@yagmurluhikayeler
|
1
Yağmuru sevin, diye haykırdı bulut. Sağanak bir yağmurun altında sırılsıklam olmuş bir bedenin çırpınışıydı bu hikâye. Bora Sert bir rüzgardı bora. Ardından sağanak bir yağmur getirecek kudrette, sağanak yağmura emredecek bir şiddetteydi. Güçlüydü. Bu hikaye ise diğerlerinden biraz farklıydı. Boranın gücünden ibaret değildi. Bora ilk defa, peşinden sürüklediği yağmurdan korkar olmuştu. Fakat bilmediği şey, bora varlığını her belli ettiğinde peşinden koşacak olan yağmurdu. Hey, sen! Merhaba, Sağanağıma hoş geldin. Sığınağıma hoş geldin. Beni tanımak istemene çok sevindim! Bunu nasıl yapacağını bilmiyorum, ben bile kendimi tanıyamıyorum. Ben de seninle birlikte keşfedeceğim siyahlarımı akıtmayı. Pek güzel şeyler yapmıyorum, biliyorum. Çoğu zaman kızacaksın bana, seni anlıyorum. Ama sen de beni anlamaya çalış olur mu? Kız, küfret, lanetler oku bana, ama beni unutma. Kalbim olduğunu unutma. Hayatın doğar doğmaz yüzümü pençelemesindeki suçlu, hatalar mı, kader mi? Paramparça olan, kan içinde kalan yüzümle hayata başlamamdaki yenilgi, bana meydan okuyordu. Devrilen bardaktan aşağı şırıl şırıl yere dökülen suyun yüzeyinde dahi oluşan umut, parıltı ile öpüşünce, ben karanlık gecelerimdeki dolunaya sımsıkı tutunurum. En ufak bir köz bile bir umuttur benim soğuk bedenime. Kibritin ucunda alevlenen o son dem, avuç içlerimi küle çevirecek kadar güçlüdür. Böyleyim işte ben, pasları tırnaklarımla yolup dipte kalan lekeli renge âşık olurum. Tozları yutan ciğerlerim, karanlığa tutunur, ondan medet umar. Kirli sayfaları tek tek yırtar, yaprakların madrabazlığına inat sımsıkı bağlanırım deftere. Hey sen, bu defter, seninle benim sırrımız olacak. Sana, onu anlatacağım sayfalarca. Bir avuç aren dahi, binlerce yeni hikâyedir benim için. Oluk oluk dökülen damlalar, bulutların mutluluk göz yaşlarıdır. Karanlık küfler sarmış bedenimi, soğuk esintiler ürpertirdi, korkmazdım ama. Adını tam koyamadığım bir his, delip geçerdi göğüs kafesimi. Kanatlarımın ucundan yavaşça yere damlayan küllerin üzerindeki koyu kanlar, koyu yeşil ile öpüşüp korurdu kanatlarımdaki tüyleri. Dokuz yaşındaydım o zamanlarda. Birçok şeyi yeni yeni idrak ediyor, yeni yeni anlıyordum annemi. Her gece misafir konuk ederdi annem. Her gece yüzlerini görmesem de, başka başka bedenler hisseder, tanırdım ben. Onların ayak seslerini duyar, odamın sıkıca kapalı kapısının alt kısmındaki boşluktan bedenlerinin gölgelerini izlerdim. "Kapını kilitle." dedi annem saçlarını düzeltirken. Gözleri aynadaki yansımasındaydı. Mavi bir far sürmüştü gözlerine. Kirpiklerini dakikalarca uğraşıp kıvırmış, yanaklarına pespembe bir allık sürmüştü. Üzerindeki kıyafeti geceleri giyiyordu. Geceler korkuturdu beni hep. Bu, annemin her gece odasında attığı çığlıklardan kaynaklanıyor olabilirdi. Her gece odasına soktuğu misafirleri onu üzüyordu, diye düşünürdüm. Onu dövüyorlar, işkence ediyorlardı, belki de. Bir çığlık dudaklardan yere dökülürdü her gece. Yavaş yavaş ayak bileklerime ulaşır, çoraplarımın içindeki tenime kadar ürpertirdi beni. Annem geceleri gelen misafirlerden beni korumak adına her gece zorla odamın kapısını kilitli tuttururdu bana. Ben de onu korumak isterdim o misafirlerden. Sürekli saçlarımı yolar, sinirle Limon'a yumruk atardım. Annemi koruyamadığım için kendimden nefret ederdim. Akan burnumu uzun hırkamın koluna sildim ve kızaran gözlerimle anneme baktım. İki gündür hastaydım. Evimiz bir buz kütlesini andıran bir soğuklukta, annemin masraf olmasın diye açmadığı ışıklar sebebiyle ev her zaman kapkaranlıktı. Karanlıkta, göremesem dahi o buz kütlesini hissederdim evin içinde. İzmir'in tepe mahallelerinin en yıkık dökük sokağında, karanlığı ve fakirliği anımsatan bir gecekonduda yaşıyorduk. Evdeki tahtalar her adımımda gıcırdar, geceleri cam kenarına yapışık yatağımdan rüzgârlar hep bana bir şeyler fısıldardı. Rüzgârlar her konuştuğunda üşürdüm ben. Onlarla sohbet güzeldi, ama. Fısıltılarının arasına sanki karanlık küller doldururlardı. Pijama altımın paçalarını çoraplarımın içine sıkıştırdım ve annemin yatağına oturdum. "Bak hala odamda oyalanıyor." diye söylenerek yatak odasının kapısını açtı. "Doğru odana, sabaha kadar açmıyorsun kapını. Odandan çıkma." "Ama, anne! Geceleri bazen tuvalete gitmem gerekiyor." diye söylendim yerimden kalkarken. "Sabaha kadar tut. Kocaman kızsın." diyerek bir elini beline koydu. Gözlerim parmaklarına kaydı. Kırmızı boyalı tırnakları parlıyordu. Kapıdan çıkarken durup ona döndüm. "Ben de camdan dışarı atlar, komşuların bahçelerine işerim!" dedim öfkeyle. Annem makyaj fırçasını bana doğru fırlatınca, hızla odasından çıktım. Arkamdan bağırdığını, bana küfürler ettiğini duysam da aldırmadan mutfağa geçtim ve dolaptan bulduğum, marketten aldığı ucuz atıştırmalıklardan bir tane alarak odama geçtim. Mutfağın beton zemini, dışarıdan bile soğuktu belki de. Odama geçerken zil çaldı. Annem hızla üzerindeki kıyafetin kumaşını avcunun içi ile bastırıp kapıya doğru ilerledi. Koridorda durdu ve bana döndü. Göz göze geldiğimizde gözlerimi devirerek hızla odama ilerledim. Kapımı kapatırken annem dış kapıyı açmıştı. Birkaç saniye de olsa, içeriye giren bir misafiri ilk defa görmüştüm. Bir adamdı. Yirmili yaşlardaydı. Gözlerimiz upuzun olan koridorun mesafesine aldırmadan hızla birbirlerine koştu ve bir saniyeden bile kısa bir süre göz göze kaldık. Bakışları soğuk, kaşları çatıktı. Yeşillerini kestirebilmiştim. Hızla kapımı kapattım. Gofreti çalışma masama fırlatarak sandalyeme oturdum. Kocaman bir nefes aldım. Önümde yığılı birçok ödev duruyordu. Ödevlerimle birkaç saniye göz göze geldikten sonra, annemin yatak odasının önünde bir konuşma işittim. Adamın sesi boğuk boğuk odama dolarken, annem ona bağırarak cevap veriyordu. Hızla yerimden kalktım ve kapıya doğru kulağımı yasladım. "Vallaha yok kimse! Ne çocuğu?" dedi annem telaşla. "Bakalım, var mı yok mu?" dediğini duydum adamın. Koşarak cama doğru yöneldim ve pencereyi ellerimle sıkıca tutarak yukarı doğru kaydırdım. Odama bir anda soğuk dolarken, hızla kendimi camdan dışarı attım ve olduğum yere oturarak kollarımı bacaklarıma bağladım. Bunun en büyük yasak olduğunu biliyordum. Beni kesinlikle göremezlerdi. Annem, misafirlerin bana zarar verebileceğinden mi korkuyordu, bilmiyordum ama beni onlardan uzak tutma isteğinde çok katıydı. Çiğnenen akıllar ve gözleri kapatılan gerçekler ile karşılaşmaya hazır olmayan bedenim, annemin yaptıklarını idrak edemeyeceğim kadar ürkekti. Küçücüktüm. Odamın kapısının açılma sesini duydum. Gözlerimi sıkıca kapattım ve duvarın dibine, camdan başım görünmeyecek şekilde iyice sokuldum. "Siz yanlış görmüşsünsüz, karanlıkta. Benim kız babasında kalıyor." dedi annem telaşla. "Biz işimize dönelim mi? Yatak odam şurada." "Kaçmış gitmiş işte," dediğini duydum adamın. "Ben bu işin peşini bırakmayacağım. Evinde çocukla kalkıştığın işlere bak! Gör şimdi, ben senin hayatını nasıl sikiyorum." dedi soğuk bir ses ile. "Ne yapacaksın?" diye bağırdı annem korkuyla. "Çocuğu elinden alacağım." Sonrasında büyük adım sesleri ilişti kulağıma. Ellerimle camın altından yavaşça kalkıp pencerenin dibine tutundum. Başımı hafif kaldırıp camdan odama doğru baktım. Parmak uçlarım soğuktan uyuşmuştu adeta. Adamın arka bedenini gördüm. Evden hızla çıkıyordu. Annem ise dibinde, elleri kocaman iki yana açık bir şekilde adama bir şeyler söylüyordu. Bağırıyordu, kendini açıklamaya çalışıp, adamı ikna etmek için çırpınıyordu. Adam dış kapıdan çıkıp, kapıyı annemin suratına sertçe kapattı. Derin bir nefes alıp camdan içeriye girdim. Hızla anneme doğru ilerledim. Annem eliyle başını avuçluyor, bir eli belinde sırtını dış kapıya yaslamış, yere bakıyordu. "Anne, ben kaçtım beni görmesin diye." dedim minik adımlarla ona doğru ilerlerken. "Kızdın mı bana?" "Kızmadım, geç odana." dedi annem ve mutfağa yöneldi. Odama geçip yatağıma uzandım. Annem telefonda biri ile konuşarak yaşanan olayı anlatıyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım. Alnımdan akan çiyler, saç uçlarıma kadar ulaşmıştı. Gözlerimi bir anda kocaman açtım ve hızla yataktan kalktım. Hava aydınlanmış, okul saati gelmişti. Cam açık kaldığı için, tir tir titreyen bedenimle baş başaydım. Ateşim çıkmış, deli gibi terliyordum. Aynı zamanda üşümekten titriyordum. Vücudum afallarken, hızla yataktan kalkıp avcumun içiyle kahverengi peluş maymunumun kolunu tuttum ve odamdan çıktım. Gözlerim dolu dolu, bedenim tir tir bir vaziyette yaptığım şeyin bir hata olduğunu fark ettim. Beni görmüş, annemi korkutmuştu o adam. Sesi çok ürkünçtü. Birkaç saniye gördüğüm gözleri gözümün önüne gelip duruyordu. "Anne?" dedim mutfağa yönelirken. Annem karşımızdaki duvar boyaları dökük gecekondudaki komşuya giderdi sabahları. Orada kahve içer, sohbet ederdi. Annem gibi bekardı o da, ancak çocuğu yoktu. Okula gidemeyecek kadar yorgun bedenimle zar zor mutfağa geçip Limon'u mutfak tezgahına bıraktım. Parmak ucuma çıkarak, lavabonun üzerindeki rafta, açıkta duran su bardaklarından birini almak için kolumu hızla yukarı uzattım. Bardağı kavrayıp çeşmeyi açıp su doldurdum. Büyük bir yudum su içtiğim sırada kapının çalması ile suyu içmeyi bırakmadan diğer elimle tezgahta oturan Limon'un karnından avuçlayarak kavradım ve girişe yöneldim. Annem genelde anahtarını alırdı, ancak unuttuğu zamanlar olabilirdi. Kapıyı hızla sonuna kadar açtığımda gözlerimi yukarı kaldırdım. Seni gördüm sonra. Yeşillerin bana inmişti. Söylesene, yeşillerinde nefes var mıydı? Bana doğayı hatırlatmışlardı o zamanlar. Ağaçların sertçe esmesine benziyorlardı. Bakışlarındaki düzlük insanın ayağını kaydırıp, yüz üstü çakılmasına neden olacak kadar duruydu. Su bardağını hızla ağzımdan çektim ve elimle sıkıca tuttum. "Bu halin ne, evlat?" dedi ve hızla içeri geçip kapıyı üzerimize kapattı. Kapının kapanması ile soğuk bir anda kesilirken, bir misafir ile evde baş başa olduğumu annemin göreceği korkusu ile kalbim kocaman yumruklanmaya başladı adeta. Eğilip bana doğru yüzünü yaklaştırdı. Alt dudağım büzülmüş bir şekilde, korkuyla baktım ona. Dizlerim tir tir titriyor, bedenim alev alıyordu. Bedeni bana doğru eğik olsa da, gözlerine kilitlenmem için başımı hafif kaldırmam gerekti. "Anneme ne yapacaksın? Bizi ayıracak mısın?" diye sordum. Korkuyordum. Ardından hızla avcumun içi ile gözyaşlarımı silmek adına gözümü ovuşturdum. "İyi misin, çocuk?" diye sordu kaşları çatılı bir şekilde. Başımla onu onaylarken sertçe yutkundum. Avcunun içini yavaşça enseme götürüp enseme bastırdı. "Adın ne senin?" Onunla konuşmamam gerekliydi. Annem, misafirlerle konuşmamı yasaklamıştı. "Annem eve gelen misafirlerle konuşmamı yasakladı." der demez elimle ağzımı kapattım. Onunla konuşmuştum ve yasağı çiğnemiştim. "Hım," diye mırıldandı ve dudaklarını birbirine bastırdı. Ardından elini ensemden çekti. "O zaman konuşmazsın sen de." diyerek iyice yere çöktü. Boylarımız eşitlenmiş gibiydi. "Başını oynatırsın sen de. Bu, konuşmak sayılmaz değil mi?" Başımla onu onayladım. "Annen nerede?" Hızla Limon'u kolumun arasına sıkıştırıp işaret parmağımla cama doğru geçip karşı gecekonduyu gösterdim. Bedenini bir an oraya çevirdi ve gözlerimi gözlerine bağladı tekrardan. Yeşilleri bu sefer ürkütmemişti beni. Oysa annem bana, eve gelen misafirlerden korkmam gerektiğini söylerdi hep. "Anneni seviyor musun?" diyerek bir süre durdu. "Seni dövüyor mu?" Ağzımı hevesle açıp ona cevap vermek istedim. Ama annem yasakladığı için ağzımı geri kapatıp başımı yere indirdim. Ardından dudağımı büzerek yere doğru baktım. "Annemi seviyorum, ama bazen gerçekten çok canımı acıtıyor. Ama yine de ona kötü bir şey yapma, lütfen. Zaten hep üzgün annem." diye mırıldandım çocuksu sesimle. Beni anlayıp anlamadığını kestirmek için başımı kaldırıp ona baktım. Gözleri elimdeki kahverengi maymundaydı. "Bu da kim?" diye sordu. "Limon." dedim ıkıla sıkıla konuşarak. "Limon." Dudakları yukarı kıvrıldı ve gülümsediğini gördüm. Gözleri kısılırken, yeşilden uzak bir ton gibi geldiler bana. "Annen hep üzgün mü?" "Evet, her gece ağlıyor, bağırıyor." dedim ve omuz silktim. "Misafirler hep onu üzüyorlar. Hep çığlık atıyor." "Memnun oldum, Limon." dedi ve Limon'un elini, büyük eliyle sıkıca kavradı. "Misafirler seni ve Limon'u da üzüyorlar mı?" "Annemi üzdükleri için, evet." dedim yavaşça. "Annen-" diyerek durdu ve derin bir nefes aldı. Konuşmakta zorlanmış gibiydi. "-ne zamandır eve misafir alıyor?" "Babamla boşandıklarından beri." dedim ve Limon'a sıkıca sarıldım. "Sen okuyor musun, çocuk?" diye sordu merakla. Ses tonunda birkaç kırıklık da var gibiydi. "Evet, ama liseye gitmeyeceğim ben. Annem gerek olmadığını söyledi." dedim, bedenim gözlerimi açamayacak kadar yorgundu. "Annen, sana misafirlerle bir şeyler yaptırıyor mu? Mesela oyun oynatıyor mu?" diye sordu meraklı sesi ile. "Hayır, onlar geldiğinde odamdan çıkmam yasak. İlk kez seni gördüm bugüne kadar." "Dün gece camdan mı çıktın?" diyerek gözlerini kıstı. Yeşilleri kirpikleriyle örtülmüştü. Başımı onaylar anlamda salladım. Telefonu çalınca kumaş pantolonuna elini atıp telefonunu çıkarttı. Ekrana bakıp bana tekrardan eğildi. "Ben seni görmeye geleceğim tekrardan, geldiğimi annene söyleme, olur mu?" dedi ve dış kapının kulpunu avuçladı. Durup bana döndü ve, "Limon, hoşça kal!" diyerek evden çıktı. Kapıyı kapattığında Limon'a sıkıca sarılıp gözlerimi kapattım. Soğuk küller, doluştular bedenime. Belki de yalnızlığımı gördüler. Bana eşlik etmeye geldiler. Bana, sana, bize. Belki de bizi küle çevirmek istediler. Kahve kokusu tüm eve yayılmış, sabahın erken saatlerinde annemin gürültüleri beni uyanmaya mahkum kılmıştı. Yerimden doğrulup gözlerimi ovaladım ve derin bir nefes aldım. Uykulu gözlerim cama iliştiğinde içim kıpırdanmış, iki gün önce konuştuğum misafir aklıma gelmişti. Yeşillerini düşündüm. Annem bunu duyarsa bu, beni sabahtan akşama kadar dövmesi demekti. Hızla yerimden kalkıp tuvalete koştum. Yüzümü yıkadım buz gibi su ile. Üzerimdeki hırkayı düzeltip salona geçtim ve koltuğa bıraktım kendimi. "Günaydın, anneciğim." diyerek televizyon kumandasını elime aldım. "Günaydın, kuzum." dedi soğuk sesi ile. Zoraki konuştuğu belliydi benimle. "Gel, sana tost yaptım." Hızla yerimden kalkıp tost makinesinin taze sıcaklığına doğru ellerimi uzattım. Dışarıdan bile daha soğuk olan evimizde bir şeylerin sıcaklığını hissetmek beni mutlu ederdi. Yavaşça gıcırtılı, tahta sandalyeye oturup annemin önüme bıraktığı tosta iştahla bakım. Kaşlarım çatıldı ve çatalla tostun içini açtım. İçinde sadece azıcık bir peynir vardı. Omuz silkerek yedim tostumu. Ben yemeğimle oyalanırken annem kahve bardağını masaya koyup derin bir iç çekti. "Neyin var?" diye sordum merakla. Annem yorgun görünüyordu. "Geçen günkü herif sinirimi bozdu. Hayır, onun yüzünden o gece para da kazanamadım. Bilseydim, başka birini çağırırdım." dedi ve sigarasını aleve verdi. "Şşt, bana bak. Sen sigara içiyor musun?" "Of anne!" diyerek homurdandım. Soğuk mutfak, sigara kokusuyla dolarken aklıma birkaç sigara içme denemem gelmişti. Öğretmenimiz beni yakaladığında ona, "Babam geceleri annemi dövüp evden ayrılıyor. Annem her ağladığında bir sigara yakıyor. Ben de sigaranın ağlamayı geçirdiğini düşünerek içmek istedim." diyerek bir savunma yapmıştım. Çok geçmeden annemle babam boşanmıştı. Babam annemi döverdi hep, annem de hırsını benden çıkartırdı. Babam bizi arayıp sormazdı. Annemle ikimizdik dünyada. Babamı özlüyordum, ama ondan korkmayı bırakamıyordum. "İçme, kızım. Çok zararlı." diyerek bir duman daha aldı sigarasından. "Ben liseye gideceğim, değil mi anne?" diye sordum heyecanla. Yüzüme akın eden sigara dumanıyla gözlerimi kısmıştım. "Bakarız." dediği sırada zil çaldı. Annem, "Ayfer'dir." diyerek söylendi ve ayaklandı. Kapıya doğru ilerlediği sırada ben tostumu bitirmiş, ağzımı hırkama siliyordum. Ardından montumu giyip fermuarı ağzına kadar çektim. Sırt çantamı geceden hazırlamıştım. Hızla omuzlarıma geçirdim ve çıkışa yöneldim. "Gel, Ayfer." dedi annem bana bakarak gülerken. "Bunun bu okul aşkı beni öldürecek." "Bırak kızı, hevesli işte." dedi ve başımdan okşadı Ayfer Teyze. "İyi dersler, akıllı bıdık." "Teşekkürler." dedim ve evden çıktım. Koşuşturarak okula doğru ilerlemeye başladım. Limon'u unuttuğumu fark edip hızla durdum. Geriye doğru dönmek için hareketlendiğimde yanımdaki arabanın camı açıldı. "Pşt," sesi ile ayaklarım durdu. Ardından yavaşça yana doğru döndüm. Arabayı hızla yanıma doğru yanaştırdı ve durdurdu. Bu, misafirdi. Onu görünce minik adımlarla yanına ilerledim. Gözlerim şaşkın şaşkın ona bakıyordu. "Babanı seviyor musun, çocuk?" diye fısıldadı. Şaşkınlıkla, onu başımla onaylayıverdim. "Yağmur!" diye bağırdı annem. Hızla bize doğru geliyordu. Limon annemin elindeydi. Bana doğru uzattı. "Komşunun kızı." dedi telaşla adama. Limon'u annemin elinden hızla aldım ve misafire baktım. Misafirin yeşilleri anneme dümdüz bakıyordu. Adam başıyla annemi onayladı ve hızla gaza basarak mahallenin dar sokağında gözden kayboldu. "Bu niye geldi şimdi?" dedi telaşla. Saçını kaşırken hızla bana doğru kaldırdı başını. "Bana bak!" diye bağırdı üzerime doğru adım atarken. "Senin ne işin var o adamın yanında? Ben sana ne dedim, he!" "Anne-" diyerek bir adım geriye gittim. Parmağını tehditkâr bir şekilde bana savurdu. "Bir daha sakın!" diye bağırdı. Öfkesini üzerime püskürttüğü sırada bağırışı evlere çarpıp tekrardan kulaklarıma yankılandı. Gözlerim dolarken, alt dudağım büzülmüş bir şekilde Limon'a sarıldım. Köhneleşmiş akılların, örümcek ağları örülmüş beyinlerin arasındaki en temiz noktada dahi alsan her nefesini, içine her zaman zehirli nefesler çekersin. Karanlığı aleve veren bedenler seni çekip alsalar dahi, ciğerlerine hep kirli tozlar yapışmış olarak kalırsın. Okul boyunca o adamın bana neden babamı sevip sevmediğimi sorduğunu düşünüp durdum. Dönüş yolunda gördüğüm birkaç kediyi severken, ağlamaktan canı çıkmak üzere olan yavru kediyi çantama koyup eve girdim. Hızla odama koşup, kediyi çantamdan çıkardım ve mutfaktan odama getirdiğim sütü bir yoğurt kabına doldurup, kedinin önüne bıraktım. Mırlayarak sütü içtiği sırada onun başını seviyor, ona güzel şeyler söylüyordum. Annemin topuk sesleri ile kediyi kaptığım gibi odamın açık camından, yere bırakıverdim. "Ne yapıyorsun kız sen orada!" Aniden başımı içeri çevirdiğimde annemin bir elinde makyaj fırçası, diğer elinde telefonu vardı. Saçları toplu, göz altları bembeyazdı. "Bu makyajla palyaçoya benzemişsin." dedim kıkırdayarak. Annem ayağındaki terliği bana doğru fırlatırken hızla eğildim. "Sıçtırma palyaçona." dedi ve telefonundan saati kontrol etti. "Bu akşam odandan çıkma. Geçen günkü adam yüzünden günlerdir hevesim yoktu. İşe dönmem gerek, faturaları ödememiz lazım." Soramadım. Neden?, diye soramadım. Neden, anne? Neden bu iş, anne? Soramadım. Sadece onayladım onu. Annem, odamdan çıkarken çalışma masama bir cips paketi ve birkaç çikolata bıraktı. Kapımı kapatmasıyla camdan aşağı eğildim ve yavru kediyi içeri aldım. Onu tekrar sütün önüne bırakırken kapımı kilitledim. Hiçbir arkadaşımı eve getirmeme izin olmadığı için, evde hep sıkılıyordum. Bu kedi, bana Limon'dan sonra yeni bir dost olabilirdi. Ay ışığı oda camımdan içeri yavaş yavaş girmeye başlarken çalışma masamda ders çalışıyordum. Dış kapının zilini işittiğimde, odamın kapısının kilitli olup olmadığını kontrol ettim ve çekmecemden kulaklıklarımı almaya yeltendim. Annemin bağırışlarını duyduğum an elimdekileri bıraktım ve hızla odamın kapısını açtım. Üniformalı iki adam, anneme bağırıyordu. Bir tanesi beni fark edip yanındakini dürterken, hızla kapımı kapatıp kilitledim. Yatağımda uyuyan kediyi kapıp, sırt çantama birkaç gofret tıkıştırdım ve Limon'u alarak camı açtım ve camdan atladım. Kucağımdaki kedi, elimdeki Limon, üzerimdeki pijamalar ve sırtımdaki çanta ile gecekondunun ilerisindeki araziye doğru koşarken, polislerin arkamdan bağırma seslerini duyarak adımlarımı hızlandırdım. Durdum. Annem orada kalmıştı. Hızla eve doğru geri koştum. Polisler geldiğimi fark ederek durdular ve onlara varmamı beklediler. "Ufaklık, gel bakalım buraya." dedi nazik ses tonu ile. Polise şaşkın şaşkın bakarken kucağımdaki kedi koşmamdan dolayı sarsılmış bir şekilde etrafa bakıyordu. "Biz polis ağabeyleriniz, bizden korkma, olur mu? Biz, senin için varız." diye art arda birçok şey söyleyerek bir nebze de olsa korkumu bastırdılar. Polisin elini tutup ilerlerken, annemin polis arabasında ağladığını gördüm. Polisler annem hakkında sorular sordular. Hiçbirine cevap vermeyerek annemin yanına oturdum. Annem kucağımdaki kediyi fark etmeyecek kadar üzgündü. Ağlıyor, beni öpüyordu. Şaşkın şaşkın etrafa bakıyordum. Polisler bizi karakola götürürken, annem sürekli onlara feryat ediyordu. "Beni evladımdan koparmayın, Allah rızası için!" diye bağırıyordu. Karakolda kadın bir polis bana sorular sorup, misafirler hakkında bilgi aldı. Ardından şeker verip bana fıkralar anlattı. Annemden bir süre uzak kalmam gerektiğini söylediği sırada, elimdeki şekeri yiyordum. Sonrasında bir polis abla üzerimdekileri çıkartıp bedenimi kontrol etti. Bedenime bakıp notlar alıyordu. Şaşkın şaşkın söylediklerini yapıyordum. Sonunda üzerimi giydirdi ve odadan çıktık. "Yağmur!" diye gür bir adam sesi duyunca gözlerimi kocaman açtım. "Baba!" diye bağırdım. Babam koşarak ellerini iki yana açtı ve boynuna minik ellerimi dolamamı sağladı. "Gidiyoruz, kızım." diyerek bacaklarımdan tuttu ve kucağına aldı beni. Koluna doğru oturmuştum ve hızla ona sarılıp gülümsedim. "Seni çok özledim!" dedim neşeyle. Beni oradan götürdüğü sırada babamın kucağında, elimdeki şekeri yiyordum. Karakoldan dışarı çıktığımız sırada kapının önünde sigara içen o adamı gördüm. Hemen tanıdım yeşillerini. Hey, misafir. Yeşillerin unutulur mu? Ağaçlar solar mı? Yapraklar... Yapraklar dökülür mü? Söylesene, baharın neden çürümüştü? Babam onun elini sıkmak için beni kucağından indirince şekeri yemekten sıkılıp, yere fırlattım. "Allah sizden razı olsun. Ben nereden bileyim bu orospunun böyle şeyler yapacağını!" diye bağırdı babam, hem heyecan hem de öfke barındıran ses tonuyla. "Birader..." diyerek kaşlarıyla beni gösterdi adam. Babamın elini sertçe sıkıp geri çekildi. Babam boğazını temizleyip bana döndü. "Hadi kızım, sen ileride dolaş biraz." diyerek beni yanından savdı. Karakolun bahçesinde dolanıp birkaç çiçek kopardım. Şarkı söylediğim sırada babam, bizi o adamın eve bırakacağını söyledi. O adamın arabasına bindik. "Yatar mı bu içeride şimdi?" dedi babam telaşla. Arka koltukta oturmuş, ikisinin arasından öne doğru eğilip yolu izliyordum. "Sanmam," dedi büyük elleri direksiyonu sıkıca kavramışken. Sinirini direksiyondan çıkartıyor gibiydi. "Çocuğun sağlık raporu temiz." "Şükür," dedi babam derin bir nefes alarak. "Ben nasıl ihmal ettim kızımı!" diye yakındı. "Ağabeyi ile uğraşmaktan, küçüğü unuttum." "Ağabeyi mi var?" dedi adam şaşkınlıkla. "Evet, sorma. Bu aralar biraz serserilik yapıyor." dedi derin bir nefes alırken. "İlk eşimden." "Bak sen benim büyüğümsün, ama bu çocuğu sana ben emanet ediyorum. Bu serseri dediğin herif yüzünden aklım kalmasın." "Olur mu hiç? Babasının yanında artık. Bu saatten sonra onun kılına zarar getirmem." dedi ve derin bir nefes aldı. "Burası. Teşekkür ederiz, Allah razı olsun senden." "Çocuğunun elini bir daha bırakma." dedi düz bir şekilde. "Aklım kalmasın." "Allah şahidim," dedi babam gözlerini ovuştururken. "Onu koruyacağım." Adam arabayı durdurduğunda hızla kapıyı açıp evin girişine doğru baktım. Yeni yaşayacağım evimi inceledim. Dört katlı, önü ferah bir sokaktaydı apartman. Arka cephesinde sıralı dip dibe apartmanlar vardı. Biz dördüncü katta yaşayacaktık. Karşısında bol yeşillikli bir park vardı. Parkta bir sürü kedi dolanıyordu. "Şşt, çocuk!" diye bağırdı adam ben eve doğru bakarken. Durup şaşkınlıkla ona döndüm. "Limon'u unuttun." Koşarak arabanın arka kapısını açtım ve Limon'u alıp kapıyı kapattım. "Kedi! Nerede!" diye bağırdım korkuyla. "Baba! Kedi yok!" "Ne kedisi yavrum?" diye sorduğu sırada ağlamaya başladım. "Benim kedim! Yok işte! Terk etti beni!" diye bağırdım ve arabada oturan adamın kapısını açtım. "Sen gördün mü?" diye sordum telaşla. "Bak, ben sana o kediyi bulup getireceğim." dedi eliyle önüme düşen saçı yavaşça geriye iterken. "Ağlamasana, çocuk. Sözüm söz." dedi gülümserken. Sesi, yarım bir kalbin üstlendiği iki misli yük kadar ağır, yeşili andıran gözleri ise aynadaki yansımasından ölü vücuduna bakan bir çift göz gibi dümdüz, soğuk ve karanlıktı. Namahrem bakışları, alaşağı edecek kadar bitaptı. Hey, misafir. Bana neler hissettirdin böyle? Annemden ayırdığın için senden nefret ediyorum, Ama annemden ayırdığın için sana teşekkür ediyorum. "Söz mü?" diye sordum alt dudağım büzülmüş bir şekilde. Kocaman sırıttı ve başıyla beni onayladı. "Söz." "İyi, bekliyorum o zaman." diyerek elimin tersiyle burnumu sildim ve Limon'u sıkıca kavrayarak, adama el sallayıp babama doğru koşup elinden tuttum. Sözünde durmadı. Bu, o adamı son görüşümdü. Hoş, zaten kediyi unutmuştum bile. Hatta, hatta seni de unuttum. Misafir, gözlerini unuttum. Sesini, ellerini. Seni unutup gittim, kaldın bir sayfanın arasında sıkışıp. Babam günlerce içti. Bazı geceler ağladı. Bazı geceler gelip ona uyuma numarası yaparken başımı okşadı. Zaman zaman ağabeyimle kavga etti. Annemin öyle bir şey yapacağını tahmin etmese bile, beni bir kez bile görmeye gelmediği için, veyahut para göndermediği için pişmandı. Öfkesini ağabeyimden alıyordu. 🥀 "Gençler!" diye bağırdı öğretmen heyecanla. Sınıf sessizliğe bürünürken, herkes dört gözle kadına odaklandı. "Ders tamamlama ödevlerinizi dağıtıyorum. Bu ödevler bana teslim edilmezse, siz diplomaları unutun." Sınıf homurdanıp, isyan ederken ben Yaren ile telefonumdan mezuniyet için elbise bakıyordum. "Ay, bu harika!" dedi Yaren gülerek. "Bunun kırmızısı varsa ben bunu alırım, Bülent bu aralar kırmızı giydiğimde kıskanıyor. Kıskanç kaplanım benim!" dedi alt dudağını ısırarak. "Bence biz sana gelinlik bakalım." dedim gülerek. Yaren lise dönemi boyunca sıra arkadaşım olmuştu. Dört sene boyunca birbirimizden ayrılmamıştık. Her günümüz beraber geçerdi. Birlikte ders çalışır, birlikte serserilik yapardık. Sevgilisi bir şirkette çalışıyordu. Yeni yeni başlamıştı ilişkileri, ancak eskidendir tanışıyorlardı. Aileleri dosttu. Bülent, bizden beş yaş büyüktü. Yaren'in on sekiz yaşını doldurmasını bekleyip, ona açılmıştı. "Yağmur!" diye bağırdı hoca heyecanla. Hızla telefonumun ekranını kapatıp yerimden kalktım ve kadının bana uzattığı kâğıdı aldım. Bir mühendis ile yapmam gereken röportajın maddelerine göz gezdirdim. "Hocam ben tıp okuyacağım, biliyorsunuz. Buna rağmen neden bilgisayar mühendisi?" diye sordum tek kaşım kalkarken. "Meslek tercihlerinize göre verecek halim yok. Birisi kalkıp imamlık isterse ona da imamla röportaj mı yaptırayım?" diye sordu kadın gergin sesi ile. "Yağmur," dedi Yaren sessizce. "Kızım, sussana. Bırakırsa sınıf tekrarı yaparsın." "Bana ne mühendisten? Dört senedir eşek gibi çalışıyorum tıp için. Bir doktordan bilgi alsam fena mı?" "Bırak, amına koyayım. Bu deli karı sana takarsa tıpı bırak, lise mezunu bile olamazsın. Ne zor şartlar altında çalıştığını biliyorum. Sus, kadın ne derse aynen hocam, de. Bülent'in şirkette mühendis dolu, ayarlarız birini." diyerek söylendi. Hoca, Yaren'in ismini söylediğinde telaşla ayaklandı ve kağıdı alıp yerine oturdu. "Hocam, tövbe haşa ama, bir yanlışlık yapmış olabilir misiniz? Ben jeofizik mühendisini nereden bulacağım?" "Gençler, İzmir'in en iyi Fen Lisesi'nde okuyorsunuz. Beni utandırmayın!" Olduğum yerde gülmeye başladım. Hoca diğerlerinin kağıtlarını dağıtırken, çantamı toparlıyordum. Okuldan çıktığımızda Yaren koluma girdi. Bülent'in arabasına doğru kocaman bir el salladı. "Gelmiş benimki!" dedi ve beni çekiştirmeye devam etti. "Bırakalım seni de eve." "E, bir zahmet," dedim gülerek ve arka kapıyı açıp oturdum. "Enişte, naber ya?" "Sağ olasın, canım benim." dediği sırada Yaren ön koltuğa oturdu, Bülent'e doğru uzanıp sıkıca sarıldı. "Enişte ya, sizin şirkette bilgisayar mühendisi var mı?" dedim arabada yayılırken. "Ay, Bülent!" dedi ve kıkırdadı Yaren. "Şu kıza yakışıklı bir mühendis bulsana!" "Bulalım, hayatım." dedi keyifle. "Ne için lazımdı?" "Ödevimiz var, şöyle taşaklı biri olsun." dedi Yaren heyecanla. "Yakışıklı da olsun." "Yani, bizim şirketin bilişim departmanın müdürü var, isterseniz ona sorayım." dedi kaşlarını çatarak. "En taşaklı bilgisayar mühendisi o." "Tamam, sor." dedi Yaren heyecanla. "Adı ne?" "Bora adı," dedi ve güldü. "Yağmur, tam sana göre." "He olur olur, sen söyle ona, ben bir ara gelirim sizin şirkete." dedim telefonuma bakarken. Ardından Cenk'e mesaj attım. "Adı ne demiştin?" Cenk, bizim arka mahallemizde kalıyordu. Odamın balkonundan onun salonunun balkonu görünüyordu. İlk öyle tanışmıştık. Üniversite okuyordu, ancak tanıştığımızda daha çok küçüktük. Çocukluktan beri ağabeyim gibi koruyup kollamıştı beni. Babam onu çok severdi, kendi oğlu gibi görürdü. Yağmur : naber len zırto Cenk : Selam canım benimi özledin Yağmur : burnumda tüttün Yağmur : evdemisin gelim de balkondan karşılıklı kahve içek Cenk : Evdeyim gelince yazarsın "Bora Acar, yarın odasına gider konuşurum. Sen de yarın gel direkt." dedi keyifle. Ardından Yaren'in elini öptü. "Sen de gel aşkım, Bora Bey ile röportaj yaptıkları sırada sana bir kahve ısmarlayayım." "Keşke bir anda sevişmeye başlasalar." dedi Yaren gülerek. "Bora Acar." dedim telefonumun ekranını kapatırken. "İyi bakalım, yarın bitireyim şu ödevi de çıksın aradan bir an önce." diyerek derin bir nefes aldım. Vardığımızda onlara teşekkür edip direkt olarak eve çıktım. Eşyalarımı odama atıp kahve yapmaya yöneldim. Bu saatlerde evde tek olurdum. Ağabeyim zaten senede bir eve uğrardı. Babam ise akşama kadar çalışıyordu. Kahvemi hazırlayıp balkona geçtim ve minik sandalyeme oturdum. Karşıdaki balkon kapısı açıktı, ancak perde kapalıydı. Saksıdaki çiçeklerin üzerindeki minik taşlardan birini alıp hızla karşı evin açık balkonuna attım. Taş perdeye çarpıp yere düşerken, Cenk hızla perdeyi açıp şaşkınlıkla bana baktı. "Kızım seslensene, niye evimi barkımı taşlıyorsun?" dedi ve kahvesini balkonundaki masaya koyup oturdu. "Kız atmıyorsun eve kaç gündür." dedim gülerek. "İşler kesat mı?" "Sorma ya," dedi gülerek ve sandalyede yayılıp sigara yaktı. "Sınav haftası ders çalışıyor kızlar. Hayır, bulaşıkları yıkıyorlardı, çamaşırlarımı falan asıyorlardı. Şimdi her şeyi ben yapıyorum." "Vah vah," dedim gülerek. "Ne büyük dertlerin var ya, Cenk." "Sorma, sorma." dedi ve kaşlarını kaldırıp bir an sırıttı. "Sende yok mu hala bir şeyler?" "Yok ya," dedim ve kahve kupamı iki elimle tutup kocaman bir yudum aldım. "Bu aralar derslere odaklanıyorum. Mezun olayım bir, ben de piyasa yapacağım. Bir de, daha reşit değilim." Cenk kocaman bir kahkaha atarken, ona dil çıkartıp güldüm. "Ya sen daha büyüyeceksin, reşit olacaksın bir de bakkal amcalardan sigara, alkol falan mı alacaksın?" dedi dalga geçerek. "Sus," dedim neşeyle. "En çok o üzüyor zaten, içkilerimi hep Yaren alıyor. Ondan önce de Bülent alıyordu. Bana vermiyor bakkal amcalar." "Ay ben sana kıyamam!" dedi gülerken. "Bahsim yatmıştı, borca girdim. Ama keyiflendim yine yaşını hatırlayınca." "Sus artık, beter ol." dedim ve kahvemi bitirip ayaklandım. "Ben şu ödevle ilgileneyim, sonra görüşürüz." "Görüşürüz, bücür." Odama geçip boş kahve bardağımı masaya bıraktım ve telefonumdan onun ismini araştırdım. İstanbul'daki ismine bile şapka çıkartılan bir üniversitede Bilgisayar Mühendisliği okumuş, şu an İzmir'in meşhur ikiz kulelerinde yabancı bir firmada baş mühendis olarak çalışıyordu. Hakkında başka bir bilgi bulamadım. Sosyal medyası yoktu. Hocanın talimatlarına göre soruları yazmaya başladım. Sabah okula gitmek yerinde direkt Yaren ile buluşup şirkete gidecektik. Yerimden kalkıp evi toparladım, çamaşırları attım. Akşam, babamın işten geldiğinde yemesi için yemek hazırladım ve odama geçtim. Müzik dinleyerek uykuya daldım. Telefon çalınca olduğum yerde dönerek yatağımın diğer ucundaki telefona uzandım. "Evet?" dedim sesim boğuk ve kuru çıkarken. "Aşk bahçem günaydın!" dedi Yaren neşeyle. "Ben biraz gecikeceğim, annem zorla güne götürüyor. Sen geç ama, Bülent konuşmuştur Bora Bey ile," dedi ve kıkırdadı. "Sorularını hazırladın mı?" "Evet, hazır hepsi, dur bekle." dedim yatakta doğrulurken. Kollarımı iki yana açıp bedenimi gerdim ve esnedim, ardından telefonu kulağıma götürdüm. "Hangi otobüs gidiyordu oraya?" Altıma siyah, mat bir tayt geçirip, üzerime yeni aldığım siyah bol, ince kumaşlı gömleğimi giydim. Gideceğim yerdeki insanların şıklığını düşündükçe geriliyordum. Dizime kadar çıkan çizmelerimi giyip, Limon'u da sırt çantama koydum. Orada insanlar görmese bile, yanımda olmasını istiyordum. Evden çıkarken üzerime ince bir kaban aldım. Yaren'ın tarifi üzerine zar zor bulduğum otobüse bindim ve şirketin önüne gelene kadar müzik dinledim. Arından durakta indim. Hey, Bora. Merhaba, sana geldim. Gözlerim hayranlıkla ikiz kulelere doğru kalktı. Upuzun bir şirketti. İki bina da birbirinin aynısıydı. Yan yanaydılar, ışıl ışıllardı. Kapının önünde sigara içen bir sürü şık elbiseli kadın ve takım elbiseli adam vardı. Sol kısımda zincir bir kahveci vardı, birkaç insan orada sohbet ediyordu. Derin bir nefes alıp içeriye girdim. Lobisi bembeyaz, klimaların üflediği yumuşak hava körpecikti. İçeriye girmek için güvenlikli kapılara kart okutmam gerekiyordu. Resepsiyona döndüm ve kocaman gülümsedim. "Merhaba, benim Bora Acar ile randevum vardı." dedim neşeyle. Resepsiyondaki kadın beni süzdü ve ekranına baktı. "İsminiz neydi?" "Yağmur ben." dedim derin bir nefes alarak. "Yağmur Hanım, randevunuz görünmüyor." dediğinde istemsizce güldüm ve birkaç saniye etrafa baktım. "Tamam, alayım ben bir randevu kendisi ile." dedim gergin bir şekilde. "Tamamdır, ben sizi bir ay sonra bekliyorum." "Yuh! Seneye bugün çağırsaydın." dedim gözlerim kocaman açılırken. "Ödevim var benim, mezun olacağım." "Hanım efendi, Bora Bey en yakın bir ay sonra boş." dediğinde Bora Bey'in bir mühendis olarak işten erken çıkıp kahvehanede arkadaşlarıyla birer okey döndüğünü tahmin edemiyormuş gibi yaptım. "Ah, kıyamam. Tabii tabii, çok meşguldur." dedim ve dişlerimin arasından sessizce söylendim. "Bülent, Allah seni kahretsin!" "Efendim?" dedi kadın şaşkınlıkla. "Ben geleceğim şimdi." diyerek hızla binanın önüne çıktım ve Bülent'i aradım. Bülent telefonu açmamıştı. Gözüme minik, dar bir sokak ilişti. Güneş tepede olmasına rağmen, o sokak sanki özel aydınlatmalar ile parlıyordu. Her dükkanında ayrı bir süs vardı. Zamanın su gibi aktığı kuyunun en dibine düştüm. İkiz kulelerin arasında öylece kalmış, insanların sürekli içeriye girip çıkmasını izliyordum. Bülent aradığında hızla telefonu açtım. "Ya, Bülent! Allah'ın cezası!" dedim sinirle. "Söylemedin mi adama?" "Ya, Yağmur," dedi telaşla. "Ben onun elemanına söyledim, iletecekti ona. Randevu olmamış mı?" "Olmamış!" dedim öfkeyle. "Ne yapacağım şimdi? Döneyim mi?" "Dur bekle, aşağıda mısın sen?" "Evet, kardeşim!" dedim sinirle. "Gel çöz şu işi." "Tamam, bir saate öğle molasına çıkacağım, kafede otur bekle." "Yuh, Bülent!" dedim ve söylenerek suratına kapattım. Tekrardan içeriye geçtim ve resepsiyona gittim. "Bakın, benim çok işim var. İki üç soru sorup gideceğim. Çalışanları biliyor." "Üzgünüm, hanım efendi." dedi kadın bıkkınlıkla. Sinirle sırt çantamdan Limon'u çıkarttım ve karnını tırnakladım. Derin derin nefes aldığım sırada, resepsiyondaki kadın bir anda ayaklandı ve kocaman gülümsedi. Bana attığı bıkkın bakışlarından zerre kalmamıştı. "Bora Bey, hoş geldiniz." dedi davetkar bir ses ile. Anında gözlerimi açarak kadına baktım. Bir anda yanımızdan hışımla süzülen, fakat parfümü kalan adamın sırtına baktım. Uzun boylu, iri bir adamdı. İri kolları beyaz gömleğini sarmalıyor, oldukça belirgin duruyordu. Omuzları geniş, bacakları uzundu. Sırtı düz ve sert duruyordu. "Bora Bey!" diye bağırdım ve hızla peşinden koştum. "Ben sizinle röportaj yapacaktım. Birkaç soru sade..." "Randevu al." dedi bana bakmadan. Yürümeye devam ediyorduk. "Bülent aracılığı ile aslında size bilgi gelmiş olması lazım." dediğimde durup kaşlarını çatarak bana döndü. Merhaba, Bora. Yeşillerin bana ormanı hatırlattı. Ne kadar da parlak duruyor yeşillerin. Saatlerce sağanakta kalmış da canlanmış gibiler. "Bülent kim?" dedi gözlerime yeşillerini dokundururken. "Şey, Yaren'in sevgilisi." dedim telaşla. Gözlerinin yeşilleri ile ormanda kaybolmuş, yolumu arıyor gibi afallamıştım. "Ha, öyle desene." dedi düz bir şekilde. Ona şaşkınlıkla bakarken, çatık kaşları ile hafifçe sırıttı. Sakalları sık ama kısaydı, dokunsam elimi kanatacak gibi duruyorlardı. Dalga geçtiğini anlayamayacak kadar sersemlemiştim gözlerine bakarken. "Ben sadece birkaç soru soracağım. Lisedeki tez ödevim için." dedim heyecanla. Limon'u arkama saklamaya çalıştım sonrasında. "Röportaj bir yerde yayınlanmayacaksa kafandan at cevapları. Ben söylemişim gibi kaktır öğretmenine. Vaktim yok." dedi ve arkasını dönerek ilerledi. Ani bir şekilde arkasını döndüğü için, bir anda burnuma dolan koku ile gözlerim parlamıştı. Sanki o parıltı bile bana bir ümit ışığı oluyordu. İri vücudu bedenimi sarıyor, sanki etraftaki kötülüklere karşı bir zincir oluşuyordu. Durdum ve sırtına baktım. Öfkeyle derin bir nefes aldım. "Ya siz nasıl insanlarsınız?" diye seslendim ona. Sesim lobide yankı yaparken, Bora hızla durup bana döndü. Gözleri kocaman olmuş, yeşilleri şaşkınlıkla bana bakıyordu. Dudakları sıkıca birbirlerine dokunuyordu. "İki soru sorup gidecektim, alt tarafı. Niye böyle tepeden bakıyorsunuz ki hep? Ne bu tantana yani?" Arkamı dönüp Limon'un kolundan tutup çıkışa doğru yürümeye başladım. Koyu bakışlarını hissetsem de, adımlarımı hiç seyrekleştirmedim. "Baksana sen bir!" diye bağırdı. Durup, ona bakmadan önce karşıda şaşkınlıkla bizi izleyen resepsiyon kadına baktım. Yavaşça ona doğru döndüm ve yeşillerine kahvelerimi sardım. İfadem asık ama aynı zamanda düzdü. Gergindim. "O elindeki şey ile mi geldin buraya? Bir de liseyi bitireceğini söylüyorsun." dedi sesi sertleşirken. Durup, ona bir adım attım. Ardından yapay olduğu çok belli bir gülümseme ile gözlerimi ona diktim. "Ayrıca herkes gibi randevu alıp gelmen gerekiyor, torpile şimdiden alışma, o Bülent dediğin herifi tanımıyorum bile." Sonra durup Limon'a baktı tekrardan ve sinirle gülümsedi. Sonrasında ifadesi bir anda düzleşti. Kaşları çatıldı ve Limon'a tekrardan baktı. Durdu. Durdum. Bir an, sadece bir an yakaladığım bir parıltı vardı gözlerinde. O parıltılı büyüdü ve bedenimi zırh edasında sardı. Sağanaklarda sırılsıklam olmak istiyordum. Kaçmak, kurtulmak istiyordum. "Adın ne senin?" diye sordu güçlü sesi hafif dökülürken. "Yağmur." dedim ve heyecanla sırt çantamdan kağıtları çıkarttım. "Birkaç soru soracağım sadece." Sertçe yutkunduğu sırada belirginleşen adem elmasında gözlerim birkaç saniye asılı kaldı. Ardından yüz ifadesi değişti. "Tamam, gel bakalım." Şaşkınlıkla gülümsediğim sırada, onun bakışları soğuk tozlarla koyulaştı. Gözlerindeki tozlar doluştular aklıma. Girip dolaştılar kafamın içinde. Belki de yalnızlığımı gördüler. Bana eşlik etmeye geldiler. Koşarak peşinden gittim ve asansöre bindik. Ofisinin katına çıkana kadar heyecanla sorularıma göz gezdirdim. Odasına girdiğinde hızla peşinden girip, masasının önündeki geniş, koyu deri koltuğa oturdum ve Limon'u yanıma oturtarak soru kağıdımı elime aldım. Sandalyesine oturdu ve gözlerini üzerime dikti. Çözüme yaklaşılan her adım, aralanan hırs ve umut kapısının ışıltısını yansıtır gözlere. Çamura bulanan fikirlerin yaşattığı zorluğu dahi temizleyebilen kahkaha sesleri işitilebilir, aralanan kapının ardından. Bora'ya çıkıştığım için utanmıştım. Normalde hırçın bir çocuk değildim, hiç olmadım. Fakat annemin yaptıklarını idrak etmeye başlayınca değiştim. Çok değiştim. Çocukken sıcacık göğsünde huzurla uyuyabildiğim annemin, şimdilerde göğsünün altında bir kalp olup olmadığı konusunda kendi kendime düşünür oldum. Vicdanını güzel dostum İzmir'in körfezinden ileriye doğru fırlattığını görmüş gibiydim. Deniz, annemin vicdanı ile aleve verilirken, körfezin sıcak ateşi bedenimi yakar gibi olmuştu. İzmir, adeta yanıyordu. "Demek okuyorsun, hem de Fen Lisesi'nde." dedi bana düz düz bakarken. Ardından birkaç kez gözlerini kırptı. "Yani, liseyi bitireceksin." Anlamsızca kaşlarımı çatarak ona baktım. Şaşırmış görünüyordu. Anlayamadığım bir memnuniyet de ekliydi çehresinde. "Şey, evet." dedim çekinerek. "Ben çok..." dedi ve başını birkaç kez hafifçe yana doğru salladı. "...sevindim." Ardından bana bakarak gülümsedi. "Yani okuyan öğrenciler görünce mutlu oluyorum." dedi ve sıkıntılı bir nefes verdi bir anda. "Açıkçası ne diyeceğimi tam bilemiyorum, çocuk." Gülümsemesi ile korkular ezilebilir gibiydi. Cihan sıcacık, topraklar capcanlıydı sanki. Ağaçlardaki rüzgarı andıran gözleri hiç kısılmazken, biraz parlamıştı. Dudakları yanlara doğru kıvrık, bir süre öylece bana baktı. Bakışlarından rahatsızlık duyarak başımı öne eğip boğazımı temizledim. "Bora Bey, sadece birkaç soru soracağım. Çok vaktinizi alm-" "Kahve içeriz?" dedi sorar gibi bir ses tonuyla. Ona şaşkın şaşkın baktım bir süre. Derin bir nefes alıp, masanın üzerindeki siyah, büyük telefonunu alarak bir arama yaptı. Büyük telefon elinde küçücük kalmıştı. Telefonla konuşup sonrasında telefonu masaya doğru yavaşça fırlattı. "Evet," dedi uzun parmaklarını birbirine bağlayıp, dirseklerini masasına dayarken. "Sorularını alayım." Hızla boğazımı temizleyip telefonumdan ses kayıt bölmesini açtım. "Çocuk," diyerek eylemi yarıda kestirtti bana. "Ses kaydı yok. Aklında ne kalırsa, onu yazacaksın." "Tamam, Bora Bey." dedim yavaşça. Gözlerim birkaç saniye odasında dolandı. Birkaç saniye yalnızca. Bembeyaz duvarların neredeyse yarısında gösterişli tablolar vardı. "Dekorasyonunuzdan başlayalım mı? Sizi daha iyi tanımak adına," dedim ona dönerken. Elimdeki soru kağıdını bacaklarımın üzerinde tutuyordum. "Sanatı genel olarak mı seversiniz yoksa tablo merakı mı?" "İkisi de değil. Onlar ağabeyimindi. Artık bendeler." dediğinde birkaç saniye havaya yayılan boşluğu sindirdim. Dümdüz, bomboş görüntüsündeki ifadesizlik nedeniyle tam olarak hislerini anlayamıyordum. "Peki." diyerek kafamdan soru sorma fikrimi iptal ettim. Bacağımdaki soru kâğıdına bakarak ona döndüm. "Çocukken olmak istediğiniz meslekte misiniz?" "Senin yaşlarındayken yani." dedi alaylı bir gülüş ile dudakları yukarı kıvrılırken. "Hangi çocuk büyüyünce mühendis olma hayali kurar ki?" "Ben çocukken-" dediğimde sözümü kesecek şekilde boğazını temizleyerek sırıtışını yaygınlaştırdı yüzüne. Adamsı yüz ifadesindeki gülüş, ufak bir oğlanı anımsattı bana nedenini bilmediğim bir şekilde. "Komik olan nedir?" "Hala çocuksun, neyse evet, sen çocukken..." dedi cümlemi devam ettirmemi isteyerek. Onun sırıtışı bozulmazken, ben bir adamdan çocuk muamelesi görmenin anlamsızlığı ile ona bakıyordum. "Ben çocukken tefeci olmak isterdim." deyiverdim. Bir an gülümsemesi durulaştı ve kaşları hafif çatıldı. "Hiç şaşırmadım," dedi alayla, sonra yanımda oturan Limon'u işaret etti kaşlarıyla. "O niye seninle?" "Sizin çocuk olduğunuzu size hissettiren yüzlerce arabanız, legonuz, size özel bakıcınız vardır." dedim düz sesim çatallaşırken. "Limon benim çocukluğumun tek imzası." "Tüm çocukluğunu tek bir oyuncakta toplaman tehlikeli değil mi?" diyerek duraksadı. "Onu kaybedersen çocukluğun ölür, böyle riskler almaya değer mi?" Cümlesi bitince bir süre öylece durdum. Gözlerimi odasında gezdirdim. Ne düşündüm bilinmez. Belki çocukluğum, belki geleceğim. Kapıya vurulması ile kendime geldim. Oturuşumu toparladığım sırada orta yaşlı bir kadın, elindeki gümüş tepsiyle bize doğru ilerledi. Kibar hâli, güler yüzü ile hafif bir tebessüm oluşuverdi yüzümde. Annem yaşlarındaydı. Hizmetli olduğu belliydi. Kim bilir, belki çocuklarına bakmak için daha mükemmel bir yol yoktu. Alın teri ile, bence yaptığı şey çok güzeldi. "Sağ olun, teyzeciğim." dedim. Kadın gözlerimin içine bakarak gülümsedi. Gözlerinin altında yıpranmış bir kadın olsa da, o çok güçlü bir kadındı. Geceleri çocuklarını korkutacak misafirleri yoktu. "Afiyet olsun, efendim." dedi odadan çıkarken. O, odadan çıkana kadar baktım ona. Hayranlıkla. Belki de mutlulukla. Hatta ağlayabilirdim o an. "Birgül Teyze'yi sevdin." dediğinde başımı ona çevirdim. Kadın buradayken onunla tek kelime dahi konuşmamış, hatta yüzüne bakmamıştı. "Siz de onu seviyor musunuz?" diye sordum merakla. Bora kaşlarını çatarak kahvesini kendine doğru çekti. "O buradayken yüzüne bile bakmadınız da." "Burası bir iş yeri." dedi kahvesini parmaklarıyla kavrarken. "Ben de kimle ne mesafede olacağını bilen, tecrübeli bir adamım." dedi düz bir şekilde, gözleri gözlerime dokunarak. Donakaldım. Ukalalık yapmanın ne yeri ne de zamanıydı. Hızla kendimi toparlayarak iki elimle birden beyaz, geniş kahve fincanını kavradım. "Bora Bey..." dedim kağıda geri dönerek. "Bilgisayar mühendisliği bölümünü seçmenizin özel bir sebebi var mıydı? Verdiğiniz karardan hiç pişmanlık duydunuz mu?" "Bu ülkede seçilebilecek bölüm sayısı belli," dedi ve hafif bir tebessüm etti. "Ancak diplomanı aldığın okul da önemli, tabii." "Koç Üniversitesi'nde okuyacak kadar varlıklıydınız." dedim düz bir şekilde. "Aileniz ne iş yapıyor?" "Bilmem, öyle miymiş?" dediğinde bir an onun burslu bir öğrenci olup olmadığını sorguladım. Ona varlıklı biri olduğu ile ilgili onlarca imada bulunmuştum. Gözlerim ona çıktı. Düzlüğün akıp gittiği oda kuruyor gibiydi. "Burslu okumadınız, değil mi?" diye sordum merakla. Yeşilleri kısıldı ve dudakları yukarı doğru kıvrıldı. "Bilmem, belki." diyerek yineledi. Gözleri gözlerimi kesecek kadar sivri bakıyordu. Avuç içlerim terlerken, yavaşça sorabileceğim başka sorular aramak adına kâğıda baktım. "Bu Holding'in sizi seçmesi nasıl bir duyguydu? Buradan memnun musunuz?" "Onlar beni seçmedi. Ben onları seçtim." dedi telefonu çalarken. "Her zaman önüne seçenekler sunulsun, çocuk. Sen seç, sen ele. Sen onlara gitme. Onlar sana gelsin." diyerek telefonunu eline aldı. "Buna bakmak durumundayım." "Ben gidebilirim, meşgulseniz." diyerek ayaklandım. Telefonu açmak üzereyken başını kaldırıp bana baktı. "O kâğıttan sadece üç soru sordun." dedi şaşkınlıkla. "Otur, bekle." Telefonu çalmaya devam ederken, öylece durdu. Bilinmez, nedendir. Sonra hızla ayaklandı. Ofisinin sürgülü kapısını açtı ve balkona çıktı. Balkonundan içeriye hızla deniz kokusu doldu. Sürgüden geçip balkon sürgüsünü üzerime kapattı. Odasına bakındım. Masası düzenliydi. Birkaç hesap makinesi, bolca evrak ve kalem vardı. Kocaman bir bilgisayarı vardı. Masasının üzerinde herhangi bir çerçeveli fotoğraf yoktu. Kapıdan geri geçip yerine oturdu ve geriye doğru yaslandı. "Sendeyim." Boğazımı temizledim ve kağıdı elime aldım. "Sosyal medya kullanıyor musunuz?" dedim merakla. "Adınızı yazdığımda pek bir şey çıkmıyor internette." Dudakları yukarı kıvrıldı. "Bu kağıtta mı yazıyor, yoksa sen mi merakından soruyorsun?" dedi gülümserken. Gözlerimi kocaman açtım ve hızla kağıda baktım. "Yok, burada yazıyor." dedim ve hızla bir soru okudum. "Bilgisayarlarla aranız hep iyi miydi?" dedim hızla. "Teknoloji ile ilgili takip ettiğiniz güncel makaleler var mı?" "Yağmur," dedi doğrulup masaya ellerini koyarken. "Bunlar çok sıkıcı değil mi?" "Şey, evet." dedim yavaşça gülerken. "Ne sormamı istersiniz?" Dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini yukarı çıkarttı. "Ben sana sorayım." dedi ve gülümsedi. "Söyle bakalım, hayatından memnun musun?" "Ben mi?" dedim şaşkınlıkla ve kağıdı bacaklarımın arasına bırakıp hızla kahve fincanımı elime aldım. "Yani, şu anlık iyi gidiyor. Normal." "Senin de bir ağabeyin var mı?" dedi merakla. Yeşilleri kahvelerimden ayrılmıyordu. "Var," dedim ve büyük bir yudum alıp fincanı masaya bıraktım. "Yani, üvey bir ağabeyim var." "İyi davranıyor mu sana?" dedi merakla. Birkaç saniye etrafa baktım. "Pek görüşmüyoruz, bizimle kalmıyor. Yani benim için bir anlam ifade etmiyor." "Anne ve baban?" dedi bedenini masada bana doğru eğip, gözlerini üzerime kilitleyerek. "Onlar nasıl sana?" "Annemle konuşmuyorum." dedim ve derin bir nefes alıp boğazımı temizledim. "Babamı çok seviyorum." "Baban iyi davranıyor yani?" dedi ve yavaşça gülümsedi. "Güzel." "Ben sizinle röportaj yapacaktım aslında, siz benimle yaptınız." dedim yavaşça gülümserken. "Sorulara verdiğiniz cevapları unuttum." "Salla kafadan." dedi gülümserken. "Benim toplantıya gitmem gerekiyor." "Tamam," diyerek ayaklandım ve elimi masasının üzerinden ona doğru uzattım. "Çok teşekkür ederim, Bora Bey." "Ben teşekkür ederim." dedi elimi sıkıca kavrayarak. Büyük elinin arasında elim kaybolmuştu. Soğuk eli ile bir anda ürperdim. "Bunu al," dedi ve kartını bana uzattı. "Herhangi bir konuda ulaşmak istersen, istediğin zaman arayabilirsin." "Çok sağ olun." diyerek kartı aldım ve çantama koydum. "Hoşça kalın." "Güle güle, çocuk." dedi gülümseyerek. Sıcaktı. Rüzgarı hafifti, çiseliyordu bulutları. Huzurlu bir gülümsemesi vardı. Çıplaklıklar örtülür, kuraklar sulanırdı. Aşağı indiğimde Bülent'in söylediği kafeye geçtim ve derin bir nefes alarak sipariş verip bir yere yerleştim. Yaren kahve alıp yanıma otururken, hızla ona doğru bakıp telaşla ellerimi iki yana açtım. "Yaren! Hemen ezberle! Şirket teklifi ona gelmiş. Okuduğu okulun, okuduğu bölümden daha önemli olduğunu düşünüyor. Ağabeyinin tablolarına meraklı." diye sıraladım ve derin bir nefes aldım. "Yağmur zaten yarım akıllıydın, iyice gitmişsin." dedi gülerek. Kahvesini karşıma koydu ve geriye doğru yaslanıp etrafa baktı. "Bora Bey aklını almış başından. Seviştiniz mi yoksa?" "Sus! Bak ezberlemeye devam et. Ben de not alayım telefonuma. Burslu okuyup okumadığını bilmiyoruz. Çalışanlara karşı soğuk ve çok ciddi. İnsanlarla konuşmuyor pek." "Yağmur, ne diyorsun ya?" dedi ve hızla ayaklandı. "Aşk bahçem! Gel, gel!" Bülent hızla yanımıza gelip Yaren'e kocaman sarıldı. Yaren'in yanına geçip oturdu. "Yağmur çok özür dilerim, gerçekten. Söylememişler ki adama." "Sorun değil," dedim gülerek ve çantamdan kartını alıp masaya attım. "Bir dahakine kendin ararsın, bak numarası bu." Yaren kahkaha atarken, Bülent şaşkınlıkla kartı eline aldı. "Yaptın mı röportajı?" diye sordu gülerek. "Nasıl yaptın? Nasıl olabildi?" "Cazibeme dayanamadı." dedim gülerek. Ardından derin bir nefes alıp etrafa bakındım. "Hoş adam ama, biraz soğuk." "Gizemli mi?" dedi Yaren heyecanla. "Onun şifrelerini tek tek açarsın anahtarınla. Ay! Hah! Onu bir yapboz gibi birleştirirsin! Çok heyecanlı!" diyerek kahkaha attı. "Karizmatik miydi?" "Yani, bilemiyorum Altan." dedim gülerek ve kahvemi elime aldım. "Bir daha nerede göreceğim ki?" "Valla her gün gelir kahvemizi burada içeriz." dedi Yaren Bülent'in koluna girerek. "Aşkım, şu adamla samimi olmaya bak. Bacanak olacaksınız ileride." "Benim patronla yakın aslında." dedi Bülent heyecanla. "Patrona söyleyeyim, ortak bir iş yemeğine falan çıkalım." "Ay, biz de gelelim!" dedi Yaren heyecanla. "Yağmur, ne giyeceksin? Gelinliğini Çankaya'dan mı alalım, yoksa özel dikim mi yaptırsak?" "Ya sen ne saçma sapan konuşuyosun?" dedim gülerek. "Ne Çankaya'sı? Yağmur Acar, Çankaya'dan gelinlik mi alırmış?" "Siz iyice gittiniz." dedi Bülent gülerek. "Ben işe dönüyorum, lütfen bağırarak konuşmayın. İnsanlar sizi duyuyor." "Aman, bize ne! İki şaka yapıyoruz." dedi Yaren omuz silkerek. "İyi çalışmalar, hayatım." "Öptüm!" dedi ve gitti. Arkasından yavaşça el salladım ve gülerek olduğum yerde Bora'nın yeşillerini düşündüm. Bir an kendimi toparladım ve ayaklandım. "Gidelim mi?" dedim Yaren'e, masadaki kartı alıp çantama koyarken. "Ben cilt bakımı yaptıracağım üst katta, sen de gel. Belki asansörde Bora Bey ile karşılaşırsın!" dediğinde gülerek çantamı omzuma attım. "Ben de diyorum hayatımdaki önemli eksik ne diye, meğerse Folkart'ta cilt bakımı yaptırmadığımı fark ettim." dedim ve yanından geçerken yanağından makas aldım. "Sen git, ben biraz dolanacağım, sonra da eve gidip ödevi tamamlarım." Bir an durup Yaren'e döndüm. "Sen buldun mu jeofizikçi?" dedim şaşkınlıkla. "He buldum," dedi gülerek. "Adı Mert, yirmi dokuz yaşında. Çok acıklı bir hayatı varmış, Dokuz Eylül'de okumuş, okurken bir yandan çalışıyormuş. Okul birincisi olmuş." dedi ve güldü. "Salladım birini kafamdan işte! Yazdım geçtim, kadın tek tek araştırmaz herkesi herhalde." "Sene tekrarı yap da göreyim seni." dedim ve kafeden çıktım. Büyük bir nefes aldım ve şirketten biraz uzaklaşarak caddenin önüne vardım. Otobüs durağına doğru ilerlediğim sırada önümdeki siyah büyük arabayla göz göze geldiğime yemin edebilirdim o an. Çocukluktan beri hayalini kurduğum, yolda her gördüğümde eriyip bittiğim bir arabaydı. Tam o sırada Cenk aradığında, gözlerimi arabadan çekmeden telefonu açtım. "Cenk, Holding önünde bir Range Rover var. Her gün buraya gelip buna bakmayı düşünüyorum. Ama kararsızım, buna mı baksam, yoksa içerideki siyah kumaş ceketi olan, takım elbiseli adamlara mı?" dediğimde Cenk heyecanlandı. Biliyordu bu arabalara olan hayranlığımı. "Sahibi oralardaysa izin iste, içinde hayrına bir fotoğraf çekilmene izin versin. Belki takım elbiseli bir adamındır, bir taşla iki kuş vurmuş olursun!" dediğinde sırıtarak arabayı yarılamıştım. "Onedio'da okudum. Ölmeden önce hayalimizdeki arabayı sürmeliymişiz." dedim sırıtırken. "Sonra da bir test yaptım. Ne kadar gıcıksın, diye. Hiç değilmişim." "Onedio kimseye kötü bir şey demiyor, bücür." dediğinde durup kaşlarımı havalandırdım. "Gıcık mıyım ben?" diye sordum salyam akmak üzereyken. Arabanın yarısında durup elimi arabanın üzerine götürüp yavaşça avcumu sürttüm. "Şey, azıcık." dedi Cenk neşeyle. "Bugün benim erkek ordusu evde maç izleyecek. Bir tanesi askerden geldi, gelir gelmez maç izlemek istedi. Askerde Fransızca öğrendiğini iddia ediyor, ben seni birazdan arayacağım. Şununla konuş Fransızca, doğru mu söylüyor öğrenelim." "Dikkat et, Cenk. Askerliği uzun dönem yaptıysa maç yerine porno izletmesin size, hatta yemin ederim sizi domaltır oraya filmi sizle çeker." dedim telefonu kapatırken. Cenk'in son andaki kahkahasını duydum. Ardından istemsizce güldüm. Büyük siyah arabanın ışıkları yanınca, hızla elimi arabadan çekerek başımı yana çevirdim. Yeşiller bedenimi sarmalayan sarmaşıklar gibi ısıttı bir anda beni. "Ne biçim konuşuyorsun sen öyle?" diye sordu. İfadesizdi. "Pardon?" dedim bir ona bir arabaya bakarken. "Beni mi dinlediniz?" "Kulak misafiri oldum, diyelim." dedi rahat bir şekilde. "Ölmeden önce binmek istediğin araba-" dedi ve arabaya baktı. "-bu, değil mi?" "Sizin mi?" dedim şaşkınlıkla. "Benim." dedi ve şoför kapısını açtı. "Evine bırakayım, gel." "Gerek yok ki." dedim şaşkınlıkla. "Limon, biraz yürüyüş yapmak istiyor." Gülümsedi. "Ölmeden önce binmek istediğin bir aracın sahibi, sana bir teklif sunuyor. Ama sen Limon'un menfaati için bu fırsatı kaçırıyorsun." diyerek gömleğine baktı. Elindeki siyah kumaş ceketi gösterdi. "Bak, ceketim de tam istediğin gibi siyah kumaş." Kocaman gözlerle ona bakarken, arabanın altında kalmak ve ezilmek istercesine ezilip büzüldüm. Utancımdan kıpkırmızı olmuştum. "Bir gün kiralar binerim," dedim hızla. Heyecandan nefes nefese kalmıştım. "Daha gencim, illa binerim." Tekrar gülümsedi. Ama bu sefer, biraz köhne bir ifadesi vardı. Ketumluğu kaybolmuş gibiydi. Aynı anda tamamen ketumlaşmıştı. "Ağabeyimle bir gün çok büyük bir kavga ettik." dedi gözlerimiz el ele tutuşurken. Holding'in etrafından şimdiye dek onlarca insan geçmiş, göz ucuyla bize bakmışlardı. "Ben onun kalbini çok kırmıştım. Küstüğümüzde, ölmeden önce ona onu sevdiğimi söyleyeceğime dair ant içtim kendime." dedi gülümsemesi yerinde asılı dururken. "Ölmediniz." dedim başımı yana atarken. "O öldü, çocuk." Sağanak bir yağmurun bedeni delip geçen o kavurucu damlalarına sahip bulutlar, ilk kez toprağı boğmayı hedeflemişlerdi. Oysa bilmedikleri şey, toprağı güçlendirdikleriydi. Belki de yağmur sesiyle dalınmış masum bir uykuyu, kapı çarpmasıyla uyandıracak kadar acımasız bir planlamaydı hayat. Belki kader, senaryoya mahkum kıldığı bizleri izlerken kahkahalar atıyordu. Bora beni eve bırakacaktı. Yol boyunca birbirimize bakmasak da, düşündüğümüz şeyler denk geliyor gibi hissetmiştim. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum arabaya ilk binişim dahi olsa, aklım sadece ondaydı. Ağabeyini kaybetmişti. Üstelik ona, onu sevdiğini söyleyemeden. "Sizin işiniz erken mi bitti bugün?" dedim arabanın özelliklerini incelerken. İnternette izlediğim araba tanıtım videolarından çok daha güzeldi gerçekte. "Toplantı kısa sürdü, daha doğrusu ben sıkıldım." dedi gülümseyerek. "Anladım," dedim ve yukarıdan güneşliği indirip aynasından kendime baktım. "Arabanın aynası bile daha güzel gösteriyor." "Kullanmak ister misin?" dediğinde gülümsedim ve güneşliği kapattım. "Yaşım tutmuyor ki," dedim kıkırdayarak. "Ama bana sözünüz olsun, ehliyet aldığımda ilk sizin arabanızı kullanacağım." "Nasıl istersen." dedi keyifle. "Buradan mıydı?" "Evet, evet." dedim heyecanla. Karnım guruldayınca yanaklarıma kan hücum etti. "Yemek yiyelim mi?" diye sordu merakla. "Aç mısın?" "Yok, karnım hep gurulduyor. Midemle ilgili bir sorun var da. Tokum ben." dedim telaşla. "Aç olmak ayıp bir şey değil. Çekinme, çocuk." "Yok yok, geldik zaten. Burada inebilirim." dedim hızla. Arabayı kenara çekip frene bastı. "Cenk kim?" dediğinde şaşırmıştım. Beklemiyordum bu soruyu. "Arkadaşım." "Okuldan mı?" "Hayır, komşum." "Kaç yaşında?" "Yirmi iki, sanırım." "Anladım." dediğinde derin bir nefes alıp birkaç saniyeliğine ona doğru döndüm. Yeşilleri aklımdan çıkmıyordu. Yeşillerine hızla bakıp arabanın kapısını açtım. Daha fazla bakarsam, bedenim daha da kasılıyor, karnıma ağrılar giriyordu. Karnım değişik sesler çıkartıyor, kelebekler karnımı delip gökyüzüne çıkmak için resmen çıldırmışcasına inliyorlardı. "Yardımlarınız için teşekkür ederim, Bora Bey." diyerek arabadan indim. Cevap vermesine fırsat vermeden kapıyı kapattım. Bedenim afallamıştı. Aklım uçup gitmiş, bulutlara karışmıştı sanki. Hızla kaldırıma geçerken, soğuk havanın yüzüme çarptığı rüzgar yüzünden gözlerimi kırpıştırdım. "Çocuk, baksana bir!" diye seslendi kaldırımda benim hizamda arabayı sürerken. "Fazla acele ediyorsun. Bu iyi değil." "Ne gibi?" dedim ona bakmaya utanarak. Hey, Bora. Yeşillerin beni korkutuyor. Benden uzak dur lütfen, Bana bakma, yeşillerini çek üzerimden. Benim aklım uçup gidiyor. "Limon," diyerek güldü. "Arabada unutmuşsun." Ani gafletle yaptığım şeyin siniriyle olduğum yerde durdum. "Bir dakika ya, siz Limon'un adını nereden biliyorsunuz?" "Sen söyledin ya," dedi neşeyle. "Ben mi? Ne zaman söyledim?" "Şirkette söyledin," dedi gülerek. "Unuttun mu? Yağmur bence sen soğuk bir duş alıp uyu biraz, pek iyi görünmüyorsun." "Yani haklısınız." dedim. Delirdiğimi düşünüyordum. "Sanırım dinlenmem gerekiyor, alabilir miyim ben onu?" diye sordum çabucak ve elimi arabanın camına doğru uzattım. Bora, bana neler yapıyorsun böyle? "Gelip benden alırsın." dedi ve gaza yüklendi. Durup arkasından bakarken, elim havada asılı, gözlerim kocaman açılmıştı. Anlamsızca gidişini izledim. Bora gitmişti. Halid Ziya ne demişti kitabında? "Siz beni sevmiyorsunuz, dedi, sevseniz böyle gitmek istemezsiniz..." Bin sebep varsa da gitmek için, seven bir sebep buluyor kalmaya. Bora, giderken benden neler alıp götürdün yanında? Çocukluğumu aldın ve gittin, Sahi, Sende kalmış bir çocukluğum vardı. Onu geri alabilir miyim? Bunun için ne yapmam gerekecek? Limon'u almaya geleceğim ayaklarına. Peki ya sonra, seversem seninle çocuk kalmayı, O zaman ne olacak? Ben mi kaçacağım, Bora? Kaçsam, kovalar mısın? Korkar mısın yoksa? Yağmuru sevin, diye haykırdı bulut. Sen, benim bedenime damlayan ilk zarafet damlasısın, Ve ben senin sağanaklarında sırılsıklam olmaya hazırım.
|
0% |