@yagmurluhikayeler
|
1
Öksüz bir çocuğun acısı mı daha çok yaralar minik bedenini, yoksa görmezden gelinen bir evlat mı hisseder yetimliğin metalik tadını ruhunda? Hey sen, merhaba. Çiseleyenimde sana günahlarımı anlatacağım. Islak, yavaş süzülen damlalarımda benimle birlikte toprağa karışacaksın. Sana toprağın çamurunu anlatacağım. Benimle çamura batmaya var mısın? Hazır ol, çünkü çamur yüzünden siyahlara bulaşacağız birlikte. Beni tanımıyorsun, biliyorum. Ama sana yemin ederim benim hiçbir derdim yoktu hayatta, onun dışında. Gerçekten! Ben iyi birisiyim, kafamın allak bullak olması dışında... Kafamın derinleri çok korkak, aynı zamanda pek cesur. Aptal ama akıllı. Güzel, aynı zamanda çirkin. Görünmez sadece, bekler düşünceler fark edilmeyi. Çocuk aklı işte... Hayalet bir çocuk. Bu hayalet çocuk, yabancılaşmanın merhamet yaftalamasında bekler ışığı. Çok zordur insan olmak, insan kalmak ise peydah olma meselesidir. Eksiltir ama insan çoğu şeyi, bazen de ihtiyaçlarımızı bulmak için bulanırız çamurlara. Yardıma ihtiyacımız vardı bizim... Yardıma ihtiyacımız var bizim. Hayat böyledir belki de, ihtiyaçlarımız paslı bir anahtardan ibaretken, kilitli kapımızı açmaya kimse yeltenmez. Kapının ardındaki bir hareketliliği meraklı gözlerle beklerken bile içimizde patlamaya hazır bekleyen umut kendini teslim eder soğuk karanlığa. Gözlerimiz açıldıkça, farkına vardığımız gerçekler ile kör olmayı dilediğimiz zamanlar rahatlamak için seçtiğimiz yollardan biridir ağlamak. Yağmurların öptüğü çiseleyenli sığınak... Benim ağlamak için ihtiyacım olan şeydi yağmur. Yağmur damlaları tenime damladıkça, yanağımdan sanki yakıp kavurucu bir ateş süzülürdü. Göz yaşlarımı saklamak istediğimde gözlerimi tavana diker, saç uçlarımdan yere damlayacak kadar şiddetli bir yağmurun yağdığını düşlerdim. Hayalet değildim; fakat aptal hiç değildim. Böyleydi benim hikayem işte... Nefret dolu yüzlerin arasında yaşam savaşı veren bir kızdım sadece.
🥀
İnsanlığa en güzel lütuf olan yağmur şiddetini arttırarak yağmayı sürdürüyordu. Pencereme düşen damlaların çıkardığı tok ses ile kendimce ritimler uyduruyor, besteler yapıyordum. Elimde bir kitabım yoktu belki; ama aklımdan uydurduğum hikâyeler ile oldukça mutluydum. Belki de içinde yaşadığım hikâyelerle ayakta kalıyordum. Kafamın içindeki o koca dünya en rahat nefes alabildiğim yerdi. Ben, nefesi kendimde bulurdum. Havadan çekinir, onu solumak istemezdim. Kollarımı göğüs kafesimin hizasında birbirine bağlamış, başımı cama dayamış bir şekilde yağmuru izliyor, arada bir yoldan geçen insanların buğulu görüntülerine bakıyordum. Yaşıma göre çok düşünüyordum belki bilmiyorum ama ben hep böyleydim işte. Her zaman düşünürdüm. Yağmuru düşünürdüm. Haykırışını düşünürdüm. O ağlardı. Gökyüzü ağlardı. O her ağladığında onunla birlikte ben de ağlardım; çünkü ben normal değildim, hiçbir şeyimle. Sadece normal bir aile istedim. Birlikte akşam yemeği yediğim bir aile. Erkek arkadaşıma kızan bir baba istedim. Sigara içtiğimi görünce bana bağıran, sonra da oturup saatlerce bana sigaranın zararlarını anlatacak bir anne. Çok şey istemedim ben. Ne yağmurla ağlamak ne de onun ağlamasına göz yummak istedim. Ben yağmur olmak istedim. İsyanımı herkese duyurmak, insanların benden koşarak kaçmasını sağlamak istedim. İşte bu sebeple eşlik ettim yağmura. Onun ağlamasına yapılabilecek tek şey ona eşlik etmektir, onun ilacı vuslattır. ''Okula geç kalıyorsun, dikilme orada.'' Annemin sesi ile dikildiğim pencerenin önünden ayrılarak banyoya girdim. Düzleştirdiğim saçlarımı son kez taradım. Kirpiklerime hafif bir rimel, dudaklarıma parlatıcı sürdüm. Üzerimde siyah, bileklerime kadar uzanan bir askılı elbise vardı. Kürkü anımsatan beyaz, ince bir ceket giydim. Sağanaklı olmasına rağmen sıcaktı hava. Okul çıkışları soğuk oluyordu. Çantamı aldıktan sonra hızlıca odamdan çıktım. Babam salonda oturuyor, sabah haberlerini izliyordu. Annem mutfakta oturmuş kahvesini içiyor, yeni yaktığı sigarasının kokusu tüm eve yayılıyordu. "Günaydın, prensesim." dedi babam ayaklanırken. Ardından gelip başımın yanını yavaşça öptü. "Günaydın!" dedim neşeyle. Annem sandviçimi elime tıkıştırdı ve babama yönelerek kravatını düzeltti. "Bugün de geç mi döneceksin işten?" dedi annem kravatı düzeltip babamın gömleğini avcunun içi ile düzeltirken. "Bu aralar çok yoğun." dedi babam ve masadaki kahvesinden büyük bir yudum alarak annemin alnından öptü. "Sizi ihmal ediyorum, biliyorum. Bir ara tatile gidelim." "Lütfen artık Madrid'e gidebilir miyiz?" dedim heyecanla. "Size senelerdir söylüyorum." "Gideriz, anneciğim. Baban bize vakit bulabilirse, gideriz. Baban gelmeyecekse ikimiz İtalya'ya gidelim." dedi gülerek. Hızla elimle ağzımı kapattım ve kocaman sırıttım. "O niyeymiş?" dedi babam kaşlarını çatarak. "İtalya'da bensiz ne yapacaksınız?" "Pizza yeriz, baba." dedim gülerek ve sandviçimi ısırarak dış kapıya yöneldim. Ayağıma hafif kalın tabanlı bir spor ayakkabı giyip kapıyı açtım. "Sizi seviyorum!" "İyi dersler, dikkat et!" diye bağırdılar arkamdan. Evin bahçesinde annemin diktirdiği güllerden birini koparıp hızla büyük kapıyı açtım. "Günaydın, Bahadır!" dedim neşeyle ve arka koltuğa oturup çantamı yana bıraktım. Sandviçimle ilgileniyordum. "Günaydın, Sibel!" diyerek şoför koltuğuna geçti. Benim yaşlarımdaydı. Yakın arkadaşımdı. Onunla yol boyu kitaplar ve sağanaklar hakkında sohbet eder, eğlenirdik. Babası hastalandığı için beni okula bir süredir o bırakıyordu. "Naber?" dedim sandviçi yarılamışken. "Aç mısın? Pesto soslu bu, bilmem sever misin?" diyerek ona uzattım. "Yedim ben, teşekkürler." dedi trafikten kurtulmaya çalışarak. "Nasıl gidiyor?" dedim araba camına damlayan çiseleyenleri takip ederek. "Bildiğin gibi, sıkıcı işte." "Ben de çok sıkılıyorum, her şey o kadar düz ki." dedim ve parmağımın ucu ile camdan aşağı süzülen damlanın bıraktığı izi takip ettim. "Her gün aynı şeyler, değil mi?" dedi sırıtarak. Sesindeki neşeyi yakaladığımda heyecanla olduğum yerde yayıldım. "Ay evet! Keşke biz de damla olsaydık, toprağa düşseydik. Toprak kocaman. İçinde yapacak bir sürü şey, keşfedilecek bir sürü nefes vardır." Yağmur ve trafik yan yana çekilmez gelirdi bana. Bu saatlerde otoban bile kalabalık olurdu. Çoğu zaman geç uyandığım için okula geç kalırdım. O gün de geç kaldım. Denizin mükemmel manzarasına karşılık olarak yapılmış, büyük ve modern okuluma baktım arabadan inerken. Bahadır'a teşekkür edip çıktım. Kocaman bir nefes aldım. Denizin kokusu bir anda bedenime sarıldı. Okulumu seviyordum. Koyu mavi camları vardı. Kalabalık bir okulduk. Genelde iş adamları, doktorlar, avukatlar ya da onların patronlarının çocukları olurdu burada okuyanlar. Herkes küme oluşturur, bahçedeki kafede sohbet ederdi. Burslu öğrenciler bizimle vakit geçirmeyi pek sevmezlerdi. Onlar hep bizden ayrı dururlardı. "Sibel!" sesi ile yana dönüp, kocaman sırıttım ve Ecem'e sarıldım. "Gel gel, Enesler ile sigara içiyoruz, oradan geçeriz derse. Yakup Hoca kızmaz zaten gecikmemize." "Siz yine mi barıştınız?" dedim gözlerimi devirerek. "Bu sefer çok değişti, Sibel. Yemin ederim." dedi kıkırdayarak ve koluma girip, okulun yan kısmındaki boşluğa doğru beni sürükledi. "Çok pişman, bensiz yapamıyor işte." "Bir daha ayrılırsanız sakın gelip bana ağlama," dedim Enes'i görünce yavaşça başımla onu onaylayarak. "Deccalin ta kendisi bu, nefret ediyorum bu çocuktan." "Yemin ederim ayrılmayacağız bir daha. Çok değişti diyorum sana!" dedi heyecanla ve kolumdan çekilerek Enes'e doğru yaklaştı ve yanağından öptü. Enes'in yanında iki oğlan daha vardı. Üstlerinde bol, desenli kazaklar, altlarında kısa kapri pantolon vardı. Ellerindeki sigaraları içerken, aralarında sohbet ediyorlardı. "Selam, baldız." dedi Enes kocaman gülerek. "Canım enişteciğim!" dedim aynı şekilde gülümseyerek. "Şu kızı üzüyorsun, ceremesini ben çekiyorum. Sonra barışıyorsunuz, ben daha çok sinirleniyorum." "Yok ya," dedi ve paketinden bir sigara uzattı. "Bu sefer ayrılmayacağız, değil mi hayat anlamım?" "Evet, aşkım!" dedi kocaman sırıtarak. Enes'in paketinden sigara alıp ateşe verdim ve sırtımı ağaç gövdesine yasladım. "İyi bakalım, çifte kumrular sizi." dedim gülümserken. Ecem'in mutlu olmasını istiyordum. "Geciktik bayağı, sizin ders kime?" dedi yandaki oğlan. "Yakup'a dersimiz." dedi Ecem ve sigarasını yere atıp ayağı ile üzerine bastı. "Geçelim ama, yoklama almaya başlamıştır." "Siz gidin," dedim sigaramdan bir duman daha içerken. "Ben daha yeni yaktım, söyle beni yok yazmasın." "Tamam, marşmelovum." dedi ve Enes'in koluna girdi. Gözlerimi kısarak Enes'e bakıp gülümsedim. Onu sevmiyordum, arkadaşımı üzmesini sevmiyordum. Sigaramı içerken öğretmenlerin otoparkından Murat ve bir oğlan çıktı. Deri ceketleri vardı, altlarında bol siyah kotları, dağınık saçları vardı. "Serseriler," diye söylendim ve sigaramdan içmeye devam ettim. "Murat, naber ya?" diye bağırdığımda bana dönüp şaşkınlıkla baktılar. "Ne işiniz var sizin otoparkta? Arabaları mı çiziyorsunuz yoksa?" "Evet, arabaları çizdik." dedi Murat gülerek yanıma gelip elimdeki sigarayı alırken. "Gel, seni de çizelim." "Komik şey seni, nasılsın nasıl gidiyor?" dedim gözlerim şaşkınlıkla elimden çekip aldığı sigaraya bakarken. Sigaramı dudaklarının arasına alıp bir duman çekti ve bana geri uzattı. "Yok, iç sen." dedim kaşlarımı çatarak. "Ben seni tanıyamadım, desem bana kızar mısın?" dedi Murat. "Kimin kızısın?" Okulumuzdaki öğrenciler genel olarak babalarının meslekleri ve zenginliği ile tanınırlardı. Bu nedenle herkesin isminden önce babalarının ismi sorulur, öğrenilirdi. "Sibel ben ya," dedim telaşla ve yapay bir şekilde sırıttım. Hafif gerilmiştim. "Unuttun mu? Bulutlarla bir gece hep beraber içmeye gitmiştik." "Sibel mi?" dedi, kaşlarını çatarak. "Sibel rahmetli annemin adıydı. Neyse, memnun oldum. Kusura bakma, ben çok hatırlayamıyorum içince." dedi ve sigaramı tekrardan dudaklarına götürdü. "Vah vah," dedim telaşla. "Başın sağ olsun, Muratcığım. Oldu o zaman, konuşuruz yine. Ben derse gideyim." "Dikkat et kendine, Sibel. Sigara için de eyvallah, sağ olasın." dedi Murat gözleri gözlerimi keserken. Telaşla yanlarından ayrılıp okul kapısından içeriye girdim. Bizim sınıftan servisle gelen kimse olmadığı için durumu hocalara anlatırken hep zorluk çekiyordum. Koşarak okul merdivenlerini tırmanırken dersin beş dakikasının geçtiğini biliyordum. İlk ders Yakup Hoca'nın olduğu için kapıyı çalma gereği bile duymadan içeri daldım. Dil sınıfı olduğumuz için üç farklı İngilizce öğretmenimiz vardı, Yakup Hoca en sevdiğim öğretmenimdi. Bize asla kızmaz, bize susun bile demezdi ki zaten kimse de susmazdı. Bodozlama giriş yaptığım sınıf tuhaf bir şekilde sessizdi. Bir anda herkes bana bakınca elinde kalem ile tahtaya bir şeyler yazan adamı gördüm. Etkileyici girişimden sonra kalemi yazdığı yerde asılı kalırken omzunun üzerinden bana bir kaşı havada bakıyordu. Bir sınıfa bir adama baktım. Bizim sınıftı; ama Yakup Hoca yoktu. ''Kızım tam kıramadın kapıyı, çık bir daha giriş yap.'' dediğinde sesli bir şekilde yutkunup başımı öne eğdim. Boğazımı temizledim. ''Yakup Hocam, görmeyeli değişmişsiniz. Spora mı başladınız?" dedim yavaşça yere bakarak gülerken. Sınıfta uğultu çıkarken, başımı kaldırıp ona baktığımda kaşları havaya kalkmış, asılı elini indirip kollarını göğsünün altında bağlamıştı. Bunu yaptığında gömleğini saran büyük kolları iyice belirginleşmiş, istemsizce onlara bakmam için beni davet etmişlerdi. ''Yani sen Yakup Hoca'nın derslerine böyle mi giriyorsun?'' derken gözleriyle vücudumda kısa bir tura çıkması bedenimi gerdi. ''Özür dilerim, şoför yavaş sürdü arabayı." dedim korkuyla. Boynunu sol tarafa eğmiş, gözlerini kısmış bana bakıyordu. Kahveleri yeni çiselenmiş gibi parlaktı. ''Bu açıklamayı İngilizce yaparsan derse katılabilirsin, cücük.'' Direkt olarak Ecem'e baktım. Ne olduğunu o da idrak edememiş gibiydi. Tamam, o kadar kötü bir ingilizcem yoktu; fakat bir anda böyle sorunca bir şey diyemeden kaldım. ''Şoför ne demekti?" Sorumla sınıftaki kıkırdamalar ve konuşmalar arttı ve gerçekten gerilmeye başladım. Bana bakarak derin bir nefes verdi. ''Bu sınıf gördüğüm en berbat dil sınıflarından birisi. Bir de eminim çoğunluk tercüman olmak istiyor, sen dahil cücük.'' Eğleniyor gibiydi. Adam resmen benimle eğleniyordu. ''Bir anda sorduğunuz için tam şey yapamadım zaten ben tercüman falan olmak istemiyorum, matematik yok diye geldim.'' Büyük kahverengi gözleri küçüldü ve gerçekten gülümsedi. Dişleri bembeyazdı. Yüzü pürüzsüzdü. Yeni tıraş olduğu kızarık teninden açıkça belli oluyordu. Yoğun bir göz rengi vardı, kocaman gözleri güldüğü zaman kısılıyor, dudaklarının yanında bir kaç çizgi oluşuyordu. Keskin yüz hatları vardı, düzgün ve hafif kalkık burnu, etli dudaklarının üstünde küçücük kalıyordu. Kahveleri alayla baktı bir süre bana. Ardından derin bir nefes aldı, "Sizin avare veletler olduğunuzu duymuştum... Ama saygısızsınız da. Ne biçim bir kolej bu? Yıllardır İngilizceyi kim öğretiyor size?" dedi bıkkınlıkla. Kahveleri sakin bakıyordu. ''Hocam siz bize öğretin, biz hep dinleriz sizi." dedi İrem kıkırdayarak. "Zevzeklik etmeyin," dedi ve bana bakmayı sürdürdü. ''Yakup Hoca gideceğini bize söylemedi.'' Sesimde bir kaygı vardı. Bu adam benim burnumdan getirirdi bu dönemi. ''Ne o? Beni beğenemedin mi?'' Vücudum kasılmaya başladı. Ben hocalara cevap veren, saygısızlık yapan bir öğrenci değildim, asla olmadım. Bu herifin de beni yanlış tanımasını istemedim. Sorusuna cevap vermedim. Kaç dakikadır kapının önünde dikildiğimi bilmiyordum ama bacaklarım ağrımaya başlamıştı. Elindeki kalemin kapağını kapatıp yavaşça öğretmen masasına oturdu. Gözleri sınıf defterinde dolandı. Gözlerimiz buluşunca yüzümü öne eğdim. Gerçekten adama tuhaf bakıyordum, bu beni biraz utandırdı. ''Bahaneni İngilizce söyleyemedin." Ön cebinde duran pilot kalemi çıkardı ve sınıf listesine bakarak yoklama almaya başladı. Gerçekten bacaklarım ağrıyordu. ''Sibel?'' Hocanın adımı söylemesiyle herkes bana baktı. Hoca kafasını kaldırıp sınıfa baktığında herkesin bana baktığını fark edip bana döndü. Aslında bu komikti. Yani o an gerçekten saçma sapan bir andı. ''Sen hâlâ burada mısın?" dediğinde yemin ederim çantamı Ecem'e doğru fırlatıp koşar adımlarla adamın yüzüne bir uçan tekme atıp onu oturduğu sandalyeden uçurmak istedim. Hiçbir şey demeden, içeri girdiğim sertlikte kapıyı çarparak sınıftan çıktım. Yarım günüme mal olmuştu. Yakup Hoca böyle yapmazdı, yemin ederim yapmazdı. Kantin boştu. Fırsat bilip çilekli süt aldım ve boş masalardan birine oturdum. Dersin sadece beş dakikasına geç kalmıştım, on beş dakika sınıfta beni ayakta bekletmiş, sonra da beni kovmuştu. "Sibel, hoca yolladı! Şimdilik affetmiş, bir dahakine almam dedi." Ses ile hızla yerimden kalktım ve sınıf arkadaşımı takip ederek sınıfa girim. Yavaşça yerime otururken o kitabını okuyor, bana bakmıyordu. "Hocam, kendinizi tanıtır mısınız?" dedi İrem heyecanla. "Tanıtayım," dedi oturduğu yerde geriye doğru gerinerek. Gözlerimi devirdiğim sırada, Ecem sinirle güldü. İrem'i sevmiyorduk. "Eşek kadar oldunuz, size ders anlatmayacağım. Derslerimde soru çözersiniz, yapamadığınız sorulara birlikte bakarız," dediğinde dikkatle onu dinliyordum. Parmakları ile öğretmen masasına ritim tutuyordu. Ardından tekrardan bana çekti kahvelerini ve tebessüm etti. "Dersime benden sonra gireni almam, en gıcık tipler onlar." "Siz bana şimdiden taktınız," dedim istemsizce gülümseyerek. Bana bakarak gülümsemesi içimi gıdıklamıştı. Dudakları iki yana kıvrık bir şekilde ayaklandı. Sıraların arasında dolaşmaya başladı. Herkes kafasını onun gösterişli bedenine doğru çeviriyor, onu izliyordu. Güzel bir adamdı. Dikkat çekiyordu. "Öğrencilerimi kayırırım," dedi keyifle. Herkes şaşırırken, ben Ecem'e dönüp başımı olumsuz anlamda salladım. Şimdiden en sevilmeyen ben olmuştum. "Senin isim neydi?" dediğinde Ecem kolumu dürttü. Hızla kahvelerine baktım. "Şey, ben mi? Sibel." Bunu yoklama alırken zaten öğrenmişti, ancak bozuntuya vermedim. "Tamam, Sibel." dedi ve ağır ağır sıraların arasında yürümeye devam etti. "Mesela şimdiden seni kayırdım." "Gıcık mı oldunuz?" dedim gülerek. Keyifle yerine geçti ve sandalyesini çekip oturdu. "Hem de çok," dedi keyifle ve pilot kalemi alıp sınıf yoklamasını aldı. "Sibel, sınıfı say bakalım, olmayanları bana söyle." Derin bir nefes alıp sınıfı saydım. "Tam." dedim bıkkınlıkla. "Evli misiniz, hocam?" dedi İrem. "Sizi tanımak adına soruyorum." "Sorma," dedi düz bir şekilde ve yoklamayı bitirip sınıf defterini kapattı. "Serbestsiniz, soru çözün. Ses çıkartmayın." Sessizce kitabımı açıp test sorularına baktım. Adam arada soru soranların yanına gidiyordu. İrem sürekli soruları anlamadığını söyleyip duruyordu. Derin bir nefes alıp sorulara baktım. Birkaç soru çözdüm. "Pişt," dedi Ecem sessizce gülerek. "Bu adam babamla arkadaş, yeni taşındı İzmir'e. Bizim karşı evde yaşıyor. Tek başına geldi, bekar bence." "Ne alaka babanla?" dedim sessizce. "Nereden gelmiş?" "Bilmiyorum ki, İrem sorar zaten birazdan öğreniriz." dedi ve sessizce güldü. "Nefret kusuyorum şu kıza baktıkça." "Sorma ya," dedim ve soruya kaşlarımı çatarak baktım. "Bunun cevabı ne olacak?" "Bakalım." dedi adam ve bir anda yanıma doğru eğildi. Bir kolunu oturduğum sandalyeye doğru uzattı. Diğer kolunu ise masama doğru götürüp, masanın ucunu avcunun içi ile tuttu. Kollarının arasında kalakaldığımda gözlerim kocaman açıldı. Bedeni bana doğru eğilince hızla geriye yaslanıp nefesimi tuttum. Geriye yaslandığımda, sandalyeme tutunan koluna sırtım dayanmıştı. Kalbim bir anda yumruklanmıştı. Yavaşça başımı kaldırıp yan profiline baktım. Gözleri soruda dolandı, ardından elimdeki kalemi çekip aldı ve kelimelerin altına Türkçe anlamlarını yazdı. "Sen, Mehmet'in kızı mısın?" dedi gözleri sorudayken. "Şey, ben mi? Evet, hocam." dedi Ecem şaşkınlıkla. Adam konuşmalarımızı duymuştu, belki de dinlemişti. "Babamla evin önünde konuşurken gördüm sizi." "İyi, selam söyle babana." dedi ve sorudan gözlerini çekerek bana baktı. Toprakları bir anda bedenimi örttü. Bedenim ezilirken, kısa bir süre gözlerine bakıp hızla başımı soruya çevirdim. "Şimdi tekrar çözmeye çalış." dedi ve bedenini üzerimden çekip doğruldu. "Geçmiş zaman kurallarına göre bak." "Tamam." dedim heyecanla ve kitabın üzerine bıraktığı kalemi alıp derin bir nefes aldım. "A şıkkı, değil mi?" "Hayret," dedi keyifle. Başımı kaldırıp ona baktığımda sırıtıyordu. "Aferin." "Hocam burada da anlayamadım," dedim gitmemesi için rastgele bir yere parmağımı koyarak, "Bunun İngilizcesini mi yazmalıyım?" Kaşları hafif çatıldı ve odağını soruya verdi. Dudaklarını birbirine bastırdı ve derin bir nefes aldı, "Okul servisi," diye mırıldandı, "Yaz İngilizcesini." "Ne ki İngilizcesi?" dedim kocaman gözlerle ona bakarken. Birkaç saniye soruya bakıp bıkkınlıkla gülümsedi. Doğruldu ve masasından bir sözlük alıp sırama bıraktı, "Sanırım buna ihtiyacın olacak." dedi ve önüme bir sözlük bıraktı. ''Anlamadım?'' Kaşlarımı çattım ve şaşkınlıkla sözlüğü elime aldım, "Ne diyorsunuz?" ''Okul servisi diyorum, cücük. School bus demek.'' "Anladım," diyerek sözlüğü elime aldım. "Sevindim," dedi ve ayaklandı. "Niye verdiniz şimdi bunu bana?" diye sordum şaşkınlıkla. "Kızım sen sormadın mı okul servisi ne demek diye?" Toprak kahvesi gözlerine odaklandım. Yakından toprağın en güzel tonuna benziyorlardı. Sanki yağmur damlaları o en güzel tona ulaşıp, en derinine kadar inmeyi hedefliyorlardı. Aralarındaki bu nankör yarışın galibi en dibe çöken olacaktı, evet en dipteki kazanacaktı. Kim en dibe çöküp zafer çığlıkları atar ki? "Her seferinde bana sorma, buradan bak işte," diye ekledi kendine. Uzun süre kırpmadığım gözlerimi hızlıca önüme dönerek bir kaç kere kırptım. Teneffüs zili çalana kadar sıraların arasında dolanmaya devam etti. Teneffüste Ecem ile kilitli arka bahçeye dolandık. Burası sigara içme yerimizdi. Büyük deniz tam karşımızdaydı. Derin bir nefes alıp denizi izleyen banka kendimi bıraktım. "Oh be!" dedim ve sigaramdan hızla bir duman aldım. "Amma gerdi adam beni." "Babamlar üç günlüğüne İngiltere'ye gitti, evde posur posur sigara içiyorum." dedi Ecem keyifle. "Akşam bende kalsana, bira içeriz." "Anneme sen sor, şimdi bana surat yapacak. Babam işten geç geliyor, ben de gitmezsem beni yalnız bırakma, diye söylenir." dedim ve başımı geriye doğru atıp gözlerimi kapattım. "Neden evli değil acaba?" "Ha?" "Şu hoca diyorum, niye bekar ki?" "Seni alacakmış, ondan bekliyor." dedi gülerek. "O adam bana gelir mi?" dedim yavaşça sırıtarak. "Kesin evlidir, ama yüzüğü yoktu." "Belki de adam tek gecelik seviyor, her insan evlenmek zorunda mı?" "Zorunda," dedim kaşlarımı çatarak. "Bu adamı nasıl kapmamışlar?" "Ay, Sibel." dedi gülerek. "Çok karizmatik adam, ama büyük yani. Kapılma." "İrem miyim ben?" dedim keyifle. Ardından hızla Ecem'in koluna vurdum. "Ben Murat'ı gördüm, hocaların otoparktan çıkıyordu. Selam verdim, beni tanımadı." "Murat mı? Şu esrarkeş olan mı?" dedi kaşlarını çatarak. "Marşmelovum, körpe bedenine alıştırırlar senin onlar zararlı maddeleri, safsın sen, kandırıverirler. Sakın onlarla konuşma." "Ay, ne konuşacağım? Selam verdim ayak üstü." dedim omuzlarımı silkerek. Sigaralarımızı bitirdiğimizde yanımızda getirdiğimiz parfümü üzerimize boca ettik ve dolanarak tekrardan ön bahçeye çıktık. Gözlerim etrafta onu arıyordu. Hey, hey? Neler oluyor? "Enes'e bak, kızlara nasıl da gösteriyor kendini," dedi Ecem sıkılarak. Basketbol sahasına baktım ve güldüm. "Piç işte." "Dur, gidip kavga edeyim onunla." dedi ve hızla yanımdan ayrıldı. "Sınıfa geçiyorum ben!" diye bağırdım arkasından. "Tamam, gelirim ben!" dedi ve koşarak basketbol sahasına ilerledi. Derin bir nefes alıp binadan içeri girdim. "Selam, cücük." diyerek hızla önüme geçti ve merdivenleri çıkmaya başladı. Bir anda büyük bedeninin esiri olmuştum. Beyaz gömleğini arkadan inceledim. Bir an durup bana döndü ve hafifçe yaklaştı. Büyük elinde birkaç İngilizce kitabı vardı. "Sigara mı içtin sen?" "Yok, hayır." dedim gerilerek. Ardından durup tekrardan merdivenleri tırmanmaya başladı. Hemen arkasındaydım. Onun attığı adımları takip ediyordum. Büyük bedeni önümde kocaman duruyordu. Merdivenleri çıkarken hâlâ arkasındaydım. Bir anda merdivenlerin sonunda durduğunda sert sırtına çarparak bir iki basamak geri tökezledim. Tutunduğum tırabzanlar sayesinde düşmekten son anda yırtmıştım. Ona çarptığımı hissetmemesi imkansızdı, hayvan gibi kafa atmıştım adama. Dönüp bana bakmadı bile. Büyük bedeninden göremesem de sesini duyduğum kadarıyla birisi ile konuşuyordu. Pardon Hoca Bey, az önce merdivenlerden düşüp beynimi patlatıyordum konuşmanızı az ötede yapıversenize demek isterdim; ama sadece isterdim işte. Sonra geleceğin sağanaklarından biri bir şimşek çaktı. Herkes yağmura ağladı, ancak kimse onu görmedi. Bulut. Dünyadaki tüm bulutların bir araya gelerek haykırarak ağlamaları bile bazı acıları yermeye yetmezdi. Hiçbir şimşek bulutlarla başa çıkamazdı, hiçbir yağmur buluta sığınamazdı. Öyle bir buluttu işte. Bu kadar kolaydı aslında, onu fark etmek çok basitti. Kısacık bir eylemin kocaman bir enkazı bulaştı ellerime. İstemsizce kocaman sırıttım. Bulutlar da yağmurlar gibiydi bana göre, benim zihnimin yaftasıydı onlar. Kaçar giderdim kötülüklerden, onları düşünmek bana iyi gelirdi. Bu kadar kolaydı, bu kadar da zordu. "Merhaba," dedi sevecen bir ses tonuyla. Beklemediğim bir şekilde bana elini uzattığında kaşlarım çatıldı. Tanışıyorduk zaten, ona geçen sene İngilizce çalıştırmıştım. Unutulmak da bu kadar kolaydı sanırım. İnsanların beni fark etmemeleri, bildikleri halde unutmaları kırıcıydı. "Bulut ben." "Sibel ben de." Elimi yavaşça bıraktığında sinirlerim bozulmuştu. Değerli hissetmek bu kadar değersiz olmamalıydı, bu kalbe atılan bir çığlığın yanılgısıydı. "Memnun oldum. Amcamla geçireceğin bir dönem için şimdiden geçmiş olsun, 12-A'dayım ben, bir sorun olursa çekinmeden bana sorabilirsin." Amcası mı? Bu adam Bulut'un amcasıydı, ama daha önemli bir şey vardı, Bulut bana kendini tanıtmış, bir sorum olursa onu görmem gerektiğini söylemişti. Sıkışan kalbim kasılmalarına son gaz devam ederken kekeledim. "Böyle bir nimet elindeyken, nasıl hala İngilizce öğrenemedin?" dedim şaşkınlıkla. "Nimet diye benden mi bahsediyor?" dedi adam Bulut'a bakarak kaşları çatılırken. Ardından yanımızdan geçen üçlü erkek grubuna baktı. Okulun en popüler züppeleri yanımızdan geçerken başları ile adama selam verdiler. "Ya, anlamadığımda kızıyor." dedi Bulut bana bakıp gülerek. "Bir kere kafama vurdu." "Kafan boş mu diye kontrol ettim, oğlum." dedi merdivenden inen erkek grubuna bakarak. "Ben geliyorum, hemen." Bir anda yanımızdan ayrılması ile bedeninin bıraktığı boşluk gözlerimi daldırdı. "Amcamla geçireceğin bir dönem için şimdiden geçmiş olsun, Sibel." dedi keyifle. Gözlerim gittiği için boş kalan alanda asılı kalırken, bir anda gözlerimi kırpıştırdım ve Bulut'a döndüm. "Çok da açık sözlü," dedim gülerek. "Açık açık herkesin içinde beni sevmediğini söyledi," diyerek az önce indiği merdivenlere doğru baktım. "Şu peşinden gittiği çocuklar Mertler değil mi? Mertlere dersi var mı?" "Bilmem," dedi omuz silkerek. "Belki de eski öğrencileridir." "Yok," dedim kaşlarımı çatarak. "Mertler neden eski öğretmenleri ile konuşsunlar ki?" "Allah Allah," dedi şaşırarak. "Bilemedim ki." "Şu Murat denilen herifi tanıyor musun?" dedim şaşkınlıkla. "O da bir garip, öğretmenlerin otoparkında bir işler çeviriyorlardı." "Bizim Murat mı? Çekiyorlar onlar, orada." "Ne?" dedim şaşkınlıkla. "Ne çekiyorlar?" "Boş ver sen, onunla çok konuşma. Neyse, ben derse geçeyim. Sen de git de, amcam şimdi ondan sonra girdiğinde kızmasın." "Aman, aman. Huzurumuz kaçmasın!" dedim gülerek ve omzuna hafifçe vurdum. "Bir ara bir şeyler yapalım." "Olur, haberleşelim." dedi sıcak bir gülümseme ile ve yanımdan ayrıldı. Derin bir nefes alıp sınıfa geçtim ve yerime oturdum. Koridorun ortasında bir başıma öylece duruyordum. "Çok bariz belli ediyorsun." Bana toprak tonundaki gözleri kısık bir şekilde bakarken, sol dudağı hafif yukarı kaymıştı. Bir şeyler duymak için can atıyordu sanki. "Anlamadım," dedim ve başımı ona doğru çevirdim. "Onu anladım," dedi kopkoyu sesiyle. İki metreye uzun boyu vardı, bakmak için insan başını kaldırmak zorunda kalırdı. "Siz şimdiden bana taktınız," dedim ve yavaşça gülümsedim. "İnsan size ne diyeceğini bilemiyor." "Teşekkür edebilir insan," dedi ve başını hafif yana atıp sırıttı, "Yok yazılmadığın için teşekkür etmedin bana." "Ben anlamadım, neyi belli ediyorum? Bulut'u geçen seneden beri tanıyorum, çok iyi bir insan." Konu Bulut değildi, o konu çoktan bitmişti ama ben ısrarla Bulut hakkında konuşmak, onun hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordum. Sonuçta bu adam onun amcasıydı, bana bir kaç bilgi verebilirdi. "Neyin peşinde olduğunu anlamadım, ama gözlerin bela için yalvarıyor." dedi ağır bir şekilde konuşarak. "Yalvarmak bana göre değil," dedim ve omuz silktim, "Gözler de yalan söyler..." Durup kıkırdadım, "...Hatta bazen öğretmenler bile yanılabilir." "İsimler peki?" diye sordu gülümserken, "İsimler de yalan söyler mi?" İnsanlar bir bir derslerine girmeye başlamıştı, koridorun ortasında öylece dikilmiş ona bakıyordum, "Şey, biraz daha açabilir misiniz sorunuzu?" "Adının anlamını biliyor musun?" diye sordu yumuşattığı sesiyle. Ses tonu yumuşattığında karanlığın içindeki gölgeler gibi çıkmıştı. Varlığı belli değildi, ancak yine de karanlığın efendisiydi. Başımı kaldırıp ona baktım. Gözleri kısıktı, tehditten ziyade kibarlık akıtmaya çalıştı sert ifadesinden. Kahveleri parlak, ifadesi yorgun bakıyordu. O tıpkı benim gibi bakıyordu. Bu büyük adamın da benim gibi öksüz olduğunu düşünmüştüm. "Damla," dedim fısıltıyla karışık. Birkaç saniye yüzümü inceledi. Rahatsız edici değil, aksine merakla bakıyordu. Yavaşça gözleri gözlerime çıktı. Öyle bir bakmıştı ki, belki o da benim gözlerimdeki öksüz çığlıkların sesini duymuştu. Bundandı belki de merakı. "Biraz daha açabilir misin adının anlamını?" dedi gülümserken. Gülümsediğinde dudaklarının yanlarında çukur bir çift çizgi belirdi. Yüzünü incelemek garip hissettirdi ve gözlerimi yana çevirdim. Birkaç saniye sınıflara dolan insanları inceledim. Koridorda tek tük insan kümesi kaldığında gözlerim tekrar onunkilere dokundu ve kalakaldım. "Bilmiyorum ki," dedim çocuksu sesle şaşırarak etrafa bakarken, "Damla işte. Yağmur damlası. Su olan." "Buluttan aşağı bakarken dengesini kaybetmiş..." dedi bana bir şeyler öğretmeye çalışır gibi ses tonunu ciddiye bürüyerek, "...ve toprağa doğru süzülen bir yağmur damlası." "Öyle mi?" dedim ve ona dönüp samimiyetsiz bir şekilde gülümsedim, "Çok güzelmiş adımın anlamı. Ben düz damla olarak biliyordum." Alaycı bir şekilde sırıttı. Küçümsemişti beni, belki de bu sohbeti ciddiye almayışımla eğlenmişti, bilemiyorum. Sınıfımızın kapısı gürültü ile açıldı. Kapının açılmasıyla koridorda sınıftan gelen sesler yankılandı. Kıvırcık saçlı, güzel bir kız sınıf kapısının önünde bizi görünce kocaman gülümsedi. "Toprak Hoca! Sizi bekliyoruz. Bize İngiltere anılarınızı anlatacaktınız." Beni sınıfa yolladı ve öğretmenler odasına geçti. İşi olduğu için sınıfa sessiz olması gerektiği konusunda beni görevlendirmişti. Oturduğum yerden öğretmen masasına baktım. Büyük bedeninin eksikliği hemen belli oluyordu sınıfta. Ruhum, şiddetlenerek artan yağmurla vücuduma bir sel etkisi yaratıyordu. Boğuluyordum. Topraklarım kirli çamurlara dönüşüyordu. Çiseleyen durmuyor, artıyordu. "Ben bu çocuğu öldürürüm!" dedi Ecem hızla yanımdaki sıraya kendini bırakırken. "Gitmiş kızların koluna imza atmış! Hidayet Türkoğlu zannetti kendini herhalde!" "Aman, marşmelovum." dedim yavaşça. "Kendi ayaklarınla gittin uçuruma. Çocuk seni aşağı itti diye onu suçlama, hep böyleydi, biliyorsun." "O da doğru, adam olur sandım." dedi gülerek. "Olmadı ama." Kapının açılması ile hızla kapıya baktım. Onu bekliyordum. Hey, çiseleyenlerin son durağı. Aklım nerede? Yuvam nerede? Ben, ben neredeyim? Neler oldu böyle? Gölgelerin hüküm sürdüğü bir karanlık kadar soğuk bedenim, karanlıktan gün yüzüne çıkan ışık kadar sıcak bir silüete dönüşmüştü. Sabahattin Ali'nin şiiri kulaklarımda yankılanıyordu. Gözlerim onun buğusu ile ninni kadar yumuşamıştı. Neler hissettirdin bana böyle? İçeri geçip masasına yöneldi. Bana bakmamıştı. Kusursuzdu. Yüzünde tek bir hata dahi yoktu. Bana hala bakmamıştı. Mükemmel yaratılmıştı. Karizmatikti, sınıftaki kızların büyük ilgi odağıydı. Büyük toprak tonunda gözleri vardı, ismini tamamlıyorlardı. Sınıfımızdan bir çocuk ile muhabbet etmeye başladı. Güldüğünde kısılan gözleri nedeniyle dudak çevresindeki derin çizgiler mezar kadar derinleşiyordu. Yine bana bakmamıştı. Ders sırasında birçok kez kızların sözlü tacizine uğramış, buna rağmen ciddiyetini hiç bozmamıştı ve öğrencilerle pek diyaloğa girmemişti. "Baksana, bir şey soracağım." dedim test kitabına bakarken. "Sor, marşmelov." dedi Ecem telefonundan Enes'e bir paragraf mesaj atarken. "Dedin ya adam olur sandım, olmadı, diye." "Evet, Allah'ın cezası, köpek! Ben şimdi ona bir ayrılık mesajı atayım da kapıma gelsin." "Ecem ya, bazı şeyleri üstelememiz gerekiyor mu gerçekten? Yani, mesela bir şey olmayacaksa ve bunu biliyorsak, yine de peşinden koşmalı mıyız?" "Ne edebiyat yapıyorsun sen be?" dedi telefon ekranına bakmayı bırakıp bir anda bana dönerken. "Yine kime aşık oldun?" Dokuzuncu sınıftan beri en ve tek yakın arkadaşımdı. Her sırrımı bilir, her derdime çözüm arardı. Omzunda ağladığım zamanlar bile beni bir anda güldürür, sayesinde özlemini asla hissetmediğim kardeş duygusunu bana tattırırdı. Ecem benim ailemdi. Ailelerimiz çok iyi anlaşırlardı. Babalarımız bizim samimiyetimiz sonucu ortak iş bile yapmaya başlamışlardı. Annelerimiz sık sık birlikte gezmeye, tatile giderlerdi. "Yok be! Öylesine sordum işte. Laf olsun, diye." dediğimde sinsi bir gülüş attı ve kaşlarını bir kaç kez yukarı kaldırıp camdan dışarı baktı. "Ben anladım." dedi ve gülümsedi. "Bulut'a tutuldun." "Ne alaka ya?" dedim gülerken. Sağanaklı grileri izlemek, ruhumda yanan gökyüzüne olan aşkı bir nebze dindirirken, grilere asla kavuşamayacağım gibi, taşlarla örtülü toprağın benim için yaratılmadığını bilmek beni üzüyordu. Olsun, yine de onu düşünmek güzeldi. Onu düşünmek istiyordum. İyi ve ya kötü, hiç fark etmez. Onu düşünmek bana iyi geliyordu. İyi hissetmiştim. Güçlü hissetmiştim. Hey hey, neler oluyordu? Sibel? Aptal mısın? Sınıftaki aptal kızlardan ne farkın kalmıştı şimdi? "Elleştiğinizi gördüm." dedi Ecem alaylı ses tonuyla. Camdan dışarı bakmaya devam ediyor, beden dersinde olduğunu düşündüğüm Enes'i izliyordu. "Ya, ne Bulut'u? Ayrıca tokalaştık, elleşmedik." dediğimde kıkırdadı ve gözlerini basketbol potasının önünden ayırıp bana çevirdi. "Bulut falan değil, öylesine sordum. Aklımda birisi yok." dedim ve derin bir nefes aldım. "Enes cevap yazdı mı? Asıl siz elleşin de bir kendinize gelin, bu ne böyle?" "Yazsa ne olacak, he marşmelovum? Artık elleşmeyi bırak, benimle konuşmayı bile zor görüyor beyefendi." dedi sıkıntılı nefesinin arasından. Bu sefer sesi eğlenceli çıkmamıştı. O, Enes'i çok seviyordu. Defalarca ayrılıp barışmalarına rağmen, birbirlerinden asla kopamıyorlardı. Enes, Bulutların karşı sınıfındaki sayısal bölümde okuyan, okulun en ağır serseri çocuklarından biriydi. Derslerinde başarısızdı, her okul bitiminde mutlaka kavga ederdi. Kollarını tamamen kaplayan dövmelerinden ten rengi görünmezdi. Babası çok zengin bir adamdı. On sekizini doldurmasa bile, okula kendi spor arabası ile gelirdi. Birçok kızla takılır, ama dönüp dolaşıp Ecem'e gelirdi. "Ben elleyeyim seni?" diye sordum normal bir soru soruyormuş kadar ciddi bir ses tonuyla. Bunu onu eğlendirmek için yaptığımın farkındaydı, bana ayak uydurdu ve gülümsedi. "Sibel, gel bakalım bir." dediğinde kalbim sıkışmaya başladı, yağmuru istiyordum. O an başımdan aşağı bir kova su da dökebilirlerdi. Vücudum karıncalanmış, hareket etmemi engelleyen çığlıklar bedenimi sarmıştı. Ecemin bana dediği şeyleri duymuyordum. Sanki dünya bir buğu ile kaplanmış, yağmur sonrası oluşan nemli hava ciğerlerimi doldurmuştu. "Kalksana salak! Hoca seslendi." dedi Ecem ve koluma sertçe geçirdi. Olduğum yerde derin bir nefes aldım ve adama baktım. Gözleri üzerimdeydi. "Kızım, gelsene." dedi düz bir şekilde. "Gel, yemeyeceğim seni. Bir numaralı öğrencimsin sen benim, korkma." Sonrasında gözlerime bakarak gülümsedi. Dur, dur! Gülmesene. O gülüşü kimse görmemeli. Ya da bırak, herkes görsün. Ben görmeyeyim. Benden uzak durur musun? Yavaşça yerimden kalkıp usulca yanına gittim. Birkaç saniye sınıfa baktım, onun baktığı yerden. Herkes soruları ile ilgileniyordu. Bazıları sohbet ediyor, gülüyordu. Bizi kimse fark etmiyordu. Bizi, o da fark etmiyordu. Sadece ben fark ediyordum. "Buyurun?" dedim ona dönerek. "Sana zahmet, şunları öğretmenler odasındaki dolabıma bırakıver," dedi ve yığılı ders kitaplarını masada önüme itti. Üzerine bir anahtar koydu. "Ben mi?" dedim şaşkınlıkla. "Beni ayakçınız mı yapıyorsunuz?" "Ders çalışmıyorsun, bari bir işe yara." dedi ve keyifle yerinde gerindi. Anahtarın yuvarlak metalini parmağıma dolayıp, kitapları avcumun içine aldım ve sınıftan çıktım. Derin derin nefes alarak öğretmenler odasına girdim. Oda boştu. Hızla anahtarın üzerindeki sayıya bakıp dolabını buldum. Anahtarı sokuşturup dolabını açtım. Birkaç kitap vardı içinde. Diğer kitapları bırakıp dolabı kilitledim ve hızla odadan çıktım. Sınıf kapısını yavaşça açtığımda, oturduğu yerden telefonuna bakıyordu. Başını bir an çevirip bana baktı ve telefonuna çevirdi gözlerini. Elini yana doğru uzatıp avuç içini açtı. Anahtarı avcunun içine bıraktım. "Sağ olasın," dedi bana bakmadan. Derin bir nefes alıp yerime geçtim. "Sibel," dedi Ecem gülerek. "Bence gerçekten gıcık oldu sana." "Bence de," dedim bıkkınlıkla. "Ne yapacağım?" "Babamla konuşayım, seni övsün bari." dedi Ecem test kitabına bakarken. "Babanı dinlemez bu, baksana. Nasıl da soğuk nevale gibi oturuyor. Annemden izin aldın mı?" "Yazdım evet, izin verdi." "İyi, bolca içelim. Sinirim bozuldu." Teneffüs zili çaldığında adam hızla ayaklandı ve sınıftan çıktı. Sürekli onu izliyordum. Her hareketine bakıyordum. Baksana bana, neden bakmıyorsun? Teneffüs bitince yerime geçip başımı sıraya koydum. Canım sıkılıyordu. Bir an önce İngilizce dersi gelsin istiyordum. Tüm gün bir daha ders vermeyecekti bize. Türkçe dersinde bıkkınlıkla uyuklamıştım. "Sibel?" dedi kadın yavaşça omzuma dokunarak. Başımı kaldırıp hocaya baktım. "Kalk kızım, bir yüzünü yıka da gel." Yavaşça yerimden kalkıp çantamı da alarak sınıftan çıktım. Direkt olarak Ecem ile gizli sığınağımıza gittim. Bankta Murat ve bir oğlan daha vardı. "Murat!" dedim gülerek. "Yine sen," sonrasında bankta aralarına oturup çantamdan sigaramı aldım. "Yine ben," dedi gülümseyerek. "Dersten kaçtık, sen de mi?" "Evet, Türkçe dersi çok sıkıcı." dedim sigarayı dudaklarımın arasına koyarken. Murat çakmağı yakıp bana uzattığında hafif eğilip sigaramı yaktım. "Sibel ben düşündüm bayağı, ama aklıma gelmedin valla. Ne zaman içtik biz?" dedi sigarasının dumanını karşıya doğru üfleyerek. "Ya, bu Zehraların evinin bahçesinde parti olmuştu, hatta sonra herkes havuza atlamıştı." dedim heyecanla. "Ohoo," dedi gülerek başını yere indirirken. "Ben uçuyordum o gece, kendimi bile hatırlamıyordum." "Neyse boş ver," dedim merakla. "Sana bir şey soracağım, bu Mert var ya?" dediğimde yüzündeki gülümseme silindi ve kaşlarını çatarak bana baktı. "Hangi Mert?" "Ya şu ikizi olan işte, hatta birisi sarışın diğeri esmer, o Mert." "Ne olmuş?" dedi tüm odağı bana dönerken. Yüzü gerilmişti. "Ya bugün yeni bir hoca geldi bize," dedim istemsizce kıpırdanarak. İfadesi o kadar değişmişti ki, bir anda sorduğuma pişman olmuştum. "Mert ile konuşuyorlar, samimi gibiler. Merak ettim." "Etme bence," dedi sigarasından hızla bir duman çekerek. "Mert pek sevilir, ama tersini biliyorsun. Çok kurcalama." "Yani, sadece merak ettim. Mert gibi bir insanla neden yakın olabilir?" "Sen de sorguladın iyice." dedi ve ayaklandı. "Neyse, görüşürüz." "Görüşürüz." dedim yavaşça. Hızla yanımdan çekip gittiler. Kaşlarımı çatarak bir sigara daha içip ayaklandım. Teneffüs zili ile tuvalete gidip yüzüme su çarptım. Bir ders daha Türkçe vardı. Derin derin nefes alarak kafeye indim. Ecem mesaj atınca bir an duraksayıp telefonumu elime aldım. Ecem : nerdesin amk karısı Sibel : kafedeyim bişi istiyonmu Ecem : kahve al bana ben enesle kavga etmeye gidiyorum Ecem : bu sefer cidden bitti kanka ayrılıcam Sibel : siktir git amk Ecem : DAFJSADHFKLJSADFHLJKFSDHLSDFA Telefonu gülerek çantama attım ve iki kahve söyleyip beklemek için bir sandalyeye oturdum. Oturduğum yerde telefonumu tekrardan elime alıp sosyal medyada dolanmaya başladım. Birisi masanın diğer tarafındaki sandalyeyi sertçe çekip karşıma oturunca gözlerimi telefonumdan kaldırıp yavaşça ona baktım. Ardından yanındaki sandalyeye de başka biri hızla oturdu. Mert'i hemen tanıdım. Yanındaki ise ikiz kardeşiydi. Mert bol siyah bir kazak giyiyordu. Kolları dirseklerine kadar çekik, dirseklerindeki çizik kesiklerin üzeri dövmeliydi. Yine de belli oluyordu zamanında kollarını kana buladığı. Kara gür kaşları, siyaha yakın gözleri vardı. Saçları dağınık, simsiyahtı. Hafif siyah sakalları vardı. Yanına Berk oturdu, ikiz kardeşiydi. Sapsarı saçları, mavi gözleri vardı. Sakalları sarılıktan yok gibi duruyordu. O da siyah giymiş, boynuna zincir bir kolye takmıştı. "Seni dinliyorum," dedi sandalyede geriye doğru gerilip kollarını göğüs hizasında birbirlerine dolarken. "Beni sormuşsun." Bu Mert idi. Ne yapmam gerektiğini bilemedim. Bakışları öyle karaydı ki, ezilip büzülerek telefonumun ekranını kapatıp masaya koydum. "Hatta otoparktakilere bile hesap sormuş." dedi Berk. Aynı Mert gibi sert, ciddi ve biraz da alaycı bakıyordu. "Siz sanırım çift yumurta ikizisiniz?" dedim sorar gibi. Sesim o kadar titrek, ezik büzük çıkmıştı ki. "Çünkü birbirinize benzemiyorsunuz, yani surat olarak." Mert kaşlarını çatarak bana baktı. Şaşırmıştı, ya da anlam verememişti, bilemiyordum. "Ben de hep isterdim bir ikizim olsun." dedim onlar bana öylece bakarken. "Yani," diyerek gülümsedim. "Düşünsene senden bir tane daha. Allah'ın hikmeti işte." diyerek derin bir nefes aldım. "Berk, birader. Bunun babası kim?" diye sordu Mert gözlerini benden ayırmadan. "Zararsız bir tip, ağabey. Ticaret yapıyor, borsa falan. Manisalı bunun babası aslen, kız burada doğup büyümüş." "Manisa mı?" diyerek dudaklarını yukarı kıvırdı Mert, "Belli neden böyle olduğu." "Deli gibi ağabey zaten bu biraz. Zararı dokunmaz, sanmıyorum. Başımızı ağrıtmaz." Mert yavaşça öne doğru eğilerek gözlerini kıstı. Ben ise gözlerim kocaman açık bir şekilde ona bakakaldım. "Bir daha benimle ilgili merak ettiğin bir konu olursa, bana gel. Sağa sola ismimi sorma." Ardından kalktılar. Hızla kalkıp hazır olan kahveleri iki avcuma alıp sınıfa doğru ilerledim. Ellerim tir tir titriyordu. Ağlamak üzereydim. Hem çok korkmuş, hem de rencide olmuştum. "Ulan bu nasıl bir okul? İnsan burada delirir." dedim, gözlerimi sıkıca kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra. Ardından sınıfa girip kahveleri sıramın üzerine bıraktım. "Sanki bana mafyalar, pezevenkler." "Ne oldu be?" dedi Ecem şaşkınlıkla yanıma geçip otururken. "Kim mafya?" "Şu, Mert denilen zibidi." dedim ve güldüm. "Babamın nereli olduğuna kadar bakmış, derdi ne bunun?" "Ya sen yine ne boklar yedin!" dedi telaşla. "Senin ne işin var onlarla?" "Ben merak ettim sadece," dedim yerime otururken. "Yani, bu yeni hoca ile aralarında ne var, merak ettim." "Ya kızım, sana ne?" dedi kahvesini içerken. "Başını niye derde sokuyorsun durduk yere? Mertlerle konuşmak ne? Bilmiyor musun onun nasıl ruh hastası olduğunu?" "Biliyorum." dedim hızla parmak ucumu ısırırken. Sinirden ağlayacaktım. "Ne olacak şimdi?" "Düşünelim." dedi ve derin bir nefes aldı. "Of, Sibel." "Ben sadece hocayı merak ettim." dedim parmağımın ucunu kemirirken. "O tiplerle ne işi var?" Hey, başımı neden durduk yere derde soktun? Neden baktığım yerde göremiyorum seni? Yardıma ihtiyacım var. Kafamda sorular var. Yardımcı olur musun? Ders bitene kadar sana baktım bugün. Baktım mı? Baktım. Ama görmedim. Son dersin bitme zili ile kocaman bir nefes aldım ve eşyalarımı çantama fırlattım. Ecem beni çekiştirerek aşağı indirdiğinde okul tamamen boştu. Çıkış kapısından çıkar çıkmaz bir sigara yaktım ve sertçe içime çektiğim filtrenin karşı ucundan çıkan cızırtıyı duydum. "Sakin ol, hepsi senin." dedi Ecem gülerek. "Gel, beni de ye." "Sus, gerginim." dedim gülerken. Ciğerlerime doldurduğum zifti dışarı çıkarmak istemezmiş gibi hemen ardından diğer bir dumanı daha içime çektim. Bu öksürmeme neden olurken tüm dumanı dışarı bıraktım. "Ne salaksın, Sibel." dedi gülerek. Ardından taksi ile Ecem'in evine gittik. Yolda bir tanıdık dükkandan bira satın almıştık. Evinin önünde indiğimizde, direkt karşı eve baktım. Merhaba. Burada mısın? Işıkların kapalı. Uyuyor musun? Yoksa evde değil misin? Neredesin? Ecem'in evine girdiğimizde koşarak odasına gittim ve dolabından rahat kıyafetler aldım. Pizza söyledik ve salona yayıldık. Hava kararmıştı. "Bu adam sence beni dersten bırakır mı?" dedim pizzadan kocaman bir dilimi elimle kavrarken. "Sen de taktın adama, bıraksana şunu düşünmeyi kızım." dedi ve hızla birasını başına dikti. "Niye bıraksın? Babalarımız o kadar para ödüyor bu okula." "O da doğru," dedim ve büyük bir ısırık aldım. "Ne bileyim, ya." dedim ve biramdan içtim. "Nasıl sizin karşınızdaki eve taşındı ki, bu paranın kaynağı ne?" "Ne bileyim ben, belki babadan zengindir." dedi omuz silkerek. Ardından kıkırdadı. "Bulut iyi çocuk." "Sus," dedim neşeyle ve biramı sıkıca kavradım. "Biz arkadaşız onunla." "He, öyle miymiş?" dedi gülümsemeye devam ederken. "Hocanın yeğeniymiş Bulut, bu arada." "Yok artık, ne alaka?" dedi şaşkınlıkla. "Bilmiyorum, bu tekinsiz tiplerle bu kadar samimi olması değişik." "Gerçekten, Mertle ne işi var ki?" dedi merakla. "Bilmiyorum, ama çözeceğim. Bir bokluk var. Adam bugün işe başlamasına rağmen okuldaki tüm serserileri tanıyor gibi zaten. Planlı mı geldi, anlamadım." "Kızım, adam sanki gül bahçesi. O da ayrı bir psikopat." dedi gülerek. "Nasıl sana amelelik yaptırdı?" "Kes ya!" dedim gülerek ve biramdan hızla içtim. "Ben yarın Mertle konuşayım." "Ne saçmalıyorsun? İyice delirdin artık." "Yok yok, şimdi onu sorduğum için bana gıcık oldu, belli." "Kızım saçmalama, ne diyeceksin? Bu herifler şakaya gelmez, kanımızı emerler." "Ne ayaksınız diyeceğim? Bu hocanın sizinle işi ne diyeceğim" dediğimde Ecem şaşkın bir şekilde durup kocaman bir kahkaha attı. "Ya sen ne diyorsun, amına koyayım?" dedi Ecem şaşkınlıkla "Korkmuyor musun hiç?" "Ay ne bileyim, bende akıl mı kaldı! Gözlerini dikti böyle suratıma, bana diyor ki beni sordurma. Sen kimsin seni sordurayım? Benim derdim sen misin, sence?" dedim ve telaşla biramdan büyük bir yudum daha aldım. Korkudan titremeye başlamıştım tekrardan. Alkolün etkisi ile gözlerim bulanıklaşırken, Ecem'in telefonundan müzik açtım. "Yarın Mert gelip bizimle konuşursa ne yapacağız?" dedi Ecem ve içeceğini başına dikti. "Başımıza dert aldık, gerçekten. Ne aptal bir karısın, Sibel." Hızla içeceklerimizi bitirirken, müzik açmıştık. O kadar çok bağırıyordum ki, ses tellerim yırtılacak gibi oldu. Bedenim alkole hapsolmuş, aklımı kontrol edemiyordum. "Direniyorum acılarına yine dünya! Yalanmış aşkların da!" diye bağırdım ve biten bira şişemi tekrardan kafama dikip bir damla daha içmeye çalıştım. Ecem gülmekten yerden kalkamazken, benim kadar sarhoş olduğunu fark ettim. Sesim evin odaları arasında dolanıyor, sesimin yankısı camdan çıkıp diğer evlerin içine giriyor ve kısa bir misafirliğe uğruyordu adeta. Bir anda kapının çalması ile susup güldüm. "Mert evi basıp bizi sikmeye mi geldi lan!" dedim bağırarak. "Sıçtık kızım, Mahmure teyze geldi." dedi Ecem telaşla ve ayaklandı. "Mahmure ne?" diye sordum şaşkınlıkla. Gülüşüm artmıştı ve cidden kendimi durduramıyordum. "Lan komşu işte! Deli bu kadın, kocası bıraktığından beri aklı yerinde değil. Polise haber vermiş bile olabilir, ya! Babamı aramış mıdır?" "Oldu olacak ters kelepçe taksınlar bize! Abartma be kadın!" diye bağırarak ayaklanmaya çalıştım. Dengemi sağlayamayınca koltuğa tekrardan düştüm. Kapı sertçe tekrardan yumruklanınca, olduğum yerde gülerek kaşlarımı çattım. "Mahmure teyzen de ne sinirliymiş." dedim ayaklanmaya çalışırken. Sesim çok boğuk çıkmıştı, sebebi ağzımda yakmaya hazır bir sigaramın olmasıydı. Ecem minik adımlarla kapıya ilerlerken hemen arkasında çakmağı yakmaya çalışarak onu takip ediyordum. Zar zor kapıya ulaştık ikimiz de. Ecem kapının önünde durduğunda çaresizce düşünüyordu, korkmuştu. Ben çok rahattım, hatta gereksiz bir neşem vardı. "Açmasak mı?" dedi korkuyla. Tokmağın bir kez daha sertçe çarpmasından sonra yerimde sıçradım ve kapıyı sertçe açmaya yeltendiğim sırada gevşek bir şekilde konuştum; "Mahmure teyze sakin biraz, sesimi beğenmedin mi? Bak ben sana daha ne şarkılar söyl-" Devamını getirememiştim. Kapı tamamen açıldığında ağzımdaki sigaranın dumanı bir anda genzimi yakarken, karşımda öfkeyle bana bakan bir çift toprak gözle karşılaştım. Hey, merhaba Toprak. Hoş geldin. İçeriye buyurmaz mısın?
|
0% |