Yeni Üyelik
3.
Bölüm

“3.Bölüm Kan Bağı”

@wolffcuub

3.Bölüm Kan Bağı

 

Zorla anımsıyorum günü ama içimde kopan fırtınaları sanki her gün tekrardan yaşıyormuşum gibi net hatırlıyordum. Yağmur yağıyordu dışarıda, ben taş merdivenin üzerine oturmuş kıpkırmızı yeni ayakkabıya bakıyordum. O ayakkabı çoğu çocuğun hayallerini süsleyecek kadar göz alıcıydı ama ben ayaklarımdan söküp atmak için insanların gözlerini benden çekmesini bekliyorum. Şimdi düşününce burukça gülümsüyorsun ama o zaman ağlıyordum o soğuk taşta çünkü güzel kırmızılı parlak ayakkabılar benim sus payım, veda hediyem, ailemin yokluğunda bakıp onları hatırlamam için verdikleri sayısız ıvır zıvırdan biri. Ayda bir kez babam gelirdi yurda, yaz tatillerinde ben gelirdim Diyarbakır'a, hepsinin geri dönüşü ise poşet dolu hediyeler olurdu. Hiçbirini açıp bakmazdım bile hepsini yurttaki çocuklara dağıtırdım.

 

Annem arkaya yasladığım ayağımla ayakkabımı söküp atmak istediğimi fark ettiğinde uzun elbisesini toplayıp oturduğum taş merdivene doğru eğildi. "İstemiyorum ben bunları daye çıkart."Çıtçıtı açılan ayakkabıyı ayağımla birlikte yakalayıp beni geriye doğru yasladı. "Ama bunlar ne kadar güzel ayakkabılar abinle beraber seçtik, hem sokaktaki arkadaşların çok beğendiler."

 

"Onlar benim arkadaşım değil oynamıyorlar benimle, dalga geçiyorlar daye benimle ben bu ayakkabıları istemiyorum."

 

Ona dair net hatırladığım şey yüzüme değen ince uzun yumuşak dokunuşlu eliydi, yine uzattı tombul yanağıma doğru, içi gidermiş gibi titredi dudağının altı.

 

"Ne diye dalga geçiyorlar seninle?" Sanki duymak istemiyor gibiydi ama beni üzeni bilmek ister gibi sormuştu.

 

"Besleme diyorlar bana, evinde bile kalmıyor başka anası var diyorlar. Yok dedim inanamadı Ahmo, kandırdı bütün çocukları herkes dalga geçiyor benimle."

 

Annem sanki bugüne kadar onlardan uzak olmamın başka bir gözden nasıl göründüğünü ilk o an kavrayabilmişti. Nasıl avutuyorlardı kendilerini, annem nasıl kızını görmemeyi kabullenmişti bilmiyorum ama o an sanki annemin içinin dağlanmasının yanık kokusunu almıştım.

 

"Sen benim kızım duydun mu? Senin baban, abin var. Herkes senin için çabalıyor güzel gözlüm benim, onlar çocuk annem benim; onlara nasıl anlatırız seni böyle koruyabildiğimizi."

 

O beni tutmaya çalıştıkça ben onun ellerini itiyordum. "Korumayın beni o zaman, öleyim ben. Sizin yanınızda değilsem nasıl yaşayacağım, ağlıyorum geceleri gelmiyorsun, babamın sesini özledim anne. Abim sizin yanınızda ben neden değilim? Feyzullah abiye götür diyorum beni dinlemiyor, ne olur bende burada yaşayayım."Hıçkırarak ağlıyorum Adalet hanımın ince çelimsiz kollarında ama sanki o kollar bana bir evdi. Ben asıl uzakta değil annemin kollarında güvende hissediyorum ama gün sonunda onlarla kalma zamanım dolduğunda Feyzullah abinin beni zorla arabaya götürüp bindirdiğini saatlerce ağladığımı ben biliyordum.

 

Babam benimle başa çıkmayacağını anladığında on iki yaşındaydım, artık dönememek için ağlamıyor aksine hepsinden uzaklaşmıştım. Diyarbakır'daki o büyük evde olmak üç kişilik yurt odasında olduğum kadar iyi hissettirmemeye başlamıştı. Yabancılaşmak, kendi ailene yabancılaşmak ilk önce bana acı verse de benim buzdan bir dağa dönüşümümü izlemek onlara en büyük ceza olmuştu.

