
Sezon finalinden önce ki son bölümdü bu. Bir daha ki cuma sezon finali vereceğiz. Uzun değil kısa bir ara, bu sürede de eski bölümlerin akışını değiştirmeden düzenleyeceğim.
Keyifli okumalar, yıldızları ve yorumları unutmayalım.
…
•
Doğu'nun Işığı
•
"28.Bölüm Kimin Yarası Daha Derin"
Her şeyin bir eşiği vardır.
Görünmezdir bu eşik; ne bir taşla işaretlenmiştir, ne bir çığlıkla. Sessizce aşılır. İnsan onu geçtiğini ancak çok sonra anlar artık geriye dönemeyeceği bir noktada, zamanın kendisine bile sırt çevirdiği bir yerde.
Rona o eşiğe yaklaşıyordu. Henüz bilmiyordu. Güne alışılmış bir biçimde uyanmıştı; yatağının kenarında sol ayağını yere ilk koyduğunda içinden geçen düşünce sıradan bir hatıra olmuştu. Ama kader, işte tam da böyle anlarda gömleğini değiştirir.
O sabah şehir, sabah değilmiş gibiydi.
Güneş doğmuştu ama ışık, yolunu kaybetmiş gibiydi; sokakların ucuna kadar uzanmak yerine pencere pervazlarında asılı kalıyor, içeriye girmeye cesaret edemiyordu. Gökyüzü mavi bile değildi, sadece rengini unutmuş gibiydi. Ve rüzgâr... Rüzgârın bir niyeti vardı artık. Taşıdığı hava, önceden geçmediği yerlerden geliyordu eski mezarlıkların kıyısından, küllenmiş yangın yerlerinin üstünden.
Bu, doğanın değil, anlatının suskunlaşmasıydı. Çünkü büyük bir şey yaklaşıyordu.
Ne bir patlamayla gelecekti, ne de fırtınayla. Felaket, bazen bir cümlede başlar. Bazen bir bakışta.
Bazen, çok uzun süredir unutulmuş bir kapının tekrar çalınmasıyla.
Ve o kapı, açılmak üzereydi.
Rona'nın fark etmediği şey şuydu. Bazen bütün bir hayat, tek bir gün için hazırlanır. Ve o gün geldiğinde, geçmişin bütün kırıkları sessizce yerinden kalkar. Gömülen ne varsa, o gün yüzeye çıkar. Ve bazı anneler, bazı kızlar ve bazı seçimler, nihayet aynı odada buluşur.
Felaket, çoktan yola çıkmıştı.
Ve ona doğru yürüyordu.
.
Hiçbir şey yoktu.
Ne bir duvar, ne bir gökyüzü, ne bir toprak parçası... Bir boşluğun ortasındaydım. Göz alabildiğine geniş, kör bir griyle kuşatılmıştı etrafım. Hava, ne sıcak ne soğuktu varla yok arası bir hâl. Ayakta mıydım, düşmek üzere mi, bilmiyordum o an. Zaman, burada yaşamıyordu.
Bir adım attım ama yer değişmedi. Boşluk, benimle hareket ediyordu sanki.
Uzakta bir karartı belirdi. Önce sis gibi. Sonra bir şekil. Bir silüet.
Doğu.
Evet, oydu.
Kalbim onu hissetti. Gözlerimle seçemedim yüzünü ama o varlığın Doğu olduğundan emindim.
"Doğu!" diye seslendim.
Ama sesim çıkmadı. Boğazımdan kelimeler değil, kuru bir hava geçti sadece. Sanki ağzımın içi kum doluydu.
Yine denedim ona ulaşmaya.
"Doğu!"
Dudaklarım kıpırdadı, ciğerlerim doldu, bağırdım ama ses yoktu.
Doğu ise hareketsizdi. Aramızda ki ölçülemeyen bir mesafe vardı. Ne kadar koşsam da kapanmayacak bir aralık. Fakat, adım attım ona doğru. Koşmaya başladım var gücümle.
Koştum.
Koştum. Ama hiçbir şey değişmedi. Mesafe hep aynı kaldı.
Doğu birden başını çevirdi. Bakıyordu. Bana değil, boşluğun başka bir yerine.
O an ruhumu sızlatan sesin varlığını bana gösteren o şey oldu.
Bir ses patladı...
İlk başta yalnızca bir yankıydı. Uzaktan gelen metalik bir uğultu. Sonra yakınlaştı.
Bu bir silahın sesiydi ve bu ses her şeyin içinden geçti...
Dünyanın duvarlarını parçalayan, sessizliği yarıp atan, kulakları sağır eden bir patlama.
Zaman çatladı. Gri boşluk titredi.
Ellerimle ruhumu delen sesi kesmek için kulaklarımı kapattım ama ses bedenin içinden geliyordu artık.
Doğu yoktu.
Az önce orada olan karartı, bir toz gibi silinmişti.
...Boşlukta birden bir ses duyuldu.
Ne erkekti ne kadın, ne uzaktan ne yakından geliyordu.
Bir fısıltıydı. Ama doğrudan kulağımın içine düşen, sanki içten dışa doğru yayılan bir karanlık gibi.
"Mirin bêdeng tê, wek xewnek dîlê digire."
(Ölüm sessiz gelir, bir rüya gibi kalbi sarar.)
Uyanmak, bir yüzeye çarpmak gibiydi.
İçten dışa doğru, bütün kaburgalarıma sızarak gelen bir sancıyla uyandım. Göğsümün tam ortasında, kalbimin bulunduğu yerde keskin, ince ve derin bir acı vardı. Sanki biri içeriye eğilmiş, kalbimin üzerine usulca bir taş bırakmıştı. Küçük değil... Sessiz ama ağır bir taş. Nefes almama izin vermeyecek kadar yer kaplayan bir şey.
Bir an, gerçekten ölüyor muyum diye düşündüm. Çünkü ne sesim vardı, ne tenimde sıcaklık. Gözlerimi açtım ama bedenim hâlâ bana ait değil gibiydi. Terlemiştim, öyle ki sanki biri beni uykumda suya sokup çıkarmış da yatağa geri yatırmıştı. Yastık nemliydi, saçlarım enseme yapışmış, tişörtüm göğsümde bir yük gibi duruyordu.
Bir anda, hiç hazırlıksız, kendimi yatakta doğrulmuş buldum. Nefesim kesilmişti, kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu. Terden sırılsıklamdım, yüzüm yanıyordu. Gözlerimi kapatmaya çalıştım ama karanlık daha da derinleşti, boğazımda yumru, ciğerlerimde ağırlık vardı.
O an banyo kapısının ardından Doğu'nun sesi geldi. "Rona?" diye seslendi, tedirgin, endişeli.
Sesini duyduğum anda tuttuğun nefesim sanki özgür kalınmış bir kuş gibi salındı.
"Doğu." İsmini anmam bana şu an bir nimetti.
Yatağa yaklaşıp oturdu, yüzü ne olduğu anlamaz halde kıvrılırken elleri yüzümün her zerresini kapladı. "İyi misin güzelim, ne oldu? Kan ter içinde kalmışsın."
Parmakları yüzüme yapışan saçlarımı geri itip arkada toplamıştı. Gözlerine baktım, o karışıklık ve endişe arasında sanki biraz da çaresizlik vardı. Bir şeyler söylemek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi.
"Bir rüya... Korkunç bir rüya gördüm," diye fısıldadım sonunda, sesim kırılgan ve zayıftı.
Doğu biraz daha yaklaştı, elleri hafifçe omuzlarımı sardı, ama ben hâlâ sarsılıyordum.
"Anlat bana," dedi, "ben buradayım artık. Ne gördün?"
Ama ben, kelimelerin içinde boğulurken sadece gözlerimi kapattım, o boşluğu tekrar yaşayacak kadar cesaretim yoktu.
"Duymuyordun beni..." Ellerimi kucağımda topladım sessizce.
"Karşımdaydın baktın ama görmedin beni...Bağırdım. Duymadın." Ne için kızgındım ona şuan bilmiyorum fakat ruhum eksik kalmış gibiydi. Bedenim uyanmış ama sanki bir parçam orada esir kalmıştı.
Elleri yüzümü şefkatle sardı, parmakları tenimde iz bırakır gibi dokunuyordu. Gözlerimin içine bakarken fısıldadı yavaşça. "Yerin bin kat dibinde olsan, gökyüzünün bin kat yüksekliğinde bile, sen bana fısıldasan, gözlerim kapalı olsa da duyar, görür, hissederim seni. Çünkü sen, sadece sesinle değil, ruhunun en derininde benim içimde yaşıyorsun. Uzaklıklar, mesafeler, sessizlikler... hiçbiri senin izin silemez." O sözler dudaklarından döküldüğü anda, içimde uzun zamandır susturduğum bir şey kıpırdadı.
Kalbim öyle hızlı çarptı ki, sanki o an duracak gibiydi. Birden gözlerim doldu, ama bu sefer sadece hüzün değildi içinde umut, korku ve sonsuz bir güven vardı.
Beni böyle görebilmesi, böyle hissetmesi...
Beni ben olduğumla, tüm kırık yanlarımla kabul etmesi...
İşte o anda, yalnız olmadığımı, kaybolmadığımı, yaşadığımı anladım.
"Duymak..." dedim fısıltıyla, "İşte şimdi gerçekten duydun beni."
Yanaklarımda olan ellerine uzandım. "Doğu... ne kadar uzak olursak olalım, o ışık benim yolumda hep yanacak. Senin sesin, benim en derin yerimde yankılanacak."
"Uzak olma benden, Rona. Tek bir adıma bile tahammül edemem. Sen benden uzak olma."
"Şayet," dedim, boğuk bir yutkunmayla, "bir gün birbirimizden ayrı düşersek, yıldızlara bak. İçlerinden biri benim sesim olsun. Orada seni bulur, seni çağırırım. Çünkü ne kadar uzak olursak olalım, seni hep göreceğim."
Sözcükler boğazımda düğümlendi, sustum. Uzun, derin bir nefes aldım. O an sadece durdum.
Gözlerim geçmişin karanlık koridorlarında gezindi; oradaydı o. Biliyorum, çünkü ben de oradaydım. Gıcırdayan eski bir kapının ardında karşılaşmıştık. Ela gözleri öfkeyle parıldıyordu bana. Benim sesimse nefretle yankılanıyordu ona karşı.
Şimdi, ellerinde yitip giden parmaklarım, bir zamanlar sofrasını dağıtan ellerdi. Bir merdivenin basamağında, küçük iki çocuk yan yana oturuyordu.
Bir avlunun verandasında dudakları ateşle buluştu; yandılar, yaktılar.
İki dilsiz gibi birbirine bakarken bile, beraber döndük aydınlığa. Karanlık ne kadar sinsiyse, biz o kadar kararlıyız; onunla birlikte aydınlık için savaşıyoruz.
"Belki bir gün..." dedim içimdeki o kırılgan kız çocuğuna, "belki bir gün bu savaşı onunla kazanır, mutlu oluruz."
Doğu, gözlerime derin bir kararlılıkla baktı ve fısıldadı "Sen yanımda olacaksın, Rona.
Gökyüzüne birlikte bakacağız, yıldızlar bizim sırdaşımız olacak. O maviliklerin, tüm karanlıkları yok edecek ve seninle el ele, sessizliğin içinde huzuru bulacağız."
Sanki bir dua gibiydi bu cümleler. Zamandan kopuk, mekândan azade. Gözlerine baktım. Oradaydı. Bütünüyle, sorgusuz, yalın bir sevgiyle. Belki de bu yüzden içimde bir şey gevşedi. Kalbimin sıkı yumruğu azıcık açıldı.
"Biraz daha uyu güzelim kahvaltı hazır olunca uyandırırım seni." Başımı yavaşça yastığa doğru getirdi. "Ben buradayım," dedi fısıltıyla.
Gerçekten de o an, oradaydık. Ne geçmişin yaraları, ne geleceğin bilinmezliği... Sadece o anın içindeydik.
Doğu da uzandı, elleri saçlarımda gezindi. Bedenim gevşedi. Sessizce gözlerimi kapattım. Uyuyakalmadım ama uyanık da sayılmazdım. Arada bir yerdeydim. Kalbimden geçen düşünceler, bir nehir gibi sessizce akıyor, hiçbirine tutunmuyordum.
Rüyam hâlâ tenimdeydi. O sonsuzluk hissi, o vedaya benzeyen sıcaklık. Ama şimdi, burada, Doğu'nun yanı başında... sanki o rüya sadece uzak bir hayaldi. Gerçek olan, bu andı. Bu huzur.
Kendi kendime gülümsedim, bugünlük iyiyim, dedim içimden. Bugün, sadece bugün... her şey yolunda gibi.
Ama içimde çok derin bir yerde, küçük bir sessizlik bekliyordu. Bir kıyıya vurmak üzere olan düşünce gibi... Henüz dile gelmemiş bir karar gibi.
.
Güneş tam tepeye varmadan, yumuşak bir ışıkla avlunun taşlarını okşuyordu. Hava ılık, rüzgâr hafifti. Zaman, sanki ağır çekimde akıyordu bu sabah. Pazar günleri, her zaman biraz daha sessizdir zaten. Ama bugün... başka bir dinginlik vardı havada.Bir şey eksik değildi. Bir şey fazlaydı.
Başım Doğu'nun bacaklarına yaslanmış, gökyüzüne bakıyordum. Gözlerimi kısmadan maviye odaklandım. Ne bir düşünce geçti aklımdan, ne bir plan. Sadece oradaydım. Olduğum yerde, hiçbir yere gitmeden, hiçbir yere ait olmak zorunda hissetmeden...
Doğu'nun önünde ki masada olan laptopunun tuşlarına arada bir bastığını duyuyordum. Parmaklarının sesleri bile tanıdıktı artık. Sanki o ses bile beni rahatlatıyordu. Yanımda olduğunu bilmek yetiyordu. Konuşmasına gerek yoktu. Zaten bazı anlar, sessiz kalındığında daha çok şey söyler.
Bir elimle uzanıp , avlunun taş zeminine dokundum. Sıcaktı. Bu taşların bile hafızası var gibi geliyordu bazen bana. Ne çok şey görüp geçirmişlerdir kim bilir. Belki de o yüzden bu kadar sağlamlar. Zamana direnmiyorlar. Ona karışıyorlar.
Doğu, diğer dizinin üzerindeki notlara eğildi, göz ucuyla da bana bakıp gülümsedi.
"Uyuyakaldın sandım," dedi. Gülümsedim ben de.
İçim sakindi. İlk defa hiçbir şeyi kontrol etmeye çalışmıyordum. Ne kendimi, ne onu, ne de hayatı.
Sadece izin veriyordu anın akmasına.Bizi nereye götüreceğini bilmeden.
Bir haftadır ilk defa hiçbir karar düşünmüyordum. Sadece elimi avuç içime kapatıp boşluğu tutar gibi, o anı tutuyordum.
Sonsuza kadar kalacakmış gibi.
Doğu laptopun kapağını kapattı. Dizlerinde başım hâlâ sabitken, hafifçe öne eğilip saçlarımı geriye itti. "Ne düşünüyorsun?" diye sordu usulca.
"Hiçbir şey," dedim. "Ve bu çok güzel."
Gülümsedi.
"Senin hiçbir şey düşündüğün nadir anlardan biri bu, o zaman kıymetini bilelim."
Güldüm, gözlerim hâlâ gökyüzündeydi.
"Ben hep düşündüm çünkü düşünmeden yaşarsam, dağılırım sanıyordum. Şimdi fark ediyorum, bazen sadece var olmak... daha toparlayıcıymış."
"Sen zaten hep var oldun, Rona. Bazen kendin fark etmedin sadece."
"Seninle daha çok fark ediyorum," dedim.
Söz ağzımdan çıkınca kısa bir sessizlik oldu.
Doğu'nun eli, başımın arkasında, saçlarımla oynamaya devam etti.
"Ben de seninle kendimi daha... sessiz hissediyorum," dedi. "Hani bazı insanlar seni dinlemese bile gürültülüdür ya. Sen tam tersi. Bazen hiçbir şey söylemeden içimi susturuyorsun."
Kalbim o an biraz daha yumuşadı. İçimde bir yerlere dokundu bu cümle.
İfade edemediğim kırık yerlerime, su değmiş gibi...
"Evin sessizliği başka bir şeye dönüştü. Herkes gidince sanki biz de eşyaların arasına karıştık."
"Ben bazen bu sessizliğe ihtiyaç duyduğumu fark ediyorum," dedi. "Sadece seslerin değil, insanların da çekilmesi gerekiyor bazen."
"Bana iyi geldi," dedim. "İtiraf edeyim, başta biraz huzursuz oldum. Kalabalığa alışınca yalnızlık biraz fazla çıplak gelmişti ama şimdi..."
"Şimdi?"
"Şimdi sadece seninle olmak yetiyor bana."
Doğu elini başıma koyup parmaklarını usulca doladı saçlarıma "Kalmak mı zor, gitmek mi artık senin için?" diye sordu.
Bu kez gözlerimi gökyüzünden ona çevirdim.
Sorduğu bir evdi, bir mekândı, bir bedendi belki.
Ama cevabım hepsi için aynıydı.
"Kalmak da gitmek kadar acıtıyor artık," dedim.
"Çünkü nereye tutunsam, altında bir boşluk var gibi ve nereye dönsem, içimde bir eksiklikle dönüyorum."
Doğu, yüzümdeki gölgeyi fark etti belki ama sesini çıkarmadı. Sadece gözlerini kaçırmadan baktı. Sanki bir cevap aramıyordu da, sessizliğimi ezberliyordu.
"Bazen..." dedim, "bir yerde kalmak için gitmek gerekiyor. Ya da gidebilmek için biraz daha kalmak."
Dudaklarında belirsiz bir gülümseme gezindi.
"Neden güldün?" dedim.
Doğu gözlerini kısmıştı, dudaklarının kenarında ince bir kıvrım. "İlk gördüğüm kadından çok başka konuşuyorsun," dedi.
"O hiç düşünmeden 'kalmak zor' derdi. Sert, keskin... Hatta bazen acımasızca kesin. Şimdi... başka bir yerden konuşuyorsun."
Başımı kaldırmadım. Ama içimden bir şey kıpırdadı. "Belki de o zamanlar fazla yüksek sesle konuşuyordum ki, kendi iç sesimi duyamıyordum."
"Ya da..." dedi Doğu, "duyuyordun ama o sesi bastıracak kadar çok korkuyordun."
Gözlerimi kapattım. Kendi içimde bir yer acıdı, ama sessizdi o da. "Biliyor musun," dedim, "o kadın hâlâ içimde. Ama artık bağırmıyor.
Sadece izliyor beni. Bazen ne zaman susacağımı, ne zaman kalacağımı fısıldıyor ama son sözü ona bırakmıyorum artık."
Doğu başımı avuçlarının arasına aldı, baş parmağıyla şakaklarıma dokundu. "Bağırmak istediğinde bağır, ağlamak istediğinde ağla...
Kendini ne zorunda hisset, ne de mecbur.
Sadece... gitme benden. Bizden.Vazgeçme, Rona."
Bedenim yerle bütünleşmiş gibiydi az önce. Ama Doğu'nun sesi, içimde bir yerlere dokundu.
O sesi duyunca... Sadece sözleri değil, sesinin arkasındaki çaresizliği de duydum.
Bir ağırlıkla doğrulup yavaşça oturdum. Başımı kaldırdım ona doğru.
Karşımda oturuyordu.Gözleri gözlerimdeydi.
O gözler... İlk bakışta beni huzursuz eden, sonra içime sığınak olan o gözler. Şimdi... başka bir şey söylüyordu.
Kırılmayı, bırakmayı, kalmayı... hepsini birden.
"Ben..." dedi, sesi neredeyse fısıltıydı.
"Ben bana can veren o gözlerini görmeden devam edemem."
Bir an konuşamadım. Boğazım düğümlendi.
Gözlerimin ucuna yaş yürüdü ama düşmedi.
Belli etmedim ama içim çoktan çatlamıştı.
Ne diyeceğimi bilemeden, sadece elimi uzattım.
Elimi tuttu.
Sanki bir şey orada, o avlunun tam ortasında, bizim aramızda karar veriyordu. Henüz hiçbir şey söylenmemişti ama her şey oradaydı.
"Neden böyle konuşuyorsun?" dedim.
Göz yaşlarımın akmaması için göz kapaklarımı zorlayarak sıktım. İçimde bir şey çatırdadı ama ses çıkmadı. Sanki yıllardır ayakta kalmak için ördüğüm duvarın tam ortasına bir el dokunmuştu.
Nazik... ama yıkıcı.
Doğu susmadı.
Yutkundu sadece. Ve o sessizlik, bağırmaktan daha çok yankılandı içimde.
"Çünkü başka nasıl anlatılır bilmiyorum," dedi sonunda. "Çünkü senin susuşlarını bile ezberledim artık. Ve bazen susarken aslında başka şeyler dediğini duyuyorum."
Yutkundum. Sırtımdan aşağı ince bir ürperti geçti. Gözlerim yanıyordu.
Ağlamamak için değil artık, saklanmamak için zorluyordum kendimi.
Doğu yaklaştı. Ellerini yüzüme uzatmadı.
Sadece orada, olduğum yerde beni izledi.
Gözleriyle tuttu beni. Kaçmayayım diye değil, düşmeyeyim diye. "Bu senin savaşın değil artık," dedi. "Bizim. Senin yükün değil sadece.
Benimle birlikte taşırsan... belki daha az acır."
O an içimde bir şey durdu.
Belki zaman, belki nefes... bilmiyorum.
Ama sadece başımı eğdim.
Ve ilk damla, sessizce yanağımdan süzüldü.
Bu kez saklanmadım. Saklanmak istemedim.
Doğu'nun sesi usulca geldi.
"Tek başına herkesi geride bırakabilirim.
Ama seni bırakamam, Rona. Sen benim 'hesapta yokken' karşıma çıkan mucizemsin. Son nefesimi verecekken bana nefes oldun. Varlığın bana yaşam demek... Bunu asla unutma."
"Doğu..." dedim fısıltıyla. Sözlerim boğazıma takılmıştı.
"Eğer içinde çıkmadığın bir şey varsa, bana söyle," dedi. "Sana ağır gelen ne varsa anlat. Senin için her yolu denerim.
Yeter ki sen, adımlarını huzurla at.
Ne diyorsan, ben oradayım. Ne yap diyorsan, yaparım. Yeter ki susma."
O an öylece baktım ona.
O kelimeler, içime ilaç gibi işliyordu.
Ama bazı yaraların ilacı kelimeler değil... Zaman bile değil. Bazı yaralar sadece sessizce taşınırdı.
Ben de o sessizliğin kenarındaydım artık.
"Teşekkür ederim," dedim.
Başım yavaşça onun omzuna düştü.
Gözlerim uzak bir noktaya, ama içim onun kalbine dönüktü. "Sana çok şey borçluyum," diye fısıldadım.
"En çok da... kendimi. Unuttuğum, bastırdığım, susturduğum beni... Sen bana yeniden hatırlattın.
Gücümü değil, kırılganlığımı sevmeyi öğrettin. Saklamadan. Korkmadan. Sonra... sessizliği borçluyum sana. İçimde ilk defa bir şey susunca huzur veren bir sessizlik oldu. Kendi düşüncelerimle baş başa kalabildiğim bir yer. Senin yanın... benim içimden kaçmadan durabildiğim tek yer. Sana ait değilken bile ait hissetmenin ne demek olduğunu anladım. Sabretmeyi borçluyum sana. Her gidişimde bekledin, her susuşumda dinledin. Kırıldığımı görüp üstüme yürümek yerine, yanımda diz çöktün. Beni kazanmak için değil, iyileşmemi görmek için durdun."
"Özür dilerim Rona," dedi.
"Sana çok şey borçluyum." Gerçek ağırlık zaten sessizlikten gelirdi.
Ben sustum. Çünkü o cümlede ne kastettiğini çok iyi biliyordum.
Benden değil sadece, kendinden de özür diliyordu aslında. Beni anlamakta geç kaldığı anlar için. Kırıldığımı fark etmeyip sustuğu o uzun sessizlikler için. Ben susarken, suskunluğumun altında boğulduğumu göremediği günler için.
Beni beklemediği zamanlar için.
Sabırlı sandığı ama aslında vazgeçmiş gibi davrandığı için. Kendi korkularını saklamak için bana güçlü olmam gerektiğini hissettirdiği o kırılgan zamanlar için.
Ben o özrü affettim mi bilmiyorum.
Ama o an şunu biliyordum; O adam, ilk defa gerçekten görüyordu beni. Ve ilk defa gerçekten eğiliyordu kırıldığım yerden. İşte bu yüzden, o özrün içindeki borç, bana değil beni yaraladığı hâlde hâlâ kalan yanına aitti.
Doğu sessizce uzanıp alnımı usulca öptü.
Sonra beni nazikçe göğsüne çekip kollarını göğsümün altında birleştirdi.
"Fıratlar bu gece dönecekler değil mi?" diye sordum. Konak bir haftadır sessizdi normalden fazla, garip bir sessizlik vardı içinde.
Düğünden sonra Fıratlar balayına çıkmıştı,
Berfin Hanımlar ise bağ evine gitmişti.
Ama onların yokluğu, sanki hiç olmadığı kadar farklı gelmişti bana.
Oysa ki alışkındım sessizliğe,
Yılların öğrettiği bir dayanıklılık vardı içimde.
Doğu da bunu fark etmiş olmalıydı.
İlk birkaç gün, onunla beraber şirkete gitmemi istedi. Başta keyifliydi aslında, birlikte zaman geçirmek, onun iş ortamında beraber olmak...
Ama çok geçmeden, benim orada fazla boş durduğumu fark ettik ikimiz de.
Bir işe yaramamak, orada sadece oturmak, can sıkıcı bir hal aldı.
Doğu, evden çalışmaya karar verdi sonunda.
İşlerini toparlayıp bitirmek için evden yoğunlaşacaktı.
"Evet, gece gelmiş olurlar," dedi ben kollarının arasındayken başını hafifçe eğdi.
"Hayırdır, belayı mı özledin?" Sesinde hafif bir gülümseme vardı.
Ben de ciddi bir ifadeyle, "Ben belanın ta kendisiyim," dedim. "Ama sen fazla etik bir insansın. Bana yanımda ruhu varoş biri lazım," diye ekledim gözlerinin içine bakarak.
Doğu hafifçe gülümseyip beni sıktı, "Artık başını belaya sokmak yok Rona. Telefonum her çaldığında kalbim bir kez tekliyor, genç yaşta kalp krizi mi geçirtmek istiyorsun sen bana? "
"Şu an günahımı alıyorsun ben sadece duruyorum bela beni buluyor, kaç defa diyeceğim."
"Alayım günahınıda sen benim canımı istiyorsun zalim." Elalarına güneş vururken bana kızmasına odaklanamıyordum maalesef.
"Gözlerin," dedim kısık bir sesle. "Çok güzeller."
İlk kez duyuyormuş gibi baktı bana.
Sanki bu söz, daha önce hiç kimsenin cesaret edip söylemediği bir sırrı fısıldamışım gibi.
"Kimse söylemedi mi bunca zamana kadar?" diye sordum, içimde hafif bir sitemle.
Başını iki yana salladı, yüzünde bir şeylerin eksikliğini yıllar sonra ilk defa fark etmiş birinin ifadesi vardı. "Söylemedi," dedi sade bir şekilde.
Parmaklarım usulca kalktı, işaret parmağımı kirpiklerine hafifçe değdirdim.
O an gözlerini kapamadı, kaçmadı... Sadece baktı, izin verdi.
"Uzaktan bakınca," dedim, "sadece bir renk gibi.
Normal, sıradan.Ama yaklaşınca... içinde bir renk skalası var. Yeşilin derin tonları, kahverenginin sıcak izi ve bazen özellikle güneşte altın rengi bir kıvılcım." Söylerken parmağımı göz çevresinde usulca gezdirdim, yüzüne dokunmak değil,
onu okumak gibiydi yaptığım.
"Daha ilk gün fark ettim bunu," dedim,
"Sana bakan herkes seni tanımıyor, Doğu.
Sadece ben yaklaştım. Ve gördüm."
O anda gözlerini kaçırmadı.
"Bu zamana kadar görmeyen..." Gözlerimin içine bakarken sesim titremedi, ama içimden geçen çok şey vardı. "Bundan sonra da görmesin," dedim. İşaret parmağımı aramızda kaldırdım,
ve onun göz hizasına doğru uzattım,
sanki bir sınır çiziyormuşum gibi.
"Kimse gözlerinin her tonunu görecek kadar yaklaşmasın sana."
Sesim tehditkârdı. Oturduğumuz yerden yaklaştı bana doğru. "Mesela..." dedi, sesi biraz alaycı ama dipten gelen bir ciddiyetle. "Nasıl bir mesafe?"
Nefesi yüzüme çarptı.
Bu sefer ben yaklaştım. Dudaklarım dudaklarına değecek kadar yakındaydı artık. "Sana ne kadar lazım?" diye fısıldadım.
"Bana senin mesafesizliğin lazım. Diğerleri istedikleri kadar ırak olsunlar."
Gülümsedim. Kırılgan bir sarkazm sakladım ucuna. "Bir ağaya göre fazla romantiksin," dedim. "Sakın köylülere çaktırma sonra hanımcı olmuş derler."
Boğazından ondan alışkın olmadığım kahkahası çıkmıştı. "Hanımcı mı?" dedi sonra, sesi hâlâ gülerken çatlamış gibiydi.
"Evet." dedim bacaklarımı karnımı çekip önüne doladım.
"Sıkıldın mı?" dedi birden. Ses tonu değişmişti.
Başımı kaldırıp baktım. "Annemlerde gitti."
Sözcükleri yutkunarak döküldü dudaklarından.
"Seni bırakmadım diye... yanlış mı yaptım bilmiyorum."
"Tüm gün işle uğraşıyorum." dedi sonra,
"Sen de yanımdasın... acaba diyorum, seni boğuyor muyum?"
Yüzüne baktım. İçindeki çocuğu gördüm.
O güçlü, herkesin 'ağa' diye çekindiği adamın içinde, onay bekleyen bir çocuk vardı.
"Hayır, sıkılmadım." Sakin ama net bir şekilde söyledim. Bakışımı onunkine sabitleyerek.
"Aksine... sessizlik iyi geldi."
Gözleri hafif kısıldı, sanki neyi kastettiğimi tartıyordu. "Hem yalnız değilim." dedim sonra,
"Sen varsın."
Omuzları biraz çözüldü.
Birkaç saniyelik bir rahatlama sardı yüzünü içinde hep taşıdığı ama nadiren gösterdiği yükten bir parça azalmış gibi.
"Sadece," dedim, "bir iş yapmamak beni fazla sıkıyor. Hareket edince aklım da susuyor.
"Aklımda birkaç şey var aslında," dedi Doğu, sesi yine o tanıdık ağırlığına dönmüştü ama içinde bir yumuşama vardı artık. "Ben de sana bunu açmak istiyordum. Ama önce... bu akşam bir davet var."
Başımı yana eğdim, merakla yüzüne baktım.
"Beraber katılacağımız bir davet." diye sürdürdü. "İş insanları, şirket sahipleri, biraz karmaşık bir kalabalık." Bakışlarını yüzümde gezdirdi. "Hem eşim olarak hem de Mardin'de açacağın şirketin için iş insanları ile görüşmek sana iyi gelir diye düşündüm."
"Gerçekten mi, bu gece mi?"
Kafasını usulca sallayıp "Evet bu gece ama gelmek istemezsen anlarım,"
"Hayır hayır çok isterim." Ayaklarımı taş zemine koyup ayağa kalktım. "Ben hazırlanmaya gidiyorum." Adımlarımı hızlı hızlı konağa doğru atarken Doğu'nun arkamdan seslenmesini duymamıştım bile.
•
Salona adımımı attığım an, önce gözlerim kamaştı. Kristal avizelerin ışığı, tavandan yere ince bir sis gibi süzülüyordu. Altın varaklı sütunlar, koyu mermer zeminle kontrast halinde salonun ihtişamını abartısız ama keskin bir dille ortaya koyuyordu. Burası bir salon değil, bir sahneydi adeta herkesin rolünü ezbere bildiği, ama benim henüz senaryoyu okumadığım bir oyun sahnesi.
İçeri girdiğimiz anda başlar dönmeye başlamıştı usulca, belli belirsiz... Bazı bakışlar sadece meraklıydı, bazılarıysa ölçen, tartan.
Kadınlar ipek ve satenin içinde salınıyor, erkekler koyu renk takım elbiseleriyle ciddi bir zarafetin içinde duruyordu. Gülüşler nazik ama temkinliydi. Herkes birbirini izliyordu. Herkes bir şey olmaya çalışıyordu.
Bir köşede ince uzun şarap kadehleriyle dolu bir masa, diğer yanda sessizce çalan caz müziği...
Kapıdan girdiğimiz anda bütün başlar önce Doğu'ya, sonra birleşmiş ellerimize döndü. Sanki salonda bir anda görünmeyen bir akım dolaştı mırıltılar kesildi, birkaç kadeh havada asılı kaldı.
Bir masanın önünde durduk. Kalabalığın içinden sıyrılmış, ama merkezden çok da uzak olmayan bir noktadaydık. Bir kaç adam Doğu'nun önüne gelmiş selamlaşmışlardır. Bana döndüklerinde hafifçe gülümsemiştim. "Şurada eski yatırımcılardan birilerini gördüm sen keyfine bak hemen dönüceğim şimdi çok konuşup başını ağrıtmasınlar."
Geride bir masayı işaret ettiğin de tamam anlamında başımı sallamıştım.
Önümde ki kadehim yarılandığında hala etrafa bakıyordum. Eskiden alışkındım ama epeyce uzak kalmıştım bu ortamlardan.
Tam arkamı dönüp Doğu'ya bakacaktım ki masaya bırakılan bir kadeh bardağın sesi bakışlarımı çekmişti.
Gri saçlı ama yaşı pek de büyük olmayan bir adam, gözleri önce arkamda bir yerde olan Doğu'yu, sonra beni süzdü. "Bu kasvetli ortama böyle güneş gibi doğan kadın kim merak ettim doğrusu?" Elini uzatıp masada ki elime dokunacakken başka bir el tutup yavaşça kendi parmaklarına çekmişti.
"Eşim, Rona," dedi Doğu. Sesindeki ton netti sınır çizen, uyarı vermeyen ama hatırlatan bir tondaydı.
Adam bana döndü, dudaklarının ucunda ince, hesaplı bir gülümseme. "Eşin mi?Ah, memnun oldum, Rona Hanım. Mardin'in yeni yüzü sizseniz, demek ki artık daha dikkatli bakmalıyız o tarafa." Söylediği şeyin içinde hem iltifat hem ima vardı.
"Murat Bey büyük bir yatırımcıdır," dedi Doğu parmakları nazikçe belimi sararken, sesi hâlâ nazik ama içine başka bir sertlik saklanmıştı. "Ama Mardin'de bazı riskli işler yapmaya yeltenmiş... değil mi Murat Bey?"
O an Doğu'nun yüzündeki gülümseme değişti. Artık sadece kibar bir ev sahibi değil, sahayı bilen bir oyuncuydu. O gülümsemenin ardında hesap vardı, hafifçe parlayan dişlerinin ardında ise ince ayarlanmış bir uyarı. Gözleri hâlâ gülümsüyordu ama bakışları keskinleşmişti.
Murat Bey, kadehini hafifçe kaldırdı. O soğukkanlı tebessüm hâlâ dudaklarında.
"Ne diyebilirim, bazen suya girince dalga beklemek gerekir," dedi. "Ama siz bilirsiniz Doğu Bey, bazen en güzel balıklar en derin sularda olur."
"Mardin hatayı kabul etmez Murat," dedi Doğu, sesi bu kez gülümsemiyordu. Tonundaki yumuşaklık yerini taş gibi bir netliğe bırakmıştı. "Ben hiç etmem."
Murat Bey, dudaklarının kenarında hâlâ ince bir gülümsemeyle başını hafifçe eğdi. Ama gözlerinde bir anlık kıpırtı belirdi o kıpırtı, karşısındakinin hangi dağdan indiğini hatırlayan bir adamın kıpırtısıydı.
"Bilirim," dedi. "O toprak ya seni adam eder ya da seni yok sayar. İkisinin ortası olmaz."
Doğu bir şey demedi. Ama bedenindeki duruş, varlığıyla yanıt veriyordu zaten.
Parmaklarımı usulca Doğu'nun parmaklarından çektim.
Bakışlarımı Murat Bey'e çevirdim ve elimi ona doğru uzattım. "Rona," dedim. Sesim tok ama yumuşaktı, tıpkı taş gibi suya düşen bir isim.
"Rona Karahanlı. Tanıştığımıza memnun oldum, Murat Bey."
Bir an duraksadı. Gözleri elimdeydi, sonra gözlerime döndü böyle bir şey beklemiyordu.
Elimi sıktı. "Ben de memnun oldum, Rona Hanım," dedi. "Doğu'nun İpekoğlularının kızıyla evlendiği masada hep yankılanırdı şimdi de sizi görmek bize şeref verdi."
Gülümsedim. "Benim Sadece yankı olmaya niyetim yok," dedim. "Ses olarak da buradayım."
Elimi geri çektiğimde Doğu'nun bakışları elimin üstündeydi.
"İzninizle." Murat Bey hızla yanınızdan ayrıldığında gözlerimi Doğu'ya çevirdim.
"Ne! Ne oldu? Neden öyle bakıyorsun."
"Gidip lavuğun elini kesme istediğimi her kelimende daha da arttırıyorsun Rona."
"Benimle tanışmak isteyen bir insanla ben tanışabilirim," dedim, sesimi alçaltmadan. "Ağzım var, kim olduğumu da söyleyebilirim."
Doğu'nun çenesi hafifçe kilitlenmişti, gözleri hâlâ Murat'ın arkasından bakıyordu ama bakışı onun peşinden değil, içinden geçiyordu sanki.
"Bu mesele onunla tanışman değil Rona," dedi, sesi şimdi daha kısık ama daha koyuydu. "Bu, o herifin senin elini tutarken ne düşündüğüyle ilgili. Gözümün önünde seni ölçmeye çalıştı. Ölümüne susamış pezevenk."
Derin bir nefes aldım. "Bak Doğu," dedim. "Ben senin yanında duruyorum diye susan, kenara çekilen, ismi sadece soyadının yanında var olan biri olmadım olmayacağım. Bunu sen de istemezsin zaten."
Sustu. Sadece baktı.
Gözlerinde fırtına vardı ama ilk kez bu fırtına sadece öfke değil, içindeki bir çatışmanın izini de taşıyordu.
"Ben seni korumaya çalışıyorum," dedi sonunda, sesi daha yavaş ama daha gerçek. "Çünkü bu masa, herkesin sandığı gibi düz değil. Her tebessümün ardında bir hesap, her uzanan elde bir niyet var."
Başımı salladım. "Biliyorum. Ama bilmen gereken bir şey daha var..."
Ona bir adım daha yaklaştım.
"Ben sadece yanında yürüyecek biri değilim, Doğu. Seninle aynı zeminde, kendi ayaklarımın sesiyle yürüyeceğim. Ve eğer bu masada benim elimi tutarken kendini tehdit altında hissedecek birileri varsa... o ben değil onlar olur."
Bir an durdu. Sonra o tanıdık gülümseme geri döndü dudaklarına bu sefer içinde öfke değil, gurur vardı.
"Sen hala kiminle evlendiğinin farkında değilsin sanırım." Ortam biraz yumuşasın istemiştim çünkü Doğu ne demek istediğimi anlamıştı, zeki bir adamdı.
Gecenin geri kalanı, ilk anların gerilimini arkamızda bırakır gibi daha oyalayıcı ve sakin geçti. Masalar arasında usulca geçerken, tanıştığım insanlar beklediğimden çok daha nazik ve ölçülüydü. Her biri kendi alanında başarılı, saygın iş insanlarıydı. Bazılarının gözlerinde hâlâ temkinli bir mesafe vardı ama çoğu beni dikkatle ve özenle dinledi.
En şaşırtıcısıysa, birkaçının babamı tanımasıydı.
"Adem İpekoğlu'nun kızı mısınız?" diye soran bir adam, hafifçe başını eğip geçmişe dair birkaç güzel anı paylaştı. Babamın adının onca zamandan sonra hâlâ bu tür salonlarda bir saygıyla anılıyor olması içimde tuhaf bir sızı ve aynı anda bir gurur bıraktı.
Adını taşımak bazen bir yük, bazen de bir zırh.
O gece, hangisi olduğuna tam karar veremedim.
Doğu ise gecenin ilerleyen saatlerinde beni neredeyse tanıştırmadığı kimse bırakmadı.
Arada bir göz göze geliyorduk, her seferinde bakışında hem bir denge arayışı hem de bir kabullenme vardı. Sanki kendi dünyasına beni sadece sokmakla kalmıyor, varlığımı orada sağlamlaştırmak istiyordu.
Ve sonra, kalabalığın içinde birkaç kişiye Mardin'de bir şirket kuracağımdan da söz etti.
Sanki o an, bu geceye ait olmayan daha büyük bir adım atılmıştı.
Bana bakmadan ama beni işaret ederek konuştu.
"Rona burada yalnızca eşim olarak değil... Mardin'deki yeni yatırımımızın kurucusu olarak da var olacak."
Birkaç kişi başıyla onayladı, kimisi içten bir tebessümle ilgilendi, kimisi ise gözlerinin içinde anlamaya çalışan bir bakışla sustu.
Gecenin sonunda dışarı çıktığımızda ay hafifçe eğilmişti göğe.
Doğu ceketini omzuma bıraktı, sert rüzgârın tenime değmesini engellemişti.
Vale arabayı önümüzde durduğunda kapımı açıp geçmemi bekledi. Şöfor koltuğunada kendisi geçerken elinde telefonu duruyordu. "Şarjım bitmiş," dedi.
Bende çantamdan varlığını yeni hatırladığım telefonu çıkartınca benimkinin de bittiğini gördüm.
"Bende bu gece ne kadar sakin geçti deyip şaşırmıştım , meğerse şarjlarımız bitmiş." Gülerek telefonu geri çantama attığımda Doğu da beni onaylarcasına gülmüştü.
Şehir merkezinden tekrar Midyat yoluna girdiğimizde, yanımdaki camı hafifçe aralayıp rüzgârın yüzüme vurmasına izin verdim. Gecenin sert esintisi, sanki beni uyarmak istercesine çarptı yüzüme. İçinde bir serinlikten fazlası vardı; bir tür gerçeklik, bir tokat gibi değmeyen ama hissettiren bir dürüstlük taşıyordu.
Saçlarım hafifçe savrulurken gözlerimi yola çevirdim. Mardin geceleri başka türlü sessizdi... Bu sessizlik, bir huzurdan değil de sanki bin yıllık bir suskunluktan besleniyor gibiydi.
"Bazen," dedim fısıltıya yakın bir sesle, "rüzgâr insanın yüzüne neyi unutmak üzere olduğunu hatırlatıyor."
Doğu bir an başını bana çevirdi. Gözleri yola geri dönmeden önce kısa bir durakta bana uğradı.
"Neyi unutmak üzeresin."
Bir an yutkundum. Kelimenin tam anlamıyla değil ama ruhumun kıyısında bir şey düğümlendi. "Geçmişimi." Dedim tek ve gerçek olan buydu.
Ben yan tarafa bakarken Doğu'nun bir süredir sustuğunu fark etmiştim ama bu kez sessizliği başka bir şey gibiydi. Araba anormal bir şekilde yavaşladığında içimde bir şey gerildi, tedirginlikle etrafıma baktım. Camdan dışarı süzülen manzarada tanıdık taş duvarlar belirmişti konağa gelmiştik.
Ama Doğu... koca kapıdan içeri girmiyordu.
Konağın büyük kapısına birkaç metre kala araba birden durdu. Tam kapının dışında, sanki eşiğinde bekler gibi.
"Doğu?" dedim, sesim istemsizce titremişti.
İçimde sebepsiz bir ürperti, anlamını henüz bilmediğim bir korku dolaşmaya başlamıştı.
Başı dümdüz ileriye bakıyordu.
Gözleri camın ötesine, karanlıkta bir noktaya kilitlenmişti. Sanki orada bir şey vardı benim göremediğim ama onun gördüğü bir şey.
Araba hareketsizdi ama onun zihni bir yerlere gidip geliyordu, eminim. Bir şeyle savaşıyor gibiydi. İçinden bir sürü cümle geçiyordu, bunu hissediyordum.
Ama hiçbiri ağzına gelmiyordu.
Ona döndüm, gözlerini çözmeye çalıştım.
Ama orada bir şey vardı.
Anlamlandıramadığım bir kırılma, bir yük, bir başka zamanın ağırlığı.
Elimi usulca koluna koydum, parmaklarım titriyordu hafifçe. Onu sarsmak değil... geri getirmek için.
"Doğu," dedim tekrar, bu kez daha içten, daha yumuşak ama daha kararlı.
"Ne oluyor...? Lütfen... konuş benimle."
Yutkundu.
Başını bana çevirdiğinde gözleri dolmamıştı ama boş da değildi. Sanki içinde bir taş devrilmiş, duvar çatlamıştı.
O an anladım... bu sessizlik bir şeyin habercisiydi.
Başımı yavaşça, onun az önce dikkatle baktığı yöne çevirdiğimde... bir beden gördüm.
Bir kadın bedeniydi.
İçinde olduğumuz arabanın farları tam üzerine düşmüştü.
Yüzü, o ışığın içinde bulanık ve kesik kesik görünüyordu ya tam seçememiştim ya da... görmek istememiştim.
Gözlerim kısa bir süre o noktaya takıldığında içimde bir boşluk oluştu. O boşluk... tanıma anıyla doldu.
İsmi dilimde bir kıymık gibi yükseldi.
Çıkmak istedi, çıkamadı. Göğsümden boğazıma kadar yükselen o tanıdık korkunun içinde elimi yavaşça kapı koluna uzattım.
Kapıyı açtım. Adımlarım yere seyrekçe, tereddütle bastı. Ayaklarım yürümek istemiyordu ama zihnim çoktan o görüntünün içine doğru ilerliyordu. Kendimi zorladım.
Ve sonra...
"Dilan..." dedim.
Farların önüne geldiğimde neye baktığını neyden gözünü alamadığını gördüm.
Ve içimdeki hava bir anda boşaldı.
Yüzü... kurumuş kanlarla doluydu.
Ağzının kenarından sızan kan, boğazına kadar inmişti. Bir gözünün altı mora çalmış, teni soğuk bir taş gibi solgunlaşmıştı.
Başı hâlâ dik duruyordu, sanki onurunu ellerinde tutuyormuş gibi.
Ama şalın ucu kanla ağırlaşmıştı, kırmızının en koyusuyla karışmış, siyaha çalan bir renkteydi.
O an zaman dondu.
Gece bile nefesini tuttu sanki.
Ve ben... Orada, taş sokakta, far ışığının aydınlattığı bir karanlıkta, kendi içimin en derin yerine düştüm.
Çünkü bu yalnızca bir beden değildi.
Bu, geçmişin geri dönüşüydü.
Bazı geceler vardır içinde yalnızca bir olay değil, yılların suskunluğu yaşanır. Bu, işte tam öyle bir geceydi.
Rona, orada öylece duruyordu. Bir adım önde, bir adım geride. Kendine ait olmayan bir gecenin ortasında.
Ne yapacağını bilmiyordu ama bu çaresizlik değil, bir tür donmaydı.
Zihni durmuş, bedenine emir veremez hâle gelmişti.
Dilan onun düşmanı mıydı? Hayır, tam değil.
Kurbanı mıydı? Asla.
O, yıkımı başlatan, sonra da arkasına bakmadan giden kişiydi.
Doğu ise hâlâ arabanın içinde.
Elleri direksiyonda, parmakları kemiklerine kadar gerilmiş.
Nefes almak bile zor geliyor.
Dilan...
Kendini ayakta tutmaya çalışıyor, ama başı eğik. Omuzlarındaki ağırlık onun değilmiş gibi davranmak istiyor. Ama gözlerinde tek bir şey var
"Ben ne hale geldim?"
Yaptıkları, kırdıkları, dağıttıkları değil mesele.
O enkazın altında kaldığı için pişman.
Kirlettiği hayatlar değil, kaybettiği kendi.
Hiçbir söz edilmedi o an.
Ama o sessizlik...
Her kelimeden daha yüksek, daha keskin, daha ağırdı.
Üç kişi.
Üç geçmiş.
Üç ayrı utanç.
Ve hepsinin ortasında şimdi bir gerçek duruyordu.
Bu hikâyede kimse masum değildi.
Ama herkes yaralıydı.
Ve bazen, yaralı olanlar adaletin yerini alırdı bu topraklarda.
Gece, Mardin'in taş sokaklarında biraz daha ağırlaştı.
Bazı soruların cevabı yoktur.
Ama bazı yüzleşmeler... cevaptan daha güçlüdür.
Ve bu gece yüzleşmenin gecesiydi.
Bu şehir, unutmayı öğretmez. Bu topraklar, hiçbir sırrı gömmez. Her şey, zamanı gelince yeniden yükselir... Ve bu kez, kaçacak yer yoktur.
Çünkü bazı hesaplar sadece kaderle değil, insanın kendisiyle görülür.
Ve bazı kapılar... bir kere aralandı mı, ardındakini sonsuza dek değiştirecek kadar güçlüdür.
O gece bir kapı açıldı.
Şimdi...
İçinden kim geçecek?
Bölüm Sonu
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.64k Okunma |
453 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |