
cihan mürtezaoğlu- sen banasın
Kara, kara zehir gibi delirtir aşk beni
Bu defa başka
Yedi, sekiz, dokuz kere diriltti aşk beni
Bu defa başka
Beyaz kelebek bulsun da seni, söyler belki kaderi
Varsın yansın bu şehir kül olsun
Kuru sıkı silah gibi o esmerin teni
Bu defa başka
Dilimdeki küfür gibi fısıldar o beni
Bu defa başka
Benden fazla seven bulsun ya seni
Isıtsın sarsın sebebim bende kalsın
Ama sen banasın
"22.Bölüm Vuslat"
Kaybetmek, insanın varoluşuna işlenmiş kaçınılmaz bir gerçektir. Her şey gelip geçicidir, zaman, insanlar, anılar...
Ellerimizin arasından süzülen su gibi, ne kadar sıkı tutarsak tutalım kaybolup gider bazı şeyler. O yüzden belki de en büyük savaşımız, kaybetmeyi kabullenmekle başlar.
Bazı kayıplar sessizdir, farkına bile varmadan yitip gider. Bir çocukluk dostu, yıllarca çalmadığımız bir kapı, unuttuğumuz bir şarkının melodisi...
Bazılarıysa gürültülüdür, yeri göğü inleten bir çığlık gibi içimize kazınır. Bir sevdiğini kaybetmek, bir hayali yitirmek, bir yuvayı kaybetmek...
Oysa kaybetmek, bazen yeniden başlamak demektir.
Bir kapı kapanır, başka bir yol açılır. Kaybetmek, hatırlamayı öğretir. Çünkü gerçekten kaybolan şeyler, zihnimizin en derin yerinde yaşamaya devam eder...
Telefonun tiz sesi, odadaki ağır sessizliği yararak çaldı. Doğu, elini masanın üzerinde duran telefona uzattığında, içine çöken garip bir ağırlıkla duraksadı. Sanki parmakları ekrana dokunduğu an, geri dönülmez bir şey olacakmış gibi... O his, adını koyamadığı ama iliklerine işleyen o soğuk ürperti, kanına sinsice yayılıyordu.
Telefonu açtığında, karşı taraftan gelen derin bir nefes duyuldu önce.
Sessizlik... Ama o sessizliğin içinde, yaklaşmakta olan felaketin uğultusu vardı.
"Doğu Ağam..." dedi adam, sesi yorgun, boğuk, titrek.
Bir an sustu. Kelimeleri toparlıyormuş gibi değil, onları nasıl söyleyeceğini bilemiyormuş gibi.
"Rona yengenin... Araba... Takla attı."
Saniyeler birbirine dolandı, zaman büküldü, dünya ekseninden kaydı. Doğu'nun göğsüne bir el saplanmış gibi oldu, nefesi kesildi. Kanı çekiliyor, yüreğindeki ağırlık boğazına yükseliyordu.
Doğu'nun dünyasında hiçbir şey yolunda değildi artık. Bir an, Rona'nın gülümseyen yüzü gözlerinin önüne düştü. Sonra, karanlık... Metalin ezilişini, camın patlayışını, bir canın savruluşunu hayal etti istemsizce. Gözlerini kapattığında bile kaçamadı bu görüntüden.
Bir elindeki telefon, diğer eli yumruk halinde titriyordu. Sesini çıkarsa, kelimeler dağılacak, nefesi sarsılacak, bütün dünyası yerle bir olacaktı.
Kaybetme...
O an, içinden yükselen bu kelimeyle irkildi. Hayır. Henüz değil. Kaybedemezdi.
Doğu'nun avuçlarındaki telefon, bir anda tonlarca ağırlık kazanmış gibiydi. Sesi çıkmıyordu. Kelimeler boğazına düğümlenmiş, nefesi yarım kalmıştı. Adam hâlâ bir şeyler söylüyordu ama harfler anlamını yitirmiş, uğultuya dönüşmüştü. Gözleri, odanın bir noktasına sabitlenmişti ama hiçbir şey görmüyordu. Zihninde yankılanan tek şey vardı...
Takla attı.
Bir arabayı, bir insanı, bir kaderi altüst eden o an...
İçindeki fırtına patlamak üzereydi. Birileri nefes almasını söylüyordu sanki, ama o havayı ciğerlerine çekse bile artık içine dolan yalnızca zehirli bir korkuydu.
"Rona..." dedi, sesi bir fısıltıdan halliceydi. Sonra sesi yükseldi, göğsünden bir çığlık gibi koparak "Yaşıyor mu?"
Karşı taraftaki adam, daha fazla yük olacak kelimeleri tartarak konuşuyordu. "Ağam. Araba yerle bir..." Duraksadı. "arabanın içindekilere ulaşmaya çalışıyorlar."
.
Dünya, ağırlığını iki katına çıkardı. Tavan, üzerine çökmeye başladı. Kalbinde büyüyen o cehennem, damarlarında harlanan bir ateşe dönüştü. Olduğu yerden fırladı. Ellerini saçlarına geçirdi, sertçe yüzünü ovuşturdu, derin bir nefes aldı ama içindeki daralma geçmedi.
Daha sabah görmüştü onu. Daha birkaç saat önce nefes aldığını bilerek çıktı konaktan ...
Telefon hâlâ açıktı. "Neredeler?" dedi, sesi bu kez kararlı, sarsılmaz. Korkusu sinirine, acısı öfkeye karışmıştı.
"Şehir çıkışı, eski yolun kesişiminde."
Doğu telefonu kapattı.
Kapıyı öyle hızla açtı ki menteşeler inledi. Koridor, loş ışıklarla titreyen dar bir tünel gibi uzuyordu önünde. Ayakları yere sağlam basmıyordu sanki, ama koşmaya başladı. İçinde yankılanan tek kelimeyle.
Kaybetme...
Ama ya çok geçse? Ya çoktan kaybettiyse?
Doğu'nun adımları koridor boyunca yankılanırken duvarlar üstüne kapanıyormuş gibi hissetti. Hava daraldı, tavan alçaldı, göğsüne görünmez bir ağırlık çöktü. Ayakları bir bilinmeze doğru sürükleniyordu ama o bilmiyordu, bilmekten korkuyordu.
Kapıyı açtığında, dışarısı kasvetliydi. Gök griye çalıyor, rüzgâr ıssız renksiz taşları yalayıp geçiyordu. Hava ne sıcak ne soğuktu sadece ağırlığı vardı, ezici bir basınç gibi çöküyordu tenine.
Arabaya binerken elleri direksiyonu kavramadı, sıktı. Parmakları beyaza kesene kadar, kemiklerinden çıtırtılar duyana kadar sıktı. Motoru çalıştırdığında, aracın içi boğucu bir sessizlikle doldu.
Gaz pedalına bastı. Araba, asfaltın üstünde bir gölge gibi kayıp, rüzgârla yarışır gibi hızlandı.
Önündeki yol uzuyordu ama içindeki korku da onunla birlikte büyüyordu. Ellerinin titrediğini fark etti, dişlerini sıkıp nefesini kontrol altına almaya çalıştı. Olmuyordu.
Gözleri dikiz aynasına kaydı. Arkasında bıraktığı her şey silikleşiyor, ama o silikleşen şeylerin içinde bir siluet beliriyordu zihninde Rona'nın gülüşü. Kısa, anlık bir anı gibi beliren o gülümseme, bir sonraki saniye kanla bulanmış bir görüntüye dönüştü. Cam kırıkları, devrilmiş metal yığınları, soğuyan bir beden...
Beynine saplanan görüntüyü silmek istercesine başını sertçe iki yana salladı. "Hayır," diye fısıldadı kendine, "Hayır, hayır, hayır..."
Arabanın içinde yankılanan tek şey, motorun gürültüsüydü.
Ve o gürültünün altında, göğsünde yankılanan bir sessizlik
Ya çok geçse?
Ya vardığında, artık hiçbir şeyin önemi kalmamışsa?
Farları, önündeki yolu keskin bir ışıkla delip geçerken, gökyüzü daha da ağırlaştı. Ufuk çizgisinde, yaklaşan felaketin gölgesi gibi titreyen mavi kırmızı ışıkları gördüğünde, kalbindeki korku artık adını buldu.
Ölüm.
Bir kez daha.
Ama bu kez, ona ait olanı almaya gelmişti.
Doğu'nun gözleri, sirenlerin titrek ışıkları altında yanıp sönen karmaşayı taradı. Yolun tam ortasında, hayatın bir anlığına durduğu o lanetli noktada, kalabalık birikmişti. Polis araçları, itfaiye ekipleri, ambulanslar... Her şey birbirine karışmış, kargaşanın ortasında soğuk bir gerçeklik yükselmişti.
Arabasını yolun kenarına savurur gibi çekti, daha motor tam durmadan kapıyı açıp kendini dışarı attı. Bacakları titredi, ama durmadı. Koştu.
Gözleri, enkazın ortasında parçalanmış aracı arıyordu. Ve gördü.
Metal yığınına dönmüş, takla atarken her bir parçası sağa sola saçılmış bir enkaz... Camlar binlerce keskin parçaya ayrılmış, kapılar bükülmüş, tavan içeri göçmüştü.
Bacakları yerinden kesilecek gibi oldu. Nefesi boğazına düğümlendi.
Kalabalığın arasından geçmeye çalıştı, biri onu durdurmaya kalktı ama o, omzunu sertçe çekip kurtuldu.
Tam o sırada, siren seslerinin arasına karışan başka bir ses duyuldu ambulansın kapısı açılıyordu. Sedye taşıyan iki sağlık görevlisi hızla ilerledi. Birini taşıyorlardı.
Doğu'nun gözleri o sedyeye kilitlendi. Kalabalık aralandı.
Beyaz bir çarşafın kıvrımları arasından sarkan bir el... Kanlı, çiziklerle dolu bir el.
Dünya durdu. Tekerleklerin asfaltı sıyıran sesi, insanların fısıldaşmaları, sirenlerin acı dolu çığlığı her şey uzaklaştı.
Ayakları istemsizce hareket etti, sedyeye doğru adım attı. O elin sahibini görmek zorundaydı. Çünkü başka türlüsü olmazdı. Çünkü başka türlüsünü kaldıramazdı.
Ama tam yaklaşırken, bir görevli ona doğru dönüp elini kaldırdı.
"Lütfen geri çekilin."
Doğu'nun bütün vücudu gerildi. Gözbebekleri büyüdü, nefesi düzensizleşti.
Sesi kesin ve soğuktu. "Hastayı hemen götürmemiz gerekiyor."
Doğu'nun içindeki fırtına koptu.
Sesini ilk kez çıkardığında, o ses ona bile yabancı geldi.
"Rona mı?"
Adam tereddüt etti. Ama tereddüt bile yeterliydi. Doğu ileri atıldı, ama birkaç polis onu durdurdu. "Bırakın! Rona mı o?! Söyleyin!" diye bağırdı, sesi çaresizlikle kırılmıştı.
Doğu, nefesini tutmuş, sedyeye uzanan o kanlı ele bakarken içindeki dehşet her saniye büyüyordu. Ama tam o anda, ambulans görevlilerinden biri yüzünü ona çevirdi ve net bir sesle konuştu.
"Hayır, kadın değil. Yaralı, erkek."
Doğu'nun zihni kısa bir an boşluğa düştü. Gözleri hızla sedyedekine kaydı. O eller... O giysiler...
Fırat.
Göğsüne saplanan o anlık rahatlamanın yerini, daha büyük bir panik aldı.
Bir anda, boğuk ama tanıdık bir ses havayı yardı.
"Ağa-ağabey..."
Doğu'nun bedeni buz kesti. Sedyedeki beden hafifçe kıpırdadı, Fırat'ın yüzü, kan ve toz içinde kalmış, yaralarla kaplıydı. Güçlükle nefes alıyor, dudakları titreyerek kelimeleri sıralamaya çalışıyordu.
Doğu, ellerini uzattı ama dokunmaya korkuyormuş gibi havada asılı bıraktı. "Fırat?"
Fırat'ın kanlı gözleri ona odaklandı, ağzından dökülen kelimeler fısıltı gibiydi, ama Doğu'nun içinde bir bıçak gibi saplandı.
"Ağabey... Götürdüler."
Bir saniye boyunca dünya tamamen sustu. Siren sesleri, insan kalabalığı, rüzgâr.
Sadece o kelime kaldı.
Götürdüler.
Doğu'nun kalbi duracak gibi oldu. Boğazındaki düğüm daha da sıkılaştı. "Kim? Kim götürdü? Fırat!"
Fırat'ın başı yana düştü, göz kapakları titredi. Ağzını açmaya çalıştı ama kelimeler çıkmadı.
Doğu'nun avuçları yumruk oldu. İçindeki korku, şimdiden öfkeye dönmeye başlamıştı.
Doğu, Fırat'ın kanla kaplı yüzüne bakarken içindeki korkunun nasıl ağır bir acıya dönüştüğünü hissetti. Kardeşi, her zaman yanında durduğu, sırtını dayadığı Fırat, şimdi sedyenin üstünde kanlar içinde titriyordu. Gözlerinin feri sönmek üzereydi, nefesi düzensizdi. Dudaklarını aralayıp tekrar konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmadı.
Doğu'nun boğazı düğümlendi.
"Fırat, dayan. Sakın gözlerini kapatma."
Ama Fırat zorlanıyordu. Bedeninden süzülen kan, sedyenin beyaz örtüsünü koyu kırmızıya boyamıştı. Dudakları titrerken nefes almakta güçlük çekiyordu. Yana düşen başını kaldırmaya bile mecali yoktu.
Doğu, ambulansa binmek istedi ama içeridekiler onu durdurdu. Ellerini saçlarına götürdü, çaresizlik damarlarında zehir gibi dolaşıyordu. İçindeki öfke, kaybetme korkusuyla çarpışıyordu.
Fırat gözlerini hafifçe araladı, zorlukla Doğu'ya baktı. Kardeşinin gözlerindeki acı, Doğu'nun yüreğini bıçak gibi kesti.
"Ağabey..." diye fısıldadı Fırat, nefesi her an kesilecek gibiydi. "Özür... dilerim..."
Doğu'nun nefesi kesildi. Yumruklarını sıktı. "Senin özür dileyecek bir şey yapmadın, tamam mı? Fırat, kendini bırakma. Sakın kardeşim."
Ama Fırat'ın gözleri ağırlaşıyordu. Kapılar tekrar kapanırken Doğu içeriden yükselen o son kelimeleri duydu.
"Ağabey... Onu... kurtar..."
Ambulans uzaklaşırken Doğu olduğu yerde kaldı. Elleri titriyordu. Kafasının içinde uğuldayan tek şey Fırat'ın sesi ve o tek kelimeydi.
Götürdüler.
Rona artık yanında değildi. Fırat da yaralar almıştı.
Doğu, ambulansın arkasında kaybolan görüntüye odaklanmışken, içindeki acı daha da derinleşiyordu. Gözleri uzaklarda, sanki Rona'nın kaybolan siluetini arar gibi dalmıştı. Kalbi, boğazında bir yumruya dönüşmüştü her atışı, onu daha da derin bir karanlığa çekiyordu.
Ellerini başına götürdü, parmakları saçlarını kavrarken içindeki acı bir volkan gibi kabarıyordu
Zihin, bir şekilde parçalanmıştı. Kayıp, öfke ve çaresizlik... Hepsi bir araya gelerek sarmal bir hale gelmişti.
Bir anlık sessizlik içinde, çaresizliğin derin sularında boğulurken, göğsündeki ağırlığın her geçen saniyede daha da arttığını hissetti. Bir yere ait olma duygusu, kaybolmuştu. Hayatının en değerli parçaları birer birer kayboluyor, yerini sadece boşluk ve karanlık alıyordu.
Doğu'nun içindeki fırtına, haykırmak için can atıyordu. Ama sesini çıkaramıyordu korkunun, öfkenin ve kaybın bir araya geldiği bir karanlık içinde hapsolmuştu. İçsel bir savaş, kendisiyle, yaşadıklarıyla ve kaybettikleriyle yüzleşiyordu.
Doğu, kargaşanın ortasında, kalabalığın arasında kaybolmuşken bir an duraksadı. Ambulansın uzaklaştığı noktaya bakarak, içindeki boşluk daha da derinleşti.
Hızla, takla atmış arabanın yanına doğru ilerledi. Yol boyunca, her yerin sarı ve siyah bantlar güvenlik şeridiyle kapatıldığını görmüştü her şeyin sona erdiği yerin etrafını sarmalamıştı.
Ama bu, onu durduramazdı. Adımlarını sıklaştırarak, şeritlerin arasından geçmeye çalıştı.
Polis memurları ve sağlık ekipleri, olay yerinde hızla çalışıyordu. Ama Doğu'nun gözleri, arabanın mavi metal yığınına odaklanmıştı. Arabanın durumu korkunçtu. Tavanı içeri göçmüş, camları parçalanmış, her tarafında kırık metal ve cam parçaları vardı.
Bir an için durdu. Bu araç, Rona'nın içinde bulunduğu yerdi. O an, yüreği yerinden fırlayacak gibi oldu. Nefes almakta zorlanıyordu. Etrafta dolaşan görüntüler, içindeki dehşeti daha da artırıyordu. Hayatın ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha anladı.
Aracın etrafında dönerken, dikkatli bir şekilde her şeyi inceledi. Kapıları açmaya çalıştı ama güvenlik güçleri hemen müdahale etti. "Durun! Oraya yaklaşamazsınız!" diye bağırdılar. Ama Doğu, bir an bile durmadı. Gözleri, her parçayı arıyordu Rona'nın bir izini, bir şeyini bulmak için can atıyordu.
O sırada, aracın yanındaki bir metal parçasının altına gözleri takıldı. Dizlerinin üzerine çökerek, etrafı dikkatlice inceledi. Herhangi bir iz, bir işaret herhangi bir şey.
Ters dönmüş, ezilmiş bir metal yığını. Camları paramparça, kapılar göçmüş...
Sonra yerde, yolun kıyısına çok da uzak olmayan yerde savrulmuş bir şey gördü.
Küçük, siyah bir çanta.
Doğu'nun yüreği bir an durdu, sonra delice çarpmaya başladı. Eğilip çantayı aldı, parmakları soğuk deriye dokunduğunda içinde bir volkan patlıyormuş gibi hissetti. Bu Rona'nın çantasıydı.
O an dünyadaki her şey silindi. Trafik konilerinin turuncu ışıkları, polislerin telsizden geçen cümleleri, kalabalığın meraklı fısıltıları... Hepsi bir uğultuya dönüştü.
Tam o sırada, bir polis memuru yaklaşıp elini uzattı. Avucunda küçük bir kutu vardı.
"Bu arabanın yakınlarında bulundu, siz ait olabilir."
Doğu'nun parmakları ağır hareketlerle kutuyu kavradı. Hafifti ama taşıdığı ağırlık, omuzlarına çöken bir dağ gibiydi.
Titreyen ellerle kapağını açtı.
Ve o an, dünya yeniden yıkıldı.
İçinde bir yüzük duruyordu.
Soğuk metalin iç yüzeyine işlenmiş harfleri gördüğünde, içindeki her şey durdu. Zihninde Rona'nın hayali sesi yankılandı. " Bu senin için."
Bu alyansı ona verecekti. Ellerine kendi rızasıyla koyacaktı. Belki hafifçe gülümseyecek, belki o her zamanki inatçı bakışlarıyla söyleyecekti bunu. Ama şimdi...
Şimdi bu yüzük, kaderin ellerinden düşen kırık bir parçası gibi avuçlarında duruyordu.
Boğazı kurudu. Nefes almak imkânsız hale geldi. Gözlerini yüzükten kaldırdı, etrafındaki her şey bulanıklaştı. Tek bir cümle döküldü dudaklarından, sesi hem boğuk hem de ürkütücü bir kesinlikle doluydu.
Başını kaldırdı, sesi çatallaşmış, içinde öfke ve korku birbirine karışmıştı.
"Karım da bu arabadaydı."
Sözcükler havada asılı kaldı. Kimse cevap vermedi. Kimse gözlerinin içine bakmadı.
Göğsündeki o derin boşluk büyüdü, içini kemiren tek soru dudaklarından bir fısıltı gibi döküldü.
Soğuk metal, parmaklarının arasında kayarken göğsüne bıçak gibi saplanan bir gerçeği fısıldıyordu. Rona, bu yüzüğü ona verecekti. Kendi elleriyle... Ama şimdi, paramparça bir günün ortasında, unutulmuş bir eşya gibi avuçlarına bırakılmıştı.
Bir anda parmakları sımsıkı kapandı. Yüzüğü öyle bir tuttu ki, avuçlarının içinde kayboldu. Nefesi düzensizleşti, göğsüne bastıran ağırlık dayanılmaz hale geldi.
Sonra başını kaldırdı, gözleri öfkeyle parladı. Bir adım öne çıktı, sesi geceyi yaran bir kılıç gibi keskin ve sertti. "Karım da buradaydı! Bu arabadaydı! O nerede?!"
Sesindeki çaresizlik ve öfke havaya asılı kaldı. Polis memuru bir an ne diyeceğini bilemedi, gözlerini kaçırdı. Ama Doğu, beklemeye niyetli değildi. Bir adım daha attı, sesi daha da yükseldi.
"O NEREDE?!"
Cevapsız kalan sorular, içine çöken korkuyla birleşip içini kemiren bir kâbusa dönüşüyordu. Gözleri, etraftaki herkesin yüzünde dolaştı. Birinin, ona bir şey söylemesi gerekiyordu.
,
Elleri titreyerek çantayı göğsüne bastırdı, içinde ne bulmayı umduğunu bilmeden fermuarını açtı. Telefonu? Cüzdanı? Küçük defteri? Hepsi yerindeydi. Ama Rona yoktu.
Başını kaldırıp etrafına baktı. Sedye taşınan paramedikler, polisler, kalabalık... Bir yüz, bir iz, bir ses aradı. Gözleri telaşla taradı ortalığı, ama o burada değildi.
Doğu, sıkılı avucundaki yüzüğü daha da kavradı. Alyansın sert kenarları tenine gömüldü ama acıyı hissetmiyordu. Tek hissettiği, içini kemiren bir bilinmezlikti.
Sonra, biraz ileride başka bir polis memuru konuşuyordu. Doğu kulak kesildi.
"...kadın... belli ki kaçırılmış."
Dünya, o cümlede durdu.
Başını yavaşça çevirdi, konuşan polise odaklandı. Adam, telsizine hafifçe eğilmiş, yüzü ciddiyetle gerilmişti.
"Emin misiniz?" diye sordu başka bir memur.
"Arabada yok, hastaneye götürülen sadece o adam. Görgü tanıkları, kazadan sonra biri ya da birilerinin onu kaçırmış olabileceğini söylüyor. Olayın sıcaklığıyla fark edilmemiş ama..."
Doğu'nun nefesi düzensizleşti. Yüzüğün keskin kenarları avucuna daha da battı ama acıyı hissetmiyordu. Tek duyduğu şey, kafasında yankılanan o tek gerçekti
Biri onu götürmüştü.
Polisler ona döndü, yüzlerinde gergin bir ifade vardı. Memurlardan biri temkinli bir sesle konuştu.
"Bunu henüz bilmiyoruz. Ama elimizde bir güvenlik kamerası kaydı var. Üzerinde çalışıyoruz."
Doğu bir an bile düşünmedi. Rona'yı bulacaktı. Kim, neden, nasıl almış olursa olsun, geri getirecekti.
Avucundaki yüzüğü sıktı, dişlerini gıcırdattı. Öfkeyle dolan gözleri polislerin üzerinde gezindi.
"O benim karım. Onu bulana kadar hiçbirinizin huzuru olmayacak. Eğer bana yardım etmeyecekseniz, önümden çekilin!"
Ve o an, Doğu için her şey değişti.
Çünkü artık sadece bir kazanın ortasında değildi.
Şimdi bir savaşın içindeydi.
Doğu'nun içindeki yangın günün karanlığını bile delip geçecek kadar büyüktü. Öfkesi damarlarında bir volkan gibi kaynıyordu nefesi kesik, göğsü daralmıştı. Avucundaki yüzük, sıktıkça avucuna gömülüyor, tenini yakıyordu ama en büyük acıyı hissettiren, onun burada olmamasıydı.
Rona'nın sesi, yüzü, ellerinin sıcaklığı, gözlerindeki o inatçı ışık... Şimdi nerede?
Kim aldı onu? Hangi karanlık eller, hangi kirli niyetler?
Gözleri içindeki öfkeyle tek bir noktaya kilitlendi. Önünde duran hiçbir engel onu durduramayacak, hiçbir duvar onu yavaşlatamayacaktı.
Rona'yı bulana kadar durmayacaktı.
Ve o an geldiğinde, cehennemi bile peşinden sürükleyecekti.
🔗
Dünya baş aşağı dönmüştü. Gözlerimi açtığımda her şey bulanıktı. Ağırlık, göğsümü sıkıştırıyor ciğerlerimde biriken acı, nefes almayı zorlaştırıyordu. Metalin soğuk dokusu tenime batarak beni yere yapıştırmış gibiydi. Sesler, uzaktan yankılanıyor, tanıdık ritimlerin yerini korkutucu bir sessizlik almıştı.
Neden burada olduğumu anlamaya çalışırken, zihnimde karışıklık hâkim oldu. Hava, ağır bir suskunlukla doluydu. Her nefes alışım, göğsüme saplanan bir bıçak gibi acıtıyordu. Başımı kaldırmak için güç harcadım ama her hareketim bedenimdeki keskin ağrıları tetikliyor, düşüncelerimi bulanıklaştırıyordu. Arabanın ters dönmüş hali, sanki dünya benim etrafımda dönerken, bir anlığına zamanı durdurmuş gibiydi.
Derin bir nefes alıp, dudaklarımdan çıkan fısıldayan sesi duymak için kendimi zorladım. "Fırat!"
Sesim boğazımda düğümlenerek kayboldu. Kollarım, sanki demirden yapılmış gibiydi. Herhangi bir hareket, canımı yakıyor, vücudumu saran acıları tetikliyordu. Ama umutsuzca, kendimi serbest bırakmak için bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kırılan camların parıltısı gözlerimin önünde dans ederken, içimdeki korku büyüyordu. Her saniye, başıma gelen felaketi anlamaya çalışıyor, zihnim bir savaş alanına dönüşüyordu.
"Fırat!" diye bağırmak istedim, ama sesim kayboldu. Kollarımda ve bacaklarımda yanıcı bir acı vardı.
"Se-ses ver Fırat!" boğazımdaki düğümü zorlayarak haykırdım.
Zorlanarak nefes aldım. Ciğerlerime dolan hava bile acı veriyordu. Başımı çevirmeye çalıştım ama bedenim ağırdı, sanki metalin soğuk sertliği üzerime çöküyordu.
Kulağım uğulduyordu ama yine de bir şeyler duydum. Hafif bir inleme.
"Fırat!" diye hırladım bu sefer.
Göz kapaklarım ağır ağır açıldı. Kırık ön camın arasından loş bir ışık süzülüyordu. Başımı biraz daha çevirdiğimde Fırat'ı gördüm. Direksiyona yaslanmış, nefes alıyordu ama... hareketsizdi.
"Fırat, iyi misin?"
Bir şeyler mırıldandı, dudakları kıpırdadı ama sesi duyulmuyordu.
Acı, bedenimin her yerini sarmıştı. Kafamı kaldırmak, sesimi yükseltmek istedim ama her seferinde derin bir ağrı içimi kaplıyordu. Gözlerimden yaşlar süzüldü. Konuşamıyordum.
Gölge yaklaşıyordu ama netleşmiyordu. Sadece karanlığın içinden bir siluet gibi görünüyordu.
Derin, ağır adımlarla bana doğru yaklaşıyorlardı. Gözlerimi tekrar zorla açtım ve gölgenin yanına başka birinin geldiğini fark ettim. "Kız yaşıyor!" dedi kalın bir ses. Bu ses, içimdeki umut alevini bir nebze canlandırdı ama hemen ardından gelen başka bir ses beni tekrar korkuya sürükledi.
"Hadi, polisler gelmeden çıkartıp gidelim!"
