24. Bölüm

"24.Bölüm Yıkık Duvardan Işık

esra
wolffcuub

Doğu'nun Işığı

 

"24.Bölüm Yıkık Duvardan Işık"

 

 

Mutluluğun peşinden koşmak, bazen sonu görünmeyen bir yolda ilerlemek gibidir. Her adımda daha fazla terler, daha fazla çabalarız. Ama bazıları bu yolda o kadar kaybolurlar ki, ne zaman bir yol ayrımına gelirler, doğruyu bulacak halleri kalmaz. Belki de her an nehrin akışında kaybolmayı seçmişlerdir, çünkü mutluluğun taşların arasındaki sığ sularda değil, derin denizlerde olduğunu fark etmişlerdir.

 

Ve bir gün, o yolu bitirip bir kenara oturduklarında, yüzlerinde beliren bir gülümseme, yıllarca koşmanın sonunda kazandıkları tek şey olacaktır; Huzur. Çünkü bazen, varmak değil, yolda olmak mutluluğun ta kendisidir.

 

Fırat'ı tanıdıkça, onun da mutluluğun peşinden koşanlardan biri olduğunu fark etmiştim. İlk andan, içindeki nehrin kime aktığını anlamıştım. Gözlerinde bir ışıltı vardı, ama o ışık, bir tek kadının varlığıyla parıldıyordu. Gülfem onun görüş açısına girdiği anda, etraftaki her şey silikleşiyordu onun için. Sanki o an, dünya sadece onun etrafında dönüyordu.

 

İçindeki sevdanın, o sıcak bakışların peşinden koşmaya başlamıştı demek şimdi. Artık hiçbir şey önemli değildi onun için. Hangi adımları attığı, ne kadar yorulduğu, geçmişteki hayalleri...

Mutluluk, o an ona bir adım ötede duruyordu, ama o, o adımı atmaya kararlıydı.

 

Bir şekilde, bu yolculukta da bizden yardım istemişti. Sanki bir sırrı paylaşmak, bir yükü hafifletmek istiyordu.

 

Yanında bizi görmek istiyordu, çünkü gerçek dostluklar, insanın en karanlık anlarında bile yanındadır. Bize olan güveni, o anki yalnızlığını anlamamızı sağlıyordu.

 

Arabada, sessizlik tüm vücudumu sararken, Fırat'ın söyledikleri hâlâ kafamda dönüp duruyordu "Bana lütfen acilen gidip Gülfem'i ister misiniz?!" Sözün büyüsünü bozan tek şey, arka koltukta oturan Doğu'nun katı ifadesiydi. Bu arada, Fırat'ın sürüşü de tam bir felaketti. Hızla her iki şeritte de yol alırken, önden gelen arabalar ona adeta yol veriyordu. "Fırat, biraz yavaşlasana, karşımıza çıkacak her şeyi ezip geçeceğiz şimdi !" dedim, ama o yine de hızla devam etti.

 

Fırat'ın gözleri yolda, ama o arada bana bir bakış fırlatıp "Ee, ben de düşündüm ki madem herkesin hayatında büyük kararlar alınıyor, bu iş de aradan çıksın," dedi, gözlerini yolda sabitlemiş bir şekilde.

 

Bunu duyduğumda, içimden gülmekle birlikte, biraz da şaşırdım. "Yani biraz ani ve yersiz olmadı mı sencede?" dedim, başımı öne eğerek, biraz ciddiyetle. Fırat'ın suratındaki ciddi ifadeyi görünce, kendi sesimin biraz fazla garip çıkıp çıkmadığını sorguladım.

 

Fırat, şaşkınlıkla bana bakıp, "Ne var yani? Hızla ve pratik şekilde çözülecek bir şey bu," dedi, ama yine de hiç durmaksızın yola odaklanmaya devam etti.

 

Doğu ise hiçbir şey olmamış gibi, hala sakin sakin koltuğunda oturuyordu. Arada bir göz ucuyla Fırat'a bakıp, içinden bu kadar heyecana nasıl kapılabildiğine hayret ettiğine eminim.

 

Benim gözlerim, tekrar Fırat'ın o ciddi haline kaydığında gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

 

"Gülfem'in haberi var mı?" dedim, bir kolumu sürücü koltuğuna yaslayıp aradan Fırat'a doğru eğilerek.

 

Fırat, bu soruyu beklemiyormuş gibi bir anda kafasını sağa sola çevirip, "Eh... daha... bilmiyor," dedi.

 

 

Ben de gülerek, "Yani ne zaman öğrenecek?" dedim, biraz daha yaklaşarak. Bazen Fırat'ın bu kadar plansız olmasını çok komik buluyordum. Hem ciddiyetle her şeyi yapmaya çalışıyor, hem de tam anlamıyla bir işin nereye gideceğini düşünmeden ilerliyordu.

 

Fırat, arabayı bir sağa, bir sola çevirerek, "Ben söyleyemedim yenge," dedi, bir yandan da iyice strese girmeye başlamıştı.

 

Birden aklına bir fikir gelmiş gibi, başını çevirdi ve gülerek, "Sen mi söylesen, yenge? Hem sen büyüğümüzsün bizim," dedi, gözlerinde hafif bir alaycılık vardı, ama hâlâ stresliydi.

 

"Hadi be oradan, nereden büyüğünüz oluyorum." içimde birden bir sinir topunun patlamasına sebep oldu."Aramızda kaç yaş vardır senin haberin var mı?!" dedim, sesimde hafif bir öfke vardı. Gözlerimi ona dikip, geriye doğru yaslandım.

 

"İstemicem sana Gülfem'i falan git başkasından iste."

 

Fırat'ın gözlerinde bir anlık şaşkınlık belirdi, ama hemen toparladı. "Ne yani, beni yalnız mı bırakacaksın yengem?" diye sordu, az önceki rahat tavırlarını kaybetmişti.

 

"Evet?" dedim, kaşlarımı hafifçe kaldırarak,

 

Fırat, dikiz aynasından Doğu'ya aceleyle bakarak, "Ağam!" diye seslendi, gözlerinde endişeli bir parıltı vardı. "Ağam, sen gelirsin ama değil , yalnız bırakmazsın beni yaban ellerde?" dedi, arabanın içinde havayı biraz daha gerginleştirerek.

 

Doğu'nun konuşmasına izin vermeyerek, hemen atladım lafa. "Yok, gelemez, izin vermiyorum ben," dedim, biraz da üstünlük sağlayarak. "Karısı olmadan bir yere gitmez o, hem! Senin karın olmadığı için sen bilmezsin." diye ekledim, gözlerimi Fırat'a çevirerek.

 

Doğu, sessizce yanımda otururken, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi, ama hiç sesini çıkarmadı.

 

En sonunda, bu konuya açıklık getirmek için Doğu konuştu. "Mardin'e döndüğümüzde gideriz, isteriz kızı koçum," dedi, sakin bir şekilde. "Fırat, Rona da şaka yapıyor sadece, elbette ikimizde geleceğiz."

 

Kollarımı birbirine kenetleyip küçük çocuk gibi silktim. "Yo yapmıyorum ki."

 

Elaları hafifçe bana döndüğünde günün ilk ışıkları beni delip ona vuruyordu. Yüzünde ki hareler elalarını ortaya renk şöleni gibi bana sunarken bir anda tek gözünü kırpıp dudaklarını hafifçe büktü.

 

O an etkisi ve tesiri altına alan duruşundan kopmak zamanımı alırken zorlukla gözlerimi diğer tarafa çevirdim.

 

İki gündür üzerime oynanan oyunlar var gibi hissediyorum. Sanki biri ipimi elimden söküp almış tutması için birine uzatmıştı o kişide beni duvardan duvara çarpıyor gibi zamanlar geçiriyordum.

 

Fırat ve Doğu konuşmaya başladığında, kulaklarıma ulaşan kelimeler anlamsız gibiydi. Zihnim, onların söylediklerine odaklanmak yerine, başka bir yere kaymıştı. Gözlerim istemsizce onlara kaydı ve içimde bir şeyler beni tekrar aynı yere çekmişti.

 

Doğu'nun konuşurken sıktığı çenesine dikkat ettim. Her kelimesi, sanki bir şeyleri çözüyor gibiydi, ama ben sadece onun yüzündeki ifade ile meşguldüm.

 

Bir an fark ettim ki, konuşurken gözlerim sürekli Doğu'nun üzerindeydi, onu izliyordum. Her hareketini, her bakışını.

 

Gözlerim, ağzından çıkan kelimelerden çok, o anki duruşuna takılmıştı. O kadar doğal bir şekilde konuşuyordu ki, bazen konuşmalarının içeriğini bile geçip yalnızca ona bakıyordum.

 

 

🔗

 

 

Uçağın tekerlekleri piste değdiğinde, içimde tuhaf bir ağırlık hissettim. İstanbul... Bir zamanlar sığındığım, ama tam anlamıyla ait olamadığım şehir. Pencereden dışarı baktım, apronun üzerinde birbiri ardına ilerleyen uçaklar, koşturan görevliler, ışıkların arasında süzülen koca bir şehir... İçimde, ne olduğunu tam anlamlandıramadığım bir sıkışma vardı.

 

Doğu yanı başımda sessizdi. O, İstanbul'a ilk kez gelmiyordu ama eminim ki onun için burası sadece büyük, kalabalık, belki biraz da boğucu bir şehirdi. Benim içinse geçmişin izleriyle dolu, tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir yer.

 

Uçaktan inip çıkışa doğru yürürken, kalabalık üstüme üstüme gelmeye başladı. Herkes bir yerlere yetişme telaşında, hızlı adımlar, bavul sesleri, anonslar... Buraya alışkın olmam gerekiyordu ama bir an durup etrafıma bakınca, kendimi büsbütün yabancı gibi hissettim. Bunca insanın içinde yalnızdım sanki.

 

Doğu Fırat'la birlikte bavulları alırken göz ucuyla bana baktı. "İyi misin?" diye sormadı ama bakışlarından anladım, fark etmişti. Derin bir nefes aldım, başımı sallayıp yürümeye devam ettim. İyiydim... Ya da öyle olmaya çalışıyordum.

 

Otomatik kapılar açıldığında, içerideki steril havayla dışarının keskin karmaşası birbirine karıştı. İstanbul'un kokusu... Egzoz, nem, simit, yağmurun ıslattığı beton... Ne garipti, bu koku bir zamanlar bana ait hissettirirdi. Şimdi burnumun direğini sızlatıyordu.

 

Kalabalık daha da büyüdü sanki. Herkes bir yere yetişme telaşında, kucaklaşanlar, aceleyle taksiye yönelenler, birilerine el sallayanlar... Ama ben, tam da İstanbul'a döndüğüm o anda, olduğum yerde durup kaldım.

 

Ayaklarım toprağa basmıyordu sanki. Bir adım atsaydım, içimde bir şeyler kopacaktı.

 

Doğu yanımda sessizce yürüyordu. O bir zamanlar ezbere bildiğim bu şehir, artık bana yabancıydı. Veya ben, buraya yabancı olmuştum.

 

Doğu koluma hafifçe dokundu, gözlerini yüzüme dikerek, "Rona?" diye seslendi.

 

Gözlerimi kalabalıktan koparıp ona çevirdim. Dudaklarımda belli belirsiz bir gülümsemeyle, "Hadi gidelim," dedim.

 

Ama içimde, İstanbul'la vedalaşmamış da yarım kalmış bir şeyleri tamamlamaya dönmüşüm gibi bir his vardı.

Havaalanının çıkış kapısına adım attığımızda, bizi bekleyen kalabalık gözüme çarptı. Siyah takım elbiseler içinde, ciddi yüzlü adamlar... Korumalar. Mardin'de de böyleydi, ama burası İstanbul. Kalabalığın arasında bu kadar gösterişli bir karşılama... Midemde ince bir sıkışma hissettim.

 

Doğu, yanımdan bir adım öne çıktı. Her zamanki gibi sessiz ama varlığıyla ağırlığını hissettiren bir duruşu vardı. Önde bekleyen adamların en yaşlısı hafifçe başını eğerek, "Hoş geldiniz Doğu Bey," dedi.

 

Beni tanımıyorlardı, ya da tanısalar bile bir şey demeyeceklerdi. Sadece göz ucuyla bana bakıp Doğu'nun yanında yürümeye devam ettiler.

 

Uzun konvoy, havaalanı çıkışında sıralanmıştı. Siyah, camları koyu arabalar... Motor sesleri havada yankılanıyordu. Mardin'de de buna benzer sahneler yaşamıştım ama İstanbul'un göbeğinde, bu kadar dikkat çekecek bir konvoyun içinde olmak bana hâlâ yabancıydı.

 

Doğu, kapıyı açıp içeri girmemi bekledi. Tereddüt etmeden bindim. İçerisi dışarıya göre çok daha sessizdi, ama dışarıda olanlar zihnimde yankılanıyordu.

 

Arabalar hareket etmeye başladığında, camdan dışarı baktım. İstanbul... Gözüm tabelalara, sokaklara, insanlara kaydı. Eskiden yürüyerek geçtiğim yolların şimdi yanımdan hızla akıp gittiğini görmek garipti.

 

Doğu yanımda sessizdi. Elini dizine koymuş, gözleri yola dikiliydi. Ona dönüp baktımda bir an sormak istedim Burada olmak sana da tuhaf geliyor mu? Ama sormadım.

 

 

Konvoy hızlandıkça, içimdeki sıkışma da artıyordu.

 

Bir süre sonra fark ettim ki Doğu, beni sessizce izliyordu. Bir şeylerin farklı olduğunu o da fark etmişti. Belki de İstanbul'a geri döndüğümdeki o yabancılaşmayı, içimdeki karmaşayı görmüştü.

 

Bir süre birbirimize bakmadık, aramızda anlaşılmaz bir sessizlik vardı. Sonra Doğu, başını hafifçe çevirerek, "Önce evine gidelim istersen. Belki eşyalarının devamını almak istersin," dedi. Sesi, alıştığım o sakin tonda, ama bu sefer bir başka anlam taşıyan bir yaklaşım vardı.

 

Bana dönerken gözlerinde, beni anlamaya çalışan bir ifade belirdi. Durgunlaştığımı, içimdeki fırtınayı fark etmişti.

 

"Gerek yok davetin yapılacağı otele gidelim, Şebnem odalarımızı ayarlamış," dedim, sesim biraz titrek çıktı. Gözlerimi ondan kaçırarak, pencereden dışarıya bakmaya devam ettim.

 

"Ben sonra giderim belki," dedim kendimi devam etmek için zorlayarak. Sesim, çıkarken normaldeki kadar güçlü değildi. Geriye doğru bakınca, kelimelerim sanki daha zor çıkıyormuş gibi hissettirdi. İçimde bir şeyler beni durduruyordu. Neden böyle hissediyordum? Ne vardı İstanbul'da artık beni bu kadar geren, bu kadar uzak tutan?

 

 

Eve gitmek bana, aniden bir yük gibi geliyordu. İçimdekileri anlatmakta zorlanıyordum, ya da belki de anlatmaktan korkuyordum. O ev... Bir zamanlar güvenli, huzurlu bildiğim ev, şimdi bana tanıdık ama bir o kadar da yabancıydı. Sanki her köşesinde, her odasında geçmişim beni bekliyordu, ama o geçmişin içinden hangi parça ile karşılaşacağımı bilmiyordum.

 

 

Neyi görmekten korkuyordum?

 

Çalışma odasında, her şeyin hala aynı şekilde durduğu o odada, yıllar önce çizimlerinin arasında uyuyakalmış o halim mi? O anlar, o çizimlerin üzerindeki hüzünlü dokunuşlar, belki de yıllarca fark etmediğim duyguları şimdi anımsatıyordu. O zamanlar her şey "iyiydi, değil mi? Ama şimdi, o çizimlerin içinde bir tür kaybolmuşluk vardı. O anları görmek, bir tür bozulmuş zamanın izlerini görmek gibiydi.

 

Ya da salonun her köşesindeki geçmişimi mi görmekten korkuyordum? Yalnız geçirdiğim o zamanlar, bir başıma, belki de bir yanımda eksik bir parça hissederek geçirdiğim mutlu sandığım ama aslında derin yalnızlıkları? O evin içinde tek başıma güldüğüm anlar vardı, belki de onları hatırlamak, bana büyük bir acı gibi gelecekti. Anlatamadığım, anlatmayı hiç başaramadığım o yalnızlıkları...

 

 

Bir yandan da, her şeyin ne kadar birbirine bağlı olduğunu fark ediyorum. O evde geçen her bir an, hala içinde bir yansıma buluyor. Bu hissin içimde yarattığı boşluğu görmek, biraz daha ürkütücüydü. Belki de bir şeyleri kaybetmekten korkuyordum, evimi kaybetmekten değil, kendimi kaybetmekten. Bu yer, ben orada ne kadar yalnız olsam da, bir zamanlar kim olduğumu hatırlatıyordu. Ama şimdi, o evde neyi aradığımı bilmeden, o kapıyı açmak bile korkutuyordu.

 

 

Her şey, bir zamanlar ne kadar anlamlıydı, değil mi? Ama şimdi, o anlamları bulmak o kadar zor geliyordu. Bu yüzden belki de eve gitmek, bana daha fazla kaybolma hissi veriyordu. Ne görmeye, ne de hatırlamaya hazır hissediyordum.

 

 

Gözleri, her şeyden önce beni izlerken, sanki içimdeki tüm karışıklığı, sessizliğimi ve o anki çekingenliğimi anlamıştı. Sözcüklerimi heba etmeden, bir kelime bile söylemeden, yalnızca bakarak, ruhumun derinliklerine inebilecek kadar keskin bir dikkatle dinliyordu. Bunu daha önce hiç yaşamamıştım adeta sesimi duymadan, ne hissettiğimi, içimdeki boşluğu, o anki hüzünlü halimi anlamış gibiydi.

 

 

Bir süre gözlerimiz kesişti, bir anlamda o gözlerde kaybolduğumu hissediyordum. İçimdeki karmaşayı, ne kadar çaba göstersem de sözcüklerle anlatamayacağım duyguları, gözleriyle topluyor, sanki her şeyin son derece net olduğu bir anlayışla bana geri yansıtıyordu. Hislerimi anlatmak yerine, sadece susmak ve gözlerinin içinde kaybolmak, sanki her şeyi bir şekilde anlatıyordu. O an, aramızdaki sessizlik bile kelimelerden daha çok şey söylüyordu.

 

 

Kafasını usulca salladığında, içimdeki gerilimin bir nebze olsun azaldığını fark ettim. Bir onaylama hareketiydi belki de, ama öyle bir anlam yüklüydü ki, bu hareketin içinde sanki "Ben buradayım, seni duyuyorum, anlıyorum," demek vardı. Zihnimin karışıklığına rağmen, gözlerinde huzur bulmaya başlamıştım.

 

O anda parmakları, dikkatlice elime yaslandı. Bu, yalnızca bir dokunuş değildi bu bir varlık, bir güvence, bir birliktelikti. Sanki bana "Buradayım," demek istiyordu, ve gerçekten de yanımda olduğunu hissettirmek için hiçbir kelimeye ihtiyaç yoktu. Bir hareketiyle, ne kadar derinden bağ kurduğumuzu, o sessiz anlayışın bizim aramızda nasıl örüldüğünü göstermek istiyordu.

 

Parmakları, ellerim üzerinde hafifçe dolaşırken, sanki bir tür koruma hissi veriyordu bana. Kendini yanımda, bu karanlık ve karışık anın içinde, bana doğru yaslanmış bir şekilde hissettiriyordu. O an, kelimeler sanki önemsizleşti sadece o basit ama derin anlamlı dokunuş ve gözlerindeki anlayış her şeyin önündeydi. O an, yanımda olduğunu her şekilde hissetmiştim.

 

Kısa bir süre sonra, arabamız uzun bir konvoy halinde o muazzam otelin önünde durdu. İlk bakışta, bu ihtişam beni bir şekilde sarstı. Otel, gökyüzüne doğru yükselen bir dev gibiydi ışıklar, sabahı adeta aydınlatıyor, büyük cam pencerelerden içeriye giren ışık, içeriyi başka bir dünyaya dönüştürüyordu. Dış cephesi, modern tasarımın zarif bir örneği gibi duruyordu yüksek sütunlar ve göz alıcı altın detaylar, binaya tarihi bir dokunuş katarken, camlardan yansıyan ışıklar ise her şeyi büyülü hale getiriyordu. Yüksek, gösterişli kapıların önünde dururken, otelin tamamı bana her gördüğümde bir sanat eseri gibi gelmişti. Her şeyin mükemmel olması için özenle düşünülmüş olduğu belliydi.

 

 

Arabadan indiğimizde, bizi karşılayan görevli, zarif bir şekilde gülümsedi ve saygıyla başını eğdi. "Hoş geldiniz, Rona Hanım, Doğu Bey. Şereflendirdiniz bizi," dedi. Gözlerinde hem bir saygı hem de gerçek bir misafirperverlik vardı.

 

Merdivenlere adımladığımızda kadın zarifçe önümüze geçip bize yolları açtı ve otelin ihtişamı içinde ilerlememize öncülük etti. İçeri girdiğimizde, lobi, büyüklüğüyle adeta dev bir katedral gibi hissettiriyordu. Yüksek tavanlar, tavandaki devasa avizelerle birleşerek etrafa yumuşak bir ışık yayıyor, her köşe titizlikle tasarlanmış, her ayrıntı adeta bir sanat eseri gibi işlenmişti. Zemin, taş döşeli ve her adımda yankılanan yumuşak seslerle ilerliyorduk. İçeriye adım attığım anda, her şeyin kusursuzluğu ve büyüklüğü karşısında derin bir nefes aldım.

 

 

Odanın kapısı önüne geldiğimizde, altın renkli detaylarla işlenmiş zarif kapı açıldı.

 

Görevli nazikçe, "Odanız hazır, gece ki davet içinde her detayının kusursuz olması için özenle çalışıyoruz," diyerek bize içeri adım atmamız için izin verdi. Her şeyin özenle yerleştirilmiş olduğu odaya adım attığımda, içimi bir tür derin huzur kapladı. Gerçekten başka bir dünyadaydık.

 

Kapı kapanınca, her şey aniden sessizliğe büründü. İçeri girdiğimde gözlerim hemen odayı taradı. Yüksek tavanlar, büyük pencere, içeriye yansıyan o yumuşak ışık...

 

Doğu banyoda ellerini yıkarken ben yavaşça pencereye doğru ilerledim. Gözlerim dışarıda şehre doğru kayarken, havada ağır bir sessizlik vardı.

 

Bir süre sonra sessizliği bozan Doğu oldu. "İstanbul'a geldiğimde bu otelde kalırım genellikle," dedi ceketini düzgünce çıkartıp koltuklardan birinin üstüne bırakırken.

 

"Öyle mi?" dedim yavaşça dönerken. "İstanbul'da davetler genelde burada yapılır bizde her yıl burada yapıyoruz sayılır."

 

Gözlerimi gezdirdim. Oda düşündüğümden daha genişti. İki bölmeden oluşuyordu içeride ağır ama zarif koltuk takımları, büyük bir yemek masası, cam bir vitrin vardı. Buradaysa geniş bir yatak, ince işlemeli bir sehpa ve zarif bir sandalye. Kumaşlar yumuşak, renkler dingin, atmosfer sıcak ama yabancıydı.

 

Adımlarım istemsizce yavaşladı.

 

Tam o an, Doğu'nun sesi duyuldu.

"Belki de daha önce karşılaştık." Bunu söylerken sesi yumuşaktı. Ne bir iddia ne de bir soru... Sadece havaya bırakılmış, cevabı aramaktan çok hatırlamayı dileyen bir cümleydi.

 

Başımı çevirip ona baktım.

 

Gözleri doğrudan yüzümdeydi, ama rahatsız edici bir şekilde değil. Daha çok... sanki bir şeyleri çözmeye çalışıyormuş gibi. Tanıdık gelen bir yüzün hafızadaki yerini aramak gibi...

 

Yüzüne uzun uzun baktım. Beni yıllardır tanıyormuş gibi bir ifadeyle bakıyordu.

 

"Öyle mi?" dedim usulca.

 

Doğu başını hafifçe eğerek omuz silkti.

 

"Bilmiyorum," dedi yavaşça. "Ama bir yerlerde... sanki."

 

Sözleri içimde ince bir kıpırtı yarattı. Tanışmış olabilir miydik? Yoksa bu, onun kurduğu bir bağ mıydı?

 

Doğu, bir adım daha attı. Aramızdaki mesafe iyice azalmıştı. Ellerini cebine soktu, ama bu bir rahatlık göstergesi değildi. Daha çok, dokunmamak için kendini engelleyen bir hareketti.

 

"Sanmıyorum," dedim yavaşça. "Eğer tanışsaydık... hatırlardım."

 

Doğu, gözlerini benden bir an bile ayırmadan fısıldadı, "Seni ilk gördüğümde... sanki bir yabancı değil gibiydin."

 

 

Sesi, boşlukta yankılandı. Sadece kelimeler değildi bunlar, içinde bir şey saklıydı. Bir itiraf, belki de kendi bile tam anlamadığı bir his...

 

Kaşlarımı hafifçe çattım. Bir şey söylememi bekliyor gibiydi ama ben sadece gözlerine bakabildim.

 

Doğu başını hafifçe eğdi, sanki hatırlamaya çalışıyormuş gibi. Parmaklarını cebinin içinde sıktığını fark ettim. "Garip," diye mırıldandı. "İlk kez karşılaşıyoruz ama... bilmiyorum, içimde tuhaf bir his vardı. Seni sanki bir yerlerde görmüştüm. Sanki... seni çoktan tanıyordum."

 

Bir anlığına, oda daha da sessizleşti.

 

Kalbim hafifçe hızlandı.

 

"Ne demek istiyorsun?" diye sordum, sesim farkında olmadan fısıltıya döndü.

 

Doğu, dudaklarını araladı ama hemen konuşmadı. Cümleleri dikkatle seçiyordu sanki. Sonunda, derin bir nefes alarak devam etti.

 

"Bazen biriyle karşılaşırsın ve... hiçbir sebep yokken onu tanıyormuş gibi hissedersin ya?" Başını iki yana hafifçe salladı. "İşte öyle. Seni ilk gördüğümde, içimde bir şey kıpırdadı. Yüzün, sesin... tanıdık geldi. Ama daha derin bir şeydi bu. Hatıralara bağlı olmayan bir tanışıklık gibi."

 

İçimden bir ürperti geçti.

 

Tanışıklık...

 

Hatıralara bağlı olmayan bir tanışıklık.

Ne olduğunu bilmiyordum. Ama bu cümle, içimde uzun zamandır unutulmuş bir kapıyı aralıyormuş gibi hissettirdi.

 

 

Doğu'nun sözleri havada asılı kaldı. İçimde bir şey titredi. "Birbirinin kaderinde olan insanlar birbirlerini tanırlar,' demişti yurttaki anne"

 

O günü anımsadım yavaşça...

 

Odanın içindeki her şey silikleşirken hafızamın derinliklerinden bir sahne yükseldi. Buruşmuş bir el, ellerimi kavrıyordu. Soğuk bir yatak, uykusuz geçen bir gece... Ve o ses, yumuşak ama kesin, inanç dolu bir ses. "İnsan bazı yüzleri ilk kez görmez, Rona. Bazı insanlar kaderimizde yazılıdır. Onlarla ne zaman, nerede karşılaşacağımızı bilemeyiz ama karşılaştığımızda biliriz. Çünkü ruhlarımız çoktan tanışmıştır."

Kalbimin içinde bir çınlama hissettim o sözler içimde birbirlerine düğümlenirken.

 

Doğu hâlâ gözlerini benden ayırmamıştı. Yüzümde, zihnimden geçenleri okuyabiliyor gibi bir ifade vardı.

 

Derin bir nefes aldım.

 

"Yurttaki annelerden biri söylemişti bunu," dedim usulca. "İnanır mısın böyle şeylere?"

 

Doğu hafifçe kaşlarını çattı, düşünceli bir ifadeyle başını eğdi. Bir süre konuşmadı. Sonra, neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir sesle, "Sanırım inanıyorum," dedi. "Çünkü seni gördüğüm an hissettim."

 

Yutkundum.

 

"Ne hissettin?" diye sordum.

 

Doğu, gözlerini kaçırmadan, sanki ilk defa böylesine açık bir itirafta bulunuyormuş gibi dikkatle söyledi.

 

"Sanki çok uzun zamandır seni arıyordum da sonunda bulmuşum gibi."

 

İçimde bir şey düğümlendi.

 

Zaman durmuştu. Geçmiş, şimdi ve gelecek iç içe geçmişti.

 

Bu his...

 

Bu tanışıklık...

 

Bu kader...

 

Gerçekten var mıydı?

 

Ve eğer gerçekten birbirimizin kaderindeysek, bu kader bizi nereye götürecekti?

 

"Bizimkisi sanki zorla yazılan bir kaderdi," dedim, sesim, ruhumun derinliklerinden gelen bir ağırlıkla döküldü.

 

Bunu söyledim ama ne kadar doğru olduğundan emin değildim. İçimden geçen duygularla, kelimelerim bir türlü birbirine uymuyordu. Sanki her bir harf, içinde yıllar boyu biriktirilmiş bir acıyı taşıyordu. Bunu kabul etmek zor oluyordu.

 

Doğu'nun bakışları, içimdeki fırtınayı hissediyordu. O an, her şeyin ne kadar da kırılgan olduğunu fark ettim. Bizim aramızda var olan bu bağ, sanki yazılmaya zorlanmış bir hikâyeydi. Zamanın ve olayların bizi birbirimize getirmesi, bir rastlantı mıydı, yoksa gerçekten bir kaderin işareti miydi?

 

Bunun üzerine, kalbimde bir ağırlık vardı. Bir yandan o kadar çok şey yaşadık ki, bir arada olmamız ne kadar doğru, bilmiyordum. Ama bir yandan da... bir yandan da, kaderin bizi zorla buluşturmuş olmasına rağmen, bu bağda bir doğruluk vardı. Tanışmamız, bir zorunluluk gibi hissettirse de, bir anlamda hepimize ait bir yer vardı orada, bir neden vardı.

 

 

Sözlerim, zihnimdeki karmaşanın sadece küçük bir yansımasıydı. Derinlerimde bir şey beni sürekli rahatsız ediyordu. Acaba bir başka zaman, başka bir yerde, başka bir şart altında daha mutlu olabilir miydik? Kader bizi bir araya getirmişti, ama bu, bizi gerçekten huzurlu kılar mıydı?

 

Yavaşça başımı çevirdim, Doğu'ya bakarken bir adım geri çekildim. "Zorla yazılmış bir kader... belki de biz kendi yazdığımız yolda kaybolmuş gibiyiz," dedim. Sözlerim, sessizliğe gömüldü, aramızdaki mesafeyi daha da derinleştirerek.

 

Her şey, ne kadar benzer görünse de aslında her şeyin bir anlamı vardı. Ama bunu nasıl kabul edebilirdim? Ve ne kadarını değiştirebilirdik? Kaderin bizi birbirimize itmesinin ardında, belki de sadece bizim görmek istemediğimiz bir gerçek yatıyordu.

 

Doğu, gözlerini bir anlığına benden ayırıp derin bir nefes aldı. Sanki her kelimeyi seçmeye çalışıyordu, her birini içine sindirerek dile getiriyordu. Sonunda, içindeki tüm karışıklığı dışarı atmak ister gibi, yavaşça ama emin bir şekilde söyledi.

"O zorluk... o hiç bitmeyen mücadele, seni bana getirdi, Rona."

 

Sözleri havada asılı kaldı. Gözlerim, Doğu'nun yüzünde bir anlam aradı. Onun bakışlarındaki derinlik, tıpkı yıllardır boğulmuş bir denizin derinlikleri gibiydi. Bir şeyler gizliyordu, ama neydi?

 

 

"Bazen..." diye devam etti yavaşça. "Bazen zor olan şeyler, seni beklediğin yere getirir. Her acı, her kayıp, her terk ediliş birer adım olur. Bir yolda kaybolduğumuzu sandıkça, aslında her şeyin bir amaca hizmet ettiğini fark ettim. Zorluklar... beni sana getirdi."

 

 

Bir anda içimdeki o yoğun karmaşa, bir huzurla yer değiştirdi. Doğu'nun söylediklerinde, bir inanç vardı. Bizi bir araya getiren her şeyin, zorlayıcı, acılı, kırıcı olsa da, bir anlamı vardı. Zorluk, belki de bizi birbirimize doğru ittiği için vardı. Belki de kader, yalnızca buna ihtiyaç duymuştur.

 

Gözlerim, Doğu'nun yüzündeki her izini tararken, yavaşça kalbim de onun söyledikleriyle atmaya başladı.

 

"O zorluk..." dedim, dudaklarımda acı bir gülümseme belirdi. "Beni de sana getirdi."

 

Ama bu gerçek mi? Zorluklar, acılar, her engel... bizi birbirimize yaklaştırmış olabilir miydi? Doğu'nun gözlerindeki hüzün, aslında bize ait bir yolculuğun sadece başlangıcı mıydı?

 

Her bir kelimesi, bir yük gibi yavaşça omuzlarıma düşerken, hissettiğim tek şey, bu zor kaderin bizi birbirimize doğru yönlendirdiği gerçeğiydi. Ve belki de bir zamanlar fark edemediğimiz o yolu, şimdi, tam bu an, ilk defa görebiliyorduk.

 

Doğu, gözlerimden uzaklaşmadan, ellerini yavaşça saçlarımda dolaştırmaya başladı. Her hareketi, tüylerimi diken diken eden bir dokunuş gibi geldi.

 

Sonra, hiç acele etmeden, diğer elini de hafifçe belime koydu. Bir anda, yumuşak ama güçlü bir şekilde kendine doğru çekti beni.

 

Kolları etrafımda, beni sararken sanki tüm dünyadan koruyormuş gibi, bir arada olmamızı sağlayan o sessiz, güçlü bağ vardı. Sarılması, tüm korkularımın ve endişelerimin üstünden geçiyor gibiydi.

 

Nefesimi derin alarak, ona daha yakınlaşmaya çalıştım, ama bir şey vardı, kelimelerle tarif edilemeyen bir şey. İçimde kaybolan, bir anda bulan bir huzur... Bu sarılma, sadece fiziksel değil, ruhsal bir bağ gibi geliyordu.

 

Doğu'nun kalbini duydum, hızla atan kalbini, tıpkı benimkisi gibi. Bu an, sadece bizimdi. Yavaşça başımı omzuna yasladım, içimde bir rahatlık, bir huzur hissettim. Bütün o kaybolmuş hisler, bu sarılma ile geri döndü. Yavaşça, elleri saçlarımdan kayıp, sırtımı kucakladı, ve o an, dünya sadece Doğu'nun kollarında vardı.

 

 

Doğu, sarılışını bir an olsun gevşetmedi, ama vücut dilindeki o ince gerilim, kelimeleriyle birleşti. Gözlerinde, benim ne hissettiğimi anlamaya çalışan bir yumuşaklık vardı, ama o an her şeyin ötesindeydi. Yavaşça, derin bir nefes alarak, sessizce mırıldandı

 

"Kendini sıktığını biliyorum, Rona. O kadar belli ki, bir türlü kendini rahat bırakamadığını görebiliyorum."

 

Sözleri, bir duvar gibi ruhuma çarptı. Beni çözüme kavuşturacak bir şey arıyordu, ama ben tam olarak ne aradığımı bilmiyordum. İçimdeki o huzursuzluk, sanki her hareketiyle daha da artıyordu. Kalbim, her sözcüğü duydukça, daha da hırpalandı. Ama Doğu'nun sesi, bana bir yansıma gibiydi söyledikçe daha çok korkularımı dile getiriyordu.

 

 

"Korkularının hepsini şu yüreğimde hissediyorum," dedi Doğu, sesindeki samimiyet ve incelik her kelimenin ardında derin bir anlama sahipti. Gözleri, bana zarar verecek bir şey söylemektense, beni anlamaya çalışan bir sessizlikle parlıyordu. "Sana ne kadar söylesem de, fayda etmiyor bunun farkındayım."

 

Sözleri, zamanın akışını durdurur gibi bir etki yaptı. O an, tüm duvarlar yıkıldı. Hissettiğim korku ve endişe, bir anda her yerimi sardı. Beni anlamaya çalışan birinin varlığı... Her kelime, içimde daha önce fark edemediğim yaraları keşfetmemi sağlıyordu. Ama Doğu, sadece gerçeği söylüyordu bunu bile bile söylemesi, beni daha da sarmalayan bir rahatsızlık yaratıyordu.

 

 

İçimdeki o korku, sabırla bekliyordu. Belki de ona bir şey söylemek, kendimi tamamen açmak için hazır değildim. Ama Doğu'nun bu cümleleri, sanki her şeyin kabul edilmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Onun söylediklerinde bir gerçeklik vardı. Hissiyatı, yalnızca benim değil, aynı zamanda ona ait olan bir gerçekti.

 

Her bir kelime, bir ok gibi kalbimi saplıyordu. Ama sadece o değildi, bu sözlerin arkasında derin bir acı vardı. Bir acı ki, sadece ona ait değildi, bir bütün gibi, ikimizin ortak acısıydı. Doğu'nun bakışlarında o kadar derin bir hüzün vardı ki, sanki bana, hep bana ait bir yük gibi taşıdığı o acıyı görmek, içimi daha da zorlanıyordu.

 

"Beni mahvedende bu," dedi, ama sesi, duyduğum acıyı derinleştiriyordu. "Senin acını görüyorum ama onu senden söküp alamıyorum bir türlü. Duvarların var, aşamıyorum orayı. Beni hep kapının önünde tutuyorsun."

 

 

Bu sözler, bir yıkım gibi geldi. Sanki her kelime, içimdeki en korunaklı köşeye saplanıp beni daha da yalnızlaştırıyordu. Doğu'nun acısını, bir aynada gördüğümde, bana yansıyan her parça beni eziyordu. O kadar derindi ki, söylediklerinde bir anlam vardı o anlam, beni de sarıyordu.

 

Hızla, başımı çevirip yavaşça omzuna yasladım, gözlerimi sımsıkı kapadım. İçimden, bir şeyin daha fazla acı çekmesine izin vermemek adına, bir an önce kapanması gereken bir kapı olduğunu düşündüm. Kollarında, sanki beni saklamak istiyormuş gibi, bir güç vardı. O güç, bir an olsun kaybolmamı engelliyordu. Bütün dünya dışarıda, ben sadece onun kollarında, ruhumun her yanını saracak kadar derin bir sükûnet arıyordum.

 

Bir an, gözlerimi kapattım ve yüreğime yasladım. Başım, kalbimin ritmiyle uyum içinde atarken, dış dünyadan kopmuş gibiydim. Sadece onun vücudu, omzumun her iki tarafında bir güven duygusu bırakıyordu. Sanki her şeyin geçmesine, her acının bitmesine izin veriyordu. Ve ben, tüm bu karışıklık içinde, ona tutunarak, ruhumun karanlık köşelerine doğru bir yolculuğa çıkıyordum.

 

Gözlerim sımsıkı kapalıydı, çünkü bu anı tam olarak hissetmek istiyordum. İçimdeki kırık dökük yerleri, onun kollarında gizliyor, bir süreliğine kayboluyordum.

 

"Pişman mısın?" dedi, sesi zorlanmış, sanki kelimeler bile ona ağır geliyormuş gibi. Her harfi, içindeki derin buhranı yansıtıyordu. Bu soruyu sormak, bir şekilde ona çok ağır bir yük gibi gelmişti, ama yine de sordu.

 

Anlatamamıştım, neyin pişmanlığını sorduğunu. O kadar derin bir boşluk vardı ki, içimdeki bu soruya verilecek bir cevap, onu anlamak için bile yetersizdi. Sözcükler bir araya gelmiyor, hislerim birbirine karışıyordu. "Neye pişman mıyım?"

 

Cevap vermiyordu, ama bedenimi saran kolları kasılmıştı. Sessizlik içinde, her bir nefesin düzensizce yükseldiğini hissediyordum.

 

Başımı sakladığım yerden, yavaşça dışarı çıkardım. Gözlerim, karanlığa alışmışken, birden aydınlığa doğru yol aldı. O kadar yakınındaydım ki, her hareketini, her titreyen kasını hissedebiliyordum. Akan iki damla yaşı elimin tersiyle silip başımı yüzüne kaldırdım.

 

Bir şey duymak sanki onun ıstırabı giymiş bakıyordu suratıma. Tek kelimem sanki onu yıkardı.

 

"Neye pişman mıyım Doğu?" diye yükselttim fakat ses titrek ve derin bir şekilde döküldü etrafa.

 

Kollarının her zerresi kasıldığında bedeni geri gitmemek için çaba sarf ediyordu.

 

Ellerimi kollarına koyup onu geriye iten ben oldum. Anlamıştım.

 

Gözleri bana döndüğünde adem elması histerikçe oynamıştı yerinden.

 

"Ne demek istiyorsun?" dedim, gözlerim bulanık, içimden geçenleri bir türlü dile getiremiyorum. Doğu'nun bana doğru bakışlarını gördükçe, her şeyin daha da karmaşıklaştığını hissediyorum.

 

"Pişman mıyım öyle mi bunu mu merak ediyorsun?" Sesim, farkına varmadan yükselmişti. İçimde bir yerde, Doğu'nun bu soruyu sormaya bile hakkı olmadığını hissediyordum. Ellerimi sıkıp nefesimi tuttum, ama içimde biriken öfkeyi bastıramıyordum.

 

"Bunu sormaya nasıl cüret ediyorsun, Doğu?" dedim, ona doğru bir adım atarak. Gözlerim, onun gözlerine kenetlenmişti. "Sen benden ne duymak istiyorsun? 'Evet, Doğu, pişmanım' mı dememi bekliyorsun? O zaman ne olacak?" Sesim titriyordu ama öfkem daha ağır basıyordu.

 

Doğu'nun yüzü hiç değişmedi. Sessizce bakıyordu, ama bu sessizlik beni daha da sinirlendiriyordu. Birkaç adım geriledim, sanki ona daha fazla yaklaşsam her şeyin içinden çıkamayacakmışım gibi.

 

"Çünkü anladığın bu değil mi sessizliğimden" dedim, alaycı bir gülüşle. "Beni bu hayata zorla sokan sensin ve benim tercimle pişman olduğumu düşünüyorsun öyle mi anladım? Peki sen, Doğu?" Boğazım düğümlendi, ama bu soruyu sormadan edemedim. "Sen pişman mısın?"

 

O, yine sessizdi. İçimde öylesine büyük bir fırtına kopuyordu ki, Doğu'nun hiçbir tepki vermemesi beni daha da kızdırıyordu. Ellerimi iki yana açtım, çaresizce başımı iki yana salladım.

 

 

"Ama ben sana bir şey söyleyeyim mi eğer ben pişman olsaydım, hâlâ burada olur muydum?" dedim, sesi titreyen ama hâlâ güçlü kalmaya çalışan bir fısıltıyla. "Her şeye rağmen, hâlâ burada, senin karşında durur muydum?"

 

 

Doğu, gözlerini kaçırdı. Bir anlığına nefes alamadım. İçimdeki yangın, bir türlü sönmüyordu. Onun pişman olup olmadığını bilmiyordum ama en kötüsü, bunu öğrenmekten de korkuyordum.

 

"Sence bu benim için zorunluluk muydu?" Ne çok soru sormuştum ona, ama o yine de sessizdi.

 

 

Ayaklarım yavaşça, adım adım ona doğru yaklaşıyor, her bir adımda içimdeki öfkeyi daha derinden hissediyordum. Gözlerim ondan kaçmak yerine, direkt onun içine bakıyordu. O an, ruhumun en derinlerinde bir şeyler kopuyor, bir şeyi açıklığa kavuşturmak istiyordum. Elimle beyaz gömleğine vurduğumda, tıpkı sert bir darbe gibi hissettirdi kendini. Ama ne kadar sert, ne kadar kırıcı olsa da, benim içimdeki acıyı, hayal kırıklığını, tüm bu karmaşayı silemeyecekti.

 

 

"Seninle olmam, benim için zorunluluk değildi," dedim, sözlerim, sanki yıllarca beklediğim bir patlamanın yankısı gibiydi. "Tercihti, istekti, arzuydu... Adını ne koyarsan koy, fakat bana ait bir seçimdi. Ama sen, her şeyin içini o kadar berbat ettin ki, kendimle bile yüzleşmeye korkar oldum. Bunu anlaman gerekiyordu Doğu!" Sesim titredi, ama bu titreme içimde biriken öfkenin ve kırılganlığın karışımıydı. Bunu ona açıklayamayacak kadar güçlü hissetmiyordum kendimi.

 

Gözlerim onunkilerle buluştuğunda, sanki her şey aniden donmuş gücünü kaybeden bir adam gibi duruyordu.

 

Ellerim titrerken, sözlerim güçlüydü. "Beni sana bağlayan her şey, senin bu yaptığınla anlamını kaybetti. Bunu bilmelisin. Seninle olmak bir tercihti, ama meğerse bana her yaptığınla bir zorunluluk gibi hissettirmişsin ."

 

 

Beyaz gömleğinin üstünden tekrar tam yüreğinin üstüne elimin tersiyle vurduğumda, o an onun yaşadığı darbe, belki de bir anlığına, tüm duvarlarını sarsmıştı.

 

Bu darbe sadece fiziksel değildi; o anda, bir daha geri alınamayacak bir şey de olmuştu. Her şeyin içinde sakladığım öfkeyi, kaybolan güveni, yitip giden duyguları tek bir darbeyle ifade etmeye çalışıyordum.

 

Geriye dönerken, bedenim hâlâ gergindi. Birkaç adım attım ve çantamı attığım yerden alıp hızla odanın kapısına doğru yürüdüm. Her adımda kalbim, sanki her şeyin sonunu hazırlıyormuş gibi çarpıyordu. Kapıyı açtığımda, odadaki sessizliği bozan tek şey, kapının sert bir şekilde kapanmasının yarattığı yankıydı. O an, dışarıdaki koridorun içinde yankılanan sesler bir an için duraksadı; sanki dünyadaki tüm sesler kesilmiş, her şeyin sesi tamamen yok olmuştu.

 

Kapıyı çarptığımda, katta ki adamların attıkları voltalar hızla kesilmişti. Sadece sessizlik vardı, ardından gelen bir soğukluk... Bir an, öfkemin ne kadar derin olduğunu hissettim. Bağırışlarımı duymuş olmalıydılar. Bunu biliyordum. Sessizlik, onları daha çok uyanık tutmuştu. Ama o bağırışlar, aynı zamanda onları da duymuştu ve hissettikleri, belki de içimdeki fırtınadan çok daha farklıydı.

 

Kapıyı çarptıktan sonra birkaç saniye daha orada durdum nefesim hızla yükselirken .

 

"Yenge," diye seslendi bir adam hızlıca yanıma yaklaşarak, adımlarını hızlandırarak asansöre doğru yürüyordum. Yanımda durduğunda, gözlerim bir an onun üzerinde durdu, fakat düşüncelerim başka bir yere kaydı.

 

"Fırat nerede?" dedim, sesimi düz tutmaya çalışarak, ama kelimeler ağızımdan zorla çıkıyordu.

 

"Aşağıda, yenge," dedi adam, kafasını sallayarak. "Etrafa adamları yerleştiriyordu. Birazdan o da gelecekti kata."

 

Asansör geldiğinde, kapılar sessizce açıldı ve ben hızla zemin kata bastım. İçimdeki gerginlik devam ediyordu, ama burada olmak, bu hareketle bir parça da olsa rahatlamış gibiydim. Kapı kapanırken, bir süre suskun kaldım, derin nefesler alarak kendimi toparlamaya çalıştım. Gözlerim yere odaklanmıştı.

 

Bir an sonra adamın sesini tekrar duyduğumda, ona dönüp sordum. "Adın ne?" Sözlerim daha sakin ama bir o kadar da belirgindi.

 

"Reşo derler yenge" dedi adam, derin bir nefes alarak, vücudunda bir gerginlik olduğu belliydi.

 

"Fırat'a söyler misin, çıkışta bekliyorum. Çıkacağım." Sesim ne kadar sakin çıkarsa çıksın, içimde kopan fırtınaları susturamıyordum. Gözlerimi ona diktiğimde, o da ne demek istediğimi anlamış gibi başını hafifçe salladı. Daha fazla bir şey söylemedim, söyleyemezdim de.

 

Asansör zemin katta durduğunda kapılar açılır açılmaz bir adım attım ve önümde uzanan büyük karmaşanın içine doğru ilerledim. İnsan sesleri, yürüyen adımlar, telefon konuşmaları... Her şey birbirine karışıyordu ama ben yalnızca ilerlemeye odaklandım.

 

Döner kapıya ulaşana kadar düşüncelerim bile önümdeki kalabalık gibi iç içe geçmişti. Her adımda bir şeyleri geride bırakıyormuşum gibi hissediyordum.

 

Kapıdan çıktığım anda sert rüzgâr yüzüme çarptı, bir an nefesim kesildi. Havanın bu kadar keskin olmasını beklemiyordum. Ekim ayında Mardin'in böyle sert geçtiğini hiç hatırlamıyordum. Sonra bu düşüncemin anlamsızlığına sinirlenip kendime kızdım. Şimdi bunu mu düşünecektim? Şimdi, tam da bu anda?

 

"Geldiğinden beri Mardin, Mardin... Yeter be!"

 

Bu sözleri yalnızca içimden geçirdiğimi sanmıştım ama karşımda bana şaşkın gözlerle bakan Fırat'ın yüzüne bakınca öyle olmadığını anladım. Hafifçe kaşlarını kaldırmış, ne dediğimi anlamaya çalışıyordu.

 

"Ne dedin, yenge?" diye sordu, kafasını hafif yana eğerek.

 

Derin bir nefes aldım, omuzlarımı düşürdüm ve sesimi daha düz tutmaya çalışarak "Bir şey demedim, Fırat," dedim. "Gidelim. İşim gücüm var benim ya."

 

Fırat bir an duraksadı ama daha fazla üstelemedi. Başını sallayıp elini cebine attı, ardından arabaya doğru yürümeye başladı. Ben de hızla peşine takıldım.

 

Arkamda birkaç adım sesi duyduğumda, istemsizce durdum. Başımı çevirip arkama baktığımda, dört takım elbiseli adamın birkaç adım gerimde durduğunu gördüm. Gözlerim hızla üzerlerinde gezindi ve içlerinden birinin Reşo olduğunu fark ettim.

 

Ben durunca onlar da olduğu yerde kaldılar. Yüzlerinde tek bir ifade yoktu, ama beden dilleri yeterince açıktı: Bir yere gitmiyorlardı.

 

Kaşlarımı çatıp sert bir nefes verdim. Zaten sinirlerim en son noktasındaydı. Bir de bu?

 

"Hayırdır, siz nereye?" diye sordum, sesimde sabrımın son kırıntılarını taşıyarak

 

Reşo, sanki yeni tanışıklığımızın ona verdiği cesaretle ceketinin önünü ilikleyip bir adım öne çıktı. Gözleri tedirgin ama sesi kendinden emin çıkıyordu.

 

"Size yolculuğunuzda eşlik edeceğiz, Yenge."

 

Bir an ne dediğini anlayamadım. Kaşlarımı çattım, gözlerimi kısıp yüzüne baktım. "Neden? Yolu mu bilmiyor Fırat?" diye sordum, kelimelerim keskin ve sabırsızdı.

 

Hızla Fırat'a döndüğümde, o çoktan ellerini havaya kaldırmıştı. Savunmaya geçmiş gibi bir hali vardı, ama yüzünde hafif bir mahcubiyet de seziliyordu.

 

"Ağam arayıp istedi, Yenge," dedi, omuzlarını silkerek. "Yoksa bir yere gidemezmişsin. Ben sadece ağamın sözcüsüyüm."

 

Sözleri içimde derin bir öfke dalgası yarattı. Yüzümü buruşturup başımı hafifçe yana eğdim.

 

"Gel beni topuklarımdan vur diyor yani?"

 

Fırat gözlerini kaçırdı, Reşo sessiz kaldı fakat diğerleri gibi gözleri büyükçe açılmıştı.

 

"Alışırsınız yengem biraz böyle bende önce çok şaşırdım ama yaradılış napacaksın Rabbim onu da öyle yaratmış." Fırat'ın tek eksiği gün tabağıymış gibi arabaya yaslanıp adamlara şeceremi dökmeyi amaçlıyordu.

 

"Ben buradayım Fırat."

 

"Sen hep burada ol yengem yoksa ağam bizi evrenden uzaklaştırıp Yusuf Güney'le akraba yapar."

 

"Yürü Fırat." Sesim sertti, sabrımın sınırında olduğumu belli ediyordu. Burada biraz daha durmaya devam edersek, otel sahiplerinin bizim için tabure çıkartacağını düşündüm. Sahiden, şu hâlimiz dışarıdan nasıl görünüyordu acaba?

 

Fırat, her zamanki gibi rahat tavrıyla sırıtarak başını bana çevirdi. "Nereye, Yengem? Söyle, emrine amadeyim."

 

Bu bana yalakalık yapan hâlinin neden olduğunu gayet iyi biliyordum. Hafifçe başımı yana eğip ona gözlerimi kıstım ama şimdilik bu konuyu açmayacaktım. Onun icabına sonra bakacaktım.

 

Derin bir nefes alıp çantamı omzuma daha sıkı yerleştirdim ve keskin bir bakış attım. "Atölyeye, Damat Ferit. Atölyeye."

 

Fırat, kaşlarını kaldırıp kısa bir kahkaha attı ama lafımı da daha fazla uzatmadı. Kapıyı açıp beni içeri buyur etti, ardından direksiyonun başına geçti. Arabaya binerken arkamdaki adamların da harekete geçtiğini fark ettim. Elbette, gölge gibi peşimdeydiler. Ama şu an bununla ilgilenecek hâlim yoktu.

 

 

Oturduğumda başımı cama yasladım ve derin bir nefes verdim.

 

"Ağabeyimle mi kavga ettiniz? Sesi sinirli gibiydi."

 

Başımı hızla camdan çektim, gözlerimi kısıp ona döndüm. "Hadi ya!" dedim, sesimde hem alay hem de öfke vardı. "Beyefendi bir de sinirleniyor mu?"

 

 

Fırat, gözlerini yoldan ayırmadan derin bir nefes aldı ama tek kelime etmedi. "O kadar şey söyledim, saydırdım, ama bir tepki vermedi Fırat tek kelime etmedi!"

 

 

Dudaklarımı sıkarak başımı tekrar cama çevirdim. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım, sonra dişlerimin arasından neredeyse fısıltıyla ama yeterince duyulacak bir şekilde "Domuz." diye mırıldandım.

 

 

Yan gözle Fırat'a baktığımda dudaklarının kıvrıldığını gördüm ama hâlâ tek kelime etmiyordu.

 

"Neye gülüyorsun sen?" Sesim aniden yükseldi, öfkemin sınırlarını zorluyordum.

 

 

Fırat, bir anlığına bana bakıp gülümsedi ve kafasını hafifçe eğdi. "Siz tam karı koca olmuşsunuz vallahi."

 

 

Bu sözler, sinirlerimi daha da uçurdu. "Sus Fırat!" diye bağırdım, sesimdeki hiddet ve öfke her kelimede daha belirgin hale geldi. İçimdeki fırtına o kadar şiddetliydi ki, sanki her şey üstüme oynanıyor gibiydi. O an tüm kaslarım gerildi, elimdeki her şey patlamak üzereydi.

 

Geriye dönüp, onun gırtlağını sıkmamak için kendimi zor tutuyordum. Yutkunarak, tırnaklarımı kapı koluna geçirdim, sertçe tırnaklarımı metal yüzeye batırarak sanki bu şekilde sinirimi kontrol edebilirmişim gibi. Elim titriyordu, her şeyim zorlanıyordu ama dışarıdan hâlâ soğukkanlı olmaya çalışıyordum çünkü birazdan beni her daim güçlü görmüş ve buna ihtiyacı olan insanlarla bir araya gelecektim.

 

 

🔗

 

 

Atölyenin önünde dururken, bir anlığına gözlerimi kapatıp içimdeki özlemi bir kez daha hissettim. Ne kadar süre geçmişti? Kaç gün, kaç hafta, hatta kaç ay? Bunu düşünürken, kapının önündeki sessizlik bir anda bozuldu. Arkamdan gelen ayak sesleri, beni gerçek dünyaya çekti.

 

Kapı aniden açıldı. İçeriye doğru bir adım attım ve hemen o anda birkaç çalışan sanki uzun bir zamandır bekliyorlarmış gibi hızla yanıma geldi. Birkaç tanıdık yüz.

 

İlk olarak, kişisel yardımcımdan Eda geldi, yüzünde o tanıdık gülümseme. Yavaşça adım attım, o da hemen önüme geçip ellerini uzatarak "Atölyenize hoş geldiniz Rona Hanım, sizi gördüğüme çok sevdim," dedi. O cümle, ne kadar duygusal ve sıcak gelmişti ki, o an her şeyin yeniden yerli yerine oturduğunu düşündüm. Eda'nın gözleri, bana aylar önceki haliyle bakıyordu, sanki hiçbir şey değişmemişti. Onun da bana olan o özlemi, bana duyduğu bağlılığı hissettim.

 

Eda'nın hemen ardında, Ege ve Hasan duruyordu. İkisi de hızla yaklaşarak, hemen yanımda sıralandılar. "Hoş geldiniz Rona Hanım," dedi Ege, "Yine eskisi gibi sizin bu kapıdan girdiğinizi görmek çok güzel Hoş geldiniz." Hasan, sessizce başını eğdi ve sadece gülümsedi.

 

 

O an, aylar sonra buraya dönerken hissettiğim o korku ve kaybolmuşluk hissi yerini güven ve rahatlamaya bırakmıştı. İşte burada, yanımda dostlarım vardı. Çalışanlarım, her şeyin parçasıydılar. Yavaşça içeri girmeye başladım.

 

 

"Teşekkür ederim," dedim derin bir nefes alarak. "Sizi ve burayı çok özledim."

 

Eda, başını sallayarak, "Siz yokken kendimizi eksik hissediyorduk Şebnem Hanım duymasın ama." dedi. O an, bir kez daha bu atölyenin sadece bir iş yeri olmadığını, bana ait bir parça olduğunu fark ettim. Çalışanlarım sadece iş arkadaşlarım değillerdi, buradaki her şeyle, her iplik darbesiyle, her parçanın detaylarıyla ben de onlara bağlıydım.

 

 

Gözlerimdeki birikmiş duyguları, içimdeki huzuru ve buraya duyduğum derin sevgiyi her adımda daha fazla hissediyordum. Buraya dönmek, ne kadar eksik olsam da, beni gerçekten huzurlu kılıyordu.

 

"Kısa bir süreliğine geldim ama tekrar geleceğim, ayrıca birkaç şey için sizi de Mardin'de misafir etmek istiyorum," dedim. Sesimdeki hüzünle karışan bir kararlılık vardı. O an, buradaki her şeyin ne kadar derin bir anlam taşıdığını, her adımın geçmişle bağ kurduğunu fark ettim.

 

Uzun koridorda odamın kapısına doğru yürürken, adımlarım her geçen saniyede daha da ağırlaştı. Her köşe, her duvar bana bir anıyı hatırlatıyordu. Yavaşça ilerlerken, çalışanlarımın da arkamdan beni izlediklerini hissedebiliyordum. Onlar, bana her zaman bu duyguyu, bu aidiyeti hatırlatan kişilerdi.

 

 

Bir kez daha tekrar geleceğimi söylediğimde, içimdeki o eski güven duygusunun yeniden yeşermeye başladığını fark ettim. Ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, burada hep bir yerim olacaktı. Mardin'de onları misafir etmek, bir anlamda eski günlere geri dönmek gibi olacaktı. Yavaşça kapıya ulaştım ve içeri girmeden önce son bir kez daha etrafıma göz attım. Hepsi, hayatımın bir parçasıydı ve her birini yeniden görmek, bana evimi hatırlatıyordu.

 

"Şebnem Hanım geldi mi?" dedim, döner sandalyeme otururken. Sesim, biraz önce hissettiğim hüzünle karışmış, ama kararlıydı. Fırat da odaya girmişti kapıya yakın bir köşede duruyor, ellerini önünde birleştirip bizi dikkatlice dinliyordu.

 

"Hayır, henüz gelmediler, fakat toplantıya yetişeceğini söyledi," dedi.

 

"Tamam Eda sağ ol beş dakikaya herkes toplantı odasında olsun, hızlı ama açıklayıcı anlatımlar istiyorum."

 

 

Elinde ki dosyayı göğsüne yaslayıp başıyla onaylamıştı. "Öncesinde kahvenizi getireyim," deyip odadan çıktı.

 

Eda'nın çıkmasıyla, Fırat bir anda ciddi halinden sıyrılıp masanın karşısına geçti. Genişçe gülümsüyordu, her zamanki gibi alaycı ama bir o kadar da neşeliydi.

 

"Üf, nasıl havalısın ama yenge! Rüzgar gibi estin mübarek," dedi, alaycı bir şekilde gözlerini kısarak.

 

Masanın üstünde ki dosyaları açıp önüme dizdim. "Ben hep havalıyım yeni bir şey değil yani."

 

"Tabi yenge aylar önce buradan baygın çıkarken de çok havalıydın." Aklınca beni bozmaya çalışıyordu ama ben onu bir bozarsam hiç bir usta onu eski haline getiremezdi.

 

Dirseklerimi masaya yaslayıp öne doğru eğildim. "Eminim sende kırık kolunla acı içinde bağırırken benim kadar havalı bir çıkış yapmışsındır Fırat."

 

Suratı birden düştüğünde arkasını dönüp ses çıkartmadan eski yerine geçip dikilmeye devam etmişti. Bu ona bir süre yeterdi.

 

Geçen beş dakikadan sonra olması gereken herkes büyük toplantı odasına gelmişken herkesle tek tek selamlaşıp iyi dileklerini ve tebriklerini almıştım. Görüyordum ki ofiste evlilik haberim çoktan sindirilmiş ve hazmedilmişti.

 

"Evet arkadaşlar dilerseniz bu son üç ayda ki üretim kapasitemiz nasıl ilerledi ona göz atalım ayrıca planlanan hedeflere ulaşabildik mi?"

 

Sarp yerinden kalkarak yansıttığı perdenin yanına gidip bilgisayarından bir kaç şey açtı. "Son üç ayda üretim kapasitemizde ciddi bir iyileşme kaydettik özelliklede yeni ortaklarımızdan sonra. Hedeflediğimiz üretim rakamlarına ulaşmakla kalmadık, bazı dönemlerde hedeflerimizi aştık bile. Ekip olarak oldukça verimli bir dönem geçirdik. Hem iş gücünün uyumu hem de makinelerin düzenli çalışması sayesinde zamanında teslimatlar yaptık ve kalite standartlarımızı da koruduk. Ayrıca, bazı üretim süreçlerinde yapılan iyileştirmeler ve yeni yöntemler sayesinde verimlilik oranımız arttı. Bu da bize hedeflere ulaşmada büyük katkı sağladı. Özetle, planlanan hedeflere fazlasıyla ulaştık ve önümüzdeki dönem için de olumlu bir tablo çiziyoruz."

 

Gözlüğü burun kemiğime indirip ekrana yansıtılanları pür dikkat okudum. "Peki yeni tasarımlar veya ürünler üzerinde çalışıyor muyuz?"

 

"Yeni tasarımlar ve ürünler üzerinde çalışıyoruz, ancak tam anlamıyla her şeyin hazır olduğunu söyleyemem Rona Hanım. Şu anda birkaç yeni model üzerinde tasarım aşamasındayız ve prototipler üzerinde denemeler yapıyoruz. Fakat bazı süreçlerde hala geliştirilmesi gereken noktalar var birde sizin tasarımlarınızda ki sonraya bıraktığız detayları doldurmak için inisiyatif alıyoruz ama bazen istediğimiz gibi olmuyor."

 

Bu sorun sanki onları rahatsız ediyormuş gibi hepsinin suratı düşmüştü. "Ama yine de hedefimiz, önümüzdeki dönemde bu tasarımları tamamlayıp üretime geçmek. Genel olarak çalışmalar ilerliyor, ancak biraz daha zamana ve son düzenlemelere ihtiyacımız var dediğim gibi."

 

"Yeni dağıtım kanallarına veya depolama yöntemlerine geçiş için bir planımız var mı? Yeni ortağımız bu konuda yardımcı birilerini yolladı mı?" Doğu'yla bu konular hakkında hiç konuşma fırsatı bulamamıştık sanırım artık konuşmalıydık.

 

"Dağıtım kanallarına ve depolama yöntemlerine geçiş için kesin bir plan üzerinde çalışıyoruz, ancak henüz tam olarak uygulanabilir bir stratejiye ulaşmış değiliz. Şu anda farklı alternatifleri değerlendiriyoruz ve birkaç öneri üzerinde yoğunlaşıyoruz. Yeni ortağımız bu konuda bize bazı bilgiler verdi, ancak henüz karar aşamasına gelmedik."

 

"Anladım Sarp, sağ ol," dedim. Sunum için son notlarımı almak üzere tabletime birkaç hızlı notlar aldım. Zihnimde her şeyin doğru şekilde ilerlemesini sağlamak için gerekli adımları attığımı hissediyordum.

 

Şebnem içeri girdiğinde başıyla selam verip karşımda ki yerine oturdu. Yüzü solgundu, gözleri ise biraz hüzünlüydü. Sanki uzun bir yolculuktan gelmiş gibi yorgun ve düşünceli bir hali vardı. Odaya girdiğinde, herkesin dikkati hemen ona yöneldi, ancak o, sessizce oturup başını biraz öne eğdi. Bir an için benimle göz göze geldiğinde, bir şeyler söylemek isteyip istemediğini anlayamadım.

 

O anda telefonum titremeye başlayınca görmemiş gibi telefonu ters çevirdiğimde, ekrandaki Doğu'nun ismi, bana ikimizin arasında büyüyen tüm karmaşayı tekrar tekrar hatırlatıyordu. Konuşan insanların arasında dikkatimi dağıtmaya çalışırken, içinde biriken öfkem tekrar aydınlanıyordu.

 

Bir süre sonra titremeyi bıraktığında uğultu arasından boğuk ses bana ulaştı. " Şuna ne dersiniz?"

 

"Rona Hanım?"

 

"Efendim?" Boşluktan çekip alınırken olduğum yerde dikleştim.

 

"Gizem Hanım önemli detayları size mail olarak atmak istediğini söyledi belki böyle işimiz daha kolaylaşır," dedi Eda.

 

"Tabi evet, lütfen bakacağım," dedim sıralayarak. Resmen durmadan arayıp tüm dikkati mi dağıtmıştı saniyesinde.

 

Telefon masanın üzerinde ters duruyordu ama yine de varlığını hissettirmeye devam ediyordu. Sessize almıştım ama titreşimi hâlâ devam ediyordu. Küçük, ısrarlı bir sitem gibi masanın ahşabına vuran hafif uğultu... Önce bir kez. Sonra bir daha. Ve bir daha.

 

Gözlerimi kısmadan bakmaya devam ettim önümdeki ekrana. Toplantı odasının ortasında, herkes ciddiyetle konuşurken, kalemimle rastgele çizgiler çizdiğimi fark ettim. Oysa birkaç dakika önce, fikrimi sunmaya hazırlanıyordum.

 

Ama işte, o yine arıyordu. Doğu.

 

Başımı kaldırmadan bir anlığına göz ucuyla ekrana kaydım. Adını görmek istemiyordum. Onu görmek istemiyordum. Ama adı bile yetiyordu işte, aklımı darmadağın etmeye.

 

Beni neden bu kadar ısrarla arıyordu? Daha birkaç saat önce birbirimizi kelimelerle yaralamadık mı? Birbirimize sırtımızı dönüp, her şeyin böyle kalması gerektiğini söylemedik mi? Oysa şimdi, sanki ben hiçbir şey dememişim, sanki o bana hiçbir şey yapmamış gibi... durmaksızın çalıyordu telefon.

 

 

"Rona Hanım?"

 

Başımı hızla kaldırdım. Karşımda oturan adamın sesi, beni Doğu'nun adının yankısından çekip almıştı. Gözleri bana sabitlenmişti, odadaki diğer herkes gibi. Sanırım bir süredir sessizdim. Sanırım farkında olmadan kendimi telefonun uğultusuna kaptırmıştım.

 

Boğazımı temizleyip dik oturdum. "Evet?"

 

"Sizin ekleyeceğiniz bir şey var mı?"

 

Bir an odanın camına kaydı gözlerim. Dışarıda, İstanbul'un ışıkları günü delen küçük umutlar gibi parlıyordu. Ama benim içimde her şey sönük, her şey bulanıktı. Doğu'nun sesi bile yoktu, ama varlığı beynimin içinde yankılanıyordu.

 

Bunu ona belli etmeyecektim. Asla.

 

"Yok, devam edebiliriz," dedim. Sesim sakindi, kontrol altında. Ama içimde, Doğu'nun telefonu her çaldığında yükselen bir öfke vardı.

 

Telefon tekrar titredi. Peş peşe.

 

Avuçlarımı masanın üzerinde birleştirdim, açıp bağırma isteğini içimde bastırarak. O, benden bir tepki bekliyordu. Ona bunu vermeyecektim. Öyle kolay değil, Doğu Karahanlı. Öyle kolay değil.

 

Tam cümlemi toparlamış, toplantıya geri dönmeye çalışıyordum ki kapı açıldı.

 

Başımı istemsizce çevirdim.

 

Elinde telefon, yüzünde muzip bir ifadeyle kapının eşiğinde dikildi.

 

"Yenge," dedi, sanki toplantı odasında en az sekiz kişi yokmuş gibi. "Ağabeyim seninle konuşacakmış."

 

Gözlerimi kıstım.

 

Fırat en son bu tonda konuştuğunda ya beni zorla bir yere götürmeye çalışıyordu ya da bir şeylerin ortasına beni de katmak istiyordu.

 

 

"Fırat," dedim, sesimi olabildiğince sakin tutarak, "toplantıdayım."

 

Fırat başını yana eğdi, sanki söylediklerim çok mantıksızmış gibi. "Telefonla konuşmak iki dakika yenge?"

 

"Hayır."

 

"Yenge, ama ağabeyim bekliyor."

 

"Beklesin."

 

Fırat bir adım attı. "Ama önemliymiş."

 

Ben de kollarımı bağladım. "Ona söyle, benim de işim önemli."

 

Fırat gözlerini devirdi. "Allah aşkına Yenge, inatlaşma."

 

Kaşımı kaldırdım. "İnatlaşan kim, Fırat? Ben işimin başındayım."

 

Fırat iç çekip kapıyı arkasından kapattı, masadakilere dönüp, "Kusura bakmayın arkadaşlar, yengemle aile içi bir kriz yönetiyoruz," dedi, sonra tekrar bana döndü.

 

"Yenge, bak," diyerek telefonu burnuma dayadı. "Ağabeyim hâlâ hatta, al şu telefonu."

 

Geri çekildim. "Almayacağım."

 

Fırat sabırla gözlerini kırpıştırdı. "İyi de niye?"

 

"Çünkü istemiyorum, Fırat."

 

"Yenge, Allah aşkına."

 

"Hayır."

 

"Yenge."

 

"Fırat."

 

Tam Fırat'la inatlaşmaya devam edecekken son o seslenişi ben yapmamıştım.

 

Telefonun diğer ucundan, çok daha sert, çok daha yüksek bir ses yükseldi.

 

"FIRAT, VER ŞU TELEFONU!"

Doğu.

 

Odada bir anlık bir sessizlik oldu. Fırat olduğu yerde hafifçe irkildi, ben ise gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kendini tutamayıp bağırdı, harika.

 

Fırat hızla bana döndü, gözleri büyümüştü. "Bak gördün mü? Adam sinir krizi geçiriyor, lütfen şu telefonu al!"

 

Gözlerimi açıp ona sertçe baktım. "Fırat, ben küçük bir çocuk değilim. Telefon açıp açmamak benim kararım."

 

Fırat umutsuzca başını iki yana salladı. "Ama ağabeyim çok sinirli, yenge. Vallahi adamı delirtmeye bayılıyorsun."

 

Telefon hâlâ elindeydi, ekranda Doğu'nun adı yanıp sönüyordu. Sesini bastırmaya çalışarak "Rona! Rona orada mısın?" diye bağırmaya devam ediyordu.

 

 

Fırat yüzünü buruşturdu, telefonu bana biraz daha yaklaştırarak "Bak, adamın tansiyonu düştü düşecek. Vicdan azabı falan da mı yok sende?" dedi.

 

 

Kaşlarımı kaldırdım. "Birincisi, onun tansiyonu düşmez. İkincisi, vicdan azabım var ama şu an hiçbiri Doğu'ya ayrılmış değil."

 

 

Fırat derin bir iç çekip aramızdaki mesafeyi kapattı, sesi neredeyse yalvarır gibiydi. "Yengem, lütfen. Ağabeyim eğer on saniye içinde senin sesini duymazsa beni harcar. Beni seviyorsan, şu telefonu al."

 

Koltuğa yaslanıp kollarımı bağladım, başımı yana eğerek ona baktım.

 

Telefonun diğer ucundaki ses daha da sertleşti.

 

"FIRAT! BENİM SABRIMI ZORLAMA!"

 

Fırat bir an gözlerini kapattı, sonra hızla açıp bana döndü. "Yenge, bak bu adamın damarlarını ben biliyorum. Birazdan telefonu fırlatıp kıracak, sonra bana yenisini aldıracak! Allah aşkına al şu telefonu, gözünü seveyim!"

 

Gözlerimi devirdim. "O zaman telefonu kapat, Fırat."

 

Fırat hızla geri çekildi, telefonu göğsüne bastırdı. "Hayır! Sen açana kadar buradan çıkmam."

 

Derin bir nefes aldım. Masanın etrafındaki herkes artık açıkça bizi izliyordu. Toplantıyı mahvettiğimizin farkındaydım ama Fırat'ın bu inadı karşısında ben de geri adım atmayacaktım.

 

Ve Doğu, diğer ucunda, beklemeye devam edecekti.

 

Fırat'ın sabırsız bakışları arasında derin bir nefes aldım.

 

Yavaşça elimi uzattım, aniden değil, öfkeyle değil.

 

Sakince.

 

Fırat anında rahatladı. Sanki birazdan boğulacakken biri ona nefes borusunu açmış gibi gevşedi. Omuzları düştü, yüzüne yorgun ama zafer kazanmış bir gülümseme yerleşti. Sanki gerçekten Doğu'yla konuşacakmışım gibi.

 

Telefonu avucumun içine aldım. Sıcak. Fırat'ın elinde sıkmaktan terlemiş olmalıydı.

 

Başımı hafifçe yana eğdim, telefonu sıkıca kavrayarak ayağa kalktım. Sandalyem geriye kayarken, masanın etrafındaki herkesin bana baktığını hissedebiliyordum ama umurumda değildi.

 

Fırat büyük bir oh çekti. Elleri iki yana düştü, gözleri minnetle ışıldıyordu. Sanki az önce onu ölüm cezasından kurtarmışım gibi.

 

"Allah razı olsun yenge, valla var ya—"

 

Ama ben onu duymuyordum artık.

 

Adımlarımı yavaşça attım. Biraz ağır, biraz ölçülü.

 

Telefonu sımsıkı tutuyordum ama ekrana bakmıyordum bile. Doğu'nun sesini hâlâ duyabiliyordum, siniri telefonun hoparlöründen bile taşıyordu.

 

Ama ben, yürüdükçe içimdeki bütün sesleri susturuyordum.

 

Sadece önümdeki hareketi düşünerek ilerledim.

 

Sonunda açık pencerenin kenarına ulaştım ve elimi havaya kaldırıp parmaklarımı açtım.

 

Telefonu aşağı bıraktım.

 

Ne bir öfkeyle, ne de herhangi bir hırsla. Sadece bıraktım.

 

Fırat'ın yüzü bir anda düştü. Gözleri büyüdü, ağzı hafifçe aralandı. Bunun olacağını beklemiyordu.

 

Ben ise ifadesizce yerime döndüm. Hiç acele etmeden, sanki Doğu biraz önce delicesine bağırmamış gibi, sanki Fırat az önce yalvarmamış gibi.

 

Sandalyeme oturdum.

 

Dik durdum.

 

Ellerimi masanın üzerine koydum.

 

Sonra, tam karşımda oturan kişiye dönüp, toplantıya kaldığımız yerden devam ettim.

 

"En son nerede kalmıştık?"

 

 

🔗

 

 

Toplantı yaklaşık yarım saat önce bitmişti ama hâlâ etraf çok sessizdi.

 

Normalde insan bir toplantıdan çıktığında, bir hareket olurdu. Konuşmalar devam ederdi, sesler koridorlardan yankılanırdı, biri bir şeyler sorardı, biri gülümseyerek "güzel iş çıkardık" derdi...

 

Ama şimdi?

 

Şimdi yalnızca sessizlik vardı.

 

Ofis çoktan boşalmıştı ama ben hâlâ odamdaydım. Masamda oturuyordum, önümde açık duran birkaç dosyaya bakıyordum ama hiçbir kelimeyi seçemiyordum. Gözlerim harflerin üzerinden kayıp gidiyor, beynim onları bir anlam bütününe çevirmekten kaçınıyordu.

 

 

Uzun zaman sonra ilk defa gerçekten odamda oturuyordum.

 

Ve bu, beni tuhaf hissettiriyordu.

 

Burası benim alanımdı, bana ait bir yerdi ama bugün sanki yabancı birinin odasına girmiş gibiydim. Sandalyem biraz daha sert, masam biraz daha büyük, ışık biraz daha keskin geliyordu. Sanki her şeyin bana mesafesi açılmıştı.

 

Karşımda, Şebnem oturuyordu.

 

O da hiçbir şey söylemiyordu.

 

Kahvesini iki eliyle tutmuş, yavaşça dudaklarına götürüyor, küçük yudumlarla içiyordu.

 

Her zamanki gibi..

 

Ama değildi.

 

Her zamanki Şebnem, kahvesini içerken ya bir şeyler anlatırdı ya da gözlerini kocaman açarak bir hikâye uydururdu. Bana bir şeyler sormaktan çekinmez, sessizliğin içine bir kelime sıkıştırmadan duramazdı.

 

Ama şimdi?

Şimdi fazla sessizdi.

 

Sanki ben bir şey söylemezsem, o da söylemeyecekmiş gibi.

 

Bir süre, yalnızca saat sesi ve kahve fincanının ara ara masaya bırakılırken çıkardığı hafif şıngırtı duyuldu.

 

 

Şebnem, elindeki kahve fincanını masaya bırakırken kendini gülmeye zorlayarak konuştu.

 

"Enişte bey hâlâ ofisi basmadığına göre gözünü iyi korkutmuşsun."

 

Sesi hafif titremişti. Şebnem'in böyle zamanlarda gerilimi dağıtmak için şaka yapmaya çalıştığını bilirdim.

 

Gözlerimi kısıp ona baktım.

 

"İşi Doğu'ya getirmen ne kadar sürdü? Dört dakika mı?"

 

Şebnem kaşlarını kaldırdı. "Üç buçuk falan olabilir."

 

Gözlerimi devirdim. "Başarırsın sen bu işi."

 

Şebnem gülümsedi ama sonra hızla ciddileşti. Kahvesinden bir yudum daha alıp bardağı yerine koydu.

 

Şebnem'in yüzünde o tanıdık, nazikçe kıvırılmış gülümseme vardı. Ama ben bunu iyi tanıyordum bir şeyler saklıydı.

 

Kollarımı masaya dayadım, parmaklarımın arasından kesik kesik nefesler alarak ona baktım.

 

"Neyin var senin? Ne bu halin?" dedim, sesim biraz kesikti.

 

Şebnem gözlerini kısıp beni süzdü, kahvesinden bir yudum daha alırken sanki çok derin bir düşüncenin içine dalmış gibi görünüyordu.

 

Ama sonra, gerçekten ciddileşti.

 

"Hiçbir şeyim yok," diye yanıtladı, sesi oldukça sakin ama içindeki huzursuzluk, kelimelerinin arkasına gizlenmişti.

 

Benim sabrımın tükenmeye başladığını görmüş olacak ki, kaşlarını çatmaya başladı.

 

"Bir şeyler söylemeni bekliyorum."

 

Şebnem sessiz kaldı, bir süre öylece bakışlarımız birleşti. O an, ikimizin de içinde biriken hisler vardı birbirimize söyleyemediğimiz, ama hep bildiğimiz şeyler.

 

 

Sözlerim, havada keskin bir şekilde yankılandı. "İyi değilsin, Şebnem. Seni böyle yollamadım buraya ben, dökülüyorsun hemen."

 

Şebnem bir an irkildi, gözlerinde bir titreme belirdi. Beni bu kadar doğrudan görmek onu şaşırtmıştı. Ama sonra hemen toparlandı, sanki o an hissettiklerini saklamak istercesine, gülümsemesini korumaya çalıştı.

 

Kahvesini masaya koydu ve ellerini hafifçe sallayarak, sanki derin bir nefes alıyormuş gibi bir hareket yaptı.

 

"Arada böyle şeyler olur, Rona. Hep gülüp eğlenemem ki."

 

Sesindeki hafif titreme, ciddiyetinden daha çok şey anlatıyordu. Hikayeyi saklamak zorlaştıkça, yalanlar da derinleşiyordu.

 

Gözlerimi ona çevirdim. "Şebnem, bu kadarını da yapma. Ne oldu sana? Ne yaşadın, bir şeyler var, gözlerinden belli."

 

Şebnem başını eğdi, birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra kafasını kaldırıp bana baktığında, gözleri bir anlık bir boşlukla buluştu. "Bazen, en zorlanacağın şeylere gözlerini kapatman gerekir. Yoksa... o kadar derine gider ki, çıkamazsın."

 

Kelimeleri beni sarsmıştı ama içimdeki o tanıdık endişe hala geçmemişti. Sanki her şey yavaşça çözülüyordu, ve bir anda her şeyin ne kadar kırılgan olduğunu fark ettim.

 

 

"Yani, gözlerini kapatmaya devam mı edeceksin, sorununu görmezden mi gelmeye çalışıyorsun ?" diye sordum, sesim katılaşarak. "Bunu yapmana izin veremem."

 

 

Şebnem, kahvesinin son yudumunu alıp fincanı masaya bıraktı. Sonra gözlerini bana dikti, kaşları hafifçe kalkık, bakışlarında hem endişe hem de eğlence vardı.

 

 

"Şimdi akşamki davete odaklanalım söz davetten sonra konuşmaya geleceğim seninle." Durup bana iyi olduğunu göstermek için derince gülümseyip göz kırptı "Artık ortaklarımız var, sevgili eniştem, kocan da orada olacak."

 

 

Gözlerini devirip derin bir nefes aldı. "Nasıl bir duruş sergileyeceksiniz, gerçekten korkuyorum. Az önceki olaydan sonra..."

 

 

Bunu söylerken sandalyesini bana doğru biraz daha çekti ve yüzünü bana yaklaştırıp inanamıyormuş gibi gözlerini kıstı.

 

 

"Rona, telefonu camdan fırlatmak ne demek? Kapatırsın, normal insan gibi."

 

 

Ben de kaşlarımı kaldırarak ona döndüm. "Birincisi, fırlatmadım atmak suretiyle bıraktım. İkincisi, normal insan gibi kapatmak ona yeterli gelmezdi."

 

Şebnem başını iki yana salladı. "Senin normal insan tanımın çok tehlikeli bir yerde duruyor."

 

Kollarımı göğsümde bağlayıp sandalye sırtlığına yaslandım. "Beni ben yapan da bu."

 

Şebnem gözlerini devirerek tekrar öne eğildi. "Tamam, tamam. Şimdi ikimizi de boşver, asıl konuya dönelim. Akşam ne yapacaksınız?"

 

Bakışlarını üzerimde gezdirip şüpheyle sordu "Sakin olabilecek misiniz?"

 

"Ne münasebet ben zaten sakin bir insanım," kahvemden son yudumu aldığımda ofisin kapısı hızla açıldığında, her şeyin birden sessizleştiğini hissettim. Doğu, o tanıdık ama bir o kadar da sert bakışlarıyla odama girdi. Gözleri, her zaman sahip olduğu o buz gibi sakinlikten uzak, şimdi gerilim ile doluydu. O an ne kadar sürekli kontrol altında tuttuğunu düşünsem de, içinde bir şeylerin kırıldığını fark ettim.

 

Doğu, kapıyı kapatıp bana doğru yürüdü. Adımlarındaki hışırdayan kararlılık, derin bir öfkenin izlerini taşıyordu. Benim yerimde sabit durmam, bir şekilde her şeyi daha karmaşık hale getirdi.

 

"Telefonlarına neden cevap vermiyorsun, Rona?" dedi, sesi soğuk ve keskin bir kılıç gibi odada yankılandı.

 

Sırtımı sandalyeye bastırarak derin bir nefes aldım. "Seninle konuşmak istemediğim için olabilir mi?" dedim, sesimi ne kadar düşürmeye çalışsam da kelimelerim sert ve doğrudan döküldü.

 

Şebnem, her zamanki gibi saf bir masumiyetle ayağa kalktı. Yavaşça hareket etti, sanki ortada devasa bir gerginlik yokmuş gibi... Ama o an ne kadar da belli edememiş olsa da, bir gizli gülümseme dudaklarının köşesinde belirmişti.

 

"Merhaba, enişte," dedi, sesi hafif ve alaycıydı. "Allah yardımcın olsun enişte," diyerek bir adım daha atıp, kapıya yöneldi.

 

Kapının kapanmasıyla soğuk bir sessizlikle karşı karşıya kaldık.

 

"Her kafana estiğinde arkanı dönüp gidecek misin sen öyle?" dedi, sesi titremeyen ama içinde biriken öfkeyi bastırmaya çalışan bir adamın ifadesiyle

 

"İstemediğim yerde tek bir saniye durmam ben Doğu Ağa. Sen beni adamlarınla karıştırıyorsun herhalde."

 

Gözlerindeki karanlık bir an için dalgalandı, sonra sesi daha da sertleşti. "Seni kimseyle karıştırdığım yok. Sen kimseyle karıştırılamazsın."

 

Acı bir kahkaha attım. "Öyle mi? Ama pek öyle davranmıyorsun. "

 

Doğu kaşlarını çattı. "Sana düşünmekte bile zorlandığım şeyi sormaya çalıştım ama sen beni yanlış anlamaktan başka bir şey yapmıyorsun, bir kez sadece dinlesen hiç bir şey bu kadar uzamayacak."

 

İçimdeki öfke kabardı, adımlarımı sıklaştırıp tam karşısına dikildim. "Sen önce kendi öfkene söz geçirmeyi öğren! İnsanlarla empati yapmayı öğren, önce sen beni dinle sen!"

 

Doğu'nun çenesi sıkıldı, ama geri adım atmadı. "Ben kimseyi dinlemediğim için değil, asıl mesele güven."

 

Buz gibi bir gülümsemeyle başımı iki yana salladım. "İşte bu! Asıl mesele bu, değil mi? Sen güvenmeyi bilmiyorsun, Doğu! İnsanları anlamak yerine ya kendinden uzaklaştırıyorsun ya da susturmaya çalışıyorsun!"

 

Derin bir nefes alıp gözlerimi doğrudan onun gözlerine diktim. "Ben kimsenin kuklası değilim, Doğu. Bana güvenmiyorsan, beni anlamaya bile çalışmıyorsan, burada durup senin sakinleşip dönmeni beklemeyi hele ki kendimi anlatmaya da mecbur değilim!"

 

Yerimden kalkıp geçmek istediğimde yine beni tutup durdurdu. "Rona nereye gidersen git peşinden geleceğim sakinleşip otur şurada."

 

"Bırak, dokunma!" Kolumu kurtarıp masanın diğer tarafına geçmeye çalıştım.

 

"Özür dilerim." Bileğim parmaklarının arasında dururken başı saçlarıma yaklaşmıştı. Her nefesi alnıma çarpıyordu.

 

Kolumu çekmeye çalıştım, ama parmaklarının arasındaki baskı hafiflese de bırakmadı.

 

"Rona," diye fısıldadı, alnıma çarpan nefesi tenimi yakıyordu. "Yanlış konuştum. Affet beni."

 

Gözlerimi sıkıca kapattım. Sinirimi bastırmaya çalışıyordum ama aynı zamanda içimdeki kırgınlık, öfkeye karışıyordu.

 

"Affetmek mi?" diye fısıldadım, başımı hafifçe geri çekerek.

 

Sustu. Yalnızca nefesi ağırlaştı.

 

"Rona, lütfen."

 

Bileğimdeki tutuşu gevşedi, ama hâlâ oradaydı. Gitmeme izin verip vermemek arasında kararsız kalmış gibiydi.

 

Doğu'nun nefesi ağırlaştı. Parmakları bileğimdeydi ama artık beni tutmak için değil, bırakmaya korkuyormuş gibi bir hali vardı.

 

"Rona..." dedi, sesi düz ama bir o kadar da derindi. "Ben... bazen ne yapacağımı bilemiyorum."

 

Başıma doğru biraz daha yaklaştı, alnına düşen birkaç tutam saçı umursamadan konuşmaya devam etti.

 

"Sen hayatıma girdiğinden beri her şey değişti. Ben kurallarla büyüdüm, sertlikle. Hissetmenin zayıflık olduğunu öğrendim. Ama sen... Sen geldiğinden beri her şeyi sorgulamaya başladım. Kendimi bile."

 

İçimden bir şeylerin çözüldüğünü hissediyordum ama hâlâ direniyordum. Gözlerini gözlerime dikti, sanki içimi görüyormuş gibi baktı.

 

"Sana güvenmediğimden değil," diye devam etti, sesi yavaş ama içten. "Sana en çok güvendiğim için böyle oldu. Korktum, Rona."

 

Şaşkınlıkla kaşlarımı çattım. "Neden?"

 

Doğu derin bir nefes aldı, başını hafifçe eğdi. "Çünkü ne zaman sana yaklaşsam, kaybetmekten korkuyorum. Ne zaman seninle bir şey paylaşsam, elime geçirdiğim her şeyin bir gün elimden alınacağı korkusu içimi kemiriyor."

 

Boğazım düğümlendi. Doğu böyle konuşmazdı. O her zaman mesafeli, her zaman duvarları olan adamdı. Ama şimdi... Şimdi ilk defa, o duvarların ardındaki gerçek Doğu'yu görüyordum.

 

"Ben seni üzmek istemedim," diye fısıldadı. "Ama bilerek de olsa, bilmeyerek de olsa üzdüğümü biliyorum. Keşke bunu yapmasaydım. Keşke seni incitmeden nasıl davranacağımı bilebilseydim, Rona."

 

Gözlerimi kaçırmak istedim ama o, çenesinin ucuyla yüzümü kendine çevirdi.

 

"Beni affedebilir misin?" dedi, sesi belki de hayatımda ilk kez bu kadar kırılgan çıkıyordu.

 

O, güçlü ve sert Doğu Ağa değil, duygularını saklamaktan yorulmuş bir adam gibi konuşuyordu. Gözlerimde yankılanan öfkeye, kırgınlığa rağmen içimde bir şeyler titredi.

 

Beni incittiğini biliyordu. Korkularını saklamıyordu.

 

"Doğu-"

 

"Hiç bir şey söyleme her şeyi benim için daha da zorlaştırma, sadece beni affet Rona. Seni kırmak bu hayatta istediğim son şey bile değil. Kelimelerim acımazsızdır insanı kanatır ama bu sefer hepsi bende yara açtı."

 

Derin bir nefes aldı. Ellerini saçlarına geçirdi, belli belirsiz başını iki yana salladı.

 

"Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum," dedi, sesi çaresiz bir fısıltıya dönüşerek.

 

İçimi bir sıcaklık kapladı. Bu da Doğu Ağa'ydı. Güçlü, yenilmez, her şeyin üstesinden gelmeye alışkın adam. Ama şimdi, karşımdaki sadece bir adamdı. Ne yapacağını bilemeyen, ama kaybetmek istemeyen bir adam.

 

Yavaşça bir adım attım. Benden uzaklaşmadı. Gözleri hâlâ gözlerimdeydi.

 

"Yaranı yine bana sardırmak için yara aldın değil mi?" Gözlerim ona dönerken yüzünde ki hissi o an görmüştüm. Uzatmayacaktım belki de ona inandığım için.

 

"Sen zaten her gün bana yara açıyorsun, kapatmadan bir yenisi açılıyor, mühim mesele değil."

 

"Fırat'a bir telefon borcun var." dedim, gözlerimi ondan kaçırmadan. Konu bambaşka bir yerdeyken çok başka bir yere çekmiştim çünkü ofisteydik her hangi bir şeyle daha bir skandala bulaşmak istemiyordum.

 

Doğu kaşlarını kaldırdı, belli belirsiz gülümseyerek geriye yaslandı. "Fırat'a borcum mu var?" diye sordu, sesi hem meydan okuyan hem de keyifliydi.

 

Başımı salladım, ifademi bozmadan, "Evet."

 

"Ne borcuymuş bu?"

 

Omuz silktim. "Telefon borcu."

 

Doğu başını yana eğdi, gözleri kısıldı. "Senin camdan fırlattığın telefon mu, Rona?"

 

Yüzümde hafif bir gülümsemeyle parmaklarımla masaya vurdum. "Fırlatmadım durmadan çalması suretiyle camdan dışarı bıraktım " Sesimi fazlasıyla masum tuttum. "Sen arıyordun senin borcun var sonuçta, inkâr edemezsin."

 

Doğu kaşlarını kaldırıp hafifçe başını yana eğdi. "Bazen senin bir ormanda büyüdüğünü düşünüyorum, öyle höt zöt, pat küt..." dedi, gözleri kısılmıştı.

 

Kollarımı göğsümde bağlayıp ona baktım. "Senin mağaranın içinde olduğu ormandı," dedim omuz silkerek.

 

Doğu karşısındaki sandalyeye otururken kaşlarını hafifçe kaldırdı. "Dilde pabuç gibi, öyle kocaya laf söylenmez," dedi, keyifle sırıtarak.

 

Gözlerimi devirdim. "Öyle kocaya ne yapılırmış peki?" diye sordum, kollarımı göğsümde kavuşturup ona meydan okurcasına baktım.

 

Doğu arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attı. "Hürmet edilir, sözü dinlenir, gönlü hoş tutulur," dedi, başını yana eğerek. "Ama tabii senin gibi biri için bunlar fazla geleneksel olabilir."

 

Kaşlarımı kaldırdım. "Gönlü hoş tutulur kısmı ilgimi çekti, detay verir misin?"

 

Doğu hafifçe gülümsedi. "Sen önce onu yapabiliyor musun, ona bakalım."

 

Parmaklarımı masaya vurarak düşündüm. "Sanırım geçen gün çayına şeker attın o da sayılır."

 

Doğu kahkaha attı. "Bravo Rona, koca gönlünü hoş tutma işini şekerli çaya indirgemek... Tam da beklediğim gibi."

 

Omuz silktim. "Bak, senin için elimden geleni yapıyorum ama kıymet bilmiyorsun."

 

Doğu başını sallayıp gülümsemeye devam etti. "Seninle yaşamak gerçekten akıl sağlığı testi gibi."

 

Göz kırptım. "Geçemezsen yenisiyle değiştirirler, dikkat et."

 

Doğu başını eğip güldü, sonra bana döndü. "Benimle yarışmaya kalkma, kaybedersin."

 

 

Sandalyeme geri oturup iyice yaslandım. "İddialı konuşuyorsun, Doğu. Ama unutma, ben bir ormanda büyüdüm."

 

Doğu gözlerini kısıp bana bakarken gülümsemesini gizlemeye çalıştı. "Aynen, tam da öyle davranıyorsun."

 

Gülmemek için kendimi zor tuttum. "O zaman dikkat et, av olmaman için."

 

Bir an durup gülüşümü izledi. Sanki bu onun için çok önemliymiş gibi... Sadece belki de.

 

Gözlerindeki o derin bakış birkaç saniye sürdü, sonra başını hafifçe eğerek, alçak bir sesle, neredeyse kendi kendine konuşur gibi mırıldandı.

 

"İyiyiz."

 

Bu onun dilinde çok şey demekti. Tartışmalara, inatlaşmalara, geçmişe, geleceğe, her şeye rağmen bizden yana bir onay gibiydi.

 

İyiyiz.

 

Şikâyet yok, pişmanlık yok. Sadece buradayız.

 

 

O an, içimde bir şeylerin yumuşadığını hissettim. Dudaklarımın kıvrımını bozmadan ona baktım.

 

 

"Öyleyiz," diye fısıldadım.

 

 

 

🔗

 

 

Aynanın karşısında durup kendime baktım. Siyah elbise bedenime tam oturmuş, kayık yakası omuzlarımı zarifçe açıkta bırakıyordu. Kolları, bileklerimin de ötesine uzanarak neredeyse parmaklarıma kadar sarmıştı. Kumaşın tenime değdiği her nokta soğuk ama aynı zamanda huzur vericiydi.

 

 

Ellerimi yavaşça kaldırıp kumaşı hissettim. Siyah, keskin ve net. Tıpkı içimde bir yerlerde sakladığım yanım gibi.

 

 

Saçlarımı yana attım, aynadaki yansımama bir adım daha yaklaştım. Gözlerim doğrudan kendi gözlerimle buluştu.

 

 

Bu elbise, tam anlamıyla benim tasarımımın bir yansımasıydı. Her dikişi, her kumaş katmanı, her detay bir düşünce, bir his taşıyordu. Zaten genellikle özel yerlerde, kendimi daha güçlü hissettiğim anlarda, kendi elimden çıkan parçaları giymeyi tercih ederdim. Elbise, sadece bir kıyafet değildi bir kimlik, bir ifade biçimiydi.

 

 

Her dikişi hatırlıyordum. Kumaşın nasıl ellerimde şekil aldığını, her kesimi, her hatayı düzelttiğim o ince işçiliği... O anlarda her şey tek bir amacı taşıyordu. Kendimi anlatmak.

 

 

Aynadaki yansıma bana sesleniyordu sanki. Elbisemin içinde, sadece bir kıyafet değil, bir duruş da vardı. Bu, bana özgüydü. Kendimi en net, en gerçek hâlimle ifade etmenin yoluydu.

 

İçimde bir huzur vardı. Çünkü her zaman olduğu gibi, kendi tasarımlarımda, kendimi en güçlü, en özgür hissetmiştim.

 

Şebnem de bunu çok iyi bildiğinden, ofisten çıktıktan sonra, arkamdan otele göndermişti bu elbiseyi. O, beni her zaman anlamış özel günlerde, önemli anlarda, kendimi en iyi hâlimle hissetmem için gereken her şeyi fark ederdi. İşin garibi, aslında bunu yaparken hiçbir zaman gözle görünür bir amacı yoktu. Sadece... hissettiği gibi hareket ederdi.

 

O elbiseyi gönderdiğinde, her zaman olduğu gibi, aramızda bir anlayış vardı. Şebnem, bilerek ya da bilmeden, sadece bana özgü bir şey yapıyordu. Çünkü o anlarda, ben de bildiğim gibi, en güçlü halimi giymek zorundaydım.

 

 

İçimde bir minnettarlık uyandı. Şebnem'in ne kadar dikkatli ve duyarlı olduğunu düşündüm. Bunu yaparak sadece bana bir parça huzur, güven ve güç katıyordu. O an, elbiseyi giyerken yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir değişim de yaşıyordum.

 

 

Eğilip kutudan ince topukluları dikkatlice çıkardım, topuklarının zarif görüntüsüyle ellerimdeki kumaşın uyumunu hissettim. Ardından yatağa oturdum, gözlerim elbiseye odaklanmışken, yavaşça onu havaya kaldırdım. Kumaşın dokusu, parmaklarımın arasında dalgalanarak ışığa doğru uzandı.

 

 

O anda, yan odanın kapısı gıcırdayarak açıldığında, Doğu hazır bir şekilde karşımdaydı. Gözlerinde, bir anlığına bana bakarken beliren sert ama aynı zamanda dikkatli bir ifade vardı. Giydiği takım elbise, her zamanki gibi mükemmel bir şekilde üzerine oturmuştu. Yavaşça bana doğru birkaç adım attı, fakat bir şey söylemeden önce durdu, sanki ne söyleyeceğini seçmeye çalışıyordu.

 

 

Beni fark ettiğinde, gözleri bir süre elbisemin üzerinde gezdi. Aramızda bir sessizlik oluştu, ama bu sessizlik, gerilim ya da soğuk bir an değildi. Aksine, sanki her şeyin yerli yerinde olduğunu hissettiren bir anıydı.

 

 

Doğu, derin bir nefes aldı ve hafifçe gülümsedi. "İyi görünüyor," dedi, fakat sözlerinde yalnızca onay değil, aynı zamanda bir anlam da vardı bu sadece bir kıyafetle ilgili değildi.

 

 

Yavaşça başımı salladım, hafif bir gülümseme belirirken yüzümde. "Teşekkür ederim," dedim.

 

 

"Seninkilerden mi?" dedi, hafifçe dudaklarını kaldırarak, gözlerinde hafif bir merak vardı.

 

O an, kalbimde bir çırpınma hissettim ama yüzümde hiçbir değişiklik yoktu. Başımı hafifçe eğdim, bir an için gözlerim yere kaydı. "Evet," dedim.

 

"Çok güzelmiş," dedi Doğu, gözlerinde bir onay ve hayranlık vardı. "Elinden çıkan her şey kendini belli ediyor."

 

"Gerçekten mi?" dedim, çocukça bir hevesle, gözlerimde bir ışıltı belirdi.

 

Daha önce çok kişiden iltifat almıştım, işim binlerce dergide çıkmış, tasarımlarım ödüller kazanmıştı. Her şey bir kenara, o an sadece Doğu'nun söyledikleri, sanki bana bir şeyler başarmışım gibi hissettirdi. Onun bu sözleri, diğerlerinin tüm övgülerinden çok daha derindi.

 

O kadar güçlü bir anlam taşıyordu ki, adeta içimde bir sıcaklık dalgası yayıldı. Gerçekten bir başarıyı başarmış gibi hissettim, ama bu başarının yalnızca dışsal değil, içsel bir ödül olduğunu fark ettim. O an, bana kendimi özel ve değerli hissettiren tek şey Doğu'nun içtenliği oldu.

 

"Gerçekten," dedi, yaklaşırken o karşımda duruyordu ve ben yatakta otururken, o kadar büyük ve güçlü bir şekilde duruyordu ki, sanki bütün oda ona aitti. Bir süre sonra, hiç acele etmeden, yavaşça eğildiğinde, elimde duran ayakkabıyı parmak uçlarımdan çekip nazikçe eline aldı.

 

Ellerinin sıcaklığı, elbisemin kumaşındaki soğukla zıtlaşıyor, içimde bir huzur bırakıyordu. O an, zaman yavaşlamış gibiydi. Elindeki elbisenin kumaş parçasını dikkatlice inceledikten sonra, gözleri tekrar benimle buluştu.

 

"Bunlar gerçekten senin eserlerin," dedi, ellerini bir an daha ayakkabının üzerinde gezdirerek. "Her şeyin kendine özgü, benzersiz ve... zarif."

 

Ayakkabı parmaklarımdan kayıp gittiğinde dizi yeri bulduğunda önümde eğilmişti.

 

Gözlerindeki o kararlı bakışla, bana doğru eğildi. Bir an sessizlik hakim oldu, sadece derin nefeslerimiz duyuluyordu. Sonra, parmaklarımın ucunda hissettiğim hafif titreşimle, ayakkabıyı yavaşça ayağıma doğru kaydırdı.

 

O an, sanki bir anlık dünyanın merkezinde gibi hissettim. Doğu'nun elleri her hareket ettiğinde, hissettiklerim de biraz daha derinleşiyordu. Ayakkabıyı giydirirken, hiçbir şeyin aceleye gelmediği bir sakinlik vardı. Gözlerimiz ara ara buluştu, ama ikimizin de bir şey söylemeye gerek yoktu.

 

Ayakkabının tam oturduğundan emin olduktan sonra, Doğu hafifçe başını kaldırdı ve bir an sessizce bana baktı. "Tamam," dedi, bir gülümseme ile. "Ama hala biraz eksik gibi."

 

Yavaşça elini uzattı ve parmakları, benimkileri nazikçe kavradı.

 

Ayağa kalkarken, kalbimdeki her çarpışma biraz daha hızlandı.

 

Doğu, gözlerimden kaçmadan, elini usulca cebine soktu. Hızla ama dikkatlice, ince bir kumaşla sarılı küçük bir kutu çıkardı. Kutunun dışındaki ince kadife, her hareketinde zarif bir şekilde parlıyordu, sanki içinde saklanan şeyin önemini anlatan bir işaret gibi.

 

Bir an her şeyin ne kadar sessizleştiğini fark ettim. Gözlerim kutuya takılı kaldı. O an, kalbimde bir soru, bir merak belirirken, Doğu'nun yüzündeki o sakin ama derin gülümseme bana her şeyin doğru olduğuna dair bir güven verdi.

 

"Şimdi tamamlanacaksın." dedi.

 

Yavaşça kutuyu açarken, her şeyin zamanın gerisinde durduğu, yalnızca o anı yaşadığım bir atmosferde buldum kendimi. Doğu'nun elleri, kutunun kapağını kaldırırken bir an titremedi.

 

Doğu, kutuyu yavaşça bana çevirdiğinde, içindeki şeyin ışığı sanki odayı aydınlatmaya başlamıştı. İnce ama zarif altın bir zincir, parmaklarının ucuna doğru uzanıyordu. Zincirin ucunda, sanki etrafına ışık saçan gerçek bir yıldız vardı. Işığı, her yönüyle parlıyor ve odanın köşelerine yansıyarak etrafı aydınlatıyordu. Yıldız, o kadar doğal ve parlaktı ki, sanki başka bir dünyadan gelmişti, bana sunulmak için.

 

 

Zincirin parlaklığı, yıldızın etrafındaki ışıkla birleşerek her hareketiyle etrafı daha da canlandırıyordu. Bir anda, bu küçük ama büyülü parça her şeyi değiştirdi. Yıldızın ışığı, ruhuma derinden işledi ve bu hediye sadece fiziksel bir nesne değil, Doğu'nun bana sunduğu bir bağ, bir anıydı.

 

Doğu, gözlerindeki anlamlı bakışıyla, kolyeyi bana doğru uzattı. "Işığın hep parlasın," dedi, sesi bir dua gibi. "Her zaman seni bulsun."

 

Kolye, sadece bir hediye değil, aynı zamanda bir vaat gibiydi. O an, her şeyin daha parlak, daha derin olduğunu hissettim. Parmaklarım, nazikçe kolyenin zincirini aldığında, ışığı daha da yakından hissediyordum. Yıldız, tıpkı içinde bulunduğum bu an gibi, sadece bana ait oluyordu.

 

"Sen parla ki, ben de yolumu hep göreyim," dedi, gözlerindeki anlamla. Bir an, bu sözlerin ne kadar derin olduğunu fark ettim. O kadar basit görünüyordu ki, ama bir o kadar da güçlüydü. Gözlerindeki parıltı, bana sadece ışık vermekle kalmayıp, aynı zamanda onun yolculuğunda bana ihtiyaç duyduğunu, birbirimizin gücünü tamamladığımızı hissettiriyordu.

 

Kolyeyi ona uzattığımda Doğu, sessizce zinciri açtı. Ellerinin hareketini takip ettim, parmaklarının arasından geçen ince halkalar, çıkardığı hafif ses... Nefesimi tuttum.

 

Başımı hafifçe kaldırdım. O ise parmaklarını saçlarımın arasından geçirerek zinciri ensemde birleştirdi. Metalin soğukluğu tenime değdiğinde ürperdim ama hemen ardından gelen sıcaklık, çok daha yoğundu. Ellerini çekerken bile bir an daha orada kalacakmış gibi hissettirdi. Kolye, boynuma tam oturduğunda içimi derin bir nefesle doldurdum.

 

Sanki ağırlığı vardı. Sadece metalin değil, taşıdığı anlamın.

 

Doğu'nun parmakları saçlarımın arasından süzülerek enseme dokunduğunda istemsizce gözlerimi kapattım. Zincirin soğuk halkaları tenime değdi ama ondan önce nefesi... Sanki bir sızı gibi ensemden tüm vücuduma yayıldı.

 

Parmak uçları hafifçe tenime sürtünerek zinciri kilitlerken içimi tarifi zor bir his kapladı. Doğu'nun elleri usulca çekildi, ama o an, bir şey eksilmiş gibi hissettim.

 

Ellerimi kolyenin üzerine götürdüm, parmaklarımı taşın etrafında gezdirdim. Ağırlığını hissettim. Sadece metalin değil, içinde saklı olan her şeyin...

 

Başımı hafifçe kaldırıp Doğu'ya baktığımda gözleri, her zamanki gibi sakindi ama içinde tanımlayamadığım bir şey vardı.

 

"Teşekkür ederim," dedim, sesim beklediğimden daha yumuşaktı.

 

Gözlerini benden çekmeden, sesi hafifçe alçalarak sordu, "Beğendin mi?"

 

Gözleri boynumda gezinirken nefesimi tutmam gerektiğini hissettim. Söyleyeceğim kelime boğazımda düğümlendi, ama bu sessizliği onun anlamasını istedim. Parmaklarımı kolyenin taşından ayırıp hafifçe başımı salladım.

 

"Evet çok."

 

Sesim neredeyse bir fısıltı gibiydi. Ama o duydu. Gözleri bir an daha boynumda gezindi, sonra yavaşça yüzüme döndü.

 

"Onu hep boynunda görmek istiyorum."

 

Söylediği şey, basit bir cümleden çok daha fazlasıydı. İçinde bir istek, bir bağlılık, belki de farkında olmadan ortaya çıkan bir sahiplenme vardı. O an, içimde bir şeyin titrediğini hissettim.

 

Kolyeyi avucumda biraz daha sıktım, sonra gözlerimi Doğu'dan ayırmadan sordum "Neden?"

 

Gözleri kısa bir an bana sabitlendi. Sonra derin bir nefes aldı, başını hafifçe eğdi. "Çünkü hep orada olması gerektiğini hissediyorum. Ve belki de... görmek bana iyi gelecek."

 

Sözleri içime ağır bir şekilde oturdu. Doğu hiçbir zaman gereksiz cümleler kurmazdı. Bir şeyi söylüyorsa, gerçekten hissediyordu. Ve şimdi, bunu bana açıkça hissettiriyordu.

 

Parmaklarımı kolyenin taşında biraz daha gezdirdim, soğuk yüzeyi tenime biraz daha alışırken içimdeki o karmaşık duygularla mücadele ettim.

 

"Bazen bazı şeyler yerini bulur," dedi. "Ve bu kolyenin yeri senin boynun."

 

"Bu kadar basit mi?" diye sordum. "Yerini bulduğu için mi?"

 

Derin bir nefes aldı. "Hayır," dedi dürüstçe. "Basit değil. Hiçbir şey basit değil."

 

Bir an, gözlerimde bir şey arar gibi baktı. Sonra sesi biraz daha derinleşti. "Bazı şeyler insana iyi gelir, Rona. Bunu neden aldığımı, neden sana vermek için can attığımı bilmiyorum. Ama boynunda görmek... doğru hissettiriyor. Belki de bu yüzden."

 

Sözleri içimde bir yerlere dokundu. Onun için ne anlama geldiğini hâlâ tam olarak çözebilmiş değildim ama bunun sıradan bir şey olmadığını anlıyordum.

 

Parmaklarımı zincirin üzerine götürdüm, onu hafifçe boynumun çevresinde hissettim. Sonra gözlerimi Doğu'dan ayırmadan başımı salladım. "Hep boynumda olacak."

 

Bir an için yüzündeki çizgiler gevşedi. Sonra sadece başını eğerek, sessizce onayladı.

 

 

O an kapı acele bir şekilde çalındığında Doğu kapıyı açmak için içeri geçmişti ben de arkasından içeri girdiğimde kapıda bizi azarlamayı hazır bir şekilde bekleyen bir adet Şebnem mevcuttu.

 

Şebnem, koyu lacivert, ince dokulu bir elbise giymişti. Dizlerinin hemen bir karış üstünde biten elbise, belini sıkıca sararak ona zarif bir hava katıyordu. Hafif balon kolları, kıyafete eski zamanlardan kalma bir asalet hissi veriyordu. Ayaklarında topuk kısmı açık, krem rengi zarif ayakkabılar vardı. Boynunda ise,ince pırlanta kolye parlıyordu. Saçlarını gevşek dalgalar halinde bırakmıştı, birkaç tutam yüzünün yanlarına düşmüş, bu da ona hem rahat hem de özenli bir görünüm katmış

 

"Misafirler geldiler, hanımefendi. Aşağı inmeyecek misiniz?" diye hafif alaycı bir sesle sordu.

 

Şebnem'e yan gözle bakıp kaşlarımı hafifçe çattım. "Sanki ilk kez yapıyormuşuz gibi, her seferinde aynı telaşı yapmasan mı artık?" dedim, sesime hafif bir bıkkınlık katarak.

 

Gözlerini devirdi. "Geriliyorum, sadece..."

 

Şebnem, "Rona, kolyen yeni mi?" diyerek elini boynuma doğru uzattığında birden duraksadı. Yüzündeki ifade aniden değişti, gözleri hafifçe kaydı ve dengesi bozulmuş gibi bir an sendeledi.

 

"Şebnem?" diye seslendim, refleksle koluna yapışarak onu tutmaya çalıştım. O ise gözlerini kırpıştırarak derin bir nefes aldı

 

 

"Bir an... Başım döndü," diye mırıldandı, diğer elini şakağına götürerek.

 

Kaşlarımı çattım, onu dikkatle süzdüm. "İyi misin?"

 

Doğu Şebnem için bir sandalye getirdiğinde Şebnem oturmayı reddederek hafifçe gülümseyerek elini kaldırdı. "Yok, yok. Sorun yok. Sadece bir anlığına... "

 

"Şebnem hiç iyi gözükmüyorsun rengin bezin attı yemek yemedin mi sen?"

 

"Sorun yok Roni'm iyiyim koşuşturmaya kaptırmışım kendimi bir şey yok sakin ol."

 

Sözleri beni tatmin etmemişti, içimde hafif bir huzursuzluk vardı. Şebnem'in gözlerindeki o kısa süreli dalgınlık gözümün önünden gitmiyordu.

 

"Hadi aşağıda herkes seni bekliyor sen konuşmadan program açılmıyor biliyorsun."

 

 

"Şebnem sen kalıp dinlen yemek söyleyelim sana," dedim Doğu'ya bakarak onunda gözleri Şebnem'in üstündeydi.

 

"Rohat nerede?" dedi Doğu sadece düz bir sesle.

 

Şebnem'in yüzündeki o ani değişimi ikimiz de fark etmiştik. Gözleri bir an için boşluğa bakar gibi dalıp gitti, sonra hızla toparlandı. Ama artık çok geçti ifadesini yakalamıştım.

 

"Bilmiyorum!" deyip kestirip attı. Sesi her zamanki gibi kararlıydı ama bu defa içinde ince bir gerginlik seziliyordu.

 

 

Kaşlarımı hafifçe çatarak ona baktım. "Şebnem..."

 

 

"Ne?" diye sordu, sanki hiçbir şey olmamış gibi, hatta biraz da meydan okurcasına. Ama gözleri kaçamak hareket ediyordu, bunu fark etmememi umuyor gibiydi.

 

Kollarımı göğsümde bağlayıp derin bir nefes aldım. "Gerçekten bilmiyor musun, yoksa bilmek istemiyor musun?"

 

Şebnem gözlerini kısıp bana dik dik baktı. "Rona, lütfen."

 

"Lütfen ne, Şebnem neler oluyor?"

 

Bir an durdu, sonra başını hızla iki yana salladı. "Bunu şimdi konuşmayalım."

 

Bu kaçışın altında bir şey vardı, bunu anlamamak mümkün değildi. İçimde bir huzursuzluk kıpırdanırken Şebnem çoktan adımlarını hızlandırmıştı.

 

 

Peşinden hızla çıkmaya yeltendiğimde Doğu, kolunu hafifçe kaldırarak önümde bir set gibi durdu. Gözleri sakindi ama bakışlarındaki ciddiyet, Şebnem'in ani kaçışını benim kadar dikkatle izlediğini gösteriyordu.

 

"Şimdi bırak," dedi, sesi alçak ama kararlıydı. "Belli ki konuşacak halde değil. Ben Rohat'ı bulur, öğrenirim. Sen canını sıkma."

 

Ama içimdeki huzursuzluk yerinde durmuyordu. Şebnem'in az önce geçtiği yeri işaret ederek, "Bir şey olmuş, Doğu. Söylemiyor," dedim.

 

Doğu, gözlerini hafifçe kıstı. Bir an sustu, belli ki düşündü. Sonra derin bir nefes alarak başını hafifçe yana eğdi. "Farkındayım ama şimdi anlatmayacak belli ki."

 

"Peki ne yapacağız?" diye sordum.

 

Doğu bir an duraksadı, sonra başını kapıya doğru çevirdi. "Sen şimdi hiçbir şey yapmayacaksın. Ben öğrenirim."

 

"Tamam," dedim, zorla da olsa. "Ama öğrendiğinde bana da söyleyeceksin."

 

Doğu başını hafifçe eğerek onayladı. Ama içimdeki huzursuzluk hâlâ geçmemişti.

 

 

🔗

 

 

Büyük davet salonu, içerideki kalabalıkla birlikte iyice ısınmıştı. Kristal avizelerden süzülen ışıklar, geniş salonun her köşesini aydınlatıyor, duvarlardaki işlemeli detayları daha da belirgin hale getiriyordu. İnce porselen tabakların ve kristal bardakların tınısı, hafifçe yükselen sohbetlere karışıyor, ortama zarif ama hareketli bir hava katıyordu.

 

 

Doğu ve ben salonun ortasında yüksek masaların birinde dururken fazlasıyla ilgi odağı olmuştuk.

 

 

O kadar insanın içinde, her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu ama içimdeki huzursuzluk da bir türlü dağılmıyordu. Şebnem'in hâlâ yanımda olmadığını fark ettiğimde gözlerim onu aramak için salonu taradı.

 

Tam o anda, Doğu'nun sesi yanımda belirdi. "Şimdiye odaklan, Rona."

 

Başımı çevirip ona baktım. Gözleri kararlı ama sakindi. Bu geceye dair üzerime düşeni yapmam gerektiğini biliyordum, ama kafamın içindeki sorular...

 

Derin bir nefes aldım. "Biliyorum," dedim kısık bir sesle.

 

 

Genç bir kadın sahnenin ortasına doğru ilerlediğinde, salon hafifçe sessizleşti. Elindeki mikrofonu kendine yakınlaştırırken yüzünde zarif ama kendinden emin bir gülümseme vardı. Uzun, koyu renkli bir elbise giymişti, omuzlarından dökülen kumaş, hareket ettikçe ışığın altında hafifçe parlıyordu.

 

 

Mikrofonu dudaklarına yaklaştırıp sıcak bir sesle konuşmaya başladı. "İpeoğlu Tekstil'in 100. yıl dönümü kutlamasına hepiniz hoş geldiniz."

 

 

Salondan nazik bir alkış yükseldi. Kadın, bakışlarını davetlilerin üzerinde gezdirerek devam etti.

 

"Bir asır önce küçük bir atölyede başlayan bu yolculuk, bugün ülkemizin ve hatta dünyanın dört bir yanında tanınan bir marka haline geldi. Bu büyük başarı, yalnızca iş dünyasında değil, aynı zamanda İpekoğlu ailesinin köklü değerlerinde ve hep birlikte yarattığımız güven ortamında saklı. Bu akşam, geçmişimizi onurlandırmak ve geleceğe atacağımız yeni adımları kutlamak için buradayız."

 

 

Ben, kadının konuşmasını dinlerken gözlerimi salonda gezdirdim. Herkes dikkatle onu dinliyordu ama ben, bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Gözlerim bir an için Doğu'yu buldu. Fakat onun gözleri çoktan benim üstümdeydi.

 

Kadın, konuşmasını sürdürürken mikrofonu biraz daha yaklaştırarak salonun tamamına hitap etti. Sözlerinin sonunu büyük bir heyecan ve gururla getirdi.

 

 

"Şimdi, bu özel geceye renk katan, markamızın her bir tasarımında iz bırakan, modaya yepyeni bir soluk getiren bir ismi çağırmak istiyorum. İpeoğlu Tekstil'in CEO'su ve baş tasarımcımız, bunca yıldır tasarımlarıyla adından sıkça söz ettiren ve sektöre kattığı yeniliklerle bizi gururlandıran Rona İpeoğlu! Kendisi, hem vizyoner hem de yaratıcı bir lider olarak, markamızı her geçen yıl daha da yukarıya taşıdı. Şimdi, Rona İpeoğlu'nu açılış konuşmasını yapmak üzere huzurlarınıza davet ediyorum."

 

 

Kadının sesi salondaki tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Davetlilerden birkaçı alkışlara başladılar, ardından alkışlar hızla yayılmaya devam etti. Gözlerim bir an için sabitleşti kalbim hızlıca atmaya başladı. Bütün o gözlerin üzerimde olduğunu hissettim.

 

 

Önce gözlerim Doğu'yla birleştiğinde o da beni alkışlayanların arasında memnunca gülümsüyordu.

 

Derin bir nefes alıp sahneye doğru adım atmaya başladığımda, kadın hâlâ bana doğru gülümsüyordu. İpeoğlu'nun logosunun olduğu dev ekranın hemen arkasında, ışıklar bana odaklanmıştı.

 

Sahneye doğru ilerlerken, kalbimdeki heyecanı bastırmaya çalıştım ama biraz önceki huzursuzluk hâlâ içimdeydi. Bir an için etrafıma bakarak davetlilere odaklandım. Arkasında durduğum bu markanın, her zaman en iyisini yapma arzusunun ne kadar büyük bir yük olduğunu hissettim. Şimdi bu gece, yıllarca süren bir emeğin, azmin ve cesaretin sonucu olarak büyük bir adım olacaktı.

 

 

Sahneye çıkar çıkmaz mikrofonu elime aldım. Alkışlar biraz daha hızla kesildi ve salon yeniden derin bir sessizliğe büründü. Gözlerim önce salonda, sonra önümdeki birkaç sıradaki dostlarımda gezindi. Sonunda derin bir nefes alarak, mikrofonu dudaklarıma yaklaştırdım.

 

 

"Teşekkür ederim," dedim, mikrofona büyük bir gururla. Sesim salondaki gergin sessizliği delip geçti. "Merhabalar, önce küçük bir düzeltme yapmak istiyorum."

 

 

Salondaki herkesin dikkatle bana odaklandığını fark ettim. Havanın içindeki sessizlik bir an daha derinleşti. Bütün gözler üzerimdeydi. İçimdeki heyecanı biraz olsun bastırarak, devam ettim.

 

 

"Belki bir kısmınız hala bilmiyordur fakat, bir süre önce evlendim. Yani, ben Rona Karahanlı."

 

Sözlerim salonda yankılandı. Birkaç saniye için bir şeyler çaktırmadan yer değiştirdi, insanlar birbiriyle sessizce fısıldadılar, gözlerindeki şaşkınlık karışımı ifadeleri görmektense, benim için önemli olan tek bir şey vardı. O da kendi kimliğimi ve yolumu kabul etmemdi.

 

 

Beni tanıyanlar bu değişikliği hemen hissetmişlerdi. Ama benim için artık bu, sadece yeni bir adımdı, bir başlangıçtı.

 

 

Bir saniye daha durdum, derin bir nefes alarak sözüme devam ettim.

 

"Hepinizi burada görmekten büyük mutluluk duyuyorum. Bugün, geçmişin başarılarını kutladığımız, ama aynı zamanda geleceğe dönük büyük adımlar atacağımız bir gün. İpeoğlu Tekstil'in 100. yılını birlikte kutlamak benim için bir onur."

 

 

Sözlerimi toparlarken biraz daha derin bir nefes alıp gülümsedim. Ve sonra devam ettim.

 

 

"Bir asır önce bir hayalle başlayan bu yolculuğu hep birlikte sürdürdük. Bugün, modanın ve stilin sınırlarını aşarak, her yeni koleksiyonla daha da büyüdük. Ben, her bir tasarımın ardında sadece estetik değil, duygularımızı ve tutkularımızı da yansıttığımıza inanıyorum. Çünkü moda sadece giysi değil, bir ifade şeklidir. Ve her yeni tasarım, kimliğimizin bir yansımasıdır."

 

 

Davetlilerden birkaçı başlarını sallayarak, söylediklerimi onaylarcasına bakışlarını bana yönelttiler. Gözlerim bir an için Doğu'nun durduğu yere kaydı. Onun bakışlarını yakaladım, yüzündeki hafif gülümseme ve güvenli duruşu bana güç verdi.

 

 

"İpeoğlu ailesi olarak, bugüne kadar gösterdiğiniz güven ve desteğiniz için minnettarım. Gelecek için çok heyecanlıyım çünkü önümüzdeki yıllar, bizi bambaşka yerlerde ve başarılarla buluşturacak. Bu yolda hep birlikte ilerleyeceğiz."

 

 

Mikrofonu tutarken derin bir nefes aldım ve salondaki kalabalığa gözlerimi çevirdim. Bir an için herkesin bana odaklandığını hissettim. Gülümsedim, çünkü bu anın benim için ne kadar kıymetli olduğunu biliyordum.

 

 

"Bu özel akşamı hep birlikte kutladığımız için hepinize teşekkür ederim," dedim, sesim salondaki sessizliği delip geçti. "Ama bir teşekkürüm de, her zaman yanımda olan, bana her adımda destek veren, aynı zamanda iş hayatımda en büyük gücüm olan ve de yeni iş ortağım eşime, Doğu'ya."

 

 

Sözlerimi söylerken, salondaki herkesin gözleri bir an için Doğu'ya kaydı. Göz göze geldiğimizde, onun gözlerindeki yansıma bana her şeyin doğru olduğunu hissettirdi. İçimdeki minnettarlığı dile getirmek istedim, ama kelimeler bazen yetersiz kalır, bu da öyle bir andı.

 

 

"Doğu, senin desteğin olmadan bu yolculuğu bu kadar sağlam bir şekilde yürütemezdim," diye devam ettim. "Seninle her şey daha anlamlı, daha güçlü. Teşekkür ederim."

 

 

Doğu'nun yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Doğu'ya bakarken, sözlerimi bitirdiğimde yüzünde beliren ifade, tam anlamıyla derin ve anlamlıydı. Gözleri, sadece bir teşekkürden fazlasını anlatıyordu. İçinde bir yudum gurur, biraz da gizli bir mutluluk vardı. Gözleri bana odaklandığında, o anı sadece bir eşin değil, bir hayat yolcusunun gözleriyle bakıyor gibiydi.

 

 

Yavaşça dudaklarını araladı, fakat hiçbir şey söylemedi. Bir anlık sessizlik oldu, ama içindeki anlam, konuşmak yerine, sadece bana yansıdı. O an bana her şeyi, bir kelimeye gerek duymadan, sadece bakışıyla anlatıyordu. Bu, bizim birbirimizi anlama şeklimizdi.

 

 

Teşekkürlerimi ilettikten sonra, sahneden inmek için adım attım. Her şeyin bir anlık sessizliğe büründüğü o an, platformun sonuna doğru ilerlerken gözlerim doğal olarak Doğu'yu aradı. Ve oradaydı... Ellerini uzatmış, bana doğru bakıyordu. O an, gözlerimiz yine buluştu ve içimdeki tüm korku ve belirsizlik bir anda silindi.

 

 

Doğu'nun elleri, sanki her şeyin doğru olduğu, birlikte her zorluğun üstesinden gelebileceğimizin bir teminatı gibiydi. Uzattığı ellerine doğru adımımı hızlandırdım. Onun beni bekleyen elleri, bana güven veriyordu. Sahnenin o yüksek platformunda, tek ihtiyacım olan şey, Doğu'nun ellerini tutmaktı.

 

 

Bir an durdum, ve onun elleriyle buluştuğumda, dünyadaki tüm gürültü bir kenara çekilmiş gibiydi. O anın içinde, sadece ikimiz vardık.

 

 

"O nasıl güzel konuşmaydı, hanım ağam," dedi Doğu, ellerimi sararken. Sesindeki derinlik ve sıcaklık, her kelimenin altındaki anlamı daha da belirginleştiriyordu. Yavaşça kulağıma yaklaştı ve o anı tam hissetmek için, sadece birkaç saniye duraksadık.

 

"Beğendin mi, Ağam?" dedim adımlarına ayak uydururken. Sesimde hafif bir gülümseme vardı, ama aynı zamanda o kadar derin bir minnettarlık da barındırıyordu. Adımlarımız, birbirine uyumlu bir şekilde ilerlerken, bizi izleyen kalabalığın varlığına rağmen Doğu'nun elini daha sıkı sarıp masaya doğru ilerledim.

 

 

" Ağzından çıkan her bir kelime ezberimde," dedi Doğu, bana doğru yaklaşırken.

 

"O kadar güzeldi yani?" dedim yavaşça gülümseyerek.

 

 

"Çok," dedi. "Özellikle bir kaç kısmı."

 

"Hım. Hangisiymiş onlar?" Gözlerim sahnenin kenarında hafif tonda çalmaya devam eden orkestraya döndüğünde.

 

Doğu'nun sesi, yine o sakin erkeksi ve güçlü tonuyla devam etti "Yukarıda tane tane söylerim, Rona Karahanlı."

 

 

Gülümsemem daha da derinleştiğimde biraz daha yaklaştım, sesimde bir sıcaklık, bir arsızlık vardı. "Söyle bakalım," dedim, hafif bir alayla, "O kısmı ben de merak ettim."

 

O an, salonun giriş kapısında bir şeyin çarpma sesi yankılandı. Aniden herkesin dikkatini çeken bu ses, anın büyüsünü bozarak odakları başka bir yöne çekti. Gözlerim, refleks olarak o yöne kaydı, tüylerim diken diken oldu. Salondaki herkesin yüzündeki şaşkınlık, sessizliğin içinde yankılanıyordu.

 

 

Doğu'nun ifadesi de aniden değişti. Bir an için vücut dili gerildi, hemen sonra kolu beni arkasına aldığında gitmemem için sıkıca tutuyordu.

 

 

Bir süre herkes sessiz kaldı, herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken, orkestranın hafif melodisi bıçak gibi kesildi.

 

 

Bir kalabalık, bir yere doğru toplandığında birkaç ses yankılanıyordu salonda. O an, herkesin dikkatini bir noktaya odaklamasıyla, bir an için gergin bir sessizlik hakim oldu. Birkaç kişi, aceleyle ilerleyip, "Hanımefendi, iyi misiniz?" diye sordular, seslerinde endişe vardı.

 

 

Birinin sesi daha belirginleşti, bir kadının tiz sesi, salonun her köşesine yayılıyordu. "Bayıldı mı?" diye sesini yükseltti.

 

 

Doğu'nun arkasından çıkıp ileriye doğru adım attığımda, kalabalıktan bir kişinin geri çekilmesiyle birlikte yere serilen ateş kızılı saçları görmüştüm. O an, her şey sanki yavaşlamıştı. Gözlerim, o saçların etrafında dönerek yere düşen silueti tanımaya çalıştı. Derin bir sessizlik vardı, tüylerim diken diken olmuştu.

 

"Şebnem!" diye fısıldadım, gözlerimdeki şokla.

 

 

Koşarak kalabalığın içine daldığımda, yere serilen bedenin yanına oturup başını ellerimin arasına aldım. Gözlerim, Şebnem'in yüzüne odaklanırken, içinde bulunduğum dehşetle, adeta her saniye bir ömre bedel gibi geçiyordu. İçimden bir şeyin kopuşunu hissediyordum.

 

"Şebnem!" diye bağırdım, sesi titreyerek, korku ve endişe arasında kaybolan bir çığlıkla. Her şey sanki bir kabus gibiydi zaman, her şey, her şeyin hızı, o kalabalığın sessizliği...

 

Şebnem'in zayıf nefesini, ellerimle başını tutarken duyuyordum, bir şeyler mırıldanıyordu gözlerini açık tutmaya çalışarak.

 

"Doğu ambulansı ara!" diye nerede olduğunu göremeden haykırdım ona.

 

"Şebnem." dedim

 

"Ro-na," dedi zayıf sesiyle, o kadar ince, o kadar kırılgandı ki, neredeyse duyulmaz bir fısıldama gibi geldi. Gözleri, yavaşça bana odaklanıyordu ama yüzündeki ifade, her şeyin zorlaştığını, bir şeylerin kaybolduğunu söylüyordu.

 

 

Elleri, zar zor hareket ederken sanki koruması gereken bir şeymiş gibi, son kalan gücüyle karnını sardı. O an gözlerim, ilk kez karnıyla birleştiğinde, bacaklarını saran kanı fark ettim. Koyu kırmızı bir iz, bedeninin etrafını sarmıştı ve her şey bir anda netleşti.

 

Şebnem'in gözleri, yavaşça bana doğru odaklandı, ama o bakışlarda zaten bir şeyler kaybolmuş gibiydi. Her nefesi daha da zorlaşıyor, her hareketi daha da yavaşlıyordu. "Rona..." dedi yine, sesi zar zor çıkıyordu, ama bu sefer sesindeki acıyı, umudu kaybetmişliğini duydum.

 

 

"Bebeğimi kurtar."

 

 

 

Bölüm Sonu

Bölüm : 25.04.2025 20:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...