@withmeral
|
6
Bir şeylerin ters gitmeye başladığının kokusu yavaş yavaş artmaya başlamıştı. Paul, dün 12 hasta getirildiğini söylemişti ve bu herkeste bir şok etkisi yaratmıştı. Sanki ilk karantinaya alınanlar unutulmuş gibiydi. Günde 2-3 defa yapılan kontroller, 1’e düşürülmüş ve sadece 30-40 dakika gibi kısa görüşmelere dönmüştü, artık onlarla işlerinin bitmeye başladığını anlıyordu Winston. Bu 1 aylık zaman diliminde, 6 hasta arasında ortak bir payda bulunmaya çalışılmış, yan etkiye tam olarak neyin neden olduğu tespit edilmek istenmişti fakat 1 aydır elde tutulur hiçbir şey bulamamışlardı. Belki yıllar sürse bulabilirlerdi ancak bu hastalığın salgına dönüşmesi demek tüm ülkenin bu hastalıktan haberdar olması demekti ve bu da Başkan G’nin isteyebileceği son şeydi. Winston, buradan çıkmanın bir yolunu bulmak istiyordu ancak bunu tam olarak nasıl başarabileceğini bilmiyordu. Kendini bunu yapabilecek kadar nitelikli de görmüyordu. Hayatı boyunca bir koyun gibi önüne ne verilirse yapmıştı şimdi hayatında ilk defa bir şeylere karşı gelme duygusu ona şaşırtıcı derecede güç veriyordu. Karantinadaki diğer 5 kişiye de güvenemezdi. Hepsi, içinde taşıdıkları sinsiliği bir gün ortaya çıkaracaktı, Winston bunu adı gibi biliyordu. Aynı zamanda, kaldıkları bu Büyük Merkez’in tam olarak şehrin neresinde olduğunu da bilmiyordu. Bunun yanında buradan çıkabilse bile, polisler ve devlet görevlileri onu yakalar ve belki de ortadan kaldırabilirdi. Bu yüzden de, uzun bir süre koyun olmaya devam etmesi gerekiyordu. Demir parmaklıklar şıngırdadığında, Winston ayağa kalktı çünkü bugün psikolog ile görüşme yapma günüydü ve ilk sıra onundu fakat görevliler, “Hepiniz hazırlanın.” deyince herkes şaşkınlıkla birbirine baktı. “Psikolog sizi toplu seansa alacak.” dedi görevlilerden daha genç olanı. 6 kişi de yanındaki görevlinin yardım etmesiyle koridorda ilerledi. Büyükçe bir odaya alındılar, burada 6 tane sandalye yuvarlak ve birbirine karşılıklı olacak şekilde koyulmuştu. Psikolog değişmişti, diğer baygın suratlı kadın yerine, gözlüklü bir adam gelmişti ve “Oturun.” dedi güvenilir bir ses tonuyla. Herkes bulduğu bir sandalyeye oturduğunda, oldukça komik bir görüntü oluşmuştu çünkü bütün kuş kafalar, doktoru görebilmek için koltuğunda yan oturmak zorunda kalıyordu. Doktor, gözlüğünü istemsizce hareket ettirdi. “Merhabalar, ben Uzman Doktor Arthur Ridley, bundan sonra seansları birlikte yapacağız. Ortak seans yapmamızın amacı, sizlerin düşüncelerini özgürce paylaşabilmeniz ve aynı hastalığa yakalanan diğer paydaşlarınızı dinleyerek hastalık hakkında ortak bir çıkarım elde etmeye çalışmamızdır. Sizi temin ederim, bu seans boyunca hastalıkla ilgili ortak bir bulgu dışında kişisel hiçbir veriniz kayıt altına alınmayacaktır. Bu yüzden rahatlayıp, arkanıza yaslanın.” Herkes diken üstünde oturmaya devam etti. “Evet, ilk olarak Bay Winston sizinle başlayalım. Çünkü öğrendiğim kadarıyla, yan etkinin görüldüğü ilk kişi sizsiniz. Kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Ve yan etkiyi ilk fark ettiğinizde tam olarak nasıl bir gündü, neler yaşadınız, neler hissettiniz? Burada, diğer arkadaşlarla bize anlatabilir misiniz?” Winston, keyifsizce yerinde kıpırdandı, bu tarz şeyleri hiç sevmez ve beceremezdi. “Ben…” dedi sonra biraz duraksadı. Kendisi hakkında söyleyebileceği şeyleri düşündü. “Ben, Winston Parker, 38 yaşındayım, İnsan Kaynakları Departmanı’nda çalışıyorum. Yani çalışıyordum, 12 senedir.” dedi sonra da “Bu kadar.” diye ekledi. “Pekâlâ, bize yan etkiyi ilk fark ettiğiniz anı anlatabilir misiniz? Bizi o güne götürün.” dedi. Winston, daha önce anlattığı şeyin aynısını ezberlemiş gibi anlatmaya koyuldu: “Yılbaşı eğlencesinde fazla içtiğim için o sabah sersem uyanmıştım. Siren sesinden sonra ilaçlar geldi. İlacı aldığımda, hâlâ kendimi sersem hissettiğim için biraz uyumak istemiştim. Birkaç saat sonra uyanmışım ve gözlerimi açtığımda etrafı net göremediğimi anladım. Hatta elektriklerin kesildiğini bile düşünmüştüm. Sonra, güç bela lavaboya gidip yüzümü yıkamak istediğimde aynada gözümü bu halde gördüm.” “Ne hissettiniz Bay Winston?” dedi Doktor, cana yakın bir sesle. Winston, biraz düşündü sonra da, “Korktum. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Kör olduğumu düşündüm, daha sonra kustum ve biraz dinlenince kendime gelebildim. Laboratuvarda çalışan arkadaşımı-“ dedi sonra da Laura’nın adını söyleyip söylememek arasında kaldı ve söylemedi. “Arkadaşımı aradım ve o da ilgileneceğini söyledi. Ve birkaç saat sonra evime doktor olduğunu düşündüğüm insanlarla birlikte geldi ancak bundan sonrasında tek hatırladığım gözümü açtığımda kendimi hastane odası gibi bir yerde bulmamdı.” “Pekâlâ, teşekkürler Bay Winston.” dedi Doktor, önündeki kâğıda Winston anlatırken bir şeyler karalamıştı. Daha sonra Simon’a döndü, “Bay Simon, notlarıma göre ikinci gelen hasta sizsiniz. Buyurun sizi dinliyoruz.” dedi. Simon, “Ben öyle uzun uzadıya konuşmayı sevmem doktor. Adımı biliyorsun, yeter sana bu.” dedi keyifsiz bir sesle. “Olur, mu efendim, sizi daha iyi tanımamız için yaşınızı, mesleğinizi veya ailenizi bilmemiz gerekir.” “Yaşımı bende bilmiyorum, saçlarımın beyazlığından ve dökülen dişlerimden var sen hesap et, mesleğime gelince de nasırlı ellerim ve güneşte yanmış saçlarım gösterir zaten ama varsın senin dediğin gibi olsun doktor. Anlatayım kendimi, şimdi balıkçılık yapıyorum ama eskiden demirci ustasıydım. O zamanlar, eskiden yani, karı kocalar bir görev gibi değil de severek evlenirlerdi. Ben de öyle yapmıştım, sevmiştim karımı ama o alçak kadın, can dostum dediğim adamla aldattı beni. Bir kızımız olmuştu onu da alıp kaçıp gitmiş. Ben de gittim can dostumu öldürdüm, karıma kıyamadım, varsın gitsin hayatını yaşasın dedim.” dedi sonra da arkasına yaslandı. “Sonrası malum, hapishaneye girdim. Ben diyeyim 10 sen de 20 sene yattım. Rahattım orada, keyfime bakıyordum, sonra bir gün geldiler, dışarı çıkıyorsun dediler, attılar beni kapının önüne. Şimdi de balıkçılık yapıyorum işte, limanın orada balıkçı kulübem var.” “Peki, anlıyorum.” dedi Doktor ancak bunu öylesine söylediği belliydi. “Siz yan etkiyi ilk fark ettiğiniz günü anlatın.” Simon, öksürdü sonra da konuşmaya devam etti, “Ben de Winston’la benzer şeyler yaşadım. Artık nasıl buldularsa barakamı bulmuş, ilacı getirmişler. Eee malum, devlet her deliğe giriyor değil mi? İlacı verdiler, içtim ben de. Ağ onarıyorken gözüme bir ağrı oturduğunu fark ettim, bir baktım gözüm iyice görmüyor. Benim yemeklerimi getirip götüren bir eleman var, o görmüş beni bu halde, korkmuş, benden habersiz aramış doktorları gelip aldılar beni. Bırakın beni dedim ama dinlemediler.” Doktor, önündeki kâğıda bir şeyler karaladı, “Peki, hissettiğiniz duygu tam olarak neydi?” diye sordu. “Ne hissedeceğim doktor, bu gözler görebileceği kadar şey gördü bu hayatta, varsın görmesin bundan sonra, ne yapayım.” Doktor, derin bir nefes vererek Lily’ye döndü. “Lily hanım, siz devam edin lütfen.” dedi. “Ben, Lily Russel, 26 yaşındayım. Çocuk Bakım Evi’nde eğitmenlik yapıyorum.” dedi Lily, utangaç bir halde. “Evet, siz de o günü anlatabilir misiniz?” “İlacı aldıktan sonra hiçbir şey olmadı, o gün ki bütün işlerimi hallettim. Ertesi sabah uyandığımda, daha hava aydınlanmamış diye düşündüm gözümde müthiş bir acı ve kaşıntıyla aynaya baktım. Aynada gözümün pıhtıyla kapandığını görünce çok korktum ve ağlamaya başladım. Ağlayınca gözüm daha da acıdı tabii. Çocuk Bakım Evi’nin müdürünü aradım, o da yetkililere haber vermiş sonra beni apar topar buraya getirdiler.” “Ne hissettiniz, Lily Hanım?” Lily, huzursuzca yerinde kıpırdandı. “Korku ve çaresizlik hissettim. Daha önce hiç böyle bir hastalık duymamıştım. Sağlık kaynaklarını tarattığımda da böyle bir vaka yoktu dolayısıyla çok endişelendim. Neden benim başıma geldi böyle bir şey hiç anlamadım. Sağlığına çok dikkat eden, düzenli kontrollerini yapan bir insanım hâlbuki.” Doktor, karaladığı notlardan başını kaldırdı ve “Şimdi, Bayan Maria, lütfen siz de öykünüzü anlatabilir misiniz?” Bayan Maria, yıllardır bu anı bekliyor gibi öne atıldı, “Maria Miller benim adım, 68 yaşındayım, aslında Arden’liyim yani babam oranın eski yerlilerindendir. Ama ben evlendiğimde-“ öksürük krizleriyle ara verdi ve devam etti, “Affedersiniz, ne diyordum, ben evlendiğimde çok gençtim. O zamanlar 17 yaşındaydım. Babam izin vermedi ama ben inat ettim, evlendim. Kocam John Miller, İona’lı bir tüccardı, çok iyi bir adamdı-“ “Bayan Maria, bölüyorum ama detaylara girmeden anlatsanız. Daha diğer arkadaşlarımızda var.” Bayan Maria, sinirle homurdandı, “Aman sende, hem anlat diyorsun hem de lafımı bölüyorsun.” dedi küskün bir çocuk gibi. Sonra kaldığı yerden devam etti, “Neyse ne, evlendim işte, 6 tane de çocuğum oldu, 4 tane erkek 2 tane de kız. Tabii siz bilmezsiniz, eskiden aileler bir arada yaşardı. Bizimde kalabalık bir ailemiz vardı, çocuklar etrafta koşuşur, büyük büyük sofralar kurulurdu. Sonra işte çocuklar büyüdüler, okudular, çalıştılar.” dedi sonra biraz duraksadı. “Oğullarımı, okuldan mezun olduklarından beri hiç görmedim, çok yazdım ama mektuplarıma da dönmediler. Kocam öldüğünde, 10 sene olmuştur herhalde, 2 kızım artık yaşlandığım için beni Yaşlı Bakım Evi’ne yatırdı. 8 torunum varmış yani bana öyle dediler, bazılarını hiç görmedim, adlarını da bilmem. Kızlarım arada bir ziyaretime gelir, yanlarında bir bebek getirirler, “Bak bu torunun.” derler bana, ben de sevinirim tabii, hemen bir kıyafet örmeye başlarım bebek için. Birkaç ay sonra geldiklerinde bir bakarım ki o minicik bebek büyümüş, kocaman olmuş ördüğüm kıyafetler ona olmaz, böylece yıllar geçer. Ondan sonra da zaten bir daha da görmem hiçbirini, Çocuk Bakım Evleri mi ne varmış, oraya veriliyormuş çocuklar.” dedi sonra da sinirle “Ben böyle saçma şey duymadım ömrümde, çocuğa anası babası bakar.” diye ekledi. Doktor, önündeki notları karalarken Bayan Maria, ağlamaya başladı. “Bayan Maria, iyi misiniz?” diye sordu Doktor, şaşırarak. “İyiyim de, ne bileyim, siz anlat deyince, anılarımı hatırladım, duygulandım herhalde.” dedi sonra da mendiline burnunu sümkürdü. “Affedersiniz, yaşlılık işte. Neyse nerde kalmıştım-“ “Yan etkiyi fark ettiğiniz güne gelelim.” dedi Doktor, imalı bir sesle, yoksa Bayan Maria saatlerce büyün hayatını anlatabilirdi. “Bende onu anlatacaktım ya, ne diye lafımı kesiyorsun ikide bir. Aaa.” dedi ve sinirle soludu. “İlaçları aldığımız günden belki 1 hafta sonra falandı, Bakım Evi’nde hemşireler her gün ilaçları düzenli saatinde verirlerdi bize. Sabah kalktım, ilacı aldım, yemeğimi yedim, sonra da odama çekildim, yaşlılık işte sürekli uykun gelir. Birkaç saat uyumuşum, akşam yemeği için kaldırdıklarında hemşirelerden biri fark etmiş işte, bana kalsa ben zaten net göremiyorum ki gözlüğüm olmadan, fark etmezdim. Sonrası zaten doktorlar falan.” dedi. Doktor, Bayan Maria’ya daha fazla soru sormadan diğer hastaya geçmek için aceleyle “Paul Bey, sizi tanıyalım.” dedi. Paul, sevecen bir sesle, “Ben, Paul Martin, 28 yaşındayım, karım ve 1 oğlum var. Oğlum henüz 4 yaşında olduğu için bizimle yaşıyor. Ekonomi Departmanı’nda müdür yardımcısıyım.” dedi. “Çok güzel, siz neler hissettiniz?” “O gün eşimle ilaçlarımızı aldık, daha sonra 1-2 gün geçti, işime devam ediyordum, gayet her şey normaldi. Çalıştığım yerde bir iki pürüz oldu, canım çok sıkılmıştı. Eve geldiğimde hemen uyumak istedim, çok yorgun olduğumu hatırlıyorum. Uyandığımda bu haldeydim. İlk başta ben de çok korktum, insan gözünde böyle bir şey görünce korkuyor tabii.” dedi. Doktor, artık sıkılmıştı ve yerinde huzursuzca kıpırdanıyordu. Vakit kaybetmeden Jasper’a döndü, “Jasper Bey, sizi de tanıyalım.” dedi. Jasper, o bozuk konuşması ve kendine has özgüveniyle konuşmaya başladı: “Bendeniz Jasper Hunter, 30 yaşındayım, bizim kasabaya Western denilir. Vadinin arkasında kalıyor, 2 günlük yol neredeyse, oradan geldim buraya. Mesleğime gelince, ben her işi yaparım, elimden her iş gelir; çobanlık, çiftçilik, marangozluk, garson, tüccar, hatta doktorluk bile yaptım zamanında.” dedi sonra da doktora dişlerinin hepsini göstererek güldü. “Bizim oralara, doktor falan gelmez de, kol kırıldı mı yerine yerleştirmek lazım.” “Anladım.” dedi Doktor, “O günü anlatır mısınız?” diye devam etti. “Tam net hatırlamıyorum ama ilacı aldıktan bir hafta sonra mı neydi. Şehrin kuzeyinde, limana gelen malları araçlara yüklüyorduk. Gece yarısı, ortalık zifiri karanlık, yarım yamalak ışıkla birkaç saatte işimizi hallettik. O anda gözümde ağrılar oluşuyordu ama çok üstünde durmadım, öyle kafana göre işi bırakamazsın. Sabah çok erken uyanmıştım, sabahta başka bir yerde yüklemeye gidecektim, arkadaşlardan biri fark etmiş gözümü. Sonra ustabaşı bir doktora git dedi, doktor da beni buraya gönderdi işte.” Doktor, önündeki notlardan başını kaldırdı ve “Siz de neler hissettiğinizi anlatın lütfen.” dedi. Jasper, rahatsız edici derecede bir sinsilikle güldü, “Ne hissedeyim, doktor kardeşim, beni buraya göndermeselerdi, kör de olsam yine çalışmaya gidecektim, kör sağır fark etmez bizde. Ellerim iş görüyorsa hâlâ, benim için sorun yok.” dedi. Doktor, sinirle soludu, “Peki, hastalar arasında pıhtısında ilerleme olan tek kişi sizsiniz, geldiğiniz günden beri neredeyse iki gözünüzü de kör edecek hâlâ gelmiş. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” “Doktorların bilmediği şeyi bana ne soruyorsunuz. Ben nerden bileyim.” dedi Jasper, umursamaz bir tavırla. Doktor, notlarını bir dosyaya özenle koyduktan sonra, hastalara tek tek baktı. “Hepinize teşekkürler, şimdi de sizinle, yeni bir terapi biçimini deneyeceğiz, size sorular soracağım ve sırayla sizde kısa cevaplar vereceksiniz. Aklınıza ilk gelen şeyi söylerseniz sevinirim.” dedi. Simon homurdandı, “Doktor, sen bizim hastalığımızı mı bulacaksın yoksa oyun mu oynayacaksın?” dedi. Doktor sinirle, “İzin verirseniz bu da tedavinin bir parçasıdır.” dedi, sonra da “Evet, Winston Bey sizinle başlıyoruz.” diye ekledi. “Yaşamak için bir neden söyler misiniz?” diye sordu. Winston, duraksadı ancak aklına ilk gelen cevabı söyledi: “Çalışmak.” Doktor, Winston’un yanında oturan Bayan Maria’ya baktı, Bayan Maria, “Ailem.” dedi. Lily, utangaç bir halde, “Aşk.” dedi. Jasper, diğerlerinin söylediği şeyler saçma bir şeymiş gibi yüzünü buruşturdu, “Para tabii ki.” dedi. Paul, biraz duraksadı. “Paul Bey?” dedi Doktor. Paul, “Çok var ama sanat diyeceğim.” dedi, heyecanla. Doktor, Simon’a büyük bir sabırla baktı, “Simon Bey, sizde söyler misiniz?” dedi. Simon, koltuğunda geriye yaslandı, “Yaşamak için bir nedenim yok.” dedi. Doktor, sinirle nefes verdi, “Bu da bir cevap.” dedi. Daha sonra da, “Devam edelim, bu hayatta asla vazgeçemeyeceğiniz ve sizin için çok değerli bir şeyi söyleyebilir misiniz?” Winston, zihninde değer verdiği bir şey aradı ama hiçbir şey bulamadı ve istemeden de olsa ağzından “Kahve.” döküldü. Bir nevi, kahve olmadan asla kendini zinde tutamaz ve yoğun saatler çalışamazdı. Bayan Maria, keyifle gülümsedi, “Ben örgülerimden asla vazgeçemem, odamda bir sandık dolusu örgüm var.” dedi. Lily, yüzünde tatlı bir neşeyle “Çocuklar.” dedi. Jasper ise, hiç düşünmeden “Para, para, para.” diye öne atıldı. Paul, derin bir iç çekti, “Oğlum ve karım tabii ki ama güzel bir manzarayı seyre dalmakta asla vazgeçemeyeceğim bir şeydir.” dedi. Doktor, Simon’dan bir cevap alamayacağını düşünüp diğer soruya geçecekti ki, Simon, “İçki.” dedi. “Eski yaşantınıza dönseniz ve iki gözünüz de sağlam olsa ilk olarak ne yapmak isterdiniz?” diye sordu. Bu soru hastalarda garip bir etki yarattı, sanki biri en büyük ayıplarını yüzlerine vurmuş gibi birbirlerinin yüzüne bakmamaya çalıştılar. “Özgürce koşardım herhalde.” dedi Winston, aklına ilk gelen şey buydu. Bayan Maria, çocuksu bir sesle, “Bilmem ki, kızlarımın yanına gider, torunlarımla oynardım.” dedi. Lily de, düşünceliydi, “Ben de sanırım, hayatıma şükreder ve doyasıya eğlenirdim.” dedi. Jasper bile bu soruyu uzun uzadıya düşünüyor gibi göründü ancak kimseye burada iç dünyasını açmak istemeyecek kadar kaya gibi bir yüreğe sahipti ve “Ben yine daha çok çalışır ve para kazanırdım.” dedi. Paul, ise ağlamaklı olmuştu. Winston, bu terapi bir tek onda işe yarıyor diye düşündü ve onun içinde sakladığı sanata tutkun ruh neredeyse ortaya çıkacaktı. “Ben sanırım, her gün gittiğim o sıkıcı işimden ayrılıp, dağlarda, ovalarda gezer, en güzel resimleri yapardım.” dedi. Lily, Paul’a büyük bir ilgi ve merakla baktı, bu kısacık bakış kimsenin dikkatini çekmemişti ancak Jasper’ın huzursuzca yerinde kıpırdanması bu kısacık bakışı fark etmiş olduğunu gösteriyordu. Simon, şakayla karışık, “Kendimi öldürürüm herhalde, belli ki Tanrı bu işi beceremeyecek.” dedi. Terapi, bunun gibi ilginç ve onların eski yaşantılarına, çocukluklarına, aile travmalarına, hayallerine, hayattan bekledikleri arzularla ilgili sorulan sorularla devam etti. Hepsi, ilk başta verdikleri gelişigüzel ve önemsiz cevaplardan sonra terapi ilerledikçe hislerini dökmeye ve diğerlerinin anlattıklarıyla da duygulanmaya başlamıştı. Winston, kendisine oldukça yabancı olan bu insanların hayatlarını, ailelerini ve hayallerini dinledikçe onlara karşı ilk defa kendini yakın hissettiğini fark etmişti. Hepsi, hayata karşı bir yaşam tutkusuyla bağlıydı ve birilerinin onları dinlemesine çok ihtiyaçları vardı. Saatlerce süren terapi sonunda, Winston’un zihninde bir ışık belirmişti ve bunu fark etmenin şaşkınlığıyla gözlerini kaldırmadan yere sabitledi. Onları birbirine bağlayan şeyi ve bu hastalığın neden buradaki 6 kişide olduğunu anlamıştı. Doktorların 1 aydır aradığı şey, şimdi Winston’ın zihnindeydi ancak Winston, en zayıf yanlarını o doktorların hain planlarına teslim etmeyi düşünmüyordu. Winston fark etmişti ki, kalabalık ortamlarda bulundukları bir yaşamları olsa da hepsinde derin bir yalnızlığın izleri görülüyordu. Binlerce insan içinde bu yan etkinin ilk başlarda onlarda görülmesinin sebebi yalnız olmalarıydı. Diğerlerinde gözlerini gezdirerek düşünmeye devam etti: Simon, her ne kadar ölmekle ilgili espriyle karışık ciddiymiş gibi konuşsa da çocukluğu ve babasıyla ilgili konuşmaya başladığında, babasının onu nasıl eğittiğini anlatırken sesinde geçmişe duyduğu özlemi görebiliyorlardı, bu koca adamın bile bir zamanlar küçük bir çocuk olduğu gerçeğini hiçbir şey değiştirmiyordu. Kendine bir aile kurmuş, âşık olmuştu ancak en sevdiği insanlar tarafından büyük bir darbe almış ve kendince intikamını almıştı. Ne kadar zamanının geçtiğini bile bilmediği hapishanede, onlarca farklı insanın arasında kendini anlaşılmaz bir yalnızlığa itmişti. Bir daha darbe almamak için kimseye yeterince güvenemeyecek ve bu da hayatının sonuna kadar yalnız yaşamasına neden olacaktı. Bayan Maria, kalabalık bir ailede çocukluğunu ve gençliğini geçirmiş ancak bu aileyi kaybetmişti ve şimdi bu kalabalık ailesine en çok ihtiyaç duyduğu yaşlılığında ise bir bakım evinde, hiç tanımadığı yabancı insanlar arasında yaşamak zorundaydı. Oysa evinde olmayı, çocuklarının ve torunlarının ona ilgi ve şefkatle bakmasını öyle arzu ediyordu ki. Winston’un bilmediği eski zamanlarda, aile çok önemli bir kavram olmalıydı ki, Bayan Maria onu şiddetle özlüyordu. Ancak şimdi, torunlarını tanımıyor, evlatlarına yabancıydı ve yalnızlık onu daha da elden ayaktan düşürüyordu. Paul ise, çok iyi bir pozisyonda ve oldukça iyi para kazanan, karısı ve oğlu olan genç bir adamdı. Bu 6 kişiden daha iyi bir hayata sahip olmasına rağmen, bu çocuk ruhlu adam derin bir yalnızlığa gömülmüştü. Resim yapmaya ilgisi ve belli ki yeteneği de vardı ancak çalışma hayatı onu sevdiği şeyden uzaklaştırmış ve adeta bir robota dönüştürmüştü. Resimden, sanattan bahsederken heyecanla ışıldayan sesi bir anda sönüyor, kendini ailesine ve çocuğuna karşı suçlu hissediyordu. Çünkü ondan beklenen daha çok çalışması, daha çok para kazanması ve saygın biri olmasıydı oysa Paul yıllardır olmadığı ve istemediği biri gibi davranıyor ve bu da onun içinde başka birinin daha yaşamasına neden olmuştu. Lily, aralarında en genci ve belki de bu yalnızlık denizinden kurtulması daha kolay olanlarıydı ancak utangaç ve çekingen tabiatı, kurduğu hayallerden onu uzaklaştırıyor ve toplumun ona dayattığı genç ve ahlaklı kadın rolünü kendine yıllardır hiç bıkmadan bir terzi gibi dikiyordu. Belki de okuduğu aşk romanlarında ve izlediği filmlerde gördüğü o beyaz atlı prensi bekliyor ve doyasıya bir aşk yaşamak istiyordu. Sevgi ve şefkat dolu değil, tutku ve arzulu bir ilişkiyi bekliyor ve o romanlardaki arzu edilen kadın olmak ona cazip geliyor olmalıydı. Çocuk Bakım Evi’nde çocuklarla vakit geçirerek belli ki annelik içgüdülerini bastırıyordu. Aralarında yalnızlığı en umursamayan kişi gibi görünen Jasper ise, kendine kaya gibi sert bir duvar örmüş, ötekileştirildiği bu şehir hayatında kendini kabul ettirmeye çalışıyordu. Doğuştan, buradaki modern insanlardan belirgin farklara sahipti ve bunları değiştiremeyeceğini de iyi biliyordu. Yapabileceği en iyi şey, zengin olmaktı ve o da, bütün hayatını buna adamıştı. Çünkü eğer çok parası olursa, o zaman okuyarak ya da çalışarak elde edilen saygınlığı çok daha kolay bir yoldan elde edebilirdi. Böylelikle, kendi içine gömdüğü o derin yalnızlığını saklayabilir ve etrafını parayla sahip olduğu insanlarla doldurabilirdi. Parasızlığın, ötekileştirilmenin ve dışlanmanın ne kadar zor olduğunu biliyordu ve tüm bunlar onu hayata karşı daha hırçın, hırslı ve saldırgan yapmıştı. “Ve ben”, diye düşündü Winston, “benim yalnızlığım ise hiçbir şeyin arkasına saklanamayacak kadar ortada ve üstü örtülemeyecek kadar belirgin.” Hayatta değer verdiği biri yoktu, özlemle yâd ederek anacağı bir geçmişi ve büyük bir arzuyla düşleyeceği hayalleri de yoktu. “Beni var eden hiçbir şey yok.” diye geçirdi içinden. Bu 5 hasta, bir anda ortadan yok olsa bile geride bırakacakları onlarca anı ve insan vardı, oysa onun ardında kocaman bir boşluk kalacaktı. “Yaşlandığımda belki de Simon’dan beter bir halde olacağım, en azından o, hayatta aşk duygusunu tatmış, iyi bir ailede sevgi dolu bir çocukluk geçirmişti. Oysa benim, geçmişe dair hatırladığım anı kırıntılarım toz zerrelerine dönüşmüş.” dedi kendi kendine. Hiç sevmemiş ve sevilmemişti, emekli olduğunda kalan parasıyla boş bir dairede ölüm onu bulana kadar bekleyecek ve belki de günler sonra daireden pis kokular yükselmeye başladığında öldüğünü birileri fark edecekti. “Evet, şimdi her şeyi daha net anlıyorum.” diye geçirdi içinden, oturduğu koltukta, fark ettiği bu aydınlanmaya şaşırarak. “Aradıkları şey bu işte, biz yalnız insanlarız ve ilacın ilk önce bizde yan etki yapmasının sebebi de bu. O ilaçta her ne varsa, bu yalnız ve depresyona meyilli olanları daha çok etkiliyordu ve geçmek bilmez sinir krizleri de, daha güçsüz bir zihin yapısının işaretiydi. Etrafımızda insanlar olması yalnız olmadığımız gerçeğini değiştirmiyor çünkü kalabalıklar içinde de yalnızdır insan.” Sonra arkasına yaslandı ve derin bir nefes verdi “Ve ben, bu hastalığın ilk kurbanıyım çünkü ben bu dünyadaki en yalnız adamım.” diye geçirdi içinden. Winston, fark ettiği bu aydınlanmayla gözyaşlarına boğulacak gibi olduğunu hissetti. Yıllardır fark etmediği bir depresyonun içinde olduğunu şimdi tüm çıplaklığıyla görmüştü. Kendini bildi bileli yaşamaktan keyif almıyor, yılların ardı sıra devam etmesini seyrediyordu. Tüm bunlar olurken 38 yıl geçmiş olmasını ve bu 38 yıl boyunca zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadığını şimdi fark etmişti. Oysa yaşamanın ne büyük bir anlamı vardı, nefes almanın, güneşin doğuşunu izlemenin, kırlarda koşmanın, kitap okumanın ve şarkılar mırıldanmanın ne büyük bir anlamı vardı. Yağmur yağdığında şemsiyesinin altına saklanıp kaçışır, güneş açtığında şapka takar, kışın soğuktan nefret eder ve ilkbaharda da çiçeklerin polenlerinden dolayı hep hasta olurdu. Doğanın büyüleyici manzaralarına bir kez olsun göz ucuyla bile bakmamıştı. Şimdi, bir körden farkı yoktu oysa 38 yıl boyunca bir kör gibi yaşamış gözleri bugün ilk defa görmeye başlamıştı. Eğer, şu anda bir şansı olsaydı, tüm bunlar eğer kötü bir kâbustan ibaret olsaydı ve gözünü yatağında açsaydı, Büyük Vadi’nin tepesine çıkıp güneşin doğuşunu izler, bacakları yorulana kadar kırlarda koşar ve havanın soğukluğuna aldırmadan çocuklar gibi dondurma yerdi. Biriktirebildiği kadar anıyı çantasına koyar ve dünyayı dolaşırdı. Eğer tek bir şansı daha olsaydı, yaşayabilmek için.
-BÖLÜM SONU- Yorumlarınızı bekliyorum...
|
0% |