@withmeral
|
9
Gözlerini açtığında 2 aydır kâbuslarla uyandığı Büyük Merkez’in beyaz tavanını değil kendi evinin eskimiş tavanını görünce rahatladı. Bir süre zihni, yaşanan her şeyin bir kâbus olduğuna ve artık normale döndüğüne inanmak istedi. Ancak ayağa kalktığında, kurumuş kanlı elini ve yırtılmış, lekelenmiş gömleğini görünce tüm bunların gerçek olduğunu anladı. Uyku ona iyi gelmişti, mutfağa gitti, en son yediği sandviç ve kahve bardağı hâlâ tezgâhın üzerindeydi, demek ki evine kimse girmemişti. Gözüne dolapta 2 buçuk aydır bozulmadığına inandığı paketli konserveler ilişti, tabağa dökmeden kaşık kaşık 2 kutu konserve fasulyeyi yedi. Sonra, duş almak için banyoya girdi, Büyük Merkez’de duşta bile izlenildiğini düşündüğü için rahat banyo yapamamıştı. Sıcak su akmıyordu, anlaşılan elektrikler kesikti. Soğuk suya aldırmadan, duş jellerini üstüne boca ederek aylar sonra ilk defa iyi bir duş aldı. Şimdi çiçek gibi kokuyordu. Aynaya baktığında saçının ve sakalının özensizliğini görünce üzüldü ve bir jilet alarak sakalını tıraş etti, saçını da kesti. Şimdi, en azından normal bir insana benziyordu. Kolundaki ve bacağındaki yaralara pansuman yaptı. Üstüne, yeni kıyafetler giydi, her ne kadar ilaçlar yüzünden oldukça fazla kilo alsa da kendine uygun bir kıyafet bulabilmişti. Kapının önüne, koltuklardan birini dayadı, bu en azından onu biraz güvende hissettirmişti. Ve şimdi de ne yapması gerektiğini düşünmesi gerekiyordu. Bu şehre ne olmuştu? O silahlı kör adamlar da neyin nesiydi? İnsanlar ve devlet neredeydi? Bu soruların cevaplarını öğrenmesi gerekiyordu. Ve burada çiçek kokularıyla otururken bu soruların cevabını bulamayacağını da biliyordu. Ancak nereye ya da kime gitmeliydi? O kör adamlar şehirde bir karargâhtan söz etmişti. Demek ki, şehrin bu yıkım haline gelmesinden sonra çeteler ve silahlı adamlar ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. Belki de, bütün şehri ele geçirip sonra da Büyük Merkez’i basmışlardı. Kafasında hızlıca bir plan kurarak odasından sırt çantasını aldı, masanın üzerinde en son yılbaşı günü hazırlamaya çalıştığı raporları ve evrakları görmezden gelerek yere itti. Çantasına birkaç tane konserve ve hâlâ iyi durumda gözüken paketli yemeklerden attı, dışarıda ne olacağını bilemezdi, belki de buraya dönmesi zor olabilirdi, işini şansa bırakamazdı. Bir şişeye su doldurup onu da çantasına attı. Sonra, pansuman aletleri ve evde kesici olarak bulabildiği ne varsa onları da aldı. Bilgisayar, radyo ve televizyon çalışmıyordu, bir umutla telefonunu aradı ama hiçbir yerde bulamadı belki de Laura onu almaya geldiğinde telefonuna el koymuştu. Laura’yı düşünmek ona garip gelmişti. O en başından beri, karşı safta olmasına rağmen Winston hâlâ onu düşünüyor ve eğer o patlamada öldüyse diye endişeleniyordu. Ancak içinden bir ses onu yeniden göreceğini söylüyordu. Sokağa çıktığında, artık aptal gibi ana caddeden yürümemesi gerektiğini fark etmişti ve dikkatlice ara sokaklardan ve başıboş dükkânların içinden geçerek yürüdü. Onu dışarıdan gören biri, bir gözünün kör olduğunu iddia edemezdi çünkü normal bir insanın çevikliğiyle yürüyordu, engelleri aşıyor, tek gözü ona görebileceği her şeyi gösteriyor ve nereye gideceğini bilmeden ilerliyordu. Büyükçe bir mağazanın önünden geçerken, içeride yerde yatan insanlar gördü. Korkarak yavaşça içeri girdi, burası rezalet kokuyordu ve etrafta hamamböcekleri vardı. Neredeyse 7-8 insan yerde yatıyordu, bazılarının etleri ısırılmış ve iç organları deşilmişti, Winston bunu görünce kustu. Daha fazla dayanamayarak kendini dışarı attı ancak o zaman rahat bir nefes aldı ve arkasına bile bakmadan yürümeye devam etti. Eskiden işlek olan caddelerden birine geldiğinde, başıboş bırakılmış arabaları gördü. Dikkatlice, ana caddeye girmeden, köşeden bir hareketlilik var mı diye kontrol ediyordu, bu sayede onu kimse göremezdi. Aniden omzuna dokunan bir eli hissedince çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Arkasını döndüğünde genç bir kadın gördü, kadının sarı saçları birbirine karışmış ve gözleri pıhtıdan yarı yarıya kapanmıştı. Kıyafetlerinin ve yüzünün hali öylesine korkunçtu ki, Winston bir an filmlerde gördüğü zombilerden biri olduğunu bile düşündü. Kadın, yarı kör gözleriyle onu süzüyordu ve “Benimle gel.” dedi, sonra da yol boyunca ilerlemeye başladı. Winston, kadından nispeten daha iyi görüyor ve daha güçlü olmasına rağmen yine de kadına itaat ederek onun peşinden yürümeye başladı. Bu, terk edilmiş şehirde gördüğü ilk ve tek insandı ve belki ona buralarda neler olduğunu anlatabilirdi. Kadın, Büyük Tiyatro Salonu’nun demir kapılarından içeri girdi, arkasını dönüp Winston’a yeniden “Gel.” dedi. Winston da peşinden gitti, içeride onu neler beklediğini bilmiyordu ancak içeriye girmekten başka çaresi olmadığını düşünüyordu. Kadın, onu en büyük tiyatro oyunlarının oynandığı salona getirdi, salonun içine girdiğinde şaşkınlıkla kalakaldı. Yıllar önce, Shakespeare’in Hamlet’ini izlediği salon şimdi hıncahınç insanla doluydu. Hızlıca etrafa baktığında burada belki 60-70 kadar insan olduğunu gördü. Kimisi koltuklarda yatıyor, kimisi köşede oturmuş yemek yiyor, kimisi de sohbet ediyordu. Sahne, üst üste dizilmiş yemek kutuları, su damacanaları, kıyafetler ve daha farklı bir sürü şeyle doluydu. Winston, şaşkın bir şekilde etrafa bakarken, yarı görmeyen, kaslı ve uzun boylu, esmer bir adam ona silahını doğrulttu “Çantanı çıkar ve yere koy.” dedi. Winston, korkuyla ona denileni yaptı, adam çantayı karıştırdı, anlaşılan aradığı şey silahtı. Daha sonra, çantayı Winston’a geri uzattı. O sırada, Winston’ı buraya getiren kadın arkasında göründü, “Robert, caddede buldum onu, bizim gibi, körlerden değil.” dedi. Yaşlılığı beyaz saçlarından anlaşılan yine yarı kör bir adam Robert olduğunu öğrendiği kişinin silahını indirmesini istedi. Adamın mavi gözleri, siyah pıhtının altından bile fark edilecek kadar ışıl ışıldı. Şimdi salondaki herkes merakla Winston’ı süzmeye başlamıştı. Yaşlı adam, bir baba gibi Winston’ın omzuna dokundu, “Gel evlat, aç mısın?” diye sordu. Winston, “Hayır.” anlamında başını salladı ancak kendini aç hissediyordu. Sahnenin merdivenlerini çıktılar ve onu arkada, muhtemelen önceden kostüm odası olan odaya getirdiler. Burada birkaç sandalye vardı. Yaşlı adam oturdu ve karşısındaki sandalyeyi göstererek Winston’a “Otur.” dedi. Winston, oturdu. “Söyle bakalım, adın nedir?” diye sordu yaşlı adam. Az önceki kadın, Robert ve 1-2 silahlı adam daha yanlarına geldi ve Winston’ı meraklı gözlerle incelediler. Winston, ismini söylemekten çekindi, birkaç aydır yaşadığı şeyler kimseye güvenmemesi gerektiğini göstermişti ve biraz düşünerek “Willy Parker.” dedi. “O zaman Willy, aramıza hoş geldin. Bizden korkmana gerek yok. Eğer istersen bize katılabilirsin.” dedi. Sonra da, “Anlat bakalım, bu zamana kadar hangi bölgede saklandın. Dışarıda kimse kalmamıştı.” dedi. Winston, gerginlikle arkasına yaslandı. Soracağı o kadar fazla soru vardı ki, hangisinden başlamalıydı bilmiyordu ve kendisine en mantıklı gelen sorudan başladı ve “Siz kimsiniz?” diye sordu. Yaşlı adam gülümsedi, “Ahh, haklısın Willy. Sana kendimizi tanıtmadık.” dedi. Sonra da, “Ben Harry Walter, Büyük Şehir Tiyatrosu’nun sahibiyim.” dedi ve diğerlerine dönerek “Bu kızım Gwen ve diğerleri de benim sadık adamlarım Robert, James ve Jack.” dedi. Hepsi, başlarını eğerek Winston’a selam verdi. Winston, bu insanların güvenilir olduğunu düşündü yani en azından iyi rol yapmıyorlarsa öyle oldukları görünüyordu. Bir an hiç düşünmeden arka arkaya sorularını sıraladı: “Bu şehre ne oldu? Dışarıda olan bu yıkım kimin eseri ve silahlı olan kör adamlar da kim?” diye hızlıca sordu. Bay Harry ve diğerleri şaşırmış bir şekilde birbirine baktılar. “Senin haberin yok mu?” diye sordu, Gwen. Bay Harry, düşünceli bir şekilde Winston’ı süzdü “Sen bu zamana kadar neredeydin, hiçbir şeyden haberin yok mu?” diye sordu. Winston onlara, Büyük Merkez’de aylardır zorla karantinaya alındıklarını, kuş gözü salgınının ilk kurbanı olduğunu ve o karantinada aylardır yaşadıkları şeyleri anlatıp anlatmamak arasında kaldı ancak şimdilik bir şeyler öğrenmeden anlatmamayı uygun gördü. “Ben, güneydeki dağ kasabalarından birinden geliyorum. Bizim orada da bu hastalık yayılınca. Şey… Belki düşündüm ki şehirde-“ dedi. “Şehirde, bir çaresi bulunur diye mi düşündün?” diye araya girdi Bay Harry, sonra da bir elini dizine koydu “Ahh, demek oradakilerin hiçbir şeyden haberi yok öyle mi?” diye sordu ancak bu bir soru değildi. Winston, yalanına inandıklarını düşünerek başını salladı. Yanındaki Robert’a döndü ve “Sakladığın şişelerden getir bir tane, sanırım hepimizin buna ihtiyacı var.” dedi ve Robert ona söylenileni yaptı. Şişeden bardaklara içki doldurdu ve herkese uzattı. Winston, uzun zaman sonra içki içtiğinde kendini eski günlerdeki gibi hissetti. Bay Harry, içkisinden büyükçe bir yudum aldı ve anlatmaya başladı: “Nereden başlamalıyım bilmiyorum ama sanırım her şeye 1 buçuk ay önceyi anlatmakla başlayabilirim. O zamanlarda her şey normaldi ya da biz her şeyi normal sanıyorduk. Sonra bir gün, radyo ve televizyonlar, insanların gözünde bir hastalık olduğunu ve bazılarının bunu trafikte, alışveriş merkezinde, caddede fark edip bir anda ortalarda “Kör oldum.” diye dolaşmaya başlaması haberleriyle yankılanmaya başladı.” “Kimse ilk başta ne olduğunu anlayamamıştı tabii, hastaneler, aciller ve diğer sağlık kuruluşları aynı hastalıkla başvuran yüzlerce hatta binlerce insanla dolmuştu. İlk başta bunun normal bir göz nezlesi gibi bir şey olduğunu söylediler ve ilaçlar verip insanları sakinleştirdiler. Ancak biz o zamanlarda bu işte bir terslik olduğunu anlamaya başlamıştık.” “Bu olay 1 hafta kadar sürdü, bu hastalığa yakalananlar verilen ilaçlarla düzeleceklerine inanmıştı ancak sadece 1 haftanın sonunda insanlar ya bir gözünün ya da iki gözünün birden siyah bir pıhtıyla kapandığını söyleyip hastaneleri bastı. Artık işler öyle bir raddeye gelmişti ki, devlet artık bunu basit bir gripmiş gibi göstererek işin içinden çıkamazdı.” “Ben de, o haftanın sonunda bir sabah uyandığımda gözlerimin yarıya kapanmış olduğunu gördüm. O zamanlarda hepimiz, bu hastalığa mantıklı bir açıklama bulmaya çalışıyorduk ancak hangi doktorla konuşsak daha önce böyle bir şey görmediklerini söylüyorlardı ve verilen ilaçlar da, antibiyotikler de hiçbir işe yaramıyordu.” “Sonra, halk arasında bu hastalığın Başkan G’nin yeni projesi olan ilaçların bir yan etkisi olduğu söylentileri, hızla yayılmaya başladı. O haftanın sonunda, anonslarla ve silahlı görevlilerle şehrin her yerinde geçerli olan bir karantina uygulanacağı ve sokağa çıkma yasağı olduğu duyuruldu. Haberlerde, durumun ciddi olmadığı ve birkaç gün dışarı çıkılmaması halinde her şeyin normale döneceği söylendi.” “Hepimiz artık bunun bir salgın olduğunu ve eğer tedavi edilmezse herkesi kör edeceğini anlamıştık. 1 hafta boyunca, kimse sokağa çıkmadı zaten istese de çıkamazdı çünkü sokaklarda devlet görevlileri devriye geziyor ve birini gördüklerinde alıp götürüyorlardı ve giden ne yazık ki bir daha gelmiyordu. Ben de o zaman kızıma haber verdim, devlet kademesinde tanıdığım olduğu için onlardan da öğrendiğim kadarıyla, marketlerden stok yapmaya başladık çünkü daha sonrasında izdiham yaşanacağını az çok tahmin edebilmiştik.” “Ancak 1-2 gün sonra, televizyonlarda sanki hiç böyle bir hastalık yokmuş gibi haberler yapılmaya başlanmıştı. Bu iş hepimizi sinirlendirmiş ve adeta bizimle dalga geçildiğini düşünmemize neden olmuştu. Sanatçı arkadaşlarımla, gizlice bir araya geldik ve bu işin aslı nedir, bu hastalık nasıl ortaya çıktı diye konuşmaya başladık. Ve devlet adamlarına yakın olan bir arkadaş, bu hastalığın aslında aylar önce başlamış olabileceğini ve hastalığa yakalananları gizlice tuttukları bir yere götürdüklerinden bahsetti.” “Yani anlayacağın, zaten bu hastalık biliniyor ve tedavi edilmeye çalışılıyordu ancak anlaşılan o ki, bir türlü bir çare bulamadılar. Belki de bu salgını, sonsuza kadar saklamayı planlıyorlardı ancak hastalık bir anda herkeste nüksedince ve artık saklanılamaz hale gelmeye başlayınca, olabildiğince durumu toparlamaya çalıştılar ve gerçekten de 1 buçuk hafta kadar bunu başarmıştılar da.” “Fakat işler çığırından çıktı. Evinde, yemeğe ve başka şeylere ihtiyacı olan insanlar yasak falan dinlemeyip sokaklara döküldü, bir anda meydanlar kalabalık gruplarla dolmaya başladı. Bu insanlar, dükkânların camlarını indirip içlerinde ne var ne yok yağmalamaya başlamıştı. Bazıları sadece ihtiyacı olanı alıyordu ancak dışarıda olup bitenleri duyan herkes sokaklara dökülünce bütün dükkânlar yağmalanmaya başlandı. Bazı insanlar, evlerin önünde başıboş duran arabaları çalmaya çalıştı, bazıları evlere girip oradaki insanları evlerinden attı. Ve bu karmaşa, sadece 1 gün içinde tüm şehre yayılmıştı. Devlet yetkilileri, olayı fark ettiğinde, artık çok geçti ve daha sonrasında artık devletin hiçbir şey yapmadığını görünce, insanları artık hiçbir şey tutamadı.” “Bu, kıyametin başladığı ilk gündü. O gece, dışarıda evlerin, arabaların dükkânların yakıldığını gördüm ve korkarak kızımın evine gittim. Şanslıydım ki, kızımın evine bir şey olmamıştı. Onu ve arkadaşlarımı alıp, tiyatro binasına geldim çünkü burası bu şehirdeki en güvenli sığınak alanlarından biriydi. Daha sonra, kısa sürede silahlarımızı ve stokladığımız şeyleri de buraya getirdik ve burada dışarıdaki cehennemden uzakta güvende kaldık.” “Kızım ve Robert, günde 2-3 defa olmak üzere dışarıda gezintiye çıkıyor ve olaylar hakkında malumat topluyordu. İlk fark ettiğimiz şey şu oldu, bazı hastaların tek gözü pıhtıyla kapanmışken bazılarının iki gözü de kapanmıştı ve diğer fark ettiğimiz şey de gözlerinin ikisi de kapananlar yani kör olanlar, çok daha saldırgan bir haldeydi. Bu yüzden sokaklarda, caddelerde ya da metruk yerlerde onlardan korkarak saklanan insanları gördük ve onlardan bir zarar gelmeyeceğine emin olunca onları bu sığınağa getirdik. Ve daha sonrasında bunu, düzenli olarak günlerce sürdürdük, sonunda şehirde yardıma ihtiyacı olan kimse kalmadığına hükmettik.” “Tabii, bu birkaç haftanın sonunda, körlerden ve tehlikeli insanlardan oluşan silahlı çeteler oluşmaya başladı. Bu çeteler, günün belli saatlerinde evlere, iş yerlerine, hastanelere ve okullara baskın yapıyorlardı. İlk başlarda, bunu yiyecek ya da onun gibi gerekli şeyler için yaptıklarını düşünmüştük ancak bu çeteler girdikleri yerde bir insan bile kalmayacak şekilde herkesi öldürüyorlardı ve böylece belki de binlerce insanı katlettiler. Evleri, hastaneleri, okulları bombaladılar.” “Robert, birkaç gün önce o çetelerden birinin tuzağına düşmüştü ve az kalsın canından olacaktı ancak kaçmayı başardı. Söylediğine göre, bu adamların iki gözü de kördü ancak dışarıdan bakıldığında hiçte kör gibi görünmüyorlardı.” “İşte, Willy, koca şehir sadece 1 buçuk ayda cehennem kasabasına döndü. İnsanlar salgına yakalandı, şehir yağmalandı, bombalandı, insanlar katledildi ve şu anda şehirde cirit atan silahlı çeteler mevcut. Ancak devlet, hiçbir yerde yok. Tek yaptıkları şey, elektriği ve interneti kesmek, onun dışında bir daha Başkan G’den ya da diğer devlet adamlarından bir haber alamadık. Şehri bu halde bırakıp, kaçmış olmalılar.” dedi ve anlatmaktan dili kuruduğu için kendine bir içki daha doldurdu ve kafasına dikti. Winston, duyduğu bu şeyleri hazmedercesine yutkundu. Neler olmuştu böyle, onlar karantinada tutulurken şehirdeki insanlar burada cehennemi yaşamışlardı ve sadece bir avuç insan bu kıyametten sağ kurtulabilmişti. “Sadece bu kadar mı insan kaldı? Şehrin başka yerlerinde insanlar yok mu?” diye sordu. Koca şehirdeki binlerce insanın yok olmasını aklı almıyordu. “Biz de bilmiyoruz Willy, işte bu yüzden her gün 2-3 defa şehirde geziyoruz ve bulabildiğimiz insanları buraya getirmeye çalışıyoruz. Belki şehrin kuzeyinde, ya da senin geldiğin güney kesimlerinde insanlar da bizim gibi sığınaklara saklanmıştır, belki evlerindedir ya da belki de kaçıp gitmişlerdir.” Bay Harry, yerinde huzursuzca kıpırdandı, “Hem bir de, herkes bizim gibi normal değil Willy.” dedi sonra da biraz öne doğru eğildi. “Biz, şu an da burada birlikte sorunsuz yaşayabiliyoruz. Ancak salgına yakalanan bazı insanlar çıldırmış durumda, deliler gibi ortada dolanıp birbirlerini boğazlıyorlar. Hatta hayvanları bile canlı canlı parçalayanları gördük. Bu yüzden de dışarıda gördüğümüz herkesi buraya getiremeyiz, buradaki insanların canı bize emanet artık bu yüzden de dışarıda gördüğümüz insanları uzunca bir zaman seyrediyoruz. Tıpkı kızımın sana yaptığı gibi, aslında seni önceki gün fark etmişti ama bir süre izledi ve normal biri olduğunu anlayınca seni buraya getirdi.” dedi. Winston, gezinirken çok ustaca davrandığını ve kimseye görünmediğini düşünmüştü, demek ki onu fark etmişlerdi. Gwen, bir sır paylaşır gibi, “Bazen bizim aramızdakiler de bir anda sinir krizi ve öfke nöbeti geçiriyor ve maalesef onları imha etmek durumunda kalıyoruz. Buranın güvenliği ve düzeni için.” dedi. Bay Harry, kızına baktı, sanki bu bilgiyi paylaşmaması gerekiyordu. Daha sonra kendilerini savunur bir şekilde, “Onları sakinleştirmeye çok çalıştık ama eğer onları öldürmeseydik onlar bizi öldürürdü.” dedi. Winston, aylarca sakinleştiricilerle bastırılan sinir krizlerini iyi biliyordu ve Jasper, Paul’u boğarken kendi gözleriyle görmüştü o yüzden söylenilen her şeyi gayet gerçekçi bir biçimde anlıyordu. Bu insanlar, belli ki çok korkunç manzaralara şahit olmuşlardı. Winston, düşüncelere dalmıştı. “Willy, bak, gördüğüm kadarıyla senin gözün ve sağlığın iyi durumda. İstersen burada, yardım gelene ve her şey normale dönene kadar bizimle kalabilir ve bize katılabilirsin. Silahımız ve yemeğimiz olduğu sürece burası en güvenli yer. Dışarısı ise çok tehlikeli, kör adamların eline düşmek istemezsin.” dedi Bay Harry, bir baba şefkatiyle. Winston, bir cevap vermedi, aslında burada kalmak en doğru fikirdi, onlara bu sinir krizleriyle baş etmenin yöntemlerini anlatabilir ve belki dedikleri gibi her şey normale dönene kadar burada güvende olabilirdi. Ancak Winston, her şeyin normale döneceğinden artık o kadar emin değildi ve o karantinada aylarını harcamıştı şimdi bu dört duvarda bir fare gibi saklanarak yaşamak istemiyordu. Aniden, düşünceleri birbirine karıştı ve bir anda, “Peki çocuklar?” diye sordu telaşla. Bay Harry, derin bir nefes verdi, “Silahlı çeteler, Çocuk Bakım Evleri’ne de baskın düzenlemiş, çoğu öldürülmüş ama bazılarını kurtarabildik. Sokaklarda, başıboş gezdiklerini gördük ve hemen onları buraya getirdik ancak ne yazık ki çoğunu bulamadık, belki kaçırıldılar ya da başka bir yere gittiler. Sadece çocuklar değil, Yaşlı Bakım Evleri’nden ve hastane odalarında terk edilip gidilen hastaları da getirmeye çalıştık.” dedi. Winston, bunu duyunca kendini çok kötü hissetti, onca çocuk öldürülmüş müydü? O masum çocukların ne suçu vardı? “Bu salon gibi daha 4 salon daha var ve oralarda da insanlar kalıyor, erzakı ve geri kalan şeyleri bölüşüyoruz, hastalara ilaç bulmaya çalışıyoruz ama söylediğim gibi elimizden geleni yapabiliyoruz. Ve eğer 1-2 ay içinde yardım gelmezse o zaman bu erzaklar bitecek, işte o zaman tam olarak ne olacağını bizde kestiremiyoruz. Yapabileceğimiz tek şey, Tanrı’ya dua etmek.” dedi Bay Harry ve bir elini Winston’a uzattı. “Şimdi burada bizimle kalıyor musun, Willy?” diye sordu. Winston, bu yaşlı adamın gözlerine baktı, gözleri nispeten kapanmış olsa da gözlerinden baba şefkati okunuyordu ve Winston daha önce bunu hiç hissetmemişti. Diğerlerine baktı, Gwen, Robert, James ve Jack hepsi de ona büyük bir merakla bakıyordu. Ancak içinde bir his burada kalmak istemiyordu, arkadaşlarına ve iş yerine ne olduğunu merak ediyor ve bir zamanlar bir şeyler paylaştığı insanların şimdi ne halde olduğunu öğrenmek istiyordu. Ve nedense ilk aklına gelen Tom oldu, ona ne olmuştu? Çocuk Bakım Evleri’nin ne hale geldiğinden haberi var mıydı ve çok sevdiği Diana’yı kurtarabilmiş miydi? “Sizinle kalmayı inanın çok isterim, hem söylediğiniz gibi buradan daha güvenli bir yer yok gibi görünüyor. Ancak burada kalmadan önce, bir arkadaşımı bulmak istiyorum.” dedi Winston, hiç düşünmeden. Bay Harry, Robert’a döndü, “Herkesi kayıt altına aldığın listeyi getir.” dedi sonra da Winston’a dönerek, “Arkadaşının adı nedir, belki buradadır.” dedi. “Adı, Tom Baker, karısı Jessica ve kızı da Diana.” dedi. Robert, listedeki isimlere bakarken, Winston, onların adlarının orada olması için dua etti. Ancak Robert, “Burada bu isimler yok, muhtemelen ölmüş olmalılar.” dedi. Winston, büyük bir hayal kırıklığıyla sandalyesine yaslandı. “Eğer öldüyse bile bundan emin olmak istiyorum.” dedi. Bay Harry, Winston’ın elini tuttu, “Tamam, evlat ancak bu gece burada kal, dışarısı artık güvenli değildir. İstersen, yarın bizimkilerle arkadaşını ararsın.” dedi. Winston, “Çok teşekkür ederim ama bunu yalnız yapmak istiyorum, kimseyi tehlikeyi atamam.” dedi ve Bay Harry’e samimi bir şekilde baktı. “Peki, o zaman. Eğer arkadaşını bulamazsan buraya dönersin.” Winston, o geceyi orada güvenle geçirdi ve iyi bir uyku çekti. Hatta yemek istemese de ona yemek ikram ettiler. Winston, tanımadığı bu insanlar arasında nasıl böylesine iyi hissettiğine şaşırdı. Gece yarısı uyandı ve sessizce ona verilen koltuktan kalkıp dışarı çıktığında, Robert’la karşılaştı. İçerinin güvenliğini sağlamak için tiyatro binasının üst katlarında değişimli olarak nöbet tutuyorlardı. Winston, bu insanlara bir teşekkür borçlu olduğunu düşündüğü için “Ben de nöbet tutmak istiyorum.” dedi ve Robert’la birlikte yukarıya çıktı. Ona da bir silah verdiler ve binanın arkasını gören bir alana yerleştirdiler. Winston hayatında ilk defa eline bir silah alıyordu ve ilk anda garip karşılasa da Robert, ona nasıl tutması gerektiğini öğretti. Onunla birlikte Robert ve biraz önce tanıştığı Mark da vardı, 3’ü de onlara verilen işin ciddiyetiyle nöbetlerini tutmaya devam ettiler. Arada Mark, onlara ilginç hikâyeler anlatıyordu ve bu da uykularının gelmesini engelliyordu. Uzun gece boyunca, ay tepede mışıl mışıl uyurken Winston, sadece gözleriyle değil bütün bedeniyle görmeye çalıştı, en ufak bir seste, sokaktan geçen bir köpeğin ya da kurbağaların vıraklamasında nefesini tutarak bekledi ama o gece şehir bir bebek gibi sessizce uyumuştu.
-BÖLÜM SONU- Yorumlarınızı bekliyorum...
|
0% |