 

"Merak ediyorum baba yaşadıklarım tüm olanlara değiyor mu?" Feyzullah abi kapıyı benim için açmış şafağın kör sabahında yola çıkmak için beni bekliyordu.

 

"Tüm bu olanlar yaşanmanı sağladı, bunu soruyorsan eğer değildi Rona'm. Uzakta olduğunu bilmek olmadığını bilmekten daha iyi."

 

O zaman anlamıştım ama babam benim canımla tehdit edilmişti yıllardır.

 

Ama dönüp bana sorsalardı ben ölmeyi, onlarsız yaşamaya çalıştığıma tercih ederdim.

 

Belki bu dediğimi bazıları anlamayacaklardı ama birinin var ama yok olması, bazen insanı keşke bir mezar taşına bakıp konuşabilseydim dedirttiriyordu.

 

Kapıyı kilitleyip sırtımı sertçe tahtasına yasladım. Buraya ulaşana kadar hayatımın bir bölümünü merdivenlere akıtmıştım. Benim kapanmamış bir yaram vardı ve onlarda insafsızca yarattıkları kapanmaya yüz tutan yaranın kabuğunu acımadan söküp açmışlardı.

 

Ağzımdan sızan nefeslerim genzime takılırken ihtiyacım olanı alamıyordum. Ayaklarım yavaş yavaş zeminden akıp giderken kafam sert bir şekilde kapıya çarptı. Sırtımın tamamı kapıya yaslı ellerim ise bana sıkıntı veren kalbimin üzerindeydi.

 

Ben yıllarca beni öldürmeleri için karşılarını çıkmayı hayal etmiştim, belki karşılarına geçip özür dilersem babamı affedeler sanmıştım. Çocuktum çok küçüktüm, ölümden korkmaya başladığımı düşündüğümde ayaklarımı zamk gibi toprağa sokmuştum. Küçük bir çocuk ölüm nedir bilmezken ben ölmeyi beklemiştim, ölüme gitmeyi, ama yapamamıştım. Sormamıştım tek bir kez karşı ailenin kim olduğu, nerede olduklarını dahi kısık sesle dile getirmemiştim. Korkmuyorum derken aslında ödüm kopuyordu İstanbul'un sert ayazında pencereden vuran rüzgârın sesinden bile.

 

Sonra büyüdüm. Ayaklarımı topraktan çıkardım betona soktum ki kimse beni oradan çıkartamasın diye. Herkesten uzaklaştım, herkese sağırlaştım sadece kendimi duydum. Annemi görmemek, babamı görsem de duyamamak acı vermedi bana bir süre sonra. İnsan her şeye alışır dedi Halide anne iğnelerin elimde çıkan izlerine bakarak. İnsan yeter ki mecbur kalsın, toprağın altında yaşamaya bile aşılır. Doğruydu sözleri, alışmıştım. Onsuzluklarına alıştım.

 

Fakat şimdi sanki başka bir yurdun başka bir odasındaydım. Yine ait olmadığım, olmamam gereken bir yerdeydim bir yabancının evindeydim.

 

Bu yabancı bir zamanlar canımı almak istese de ben sanki buradan korkmuyordum. Hep buraya aitmişim gibi hissediyorum.

 

Yavaşça sakinleştirdim kendimi, göz yaşlarımı sildim. Çıplak olsa da ayaklarımı dayadım yere. Her zaman böyle olurdu, O yurtta kimse nazını çekmezdi. Üç yüze aşkın çocuğa kimse istese de yetişemezdi bu yüzden her birimiz kendi yaşımızı silmeye öğrenmiştik.

 

Ayağımda bir acı hissettiğimde eteğin yırtmacını kenara sıyırdım. Bileklerime doğru akan kanın koyu rengi dizimin tamamını kaplamıştı. Az önce yere düşen tabakların parçası değmiş olmalıydı. Odanın içine ki küçük banyoya girdiğimde kuru bir peçeteyi alıp üzerine bastırdım. Dikkat ederek yatağa doğru yürüdüğümde kâğıt havlunun tamamı kan içinde kalmıştı, yara sandığımdan daha derindi sanırım.

 

Kilitlediğim kapıyı açıp koridordan başımı çıkarttığım birkaç kişiyi görmeyi umdum ama kimse yoktu. Bir kez odama tepsi bırakan genç bir kızı görmüştüm ondan yarayı sarmak için bir şeyler isteyebilirim diye düşündüm.

 

Üstüne koyduğum peçeteyi dahada bastırarak merdivenlere doğru yürüdüm. Merdivenleri dizimi dikkat ederek indiğimde yara daha çok kanayama başlamıştı. Mutfağa ulaşmak için salondan geçip çıkmam gerekiyordu ama hummalı bir çalışmanın sesi geliyordu, köşeden dönüp baktığım yere düşen tabakları tek tek toparlayan birkaç kadın gördüm ve o an yaptığım şey dank etmişti başıma.

 

Benim gözdağım masadakilere ait olsa da geride kalanı düşünmeden hareket etmiştim. O an yaramı bile boş verip hızla yukarı çıkmaya çalıştığımda öne doğru basamağa havalanan ayağımda dizimin üstünde olan kanlı peçetenin yerinde olmadığını gördüm ve kan artık tüm ayağıma doğru akmıştı.

 

Yukarıdan sesler geldiğinde birkaç kadınında orada olduğunu görmüştüm. Hareket etmedim, yukarıda çıkmadım, salona da geçmedim olduğum yerde indiğim merdivene oturdum. Yaram daha çok kanamaya devam etti, ben de burada kapana sıkışmış gibiydim. Kimsenin karşısına çıkmayı istemiyordum, kimsenin gözü üzerime değsin istemiyordum. Dizimi aşağıya sarkıttığımda ona ne olacağı umurumda değildi değildi fakat verdiği ince sızı artık bana kor acı gibi gelmeye başlamıştı. Zaten iyi değildim bir de kanayan yaranın acısı beni girdaba daha çok çekiyordu.

 

Benden habersiz birkaç yaşımı yüzümde hissettiğimde ellerim hızla gözlerimin üstüne kapandı. Yaptığım rezilliklerden sonra birinin beni oturmuş ağlayarak görmesi de çok acınası bir durum olurdu ama sanki yerden kalkıp gidecek takatim yoktu.

 

Sakinleşmeyi bekleyecektim çünkü yukarıda bastırdığım duygular tekrar gün yüzüne çıkmak için çırpınıyordu. Birkaç kere ona kadar saymayı denedim altıda sürekli ağlamam geldiği için başa geri döndüm.

 

Tekrar bir dediğimde ise dizime değen sıcaklık beni irkiltmişti. Ellerim korkuyla gözlerinden sıyrıldığında onu yanımda gördüm. Dizinin tekini aşağıya doğru salmış sol dizi kendine çekikti. Bir eli yaralı dizin üstündeydi diğer elinin arasında kanlı peçeteyi tutuyordu.

 

"Soframı dağıttığın yetmedi bir de geçtiğin yerleri kanınla işaretlemeye mi başladın?" Bana değil çatık kaşlarla dizime bakıyordu. Birkaç kez beyaz sargı bezine bir şeyler döküp açık yarayı geri kapattı.

 

"Sen beni bul diye akıttım görüyorum ki sende koşa koşa gelmişsin." Dizimdeki eli bir anlık durduğunda ela gözleri artık gözlerimdeydi. Ela gözlerinin içi sanki kahve kumların yeşili hapsetmesi gibiydi. Kahveyle yeşilin muhteşem uyumu gözlerine yansıyordu.

 

"Kanını akıtmana gerek yoktu ben seni bulurdum." Sözleri üstünlük taslarken gözleri de onu destekliyordu.

 

Beni gerçekten de bulmuştu. Herkes varlığımdan bir haberken o beni saklandığım yerden çekip alıp yasaklı bölgeye sokmuştu.

 

"Bulunmak istediğimi nerden çıkarttın, bir fikrimi bile sormadan beni kalkıp buraya getirdin. Üstelik ben daha havalı bir giriş yapmak istiyordum, geldiğimde baygındım üstelik. Değil mi? "

 

Sinirlerim ciddi anlamda bozulurken ondan beni desteklemesini istemiştim o da yavaşça kafasını aşağı yukarı sallamıştı.

 

Elindeki yara bantlarını sargı bezlerinin üstlerin düzgünce yapıştırırken ben aklıma gelen şeyle birlikte gözlerimi açıp yerimden doğrulmaya çalıştım. "Nerede o havuç kafa? Kafasını kopartıp havuç tarator yapacağım onunla, neredeyse söyle gelsin."

 

Deli görmüş gibi yüz ifadesiyle bana bakarken neyden bahsettiğimi anlamamış gibiydi. "Havuç kafa mı?" Sonra onda ilk kez gördüğüm gülümsemesi kuşandı yavaşça. Her zaman gergin olan yüz ifadesinin başka reaksiyonlarda gösterdiğini görmek beni kısa bir an dudaklarını izlememe neden oldu.

 

Kimden bahsettiğimi anlamış gibi gülüşü dahada büyüdüğünde ben oturduğum merdivende mekân kavramını yitirmişçesine onu izliyordum. Yüz ifadesi kadar gergin olan yüz hatları kıvrılan dudaklarının gerisini küçük bir gamze ile tamamlıyordu. Güldüğünde değişen varlığı ise onu tamamen başka bir insana çeviriyordu ve sanki o yüzü saklamak istiyordu.

 

Onu izlediğimi fark ettiğinde kısa bir anda yüzünü toplamıştı. "Fırat benim can dostumdur, senin buraya getirmesini ben istedim. "Hareketleri fazla ilkeldir ama başka kimseye güvenemezdim," Kısa ir es vermişti, "Seni bana getirmesi için."

 

Parmak uçlarının sıcaklığı sargı bezinin altından bile alabiliyordum. Parmakları elli belirsiz tenime değerken dokunuşu beni sanki sakinleştiriyordu.

 

"Ama sende hakkını vermişsin, Fırat'ı yollamakta doğru karar vermişim." Dudakları tekrar gülümsermiş gibi olmuştu ama kendini tutuyor gibiydi.

 

"Bir kadınla nasıl konuşması gerektiğini öğrettim ona, kimseyi kendime o kadar yaklaştırmam." Kendimi korumayı daha küçük yaşlarımda öğrenmiştim. Bir abiyle büyümenin tek güzel tarafı buydu.

 

İstanbul'a geldiğimde Feyzullah abi önce dövüşmeyi, on sekizimde de silah kullanmayı öğretmişti. Bir baba gibi beni korumuş "Bir gün sana kolum uzanmaz belki gülüm, işte o zaman sana kolunu nasıl kullanacağını öğreteceğim,"demişti.

 

"Belli, sana uzanan kolu kırmışsın." Rahatsızca kıpırdadığında gözlerini sanki bana kilitlemiş gibiydi. Elaları açıktı göz bebekleri ise gittikçe küçülüyordu. Seğiren çenesiyle birlikte gözlerini gözlerimden çektiğinde parlak ayakkabılarını yere sertçe bastırıp oturduğu merdivenden kalkıp önümde dağ gibi dikildi. "Kendine kimseyi yaklaştırma İpekoğlu, bu kim olursa olsun." Sanki sözlerini bana değil kendine ulaşması için sıralamıştı.

 

Büyük adımlar atıp salonun cam kapısından bahçeye çıktığında arkasında merdivene oturmuş beni bırakmıştı.

 

"Hele bir yaklaşın zaten bu sefer hepinizi kurşunlarım." Duymayacağını bil bile arkasından bağırmıştım ama o çoktan bahçede kaybolmuştu bile.

 

"Hepiniz mağarada doğmuşsunuz, şuursuz adamlar." Biz arkadaş değildik, belki sohbet bile etmiyorduk ama birden sanki umursamaz biriymiş gibi kalkıp beni gerisinde bırakması saygısızlıktı. Beni yok saymaya çalışıyordu ama bunu bile beceremiyordu.

 

Dizimi umursamadan sertçe attığım adımları bilinmeze çevirmişken uzun koridorda dümdüz bürüyordum.

 

Benim söylenmelerimi bastıracak kadar sert bir belli belirsiz söylenme sesleri ileriden geldiğinde o tarafa doğru dönüp sesin sahibini görmeye çalıştım. "Topuklu efe, kadın değil bu canavar." Büyük kare mutfağın küçük masasında oturan adam ve adamı kapatan arkası dönük bir kadın konuşuyorlardı.

 

"Ama o dua etsin ağam benden rica etti Fırat nazik ol diye yoksa o kadın kıramazdı kolumu falan."

 

Bu sesi tanıyordum bu ukala tonlama kırık Türkçeli ses ondan başkasına ait değildi.

 

"Hiç yemek yemiyor diye üzülüyordum ona ama mübahmış ona, bir daha yemek götürmem tövbe haram Fırat beyim."

 

"Götürme kız ona bir şey güçten düşer belki ama zengin kızı bu pirzolalarla beslenmişlerdir ondan güçlü bu bu kadar."

 

Kapı girişine yaslanıp kollarımı birbirine bağladığımda o kadar hararetli konuşuyorlardı ki varlığımı fark etmemişlerdi.

 

"Pek gözeldi ama Allah hakkı için siyah saçları yeşil gözleri peh parlıyordu. Eccik zayıftır ama güzeldir vallah." Bu kızı bir kez yemeği bırakıp başıma usulca gelip yaklaştığını görmüştüm hayal meyal yüzünü görmüştüm ama bu sesi ile bana birkaç şey mırıldanmıştı.

 

"Huyu pistir huyu yüzü güzel olsa ne olacak, giymiş iki metre kazıklıyı üsten üste konuşuyor. Egoludur ha bu konuşma onunla sen, senide bozar."

 

"Seni bozduğum gibi mi Fırat?"

 

Sandalye hızla geriye düştüğünde önündeki kız da bir yerlere kaçışmıştı. "Tövbe bismillah geldiler."

 

"Geldim, şimdide koluna çapraz ayağını kırmaya geldim ki denge sağlansın." Boyun askısıyla karnı üzerinde duran alçıya alınmış kolunu işaret ettim.

 

Sinirlenmiş bana bakıyordu ama sesini çıkarmıyordu. "Ne oldu topuklu efe diyordun. Canavar bu diyordun yüzüme de söylesene Fırat."

 

Ağzını tek kelime açmıyordu çünkü başına gelecekleri tahmin edemiyordu, benden her şey beklenir haklıydı.

 

Büyük ortada duran tezgâhın gerisinde suspus sinen genç kıza baktığımda kınaya boyadığı saçlarını yazmasının arkasına saklamaya çalışırken bana bakmıyordu. "Asıl sen bu medeniyetsiz herifle konuşma seni dağına kaçırır maazallah."

 

Fırat başını sallayıp tövbe estağfurullah diye söylenmeye başlamıştı.

 

"Rona?" Arkamda tanıdık bir ses duyduğumda başımı çevirdim. Masadaki kadın şimdi arkamda durmuş soran gözlerle bakıyordu. "Bir şey mi istedin kızım? Hemen bir şeyler hazırlayalım sana karnını doyur." Aceleci adımlarını hızlıca mutfaktan içeri attığında Fırat kadına saygıyla selam verip arkaya açılan bir kapıdan gitmişti.

 

O kadar hızlı hareket ediyordu ki başımı döndürüyordu. Kolumda hissettiğim el beni çekip önümdeki sandalyeye oturtmuştu. "Et sever misin? Bulgurda var. Kızım şerbeti çıkart dolaptan."

 

Oturduğum yerden kalkmaya çalışıyordum ama sanki üstümde bir ağırlık çökmüştü. "Yok istemiyorum yemeyeceğim." Sesimi duymuyor gibiydi, mutfakta dönüp duruyordu. Önüme koca etlerle dolu tabağı bıraktığında burnuma ulaşan kokusu bütün midemi bulandırıyordu. Et sevmezdim, yemezdim.

 

Ayağa kalkmak için sandalyenin arkasından destek aldığım elim titremeye başlarken ben ayağa doğruldum. Genç kız eğilmiş dolaptan bir şeyler alırken, yaşlı kadın kaşıkla çatalı önüme koyuyordu. Bir şey diyordu ama sanki mırıldanıyordu.

 

"Ben iyi değilim, yemek istemiyorum." Her şey bir anlık donuklaştığında sanki hareket eden tek şey bendim. Zeminin ayağımın altından kaydına yemin ederim ki ben hareket etmiyordum. Kalp atışlarım birden yavaşladığında bir şeyler yolunda gitmiyordu. Sesim onlara ulaşmazken artık sağırdım hiçbir şey duymuyordum. Destek aldığım sandalye parmaklarımın arasından kaydığında başım sertçe zemine vurmuştu. Bedenimin tümü soğuk ile buluştuğunda üstümde sanki kilolarca ağırlık vardı. İnce bir sızı gibi başımın arkasına dolan ağrı beni uyuşturmadan duyduğum çığlıktan sonra, yakından gelen bir silahın patlayan kurşunu oldu.

 

❤️‍🔥

 

Midyat'ın en sıcak akşamıydı o vakit. Bütün şehri karışlayan uzun konvoylar büyük gösterişli konağın önüne ip gibi dizildi en sert fren sesiyle. Mardin küçüktü meseleler tez duyulurdu. Adem İpekoğluna sabaha karşı gelen telefonla kızının kaçırıldığını duymuştu. Yıllardır kızının yanında olan Feyzullah bir haftadır onunla değildi çünkü Rona'ya göz dağı niyetine hedef alınan bir tabancadan çıkan kurşun diz kapağını delmişti.

 

O gün Feyzullah yanında olmadığı için Adem'in gözlerine uyku girmiyordu, kaçırıldığı günde defalarca onu aramış bir süreliğine Diyarbakır'a gelmesini söyleyecekti ama içine doğan kara düşünceler kara haberlerle göstermişti kendini.

 

Günlerdir haberde alamamıştı oğlundan. Bir gece ansızın çıkmış bir daha geri dönmemişti. Kimse onu görmemiş duymamıştı ta ki bu sabaha kadar. Adem kızının kaçırıldığını duyduğunda akalına gelen ilk Karakoyunlardan İrfan olmuştu, ama değildi.

 

Bütün kanı o an çekilmiş, yıllardır korkuttuğu şeyin başına gelmesinin korkusu sarmıştı bütün bedenini. Yıllar önce nasıl sağ çıktığını bilemediği Mardin'in meydanında genç bir çocuk bütün heybetiyle söz vermişti ona. Bugünden sonra bu Mardin'e sizin gölgeniz bile düşmeyecek, tek bir soyunuzdan insan kalmayacak, bende şerefim üzerine yemin ederim sizden kimseye dokunmayacağım, demişti.

 

Adem o genç çocuğun gözünde ki karalığı daha o günde görmüş boyunu aşan sözlerine kulak verip son sözleri ile ayrılmıştı memleketinden. Şimdi o tutulamayan söz için gelmişti bu şehre.

 

Babasının yola çıktığını duyan Baran ansızın saklandığı yerden çıkıp gelmişti yanına. Adem İpekoğlu ise o ana kadar sözünü tutmayanın kendi kanı olduğunu anlamıştı. İşte o an bir babanın en çaresiz anı olmuştu. Bir kalbinin iki ayrı noktasını dolduran iki ayrı evladının korkusu sarmıştı onu.

 

Sevdim babademişti Baran eğdiği boynuyla. Kaçır beni dedi bende daha fazla yüreğimin sesine sağır kalamadım ne olur affet beni.

 

Ne içindi peki bunca ayrılık ne içindi yavru kızına bunca hasret kalmışlardı? Kimse onu bulamasın kimse ona dokunamasın diye yıllar boyu onu anasının koynundan çıkartıp yollamıştı gurbet ellerine. Önce Allaha sonra kızıma bunun hesabı nasıl veririm düşündü yol boyunca bu ihtiyar.

 

Dik durmaya çalışarak yere tüm gücüyle bastığı ayakları onu zayıf göstermesin diye derin nefes aldı Adem İpekoğlu. Yıllar sonra hasretini çektiği memleketinin havası ilk defa ona zehir olmuştu. Genzinden akan sıcak hava sanki kezzap olup parçalamıştı onu.

 

Önünde duran konağı arkasında sır gibi gizleyen siyah demir kapıya baktı boylu boyunca. Altın işleme ile Karahanlı Konağı yazılmış mermere baktı usul usul. Derin bir nefes çekti oğlu Baran da arkasından arabadan inerken.

 

Kapıda duran adamlar bu konvoyu gördüğünde ellerini bellerin atıp gelecek emri bekliyorlardı.

 

"Karahanlı!" diye haykırdı Adem boğazından çıkan gür sesiyle. İçini korla yakan kızının acısı diline vururken tekrar haykırdı.

 

Demir kapı hızla arkadan açıldı. Arkada yatan büyük konağın gölgesi vurdu önünde olan herkese. Avludan olan takım elbiseli adamların hepsi silahını ateş etmeye hazır konuma getirmiş karşıda ordu gibi duranlara çevirmişlerdi. İpekoğlu'nun adamları da Adem'in silahından çıkan bütün sokağı inleten kurşunla silahlarını çekmişlerdi.

 

Ademin silahından çıkan kurşun tehdit kurşunu değildi. Ölüme bir çağrı, ölümüne bir mesajdı.

 

Avluda duyulan sert adım seslerini herkes tanırdı. Adem bile geleni biliyordu.

 

Siyaha bürünmüş gecenin soluğuna adımlayan Doğu Karahanlı'nın demirden adımları sokak ile avluyu ayıran çizginin üstünde durmuştu.

 

İki adam batmaya yakın güneşin altında yıllar sonra tekrar yüz yüzeydi. Adem İpekoğlu'nun Midyat'a girişinin haberi çoktan kulaktan kulağa yayılmıştı.

 

Ademin saçları daha çok kırlaşmıştı, Doğu'nun heybeti daha da artmıştı o günden beri.

 

"Hayırdır eceline mi geldin Adem İpekoğlu." Doğu'nun herkesi bastıran bariton sesi karşındaki adamı hedef alıyordu.

 

"Eceline geldim Doğu." Adem ise bu hayatta çocukları için yaşardı, Doğu bunu öğrenecekti.

 

"Elin boş gelmedin inşallah sürgünden Adem İpekoğlu." Onlarca silah onlara dönerken iki adam herkesi gerecek kadar sakin bir sohbet içerisindeydi.

 

"Getirdim." Başını aşağı yukarı salladı adam yavaşça. Bir an önce kızına alıp bu şehirden gitmek istiyordu. İster çerçeveletip salonuna asarsın istersen bedeninde taşırsın, seçmek sana kalmış.

 

Doğu'nun gerilen sırt kasları bedenini hareket ettirirken Baran'la göz göze gelmesi onun bedenine değen kızgın bir ateş parçası gibi yakmıştı. "Hediyeleri sevmem Adem İpekoğlu, bana hep zoraki gelir. Karşılığını verememek beni mahcup eder." Koyulaşmış gözünü barandan çekerken . "Ama sen madem hediye getirdim illa vereceğim diyorsun bende altta kalmayayım." Belinde duran tabancayı hızla çekip aldığında namlunun ucu Baran'ı, gözlerinin elası ise Adem'e değiyordu.

 

Adem eline duran silahı kaldırmamış çünkü biliyordu ki onca ilahın içinde elinde ki silah Doğu'ya kalkarsa ikisi de patlamadan inmezdi.

 

"Buraya olay çıkartmaya gelmedim," dedi Adem. "Kızımı ver gideceğim şehirden."

 

O an samimiyetten uzak bir kahkahası sesi duyuldu Doğu'dan. "Ne güzel konuşuyorsun öyle Adem İpekoğlu." Silahı biraz daha Baran'ın anlına bastırırken, "Bu kansızın kaçırdığı kız kardeşim ne olacak, ne yaşıyorsunuz lan siz? Dilan gelmeden bu evden çıkacak olan tek şey kızının cenazesi olur, duydun mu beni?"

 

Her sözü karşısında duran babayı daha da sinirlendirirken adamın gözleri hızla kapandı, herkes kendini tuttuğunu iyi biliyordu.

 

"Benim oğlum senin kardeşine sevdalandı, peki ya beni kızım ne yaptı onun suçu ne?"

 

"Onun suçu sizin gibi bir kansız aileye sahip olmak." Baran alnına dayalı olan tabancanın ağırlığı değil ailesine vurulan demlerden dolayı girmişti söze. "Ben sevdiğim kadına sahip çıktım, kalleş olan sensin Doğu, benim suçsuz kardeşimi alıkoyan sensin martaval okuma bize."

 

"Ne konuşuyorsun lan sen?" Öne doğru silahı salladığında Baran alnına aldığı darbe ile geriye doğru sendelemişti. "Doğruyu söylüyorum Doğu ağa. Ben senin kardeşine verdim yüreğimi o da bana sevdasını bahşetti. Sen onu tek bir kez dinleseydin söyleyecekti sana içinde olan duyguları, bir kez dinlemedin lan kardeşini. Kilitli kapılarda tutup koruduğunu sandın ama artık sen değil ben koruyacağım onu hem de kilitlerin ardında değil herkesin içinde herkese rağmen koruyacağım."

 

Gerilediği adımları ileri doğru atıp Doğu'nun önünde durdu. "Şimdi koruyamadığın kardeşin benim çatım altında, kardeşimi de bırak ben koruyayım zira sen onu da beceremezsin."

 

Doğu, Baran'ın onu parçalamak için yönelttiği cümleleri ilk günden beri kendine haykırıp onu parçalara bölmesinin eziyetini yaşatıyordu ruhuna. Kördü Doğu her duyguya ama bu iki günde sanki bileniyor gibiydi, anlamıyordu ama sanki ruhu acıyor gibiydi. Yok saymaya çalıştığı onu uykusuz bırakıyor, bütün sözlerini yutturup nu lal ettiriyor gibiydi. Kimseye ödenecek borcu yoktu ama nedense kendini birine karşı mahcup hissediyordu.

 

"Dilan'ı getir kardeşini al İpekoğlu." Üstüne basa basa ettiği kelimeler sıktığı dişlerinden boğukça çıkmıştı. "Yoksa bu yolun sonunda ölüm var, ya sana ya bana."

 

"Dilan benim namusumdur evleneceğiz onunla, beni istersen çek vur ama Dilan İpekoğlu konağını gelini olacak ve hanemden çıkmayacaktır Ağa."

 

İki genç adamın bedenleri dikilmiş ikisi de geri adım atmazken tozu beraberi ile getiren eski model klasik bir arabanın önlerinde durup farlarını yüzlerine tutarken Baran elini gözüne siper etmişti.

 

Doğu geleni tanıyordu, elinde tuttuğu silahı daha sıkı tutarken olduğu yerden adım atmadı.

 

Adem'in yüzü gelene döndüğünde ise hayatın onda aldığı dostunu yıllar sonra tekrar karşısında görmenin mutluluğu ile ağırca gülümsemişti. Şoförün açtığı kapıdan inen adamın ilk görürüne eski tozlu ayakkabıları olurken bol gri şalvarı ve beyaz gömleğinin üstüne giydiği siyah yeleğiydi. Yoksul baba toz zeminde yavaşça ilerlerken ilk başta Adem'in önünde durmuştu. Yoksul babayı gören adamlar silahlarını yavaşa kaldırdığında Doğu ise bacağının arkasına doğru eğmişti elini.

 

"Hoş geldin eski dostum." Nasırlı ellerini Adem'e doğru uzattı.

 

"Hoş buldum Yoksul." Dedi Adem Yıllar sonra gördüğü dostuna. İki dostun yıllar sonra birleşen ellerine baktı doğu. Yoksul baba evinden çıkmazdı mecbur kalmadıkça, onun buraya kadar gelmesi onu germişti.

 

"Yıllar önce kızın için gitmiştin, şimdi aynı sebeple geri dönmüşsün memleketine Adem."

 

Adem ağır ağır salladı başını, "Kızımı almaya geldim."

 

Adem baba tuttuğu eli bıraktı anice. "Alamazsın!" dedi sertçe. "Onların kızı sizdeyken hangi yüzle kendi kızını istersin Adem, buradan gittin sen bu töreden gitmedin ya. Her şeyin usulü var." Baran'a döndü Yoksul baba, "Dilan'ı getirecek misin?" Dedi sakin sesle.

 

"Getirmem o benim namusum." dedi Baran hiç düşünmeden.

 

"Getirmem diyor Adem, kız gelmezse sizin kız bu evden çıkamaz bunu sen iyi bilirsin."

 

Adem bilirdi töreyi adeti hükmü ama elinin tersi ile itip gelmişti kızını almaya. Doğudan tek bir kez imasını duymadığında ise içi rahatlamıştı ama yoklusun sözleri kalbine sokmuştu sızısını tekrar.

 

"Hüküm belli Baran Dilan'ı getirmez ise Doğu Rona ile berdellenir."

 

Gökler bağırdı kulaklarda yankılanan sözlere, akrep usulca yaklaştı bedenlere. Zehri yavaşça içlerine kadar sızana kadar tek bir ses duyulmadı kimseden. Diller lala oldu sanki, haykıracak sözler sustu o an.

 

Reddedilmezdi bu topraklarda alınan kararlar ya kan ya kan bağı demişti yoksul baba.

 

Kanlar aktı hızla, her şeyden habersiz uyuyan aydınlık yüzlü kadının şahdamarındanolan adamın ayaklarına dolandı bağı. Ya kan ya kan bağı diye tekrar etti koca Midyat o gün.

 

Bölüm sonu.

Loading...
0%