Yeni Üyelik
1.
Bölüm

her aşk bir vedayı hak eder...

@withmeral

 

1

 

"Her aşk bir vedayı hak eder...

 

 

İstanbul'un en eski mahallelerinden birinde yıllardır el değmemiş bir konağa taşındığımda hayatımı bu denli değiştirecek bir olayla karşılaşacağımı tahayyül bile edemezdim. Semra ile boşanmanın eşiğine gelmiş ve evleri ayırma kararı almıştık bu yüzden de romanlarımdan elde ettiğim bir miktar parayla bu eski konağı satın almıştım.

 

Dışarıdan bakıldığında yıkılmaya yüz tutmuş bu konağı ilk gördüğümde aynadaki yansımama bakıyormuş gibi hissetmiştim. Yılların yorgunluğu ve hayatın bitmek bilmez dertleri yüzünden insanlardan kaçıp sığınabileceğim bir yer bulduğum için sevinmiştim. Burada kendimi insanlardan soyutlayarak inzivaya çekilmiş ve vaktimin çoğunu yeni hikâyelerimi yazmaya harcıyordum.

 

Hikâyelerimle baş başa kaldıkça içimdeki kırgınlığı ve öfkeyi bir nebze olsun unuttuğumu hissetsem de zihnim öylesine karışmıştı ki; çalışma odamın her yeri, günlerdir fırlatıp attığım karalama kâğıtlarıyla dolmuştu. Bir türlü istediğim hikâyeyi oluşturamıyordum ve saatlerce tek bir cümle yazamadan daktilonun başında öylece oturuyordum.

 

Yazdığım her aşk dolu satırda, Semra’yı düşünmeden edemiyor, bundan sonra onsuz yıllarımı nasıl geçireceğimi bilmiyordum. O benim sadece eşim değil; aynı zamanda en yakın arkadaşımdı. Heyecanımı ve üzüntümü hep onunla paylaşmıştım. Şimdi bilmem kaçıncı yıldan kalmış bu eski sandalyede otururken Selma’nın o tatlı yüzünü ve neşesini aramadan edemiyordum.

 

Rüzgârın, telaşla bahçedeki yıllanmış çınar ağacının yapraklarını hareket ettirişini ilgiyle seyrederken konağın temizlik işleriyle ilgilenmesi için tuttuğum Zeynep Hanım kapıyı birkaç kez tıklattı. İşte o zaman, daldığım düşünce girdabından kurtulur gibi olmuştum.

 

Zeynep Hanım, elinde deste şeklinde sıralanmış mektup zarflarıyla, eski sandalyenin üstünde oturan ve etrafı buruşturulmuş kâğıtlarla dolu olan bana, bir süre ilgisizce baktı. "Mehmet Bey, üst kattaki boş odayı temizlerken tahta arasına sıkıştırılmış bu mektupları buldum. Çöpe mi atayım?"

 

Zeynep Hanım’ın ifadesiz gözleri, yeniden yerdeki buruşturulmuş kâğıtlara kaydığında, içine düştüğüm bu karmaşık ruh hâlini daha fazla görmesini istemeyerek mektup zarflarını masanın ucuna koymasını istedim.

 

Odadan çıktığında, sanatçı kişiliğime has o meraklı tabiatımla zarfları elime aldım. Zarfların hepsinin üzerinde kötü bir el yazısıyla “Mâhur’a” yazıyordu. İlk mektubu elime aldım ve okumaya başladım.

 

Nisan 1944

 

"Mâhur gözlü sevdiğim,

 

Senden haber alamadığımdan beri yüreğimin içindeki acıyı dindiremiyorum. Bir defa olsun görebilsem o ay parçası gibi güzel yüzünü, bir defa olsun duyabilsem o bülbülleri kıskandıran sesini... Mâhur'um, ne olur artık bana bir cevap yaz! Sen de benim hissettiklerimi hissediyorsun biliyorum. Nereden biliyorsun diye sorma bana, biliyorum... Bana baktığında ışıldayan göz bebeklerinden, siyah saçlarının perdelediği gül rengi yanaklarından, elini tuttuğumda ısınan o minik ellerinden anlıyorum...

 

Her cuma aynı yerde, söğüt ağacının altında, gelemeyeceğini bilsem bile, bir umut bekliyorum. Belki bir gün gelirsen, beni burada bulamaz da seni beklemediğimi düşünürsün diye, korkuyorum.

 

Kızacaksın biliyorum ama sizin mahallenin oralarda dolaştım geçen gün, belki pazara çıkarsın ya da bir komşuya oturmaya gidersin de geçerken görürüm seni diye...

 

Siyah saçlı güzel bir âhû aradım sokaklarda ama bakışlarıyla yüreğimi delip geçen o âhûyu göremedim hiç...

 

Sahi çiçek gözlüm söylesene, bir daha ne zaman göreceğim seni? Ne zaman bir daha o minik ellerini tutacağım? Hasretinden nefes alamıyorum artık! Ne istersen yapayım söyle, sadece birkaç saniye de olsa, uzaktan uzağa göreyim o ay parçası yüzünü…

 

Beni kör kuyularda sallandıran o siyah saçlarının kıvrımlarına bir tutayım, gül bahçesinden daha güzel kokan o yanağından, âb-ı hayâtın damladığı o can suyu dudaklarından bir bûse alayım. Ne olursun bir defa göreyim seni, razıyım senden gelen her türlü cefâya...

 

Kirpiklerinin okuyla yüreğimi delmene razıyım, beni kör kuyulara hapsetmene razıyım, ateşten gömleği giymeye razıyım...

 

Mâhur'um, sesim, nefesim, çiçeğim... Ne olur bir harfte olsa cevap yaz bana... O zarif parmaklarının değdiği mektubunu yaralarıma süreyim.

 

Gecemin sultanı, bil ki bu bîçâre vücut sensiz ölüden bile beterdir. Ya gel bu yangını aşkınla söndür ya da bu aciz bedenim tüm cihanı yaksın..."

 

Nedîm

 

Elimdeki mektuba bir süre boş gözlerle baktıktan sonra bir sonraki mektubu merakla açtım, bu mektup ilk mektuptan 2 ay sonra yazılmıştı.

 

Haziran 1944

 

"Ömür çiçeğim,

 

Artık daha fazla dayanamıyorum. Dayan diyorsun, biliyorum ama olmuyor işte! Ne kadar çabalasam da artık sensiz nefes alamıyorum. Gözlerimi kapattığımda senin yüzünün hayalini görüyorum, gözlerimi açtığımda her şeyde seni arıyorum. Yediğim yemeğin, içtiğim suyun bir tadı yok! Sensiz benim bir anlamım, bir adım, bir varlığım yok! Bana hayat veren de sensin, yok eden de... Sen öyle bir şeysin ki; varlığında yokluğunda mahvediyor beni!

 

Ama artık daha fazla bekleyemem âhû gözlüm. Yazdığın her şeyin farkındayım. Bu sevdanın sonunda beni ölümün beklediğini biliyorum. Ama bunların hiçbiri önemli değil benim için. Korkma! Sana zarar gelmesine asla izin vermeyeceğim! Ne pahasına olursa olsun, senin o güzel gözlerinden bir damla yaş akmasına müsaade etmeyeceğim!

 

Sen benim için tasalanma, amber kokulum! O güzel gözlerin kahırlanmasın, neşeli yüzün kedere boğulmasın! Sana söz veriyorum kavuşacağız, tıpkı hayalini kurduğumuz gibi buradan uzaklara gideceğiz. Kimsenin bizi bulamayacağı, aşkımıza kimsenin mâni olamayacağı bir yere...

 

Artık bu hasreti bitireceğim, seni gelip babandan isteyeceğim. Bunu okuduğunda sakın telaşa kapılıp kendini üzme! Ne olacaksa olsun, senden ayrı kaldığım her bir saniyem cehennem ateşinden beter!

 

Ya öleyim senin uğruna ya da başımı sıcak koynuna yaslayayım... Bu ikisi arasında bir fark yok benim için...”

 

Nedîm

 

Oturduğum eski sandalye izin verdiği ölçüde sırtımı geriye doğru yasladım. Bu neydi şimdi? Elimdeki bu mektuplar, bir aşk romanından fırlamışçasına edebi bir anlatımla yazılmıştı. Tam da romanım için bir hikâye ararken bu mektuplar bana bir hazine gibi gelmişti.

 

Mâhur ile Nedîm kim diye düşünmeden edemiyordum ve sanırım bunun cevabını mektupları okuduktan sonra öğrenecektim. Vakit kaybetmeden telaşla diğer mektubu açtım. Bu mektupta diğerinden 2 hafta sonra gönderilmişti ve üzerinde su damlalarının oluşturduğu lekeler hâlâ belirgin bir şekilde fark ediliyordu. Belki de Mâhur, bu mektubu okurken gözyaşlarına hâkim olamamıştı.

 

Haziran 1944

 

"Mâhur'um,

 

Yazdığın mektup elime daha yeni ulaştı. Sana ne kadar kızgın olduğumu bilmeni istiyorum. Neden korktuğunu anlıyorum ama sende bir nebze olsun anla beni... Seni bir saniye bile görmeden yaşamak ölümden beter benim için... Yemeden içmeden kesildim, herkes bir ölüymüşüm gibi davranıyor bana.

 

Anam her gün ağlıyor kapımda bir lokma yemem için... Oysa bilmiyor benim artık Mecnûn'dan beter bir hâlde olduğumu... Babam, zaman en büyük ilaçtır diyor, yaralarına… Bilmiyor ki; ilacımın da, hekimimin de, yaramın da sen olduğunu…

 

Biraz daha bekleyeceğim kömür gözlüm, sadece "Benim birazcık hatırım varsa, bir müddet daha bekle!" dedin diye bekleyeceğim. Lâkin sonra çıkacağım babanın karşısına.

 

Biliyorum, istemezler sizden olmayanı ama ne olursa olsun konuşacağım onunla. Anlatacağım her şeyi; sana nasıl âşık olduğumu, nasıl aşkından çöllere düştüğümü, sokak sokak, adım adım seni aradığımı ve sonunda bulduğumu...

 

Eğer beni dinlemezse, işte o zaman gideceğiz buralardan! Sana söz veriyorum ay parçam, hikâyemizin sonu kötü bitmeyecek! Ne Leylâ ile Mecnûn ne Kerem ile Aslı ne de Romeo ile Juliet olacağız biz! Biz onlar gibi imkânsız bir aşkın kahramanları olmayacağız, kimsenin hatırında acı bir hikâye gibi kalmayacağız.

 

Kitaplar yazmayacak bizi, şiirler anlatmayacak, türküler yakılmayacak uğrumuza...

 

"Mâhur ile Nedîm adında iki âşık vardı." diyecekler. "Aman öyle önemli bir hikâye değil, sevdiler ve kavuştular..." deyip kestirip atacaklar bizi. Oysa biz o üç noktada ne şiirler sığdıracağız ömrümüze, ne hikâyeler yazacağız... Öyle bir seveceğiz ki birbirimizi, saçlarımıza ak düştüğünde bile gözlerimizdeki ışıltı sönmeyecek bizim. Kimse anlamayacak bizi, kimse görmeyecek!

 

Bir tek sen bileceksin beni, bir tek ben seni bileceğim…

 

O güzel gözlerinin ışığından öpüyorum ay parçam, sana kavuşacağım güne kadar her gece ayı seyredeceğim. Sen de seyret olur mu? Belki gözlerimiz, sözlerimiz, yüreğimiz birleşir...

 

Her gece yaptığın dualarına kat beni, seni tanıdığımdan beri başka bir dileğim olmadı benim...”

 

Nedîm

 

Önümdeki daktiloyu masanın kenarına ittirip diğer mektubu açıp masanın üzerine koydum ve sanki bir filmin en heyecanlı kısmında kalmışım gibi gerginlikle yerimde kıpırdandım. En son ne için bu kadar heyecanlanmıştım hatırlamıyordum.

 

Bu mektup diğerinden 1 ay sonra yazılmıştı. Mektubun ilk satırını okuduğumda kalbimde daha önce hissetmediğim bir duygunun filizlendiğini fark etmiştim.

 

Temmuz 1944

 

“Rûhum,

 

Al eline bir hançer de sapla yüreğimin sen dolu köşesine! Nasıl dersin bana bu sözleri? Nasıl dersin unut beni, vazgeç benden? İnsan nefes almaktan vazgeçer mi, balık denizinden, kuşlar göğünden…

 

Ben nasıl vazgeçerim seni sevmekten? Benim senden başka bir varlığım yok anlasana… Seni, Çiçek Pasajı’nda gördüğüm günden beri senden başka bir şey düşünmedim ki ben, senden başka bir şey bilmedim…

 

Yaşadığımız onca güzel anıyı silip nasıl devam edebilirim hayatıma? Sahildeki gülüşmelerimizi, bisiklete binip kırlarda gezişimizi, papatya çiçeklerinden yaptığımız yüzüklerimizi nasıl unutayım…

 

Seni öptüğüm o ilk anı, okşadığım ipek saçlarını, göğsümün üzerine beceriksizce koyduğun o minik ellerini nasıl unutayım?

 

Peki, sen nasıl unutacaksın beni? Hiç mi gelmeyeceğim hatırına, ağlarken boğazında düğümlenen hıçkırığın olmayacak mıyım? Kömür gözlerinden damlayan gözyaşında beni anmayacak mısın?

 

Ben seni unutamam, sen de beni unutamazsın ay parçam… İnsan diğer yarısını nasıl unutur ki? Seni unutmak demek kendimi unutmam demektir!

 

Hayır, asla kabul etmeyeceğim bunu! Babanla da abilerinle de konuşacağım artık! Sakın, durdurmaya kalkma beni. Benim canımı düşündüğün için benden ayrılmak istediğini biliyorum. Ama hayır, diyorum sana.

 

Ben, sensiz yaşamak istemiyorum artık! Kızma bana, küsme sakın! Korkma da! Her dertte bir ferahlık bulunur elbet! Derdi yaratan Allâh, dermânını da yaratmıştır.

 

Bu hafta sonu çıkacağım babanın karşısına, “Seviyorum kızını, ne istersen yaparım, yeter ki aşkımıza mâni olma.” diyeceğim. Kızacak biliyorum kömür gözlüm, anlamayacak beni, yanından kovacak! O zaman bir daha çıkacağım karşısına, bir daha, bir daha… Sen benimle gelmeye razı olana kadar, yılmayacağım… Böyle söylediğimde o kömür gözlerin yaşla doluyor biliyorum ama korkma güzel gözlüm!

 

Cân’ım, ömrüm, sevdâm!

 

Hiçbir şey için korkma artık! Söz veriyorum kavuşacağız, o zaman bu anıları gülerek yâd edeceğiz.

 

Mâhur’um, rûhum… O güzel gözlerinin yaşla dolduğunu biliyorum, sana söz veriyorum, bundan sonra yalnızca mutluluktan ağlayacak o güzel gözlerin…

 

Eğer yüreğin sıkışır gibi olursa, elini kalbinin üstüne koy… Bil ki ben hep oradayım; senin yüreğinde uçmak isteyen yaralı bir kuş, susuz kalmış bir balık, ateşte kanatlarını kül etmeye razı bir pervâneyim…”

 

Nedîm

 

Mektubu okumayı bitirdiğimde yeniden arkama yaslandım. Bir tarafım, diğer mektupları okumak için can atsa da diğer bir yanım okuyacaklarından korkuyordu. Daha önce birçok aşk hikâyesi okumuş ve yazmıştım ancak hiçbir şey beni bu mektuplardaki cümleler kadar etkilememişti.

 

Daha önce hiçbir âşığın sevdiğine “Rûhum!” diye seslendiğini duymamış, öleceğini bile bile kavuşmak için bu denli bir arzuyla yanıp tutuştuğunu görmemiştim. Nedîm tarafından yazılan bu sözler, benim bile yüreğimi acıttıysa, mektubun sahibi olan Mâhur’u kim bilir nasıl acıtmıştı?

 

Mutfağa gidip kendime bir içki koydum belli ki bundan sonraki mektupları sağlam kafayla okuyamayacaktım. Saatin oldukça geç olduğunu, Zeynep Hanım’ın ortalarda görünmeyişinden anlamıştım. Mektuplar beni öylesine kendi dünyasına hapsetmişti ki, zamanın geçtiğini bile idrak edememiştim.

 

Çalışma odasına dönüp yeniden masaya oturdum. Sadece iki mektup kalmıştı; bu, beni hem üzüyordu hem de nihayet sonuna varacağım içinde içten içe sevinç duyuyordum. Diğer mektubu aldığımda üzerinde ki tarihin, en son ki mektuptan neredeyse 2 ay sonraya ait olduğunu görünce heyecanla mektubu açtım.

 

Eylül 1944

 

“Ömrümün en güzel çiçeği,

 

Özür dilerim, her şey için. Seni üzdüğüm, korkuttuğum ve belki de benim yüzümden yaşadığın tüm kötü şeyler için binlerce kez özür dilerim. Böyle olacağını biliyordum elbette… Ama ben senin saçının teline bile dokunmaya kıyamazken sana bunca acıyı yaşatabileceklerini düşünemedim. Bilseydim… Ah, kömür gözlüm, bir bilseydim…

 

Yediğim onca dayağın, işittiğim onca küfrün hiçbiri bu kadar acıtmadı canımı… Senin canının yandığını düşünmek mahvediyor beni! Hepsi benim hatam, koruyamadım seni, kurtaramadım… Oysa sen benim canım yanmasın diye kendini feda ettin belki de…

 

Bu mektubu hastane odasından yazıyorum sana… Lütfen, sen de bir cevap yaz bana, hiçbir şey saklamadan, en yalın hâliyle anlat… Aklım fikrim sende… Sana bir şey yaptılar diye ödüm kopuyor… Sakın beni düşünüp tasalanma! Ben iyiyim ama senin iyi olduğunu bilmeye ihtiyacım var.

 

Buradan çıktığımda aynı yerde bekleyeceğim seni, mutlaka gel! Ne olursun gel!

 

Konuşacak ve anlatacak onlarca şey var ama hiçbirini yazmaya zamanım yok kömür gözlüm! Hastanede mektup yazmanın da bir süresi varmış, daha fazlasına izin vermiyorlar…

 

Lütfen gel! Ne olur, gelmemezlik etme! Eğer birazcık hatırım varsa, gel!

 

Yüreğinden öpüyorum mâhur gözlüm! Evimden, vatanımdan, dünyamdan öpüyorum! Güzel gözlerinin ışığından, amber kokulu saçlarının kıvrımlarından, gül tazeliğindeki yanağından öpüyorum…

 

Mektubun içine koyacak hiçbir şey yok yanımda; sana verecek tesellilerim, yüreğini teskin edecek sözlerim yok… Yalnızca gözyaşlarımı koyuyorum içine, ne olur içimdeki bu korkuyu daha fazla büyütme…”

 

Nedîm

 

Hiç vakit kaybetmeden diğer mektubu açmak istedim. Zarfın kenarları yırtılmıştı ve içindeki mektup aceleyle katlanıp özensizce içine yerleştirilmiş gibiydi. Bu mektup ise öncekinden 6 gün sonra yazılmıştı. Son mektubu okumanın gerginliği ve merakıyla özensizce katlanan mektubu açtım ve üzerindeki, artık gözyaşları olduğuna emin olduğum lekeler yüzünden bazı yerler net görünmese de okumaya koyuldum.

 

Eylül 1944

 

“Gecemin sultanı,

 

Neden? Neden? Neden? Söyle neden gelmedin de “Artık bir daha gelmeyeceğim…” diye tek satırlık not gönderdin bana…

 

Etme kömür gözlüm, etme ay parçam! Beni ateşin ortasında bir başıma bırakma! Sana bir şey ettiler diye düşünmekten kahrolacağım artık! Neden gelmezsin, gelemeyecek kadar kötü müsün? Korkuyorum, rûhum! Çok korkuyorum, sana bir şey olduğunu düşündükçe aklımı yitirecek gibi oluyorum. Deliriyorum, Mâhur’um, ölüyorum!

 

Ne olur, pencerene çık bari! İçimdeki bu yangını söndüreyim, bir nebze olsun, güzel yüzün su serpsin ateşime… Eğer bu mektuba da cevap vermezsen dinlemeyeceğim artık kimseyi… Gelip kurtaracağım seni hapsedildiğin o kuleden… Sana bunca acıyı yaşatan zalimlerin elinden alacağım seni…

 

Ya gel göreyim yüzünü ya da bir cevap yaz ne olursun! Artık aklımı da fikrimi de kaybetmiş durumdayım! Bir delilik etmekten korkuyorum! Sana kavuşmamaya razıyım artık, yeter ki senin iyi olduğunu bileyim, yüzünün güneş gibi güldüğünü göreyim…

 

Her gün bekliyorum seni söğüt ağacının altında, gece gündüz demeden bekliyorum… Eğer gelirde beni bulamazsan diye korktuğumdan buradan başka bir yerde nefes alamıyorum. Sokağın başında görüneceğini hayal ederek bekliyorum; her gördüğüm yüzde, her duyduğum seste seni arıyorum… Ne olur, Mâhur’um! Aşkımızın hatırına, son bir defa gel, yoksa delireceğim sensizlikten!

 

Eğer gelemeyeceğin kadar kötüyse her şey, o zaman artık hiçbir şey durduramaz beni! Seni alıp gideceğim buralardan. Çok uzaklara, mavi gökyüzünün hiç dinmediği, güneşin batmadığı ve denizlerin hep durgun olduğu bir yere… Kuşların, şiirlerin ve aşkın olduğu bir yere…

 

Mâhur’um, aşk’ım, her şeyim… Şiirlerimin sahibi, şarkılarımın güftesi, hayallerimin çiçeği, son bir ricamdır bu sana… Kömür gözlerini görmezsem öleceğim artık!”

 

Nedîm

 

Mektubu okumayı bitirdiğimde, bir süre boş gözlerle Nedîm’in aceleci el yazısına bakmaya devam ettim. Bu mektup son mektuptu ama onlara ne olduğunu öğrenememiştim ki! Bir filmi yarıda bırakmış gibi hissediyordum. Ne olmuştu? Kavuşmuşlar mıydı? Bu mektuptan sonra Mâhur gelmiş miydi?

 

Hızlıca üst kattaki boş odaya çıktım. Zeynep Hanım, mektupları tahta arasına sıkıştırılmış olarak bulduğunu söylemişti, belli ki Mâhur mektupların bulunmasından korktuğu için onları saklamıştı. Belki Zeynep Hanım’ın gözünden kaçan başka bir mektup veya bir işaret bulabilirim diye, boş odanın her yerine, elimin girebileceği her yere baktım ama saatlerce uğraşmama rağmen hiçbir şey bulamayarak, elim boş bir vaziyette yeniden alt kata indim.

 

Bir bardak daha içki koydum kendime ve koltuğa uzandım. Sanki boğazımda bir lokma kalmışta, nefes almama izin vermiyormuş gibi hissediyordum. Daha önce okuduğum hiçbir aşk hikâyesinin beni bu kadar etkilediğini hatırlamıyordum. Belki de, bu hikâyeyi bu kadar eşsiz kılan yarım kalan bir hikâye olmasıydı. Eğer kötü sonla bittiyse bile, bunu bilmek istiyordum.

 

Kafamdaki bu yoğun düşünceleri dağıtsın diye sehpanın üzerinde duran radyonun düğmesini çevirdim ve o sırada radyocunun neşeli sesi, boş salonu doldurdu. “Sıradaki şarkı, birbirini unutamayan âşıklara gelsin…”

 

Sonra da tatlı bir melodinin beni etkisi altına almasına izin verdim. Esmeray’ın o büyüleyici sesi radyodan çıkıp adeta yüreğime işliyordu:

 

“Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım

 

Unutma beni

 

Unutama beni”

 

 

-BÖLÜM SONU-

 

Hikaye devam edecek...

Loading...
0%