Bir an için, bu gölgelerin benliğimi yok edeceğini düşündüm. Ama içimde, yaşamak için bir mücadele vardı. O sırada, biri hızla yanımdaki kapıyı açtı ve acı bir şekilde beni dışarı çekmeye başladı. Acı, bedenimin her yerini hızla sardı. "Bırakın beni!" diye haykırmak istedim ama sesi boğazımda düğümlendi.
Bilincim gidip geliyordu. Gözlerim yavaşça kapanırken, acıdan kıvrandım. "Fırat!" diye haykırdım ama sesim yine kayboldu.
Beni yerden çekip alırken, "Yavaş!" diye fısıldadım ama yanıt yoktu. Kalın ses, yanımdaki adamdan geliyordu. Gözlerim kararmaya devam ederken, onları sadece gölgeler halinde gördüm.
"Hadi, daha fazla bekleyemeyiz!" dedi birisi, acımasızca beni geçerek arabadan dışarı çıkarmıştı .
Zihnimdeki karmaşa içinde kaybolmaya başladım. Gözlerim kararmıştı, ama bir şey hissetmeye devam ediyordum. Onların niyetleri belirsizdi ve ben karanlığın kollarında kayboluyordum. Bir şeyler yapmalıydım, ama bedenim buna izin vermiyordu. "Beni bırakın!" diye haykıracakken, bilinçsizliğe doğru sürüklendim.
🔗
Kaybın, insan ruhuna düşen en derin yaralardan biri olduğunu söylemek mümkündür. Her kayıp, bir boşluk açar içimizde zamanla bu boşluk, daha da büyüyerek ruhumuzu sarar. Bir şeyin kaybı, sadece fiziksel bir ayrılıktan ibaret değildir aynı zamanda umutların, hayallerin ve hatıraların da yitip gitmesidir.
Bir gün, göz alıcı bir gülüşle yanınızda olan o kişi, aniden kaybolduğunda dünya sanki durur. O gülüş, kalbinizde bir melodi gibi yankılanırken, aniden susar. Gözlerinizdeki ışıltı, bir zamanlar neşeyle parlayan yıldızlar gibi sönmeye başlar.
Bir adam, hayatında uzun zamandır kaybolmuş bir melodi gibi, içsel bir boşlukla yaşıyordu. Her gün, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyanıyor, ama gözleri ruhunun derinliklerinde bir yerlerde saklanan o melodiyi bulmak için çırpınıyordu. Onun için her an, bir şeyin eksik olduğu bir hikâye gibiydi hayatı, zamanla daha da belirsizleşen bir sis perdesinin ardında kaybolmuştu.
Sonra bir gün, hayatına biri girdi bir rüzgâr gibi, beklenmedik ve taze. Gözleri, ona kaybolmuş olan her şeyi hatırlatıyordu.
Gülüşü, karanlık günlerinin ardında parlayan bir güneş gibi ısıtıyordu kalbini. O kişi, tüm karanlık anlarının arasına düşen bir yıldızdı ona kaybolmuş olan mutluluğunu yeniden buldurdu. O andan itibaren, hayatının merkezine yerleşti, her düşüncesinin ve hayalinin etrafında dönen bir dünya haline geldi.
Ancak, bu mutluluk, beklenmedik bir şekilde tehdit altına girdi. Zamanla, hayatındaki diğer insanlar, o güzel insanın yanına yaklaşmaya başladılar. Adam, içindeki huzursuzlukla baş başa kalmıştı. Kendi mutluluğu, bir başkasının elinde tutuluyormuş gibi hissediyordu.
Gözlerinde beliren hüzün, sevgiyle yoğrulmuş bir kıskançlıkla karışıyordu. Kalbi, sevdiği insana olan bağlılığı ile onu almak isteyenlerin arasındaki çatışma ile çatırdıyordu.
Her gün, o insanın yanında başka yüzlerin belirmesi, onu daha derin bir kederin kollarına itiyordu. O kişinin gülümsemesi, başka gözlerin üzerinde parladığında, ruhundaki melodi yavaş yavaş söndü. Kaybetme korkusu, bir çiçeğin solmaya başlaması gibi büyüyordu. Hayatının merkezine kattığı o insanı, başkalarının eline bırakmak istemiyor, onu sadece kendi mutluluğu için değil, aynı zamanda kendi varlığının bir parçası haline getirdiği için korumak istiyordu.
Adam, günün ilk ışıklarının evin içine sızdığı o anı hatırlıyordu o an, her şeyin ne kadar güzel olduğunu düşündüğü bir andı. Ama şimdi, bu güzellikten geriye sadece bir boşluk kalmıştı.
Gözlerinin önünde beliren kan çanağı, kaybettiği umutların ve hayallerinin birer yankısıydı. Akıtamadığı her bir damla gözyaşı, içindeki acıyı ve çaresizliği simgeliyordu.
Kadının uzaklığı, onu daha da derin bir hüsrana sürüklüyordu.
İçindeki boşluk, her geçen gün biraz daha büyüyor, kalbinde bir yara açıyordu. Güneş, parlayan yüzüyle gülümserken, onun gerçek yüzü, karanlığın derinliklerinde kaybolmuştu.
O kadın, gözlerinde umut dolu bir parıltıyla belirmişti; ama şimdi o parıltı, yerini derin bir karamsarlığa bırakmıştı. Adam, yeni bir hayata başlamayı arzularken, ona uzanan elin ne kadar uzağında olduğunu fark etti.
Ela gözleri, dikiz aynasında kendine bakarken ilk kez hayatının gerçekliğini gördü. Yüzündeki kızarıklıklar, başından geçenleri hatırlatıyor, yaşadığı çaresiz anların birer yansıması gibi belirdi.
Gözleri, kederle dolmuştu derin bir boşluk içinde kaybolmuş hissediyordu.
Defalarca duvarları yumruklamıştı, kanayan yerleri tekrar ıslanana kadar zorlamıştı. Bedeni yorgun düşene kadar bir adım gerilememişti ama her şey nafileydi.
Her zerresinde, yaşadığı anın ağırlığı hissediliyordu. Parmaklarından kanlar akmış ama yine de yaralarını hissetmekten kaçınmıştı.
Gözleri, kurumuş kanlarına ulaşırken acıyla gülümsedi, hiçbir yarasını kapatmamıştı belki Rona gelir kendisi kapatır diye.
Geceyi bölen yanıp sönen mavi ve kırmızı ışıklar karanlığın içine bir umut ışığı gibi sızmıştı. O an, hayatının tüm yollarını denemiş gibi hissediyordu. Her köşede beliren ışıklar, ona yalnız olmadığını, ancak asıl savaşın henüz başlamadığını hatırlatıyordu.
Gece, bir polis karakolunda son bulmuştu, Doğu'nun karısı için her yolu denemekten başka çare kalmamıştı.
İzlenen kameralar, gözden kaçan bir umut arayışının belgesi gibiydi. Vaat edilen sözler, ona ne kadar güvenilir görünse de aslında hepsi boşunaydı. Doğu'nun adeta elleri ve kolları bağlanmış gibiydi bu kaygı dolu gece, onun içinde bir parça umutsuzluk ve çaresizlik bırakıyordu.
Hissettiği acı, yüreğinde sadece bir yara açmakla kalmıyor, aynı zamanda ruhunu da sarsıyordu.
Ama her geçen dakika, umut ışığını biraz daha söndürüyordu.
Ve bir an, sanki zaman durdu. Rona'nın gözleri belirdi. Bu gözler, birer okyanus gibi derin ve içine çeken bir karanlıkla parlıyordu. Doğu, o gözlerin kendisine baktığını hissetti içindeki boşluğa karşı duyduğu özlem, ruhunun en kuytu köşelerine kadar işledi. Gözleri, sanki hayattan kopmuş bir hayalden yansıyan ışık huzmeleri gibiydi.
"Neredesin sen?" diye fısıldadı kendi kendine, sesi yankılanan bir boşlukta kaybolurken. Bu, yalnızca bir soru değil kaygının, özlemin ve umutsuzluğun birleştiği bir tür dua gibiydi. Her kelime, içindeki derin yaralara dokunarak, karanlık bir tünelde kaybolmuş bir ses gibi yankılandı.
Aynada Rona'yı izlerken, kalbinin derinliklerinden gelen duygular birbiriyle çarpışıyordu. Gözleri, Rona'nın sıcak gülümsemesini hatırlatıyor, ama o gülümsemenin gerisinde yatan çaresizliği de gözler önüne seriyordu.
O an, Rona'nın varlığı her ne kadar fiziksel olarak yoksa da, ruhunun onun yanında olduğunu hissetti bir yanı onun için her daim oradaymış gibi, başka bir yanı ise derin bir hüzünle yanıt veriyordu.
Zamanla kaybolmuş bir sesin yankısı gibi, "Neredesin Rona?" diye sormaya devam etti. Bu cümle, bir yankıdan öte, yüreğinin en derin köşelerine işleyen bir çağrışım oldu.
Doğu, gözlerini kapadı ve bir an için derin bir nefes aldı.
Bir daha gözlerini açtığında, dikiz aynasında Rona'nın yansıması hala oradaymış gibi hissetti. "Seni bulacağım," diye fısıldadı, sesindeki kararlılık belirsizliğe meydan okurken yankılandı.
O an, elinde sıktığı metal parçası onu aniden geçmişe çekti. Alyansın parlak yüzeyi, hafif ışıkta parlayarak kalbinin derinliklerine acı bahşederken, anılar gözlerinin önünde belirmeye başladı. Rona'nın gülümsemesi, onu ilk gördüğü an, ellerinin onu nasıl sardığı... Her şey, bir hayal gibi canlanıyordu.
Parmakları, metalin soğuk yüzeyinde gezinirken, ruhunun karanlık köşelerinden bir ses yükseldi. "Beni bırakma," dercesine. O an, yalnızca bir alyans değil, aynı zamanda kaybedilen bir parçanın da sembolüydü. Parlak yüzeyinin altında gizlenen kaygılar ve özlemler, ruhunu sarmalayan bir sis gibi onu boğuyordu.
"Bulacağım seni, her neredeysen bulacağım." diye fısıldadı, içindeki duyguların ağır yükünü hissederek. Kayıp bir hikâyenin, geçmişte yaşananların ve geleceğin belirsizliğinin ağırlığıyla boğuşuyordu.
...
Zaman sanki akan bir suydu, her damlası, kaygı ve belirsizlikle doluydu.
Doğu, hastane koridorunda ilerlerken, her adımında zamanın ağırlığını hissediyordu.
Ayaklarının altındaki fayansların soğukluğu, acısını daha da derinleştiriyordu. Duvardaki saat, tik taklarıyla kalp atışlarını yankılayarak, her geçen saniyenin ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyordu.
Koridorun soğuk ışıkları altında, gözleri etrafındaki yüzlerde geziniyordu. Herkesin telaşla bir yere koştuğunu görmek, içindeki belirsizliği artırıyordu. Rona'nın akıbeti hakkında hiçbir şey bilmemek, onu derin bir çaresizlik içine sürüklüyordu.
Zaman, kaybettiği bir şeyin acısıyla doluydu. Her an, Rona'yı kaybetmenin korkusunu derinleştiriyordu. İçindeki umutsuzluğa karşı savaşmaya çalışarak, hastane koridorlarında ilerlemeye devam etti.
Doğu'yu gören adamlar, yerlerinden ayrılıp önlerine geldiklerinde, yüzlerinde derin bir hüzün taşıyorlardı.
Arkadaşları Fırat'ı öyle görünce her birinin içini yakmıştı . Fırat'ın, her zaman dimdik duran, her daim gülmeyi başarabilen, her şeye rağmen yıkılmaz bir duvar gibi olan halinin bu kadar zayıf düşmesi, onların da ruhunu yaralıyordu.
Adamlar, Doğu'nun bu haline de üzülmeden edemiyorlardı. Yıllardır "ağa" dedikleri, her daim güçlü, kararlı ve lider olan adamın gözlerindeki derin hüzne ilk kez tanık oluyorlardı. O an, Doğu'nun bir zamanlar sarsılmaz görünen kalesinin nasıl da yerle bir olduğunu görmek, içlerini acıyla dolduruyordu.
Doğu, dostlarının gözlerindeki bu kaygıyı ve acıyı hissetti. Onların yanında bir dağ gibi dimdik durmaya çalışırken, yüreğindeki kırgınlık ve çaresizlik açığa çıkıyordu. Yıllar boyunca, yanındakiler her zaman, güç veren adam olarak bilinirken, şimdi acı ve kaybetme hissiyle kendisi sarmalanmıştı.
Her biri, içlerindeki duygu selini bastırmaya çalışarak, Doğu'nun bu halinin ardındaki derin yarayı anlamaya çalışıyordu.
Adamların arasında bir sessizlik hâkim olmuştu o sessizlik, içten içe büyüyen bir hüzün ve özlem duygusunu taşıyordu.
"Biz buradayız, Doğu Ağam," dedi adamlardan biri, cesaret bulmaya çalışarak. "Yengeyi bulacağız Ağam."
Doğu, bu sözlere minnetle başını kaldırdı.
Onların sadakati, yüreğindeki ağırlığı bir nebze olsun hafifletti. Ama Fırat'ın durumu, hala içindeki karanlığı aydınlatmaktan uzaktı. "Eyvallah," dedi içindeki umutsuzluğa rağmen.
O sırada Doğu, Fırat'ın odasından çıkan hemşire ile karşılaştı. Yüzünde yorgun bir ifade vardı bu, hastane ortamının her daim taşıdığı o ağır havanın bir yansımasıydı. Doğu, hemşirenin yanına yaklaşıp, içindeki kaygıyla dolmuş bir sesle sordu "Fırat'ın durumu iyi mi?"
Hemşire, Doğu'nun endişesini görünce derin bir nefes aldı. "Buraya geldiğinde ağır bir durumdaydı," dedi, sesindeki sakinlik yavaşça Doğu'nun içindeki gerginliği yatıştırmaya çalışıyordu. "Küçük bir operasyon geçirdi, ama şimdi biraz dinlenmesi gerekiyor."
Doğu'nun kalbi hızla çarparken, Fırat'ın bu zor durumu atlatmasını umuyordu. "Onunla görüşmem gerekiyor," dedi, kararlılığını kaybetmeden.
Hemşire, başını salladı. "Tamam, ama kısa olsun. Fazla yormayın, zaten ilaç verdik. Kısa bir süre sonra uykuya dalacak," dedi
"Tamam" diye yanıtladı Doğu, hemşireye teşekkür ederek odanın kapısına yöneldi.
Kapıyı açtığında, odadaki hava bir anda ağırlaştı. Fırat, hastane yatağında yatan bir savaşçı gibi görünüyordu, ama bu savaşta bazı yaralar almıştı.
Yüzündeki morluklar ve sargılar, geçirdiği kazanın izlerini açıkça sergiliyordu. Vücudunun farklı yerlerinde yaralar, kan izleri ve derin kesikler vardı hepsi acının sessiz tanıklarıydı.
Yatağın baş ucundaki monitör, Fırat'ın zayıf nabzını ve kalp atışlarını gösteriyordu her beep sesi, Doğu'nun yüreğinde bir sızı yaratıyordu.
Fırat'ın yüzü, tanıdık bir gülümsemenin yerini almış derin bir hüzünle kaplıydı. Gözleri mor halkalarla çevriliydi ve bir süre önceki enerjisi yerini sessizliğe bırakmıştı.
Doğu, odadaki bu ağırlığı hissederken, Fırat'ın acısını ve zayıflığını iliklerine kadar hissetti.
Fırat, yavaşça Doğu'ya dönerken gözlerinde bir nebze de olsa bir tanıdıklık aradı. "Ağabey" dedi, sesi zayıftı.
Bu basit sözcük, içinde sakladığı tüm acıyı açığa çıkaran bir kapı gibiydi. Doğu, hemen yanına yaklaşmıştı.
"Kardeşim!" sesi yorgun ama sertti.
Fırat, gözlerini yavaşça açarken, etrafındaki bulanıklığın dağılmasını bekliyordu. Aydınlık, gözlerini acıtırken, içindeki korku ve belirsizlikle başa çıkmaya çalıştı. Doğu'nun sesi, kaybolmuş gibi hissettiği anların derinliklerinden yankılandı.
"İyi misin?" diye sordu nefesi ciğerlerini zehirlerken.
Fırat, yavaşça kafasını salladı, ama yüzündeki mahcubiyet belirgindi. İçinde bir yük taşıyor gibiydi Rona'yı koruyamamış olmanın verdiği derin bir acı…
Fırat, göz kapaklarının ağırlığına rağmen Doğu'ya baktı. Şişlikten neredeyse kapanmış olan gözüyle bile, gözlerinde derin bir endişe okunuyordu. Nefesini toparlamaya çalışarak, sesi çatallı ve yorgun bir şekilde fısıldadı.
"Yenge...?"
Doğu, o an yüreğine saplanan bıçak gibi hissetti Fırat'ın sorusunu. Kelimeler boğazında düğümlendi. Gözlerini kaçırmadı ama konuşmak da istemedi. İçinde yankılanan o kelime, Fırat'ın ağzından dökülen basit bir soru gibi değildi. Bir hesaplaşmaydı, bir mahcubiyet, bir çaresizlik.
Fırat, Doğu'nun sessizliğini yanlış anladığını düşündü. Nefesi sıklaştı, parmakları titreyerek battaniyenin kenarını sıktı. Daha güçlü bir sesle sordu bu kez. "Rona... O iyi mi?"
Doğu, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Sonra yavaşça açtı, bakışlarında ilk kez bu kadar büyük bir kırılganlık vardı. Parmakları avucunun içinde sıkı sıkıya tuttuğu alyansın kenarını hissetti. O an ne kadar konuşmak istese de boğazı kurudu.
"Ona ulaşamadım," dedi nihayet. Sesi soğuk ama içten yanmalıydı. "Henüz bulamadım, Fırat."
Fırat'ın yüzüne bir gölge düştü. Nefesi kesildi bir an. Başını yastığa yaslayıp gözlerini kapattı, dudaklarının kenarındaki küçük yara açılır gibi oldu.
"Sen... Sen onu bana emanet etmiştin," diye fısıldadı Fırat, sesi neredeyse duyulmazdı ama içinde bir pişmanlık, bir vicdan azabı vardı.
Gözleri Doğu'nun yüzünde gezindi, ama bakamıyordu ona. Sadece hissettiği o ağır yükü taşıyamazmış gibi başını hafifçe yana çevirdi. Göğsü hırıltılı bir nefesle inip kalkarken, içindeki mahcubiyet, aldığı yaralardan daha çok acıtıyordu.
Doğu, odanın içinde ağır adımlarla ilerledi. Gözleri, Fırat'ın yüzündeki morluklara, şişmiş göz kapağına ve sarılı kollarına takıldı. Fırat'ın sadece bedeni değil, içi de paramparçaydı. Bu çok belliydi.
Yanına geldiğinde, yavaşça eğildi. Sesi, bir bıçak gibi keskin ama bir o kadar da derindi.
"Senin suçun değildi, Fırat," dedi.
Fırat başını yana çevirdi, gözleri dolmuştu ama ağlamıyordu. Bir anlık sessizlik, odanın içinde yankılandı.
Doğu, avcunda sıktığı alyansı bir an serbest bıraktı, ama parmakları hala o soğuk metali hissediyordu.
"O kazayı bilerek yaptırdılar."
Fırat'ın kaşları çatıldı. Zihni, acının sisleri arasında netleşmeye çalışıyordu. Dudakları aralandı ama ne diyeceğini bilemedi. O an, Doğu'nun gözlerinde öyle bir kararlılık gördü ki, içinde büyüyen suçluluk biraz olsun hafifledi.
Doğu'nun sesi daha da sertleşti.
"Onu istiyorlardı."
Bu söz, odanın içinde soğuk bir rüzgar gibi esti. Fırat gözlerini kapadı. Nefes almak bile zor geliyordu.
"Bulacağım ama," dedi Doğu, karanlığın içinden gelen bir yemin gibi. "Ne pahasına olursa olsun."
Fırat, başını hafifçe sallayıp derin bir nefes aldı. Yüzündeki şişliklerin arasından zar zor açılan gözleriyle Doğu'ya baktı. Sesi hâlâ yorgundu ama hatırlamanın getirdiği o ani şokla biraz daha kendine gelmiş gibiydi.
"Frenler... tutmadı," diye fısıldadı, sesi hem şaşkın hem de kendine kızar gibi çıkıyordu. "Birkaç dakika önce de lastik basıncı uyarısı verdi ama umursamadım. Yolda bir şey yoktu, her şey normaldi. Sonra... sonra direksiyon elimden kaydı,fren boşluğa bastı sanki..."
Sözleri odanın içinde yankılanırken Doğu'nun yüzü iyice gerildi.
Doğu, kaşlarını çatıp dişlerini sıktı. Fırat'ın söylediklerini kafasında tartarken, sesi soğuk ve kesin bir tona büründü.
"Bu kaza değildi," dedi sertçe. "Fren hidroliği boşaltılmış, fren kabloları kesilmiş. Direksiyon bağlantıları gevşetilmiş direksiyon kilitleme mekanizması tam kazadan önce devreye sokulmuş olabilir. Lastikler yola fırlamıştı, önceden kesilmiş olduğu belliydi havası yavaş yavaş boşalacak şekilde patlamasına sebep olacak küçük bir düzenek yerleştirilmişler"
Sustu, gözleri karardı. Elindeki alyansı daha da sıktı, avcuna batan soğuk metalin acısı bile şu an hissettiği öfkenin yanında hafif kalıyordu.
"Bunu yapan kim olursa olsun, Rona'yı almak istiyordu."
Fırat, alnındaki morlukların arasından kaşlarını çatıp gözlerini kıstı, zihninin derinliklerinde bir şeyleri bulmaya çalışıyormuş gibi. Yutkundu, sesi hâlâ yorgun ve kısık çıkıyordu.
"Birkaç ses duydum... Ama hatırlamıyorum ağabey," dedi, boğazı kuruydu. "Yengenin sesi vardı… Ama sonrası silik. Sanki bir an bağırıyordu, sonra her şey sustu."
Gözlerini kırpıştırdı, hafızasını zorlamaya çalışıyordu ama kazanın etkisi, yaşadığı şok, acı ve yorgunluk anıları bulanıklaştırıyordu.
Doğu, çenesini sıkarak derin bir nefes aldı. Gözleri odadaki boş bir noktaya kilitlenmişti ama zihni çoktan oradan uzaklaşmıştı.
"Emniyet de bu işin peşinde," dedi, sesi hem yorgun hem de öfkeliydi. "Bu işin bir kaza olmadığını fark ettiler. Onlar da Rona'yı arayacaklar."
Fırat gözlerini aralayıp Doğu'nun yüzündeki sert ifadeyi izledi. Ağabeyinin bu kadar çaresiz, bu kadar öfkeli ve yıkılmış halini ilk kez görüyordu.
"Ama benim onlardan önce bulmam lazım." dedi, sesi kesin ve kararlıydı. "Kim yaptıysa, hesap verecek. Ama önce... önce onu geri getirmeliyim."
Fırat, göz kapaklarının ağırlığına direnerek Doğu'ya baktı. Gözlerindeki mahcubiyet, acıyla iç içe geçmişti. Nefesi düzensizdi, derin bir iç çekti ve kısık bir sesle fısıldadı. "O da yara aldı, ağabey..."
Sanki bu cümleyi kurmak bile ona yük oluyordu. Ellerini sıktı, parmakları titriyordu. "Sesini duydum, acıyla inlediğini hatırlıyorum. Sonra..." Gözlerini kapadı, zorlanarak hafızasını kurcaladı. "Sonra bir gölge gördüm. Biri vardı, birileri sanki..."
Sesindeki kırıklık, yaşadığı acının ve çaresizliğin bir yansımasıydı. "Ama sonrası yok, ağabey..." dedi, gözleri kapalıydı, sanki hatırlamaya çalışırken acılarının derinliklerinde kaybolmuştu.
Doğu, bu belirsizliğin içinde bir boşluk hissetti.
Fırat'ın yorgun ve acı içinde yatan halini görünce derin bir nefes aldı. "Sen dinlen, koçum," dedi yumuşak bir sesle. "Aklım sende kalmasın. Ben yine geleceğim."
Fırat, başını hafifçe kaldırarak ona bakarken, sesindeki ağırlık dikkat çekti. "Gelme ağabey, yengeyi bulmadan gelme," diye fısıldadı.
Gözlerini Fırat'a çevirip hafifçe başını salladı bu, aralarındaki sessiz bir anlaşmanın ifadesiydi. İkisi de birbirlerinin yükünü hissediyor, acının derinliğinde bir bağ kuruyorlardı.
Doğu, odanın kapısına yöneldiğinde Gülfem'in içeri girdiğini gördü. Gülfem, endişeyle dolu bakışlarıyla odaya adım attı. Gözlerinde bir şeyler sormak isteyen ama aynı zamanda içindeki acıyı bastırmaya çalışan bir ifade vardı.
Gülfem'in sesi endişeyle dolu bir tını taşıyordu. "Ağam," dedi, sesinde bir miktar sarsıntı vardı. "Fırat iyi mi?"
Doğu, Gülfem'e doğru döndü. "İyi olacak," dedi yavaşça, sesi sanki onu rahatlatmaya çalışıyormuş gibiydi.
Gülfem'e bakarken onun yüzündeki endişeyi, kaybetme korkusunun gölgelerini net bir şekilde görebiliyordu.
Gülfem, Doğu'nun gözlerinde bir şeyler arıyordu. Belki de bir teselli, belki de bir umut kırıntısı. Ama Doğu, o an her ikisinin de kalbindeki ağırlığı hissetmişti. "Her şey yoluna girecek," dedi yavaşça, fakat bu sözler bile kaybetme korkusunun yoğunluğunu dindirmeye yetmiyordu.
Gülfem, yavaşça Doğu'nun önünden geçerek Fırat'ın yanına yaklaştı. Adımlarında bir
ağırbaşlılık, gözlerinde ise tarifsiz bir acı vardı.
Fırat'ın yaralı yüzünü incitmeden, ona nasıl yaklaşacağını düşünürken, içindeki kaygı ve hüzün yoğunlaşıyordu. Gözleri Fırat'ın yaralarına takıldı her bir iz, onun için birer yara açıyordu.
Fırat, Güfem'in bakışlarındaki derin duyguyu hissetti. Gülfem, bir an için duraksadı, kalbindeki ağırlık, onu daha da yavaşlatmıştı. Sonunda, dayanamadı ve gözyaşları süzülmeye başladı. Birkaç damla yaş, yanaklarından süzülerek Fırat'ın yaralı yüzüne düştü.
"Acıyor mu bir yerin?" diye fısıldadı Gülfem, sesi titrek ve kırılgandı. Fırat, o an gözlerinin önünde beliren yaşları silmek istercesine parmaklarını hafifçe kaldırdı. Ama hareket edemedi bedeninin onu sınırlayan acısı, her şeyden önce geliyordu.
İkisinin de kalplerindeki yükü paylaştıkları bu an, belki de birbirlerine olan bağlılıklarını daha da güçlendirecekti. Fırat, Gülfem'in gözyaşlarının acısını hissetti, ama aynı zamanda onun yanında olmanın, onun için bir umut kaynağı olduğunu da biliyordu.
Gülfem, Fırat'ın yanına oturduğunda, aralarındaki sessizlik bir an için her şeyi anlamsız kıldı. İkisi de kelimelere boğulmuş gibiydi ama gözleri her şeyi söylüyordu...
"Gülfem ..." dedi Fırat, sesi neredeyse bir fısıltıydı. "Beni mi merak ettin?" Gözleri, acının derinliklerinde kaybolmuştu. Gülfem, Fırat'ın elini nazikçe tuttu elinin sıcaklığı, ona bir parça huzur veriyordu.
"Sana bir şey oldu sandım," dedi Gülfem, gözlerini Fırat'ın yüzünden ayırmadan.
"Ne olacak bana kızım, bizi kim alabilir!?" Hızla doğrulmaya çalıştığında yüzü acıyla ekşimişti.
"Ne yapıyorsun Fırat ani hareketler yapma!"
Efsunlu efsunlu Gülfem'in gözlerine tutulmuşken ellerini saran parmaklarını daha sıkı sardı. "Rabbimden şu üç saat canımı almamasını isterim."
Gülfem'in kızaran yüzü bir an için Doğu'yu bulduğunda, o an konuşmayı değiştirmek istermiş gibi elindeki poşeti havaya kaldırdı ve gülümsemeye çalışarak, "Sultan abla sana çorba yaptı," dedi. "O da gelecekti ama hanımım rahatsızdı, onunla kaldı."
Gülfem'in titrek gözleri Doğu'ya dönerek derin bir nefes aldı. Gözlerindeki kararlılık, içindeki kaygıyla savaşır gibiydi. "İnşallah gelin hanımı sağ salim bulursun ağam," dedi. "Hepimiz çok üzüldük, evde herkes bir çare, bir haber bekliyor senden."
Doğu, yavaşça başını sallayıp onları odada bırakıp yavaşça çıkmıştı.
Hastane koridorunda yürürken, adımlarının yankısı bile yalnızlığını daha derin hissettiriyordu. Her kapının ardında hayat bir şekilde neşeyle dolup taşarken, Doğu'nun kalbindeki boşluk giderek büyüyordu. Yavaşça yürüdüğü bu geçitler, ona kaybettiği şeylerin ağırlığını hatırlatıyordu.
Bir an, Rona'nın ışık saçan yüzünü düşündü. Onun yanındayken dünyası nasıl da aydınlanıyordu. Ama şimdi, o kayıp bir hayal gibi uzaktaydı. Doğu, o an gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı.
Aklındaki düşünceler sanki onu geri çekiyordu.
Fırat'ın yaralı yüzünü gördükçe Doğu'nun ruhu daralmıştı, içindeki karamsarlık daha da derinleşmişti. Her yara izinde, her morarmada Rona'nın başına nelerin gelebileceğini düşünmekten kendini alıkoyamıyordu bu yüzden. "O da bu kadar yara almış mıdır?" sorusu, zihninde yankılanıyor, kalbini sıkıştıran bir ağırlık oluşturuyordu.
Rona, doğasının zarafetiyle yüreğinde taşıdığı umut ışığıydı. Ama şimdi, o ışığın ne kadar sönmüş olabileceğini düşünmek bile dayanılmazdı. Fırat'ın acısı, sanki Rona'nın başına gelenlerin bir yansıması gibiydi..
Fırat'ın sesinin yankısı kulağında belirdi o an. "Yengeyi bulmadan gelme."
Hastanenin dışına çıktığında, geceye haykırmak istedi Doğu. İçindeki öfke, acı ve kaygı öyle yoğunlaşmıştı ki, sesi göğsünde yankılanarak boğuluyormuş gibiydi. Ama ne kadar bağırsa da, sesi geceye karışacak, yalnızca yıldızlar ona kayıtsız kalacaktı.
"Rona!" diye haykırdı yüreği içten bir hüzünle. Sözleri, sanki karanlıkta kaybolmuş bir yankı gibi geri dönmedi. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. İçinde biriken çaresizlikle, bütün hislerini bir araya toplamak için kendini zorladı.
Doğu, adamların kendisine yaklaşmasıyla bir an irkildi. "Ağam, şehrin her noktasını karış karış aradık," dedi biri, sesinde hem bir güven hem de bir acelecilik vardı. "Bazıları hâlâ devam ediyor. Dediğin gibi, kızın köyünü de bulduk. Adamlar çıkmak için senden emir bekliyorlar."
Bu sözler, Doğu'nun içindeki ateşi alevlendirdi. "Hemen çıkıyoruz," dedi, sesi keskin ve netti. "İşimiz bitene kadar durmayacağız. Rona'yı bulana dek durmak yok!"
Adamlar, emri hemen kabul ettiler. Doğu'nun öfkesine ve kararlılığına katılarak, yola koyulmaya hazırdılar. Şehirde belirsizlik içinde kaybolmuş olan Rona’yı bulmak şimdi daha da yakın görünüyordu.
Her bir arabanın kapısı defalarca kez kapanırken, geceye yayılan yankı, sanki zamanın ruhunu kıskaca almıştı.
Her kapı sesi, onun kalbinde atışları hızlandırıyor, heyecanını ve öfkesini daha da körüklüyordu.
Karanlıkta yan yana dizilmiş araçların ışıkları, geceyi delip geçerken, Doğu'nun zihninde Rona'nın yüzü belirdi. Gözlerindeki o umut ve neşe, şimdiyse yerini kaygıya bırakmıştı. "Beni bırakma," diyordu içinden, "Seni bulacağım."
Ağır adımlarla ilerledikçe, içindeki hırs ve azim, sanki bedensel bir enerjiyi şekillendiriyordu. Duygularının karmaşası, ona güç katıyor kaybettiği her anın acısı, daha büyük bir kararlılığa dönüşüyordu.
Doğu, artık sıradan bir adam değildi. Kaybettiği her şeyi yeniden kazanma iradesiyle, sanki içindeki tüm evreni yeniden yaratmaya niyet etmiş gibiydi. Rona, onun ruhundaki alevi yeniden canlandırmıştı.
Karanlıkta yürürken, aklındaki düşüncelerle yüzleşti. Doğu, karısını kurtarma görevini yalnızca bir sorumluluk olarak değil, aynı zamanda bir kurtuluş olarak görüyordu. Rona'nın gözlerindeki ışıltıyı yeniden görmek için savaşmaya, her zorluğun üstesinden gelmeye hazırdı.
Ve işte, bu güçlü irade, onun kalbindeki ateşi alevlendirmişti. Doğu, her adımda daha da güçleniyor, Rona'ya ulaşma arzusuyla dolup taşıyordu. "Seni bulacağım," diye fısıldadı karanlığa.
Yolculuğu devam ediyordu ve bu yolculuk yalnızca bir adamın değil, aynı zamanda bir kalbin de dirilişiydi.
O gece, şehirdeki herkes, kalplerinin derinliklerinden gelen dualarla Doğu Ağa'nın karısını bulması için semaya yönelmişti. Yıldızsız bir gökyüzü altında, evlerin içinde yankılanan fısıldamalar, umut ve endişeyle doluydu.
Doğu Ağa'nın karısı Rona'nın akıbeti, sadece onun değil, tüm topluluğun geleceğini belirleyecek kadar hayati bir meseleyi oluşturuyordu.
Rona, sadece bir eş değil aynı zamanda bu toplumun bir parçası, herkesin gönlünde yer etmiş biriydi. Doğu Ağa, karısını bulamazsa, bu sadece onun kaybı değil, aynı zamanda onların da kaybı olacaktı.
Şehirdeki herkes, Doğu Ağa'nın ruhundaki ateşi hissediyor, onun için dua ediyor, onun yanında duruyordu. Akşamın sessizliğinde, herkesin kalbindeki korku, endişeye dönüşmüştü. Eğer Doğu Ağa Rona'yı bulamazsa bu sokaklarda geçen her an bir kayıp olarak hatırlanacaktı.
O gece, dualar ve umutlar iç içe geçmişti. Herkes, Doğu Ağa'nın karısını bulmasını ve tekrar kucaklaşmalarını bekliyordu.
Çünkü biliyorlardı ki, geçen her saniye pimi çekilmiş bombanın patladığında taş üstünde taş bırakmayacağını.
🔗
Aldığın her nefesin acısı, ciğerlerinden sızarak kalbine ulaşır; her bir soluk, içindeki boşluğu derinleştirir. Hava, normalde hayat veren bir şeyken, şimdi bir zehir gibi hissedilir.
Göğsünü doldururken, içinde biriken hüzün, ağır bir taş gibi seni yere çeker. Kalp atışların, ruhunun derinliklerinden gelen çığlıklarla karışır, zaman zaman dayanılmaz bir sıkışıklıkla boğazına kadar çıkar.
Her nefes, kaybedilenin eksikliğini hatırlatır ona ait anların yankıları, aklında sürekli döner durur.
Yüreğin, geçmişin anılarıyla dolup taşarken, o anların gölgesi hayatını karartır. Sanki içindeki boşluk, her nefesle biraz daha genişler ve derinleşir. Acı, ruhunun her köşesine sirayet eder, seni ele geçirirken her solukla birlikte büyür.
Bir yandan yaşamak zorundasındır, diğer yandan bu acıyla başa çıkmanın yollarını ararsın. Ama her bir nefes, kaybın hatırlatıcısıdır her bir soluk, onu bir daha asla göremeyecek olmanın verdiği keskin bir acı olarak kalır.
Karanlık düşünceler, ruhunu sararken, her nefeste biraz daha ağırlaşır kalbin…
Şimdi bu soğuk yerde yatarken bedenimin her zerresi adeta sızlıyordu. Soğuk metalin üzerinde yatan vücudum, içimdeki acıyı daha da belirgin hale getiriyordu. Her bir kasım, soğuktan titrerken, ellerimi yaslayıp yerden güç almak istedim.
Her bir dokunuşumda bedenim geriye düşerken yüzüm yerden ayrılmıyordu. O an, sanki yerle gök arasında asılı kalmıştım ne ileri gidebiliyor ne de geri adım atabiliyordum.
Soğuk zeminin sertliğinde yatan vücudum, acıyla birleşen bir ağırlık hissiyle doluydu. Her hareketimde, sanki dünya bir anlığına duruyor, zamanın akışı da benimle birlikte donuyordu.
Yüzüm, karanlık ve soğuk zeminle bütünleşmişti.
Soğuk, tenimde bir yara açarken, içimdeki acı derinleşiyordu. Bedenim geriye düşerken, yüzümdeki ifadenin kaybolduğunu hissediyordum içimdeki savaş, dışarıya yansımaktan uzaktı. Kendi varlığımı hissetmek için savaşırken, gözlerimin önündeki karanlık, beni daha da derin bir yalnızlığa itiyordu.
Belli belirsiz sesler duyarken, sanki ağır metalin vurarak açılma seslerini işittim. Atılan her adım büyük yankı yaratırken, zemine yaslı yüzüm titriyordu.
Kendimi bir an için kaybetmiş gibiydim.
Gözlerim karanlığa odaklanmış, içimdeki endişenin sesini bastırmaya çalışıyordum. O ağır metalin kapı açılırken çıkardığı ses, sanki ruhumu tahrip ediyordu.
Bedenim, bu belirsizliğin ağırlığında kaybolmuşken, zihnimdeki düşünceler bir fırtına gibi savruluyordu. Bu anın derinliği, zamanın durduğu bir noktada sıkışmış kalmış gibi hissettiriyordu.
"Kalk, hanım ağa, kalk! Haydi!" sesleri, karanlığın içinde yankılandı. Kulağımda çınlayan bu ses, beni bilinçsizlikten uyandırmaya çalışıyordu. Gözlerimi araladım, etrafımda belirsiz gölgeler dans ediyordu. Her şey bulanık ve gerçeküstü görünüyordu.
Zihnim, ağır bir sisle kaplıydı yavaş yavaş toparlanmaya çalışıyordum. İçimde bir yerlerde korku ve çaresizlik birikmişti, ama bu ses, beni harekete geçirmek için çağırıyordu. Kendi içimdeki karanlığa karşı mücadele vererek, yavaşça doğrulmaya çalıştım.
Bedenimi kaldıramadım, ama gözlerim açıldığında, netleşmeyen yüzlerin belirsiz siluetlerini gördüm. İki adam, başımda dikilmiş, kollarını arkasına yaslamış bir şekilde bana bakıyorlardı. Gözlerimdeki bulanıklıkla, onların ifadelerini tam olarak çözümleyemiyordum.
Yavaşça parmaklarımı hareket ettirmeye çalıştım ama bedenim, sanki bana ihanet ediyordu.
"Kimsiniz siz?" dedim. Bedenim soğuktan tir tir titriyordu.
"Bizden kaçırdığın kızı istiyoruz. Kız nerede?" dedi biri, sesi tehditkâr bir tonla yankılandı.
"Mehlika..." diye fısıldadım.
"Onu mu istiyorsunuz?" dedim, sesim neredeyse fısıldar gibi çıktı.
İki adam, aralarındaki sessiz anlaşmayı bozmadan birbirlerine baktılar.
"Kızı bize ver, sonra biz de seni salalım," dedi adam, sesi sert ve korkutucu bir tonda yankılanırken.
"Yaklaş!" dedim, başımı yerden kaldırmaya çalışarak.
Adam, yüzünde alaycı bir gülümseme ile bir adım yaklaştı, arkasını döndüğünde diğer adama işaret vererek yolladı. "Arabaları hazırla."
Önüme geldiğinde paçalarını toplayıp yavaşça eğildi. Yüzümü yaklaştırdığımda, gözlerimdeki direnişi göreceğini umuyordum.
Gözleri bende dolaşırken, alaycı bir gülümseme belirdi yüzünde. "İşte böyle yola geleceksin, demek ki hanım ağa olmak pek de işe yaramıyormuş."
Başımı sallayıp onu onayladığımda bir elimi yere dayayıp belimi kaldırmıştım.
Başını yan çevirdiğinde bedeni tamamen eğmişti.
Hiç beklemediği bir anda kulağına eğilip, "Ananın amında," diye mırıldandım, sesim zayıf ama içten bir cesaretle doluydu.
Gözlerimdeki öfke ve kararlılık, karşımdaki adamın ifadesinde bir anlık bir şok yarattı.
Şaşkınlıkla geri çekildi, bu beklemediği bir saldırıydı. "Ne dedin lan sen bana?" diye bağırdı, yüzündeki alaycı gülümseme yerini öfkeye bıraktı.
Gözleri öfkeyle parladığında bu anı fırsat bilerek başımı daha da yukarı kaldırdım.
Kolumu boğazına sardığımda bedenini üstüme çekip kendime siper ettim. Arka cebimden çıkardığım bıçağı boğazına dayadığımda, metalin soğukluğunu hissettiği an, debelenmeyi bırakmıştı. Gözleri, bir anlık şaşkınlık ve korkuyla açıldı nefes alışverişleri hızlandı, dudakları titremeye başladı.
"Beni bırak," dedi, sesi kısık ve zorlanarak çıkıyordu.
Korkusu yüzüne yansıdı, titrek gözlerle bana bakarken.
"Sen misin o şerefsiz amca?" dedim, bıçağı biraz daha bastırarak. "Konuş lan!"
Bir an duraksadı, ardından başını eğdi. "Benim," diye haykırdı. "Ama çocuklarımın ölüsünü öpeyim, onun iyiliği için yaptım."
"Karıştırma lan çoluğu çocuğu" dedim, sinirle.
Bıçaktan kurtulmak için hareket ettiğinde, tenine biraz daha batırdım. "Debelenme yoksa bıçağı gırtlağına sokarım!" dedim, sesimdeki sertlik onu durdurmaya yetti.
"Mehlika'nın yerini söyle sadece yeğeni mi istiyorum."
"Onu alman için beni öldürmen lazım önce dedim kolumu daha da sararak fakat acı birden soluğumu kestiğinde gücümü kaybetmemek için derin nefesler aldım.
"Sağ çıkamazsın buradan," dedi, sesi alaycı bir tonda.
Yüzümde zorla bir gülümseme belirdi, "Fark etmez, sen de çıkamayacaksın zaten."
"Ne biçim insansın sen, sana emanet edilen kız çocuğunu korumaktan acizsin." Eli koluma sarıldığında bacaklarım onu kıskaca almıştı.
"Burada işler böyle döner sen kadın aklınla karışma kızı bize veri vereceksin."
Dışarıdan gürültü şekilde bir koşuşturma duyduğumda dikkatim birkaç saniyelik dağılmıştı.
O an bıçağı tuttuğum elimi sertçe tutup büktüğünde büyük bir acıyla bağırmıştım. Acı, bedenimin her köşesine yayılarak ruhumu sarsarken, gözlerimden yaşlar süzüldü.
Bıçak elimden düştüğünde, başının arkasıyla yüzüme vurduğunda bedenim sert bir darbeyle geriye savruldu.
Yere düşerken, tüm gücümü kaybetmiş gibi hissettim. Zemin soğuktu ve her bir düşüşümle birlikte acı, vücudumu saran bir zincir gibi etrafımı sardı. Başım sert zemine çarparken, kafamı kaldırıp karanlık yüzüne bakmaya çalıştım gözlerim bulanık, ama iradem hala dimdik duruyordu.
"O adam, senin dîn (deli) olduğunu söylemişti ama bu kadarını beklemiyordum." Gözlerindeki korku, belirsizlikle birleşince yüzümdeki gülümseme daha da genişledi. "Deli mi?" diye mırıldandım, sesim alaycı bir tonla yankılandı. "Az söylemişler, daha da deliyim."
Ellerimi yere bastırıp sertçe ayağa kalkıp üstüne doğru bir adım attım, "Mehlika'nın peşini bırakacaksınız."
Yere düşen bıçağı hızla alıp bana doğru salladı. "Bana bak, lan! Alırım façanı aşağıya, ama o güzel yüzün dağılsın istemem. O yüzden yeğenimi geri ver, sen de sonra kocanın yanına dön." Sesindeki tehdit, havada ağır bir gerginlik yarattı.
"Fırsatın varken beni öldür," dedim, sesimdeki soğukkanlılık onu rahatsız ediyordu. "Yoksa küçük bir kızın hayatıyla oynadığı için bunun bedelini ödeyeceksin ve bende bunu göreceğim."
Bıçağı bana daha da yaklaştırarak yavaşça salladı.
"Sana Hanım ağa dedik ama sen fazla rollenmişsin. Senin kocanın devri bitti hem o sakat babası da çıkmış saklandığı yerden artık kimse o aileye itaat etmeyecek biz kendi kendimize yeteceğiz."
Dışarıdaki gürültüler fazlaca yaklaştığında bir an ne kadar tedirgin olduğunu görmüştüm. Gönderdiği adamın hala dönmemesi onu germişti.
"Kimle çalışıyorsun sen?" dedim birden.
"Kimseyle çalışmayız biz!" dedi büyük bir öfkeyle.
"Hangi adam benim sana deli olduğumu söyledi? Hangi adam arabanın takla atması için sana yardım etti? Hangi adam, bir ağanın karısını kaçırman için sana akıl verdi?" Başımı sallayarak gözlerinin içine baktım. "Hangi adam kendi ellerinle ölümünü inşa ettirdi?" diye fısıldadım.
Sözlerim, boğuk metalin duvarlarında yankılanırken, yüzündeki ifadenin değiştiğini gördüm. O an, içindeki belirsizliğin ve korkunun yüzeye çıkmasına tanık oluyordum.
O an bir anlık tereddüt yaşıyordu.
"Neyse ne! Mehlika nerede lan, söyle!" dedi, sesindeki öfkeyle. "Getirsinler, yoksa ağa senin cesedini bulacak bu kamyonun arkasında!"
Bir an gözleri genişledi. Sanki elinde tuttuğu her şeyi kaybetmiş gibi görünüyordu. O an, belirsizlik ve korku yüzünden okunuyordu. İçindeki panik neredeyse sözcüklerin ağzından kaçmasını sağlayacaktı.
Gözlerimi ondan ayırmadım. Her an, onun içindeki korkunun derinleştiğini hissedebiliyordum. "Buradan ölümde çıksa sana onun yerini asla söylemeyeceğim."
Gözüne inen perdeye şahit olmuştum. Elinde sıktığı bıçağı fırlattığında, hızla üstüme doğru atılmıştı. Ayakta durmaya zor dayanan vücudum, onun ağırlığıyla yere devrildiğinde, başımı bu sefer daha sert şekilde yere vurmuştum.
O an, her şey bir anda yavaşladı zihinim de yankılanan çığlıklar ve düşüşümün sesi birbirine karıştı. Başımın etrafında dönen karanlıkta, acı keskinleşmişti. Bir an, düşmanın suratındaki öfkeyi ve kararlılığı net bir şekilde görebildim.
Ellerini boğazıma geçirdiğinde, bedeni karnıma baskı uyguluyordu. Acı, yine her tarafıma yayılmışken, parmakları nefesimi kesiyordu.
Gözlerimde karanlık bir perde belirdi her şey yavaşlıyordu.
Kalbim, panik içinde çarparken, kafamın içinde çığlıklar yankılanıyordu. O an, boğulmanın korkusuyla birlikte, hayatta kalma içgüdüsü yeniden canlandı.
Ellerimi, onun kollarından kurtulmak için çırpınarak hareket ettirdim. Boğazımdaki baskı, her saniye daha da yoğunlaşıyordu.
İçimdeki mücadele isteği, vücudumun yaralarından kaynaklanan zayıflıkla karşı karşıya kalmıştı. Bütün bedenim sızlıyordu dayanacak gücüm kalmamış gibiydi.
O an, sonun geldiğini düşündüm. Kaçışımın, arayışımın ve hayatta kalma umudumun sona erdiğini hissettim. İçimdeki tüm savaşçı ruh, yaraların yükü altında ezilmişti.
Kafamın içinde çığlıklar yankılanırken, gözlerim onun yüzündeki ifadeye odaklandı. Öfke ve korku iç içe geçmişti ama bu, benim için artık önemsizdi.
Artık savaşacak gücüm kalmadığını, her çırpınışımın sadece onu daha da öfkelendirdiğini biliyordum. Nefes almakta zorlanıyordum her geçen saniye, daha da zayıf düşüyordum.
İçimdeki umut ışığı sönüyordu. Bedenim, ruhumun isyanına daha fazla dayanamayacak gibiydi.
Ayaklarımın yere vurulmayı kestiğinde, sanki artık her şey bitmişti. Her şey yarım kalarak sona eriyor gibiydi
Beynim, en güzel anıları es geçiyordu sanki her şeyi reddediyordu. Tek bir şeyi gözlerimin önüne seriyordu bir çift ela göz.
İçimdeki boşluğa karşı koyan, beni var kılan o gözler, tüm acılara rağmen parıldıyordu.
"Doğu," diye zikrettim ismini, içimde yankılanan dolu bir haykırışla. Her şeyin sona erdiği bu karanlık anlarda, sadece onun sıcaklığı aklımda yankılanıyordu. Ama kaybetme korkusu içimi kemirirken, ellerimin arasında sıkışan hayallerim yavaş yavaş yok oluyordu. Tek bir şey kalmıştı O gözler... Yüreğimde bir yara açarken, her şeyi sarmalayan bir boşluğa dönüşüyordu.
Doğu... sadece bir isim değildi.
Her şeyin bittiğini düşündüğümde, karanlığın beni yavaşça kuşattığını hissettim. Gözlerim, yavaşça kapanırken, zihnimde Doğu'nun gülüşü belirdi. O anı tekrar yaşamak için can atıyordu daha çok gül demiştim ona. Bunun için kızgınım ona bir daha gülmemişti.
Gözlerimde biriken yaşlar, artık dayanılmaz bir acıdan başka bir şey ifade etmiyordu.
"Son" kelimesi, yaşamın döngüsünde bir dönüm noktasını simgeler her son, yeni bir başlangıcın habercisidir.
Her şeyin bir sonu olduğu gerçeği, bize yaşamın değerini hatırlatır. Acı, kayıp ve mücadeleler, sona ulaşmanın kaçınılmaz parçalarıdır. Ancak, bir sona yaklaştığımızda içimizde yeni bir umut filizlenir; geçmişin izleriyle birlikte, geleceğe dair umutlarımızı taşırız. Sonlar, bir kapının kapanması değil, yeni kapıların aralanmasıdır. Ve her kapanan kapı, bizi başka bir yolculuğa çıkaran bir fırsat sunar. Kısacası, son, yaşamın sunduğu en güzel mucizelere giden yolda bir basamaktır.
Bir kurşun sesi, zamanın donduğu anın yankısı gibidir. İlk önce, havada keskin bir ıslık, ardından derin bir sessizlik gelir. Sanki dünya bir an için durur, nefes almak bile unutulur. Ardından acı, bedenin her köşesine yayılarak, nehrin akışını kesen bir kaya gibi her şeyi engeller. Kurşunun izlediği yol, sadece bedeni değil, ruhu da vurur. Geriye yalnızca, kaybolan bir hayatın izleri ve kesik kesik yankılar kalır. Bir kurşun sesi, geçmişin, şimdinin ve geleceğin sınırlarını siler, hayatla ölüm arasındaki ince çizgide bir anı sonsuzlaştırır.
"Rona," dedi derinden bir ses, yankılanan bir karanlığın içinde. Duyuyordum ama gözlerimi açamıyordum.
"Rona," dedi yeniden, bu sefer daha güçlü.
"Ambulans çağırın çabuk!" Bir kargaşa, bir bağırış.
"Gözlerini göreyim, Rona," dedi derin bir nefesle. Sesindeki acı ve özlem, karanlığın içinde yankılanıyordu.
"Gözlerini göreyim, aç güzel gözlerini " tekrar etti.
Buradaydı, gelmişti. Dokunuşu, ellerimi sararken içimdeki tüm korkuları alıp götürdü. Başım yumuşak bir yerdeydi sanki yıllardır beklediğim huzura kavuşmuştum.
"Geldin," dedim, gözlerimdeki umudun parıldadığı anı hissederek. Onun orada olduğunu bilmek, kalbimdeki karanlıkları aydınlatan bir ışık gibiydi. Birçok acıya, kayba ve kaygıya rağmen, o varlığı her şeyi değiştiriyordu. "Seni bekledim," diye ekledim, sesimdeki hafif titreme, içimdeki duyguların yoğunluğunun bir yansımasıydı.
Doğu'nun yüzü, benim için tanıdık ve bir o kadar da yabancıydı ama gözlerindeki sıcaklık, bana her şeyin yeniden mümkün olduğunu hatırlatıyordu.
"Korktum, her şeyin bittiğini düşündüm," dedim, içimdeki yüklerin biraz daha hafiflediğini hissederek. "Ama buradasın."
"Geldim güzelim, geldim güzel gözlüm," dedi Doğu, sesindeki derinlik, içimi aydınlatan bir umut ışığı gibi parlıyordu. Ellerinin saçlarıma değmesiyle, sanki hayata yeniden dönüyordum. O sıcaklık, vücudumda dolaşan acıları unutturacak kadar güçlüydü. Gözlerimden akan yaşlar, korkularımın ve yalnızlığımın birikimini serbest bırakıyordu.
"Beni bırakma," diye fısıldadım, gözlerim zaman zaman kapanıyordu. Soğuk bütün bedenimi etkisi altına almıştı.
Derinden yabancı bir ses geldi. "Ağam sağlık görevlisi yerinden oynatmayın dedi kırığı olabilirmiş."
Tanıdık elleri yine yüzümü bulduğunda seslendi. "Uyuma güzelim, kapama gözlerini Rona."
"Beni bırakma, lüt-fen," diye tekrar ettim, ruhumdaki korku ve çaresizlikle.
"Bırakmak mı?" diye sordu, gülümsemişti sanırım yeniden...
"Git desen de gitmem," dedi, gözlerindeki kızarıklıkla. "Ölene kadar peşindeyim, sen nereye, ben oraya."
Gözlerimi açık tutmak her geçen an daha da zorlaşıyordu. Başımı Doğu'nun sıcak ellerine bırakmıştım, ama sesler artık uzak bir yankı gibi kulağıma çarpıyordu. Kamyonun metal kasası, içeriye atılan adımlarla sarsıldı.
"İzin verin, lütfen! Kafa travması geçiriyor olabilir..." dedi ince bir kadın sesi, endişeyle.
Birileri telaşla hareket ediyor, biri Doğu'yu geri çekmeye çalışıyordu ama o gitmiyordu. Gitmezdi de...
"Rona..." dedi yine, sesi yırtılmış bir dua gibi.
Parmaklarımın arasına giren sıcaklığı hissettim, avucumu saran eli... Gitmemi istemiyordu. Ama gözlerim artık kapanmak üzereydi.
Doğu, soluğunu yüzümde hissettirecek kadar yakındaydı. "Sen nereye, ben oraya... Ölene kadar peşindeyim."
Gözlerimi açık tutmak her geçen an daha da zorlaşıyordu. Başımı Doğu'nun sıcak ellerine bırakmıştım, ama sesler artık uzak bir yankı gibi kulağıma çarpıyordu. Kamyonun metal kasası, içeriye atılan her adımlarla sarsıldı.
"İzin verin, kenara çekilin işimizi yapalım" dedi tekrar ince bir kadın sesi.
"Rona..." dedi yine, sesi yırtılmış bir dua gibi.
"Hanımefendi, beni duyuyor musunuz?"
Ses, sanki suyun altından geliyormuş gibi uzaktı. Kulaklarım uğulduyor, bedenim hafifliyordu. Bir çift el yüzüme dokundu, parmaklar yanağıma değdi.
Göz kapaklarım ağırdı, açmaya çalıştım ama başaramadım.
"Rona kapatma gözlerini..." Doğu'nun sesi, tanıdık ve yakıcıydı.
Boynum havalandığında etrafını saran bir baskı hissettim. Soğuk, sert bir şey... Bir kayış ya da bir tasma gibi... Nefesim düzensizleşti, göğsüm daraldı.
"Bunu da takın, başı geriye düşmesin."
Sesler yankılanıyordu ama ne kadar uğraşsam da gözlerimi açamıyordum. Başım geriye yaslandığında boynumdaki baskı daha da arttı. Bir şey takmışlardı. Bilincim gidip geliyordu. Eller, vücuduma dokunuyor, biri bileğimdeki nabzı kontrol ediyordu.
"Kolunda ezilmeler var."
"Sedyeyi getirin, hemen!"
Ayak sesleri hızlandı, demir bir şeyin tekerlekleri zeminde sürtünerek ilerlediğini duydum. Bedenim yerden kaldırılırken içimde bir şeyler koptu sanki. Göz kapaklarımı kaldırmaya çalıştım, olmadı.
"Hanımefendi, beni duyuyor musunuz?"
Zorlukla nefes aldım, dudaklarım titredi. Konuşmak istedim ama sesim çıkmadı. Tek yapabildiğim, varlığımı hissettirmek için parmaklarımı kımıldatmaya çalışmaktı. Ama olmadı...
Kollarım boşluğa düşerken, başımın yanında yankılanan o sesi duydum.
"Dayan güzel gözlüm... Dayan, Rona!"
Gözlerimi belli belirsiz araladığımda bulanık görüntüler arasında en net seçebildiğim şey kandı. Ellerde, kıyafetlerde, hatta kamyonun paslı zemininde... Kendi kanım mıydı, başkasının mı, o an bilemiyordum.
Başımdaki ağırlık artıyor, uğultular birbirine karışıyordu. Birileri bir şeyler söylüyordu ama kelimeler bana ulaşamıyordu. Sadece derin bir sesin, titreyen bir öfkeyle adımı fısıldadığını duydum.
"Rona... Gözlerini açık tut, ne olur."
Doğu'nun sesi...
Göz kapaklarımın arasından ona bakmaya çalıştım, yüzü parçalanmış bir resim gibi önüme seriliyordu. Ona ulaşmak için elimi kaldırmaya yeltendim, ama gücüm yetmedi.
Soğuk demir tenime değdiğinde, bir şeyler boynumun etrafında sıkıca kavrandığında anladım. Beni götürüyorlardı.
"Doğu..." dedim fısıltıyla.
"Fırat... nasıl?" diye sordum zorlukla, her kelime boğazımdan yırtılarak çıkıyordu sanki.
Doğu, parmaklarını avucumda biraz daha sıktı, sesi derinden geldi.
"Hastanede."
Nefesim kesildi. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, zihnim bulanıklaşıyordu.
"Yaşıyor mu?" diye sordum, boğazımdaki yanma hisse karışıyordu.
Doğu, başını hafifçe eğdi, alnımı dudaklarıyla ısıtırken fısıldadı
"Yaşıyor. Daha başınıza ne belalar alacaksınız tabii yaşıyor gülüm," dedi Doğu, kendini gülümsemeye zorlarken gözleri sedyeye düşmüştü.
Sedyenin soğuk metaline dokunurken, acıdan daha fazlasını hissediyordum.
Ambulansa bindirirken, gözlerimi açmakta güçlük çekiyordum. Tavanın monoton beyazlığı, tüm görüş alanımı kaplamıştı. Bedenim ağırlaşmış, adeta içimde bir boşluk hissetmeye başlamıştım. Sesler birden kesilmiş, etrafımdaki dünya sanki bulanık bir hayale dönüşmüştü. Her şey uzaktan, bir rüya gibi geliyordu. Kendi içime çekilmiş, varlığımı hissedemez hale gelmiştim.
Sadece kalbimin ritmi ve ağır nefes alışverişim, dış dünyayla olan bağlantımı sürdürüyordu. Doğu'nun sesi, sanki bir yankı gibi uzaklardan geliyordu. Ama bu ses bile, beni hayata bağlayan son ipti.
Her şeyin sona erdiğini düşündüğüm anlarda, aklımda sadece bir düşünce vardı: "Beni bırakma." Ve o düşünceyle, bilinçaltımın derinliklerine doğru kayarken, karanlığın kollarında kaybolmayı seçmiştim.
🔗
Umut, insan ruhunun en derin köklerinden biri olarak, hayatın zorlu yollarında ışık tutan bir rehberdir. Birçok zorluğun ve acının ortasında, umut ışığı, karanlığın içinde parlayan bir yıldız gibi yükselir. Bu ışık, belirsizliğin içinde kaybolmuş olan ruhumuza cesaret verir ve yeniden doğma isteği uyandırır.
Umut, geleceği beklemekten ibaret değildir aynı zamanda mevcut anı değerlendirme yetisidir. Geçmişin yüklerini taşırken, umut sayesinde kendimizi yenileyebiliriz. Her gün, yeni bir başlangıçtır ve her yeni başlangıç, içinde barındırdığı olasılıklarla doludur. Umut, hayatta kalma arzumuzu beslerken, hayallerimizi gerçekleştirme yolunda bize güç verir.
Her yeni gün, hayata yeniden merhaba demek için bir fırsattır. Geçmişin yüklerini sırtımızdan atıp, taze bir başlangıç yapma şansı sunar.
Güneşin doğuşuyla birlikte doğan umut, her sabah bizi yeni bir hayata uyandırır.
1 Ay Sonra...
"Seni çok özledim Rona Abla, keşke sen de burada olsaydın," dedi Mehlika, gözleri parlayarak. Sesinde, o masum ama güçlü duygular vardı.
"Ben de seni çok özledim. Şu an yanınızda olmayı o kadar çok isterdim ki," dedim, içimden geçen özlemle birlikte. "Ama yakında görüşeceğiz."
"Biliyorum, Şebnem Abla söyledi " dedi, sesi bir nebze daha neşeli çıkıyordu. "Biliyor musun burada her şey çok farklı. Parkta oyun oynuyorum, bir sürü arkadaşım var. Rohat Ağabey her gün hediyeler alıyor bana."
"Gerçekten mi?" dedim büyük bir heyecanla.
Gözlerindeki mutluluğu görmek günden güne hem ruhumdaki hem bedenimde ki ezikleri geçirmeye yardımcı olmuştu.
Rohat'ın içerden bağırmasıyla Mehlika yüzünü o tarafa döndü. Minicik ekranın içinden bile yüzündeki mutluluğunu görmek, yaşadığım her şeye değer olduğunu bir kez daha gösteriyordu.
"Mehlika, gel haydi çikolatalı özel tarifim olan pizzanın tadına bak!"
Mehlika’nın çikolatayı duyduğu an gözlerindeki parlamayı bu kadar uzaktan bile görebiliyordum. "Rona Abla, sen burada kal, ben hemen gidip geleceğim," diyerek ekranın önünden hızla kalkıp gitti.
Onun neşesi, içimi ısıtan bir güneş gibi parlıyordu. Bu an, zorluklarla dolu günlerin ardından gelen umut dolu bir soluktu. Mehlika'nın mutluluğu, benim için her şeyden daha değerliydi.
İçimden yaşayacağı güzel anlarını düşünerek, bir an önce yanına gitmeyi, birlikte yeni anılar biriktirmeyi ve onunla daha fazla zaman geçirmeyi arzuladım.
Boş kalan ekranda birden Şebnem'in yüzü belirdi. Telefonu kendine çevirdiğinde eline alarak zemine oturdu. Her ne kadar gülümsemeye çalışsa da, bir aydır beni her gün arıyordu ve yüzümde gördüğü yaralara derin bir hüzünle iç çekiyordu.
"Bugün nasıldın kraliçem?" diye sordu, sesi biraz titrekti.
Gözleri bende dolaşırken, içindeki acıyı saklamakta zorlandığını biliyordum. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. "İyiyim, Şebnem," dedim, "Asıl haberler sende sen nasılsın?"
"Bildiğin gibi işte, bir gün biteceğini, bitmek zorunda olduğunu bildiğim bu çekirdek aile işine her gün daha da bağlanıyorum,"
Şebnem'in aile eksikliğini her zaman hissediyordum. Benim reddettiğim o sıcak ve samimi oluşuma, onun ne kadar hasret olduğunu yıllardır sadece ben bilirdim. Onun için aile, bir huzur kaynağıydı, belki de en büyük hayaliydi. Her ne kadar düşman gibi gözükse de aslında en çok o bağlıydı bir aile fikrine.
Onun gözlerindeki boşluk, kaybettiği o sıcaklığı arıyordu.
"Siz böyle güzel bir aile oldunuz," dedim birden, gözlerimi ona dikerken. Bir ay boyunca her konuşmamızda, Rohat ya elinde hediyelerle geliyordu ya da mutfakta Mehlika'ya yemekler yapıyordu.
Rohat'ın bu kadar sevecen ve düşünceli birinin olduğunu görmek, sanki kendi yarasına yara bandı çekmesi gibiydi.
Onların birlikte geçirdikleri zaman, aile olmanın ne demek olduğunu adeta somutlaştırıyordu. İçimde, bu yeni aile yapısının sıcaklığını özümsemeye başlamtım. Belki de ben de bir gün böyle hissedebilirdim.
"Aman neyse," deyip, görmediğimi düşündüğü gözyaşını hızla sildi. O an, içinde taşıdığı duyguları fark etmemek için elinden geleni yapıyordu. Ama ben onun sesindeki hüzün dalgalarını hissedebiliyordum.
"Ben müdireyle konuştum," dedi, beni biraz olsun rahatlatmaya çalışarak. "Kısa bir süre sonra Mehlika için en güvenli yeri seçeceğim."
"Aile de artık bir sorun çıkartmayacağına göre, bundan sonrası daha kolay," dedi Şebnem, umutsuzca gülümsemeye çalışarak. Ama ben onun bu sözlerinde bir rahatlık bulmaya çalışsam da, aklımın derinliklerinde başka düşünceler yankılanıyordu.
O anda, çok değil bir ay önceye gittiğimde beni öldürmeye çalışan adamın kanlarıyla yüzleştiğim anı hatırladım.
Gözlerimin önünde o anın dehşeti belirdi kanlar, bedenimdeki yaralarla birleşerek bir anlık korkunun getirdiği karanlıkla doldu. Hayatta kalmış olmak, bir zafer gibi görünse de, içimdeki yaralar asla kapanmamıştı.
Beni rahatlatmak isteyerek konuyu başka yere çevirmeye çalışıyordu. "Yüzündeki yaralarla bile hâlâ bir Mardin güzeli olabilecek kadar şahanesin, bacım," dedi gülümseyerek.
"Sende en az bir Urfa kadar varsın." Dedim.
"Urfa kadınları güzel mi?" Sözlerimi kafasında tartıyor gibi durmuştu.
"Senden daha güzel olduklarına eminim." dedim.
Dudaklarını kıvırıp gözlerini devirdiğinde beni kınayıcı bıkışlarıyla taramıştı. "Görüyorum ki senden giden tek şey insanlığa olan saygın, kalan her şeyin yerli yerinde duruyor."
"Sizde insanlığa olan ümidimi kırıyorsunuz. Söyle o Rohat'a çocuğa doğru düzgün yemekler yapsın geçen de aradığımda patates püresine beyaz çikolata isteyip istemediğini sordu. Bilmiyorsanız çocuk bakmayı açıp bi gelişim kitabı okuyun!"
Şebnem, bıkkın bir sesle oflayarak, "Of, çok biliyorsan, yap bir tane doğur, senin gelişimine bakalım haspam!" dedi.
"Ben gelişimimi çoktan tamamladım çok da güzel bakarım çocuğuma!"
"Ağladığın da sende onunla birlikte oturup ağlamazsan bende bir şey bilmiyorum."
"Benim bebeğim ağlamayacak." dedim sinirle.
"Bebek mi istiyorsun?" birden Şebnem'in olamayacak kadar kalın ve erkeksi bir sesi araya girdiğinde, telefonun ekranını indirdiğimde karşımda havluyu belime sarmış şekilde banyonun kapısında duran Doğu'yla göz göze geldim.
O an gözlerimdeki şok ifadesi, Doğu'nun yüzünde bir gülümsemeye sebep oldu. "Rona?" diye sordu, eğlenceli bir tonla.
Şebnem, "Kapat ben sonra aracağım!" diyerek hızla görüntülü konuşmayı sonlandırdım.
Gözlerimi Doğu'nun üzerine çevirdim. "Sadece bir şaka," dedim.
Havlu belinde dururken saçlarından akan damlalar yavaşça çıplak göğsüne damlıyordu. Her damla, onun vücuduna hafif bir parıltı katıyor, odanın sıcak atmosferine ayrı bir çekicilik ekliyordu.
Gözlerim istemsizce onun üzerine kayarken, "Git giyin üşüyeceksin," diye mırıldandım.
"Üşüyecek kadar havalar soğuk değil," dedi
Üstümdeki pikeyi sıcaklamış gibi geriye fırlattığımda "Evet bence de o kadar sıcak değil," dedim gözlerinin içine bakarak.
Sesimdeki alaycılık, aramızdaki gerilimi yumuşatıyordu.
Onun gülümsemesiyle birlikte kalbimdeki sıcaklık daha da arttı. Doğu yavaşça yatağa yaklaştı. "Ama seninle olmak daha sıcak," dedi.
Gözlerimdeki ışık onun yüzündeki gülümsemeyi daha da belirgin hale getirdi. "Belki de," dedim, içimdeki duyguların akışını hissederek. "Ama bu sıcaklığın ana kaynağı sensin."
Yatağa doğru eğildiğinde yatak başlığında olan bedenim yavaşça aşağıya kaydı.
Hafifçe gülümsedi, parmaklarımı yavaşça omzuma koydum. O an, dünyanın geri kalanının sessizleştiğini hissettim. İkimiz arasında sadece bu an ve hislerimiz kalmıştı. "Sıcaklığımızı koruyalım o zaman," dedi, samimi bir tonla.
Gözleri dudaklarımı bulduğunda, nefesimi kesen o dokunuş her zerreme yayıldı. Kalbim hızlı bir tempoyla atarken, zaman sanki durdu. Onun sıcak nefesi, üzerimde dalgalanırken, içimdeki hislerin yoğunluğu beni sarhoş etmişti. Doğu'nun parmakları, dudağımın kenarında hafif bir gezintiye çıkarken, derin bir soluk almak için savaş verdim.
"Rona..." dedi, sesi bir fısıltı gibi izin istermişçesine kulağıma dokundu. O an, dünyada sadece ikimizin var olduğu hissine kapıldım. Her şeyin ötesinde, bu anın sonsuz olduğunu hissettim. O sıcak dokunuş, kalbimde bir kıvılcım gibi alevlenerek, ruhumun derinliklerine işliyordu.
Gözlerinin içindeki tutkuyla, kendimi onun kollarında kaybetmek istedim. "Doğu," diye fısıldadım onaylayarak, sesimdeki titreme, içimdeki duyguların karmaşasını yansıtıyordu.
Dudakları boynuma ulaşırken içine çektiği kokuyu hissediyordum.
Dokunuşları beni deli ederken bedenim onun altında kıvranıp acı çekercesine yükseliyordu.
Ellerim ensesinden baskı yaparken parmaklarım sırtında kendine bir yol çiziyordu.
Siyah saten pijamanın düğmelerine ellerini uzattığında, kalbim hızla çarpmaya başladı. Onun her bir hareketi, beni deli edercesine bir yavaşlıkla açmaya başlamasıyla birlikte zaman sanki yavaşladı. Düğmelerin tek tek çözülmesi, aramızdaki gerilimi ve çekimi daha da artırıyordu.
Gözlerim, onun parmaklarının pijamanın üzerindeki kaygan kumaşla dans edişine kilitlenmişti. O an, her şeyin ötesinde sadece ikimiz vardık. Hızla dönen düşüncelerimi bir kenara bıraktım ve sadece bu anın tadını çıkarmaya karar verdim.
Parmakları, düğmeleri açarken hafifçe kumaşın altındaki tenime dokunuyordu. Bu dokunuş, içimde bir sıcaklık yaratıyor, beni daha da derin bir heyecana sürüklüyordu.
Pijamanın üstü tamamen düğmelerinden ayrıldığında yavaşça kollarımdan çıkartıp yatağın dışına attı.
Siyah dantelli sütyenimde gözleri bir süre oyalandığında gözlerindekini yalnız ben görüyordum.
Dudakları yavaşça boynumdan göğüs arama inerken dokunuşlarını her zerremde hissetmeye başlamıştım.
Sütyenin açıkta bıraktığı tenime değerken gözlerimiz kısa bir an birbirine değdi.
Karnımdan süzülen dudakları yavaşça kasıklarıma inerken belimi bilinçsizce havalandırmıştım.
Parmakları saten pijamanın kemerinde oyalanırken, ellerim tutunacak bir yer arıyordu. O anki hislerim karmaşık bir çekim ve istekle doluydu. Gözlerim onun parmaklarının her hareketini takip ederken, içimdeki heyecan katlanarak büyüyordu. Kemerin üzerinde gezinirken, beni içten içe ateşten bir kıvılcım gibi sarıyor, kalbimi hızla çarptırıyordu.
Tuttuğu parçayı usul usul aşağıya çekerken satenin soğukluğu buz misali bacaklarımdan akıyordu.
Ayaklarımı hafifçe kaldırdığımda parça tamamen bedenimden ayrılıp yerde kendine yer bulmuştu.
Şimdi karşısında ince iki parçayla duruyordum. Gözleri hasretle bana bakarken yanımdaki düğmeye dokunup ışıkları kapamıştı.
Şimdi odayı aydınlatan tek şey silik sarı bir gece lambasıydı.
Belindeki havlunun kenarlarını tutup tekrar yatağa döndüğünde bedenimi yataktan ayırıp doğruldum. Omuzlarından tutup yatağın yan tarafına onu ittiğimde sırtı başlığa değiyordu.
Bacaklarımı kaldırıp beline uzattığım ellerim yüzünü bulmuştu.
Sakalları avuçlarımın içini ezerken dudaklarımız büyük bir uyumla oynuyordu.
Eli belimin kenarında oyalanırken parmaklarını sırtımda hissettim.
Hiç zorlanmadan parmaklarını kopçaları birbirinden ayırırken göğüslerim birden önünde boşluğa düşmüştü. Hızla yükselen kalp atışlarım, içimdeki kıpırtıları daha da belirgin hale getiriyordu o an. Onun ellerinin sıcaklığı, bedenimin her yerinde yankılanıyordu.
Gözlerim, yüzündeki o meraklı ifadenin derinliğinde kaybolmuştu. İkimiz de bu anın getirdiği heyecanı hissediyor, birbirimize dokunmanın verdiği tarifsiz haz duygusunun tadını çıkarıyorduk. Her an, sanki zamanın durduğu bir noktadaydık.
O anda belim arsızca üstünde oturduğum bedeni üstünde hareketlenince aramızdaki ince kumaş ve havludan bile onu hissediyordum.
Belimi iki yanından tutup kendine bastırdığında başını eğip göğüslerime uzatmıştı. Dudakları yavaşça ıslaklık bırakarak göğüslerimi sarmaladığında dişinin keskinliğini göğüs ucumda hissediyordum.
Altımda hissettiğim baskı nefesimi kestiğinde Doğu ızdıraba son vermek istermiş gibi belimden yükseltip yavaşça sırtımı yatağa bırakmıştı.
Üzerime eğildiğinde dudakları delicesine beni öptüğünde dişlerimi dudaklarına saplamıştım.
Ayrılmak ona zor gelirmiş gibi yavaşça yatağın dışında doğrulduğunda parmakları usulca havlunun kenarlarına ilerlemişti.
Beyaz havlu yavaşça tenini açıkta bırakırken bacaklarından yavaşça düşmesine izin verdi.
Havlunun kayışı, onun biçimli vücudunun hatlarını ortaya çıkarırken, bir an nefes almakta zorlanıp gözlerim onun üzerinden çekememiştim.
Cildindeki her detayı, her noktası üzerinde dolaşmak istiyordum.
Yavaşça yanına yaklaşırken, ellerimi boynuna yerleştirip, onu daha da yakından hissetmek istedim.
Parmakları iç çamaşırımın ince ipine değerken, yavaşça süzülmesini hissediyordum. Her bir dokunuş, tenimde bir ateşin kıvılcımlarını ateşleyerek, duyularımı daha da keskinleştiriyordu.
İnce kumaş parçası bacaklarımdan inerken, onu yavaşça çıkartıp diğerlerinin yanına itti.
Doğu'nun bakışları, beni sarhoş eden bir okyanusta kaybolmama neden oluyordu. Yavaşça yanaştığında, bedenimin her bir köşesinde onun sıcaklığını hissettim.
Dudakları boynumdan başlayarak yavaşça her zerreme dokunurken kasıklarıma her değişi ruhumu sarmalıyordu adeta.
Nefesim kesilmiş, kalbim hızla atıyordu.
Yavaşça eğilip, sıcak nefesi kasıklarımın iç noktasına çarparken parmaklarım ince çarşafı avuçlamıştı bile.
Bir elini uzatıp bacağımı havalandırdığında, bacağıma usulca bir öpücük kondurmuştu. O an, tenimdeki sıcaklık tüm vücuduma yayılmıştı.
Defalarca dudakları bacaklarımın her noktasında oyalanırken uzanıp tekrar bedenime ulaşmıştı.
Her hareketi, bedenimdeki her siniri ateşler gibi sararken, kalbimdeki her vuruş onun varlığıyla daha da anlam kazanıyordu. Kendimi ona bırakmanın verdiği güvenle, hayatımda ilk defa böyle bir teslimiyet hissetmiştim.
Bacaklarımın arasında hissettiğim et parçası yavaşça tenime değerken, ellerinin teki kollarıma uzanıp başımın üstünde bir kıskaca almıştı. O an, yüzüklerimiz birbirine çarpıp ses çıkartında bedenim ve ruhum arasında bir köprü kurulduğunu hissetmişti.
Gözlerim, onun gözlerine kilitlenmişti ve o an, dünyada sadece ikimiz varmışız gibi hissettim. İkimizin arasında yükselen gerilim, içimi alev alev sararken, onun nefesi cildimde bir rüzgâr gibi dolaşıyordu. Her şey sanki yavaşlıyordu, zamanın akışı duruyor, bu anın sonsuz olmasını istiyordum.
Yavaşça vücudunu bana doğru çekerken, bacaklarımın arasına dayanan sertliğini yavaşça içeriye doğru itmişti.
Hissettiğim acı yavaşça beni tesiri altına aldığında, dudaklarımdan kopan inleme onun kendini biraz daha itmesine sebep olmuştu.
Her itişiyle birlikte bedenimde yankılanan o sıcaklık, zihnimi boşaltıp sadece o anın içinde kaybolmama neden oluyordu. Gözlerimi kapattığımda, "Gözlerini aç," diye hırlamıştı. Sesi derin ve kararlıydı, içimdeki karmaşayı daha da alevlendiriyordu. O an, gözlerimi açıp ona bakmam gerektiğini hissettim.
Kendini tamamen içeriye doğru ittiğinde, her zerresi artık içimdeydi. O an, bedenimizin birleşimiyle zamanın durduğunu hissettim. İçimdeki acı ve zevk birbirine karışırken, ruhumun derinliklerine inen bir sıcaklık sardı beni.
Gözlerim ona kilitlenmişken, İleri doğru her itişte kalçasını oynatıp daha güçlü ve hızlı itiyordu bedenini.
Vücudum, onun ritmine ayak uyduruyor, dudaklarımdan kopan inlemeleri, derin bir hazla birleşiyordu. Her hareketi, bedenimin en hassas yerlerine dokunuyor, içimdeki ateşi daha da körüklüyordu. Gözlerim, onun gözlerinde kaybolurken, hissettiğim acı ve zevk arasındaki o ince çizgi bulanıklaşıyordu.
Onun dudaklarından kopan inlemeleri duyduğumda, kollarımı elinden kurtarıp düşmekten korkarcasına sırtına yaslamıştım tırnaklarımı.
Bedenim, onun vücuduna daha fazla yaklaşmak için istekle hareket ediyordu. Her inleyişi, beni derin bir sarhoşluğa sürüklüyor, ona daha çok bağlanmama neden oluyordu.
Her noktam uyuşurken sona yaklaşmış gibi zevkle kıvranan vücudum, onunla birleştiğimiz her anın verdiği hazla dolup taşıyordu. İçimdeki ateş, bedenimle bütünleşirken daha da alevleniyordu. Onun her hareketi nefesimi keserken İçimdeki arzunun doruğa ulaştığını hissediyordum.
O an, adını dudaklarımdan fısıldadığımda, içimdeki duygular daha da yoğunlaştı. "Doğu," diye inledim, onun adını söylerken kalbimdeki ateşin büyüdüğünü hissettim. Her bir hareketi, beni daha derin bir bağın içine çekiyor, vücudumuzda yankılanan her sesle onu daha da çok arzuluyordum.
O an, dudaklarından kopan adıma duyduğum yankı beni daha da tetikledi. "Güzelim," diye yanıtladı.
Bedenimle senkronize olan hareketlerim, inlemelerine yanıt veriyordu.
Titreyen bedenimin her zerresi, büyük bir patlamayla sarsılırken, Doğu'nun sıcaklığı içimde yankılanıyordu.
Dudaklarımdan kopan inlemeler, onun derin nefesleriyle birleşip melodi oluşturdu. Her şey o kadar yoğun, o kadar gerçekti ki, düşüncelerim bir kenara atıldı.
Nefeslerimiz birbirine karışmışken, Doğu'nun elleri yüzümde geziniyordu. Parmakları, tenimdeki her nokta ile nazikçe dans ederken, hissettiğim sıcaklık içimi ısıtıyordu. Gözlerimi kapattım ve o an onun dokunuşlarına odaklandım her bir hareketi, ruhumda yankılanıyordu.
"Işığım" diye fısıldadı, sesi derin ve çekici bir tonla yankılandı. O an, bu dünyadaki her şeyin bir kenara itildiğini hissettim. Sadece o ve ben vardık. Yüzümdeki hafif titreme, onun ellerinin varlığında kayboluyordu.
Dudakları alnıma değerken, nazik bir öpücükle başını çıplak göğsüme yasladı. O an, dünyadaki her şey durdu sanki ikimiz, bu anın içinde kaybolmuş gibiydik. Vücudu, bacaklarımın arasına koca bedeniyle uzanırken, sıcaklığı beni sarhoş eden bir örtü gibi sardı.
Kalbimin hızlı atışını hissetti, göğsümdeki yankı, onun varlığının getirdiği huzurla birleşiyordu. Elini belime yerleştirirken, beni kendine doğru çekti o an, hissettiğim her şey daha da derinleşti.
Onunla olmak, hayatın tüm zorluklarını unutturacak kadar büyüleyici bir deneyimdi. O an, zamanın önemli olmadığını, sadece birlikte olmanın yeterli olduğunu hissettim. Gözlerimdeki parıltının sebebi, onun varlığıydı yanında olduğumda her şey daha anlamlı, daha güzel görünüyordu.
Onun olmak ise, bir başka derinliğe sahipti. Kendimi ona tamamen açabilmek, duygularımı onunla paylaşmak, ruhumun derinliklerine onu almak, her zerremde onu hissetmek...
O, benim en savunmasız halimi kabul eden, her yönümle beni isteyen biriydi. Onun yanında, kim olduğumun bir önemi yoktu sadece onunla birlikte olmanın verdiği huzur ve mutluluk her şeyin önündeydi.
Bu ikiliği hissetmek, hayatımda deneyimlediğim en özel duygulardan biriydi. Onunla olmak ve onun olmak, kalbimin derinliklerinde yer eden, birbirini tamamlayan bir yabancı olduğum bir hikayeydi...
Bölüm Sonu
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.64k Okunma |
453 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |