@withmeral
|
2 "...vedası olmayan aşk yoktur."
Gözlerimi açtığımda koltuğun kenarına kıvrılmış bir hâlde bulmuştum kendimi. Çalışma odamdaki mektupları alıp vakit kaybetmeden kendimi sokağa attım. Dün gece kararımı vermiş ve bu hikâyenin devamını öğrenmeye yemin etmiştim. Hikâyenin sonu nasıl biterse bitsin yine de bu hikâyeyi yarım bırakmayacaktım… Kime ve nereye gideceğimi bilmiyordum. Nedîm’i bulmam imkânsızdı, bu yüzden işe evlerinde oturduğum Mâhur’u bulmakla başlayacaktım. Belediyede tapu işleriyle uğraşan Ali Bey’in yanında aldım soluğu, oturduğum evde daha önce kimlerin ikamet ettiğini öğrenmek istediğimi söyledim. Ali Bey, ilk başta böyle bir şey yapamayacağını söylediyse de, hayat memat meselesi olduğuna onu ikna ederek kabul etmesini sağladım. Bundan neredeyse 40 yıl önce Şekercizâde adında Bulgar bir ailenin konağı olduğunu, daha sonra o ailenin Karartma yıllarında apar topar kendi ülkelerine kaçtıklarını öğrenmiştim. Bu bilgi beni derinden yaralamıştı, yani Mâhur şimdilerde Türkiye’de olmayabilirdi. Ali Bey, bin bir ricayla, aile üyelerinin bilgilerine bakmama izin vermişti. Sayfaları karıştırırken Mâhur Şekercizâde adını gördüğümde yerimden sıçrayacak gibi oldum ancak bu heyecanım kısa sürede yok olmuştu çünkü ona ulaşacağım herhangi bir numara veya bilgi yoktu. Elimde sıfır bilgiyle tekrar evime doğru yol aldım. Sabah evden ayrılırken her şeyi kolay bir şekilde bulacağıma dair bir inanç vardı içimde; tapuda Mâhur’un adresini bulacak, onu ziyaret edip mektuplarını ona teslim edecek ve hikâyenin devamını öğrenecektim. Akşam olduğunda bile hâlâ tek lokma yemeden öylece oturuyordum. Aniden kapının birkaç kez tedirginlikle tıklatıldığını duydum. Hiçbir arkadaşıma adresimi vermediğimden bu saatte beni kimin ziyaret edeceğini tahmin bile edemiyordum. Kim gelmişti? Kapıyı açtığımda, karşımda Ali Bey’i gördüm ve şaşkınlıkla bir süre yüzüne baktım. Sokak lambasının sarı ışığı yüzüne vuruyordu ve yüzündeki tedirginlikle dolu ifadeyi bu solgun ışıkta bile fark edebiliyordum. “Bir şey mi oldu Ali Bey?” dedim üzerimdeki ilk şaşkınlığı attıktan sonra. Ali Bey, yüzüme aynı ifadeyle bakmayı sürdürdü. “Mehmet Bey, vallahi ne diyeyim bilmiyorum ki. Deli demeyin bana ama bugün anlattığınız hikâye benim de içimi acıtmadı değil. Biraz araştırdım sizden sonra. Galiba bir şey buldum, işinize yarar mı, sahiplerini bulur musunuz bilmem amma…” dedi. Cebinden bir zarf çıkarıp bana doğru uzattı. “Posta merkezinin müdürü eski ahbabımdır, bu eve gelip giden mektuplar var mıdır diye sordum ona, sahiplerinin nerede olduğunu bulabilecek bir iz olur diye düşünmüştüm. Sahibine ulaştırılamayan mektupların olduğu eski bir oda varmış posta merkezinde… Bu mektupta, bu eve ulaştırılmak için çıkmış ama sanırım evde kimseyi bulamadıklarından gerisin geri posta merkezine dönmüş. Neredeyse 40 yılı aşkın süredir posta merkezinde bekliyormuş bu mektup…” Elimdeki 40 yıl öncesinden kalan zarfa bir hazineymiş gibi baktım. Üzerinde aynı beceriksiz el yazısıyla “Mâhur’a” yazdığını görünce yüzümde histerik bir gülümseme oluşmuştu. Bu, Nedîm’in Mâhur’a yazdığı son mektubu olmalıydı. Ali Bey’e teşekkür edip tekrar salona geçtim. Hiç açılmamıştı ancak yıllarca bir odada sahibini beklediğinden tozlanmış ve kâğıdı eskimişti. Zarfı özenle yırttım. Hem Nedîm’in hem de Mâhur’un özel alanını işgal ediyormuşum gibi hissediyordum ancak içimdeki merakı daha fazla bastıramazdım. Mektubu açtığımda içinden kurumuş bir çiçeğin düştüğünü gördüm, çiçeğin kâğıtta yaptığı lekeleri ve bu seferde Nedîm’in gözyaşları olduğunu düşündüğüm lekeleri gördüğümde derin bir nefes verdim ve mektubu okumaya koyuldum. Ekim 1944 “Mâhur’um, Ne söyleyeceğimi ya da ne yazacağımı bilemiyorum artık! Binlerce sayfa yazmak istesem de artık kelimelerin de cümlelerin de bir anlamı kalmadı. Günlerdir senden haber alamadan, seni göremeden yaşıyorum. Gelmedin! Ah, kömür gözlüm, gelmedin! Her şeyin farkındayım, zor biliyorum, senin için daha zor! Aileni ardında bırakmak istemiyorsun biliyorum ama anla ne olur başka bir çaremiz yok. Mahallelere baskınlar düzenliyorlarmış. Elim kolum bağlı, hiçbir şey yapamıyorum, mahallenize yaklaşamıyorum… Beni gördükleri yerde saldırıyorlar üstüme… Beni de yaşatmayacaklar kömür gözlüm! Bu sana son mektubum olacak, cuma günü söğüt ağacının altında bekliyor olacağım seni. Gün doğumundan gece bitene kadar. Eğer gelirsen, çekip gideceğiz buralardan. Eğer gelmezsen de… Gelmezsen de, artık yaşamak için bir nedenim kalmayacak! Bu mektup eline ulaştığında vakit kaybetme, bir yolunu bul çık gel, kaçıp gidelim buralardan. Eğer gelmezsen, belki bir daha göremeyeceğiz birbirimizi… Belki bir daha hiç kavuşamayacağız… Mâhur’um, hayat bu! Ölüm de var, ayrılık da. Eğer olurda gelemezsen… Bir daha senin o güzel yüzünü göremezsem, şunu sakın unutma; ömrüm boyunca seni sevmeye devam edeceğim… Ne olursa olsun asla seni sevmekten vazgeçmeyeceğim. Rûhum bedenden ayrılıncaya dek… Sen beni sevmekten vazgeçsen bile ben senden vazgeçmeyeceğim… Ömrüm boyunca yılmadan her ekim başı söğüt ağacının altında bekleyeceğim seni, belki bir gün, olurda gelirsin ya da belki oradan geçersin diye… Bir saniye bile sürse seni görmek, bekleyeceğim… Eğer seni göremeden ölürsem ve sen benden sonra gelirsen, sakın beni orada bulamazsan üzülme… Her yıl, söğüt ağacının altına senin en sevdiğin çiçeği, unutma beni çiçeğini dikeceğim, sen geldiğinde belki de orası masmavi çiçeklerle dolacak… O zaman ben bu dünyada olmasam bile, seni ne kadar çok beklediğimi bileceksin… Mektubunun içine de koyacağım bu çiçeklerden, eğer bir daha göremezsen beni, belki bir hatıra saklamak istersin benden… Mâhur’um, rûhum, aşk’ım… Ağlayarak yazıyorum sana bu satırları, tıpkı senin yazdıkların gibi… Mektuplarına koyduğun öpücüklerine sarılıyorum, saçının tutamını mendilimde saklıyorum, yazdığın şiirlerinle acılarımı dindiriyorum… Gecemin sultanı, son bir defa söyleyeceğim sana… Bil ki tüm ömrümü feda edeceğim uğruna, ya gel aşkımız tüm cihanı yaksın ya da bu aciz bedenim bir ömür seni ansın…” Nedîm Gözyaşlarım yanağımdan usulca akmıştı, öyle kolay ağlayan biri olmamıştım hiç! Ancak bu hikâye beni derinden yaralamıştı. Semra’yı düşündüm birdenbire, biz de anlaşarak ayrılma kararı almıştık ancak bir telefon kadar yakındı Semra bana. Gidip yalvarsam kapısına, aşkımı haykırsam belki de affederdi beni, oysa Nedîm ve Mâhur için hiçbir şey bu kadar kolay değildi… Bu aşkın üzerinden 40 yıl geçmişti, o zamanlar 20’lerinde olsalar şimdi 60 yaşında olurlardı. Belki biri ölmüştü, belki ikisi de… Bir daha görmüşler miydi birbirlerini? Unutmuşlar mıydı bu aşkı? Nedîm, her ekim başında hâlâ bekliyor muydu söğüt ağacının altında? Düşünceler arasında boğulurken elim telefonuma gitti ve rehberde Semra’nın isminin üzerine tıkladım. Karşı tarafta Semra’nın neşeli sesini duyduğumda artık hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. Semra, telaşla ne olduğunu sorup endişelense de, ben yalnızca ona ne kadar âşık olduğumu ve ondan ayrılmak istemediğimi anlatıyordum… … Nedîm’in son mektubunu okuduğumdan beri 2 hafta geçmişti, bu süre zarfında Semra ile yeniden barışmış ve aşkımız adeta yeniden filizlenmişti… Semra’ya Nedîm ve Mâhur’un hikâyesini anlatmış ve mektupları ona da okutmuştum. Semra’da benim gibi gözyaşlarına hâkim olamamış ve bu yarım kalmış hikâyenin tamamlanması gerektiğini söylemişti. Semra eski arkadaşlarından Tarık’ın Bulgaristan’da görev yaptığını hatırlamıştı ve bu hikâyeyi ona da anlatmıştık. Tarık da bizim gibi bu hikâyeden etkilendi ve Mâhur’u bulmamıza yardımcı olacağını söyledi. Birkaç ay sonra Mâhur’un adresini bulmuştu. “Adı, Mâhur Kalender, evliymiş ama kocası 5 yıl önce ölmüş, iki de oğlu var…” demişti Tarık bize. Bunun üzerine Semra ile Sofya’ya gitme kararı almıştık ve şimdi Mâhur’un çalıştığı yerin önünde duruyorduk. Cebimde Nedîm’in mektupları ve içimde nedenini bilmediğim bir korku vardı. Bir türlü cesaret edemiyordum, ona ne söyleyecektim ki? Semra kolumdan çekiştiriyordu. “Hadi Mehmet, buraya kadar geldik…” Ona kaygıyla baktım ve tatlı yüzünü ellerimin arasına aldım. “Ya şu anda mutlu bir hayatı varsa ve Nedîm’i hatırlamak bile istemiyorsa? Binlerce olasılık var bir tanem, ya hikâyelerine burnumuzu soktuğumuz için bize kızarsa…” Semra güzel gözleriyle bana bir süre baktı. “Biliyorum canım, binlerce olasılık var ama Mâhur’un hâlâ Nedîm’i sevdiği ve belki de o son mektubu almış olsaydı, onu söğüt ağacının altında bekleyeceği ihtimali de var… Her şeyden önemlisi, ne olursa olsun, o son mektubu bilmeye hakkı var. Hayatına devam etmek istese bile bu onun kendi hikâyesi, kararına saygı duymaktan başka bir şey yapamayız.” İçimdeki onlarca şüpheyi susturdum ve Semra’ya hak vererek çalıştığı terzi dükkânın içine girdik. İçeride bir sürü kadın vardı ve hangisinin Mâhur olabileceğini bilemedik, bir süre etrafımıza boş gözlerle bakınca bir kadın yanımıza geldi ve bozuk bir Türkçeyle ne istediğimizi sordu. Ona Mâhur’u aradığımızı söylediğimizde bize dükkânın en ücra köşesinde bir başına dikiş diken Mâhur’u gösterdi. Onu gördüğümde, gerçekten de Mâhur olduğunu anlamıştım. Yaşının 60’ın üstünde olduğu belliydi ama Nedîm’in ona âşık olduğu güzelliği hâlâ yüzündeydi. Nedîm’in hayran olduğu o siyah saçları şimdi beyazlamıştı. Kömür gözleri, yılların yorgunluğuyla grileşmişti. Yanına geldiğimizde telaşlandı, uzun zamandır Türkçe konuşamadığı için bazı kelimeleri unuttuğunu söyledi. Çok önemli bir konu hakkında konuşmak istediğimizi söyleyerek bahçeye çıktık. Bahçede eski bir masanın etrafında oturduk. Mâhur, sessizce bize bakıyordu. Derin bir nefes aldım ve ona en başından hikâyeyi eksiksiz anlattım; onların evine taşındığımı, mektupları bulup okuduğumuzu, sonra da onların hikâyesini merak edip buralara kadar geldiğimizi…” Nedîm’in adını duymasıyla gözleri doldu ve bir anda sessizce ağlamaya başladı. Bir süre sonra, cebimdeki zarfları ona doğra uzattım ve “Kusura bakmayın, size yazılan özel mektuplarınızı izniniz olmadan okuduk…” dedim ancak Mâhur, gözlerini zarflardan ayırmıyordu. Zarfları, zarifçe eline aldı ve sonra teker teker mektupları okumaya başladı. Semra ile onu seyrederken, duygulanmadan edemiyorduk. Karşımızdaki bu yaşlı kadın, gençliğinden bir anıya bakıyor ve bunun için yıllar sonra hâlâ acı çekiyordu. Mektupları okumayı bitirdiğinde elleriyle yüzünü kapattı. Onu daha fazla üzmek istemiyordum ama buraya asıl geliş nedenimiz olan son mektubu cebimden usulca çıkardım. “Mâhur Hanım, biliyorum şu anda çok üzgünsünüz ama bilmeniz gereken çok önemli bir şey daha var.” dediğimde yaşlı gözleriyle bana baktı ve sonra da elimdeki zarfı fark etti. “Nedir o?” diye sordu tatlı bir sesle. “Bu elimdeki mektup Nedîm’in size yazdığı son mektup. Posta merkezinde, gönderilmemiş mektupların saklandığı bir odadaydı. Bu mektup sanırım, siz evden ayrıldıktan sonra gelmiş ve size ulaşamadan yıllarca beklemiş.” dedim ve mektubu onun ellerine uzattım. Mâhur, kafası karışmış bir hâlde bakıyordu, yavaşça açıp mektubu okumaya koyuldu. Okudukça yanağından yaşlar süzülmeye devam etti ve en sonunda hıçkıra hıçkıra ağladı. Kurumuş çiçeğe bir süre özenle baktı. Semra, gözlerindeki yaşları sildi. “Mâhur Hanım, bize hikâyenizi anlatabilir misiniz? Nedîm’in neler hissettiğini okuduk ama sizin neler hissettiğinizi de bilmek isteriz. İnanın yaşadığınız üzüntüyü biz de kalbimizde hissediyoruz.” Mâhur’un yüzünde gülümseme belirdi ve yaş dolu gözlerini üzerimizde gezdirdi. “Bu mektupları bana getirdiniz ya, hayatım boyunca dua edeceğim size. Beni ne kadar mutlu ettiniz bilemezsiniz.” Sonra da yüzündeki hafif tebessümle anlatmaya koyuldu. “Nedîm’le biz, Çiçek Pasajı’nda karşılaşmıştık. Onu ilk gördüğümde âşık olmuştum, öyle yakışıklı bir delikanlıydı ki! Ah, görseniz. Bütün kızlar âşıktı ona ama onun gözü yalnızca beni görürdü. Hissederdim onunda bana karşı olan hislerini, uzaktan uzağa severdik birbirimizi. Gittiğim her yere gelirdi, birkaç saniye bile olsa beni görmek için kilometrelerce yürürdü.” “Bir gün, sahilde karşılaştık, oturup konuştuk. Ama öyle utanıyordum ki, yüzüne bile bakamıyordum. Nedîm çok güzel şiirler yazardı, en güzel şiirlerini de bana yazmıştı… Bana onları okuduğunda adeta heyecandan bayılacak gibi olmuştum.” “Sonra buluşmaya başladık; sahilde, kırlarda, sahaflarda… Birlikte bir sürü anılarımız olmuştu, hepsi hâlâ hatırımdadır. Beni öptüğü ilk anı, bana sımsıkı sarıldığı, dizime başını koyup saatlerce yüzünü seyrettiğim zamanları… Hiçbirini unutmadım.” “Peki ya sonra?” diye sordum merakla. “Her güzel şeyin acı bir sonu vardır, derdi rahmetli annem. Bizim de hikâyemizin acı bir sonu vardı, bunu en başından beri biliyordum. Nedîm’e de söyledim çok kez ama aşk kör etmişti bizi. Biz Hristiyan’dık, Nedîm’ler ise Müslüman, babam asla kabul etmezdi bunu! Ben Nedîm için Müslüman bile olmuştum, her şeyimden vazgeçmiştim onun için.” “Bir gün abimler görmüş bizi, dayaklar küfürler havada uçuştu tabii, sonra da eve kapattılar beni aylarca… Birkaç kez kaçıp buldum Nedîm’i, anlattım ona, mektuplar yazdım. Babamlar öldürürdü onu. Bana ne yaparlarsa razıydım ama ona zarar gelmesine müsaade edemezdim. Nedîm ise dinlemiyordu beni.” “Kaçalım dedi kaç sefer ama hiçbir zaman cesaret edemedim buna. Gençlik işte, korktum. Birkaç kez dövdüler Nedîm’i, onu o hâlde görünce, yaşatmazlar bizi dedim. Aylar böyle sürüp gitti işte.” “Hristiyan mahallerine baskın yapılacağı haberi yayılmıştı mahallede, babamlarda karar vermişler bir gün, kimseye haber vermeden kaçtık buraya. Sofya’ya geleceğimizi öğrendiğimde her şey için çok geçti, Nedîm’e haber bile veremedim. Zorla bindirdiler beni arabaya, direndim, bağırdım, çağırdım ama nafile… Sonrası işte, daha beter…” “Buraya geldiğimizde, Nedîm’i bir daha göremeyeceğimi bildiğimden felaket bir hâldeydim, yemek yemiyor, uyku uyumuyordum… Bir gün istemeye geldiler, babam da daha fazla uğraşamam bununla deyip verdi beni…” “Yıllarca evli kaldım, şiddet, hakaret eksik olmadı hiç evimizde… Onu hiç sevmedim, o da bildi sevmediğimi hatta içten içe anladı yüreğimde başkasının olduğunu… Her gece ayı seyredişlerimden anladı, durup durup ağlamalarımdan, hatırıma gelen anılara sevinçlerimden anladı… Her şey kötü gitse de iki evladım oldu, çok sevdim onları. Bunca yıl da onlar için katlanmıştım her şeye… Birinin adı Selim diğerinin adı ise…” “Diğerinin adı ise Nedîm. Her nefeste özgürce onun adını söylemek için koydum. Belki kötü ettim biliyorum ama ne yapayım, onun adını söylemek bile ilaç oldu yaralarıma… Bazen ağladığımda oğluma sarıldım, Nedîm’im dedim, seni çok seviyorum…” “Bu son mektubu görene dek, hep onun başkasıyla olabileceğini düşünmüştüm. Ne bileyim, unutmuştur belki beni, sevmiştir başka birini, evlenmiştir belki, çocukları olmuştur benim gibi… Cesaret edemedim onu aramaya, korktum, karşılaşacaklarımdan korktum… Ama bu mektuplar hatırlattı bana her şeyi, hâlâ delicesine özlüyorum onu, hâlâ büyük bir aşkla seviyorum…” Semra’yla birlikte ağlayarak dinlemiştik onu. Yaşadıkları aşka bu denli sadık olduklarını ve yıllar geçmesine rağmen hâlâ ilk günkü aşkla birbirlerini sevdiklerini görünce insanın yüreği acıyordu. “Size yardım etmemize izin verin, birlikte gidelim Türkiye’ye. Ekim ayının gelmesine 2 hafta var.” dediğimde gözlerinde bir ışık parlar gibi oldu. “Sahi bekliyor mudur hâlâ?” diye umutla baktı bize. Semra, başıyla onayladı onu, “Gelecektir mutlaka, gelmese bile içinizde bu keşke ile yaşamayın, hadi gelin bizimle…” dedi. … Semra ile söğüt ağacının karşısındaki bankta oturuyorduk. Söğüt ağacının altında eskimiş bir bank vardı ve etrafı mavi renkli unutma beni çiçekleriyle dolmuştu adeta bu görüntüsüyle çiçek bahçesini andırıyordu. Demek ki, Nedîm gerçekten de yıllarca buraya gelmiş ve onu burada sabırla beklemişti. Mâhur Hanım, eski mahallesini son bir defa ziyaret edip öyle geleceğini söylemişti. Bu yüzden de biz, Nedîm gelir diye bekliyorduk. Ancak henüz hiçbir hareketlilik yoktu, içimde bir his bu hikâyenin kötü biteceğini söylüyordu. Ya Nedîm gelmezse, ya gelemezse… Az sonra, başında eski bir kasket ve üzerinde yırtık bir takım olan yaşlı bir adam banka oturdu. Semra ile heyecandan ellerimizi tuttuk. Nedîm o muydu yoksa? Yaşlı adam, elindeki bastona kollarını dayayarak sessizce oturuyordu. Biraz hareket ettiğinde yanındaki gazete kâğıdına sarılı unutma beni çiçekleri göründü. Gerçekten de o, Nedîm’di. Parkın başında Mâhur Hanım’ı gördüğümüzde, nefesimizi tuttuk. Şimdi Mâhur Hanım’da gözyaşlarına hâkim olmaya çalışıyor gibiydi. Söğüt ağacının etrafındaki yüzlerce unutma beni çiçeğini gördüğünde hayranlıkla bir süre bakakaldı ve sonra bankta oturan Nedîm’i gördü. Onun bizim gibi bir kanıta ihtiyacı yoktu, görür görmez anlamıştı o olduğunu. Gözyaşlarını silip sessizce Nedîm’in yanına oturdu. Nedîm, yanında oturan kadına usulca baktı. Mâhur Hanım’ın simsiyah gözlerinde bir süre oyalandı, yorgun gözleri kocaman açıldı ve göz bebekleri aşkın kıvılcımlarıyla parladı. Yüzündeki ifadede yılların hasretinin yorgunluğu, kavuşmanın heyecanı ve gençliğinin en güzel hatırasına bakmanın mutluluğu okunuyordu. “Mâhur’um, rûhum! Geldin, sonunda geldin…” diye bağırdığında Mâhur Hanım da gözyaşlarına boğuldu. “Geldim Nedîm’im, sonunda sana kavuştum…” Birbirlerine sımsıkı sarıldıklarını gördüğümüzde bizde Semra ile birbirimize sarıldık. Karşımızda 40 yıldır birbirlerinin yüzüne, sesine, kokusuna hasret iki âşık oturuyordu ve artık bu saatten sonra bu hikâye için söylenecek her cümle bomboş kalırdı. Uzunca bir süre birbirleriyle hasret gidermelerini gözyaşlarıyla izledikten sonra Nedîm’le tanışmak için yanlarına gittik ve tüm hikâyeyi ona da anlattık. Nedîm Bey, son mektubunu Mâhur Hanım’a ulaştırdığımız için bize hep dua edeceğini söyledi. Nedîm Bey’e bunca yıl, nasıl bu aşka sadık kaldığını ve sabırla beklediğini sorduğumuzda bize tebessüm etti. “Ben 40 yıl önce yaşamayı bırakmıştım, şimdi yaşamıma kaldığım yerden devam ediyorum. 40 yıldır ben, ben değildim ki, Mâhur’umdan başka bir lisan, başka bir harf bilmedim. O kadar çok dua ettim ki rabbime, onun o güzel yüzünü bir defa görmeden almasın canımı diye, sonunda dualarım kabul oldu.” … Mâhur ile Nedîm, şimdilerde İstanbul’da müstakil bir evde oturuyorlar; birlikte yaşayamadıkları onlarca yılın acısını, birbirlerinin gözlerine aşkla bakarak telafi etmeye çalışıyorlar. Hayalini kurdukları gibi kuşların, şiirlerin olduğu bir dünya kurdular kendilerine… 40 yıl önce, oturup karşılıklı sıcak çay içmek bile onlar için bir hayalken şimdi yorgun gözleri birbirlerinden ayrılmıyordu… Biliyorlardı yanındayken sevmenin kıymetini, şefkatle bakmanın ve sabırla dinlemenin büyüsünü biliyorlardı. Bunu öğrenmek belki 40 yıllarını almış olsa da, kavuşmanın sevincini biliyorlardı… Onlardan izin alarak size bu hikâyeyi yazdım; belki bir Leylâ ile Mecnûn, Kerem ile Aslı ya da Romeo ile Juliet değillerdi ama onlarda kimsenin unutmayacağı bir hikâye olarak hatırlarda kalacaklardı. Mart 1985 İstanbul/Fatih Mehmet Turhanlı
-BÖLÜM SONU- Yorumlarınızı bekliyorum.... |
0% |