
"20. Bölüm Eksik Tamamlanır"
Gece, evin her köşesine ilk defa yabancı bir sükûnet inmişti. Sessizlik, o kadar derindi ki sanki zaman bile duraklamıştı.
Mardin'in taş duvarları, ay ışığı altında solgun ve soğuk bir hal almış, her şeyin bir arada ve bir bütün olduğu bu karanlıkta yalnızca kendi nefesimi duyabiliyordum.
Dışarıda rüzgâr uğuldayarak taşları okşuyor, ama içimdeki fırtına bir türlü dinmiyordu. Havanın yavaşça soğuması, camlardan içeri süzülen hafif serinlik, her şeyin olduğu gibi, beni de ağırlaştırıyordu.
Yalnızdım... Yalnızlık, her zaman bir yük gibi gelirdi bedenime. Özellikle de içimdeki boşluk, her geçen saniyeyle daha çok derinleştiğinde.
Camdan dışarı bakarken, taşların arasından süzülen ay ışığı her şeyi biraz daha silikleştiriyor, sanki o ışık tüm dünyayı bir hayal gibi biçimlendiriyordu. Kafamda dönüp duran düşünceler, bir an olsun durmaksızın ilerliyordu. O an, içimde bir eksiklik vardı, ama neydi bu? Ne için endişeleniyordum? Gerçekten neyi arıyordum? Soruların her biri, bir ötekinin sesine karışarak kafamı daha da karıştırıyordu.
O anda, derin bir sessizlik... bir adım sesi duydum kapının ardından ...
Kapı usulca açıldı. İçeriye giren kişi, yavaş ama belirgin adımlarla yaklaşırken, odadaki hava birden değişti. Hemen tanımıştım.
Doğu.
O adımlar... sadece ona aitti. Gözlerimi ondan kaçırmadan pencere önünde oturduğum koltukta geriye doğru yaslandım.
Her zaman kararlı ve her zaman güçlü attığı adımlarıyla ilerlerdi. Ama bu gece, bir şey farklıydı.
Gözlerinde, her zaman gördüğüm o kararlılıktan çok daha fazlası vardı. Bir şeyin, bir duygunun, bir isteğin sığmadığı bir boşluk. Bunu hissedebiliyordum. Zihnimde hiçbir kelimeyle dile getiremediğim bir şeyler vardı. Ve gözlerindeki o derinlik, bana her zaman olduğundan çok daha yakın görünüyordu. Adımlarını bir adım daha attı.
Yatak ve benim aramda kesti adımlarını.
Bir süre birbirimize hiçbir şey söylemeden bakıştık.
Doğu'nun gözlerindeki bu sessiz konuşma, adeta ruhumun en karanlık köşelerine kadar işliyordu. Onun bakışları, bir şeyler anlatıyor ama ben bunu çözmeye çalışırken, kelimeler boğazımda sıkışıyordu. O anı tam anlamadım. Bir bekleyiş, bir kıpırtı...
Ayın ışığı yüzüne vuruyorken ellerini ağır ağır ceketinin cebine soktu.
Yavaşça cebinden bir kutu çıkardı ve kahvemin üstünde duran sehpanın üstüne usulca bıraktı.
Kutu o kadar küçük, o kadar sade görünüyordu ki, içindeki şeyin ne kadar büyük olduğunu anlamak zor oluyordu.
Kutuyu, hiç acele etmeden uzun parmaklarıyla ustaca açtı. O kutunun içinde ne olduğunu görmek istedim ama önce gözlerimdeki boşluğu çözmeliydim.
Ona bakarken, "Bu... ne?" diyebildim. Sesim, boğazımda sıkışmıştı. Söylemek istediklerim vardı ama kelimelerim sanki birden kaybolmuştu.
Doğu'nun gözleri, önce kutudaki yüzüğe kaydı, sonra tekrar bana döndü. İçinde bir şeyler gizliydi, kelimeleri ne kadar seçmeye çalıştıysa da, gözleri her zaman doğruyu söylüyordu. "Bu yüzük..." dedi,
Sesindeki titremeyi, o kadar derin ve belirgin bir şekilde hissettim ki, içimdeki tüm belirsizlikler bir anda yüzeye çıktı. Yüzüğün içindeki anlam, her şeyin ötesine geçiyordu. Bir parça metalin, bana dair her şeyi nasıl bu kadar derinden etkileyebileceğini anlamadım.
Yüzük, sadece bir takı değil, bir geçmişin, bir geleceğin, bir kimliğin, bir hayatın simgesiydi.
Ellerim, istemsizce geri çekildi. Bir adım geri atmak istedim.
"Rona..." dedi Doğu, bu kez sesi daha sert, ama aynı zamanda derin bir hüzünle doluydu. "Bunu o sabah verecektim ama..."
Bir anda, içimdeki tüm karmaşa bir noktada birleşti. Gözlerim, Doğu'nun gözlerinde kaybolurken, o anın yavaşça derinleştiğini fark ettim. Her şeyin anlamı değişiyordu.
"Geldiğimde yoktun." Bir şeyler kırılmıştı ama bir şeyler de tam olarak yerine oturmuştu.
Zorla bağlandığın bir düğümün içinde çözülmeye çalışmak, en ağır olanı. O düğüm, sadece ellerini değil, kalbini de sıkıca sarar. İşte biz, o düğümün içinde nefes almaya çalışan iki yabancıydık. Ama şimdi... o kapıdan içeri giren adam, bana başka bir şey getirdi. Bir yüzük değil sadece, belki de geç kalmış bir kelime, belki de ilk kez doğru yerde duran bir his.
"Biliyor musun Doğu, biz bir gün bile gerçekten 'biz' olamadık. Adlarımız aynı çatı altında yan yana yazıldı, ama kalplerimiz hiç aynı cümlede durmadı. O gün, o salonda evlendiğimizde... aslında sadece suskunluğumuzu mühürledik birbirimize."
Gözlerime baktı, ama sanki içimdeki o kırgınlığa dokunmaya cesaret edemiyor. Yine de bir adım atıyordu.
Yüzüğe ikinciye dönüp bakmadım çünkü içindekinden çok, söyleyemediklerimiz daha ağır geliyor.
"Rona... O gün sana bir yüzük takmadım. Çünkü o yüzük, bir zorunluluğun gölgesinde kirlenmiş olacaktı. Ama şimdi sana vermek istiyorum. Bu belki geç kalmış bir seçim, ama içten bir seçim."
Sözleri, içimdeki o sert duvarlara çarpıyor. O duvarlar ki, yıllarca sessizliğiyle büyüyendi. Ama işte, bir yüzüğün gölgesinde bile çatlamaya başlamıştı.
"Biz birbirimizi seçmedik ki. Seçilmiş olduk. O yüzden belki de bu kadar kaldık."
"Ama biz birbirimizi seçmedik ki, Doğu. Seçilmiş kılındık..."
Bu cümle dudaklarımdan döküldüğünde, odanın içindeki hava bile ağırlaştı sanki. Sözcükler, sadece bir itiraf değil, aramızda sessizce büyümüş bir gerçeğin yankısıydı. Doğu, gözlerini kaçırmadan bana bakıyordu. O an, kelimelerden daha fazlası vardı bakışlarında; kırgınlık, suskunluk ve belki de kabullenemediği bir sitem.
"Evet seçilmedik. Ama Rona, her seçilmeyiş bir mahkûmiyet midir? Belki de bazı yollar, başkalarının kararıyla başlar ama sonunu biz çizeriz."
Sesi yorgundu. O yorgunluk sadece geçen zamanın değil, söylenememiş cümlelerin de yüküydü. Bir an sustu, nefes aldı. Sanki içindeki tüm kırgınlığı bir nefeste bırakmak ister gibi.
"Bizim yolumuz çizilmişti, Doğu. O yolun taşlarını biz döşemedik. Ama yürüdük... bazen birbirimize bakmadan, bazen istemeden. O yüzden şimdi... bu yüzük nedir? Geç kalmış bir tamamlanış mı, yoksa hâlâ yarım kalan bir hikâyenin sessiz bir ağırlığı mı?"
Yatağa derin bir nefes vererek oturduğunda dirseklerini bacaklarına yaslayıp yavaşça bedenini eğdi.
Artık aramızda nefes alacak bir mesafe bile kalmamıştı. Sehpanın üzerinde duran küçük kutuyu avuçlarının içine aldı.
"Bu yüzük... bir mecburiyetin değil. O gün sana veremedim çünkü biz birbirimize ait hissetmiyorduk. Ama şimdi belki hâlâ kırık, belki hâlâ eksik... sadece sana vermek istiyorum. Rona. Geç de olsa, eksik de olsa."
Bu sözler içimde bir yerlere dokundu. O kırgınlığın altından bir şey sızdı belki kabullenemediğim bir sıcaklık, belki de ilk kez hissettiğim bir hafiflik. Yüzüğü uzattığında, ellerimiz istemsizce birbirine değdi. O temas, yılların sessizliğini bir anlığına bozdu.
"Geç de olsa, eksik de olsa sana bu yüzüğü takmak istiyorum."
Bu cümle, odanın sessizliğine ağır bir taş gibi düştü. O an, içimde yıllardır sakladığım tüm cümleler birbirine dolandı. Sanki boğazımda bir düğüm vardı ne yutabiliyor ne de çözebiliyordum.
Gözlerimi Doğu'nun gözlerine diktim. Orada
sadece yorgun bir adamın bakışları değil, geçmişin tüm kırıkları vardı.
Oturduğum yerden sırtımı ayırıp dik durdum. O elinde tuttuğu yüzüğe baktım, aramızda koca bir hikâye gibi duruyordu.
"Bir yüzük... sadece bir halka değil, Doğu. Bir başlangıç, bir tamamlanış, bazen bir yük, bazen bir umut olur. Ama bizim hikâyemizde o halka hep eksikti. Çünkü biz başlarken bile bitik bir hikâyenin içindeydik. Zorla tutulmuş eller, zorla söylenmiş kelimeler... İşte biz buyduk."
Sesim engel olmadığım şekilde titriyordu, ama öfkeyle değil. Yılların suskunluğunun ağırlığıydı bu. Gözlerimi tekrar Doğu'ya çevirdim.
"Ama şimdi... bu yüzüğü takmak istiyorsan, bil ki o parmağıma değil, kalbimdeki en derin yaraya dokunacak. Çünkü biz birbirimize verilmedik, biz birbirimizden alındık. Hayallerimizden, seçimlerimizden, hatta bazen kendimizden."
Derin bir nefes aldım. Sesim alçaldı, ama kelimeler daha da ağırlaştı.
"Ama biliyor musun, Doğu? Belki de bazı yaralar kapanmaz, sadece kabuk tutar. Belki de bazı hikâyeler tamamlanmaz, sadece başka bir şekilde devam eder. Ve sen bu yüzüğü bana takmak istiyorsan, o zaman sadece parmağıma değil, tüm o eksik kalan anılarımıza da dokunmuş olacaksın."
Doğu'nun yüzünde bir duygu belirdi. Parmaklarıyla yüzüğü tutarken o da nefesini tuttu sanki. Aramızda söylenmemiş onca cümle varken, o küçük yüzük sessizliğimizin dili oldu.
Bende oturduğum yerde ona eğilip tuttuğum yaşlarının ağırlığıyla fısıldadım. "O yüzden... tak bu yüzüğü. Geç de olsa, eksik de olsa. Çünkü belki de biz, eksikliklerimizle tamamlanıyoruz."
İkimiz de uzun yollardan gelmiştik çok koşmuş, çok yorulmuş, yolda fazlaca yaralar almıştık. Dikenler her bir tarafımıza batarken biz en ağır yaraları almıştık belki de. Ben onun yarısını sarmaktan çekinirken o hiç kimseyi umursamadan yaralarımı sarmıştı.
Artık yola devam edemeyeceğimi sandığımda, bırakmayı düşündüğüm ilk fırsatta başımı çevirdiğim yerde o vardı. Hayat bana hep en acı yüzünü göstermişti bu zamana kadar fakat belki de şimdi bana bir hediye vermenin tam vaktiydi.
Gözleri gözlerimi kenetlenmişken küçük çocuğun sevincini görüyordum onda, benim gözyaşlarım ise ona karşılık verirken önce sıcak parmağa tenime dokunup gözümden akan yaş ilerlemeden ağır ağır sildi sildi.
Gözlerim, yılların biriktirdiği duygularla bulanıklaşmıştı. O an, hissettiklerimi kelimelere dökebilseydim, her şeyin ne kadar eksik ve kırık olduğunu anlatabilirdim. Ama, Doğu'nun elleri, gözlerimdeki buğuyu silebilecek kadar güçlüydü.
O eller, yavaşça yüzüğü çıkardı ve bana doğru uzatırken, ne kadar beklemiş olduğumuzu düşündüm. Ne kadar geç kalmıştık...
Gözlerindeki o kırgınlık ve acı, bir zamanlar birbirimize kenetlenmek için cesaret bulamamışken, şimdi her şeyin farklı olacağını düşündürdü.
Yavaşça, içimdeki buğulu duygularla, elimdeki tüm dirençleri bir kenara bırakıp, avuçlarımı Doğu'ya doğru uzattım. Parmağım, titreyen ellerimle ona doğru yöneldi.
İçimde bir garip hüzün vardı, ama bir o kadar da bir huzur. Yüzüğün soğukluğuyla hissettiğim bu an, sanki tüm geçmişin silindiği ve yeniden başlamaya cesaret bulduğumuz an gibi...
O an, parmağımda bir şeyin eksik olduğunu hissettim. Belki de yıllardır kaybolmuş olan bir şeyin yerine konduğunu.
Doğu'nun elleri, düzgün bir şekilde yüzüğü parmağıma takarken, bir an için her şey durdu.
Gözlerimdeki yaşları sildiği gibi, içimdeki kırık dökük kalp de yeniden bir araya gelmeye başlıyordu. O yüzük, eksik olan her şeyin tamamlanmaya başladığını simgeliyordu. Ve birden, her şey bir anlam kazanmıştı.
O an, parmağımda takılı olan bu yüzük, geçmişin eksikliklerini ve yaralarını saracak bir bağ gibi hissettirdi. Bir zamanlar kaybolan her şeyin, belki de şimdi bir araya geldiğini düşündüm.
Yüzük, tek bakışta dikkatleri üzerine çeken, büyüklüğü ve gösterişiyle göz kamaştıran bir parçaydı.
Metalin parlaklığı, gecenin karanlığında neredeyse gözümü alacak kadar güçlüydü. Işığa her yaklaştıkça, yüzüğün üzerindeki taşlar minik yıldızlar gibi parlıyor, her bir yansımasıyla içimde bir şeyleri uyandırıyordu. Büyük, ışıltılı bir taş, her şeyin ötesinde bir anlam taşıyordu. Sadece bir takı değil, bir hikâye, bir söz, hatta bir kader gibi...
İçindeki taş, devasa bir elmas gibi parlıyordu. Yuvarlak ve keskin hatları, ışığı ne kadar yansıtsa da ona baktıkça daha fazla derinliğini hissettim.
O taş, bana sanki çok şey anlatıyordu. Onun etrafındaki küçük taşlar ise, yüzüğün her detayıyla birlikte, bana kaybolmuş olan her anı, her kırıklığı, hatta umutları birleştiriyordu.
Ama yine de o taşın etrafındaki detaylar, sanki bir kez daha hatırlatmak istercesine bana geçmişi gösteriyordu. Işığın oyunuyla parlayan her köşe, içimde bir anı daha açığa çıkarıyordu. Her bir ışık huzmesi, her bir yansıma, içimde kaybolan bir şeyi yerine koyuyordu.
Yüzük, parmağımda bir öyküye dönüşüyordu. Hem geçmişin izlerini hem de şimdiye kadar kaybolan her şeyi yeniden hatırlatıyordu. Doğu, ellerini çekip bana baktığında, gözlerindeki derinlik, kaybolan yılların ve yanlış anlaşılmaların geride bırakıldığını söylüyordu. Şimdi, aramızda daha başka bir şey vardı.
Doğu, gözlerime bir an daha bakarak yavaşça geri çekildi. Elleri, biraz terli ve biraz titreyen parmaklarıyla yüzüğün son dokunuşunu yapmıştı. O an, bir sessizlik yerleşti aramızda. Geçmişin hüsranı, şimdi ne kadar uzakta ve ne kadar önemsizdi. Doğu, parmağımda parlayan yüzüğü izlerken derin bir nefes aldı. Gözlerinde bir kararsızlık, ama aynı zamanda bir umudu barındıran bir şey vardı.
Bir an için, her şey donmuş gibiydi. Ne geçmişin kırgınlıkları ne de geleceğin belirsizlikleri arasında bir adım atacak cesaretim kaldı. Ama sonra, o anın içindeki sessizliği bozan ilk hareket, Doğu'nun eli oldu. O el, yavaşça, ama kararlı bir şekilde uzandı. Gözleri, sanki bana bir şey anlatmak istiyor gibiydi. İçindeki biriken duygular, cümlelere dökülmeden önce, o ellerin sıcaklığında vücut buluyordu.
"Rona..."
Sadece adımı söyledi, ama sözcüklerin ardında o kadar çok şey vardı ki, tek bir kelimeyle her şeyi özetliyordu.
"Birlikte başlamadık belki, ama şimdi... bir şeyleri değiştirebiliriz. Geçmişin izlerini silip, sen istersen yeni bir yol çizebiliriz."
Gözlerim, Doğu'nun eline kaydı. Sanki yıllarca birbirimize yabancı kalmışız gibi, o elin benimkini kavrayacak kadar yakın olması da bir o kadar yabancıydı.
Ama aynı zamanda, bana bir güven ve huzur veren bir şey vardı. O an, o elin parmaklarını sıkıca tuttuğumda, her şeyin değişebileceğini düşündüm. Yüzüğün parmağımda hala soğuk bir şekilde parlaması, ama onun sıcak eliyle birleşmesi, her şeyin mümkün olduğunu fısıldıyordu bana.
Doğu, parmaklarımın arasına sıkıca yerleşen elleriyle, gözlerime bakarak bir adım daha yakınlaştı. O yakınlık, sanki her şeyin doğru olduğuna dair bir onay gibi hissettirdi.
"Bu, belki de bizim için bir dönüm noktası. Bir şeylerin değişmesi için bir zaman vardır. Bu, seninle başladığımız bir yol değil ama birlikte gidebileceğimiz bir yol."
O an, kalbimdeki tüm belirsizlikler ve kararsızlıklar bir kenara çekildi. Geçmişin izleri siliniyor gibiydi, çünkü onun elini tutmak, bana her şeyin yeniden başlayabileceğini anlatıyordu. Yavaşça, ama kararlı bir şekilde birbirimize yakınlaştık. O an, her şeyin yeni bir anlamı vardı. Geçmişi ardımızda bırakıp, şimdi ve geleceğe adım atmak, her ikimizin de içinde olduğu bir umut ışığıydı.
"Birlikte bu yolu yürümek belki de bundan sonrası en doğru zaman. Seninle olmak, geç kalmış da olsak, her şeyin farklı olacağına inanıyorum."
Yavaşça, ama kararlı bir şekilde, Doğu ellerimi parmaklarının arasına aldı. Bir anda yerimden kalkmam gerektiğini fark ettim. Gözlerim hala onun ellerindeyken, o beni oturduğum yerden kaldırmaya başladı. Hissettiğim şey, sadece bir güç değil, aynı zamanda ona olan güvenimdi.
Sanki dünyada hiç kimse, hiçbir şey bizden daha önemli olamazdı. Sadece birbirimize odaklanmıştık. Her şey bir anda durdu gibi hissediyordum.
"Doğu?"
Sadece bir soru sormak istemiştim ama söylediklerim hafif bir gülümsemeye dönüştü. Doğu'nun beni kaldırışı, aramızda hiç konuşmadan paylaştığımız anlamlı bir şeydi.
Ellerini sıkıca tutarak, daha da yakınlaştım. Hiç beklemediğim bir şekilde, onunla aynı havayı solumak, tüm vücut duygularımı harekete geçirdi. O an, zamanın nasıl geçtiğini bilemedim. Bir şeyler değişiyor gibiydi, ama ben ne olduğunu anlayamıyordum.
"Seninle her şey doğru. Bunu hissetmiyor musun?"
Doğu, yavaşça gülümsedi.
Her şeyin garip olduğu, karmaşık hissettiğimiz anlar vardı, ama şimdi onun bu sözleri, bana her şeyin yolunda olduğunu hissettiriyordu.
O an, ellerimi sıkıca tutarak, beni tamamen ayağa kaldırdı. Benim için, o birkaç saniye bile bir ömre bedeldi.
Ayakta durduğumuzda, aramızdaki mesafe birden yok oldu. Sanki hiç boşluk kalmamıştı ne geçmişin gölgeleri, ne de korkularımız. O an sadece biz vardık. Gözlerimiz birbirine kenetlendi, yavaşça bir adım daha atarak bana biraz daha yaklaştı.
Nefesini duyabiliyor, ellerinde hissettiğim sıcaklıkla her şeyin tam o an doğru olduğunu anlamaya başlıyordum. Hiçbir şeyin doğru ya da yanlış olduğu bir an vardı; o an sadece birlikte olmak, birbirini hissetmekti.
Bir adım daha attı ve gözlerimin içine bakarak, hafifçe başını eğdi. Sanki daha fazla beklememem gerektiğini hissettim.
Ellerimi birleştirip yavaşça kaldırarak, dudağımın üzerini öptü. O an, geçmişin hiçbir şeyi, bu anı bozamazdı.
Öpücük, sadece geç kalmış bir buluşma değil, aynı zamanda tüm duyguların bir araya geldiği bir an gibiydi. Yavaşça, ama kararlı bir şekilde birbirimize yakınlaştık. Birlikte olduğumuz her an, doğru bir adım atıyorduk. Ve bu adım, belki de her şeyin başlangıcıydı.
Gözlerimi kapattım, ama hala o anın içindeydim. Bütün dünyayı, sadece o öpücüğün içinde kaybetmek istiyordum. Bu öpücük, sadece ikimizin arzusunu değil, aynı zamanda güveni, umudu, sevgiyi de taşıyordu.
O an, her şey bir anda donmuş gibiydi. Doğu'nun dudakları, benimkilerle birleştiğinde, zamanın ne kadar geçtiğini fark edemedim.
Kalbim, sanki birer tüy gibi hafifçe çırpınırken, hissettiklerim tarif edilemezdi. Her şey birdenbire anlam kazanmıştı. O sıcaklık, o anın sakinliği, sadece ikimizin arasında bir dünyanın var olduğunu hissediyordum. Varlık, o anın içinde anlam bulmuştu geçmiş ve gelecek hiçbir şey değildi, sadece biz vardık.
Öpücük, uzun, derin bir suskunluğun ardından geldi. Ama öyle bir suskunluk ki, her şeyin tam yerli yerinde olduğu bir sessizlikti.
İçimdeki tüm duygular, en derin korkulardan en parlak umutlara kadar, o an birleşiyordu. Ne kadar uzak olsak da ne kadar farklı bir yolculuğa başlasak da o an, zaman ve mekân sınırlarını aşmıştı. Doğu'nun varlığı, her şeyin ötesindeydi, o an sadece ikimizin arasında büyüyen bir şeydi.
"Ne kadar uzak olsa da, ne kadar zor olsa da burada olmak... buradayken, kendimi buluyorum."
Sözcükler, dudaklarımın arasından, ama içimdeki sesin yankısıyla dökülüyordu. Hissettiğim şey, tanımlanamazdı. Onunla birlikte olduğumda, her şey doğru gibi hissediyordum. Bütün o yılların eksiklikleri, kalbimde bir boşluk gibi durmuşken, şimdi Doğu'nun varlığı o boşluğu dolduruyordu. Onunla her şey anlam kazanıyor, her şey yeniden şekilleniyordu.
Gözlerimi kapattım, onun sıcaklığı ellerimde, dudaklarımda ve kalbimde hissediliyordu. Her şeyin kaybolduğu, her şeyin anlamını yitirdiği anı bulmuş gibiydim.
"Burası... burası biziz, Rona."
Birçok şey sanki o an kayboldu, sadece ikimizin paylaştığı bu an kaldı. Duygularım o kadar yoğun, o kadar derinleşmişti ki, bir şeylerin daha fazlasını istemek gibiydi. Her şey birbirine doğru ilerlerken, bir başka duyguyu, belki de ilk defa bu kadar net hissediyordum, huzur.
Tüm hayatımda ilk defa, bir şeyin gerçekten doğru olduğunu hissettim. Bu, sadece bir öpücük değil, aslında bir bağın başlangıcıydı.
Doğu'dan aldığım her bir nefes, içimdeki korkuların erimesine sebep oluyor, onunla her şeyin daha berrak bir hal alacağını hissediyordum. Zaman kaybolmuştu ama bu kaybolan zaman, geçmişin ve geleceğin bir araya geldiği bir anın içindeydi. Ve ben, o anın her anını yaşamak istiyordum. Doğu'nun her dokunuşunda, her bakışında, kendimi yeniden buluyordum.
Doğu'nun elleri, yavaşça belime doğru kaydı. Ellerinin sıcaklığı, belimdeki her hareketiyle içimde bir huzur dalgası uyandırıyordu. İkimizin arasındaki mesafe, her geçen saniye daha da daralıyor gibiydi.
Ellerinin dokunuşunda bir anlam vardı sadece bir dokunuş değil, aynı zamanda aramızda büyüyen bir güven, bir aidiyet hissi taşıyordu. O an, zamanın ve mekânın ötesinde, sadece ikimizin olduğu bir dünya var gibiydi. O an, belimdeki elleriyle bana hissettirdiği şey belki de hayatımda daha önce hiç deneyimlemediğim bir duyguydu.
Doğu'nun ellerindeki sıcaklık sanki tüm kalbini bana bırakıyormuş gibi bir his yaratıyordu. O anın içinde kaybolmuşken, kelimeler gereksizdi. Sadece hissetmek yeterliydi. Ellerinin beni kavrayışı, her şeyin birbirine bağlandığı anın ta kendisiydi.
Elleri beni belimden itip sertçe kendine bastırdığında dudaklarını saran dişlerim tenine anın büyüsüyle bastırmıştı.
Ağzından acının en yalın haliyle bir hırıltı çıktığında dudaklarına daha sert dokundum.
Onun bu haliyle oynadığımı anladığında belimde dolanan güçlü kolları hızlı bacaklarımın iki yanına geçip beni havaya kaldırdı.
Tanıdık olduğum beline bacaklarımı geçirdiğimde ensesinde duran saçlarının arasına daldırdığım iki elimle ona tutundum.
Bedenim koca elleri arasında tüymüş gibi asılı kaldığında yavaşça geriye yürüyüp dudaklarımızı ayırmadan bedenimi yatağa bıraktı.
Teni tenimden gitmesin kokusu uzaklaşmasın istedim o an. Sıcaklığını bir an kaybetmek istemedim.
Gömleğinin iki yakasından tutup onu sertçe üstüme çektim. Aramızda tek nefeslik boşluk varken konuştuğum an dudaklarımızın birbirine değeceğini bildiğimden çok yavaş bir şekilde fısıldadım.
"Ağam" dedim yavaşça. Gözleri dudaklarıma çarparken göğsümü titreten bir nefes çekti ciğerlerine.
"Karını... Yalnız mı bırakacaksın?"
Parmaklarım yakalarından yükselip belirgin boynundaki damarlarının üstüne dokundu. Sertçe yutkunduğunda gözlerini tek bir an gözümden çekmiyordu.
Şaşkın bir şekilde gözlerime bakarken, bir an ne yapacağını bilemedi. Ardından, yavaşça dudaklarını aralayıp "Gidersem... şerefsizim," diye soluklandı.
Bu hali içime su gibi akarken, bedenime değen teni sanki başlayan yangına davetiye misaliydi.
Doğu'nun sesi, yavaşça ama keskin bir şekilde yankılandı.
"Beni her bir sözünle, tek bir gözünle harap ediyorsun."
Ellerimi ondan çekmek yerine, biraz daha sertçe onu kendime doğru çektim.
Gözlerinden ateş ve kararlılık saçılırken, bana karşı olan bir meydan okuma duygusuyla, her şeyin kontrolünü elinde tutmak istiyordu. Bu an, birbirimizin gücüne karşı koyma, sınırlarını zorlamak, bir nevi savaştan çok daha derin bir gerilim barındırmıştı.
Başını yaklaştırıp boyun girintime yasladı.
Bir an, nefes almayı unuttum sanki. O suskunluğun içinde, kelimeler dilimin ucuna yığılmış, ama hiçbirini söküp çıkaramıyordum. Oysaki kaç kez söyledim kendime..
Hiçbir şey söylemeden, bir savunma arıyormuş gibi yüzünü boynumun o ince girintisine yasladı.
Tenimde hissettiğim sıcaklığı, bir ağırlık gibi içime çöküyordu. Kalbim, göğsümde sessizce ama inatla çarpıyordu. Nefesini hissettim... Derin, yavaş ve ihtiyatlı bir nefesle kokumu içine çekti. O an, aramızdaki bütün mesafeler, sözsüz bir yakınlığa dönüştü.
"Rona." dedi "Rona..."
Zikrettiği ismi çektiği kokuya damgalamak istermiş gibi tekrarladı.
Her bir seferinde derince çekti içine her nefesini.
Doğu'nun sıcak nefesi hâlâ boynumda bir iz gibi duruyordu. O anın sessizliği, kalbimin atışlarıyla bölünüyordu sanki. Ellerim, istemsizce onun omuzlarına kaydı, parmaklarım o tanıdık kumaşın üzerinde hafifçe titredi. Gözlerimi yüzüne kaldırdım bakışlarında yorgun bir huzur vardı. Biraz da kaçamak... Sanki ne kadar yakın olsak da hâlâ söyleyemediğimiz cümleler vardı aramızda. Az önce ki keskinliğim sanki ona teslim olmuş gibi ipleri ona vermişti.
"Bu gece..." dedim, sesim fısıltıya dökülürken bile utangaç bir yankı gibi kulaklarımda çınladı.
Yutkundum. Gözlerimi kaçırmadan devam ettim, dudaklarımda yarım bir cesaretle,
"Bu gece... burada kal."
Bir anlık sessizlik. Kalbim, içimde sabırsız bir çocuk gibi çarptı. Doğu, başını geriye çekip yüzüme baktı o bakışta ne alay vardı ne de sorgulama. Sadece sessiz bir anlayış.
Gözlerinde yavaşça eriyen o sertlik, yerini sıcak bir yumuşaklığa bıraktı. Parmakları belimde biraz daha sıkıldı, sanki zaten hiçbir yere gitmeyeceğini anlatır gibi.
"Buradayım," dedi, fısıltıyla. "Gitmem."
Bu iki kelime, içimde bir yerlere dokundu. Bir eksik tamamlandı sanki, bir yara kabuğunu düşürdü.
Aramızdaki mesafe neredeyse yoktu artık. Doğu başını biraz eğip alnını benim alnıma yasladı. O an, dünyanın en sade ama en derin cümlesini söyledi.
"Uyuruz, konuşuruz... ya da sadece susarız. Fark etmez. Yanındayım."
Gözlerim doldu. Ne mutluluktan ne de hüzünden... Sadece içimdeki o düğümün nihayet çözülmesindendi belki de. Bu gece, kelimelerden çok sessizlikle anlaştık. Çünkü bazen en güçlü bağlar, sadece orada olmakla kurulur.
Doğu'nun nefesi hâlâ tenimdeydi, dudaklarının sıcaklığı, alnımın kıvrımında bir iz gibi kalmıştı.
O an, zaman yavaşladı sanki. Göğsümde bir yer, adını koyamadığım bir huzurla doldu. Ama Doğu, içimde dalgalanan o duyguların ne kadar ağır olduğunu hissediyor gibiydi.
Birkaç saniye daha gözlerimin içine baktı. O derin bakışlarda ne geçmişin ağırlığı ne de geleceğin belirsizliği vardı. Sadece şimdi vardı.
Sonra, yavaşça geri çekildi. Parmakları, belimden kayıp usulca serbest bıraktı beni. Yüzünde bir tereddüt yoktu ama sanki elleri, dokunduğu yerden ayrılmak istemiyordu. O kısacık mesafe bile bir boşluk yaratıyordu aramızda, ama o boşluk bile rahatsız edici değildi.
Vücudu benden uzaklaşırken, sıcaklığı hâlâ üzerimde kalmıştı. Yavaş hareketlerle yanıma uzandı, aramızda sadece birkaç nefeslik mesafe bırakarak.
Yüzü bana dönüktü. Gözlerinde hâlâ o tanıdık bakış vardı söylemediği şeylerin sessiz yansıması.
Bir süre sadece baktık birbirimize. Konuşmaya gerek yoktu çünkü kelimeler bazen fazlalıktı. O an, sessizlik her şeyi anlatıyordu.
Elimi yavaşça uzattım, parmak uçlarım onun eline dokundu. O da parmaklarımı tuttu, sanki "Buradayım" demenin başka bir yoluymuş gibi.
"Uyuyalım mı?" diye fısıldadım. Sesim yumuşaktı, sıcaklık etrafımı sararken sanki mayışmıştım.
Gülümsedi. Küçük, zar zor fark edilen bir gülümseme...
"Ben belki de sadece seni izlerim."
Gözlerimi kapattım ama dudaklarımda hafif bir kıvrım vardı.
Gecenin sessizliği bir süre sonra odaya sızmıştı sanki duvarlar bile nefes almaktan çekiniyordu. Sadece kalplerimizin ritmi vardı, usul usul atan, içimizde yankılanan bir ses gibi.
Doğu yanımda uzanıyordu. Aramızda, bir el mesafesi kadar kısa ama bir ömür kadar uzun bir boşluk vardı. O boşluk... belki de en çok orada saklıydı anlatamadıklarımız, kaçırdıklarımız, görmezden geldiklerimiz.
Sonra Doğu yavaşça döndü bana doğru. Gözlerinde, bin kelimeye gerek duymadan anlatılan bir şey vardı geçmişin yüküyle değil, şimdiye sığınan bir bakışla.
Sessizliği bozmadı, zaten gerek de yoktu. Yüzünde yumuşak bir ifade, dudaklarının kenarında belirsiz bir kıvrım... Sonra kolunu uzattı, tereddütsüzce.
Bir an nefesim kesildi. O kadar basit, o kadar sıradan bir hareketti ki... ama içimde, derinlerde bir şey titredi. Bir davet değildi bu bir teslimiyet, bir güven, bir kabul edişti.
Elim, kendi iradesinden bağımsızmış gibi yavaşça onun göğsüne uzandı. Ardından bedenim... Başımı göğsüne yasladım. O an, tüm dünya susmuştu sanki. Doğu'nun kolları, beni saran sessiz kalkan olmuştu.
Kolları sıkıca sarıldı etrafımda, sanki içimdeki bütün dağınıklığı toplamak ister gibi. Birinin beni böyle tutması... zorunda olmadan, bir görev gibi değil, sadece öyle hissettiği için... Bu, daha önce hiç bilmediğim bir duyguydu.
Göğsüne yaslanmışken kalp atışlarını dinledim. Düzenliydi, sakin... Oysa benimki, bir kuşun kanat çırpışları gibi sabırsızdı. O an anladım insanın bir kalbe bu kadar yakın olup, hâlâ ona mesafelerce uzakta hissedebilmesi ne tuhaf bir çelişkiydi.
"Böyle iyi," dedi fısıltıyla, yüzünü saçlarımın arasına gömerek.
Gözlerimi kapattım. O an kelimelere gerek olmadığını fark ettim. Çünkü bazı anlar, sadece hissedilmek içindi. Belki de en çok sustuğumuzda birbirimizi anlıyorduk.
Zaman yavaşladı. Uyku gözlerime usulca çökerken içimden bir düşünce geçti..
Ve o gece, ilk defa bir sessizlik bu kadar doluydu. İlk defa bir sessizlik, içimde böylesine yankılandı.
Bazı boşluklar vardır, doldurmak için değil, sadece hissetmek için bırakılmış gibi.
O boşluk, parmağımda taşımadığım bir yüzüğün eksikliği değil sadece...
Kalbimin bir kenarında, adını bile koyamadığım bir histi. Ve o gece, Doğu o kapıdan içeri girdiğinde, işte tam da o boşluğa dokundu.
Ve o gece, yüzük parmağıma takıldığında, bir boşluk dolmadı aslında. Sadece artık o boşlukla barıştım. O yüzden ağır gelmedi. Her şey tam geldi.
🔗
Gözlerimi araladığımda, odanın içi solgun bir ışıkla dolmuştu. Güneş, utangaç bir yüzle perde aralığından süzülüyor, duvara ince altın çizgiler bırakıyordu. O an fark ettim bir sessizlik vardı, ama bildiğim sessizliklerden değil. Bu sessizlik ne gergindi ne de eksik. Bu, huzurun sessizliğiydi.
Başımı yavaşça çevirdim.
Doğu...
Yanımda, nefes alışları düzenli ve sakin. Bir kolu yastığın altından başıma destek verirken diğeri belime sarılmıştı.
Sanki gitmemden korkmuş gibi uyurken eli üstümde olması için uğraşmıştı.
Kolunun altından yavaşça yan döndüğümde yüzümü ona çevirdim.
Baktığım yüzü geceyi arkasında bırakmış gibi huzurluydu. O sert bakışların, öfkenin, yorgunluğun izi yoktu yüzünde.
Sadece bir dinginlik, bir durgun su gibi.
Saçları alnına dağılmış, kirpikleri göz kapaklarına hafif gölgeler düşürüyordu. Onu böyle görmek tuhaf bir şeydi alışık olmadığım bir savunmasızlık hali.
Parmaklarım iradem dışında hareket etti.
Yavaşça elimi kaldırıp, kaşlarının arasındaki o ince çizgiye dokundum. Sertliğin izi gibi duran o çizgiyi parmak ucumla hafifçe silmek istercesine gezdirdim. Teninin sıcaklığı, parmak uçlarımı yakacak kadar gerçekti.
Birden, Doğu'nun kaşları hafifçe hareket ettiğinde ardından göz kapaklarını aralayıp derin bir nefes aldı.
O an göz göze geldik. Uykunun flu perdesi arkasından bana bakan gözlerinde bir şaşkınlık, ardından tanıdık bir sıcaklık belirdi.
"Günaydın," dedim fısıltıyla, nefesim kadar hafif bir sesle.
Bir süre cevap vermedi, sadece bana baktı. Sonra yavaşça, uykunun sersemliğiyle hafifçe gülümsedi. O gülümseme... İçimde bir yerleri ısıttı. Sanki bir duvar daha çatladı içimde.
Elini kaldırıp yanaklarıma dokundu. Parmakları, sanki hâlâ burada olduğumdan emin olmak istercesine tenimde gezindi.
"Buradasın," dedi kısık bir sesle.
"Buradayım," diye fısıldadım.
Bu kadar basit iki kelime. Ama sanki aramızda söylenmemiş tüm cümlelerin yükünü taşıyordu.
Zaman ağırlaştı, nefes alışlarımız bile aynı ritmi tutturdu. Göğsüme yayılan sıcaklık, sessizliğin içinde büyüdü. Parmak uçlarım, Doğu'nun elini buldu. Elleri sertti, ama dokunuşunda bir yumuşaklık vardı sanki tuttuğu yerden bir parça bırakmak istemez gibi.
"Rüya sandım," dedi bir süre sonra.
Sözlerine tebessüm etmeye çalışsam da aslında burkulan bedenimde, ona yaşattığım gecenin sabahı gitmemişti aklımdan.
Doğu, yavaşça doğruldu. Sanki üzgünlüğümü hissetmiş gibi başını eğip saçlarımın arasına bir öpücük kondurdu. Öylesine hafifti ki, bir rüzgârın tenime değmesi gibi. Kalbim, o küçük dokunuşla bir an için hızlandı.
Başımı yeniden göğsüne yasladım. Gözlerimi kapatıp o anı hafızama kazımak ister gibi derin bir nefes aldım.
"Bugün yataktan hiç çıkmak istemiyorum." Yorgana sarılırken başım Doğu'nun göğsüne yaslıydı. Tüm gün burada böyle yatabilirdim, belki yorgunluğun ancak öyle dinerdi.
"Göğsüm emrinize amade Hanım Ağam."
Hafifçe güldüğünde başımı kaldırıp alttan biçimle suratına baktım.
Güldüğünde gözlerinin kenarlarındaki çizgiyle ilk tanışımdı o an.
Dudaklarının nizami dengesi onu her anlamda kusursuz kılıyordu ki yüzünün her bir hücresi ayrı ayrı uğraşılmış gibiydi.
Ona baktığımı hissettiğinde hafiflemiş gülüşüyle başını eğip elalarını görmemi sağladı.
Sabahları elaları açığın en güzel haliymiş...
"Seni gülerken görmek..." dedim, sesim hemen peşinden gelen bir titremeyle. İçimdeki her bir kelime, bir melodi gibi dudaklarımdan döküldü. "Gerçekten... bir başkaymış."
"Gülümsemek..." dedi, sesinde derin bir anlam vardı, "Bazen, hiçbir kelimeyi kullanmadan da her şeyi anlatabiliyor."
Her seferinde kelimelerle yaptığı oyunlar, ahenkli sesinden kurduğu cümleler bir şairin en güzel satırları gibiydi. Bazen dünyada sadece o konuşsun istiyordum.
"Seni gülerken göremiyorum ama..." dediğimde, sesim hafif bir kırıklık taşıyordu. Gözlerim, onun gülüşünü izlemek için her an daha fazla ona odaklanmıştı. Ama bir şey vardı gözleri ve gülüşü arasında kaybolmak, başka bir yere gitmek, o anın tam içinde olmak istiyordum. Yine de o gülüş bana ulaşmıştı, ama belki biraz daha fazla görmek istiyordum, biraz daha derinden hissetmek.
"Ama ben," dedi Doğu beni taklit ederek, gözlerimin içine bakıyordu, "sana her şekilde gülümsüyorum. Hangi şekilde olursa olsun, seni her gördüğümde gülümsüyorum."
"O zaman, her zaman gülelim," hafifçe gülümsedi. "Gülümsediğini görmek istiyorum."
Bu bir ihtiyaçtı. Yola devam edebilmem için ondan gelene ihtiyacım vardı.
"Senin yanımda olduğunu bildiğim her gün gülümseyeceğim Rona, sen yoksan gülmek azaptır."
Parmaklarım göğsünün üstünde gezerken ruhuma sinen bir acıyla yavaşça geri çektim.
YAZARDAN...
Rona, derin bir nefes alarak gözlerini kapattı. İçinde bir yerlerde, ağır bir sıkıntı belirmişti sanki bir şeyler giderek daha karanlık, daha belirsiz hale geliyordu.
Zihninde yavaşça dolaşan düşünceler, onu bir girdaba sürüklüyordu. Bütün her şeyin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha fark etti. Bir yol vardı ve bu yolun nereye gideceğini bilmeden, adımlarını atmak zorundaymış gibi hissediyordu.
Kalbi, bu düşüncelerle uyumlu olarak hızlıca atıyor, sanki içinde biri sürekli bir adım daha atmaya zorluyordu. O kadar derin bir boşluk vardı ki, her geçen saniye, sanki ona bir şeyler daha kaybettiriyordu. Hayatın ona getirdiği bu belirsizliğe karşı savaşırken, bir yerlerde her şeyin, her anın geçici olduğunu hatırladı. Ve bu geçicilik, içinde hissettiği huzursuzluğun en büyük nedeni gibiydi.
Bütün bu karışıklığın sonunda neyin olabileceğini düşündü. "Ne yapmalıyım?" diye içini ihtimallerin en çıkmazına soktu.
Sanki bütün her şey, bir an için tekrar onun elinden kayıp gidecekmiş gibi hissettiriyordu. Ne kadar istemese de bir zamanlar yolunu kaybetmiş biri gibi, tüm hisleri birbirine girmişti. Bir şeyler ona, bir adım geri atmanın doğru olacağını söylese de kalbinin derinliklerinde bir başka ses, "bunu yapmak zorunda değilsin," diye haykırıyordu.
Ama yine de içinde bir yerde bir şeyler onu sıkıştırıyordu. Kalbinde bir boşluk vardı, bir eksiklik vardı ve bu eksiklik onu sürekli başka bir şeye yönlendiriyordu. "Nereye gittiğimi bilmeden ilerlemek... sadece bir adım daha... bir adım daha atmak..." Kendisini buna iten neydi? Ne zaman fark etmişti ki, en zor olan şey, belirsizliğin içinde kaybolmak, sonra da bir şekilde geri dönmekti.
Ve o an, her şeyin, her anın, her duygunun belirsiz olduğu bu anda, o korku, o içindeki bu çıkmaz, ona her şeyin geçici olduğunu ve hiçbir şeyin sabit olmadığını hatırlatıyordu. Bu his, ona hem karamsar bir boşluk hem de derin bir korku veriyordu. "Her şey kaybolursa ne olacak?" diye düşündü. Ama içindeki o başka ses, ona bir yol gösteremedi. Bir adım daha atmak zorunda mıydı? Bu adım, onu gerçekten nereye götürecekti?
Zihninde yankılanan, onu uyanık tutmaya çalışan bir ses. "Korkmak... çare değil... yaşa bugünü, yaşa."
Bu söz, sanki bir içsel uyanış gibiydi. Rona, bir an duraksadı. O ana kadar her şeyin bir anda kaybolma ihtimali onu sarmıştı, her şeyin belirsizliği içinde boğuluyordu yeniden.
Ama şimdi, içindeki sesin bu kadar net ve güçlü olması, ona bir şeyleri hatırlatıyordu. "Korkmak çare değil... hayır, bu kadar düşünmemeliyim. Bugünü yaşamalıyım."
Bunu düşündü, ama içindeki o sessiz korku hala onu sarıyordu. Bir yandan her şeyin kaybolacağına dair bir inanç var, bir yandan da her anın içinde yaşamanın gücü vardı. "Belki de bugünün içinde... bir şeyler bulabilirim." dedi kendi kendine. Düşüncelerini bırakmak, sadece bu anı yaşamak... Korku vardı ama korkuyla ileri gitmek, yaşamak yerine sadece beklemek demekti. Oysa beklemek hiçbir şeyin çözümü değildi.
Yavaşça başını kaldırarak çevresine bakındı, gözleri Doğu'yu buldu. O an, tüm kaygılar bir nebze azalır gibi oldu. İşte, bu andaydı. O anın tadını çıkararak, içindeki huzursuzluğu bir kenara bırakmaya karar verdi. "Bugünü yaşa, bugünü..." diye fısıldadı. İçindeki derin boşluğa karşı, sadece bu anı kucaklamak gerektiğini düşündü.
Korku, onu kontrol etmeye devam edebilirdi belki ama "bugün" ona sahip olamazdı. Kendi içindeki gücü yeniden buldu. Çünkü, ne kadar belirsiz olsa da bugün onun bir şansıydı.
...
İçinden çekildiğim girdapta karmaşanın içinden net duyulan yankıyla başımı yasladığım yerden kaldırdım.
Doğu kalkmama izin vermeyerek üstündeki çarşafı itip ayağa doğruldu.
Kapı tekrar çekinerek çalındığında Doğu kapıyı açmıştı.
Gülfem kapıdan içeri girdiğinde, sesi neredeyse bir fısıldama gibiydi. Kapıdaki sessizliğin ardından, bu ince ses beni aniden gerçek dünyaya geri çekmişti.
Gülfem, başını hafifçe eğerek, adımlarını yavaşça atıyordu. Gözlerinde, sözlerini söylemek için gösterdiği tereddüt vardı. Kafasını eğmiş, ellerini önünde birleştirerek, "Ağam, Kalender Ağam aşağıda herkesi kahvaltıya bekliyor. Gelin hanımla siz gelmeden başlamayacaklarmış."
Yavaşça başımı çevirdim ve gözlerim Doğu'nun gözlerine takıldı. Onun da yüzündeki ifadeyi anlamaya çalışıyordum. O anın içinde, birbirimize herhangi bir şey söylemeden sadece bakarak durmak daha kolay gibiydi.
Cevap vermemiş sadece bakıyordu. Onu bu andan kurtarmak için yerimden doğruldum,"Geliyoruz on dakikaya Gülfem."
Gülfem'in gözlerinde bir tedirginlik vardı, sanki söylerken biraz daha dikkatli olmak ister gibiydi. Yavaşça başını eğip, gitmeden önce son bir kez bakarak, "Tamam, gelin abla" dedi, ama sesi hâlâ o utangaç tınısını taşıyordu. Kapı yavaşça kapandı ve biz kaldı.
Doğu'nun yüzündeki karışık ifadeyi fark ettiğimde, derin bir sessizlik içinde kalakaldık.
O an, Doğu'nun içinde bulunduğu duygusal karmaşayı anlamak, bir şekilde bana da dokunuyordu. Yıllar sonra, babasıyla aynı masada olma fikri, Doğu için ağır bir yük gibiydi. Bu yük, sadece geçmişin izleriyle değil, aynı zamanda geleceğe dair bir umudu da taşıyor olmalıydı.
Yataktan tamamen doğrulup hala kapının yanında duran Doğu'ya doğru bakıyordum.
Gülfem'in adımlarının koridorda yankılanarak uzaklaştığını duyduğumda odada bir sessizlik kaldı. O sessizlikte, Doğu'nun yüzündeki gölgeleri izledim. Pencereden süzülen solgun ışık, yüzünün yalnızca bir yarısını aydınlatıyordu diğer yarısı karanlığın içinde saklanıyordu sanki. O an anladım ki, bu yüz sadece ona ait değildi. Babasının gölgesi, ailesinin yükü, sustukları, söylediklerinden daha çok iz bırakıyordu hatlarında.
Ayağa kalktım. Sessizce, onu ürkütmeden. Adımlarım halının üzerinde neredeyse hiç ses çıkarmıyordu. Yine de fark etti beni. Başını hafifçe çevirdi, gözleriyle yakaladı bakışımı.
"Bir şeyler yapmak istiyor, ona izin ver Doğu, bu onun içinde çok zor" dedim usulca.
Gücümü onunla bölüşmek istiyordum. Ama o başını iki yana salladı, dudaklarında o tanıdık, kederle karışık bir duygu belirdi.
"Bu benim için de zor, Rona," dedi, sesi alçak ama netti.
O an ne söyleyeceğimi bilemedim. Kelimeler boğazımda düğümlendi. Sadece göz göze kaldık bir süre. Sanki bakışlarımızla konuşuyorduk. Ona dokunmak istedim, elimi uzattım ama yarıda kestim hareketimi. Onun babasına ördüğü duvarları vardı. Biz ise o duvarlara yaslanıp sadece yıkmasını beklemek zorundaydık.
Sonra sessizliği yine ben bozdum. "İnelim mi? Baban bekliyor."
Başını eğdi, derin bir nefes aldı. O nefesle birlikte sanki içindeki tüm sıkıntıyı da dışarı bırakmak ister gibiydi. Sonra doğruldu, bana dönüp hafifçe başını salladı. Bir izin işareti gibi. Giyinme odasına önce o gittiğinde yatağa oturdum sakince.
Her gün yeni bir umuttu benim için ama bugün gözlerini açan yeni bir bendim sanki.
Beş dakika sonra Doğu bu sefer banyoya girdiğinde giyinme odasına doğru yürüdüm,
Siyah boğazlı elbiseyi giyip bacaklarımı saran çizmeleride geçirip dışarı çıktığımda dönüp ona baktım. "Hazır mısın?" diye fısıldadım.
O sadece başını salladı. Ama o baş sallayışın içinde ne çok şey vardı.
Beraber kapıyı açtık. Koridorun serinliği yüzüme çarptı.
Biz merdivenin başına bile geldiğimizde aşağıdan gelen sesler evde bir bayram sabahı telaşı varmışcasınaydı.
Hafif gülüşmeler, tabakların birbirine değen sesleri... Ama benim asıl duyduğum, Doğu'nun kalbindeki sessizlikti.
Ve biz o sessizliği geride bırakıp aşağı inmeye çalışıyorduk.
Aslında en çok yara alan oydu biliyorum. Her bir ileri adımında tek adım geriye de savruluyordu kendi içinde. Bu zamanın ağırlığı artık bacaklarına dolanırken beyninin içinde ur gibi yankılanan soruyu biliyordum.
Neden? diyordu.
Neden?
Benim bütün hayatım boyunca sorup tek bir kelime bir karşılığını alamadığım o soru şimdi onun tüm ruhunu esir almıştı.
Merdivenlerden inerken Doğu'nun adımlarıyla kendi adımlarımı saymaya başladım. Bir ritim tutturmak gibi... Belki de kalbimdeki düzensizliği o ritimle dengelemek istiyordum. Avuçlarım hafifçe terlemişti. Neden bilmiyorum, belki de içeride bizi bekleyen yüzlerden biri içime işlemişti çoktan.
Salonun kapısına vardığımızda Doğu bir an durdu. Ben de onunla birlikte durdum. Başını hafifçe yana çevirdi, sanki gözlerimin içine bakmadan da beni görebilirmiş gibi. O an içimden geçirdim "Birlikte her şey daha kolay olabilirdi." Ama bazı yükler, paylaşıldığında bile hafiflemezdi. Bunu öğrenmiştim.
Büyük kemerin önüne gelmiştik, tek bir adımda bizi göreceklerdi.
Odanın içindeki neşe, kahkaha, hayatın bir anlığına bile olsa tüm ağırlığından kurtulmuş hali yüzüme vurmuştu o an sanki.
Salona ilk adımı ben attığım ilk olarak Kalender Ağa'nın yüzünü gördüm. Onda görmeye alışık olmadığım bir ifade vardı yumuşak bir tebessüm.
O sert, keskin hatların altında sakladığı bir babalık vardı. Gözlerinde Doğu'yu görünce beliren o belli belirsiz ışık, her şeyi anlatıyordu. "Oğlum," diyordu sessizce, "buradayım, birlikteyiz."
Berfin Hanım, ince belli çay bardağını dudaklarına götürüyordu tam o sırada. Bizi fark edince durdu, gülümsedi. Yüzündeki çizgiler, yılların değil, yaşanmışlıkların iziydi. O gülümseme bir annenin gülümsemesiydi her şeyin yoluna gireceğine inanmak isteyen bir annenin.
Helin'in sesi hemen doldu kulağıma. "Geç kaldınız!" diye takıldı neşeyle. Kahkahası masanın etrafında yankılandı. Onun o içten sesi, odanın tüm ağırlığını dağıtan bir melodi gibiydi. Yanında oturan Hozan, ikizine kaşlarını kaldırarak baktı, sonra bize bakıp baş selamı verdi.
Rohat, sandalyesinde arkasına yaslanmış, Şebnem'in bir şeyler anlatışını dinliyordu.
Şebnem... Göz göze geldiğimizde yüzünde öyle bir sıcaklık vardı ki, bütün yorgunluğum bir anlığına silindi. Gözleriyle bana, "Buradayım," dedi. Ben de bakışlarımla, "İyi ki buradasın," dedim sessizce.
Doğu'nun arkamdan geleceğini düşündüğümden birkaç adım daha atmıştım fakat ardıma dönüp baktığımda kemerin altında adımlarının bir an duraksadığını fark ettim. O an bakışlarım onun yüzüne, ardından da baktığı yere kaydı.
Kalender Ağa baş köşede oturuyordu.
Doğu'nun gözlerinde bir anlık bir boşluk belirdi. O sandalye, babasının odasına çekildiği yıllarda onun yeriydi. Gücün, sorumluluğun, ailenin ağırlığını taşıdığı...
Şimdi o baş köşe dolmuştu ama Doğu'nun içindeki boşluk sanki daha da belirginleşmişti. O an hiçbir kelime söylemedi. Ama yüzünde, göz kapaklarının arasına sıkışan o ince gölgeyi gördüm.
Ona baktığımı hissettiğinde keskin bakışlarını kaldırıp bana baktı başımı hafif eğdiğimde masayı işaret ettim.
Diğer baş köşeye geçerken babasının bakışlarının hemen karşısındaydı. O an Kalender Ağa'nın yüzünde hafif bir kıpırtı gördüm. Belki bir onay, belki de geçmişin sessiz bir selamıydı.
Birkaç adım daha attığımda, o da gelmişti masaya. Doğu, sakin adımlarla yaklaşıp baş köşeye oturdu. Her şeyin tam yerli yerinde olması gibi, o an her şeyin anlamı da farklıydı. Birbirimizi izlerken, tüm zamanın ne kadar geçip gittiğini fark etmedik.
Doğu'nun, Kalender Ağa'nın bakışlarının hemen karşısında oturduğunu fark ettim.
Masanın başında, her zaman onun yeriydi. Ama bugün, babasının bakışları altında oturuyordu.
Kalender Ağa, birkaç saniyeliğine gözlerini oğlundan ayırdı ve masaya doğru bakarken, başını hafifçe eğdi. O bakış, bana her şeyin yerli yerine oturduğu ama aynı zamanda derin bir zamanın birikimini gösteren bir anlam taşıyordu. Bu, babanın sessiz onayıydı, belki de geçmişten kalan bir kırgınlığın ardından doğan bir barışın iziydi.
Herkesin arkasında bir sessizlik hüküm sürerken, bu anın yavaşça herkesin ruhunda yankılandığını hissettim. Doğu, o sessizlik içinde bile, babasının yüzündeki bu anlamı hissetmişti. Gözlerinde bir şeyler değişti, belki de o eski halini kaybedip biraz daha farklı bir yola doğru adım attı.
Masadaki herkes, bu sessiz ama güçlü anı hissetmişti. Helin, daha önceki neşesinin izlerini kaybetmeden, küçük bir gülümseme bırakarak bakışlarını bize yönlendirdi. Hozan ve Şebnem de fark ettiler ama kimse fazla bir şey söylemedi. Bu an, kendi içimizde bir şeyleri halletme zamanıydı. Kelimelere gerek yoktu.
Kalender Ağa, sessizce bir çay bardağını eline alıp, sonrasında gözlerini Doğu'dan ayırdı. Bu basit hareket, bir anlam taşıyordu
Geçmişin zamansız bir şekilde iki baba oğul arasında bir köprü kurması gibiydi.
Gözlerini bana çevirdiğinde ve hafifçe başını sallayarak, "Günaydın, Rona," dedi.
Berfin Hanım da bana gülümsedi, "Günaydın, kızım," dedi.
Helin, Doğuya bakıp, "Günaydın, ağabey, "dedi. Gözleri, hep olduğu gibi, parlak ve enerjikti. "Ne güzel, hep birlikte kahvaltı yapıyoruz," dedi, neşeyle.
Doğu'ya dönüp baktığımda yüzü hemen aynı şekilde kalmıştı. Her zaman olduğu gibi, sessizdi. İçindeki duyguları dışarıya yansıtmayı tercih etmemişti. Ben de bunu bildiğim için, bir anlık sessizlikten sonra Helin'e dönüp gülümsedim.
"Günaydın Helin. Evet, gerçekten güzel," dedim. Cevabım, normalden biraz daha fazla anlam taşıyordu. İçimdeki huzursuzluk, bir şekilde o kısa cümlede birleşmişti. Ama yine de her şeyin yolunda gibi görünmesini istiyordum. Helin'in yüzündeki parlaklık, biraz olsun içimdeki karanlık düşünceleri yok etti.
Şebnem ondan beklenmediğim şekilde bir yerden konuya girip beni şok etmeye hazırlanıyordu.
"Biz yurttaki sabah kahvaltılarını çok severdik Rona'yla." Yavaşça, gülümseyerek gözlerini bana çevirdi ve konuşmaya başladı.
"Yalnızdık ama sabah olunca o kalabalığı çok severdik, normal zamandan kimse bizimle pek konuşmazdı belki de biz insanları fazla çekmezdik kendimize," omzunu silkip durdu. "İkimiz vardık sadece."
Bir an sessiz kaldık, masadaki herkes kendi düşüncelerine dalmıştı, belki de üzülmüşlerdi.
Şebnem'in sözleri, yurt yıllarımızdaki o zorlu ama bir o kadar da değerli zamanları hatırlatıyordu. "Bazen sadece seninle o kahvaltıyı yapmak, her şeyin yolunda gittiğini hissettirirdi. Her şey dışarıda dursa da biz o anlar içinde dünyayı unutuyorduk, "dedi.
Ben hafifçe gülümsedim, "Evet, o kahvaltılar bir arada olmak için, belki de tek şansımızdı. Ama biz hep birbirimize yeterdik." dedim. İçimde eski zamanların verdiği bir huzur vardı. O zamanlar yalnız olsak da birbirimize sahip olduğumuz için güç buluyorduk.
"Neden seviyordunuz kahvaltıları?" dedi Rohat şaşkınca.
Şebnem yanında oturan Rohat'a dönüp hafifçe gülümsedi ve derin bir nefes aldı.
"Çünkü o zamanlar yurttaki tüm çocuklar bir araya gelir, kalabalık olurduk. Kahvaltılar, sadece yemek yemek değil, aslında bir arada olmanın, bir bütün olmanın zamanlarıydı. Kimse yalnız kalmazdı," dedi, sesinde bir miktar geçmişe ah vardı.
Şebnem'i onaylayarak devam ettim. "Evet, her şeyin tadı, o kalabalık sabahlarındaydı. O kadar çok insan, o kadar çok farklı hikaye... Hepimizin farklı dünyaları vardı ama o masada, o sabah kahvaltılarında, her şey bir şekilde birleşiyordu."
Şebnem, hafifçe kahkaha attı ve "Bazen masada yer kalmazdı en sevdiğimiz an ise o andı. Kendimizi daha güvenli hissederdik o sıkışık yerde."
Berfin Hanım, sohbetin ağırlığını hafifletmek istermiş gibi, masada bir anlık sessizlikten sonra gülümsedi. "Herkesin hep hatırlayacak olduğu anıları vardır, değil mi?" dedi yumuşak sesiyle. "Her anı değerli kılar insan."
Şebnem, gözleri uzaklara dalarak, "Evet, o zamanlar... Zor olsa da çok anlamlıydı," diye mırıldandı. Hüzünlü bir hava masanın etrafını sarmıştı. Birbirimize bakarken, geçmişin izleri her birimizin içinde tekrar yankı buluyordu.
O an, ben ve Doğu, göz göze geldik. Birkaç saniye süren bir sessizlik vardı...
Sessizce anlaşılmıştık. Birçok şey söylenmeden ifade edilebiliyordu. Geçmişin ve şimdinin karışımıydı bu an.
Helin birden bana dönüp heyecanla ellerini çırptı. "Rona yenge, bugün sen ve Şebnem Ablayla çarşıya inip gezelim mi? Geldiğinizden beri hiç çıkmadınız," dedi, sesindeki neşeyi duymamak mümkün değildi. Gözleri ışıl ışıl, hepimizden daha fazla heyecanlıydı.
Doğu yerinde kıpırdadı, ama ben hemen onun tarafına bakmadım. İçimde, bir an için tereddütle kaybolan bir duygu vardı. Doğu'nun, bu teklifin ne kadar hoş karşılanıp karşılanmayacağına dair bir kaygısı olduğu belliydi. Ama ben, bunu derinlemesine düşünmek yerine, Helin'in önerisinin sıcaklığına odaklandım.
Şebnem, hemen onun heyecanını yakalayıp, "Evet, bence de çok güzel olur. Hem havamız değişir" dedi. O da bu öneriye oldukça hevesli görünüyordu, gülümsedi ve gözleri parladı.
Gözlerim Şebnem'e kaydı, ama kafamda düşünceler hızla dönüyordu. Bir an için, çarşıya gitmenin bana da iyi gelebileceğini düşündüm.
Gözlerim, istemsizce Doğu'nun suratına kayarken, ona dikkatlice bakmaya başladım.
Doğu'nun gözleri o anda kız kardeşi Helin'e kaydı. Bir anlığına, onu dikkatle inceledi. Helin'in yüzündeki neşeyi gördü ve yavaşça başını salladı.
O an, kız kardeşinin güvenliğinden de endişe duyduğunu hissettim.
Helin, ağabeyinin bakışlarının üzerindeki etkisini hissetmişti. Bir an, gözlerinde derin bir hüzün belirdi ama hemen ardından tekrar gülümsedi. Doğu'nun ona bakışı, ikisinin arasında gizli bir bağ gibi görünüyordu. Doğu, sadece benim değil, Helin'in ve Şebnem'in de güvenliğinden endişeliydi.
Bir anlık sessizlikten sonra, gözlerim yavaşça tekrar Helin'e kaydı. "Gidelim bizim içinde değişiklik olur."
Berfin Hanım, gözlerinde hafif bir kaygı olsa da gülümsüyordu. "Evet, kızım çıkın biraz hep birlikte hava alın" dedi. "Ama dikkatli olun, birbirinize göz kulak olun, tamam mı?"
Berfin Hanım annelik iç gücüyle içini rahatlatmaya çalıştığında ben yavaşça dönüp Doğu'ya baktım. Bu karardan pek memnunmuş gibi gözükmediğinde önümdeki çayı alıp içmeye başladım.
Kahvaltı masasında konuşmalar hafifçe azalmıştı. Çatal sesleri, fincanların birbirine değen tınıları, günün son huzurlu anlarını fısıldıyordu sanki. İçimde, hafif bir sıkışma vardı belki de birazdan çıkacak olmanın verdiği bir tedirginlikti bu. Ya da Doğu'nun hâlâ üzerimde duran bakışlarıydı.
Çayımın son yudumunu içip fincanı yavaşça tabağa bıraktım. "Müsaadenizle, hazırlanmam gerekiyor, hepinize afiyet olsun." dedim yumuşak bir sesle. Berfin Hanım başıyla onayladı, Helin ise göz kırptı belli ki heyecanı hâlâ dinmemişti.
Sandalye hafifçe gıcırdadı ayağa kalkarken. Masadan uzaklaştığımda arkamdan gelen adımları duydum. Dönüp bakmadan bile kimin olduğunu biliyordum. O, Doğu'ydu. Sessizliğiyle bile hep yanı başımda hissedilen adam.
Koridorun serinliğiyle yüzleşirken odaya girdim, bıraktığım kapı arkamdan yavaşça kapandı.
Arkamı dönmeden pencerenin yanına yürüdüm. Ellerimle perdeyi düzeltiyor gibi yapıyordum.
Sonunda konuşmak için döndüğümde, Doğu kapının hemen önünde durmuş, bana bakıyordu. O tanıdık bakış... Ne öfke vardı ne de yumuşaklık sadece suskun bir endişe.
Hiçbir şey demeden göz göze geldik. Sessizlik, aramızdaki en güçlü cümleydi belki de. Ama bu defa sessiz kalmadım.
"Bir şey mi diyeceksin?" dedim,
O, birkaç adım atarak bana yaklaştı ama yine de tam yanıma gelmedi. Bakışları yüzümde gezindi, belki dudaklarımda, belki de gözlerimde bir cevap aradı.
"Güvenli değil," dedi, sesi alçak ama kesindi. "Dışarısı... şuan sandığın kadar güvenli değil."
Bir an nefesimi tuttum. Gözlerindeki endişe, dudaklarından dökülen o basit cümleden çok daha fazlasını anlatıyordu. Bu bir yasaklama değildi. Bu, saklamak istediği bir korkunun, dilinden dökülmüş haliydi.
Kaşlarımı hafifçe çattım, belki kırgınlıkla, belki de inatla. "Sadece biraz alışveriş, Doğu," dedim, sesimde yumuşak ama belirgin bir dirençle.
Başını hafifçe eğdi, dudakları bir çizgiye dönüştü. "Biliyorum." Bir adım daha yaklaştı, sanki kelimeler yetmiyormuş gibi. "Ama bazen en basit şeyler, en umursanmaz hatalarla başlar."
Gözlerimi devirdim. İçimde yükselen öfkeyi bastırmak için dişlerimi sıktım.
"Her zamanki gibi kontrolü abartıyorsun. Sadece çarşıya çıkıyoruz. Ne olabilir ki?"
Bir adım daha yaklaştı, gözlerini yüzüme dikti.
"Bu güvenliğinizle ilgili," dedi yine.
Sinirle güldüm, başımı iki yana salladım.
"Beni kimden koruyorsun? Midyat'ın çarşısında ne var? Tehlikeli domatesler mi? Yoksa fazla pazarlık yapan esnaflar mı?"
Söylediklerim onu hiç etkilememişti. Yüzünde tek bir mimik bile oynamadı.
"Fırat da gelecek sakın onu alt etmeye kalkma."
Sonra o cümle geldi, sanki odadaki tüm havayı emmişti
"Fırat senin için değil, Midyat halkının güvenliği için."
Bir an nefesim kesildi. O kadar ciddiydi ki, bakışları bir taş kadar katıydı.
Gözlerimi kısıp ona baktım.
"Ne dedin sen?"
Doğu'nun yüz ifadesi değişmedi.
"Ne dediysem o."
Onunla bugün çatışmak istemiyordum. Tam arkamı dönüp hazırlanmak için birkaç adım atmıştım ki, arkamdan gelen sesiyle olduğum yerde durdum.
"Fırat da sizinle gelecek dedim duydun değil mi?."
Dönüp baktığım, ifadesini bozmadan bana baktı. Sadece bakışı bile kararlıydı.
"Yanınızda biri olmalı. Güvenliğiniz için."
Kaşlarımı çattım "Senin emrin olmasa da Allah'ın emri zaten." Diye söylendim.
Giyinme odasına gidip dolabın kapaklarını açıp, elbisemin üzerine giyeceğim kabanı aldım. Kabanı sırtıma geçirdiğimde çantamı omzuma alıp tekrar içeri girdim.
Doğu odanın içinde bir o tarafa bir bu tarafa doğru yürürken gelmemle durmuştu.
Makyaj masasının aynasında elbisemin eteklerini düzeltirken, bir anda aynada Doğu'nun yansımasını gördüm. Arkama geldiğini, bana doğru yaklaştığını hissettim. Gözlerim istemsizce onun gözlerine kaydı. Gözlerimiz kesişti ve bir an için hiçbir şey söylemedik, sadece bakışlarımız karşılaştı.
Hareketlerini izlemeye başladım, elleri yavaşça kabanımın yakalarına değdi. Sıcak parmakları boynuma usulca dokundu, bu hareketin hem rahatlatıcı hem de gergin bir etkisi vardı. O an, hem huzursuz hem de istemsizce rahatlamış hissettim.
Saçlarımın uçları, kabanın yakasından dışarı çıkarken, o dikkatle ve yavaşça ellerini saçlarımın arasına götürdü. Kabanımı düzgünce sırtıma yerleştirirken, sırtımda hissettiğim o sıcaklık, bana ait olmayan bir bağlılık gibi hissettiriyordu.
Bir an duraksadım. Onun bu kadar yakın olması, ona karşı olan kararsızlıklarımı daha da derinleştiriyordu. Ama hiçbir şey söylemedim.
Doğu'nun elleri kabanımın yakasında bir an için durduktan sonra, yavaşça kulağıma eğildi. Sıcak nefesini boynumda hissettim, içimde bir soğukluk yayıldı.
"Sana zarar verecek her şeyden uzak dur," dedi, sesindeki tınıda bir tehditten çok, bir endişe vardı. "Belaya bulaşma."
Sözleri, sanki beni koruma arzusunun bir yansıması gibiydi. Ama o an, onun bana olan bu koruyucu tavrı, içimdeki karışıklığı daha da derinleştiriyordu. Gözlerim, hiç istemesem de ona kaydı. Onun bu kadar yakın olması, yüreğimi her seferinde ikiye bölüyordu.
Gözlerimi yavaşça kapatıp açtığımda önümü hızla dönüp ondan uzaklaştım.
"Söz veremem Doğu." Sesim küçük bir çocuğun huzursuzluk veren sitemi gibiydi.
"Ayrıca ben belaya gitmiyorum bela bana geliyor hayret bir şey."
Küçük adımlarla kapıya yaklaşıp çıkmaya hazırlandım.
Kapıyı açarken, Doğu'nun sesini duydum ama bakmadım. Yine de, her kelimesi sanki biraz daha yakından yankı yapıyordu. "Dikkatli ol," dedi, ama bu kez sesi yumuşamıştı.
İçimden, "Her şey yolunda olacak," diye geçirdim. Kafamda bir plan vardı, sadece kendimle ilgili değil, biraz onunla ilgiliydi.
Adımlarımı hızlandırıp, merdivenlerden inerken açık salon kapısından geçip avluya çıktım.
Fırat'ı ileride gördüğümde kafamı salladım. "Hazır mısın, havuç kafa?" dedim gülerek. O da, başını salladı ağır ağabey gibi , "Her zaman hazırım yenge ama şu lakap kısmında biraz uzaklaşıyoruz seninle." dedi.
İlerideki arabaya doğru yürürken, Fırat'a dönüp, "Havuç bir hakaret kelimesi mi?" diye sordum, biraz merakla ama yüzümde bir gülümseme vardı.
Fırat, şaşkınca bakıp hafifçe gülümsedi, "Bilmiyorum, belki senin için olabilir yenge," dedi.
"Sana hakaret etmiyorum Fırat, rahatsız olduysan bir daha demem" dedim birden, gözlerim hafifçe kısılmıştı. "Ama bir gün ansızın özlersin, sana havuç kafa dememi haberin olsun."
Kapıyı açtığında, yüzünde birden hüzünlü bir ifade belirdi. Söylediklerim onu üzmüş gibiydi, bakışları derinleşti. "Sadece sen de yenge, kabulüm yeter ki bir yere gitme," dedi.
O an, sözlerinin acısı sanki canımı yakmıştı. Gülerken birden yaram sızlamış gibiydi, içimde bir boşluk hissettim. Bu kadar kaygıyla konuşması, sözcüklerini fazlasıyla düşünmemi sağladı. Bir an için, sadece hüzünlü bakışları arasında kaybolmuş gibi oldum.
Yavaşça çöküp arabaya oturduğumda, Helin önde, Şebnem de yanıma ki koltuğa çoktan oturmuştu. İkisi de hararetle bir şeyler konuşuyorlardı, ben de bir süre sonra düşüncelere dalmıştım.
Araba, Midyat'ın sokaklarında ilerlerken, etrafımda tanıdık ama bir o kadar da yabancı olan manzaralar geçiyordu. Eski taş evlerin arasından süzülen güneş ışığı, her şeyin üzerini altın renginde bir dokunuşla örtüyordu. Araba sesleri ve hafif rüzgârın uğultusu dışında, her şey sakin, huzurlu görünüyordu.
Helin heyecanla gitmemiz gereken mağazalardan bahsediyordu, bense dikkatle bulmak istediğim şeyi gözlerimle tarıyordum.
Araba nihayet durmuştu.
İnsanlar, alışveriş yapıyor, dükkân sahipleri ise müşterilerine gülümsüyordu. Helin ve Şebnem hızla indiler.
Bende inip bir süre etrafa göz gezdirdim ve o an, aradığım şeyi bulmuş gibi bir hisse kapıldım. Belki de biraz yalnız kalmak, belki de düşüncelerimi toparlamak için bu anın bir fırsat olduğunu düşündüm. Ardından, bir anlığına gözlerim Fırat'ın üzerine kaydı
"Sen kızlarla kal Fırat," dedim, hafifçe başımı çevirerek. "Ben hemen karşıdan bir şey alıp geleceğim sen ayrılma buradan."
Fırat, birkaç saniye bana baktıktan sonra gözlerinde biraz kararsızlık, biraz da anlayış vardı. Ne demek istediğimi anlamıştı, fakat yine de bu kadar net bir şekilde yalnız kalmamı istemiyordu. "Yenge hep birlikte gidelim."
O an ikimiz de inatla birbirimize bakarken aynı anda Helin ve Şebnem'in kol kola kalabalık bir mağazaya girmelerine şahit olmuştuk.
"Sen onların yanına git Fırat bak karşıdayım hemen." dedim ileriyi göstererek.
"On dakikaya gelmezsem o zaman çık gel , daha ne diyeyim."
Fırat arkamdan bakmaya devam ederken ben caddeye inip sıralı geçen arabaların önünden karşı kaldırma geçmiştim.
Aradığım şeyin merkezine düşmüşüm gibi, sıralı dükkanlara hızla göz gezdirdim. Ne istediğimi biliyordum o yüzden en uygun olabilecek seçeneği arıyordum. Birden, önümde duran dükkânın camının ardındaki düzenli stantlarda parıldayan yüzüklerin arasından, içimde bir titreşim hissettim.
Gözlerim, dikkatlice bu seçenekleri incelerken, kalbimde bir anlık heyecan ve hafif bir huzur karışımı yükseldi.
Dükkânın kapısına doğru adım attığımda, kalbim hızla çarpmaya başladı. Camdan içeri bakarken, dükkânın sıcak atmosferi ve parıldayan yüzükler bana doğru çağırıyordu. Kapıyı açıp içeri girdiğimde, soğuk hava yerini dükkânın hafif, tatlı kokusuna bırakmıştı.
Her şey o kadar düzenliydi ki, sanki her şey yerli yerindeydi, bana sadece doğru olanı seçmek kalmıştı. Mağazanın içi zarif ve şık bir şekilde dizilmişti; her bir stantta farklı tasarımlar, farklı tarihleri anlatan yüzükler vardı. Yavaşça ilerledim, gözlerim tüm alyansları tarayarak aradığım şeye odaklandı.
Bir tezgahtar nazikçe yaklaşıp gülümsedi. "Yardımcı olabilir miyim?" dedi, sesinde hemen bir yakınlık ve profesyonellik vardı.
"Evet, lütfen..." dedim, sesi hafifçe titreyerek. "Eşim... için bir alyans arıyorum."
Tezgahtar başını sallayarak, "Tabii, hemen yardımcı olurum," dedi.
Ellerim hafifçe titrerken, o kadar yakından bakıyordum ki, her alyans bana bir şeyler fısıldıyordu.
Dükkânın içindeki yüzüklerden birini elime alırken onun aslında bir metalden farkı olmadığını biliyordum fakat onlarca seçecek arasından onun için en güzelini seçmek istemiştim.
Alyansa bakarken, sanki bir şeylerin yerli yerine oturduğunu hissettim. Gümüşün sade ama güçlü dokunuşu, tıpkı Doğu ile aramızdaki bağ gibi, sade ama derindi. Hemen kararımı verdim, içimden "işte bu" dedim.
Yüzüğü tezgahtara gösterdiğimde, ellerim biraz titriyor gibiydi. Fakat bu, heyecanlı olduğumdan değildi; sadece bu yüzüğün anlamını fark ettiğim içindi. Bu, bir başlangıçtı.
Yüzüğü aldım, ellerimde hissettiğim o ağırlık bir anlam taşıyordu. Doğu'nun hayatına, aramızdaki her şeyin geleceğine dair bir adım atıyordum. Bunu ona vereceğim, ona olan güvenimi ve sevgimi simgeleyen bu parça, sadece bir takıdan daha fazlasıydı.
Dükkânın kapısından çıktığımda, kendimi bir adım daha ileri atmış gibi hissettim. Alyans çantamda, Doğu'ya doğru yola çıkacaktım. Onunla bu hayatı paylaşmak... Bu yüzük, her şeyin bir araya geldiği yerdi.
Dükkânın cam kapısını bırakıp önüme döndüğümde bedenime çarpan şeyle hızla kapıya tutunmuştum.
Gözlerim hızla aşağıya kaydığında karşımdaki küçük kız, yaşadığı acıyı gözlerinden fısıldıyordu.
Gözleri şişmişti, ağlamaktan bitap düşmüştü sanki.
Bir an sessizlik... Zaman bir anlığına durdu.
Mavi gözlerinin gerisinde bir çığlık.
Kapıdan güç alıp doğrulduğumda yavaşça elimi uzatıp ona dokunmaya çalıştım.
Başındaki örtüsü gelişi güzel bağlanmışken alnına düşen bonesi bir kaşını kapatmıştı. Esmer teninin kavrukluğu mavi gözlerinin ahenkli uyumu gibiydi.
Küçük kızın gözleri, sanki binlerce kelimeyi bir anda söyleyebilecek kadar derindi. O an, sadece bana değil, içimde sakladığım tüm korkulara, geçmişime ve hatta geleceğime bakıyordu sanki.
"İyi misin? Bir yerine bir şey oldu mu?" dedim fısıltıya yakın bir sesle, elim hâlâ havada, ona dokunup dokunmamayı bilemeden.
Kız, bir adım geri çekildi, ama korkudan değil... Sanki alışkın olduğu bir refleksle. Gözlerinde alışılmış bir savrulmuştuk, kabullenilmiş bir yalnızlık vardı. Dudakları titredi, ama hiçbir kelime dökülmedi.
Tam o sırada, kalabalığın içinden bir el belirdi sert, hoyrat bir el. Küçük kızın narin bileğini kavradı. Başımı çevirdiğimde, yüzü sert çizgilerle örülmüş yaşlı bir adamın onu peşinden sürüklediğini gördüm. Adamın bakışlarında merhametten eser yoktu.
"Bir sorun mu var?" demek için dudaklarımı araladım, ama sesim boğazımda düğümlendi. Sanki nefesim bile ağırlaşmıştı.
Küçük kız, arkasına dönüp bana bir kez daha baktı. O mavi gözler, yardım isteyip istemediğini bile bilmeyen bir çaresizlikle parladı. Bir bağırış değildi bu, bir dokunuş kadar sessizdi ama yüreğimi delip geçti.
Adam onu hızla, az önce çıktığım kuyumcunun içine çekti. Küçük kızın narin bedeni, adamın sert elinin gölgesinde kaybolurken ben camın ardında donup kalmıştım. Zaman, sanki o anın içine sıkışmış, nefes almak bile zor gelmişti.
Kuyumcunun buğulu camının ardında, silikleşen görüntüler arasında o küçük yüzü aradım. Gözleri... hâlâ beni buluyordu. O mavilik, az önce gördüğüm korkunun, sessiz bir yardım çığlığının izini taşıyordu.
Kalbim göğsümde hızlı hızlı atarken ayaklarım bir ileri bir geri gitmek ister gibi titredi. Ama o bakış... o bakış beni olduğum yere mıhlamak yerine harekete geçirdi.
Sadece bir an düşündüm: "Ya ben olsaydım?"
Cevap basitti.
Adımlarım düşüncemi takip etti. Arkamdan gelen kalabalığın sesi bulanıklaştı. O kuyumcunun kapısına doğru yürürken içimdeki tek ses, o küçük kızın gözlerindeki çığlıktı.
Hiçbir şey düşünmedim.
Sadece bildiğim bir şey vardı
O kapıdan içeri girmeliydim.
Bölüm Sonu
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.64k Okunma |
453 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |