın yerde kanlar içinde yatan ölü bedenine baktı, yüzünde hâlâ o şefkatli gülümsemesi vardı. Dışarıdaki körler çetesi, malikânedeki silahlı görevlilerle çatışırken hızlıca binanın arkasından koşarak uzaklaştı. Sık ormanların arasından kaçarken, ardı ardına patlayan bombaları duyuyordu ama arkasına bile bakmadan koşmaya devam etti. Ancak tepeye çıktığında malikânenin alevler içinde yandığını ve tüm alevlerin ormanı sarmaya başladığını gördü. Başkan ve Laura kendi yarattıkları canavarların elleriyle ölmüştü. Winston, tepede oturup bir süre bekledi. Yapılabilecek artık hiçbir şey kalmamıştı, insanlık yok edilmiş ve şehir yıkılmıştı. Başkan’ın dediği gibi, insanlar kendi evrimini yeniden başlatacak, yeniden şehirler kurup, yeniden medeniyeti öğrenmeye başlayacaklardı. Belki asırlar sürse de içlerindeki merhametsizliği dizginlemeyi de öğreneceklerdi. Şimdi yapması gereken tek şey Tom’a verdiği sözü tutmak ve Diana’yı bulmaktı. Vakit kaybetmeden Çocuk Bakım Evi’ne vardı, bina hâlâ sağlam ve iyi durumdaydı. Etrafta canlılıktan eser yoktu, oysa buraya geldikleri gün çocuklar her tarafta koşuşturup oyun oynuyorlardı. Okulda biraz dolaştıktan sonra, çocukların yatakhanesinin olduğu binaya girdi. Odaların köşesinde çocukların isimleri yazıyordu, odaları tek tek dolaştı ve sonunda “Diana” yazan odanın önünde durdu. Kapıyı yavaşça açtı ve içeriye baktı ancak burada kimse yoktu. Odadan çıkmak için hareket ettiğinde bir ses duyduğunu sandı. Odaya dikkatlice baktı ve yatağın altında ona usulca bakmaya çalışan bir çift mavi göz gördü. Ancak bu gözler, fark edildiğini anladığında hemen içeri kaçtı. Winston, Diana’yı bulduğu için sevinçle gülümsedi ve derin bir nefes verdi. Şimdi, onu korkutmadan dışarıya çıkarması gerekiyordu. “Diana.” dedi, sesini tatlı bir şekilde çıkarmaya çalışarak. Ancak bir karşılık gelmedi. “Diana, ben baban Tom’un arkadaşıyım. Hatırlıyor musun, buraya ilk geldiğin gün, ben de arabadaydım.” Yine cevap gelmedi. Winston, yere oturdu. “Baban sana, eğer canavarlardan korkarsan yatağın altında saklan demişti değil mi Diana?” diye sordu. Diana, “Hı hı.” diye cevap verdi. Winston, gülümseyerek, “Ama ben canavar değilim Diana, eğer izin verirsen ben senin arkadaşın olmak istiyorum.” dedi. Diana, yeniden ufak yüzünü çıkardı ve Winston’un yüzüne bakınca geri kaçtı. “Ama sen de canavarlar gibi görünüyorsun.” dedi. “Biliyorum ama inan bana canavar değilim, Diana. Hem bak benim çantamda senin çok sevdiğin bir şey var.” dedi sonra da çantasından Tom’un evinden aldığı oyuncak ayıyı çıkarıp yatağın altına uzattı. “Bay Bobo…” diye sevinçle bağırdı Diana. Belli ki, bu sevdiği bir oyuncağıydı. Winston, onun kalbini kazanmak için çantasından kurabiyeleri çıkardı ve “Benim çok güzel kurabiyelerim var, bunları seninle paylaşabilirim istersen. Arkadaşlar birbirlerine her şeyini paylaşır değil mi?” diye sordu ve paketi yatağın altına uzattı. Diana, korkarak geri çekildi ancak kurabiyeler lezzetli göründüğünden karşı koyamadı ve bir tane korkarak aldı. Sonra cesaret ederek birkaç tane daha alıp yedi. Sonra usulca başını dışarı çıkardı ve Winston’u süzmeye başladı. “Aç mısın, istersen sana başka şeyler de verebilirim.” dedi Winston. Diana, çekinerek ona baktı sonra da başını “Evet.” anlamında salladı. “Ama dışarı çıkman gerek, eminim yatağın altı hiç rahat değildir.” dedi Winston. Diana, korkarak dışarı çıktı ama Winston’dan uzak durmaya özen gösterdi. Winston, Diana’nın yatağına oturdu, çantasından konserveleri ve sandviç ekmeklerini çıkardı ve ona bir kaşık uzattı. Diana, yemeklere şaşkınlıkla baktı ve oyuncağına sıkı sıkıya sarılarak hızlıca yemeye başladı. Winston, Diana karnını doyururken bekledi. “Ne zamandır burada saklanıyorsun Diana?” diye sordu. Diana, ağzındaki kocaman lokmayla konuşmaya çalıştı. “Herkes gittiğinden beri, saklanıyorum. Mutfaktaki yemek dolabından yemekler aşırdım ama kimseye söyleme olur mu sonra bana çok kızarlar.” dedi. Winston, Diana’nın masum ve güzel yüzüne bakınca gülümsedi. Bu kadar zaman burada nasıl hayatta kalabilmişti. Ne kadar güçlü ve cesur bir kız, diye düşündü Winston. “Merak etme, söz veriyorum kimseye söylemem.” dedi sonra da fısıltıyla “Aramızda sır.” diye ekledi. Diana utangaç bir şekilde gülümsedi. “Senin adın ne?” diye sordu Winston’a. Winston, sevecen bir şekilde, “Winston.” dedi. Diana, az sonra yemeğini bitirdiğinde Winston’un pıhtıyla kaplanan gözüne merakla karışık korkuyla baktı. “Gözüne ne oldu? Boya kutusuna mı çarptın?” diye sordu. Winston, gülümsedi, biraz düşündü çünkü onu korkutmadan cevap vermek istiyordu, “Hayır, gözlerim birazcık hasta oldu.” dedi. “O silahlı adamların da mı gözleri hasta oldu?” diye sordu Diana. Winston, sadece “Evet.” diyebildi. Diana, gözlerinde hüzünle Winston’a baktı, “Babam nerde, o neden gelmedi, o da mı hasta oldu?” diye sordu. Winston, bakışlarını ondan kaçırarak odada gezdirdi. “Baban çok uzak bir yere gitti Diana ve biz maalesef onun yanına gidemeyiz. Baban giderken dedi ki, benim güzel kızıma onu çok sevdiğimi söyle.” Sonra, onun masum yüzüne baktı. “Buradan birlikte gideceğiz Diana, canavarların olmadığı ve herkesin çok mutlu olduğu bir yere gideceğiz. Ve sana söz veriyorum seni hiç bırakmayacağım.” Diana, kollarını kavuşturdu ve dudaklarını büzdü. “Babam da öyle söylemişti ama beni burada bırakıp gitti.” dedi. Winston, kederle nefes verdi. “Biliyorum ama baban bunu yapmak zorundaydı Diana, lütfen ona kızma, baban seni çok seviyor ve eğer işi olmasaydı mutlaka seni görmeye gelecekti.” Diana, başını usulca kaldırdı. Winston, Diana’nın altın sarısı saçlarına hafifçe dokundu. “Buradan birlikte gideceğiz ve inan bana seni hiç bırakmayacağım, her zaman senin yanında olacağım.” “Babam gibi bana masal okuyacak mısın?” diye sordu Diana, meraklı gözlerle. Winston, gülümsedi ve beceriksizce “Ben pek masal bilmiyorum ama senin için öğrenebilirim.” dedi. Sonra da, “Artık gitmemiz gerekiyor, benimle gelecek misin?” diye sordu. Diana, muzipçe gülümsedi ve başını salladı. “Peki, kurabiyelerden daha var mı?” diye sordu. Winston, onun masum yüzüne baktı, uzun zaman sonra ilk defa kendini onun yanında bu kadar huzurlu ve güçlü hissetmişti. “Hmm, biraz düşünmem lazım. Önce buradan çıkalım, sonra kurabiyeleri yeriz.” dedi. Diana, ayıcığına sarılmış bir şekilde Winston’un sırtına atladı. Birlikte Çocuk Bakım Evi’nden çıktılar ve şehre ters yönde güneye doğru vadi boyunca ilerlediler. Arkasında yanıp kül olmuş şehre bakmadan önlerindeki vadide yürüdüler. Kış artık etkisini kaybetmiş, vadinin her yerinde renk renk çiçekler açmaya başlamıştı. Diana, Winston’un sırtından inip rengârenk çiçekleri toplamaya başladı, her bir çiçeğe özenle bakıyor, zıplıyor, kahkahalar atıp Winston’la şakalaşıyordu. Winston, Diana’yı beklediği için yavaş yavaş yürüyor ve onun mutlulukla parlayan yüzüne doyasıya bakıyordu. Nereye gideceklerini bilmiyordu. Dünyanın bir yerinde, Diana’nın huzurla yaşayabileceği bir medeniyet olduğunu düşünüyordu ve onu güvenli bir yere ulaştırana kadar durmadan aramaya devam edecekti, Tom’a verdiği sözü tutacak ve ona iyi bir baba olacaktı. Her ne kadar, Winston’da hasta olsa da artık sakinleştiricilere ihtiyacı olduğunu düşünmüyordu, Diana’nın varlığı ona ilaç gibi gelmişti. Hayatında ilk defa bir şeye karşı böylesine bir sevgi beslediğini fark etti. Yüreğindeki kar örtüsü 38 yıl sonra ilk defa kalkmış ve orada çiçekler filizlenmeye başlamıştı. Diana gibi, içlerinde merhametin, sevginin ve masumiyetin olduğu çocuklar dünyanın bir yerlerinde elbet vardı. Tüm bu merhametsiz insanların arasında, bu çocuklar geleceği inşa edeceklerdi. Diana’ya, yeni açan bir çiçekmiş gibi baktı, o çiçeği büyütecek, onu yağmurdan ve güneşten koruyacak, ona gözü gibi bakacaktı. Merhametsizliğin izlerinin onun güzel yüreğini lekelemesine izin vermeyecekti. Saatlerdir yürümekten yorulmuşlardı ve gölgede bir ağaç bulup altına oturdular. Diana, öyle yorulmuştu ki, gözleri uykulu uykulu bakıyordu. Winston, çantasından kurabiyeleri ve suyu çıkarıp Diana’ya uzattı. Diana, kurabiyeleri görünce hızlıca onları yemeye başladı. Winston çantanın içindeki kalan erzaka baktı, birkaç konserve ve kraker tarzı şeyler kalmıştı ama Winston, bunu sorun etmedi. Vadinin içinden geçen tertemiz bir nehir vardı, oradan su içebilir; ormandaki yabani meyveler, mantarlar ve bazı otlarla da açlıklarını bastırabilirlerdi. Bunun yanında, gördükleri tavşanları ya da kuşları da avlayabilir ve ziyafet çekebilirlerdi. Bir ateş yakıp, ağaç dallarından kendilerine barınakta yapabilirlerdi. Birkaç kilometre sonra, kasabalar ve köyler karşılarına çıkana kadar yürümeye devam ederlerdi. Diana, kurabiyelerini yerken bir kelebek onun etrafında uçuşmaya başladığında sevinçle havaya sıçradı ve kelebeği Winston’a göstererek “Bak, ne kadar tatlı değil mi?” diye sordu. Winston, onun parıl parıl parlayan gözlerine baktı, “Tıpkı senin gibi.” dedi. Diana, Winston’un gözlerine bakıp sıcacık gülümsedi ve bir anda küçük elleriyle boynuna sarıldı. Winston, onun minicik kalbinin atışını hissedince gözyaşlarına hâkim olmaya çalıştı ve Diana’nın güneşte ışıl ışıl parlayan altın sarısı saçlarına usulca bir öpücük kondurdu.
-BÖLÜM SONU- Yorumlarınızı bekliyorum...
|
0% |