
Güneş ışıkları, odamdaki beyaz perdelerden sızarak göz kapaklarımı rahatsız etti. Hafifçe kımıldandım, yastığın üzerindeki saçlarım dağınık bir şekilde yüzüme yapışmıştı. Gözlerimi araladığımda, tanıdık mobilyalarla dolu odamın içinde olduğumu fark ettim. Çocukluk günlerimden beri kendimi en güvende hissettiğim yer burasıydı; bu ev, bu oda… Ama her şey farklıydı.
Ellerimi yüzüme götürüp ovuşturduktan sonra saate baktım. Sabah 7:15. Dava dosyalarını kontrol etmek için erken kalkmam gerekiyordu. Bugün, savunduğum bir müvekkilimin önemli bir duruşması vardı. Aynaya doğru yürüdüğümde, gözlerimin altındaki hafif halkalar dikkatimi çekti. Uykusuz geçen birkaç gecenin izleriydi bunlar. Yine de içimde garip bir enerji vardı, sanki bugün bir şeyler farklı olacaktı.
Hızlıca hazırlanıp kahvemi elime aldım ve çalışma masama oturdum. Dava dosyasını tekrar gözden geçirirken bir yandan da e-postalarımı kontrol ettim. Birkaç sıradan mesaj, birkaç iş toplantısı… Derken bir isim dikkatimi çekti: Ayla Hanım. Ofisteki sekreterim. Bana kısa bir not bırakmış:
"Sıla Hanım, bu sabahki duruşma 10:00’da. Toplantı odasında sizi bekleyeceğim. Yeni dosyalarla ilgili de konuşmamız gerek. Kolaylıklar dilerim."
Derin bir nefes alıp kahve fincanımı masanın köşesine koydum. Ayla her zaman düzenli ve işini bilen biriydi. Onun sayesinde işlerim daha rahat ilerliyordu.
Arabama atlayıp ofise doğru yola çıktım. Trafik, sabah saatlerinin klasiği olarak yine yoğundu. Radyo açık, bir yandan şarkılara eşlik ediyor, bir yandan da bugünkü duruşmayı düşünüyordum.
Ofise vardığımda, koridorlarda hafif bir telaş vardı. Ayla, elinde birkaç dosyayla masamın önünde beni bekliyordu. Gözlüklerinin arkasından bana bakarak hafifçe gülümsedi.
"İyi sabahlar, Sıla Hanım. Umarım her şey yolundadır. İşte bugünle ilgili hazırlıklar," dedi, elindeki dosyaları bana uzatırken.
Teşekkür ederek dosyaları aldım ve masamın başına geçtim. "Ayla, şu yeni dosyalarla ilgili biraz daha bilgi verir misin?" diye sordum. Ayla, hemen sandalyeye oturarak detayları anlatmaya başladı. Onu dinlerken notlar aldım, aklım tamamen işteydi.
.
Saat tam 9:50’de mahkeme salonundaydım. Müvekkilim yanımda, oldukça gergin görünüyordu. Ona destek olmaya çalışarak sakinleştirdim. Karşımızdaki tarafın avukatı, ciddi ve oldukça donuk bir ifadeyle hazırlıklarını yapıyordu.
Duruşma başladığında, tüm dikkatim toplandı. Sorduğum sorular, verdiğim argümanlar ve müvekkilimin savunusu başarılı geçmişti. Hakim, davayı lehimize sonuçlandırdığında müvekkilimin gözlerindeki mutluluk her şeye değerdi.
Duruşmadan sonra ofise dönmek yerine bir kahve molası vermek istedim. Şehrin merkezindeki küçük bir kafeye oturdum, insanların telaşla koşturmasını izlerken düşüncelerime daldım.
Akşam eve döndüğümde, yorgunluğumu hissetmeye başlamıştım. Üzerimi değiştirip koltuğa uzandım. Televizyonu açtım ama hiçbir şeye odaklanamıyordum. Akşam yemeğimi hazırlarken içimde bir boşluk hissettim. Sanki bir şeyler eksikti, ama ne olduğunu bilmiyordum.
Günler bu şekilde sıradan bir şekilde akıp gidiyordu. İş, ev, ara sıra arkadaşlarla buluşmalar… Hayatın hızlı akışında kaybolmuş gibiydim. Ancak bu sıradanlık, içimde büyüyen bir arayış hissini bastıramıyordu.
Belki de bir şeylerin değişme vakti gelmişti.
Bir hafta daha geçti. Zaman sanki hızla akıp giderken, ben yine aynı rutinin içine sıkışmıştım. İşler, davalar, ev ve yalnızlık... Hepsi birbirine karışmıştı. Ama içimde bir şeyler değişmeye başlamıştı. Belki de bugüne kadar hep bildiğim hayatın dışında bir şeyler arıyordum.
O gün, ofiste yoğun bir gün geçirdikten sonra, akşam yine yalnızdım. Eve dönmeden önce bir an kafamı dağıtmak istedim. Havanın serinliği beni cezbetti ve dışarı çıkmaya karar verdim. Kendime bir yürüyüş zamanı tanıdım. Şehrin dar sokaklarında yürürken, hafif bir rüzgar yüzümü okşadı. Gözlerim, etraftaki insanları aradı. Ama kimseyi tanımıyordum. Yalnızca geçen günlerin izleriyle dolu sokaklar...
Bir kafeye oturup kahve içmeye karar verdim. İnsanların gülüşleri, sohbetleri, hayata dair düşüncelerini paylaşmaları… Belki de onlardan bir parça almak istedim. Zihnimdeki o boşluğu bir an olsun doldurmak.
Bir süre orada kalıp, rahatlamaya çalıştım. O sırada içeri bir adam girdi. Gözleriyle çevresine bakarken, gözleri bir an benimle kesişti. Tanıdık bir bakıştı ama bir o kadar da yabancı. Ama onu tanımıyordum. Hemen gözlerimi kaçırdım, fazla dikkat çekmemek için.
Kahvemi bitirip kafenin kapısından çıkarken, adamın beni izlediğini fark ettim. Kafamda bir soru işareti oluştu. "Kimdi bu adam? Neden o kadar dikkatlice bakıyordu?" diye düşündüm. Ama sonrasında bu düşünceleri kafamdan atıp, evime doğru yürümeye devam ettim.
Ertesi sabah ofisteyim. Yine Ayla ile konuşuyorum. Onunla sürekli iş üzerine sohbet ediyorum ama içimdeki boşluk bir türlü geçmiyor. Bir an önce günün başlamasını istiyorum, çünkü bu sessizlik içinde kaybolmak, zihnimdeki soruları bastırmak için tek yolum bu gibi geliyor.
Duruşmalar devam ediyor. Müvekkillerimle, mahkeme salonunda başarılı bir şekilde savunmalar yapıyorum. Ama her şey eski rutine dönmeye başlıyor. Birçok insan, işimle ilgili olumlu geri dönüşlerde bulunuyor ama ben bir şey eksik hissediyorum. Gece olduğu zaman, yine yalnızım. Yine kendi sesimle baş başa.
Bir hafta sonra, ofise gittiğimde sıradan bir gün gibi başlayıp, oldukça sıradan geçiyordu. Ayla'nın bana verdiği birkaç evrakı toparladıktan sonra, koridorda biriyle karşılaştım. Yavaşça yürüyen bir adam, hemen gözlerimi yakaladı.
Tanıdık bir yüz, ama kim olduğunu çıkaramıyordum. Kendimi tanıtmadan önce adamın gözleri bir an gözlerimde kayboldu. Sanki bir şeyler hatırlıyormuş gibi bir bakışı vardı. İçimden bir şeyler kabarmaya başladı. Ama kimseyi hatırlamıyordum, kimseyi.
"Afedersiniz," dedim, ama o adam sadece hafifçe gülümsedi ve başını sallayarak "Önemli değil," dedi.
Sanki zaman bir an yavaşlamıştı. O anki his, içimde bir kıpırtı başlattı. Tanımadığım bir adamın bana bakarken verdiği bu his, ruhumda bir boşluk bırakıyordu. Tanışmak istemiştim, ama işler hızlıca gelişmemişti. Adam gözlerini benden ayırmadan bir an durdu, sonra yavaşça yürüyüp ofise girdi.
O günden sonra, bu yabancı adamın gözüme takılan bakışları ve o garip his bende bir iz bırakmıştı. Yavaş yavaş zihnimdeki soruları arttırarak ilerliyordum. Kimdi o adam? Ne düşünüyordum? Ne hissetmiştim?
Ve bir gün, o soruların cevabını bulmaya karar verdim. Zihnimin içinde biraz huzursuzluk vardı, ama onu çözmek istiyordum.
Hikayenin nereye gideceğini bilmesem de, hayatımda bir şeyler değişecekti. Bu kadar boşluk, bu kadar yalnızlık, bir şeyleri değiştirmeliydi. Yavaşça, ama emin adımlarla.
6 SENE ÖNCE
Sıla, o sabah telefonunun titreşim sesiyle uyandı. Gözlerini açtığında, ışık sızan pencerenin kenarına doğru bakarak, derin bir nefes aldı. Göz kapakları ağır, uykusuzdu. Gözlerini aralayıp saati kontrol etti. Saat sabahın erken saatleriydi. Yavaşça telefonuna yöneldi, ama bir şeyler kötüye gitmişti. Eklenen birkaç mesaj vardı, ama birinin adı onu birdenbire korkuttu. Annesi.
Mesajı açtığında, içindeki karanlık korku ona tüm gücüyle vurdu. "Sıla, Berk'in bir trafik kazasında hayatını kaybettiğini duyduk. Çok üzgünüz, hemen hastaneye gelmelisin."
O an, bir boşlukta yavaşça süzülen bir hissiyatı vardı. O an ne düşündüğünü, ne yapacağını hatırlamıyordu. Yalnızca boşluğa bakan gözlerle telefonu elinden bıraktı. Gözleri bulanıklaştı, burnuna ve ciğerlerine bir ağırlık çöküverdi. Ve sonra, her şey kayboldu. Hava boğazına kadar girmiş gibiydi.
Sıla’nın zihni bir süre donmuştu. Hiçbir şey duymuyordu, hissetmiyordu. Zihninde sadece bir ses yankılanıyordu: Berk ölmüş.
Hızla kalktı, başı dönüyordu. Ayakları yere sağlam basmıyordu ama bir şekilde hastaneye gitmek için kendini zorlayarak evden çıktı. Her adımı bir halat gibi çekiliyordu, ona ağır bir yük yüklenmiş gibiydi. Zihnindeki boşlukları bir tek Berk’in kaybolmuş hatıraları dolduruyordu.
Hastane koridorları, yavaşça geçiyordu. Bir anda kendini hastane odasında buldu. Gözleri belirsizdi, zifiri karanlık gibi bir şey vardı gözlerinin derinliklerinde. Ama bir yerlerden birinin ona baktığını hissediyordu. O anda, odada başkaları da vardı. Gözleri, hastane yatağında cansız bir şekilde yatan Berk’i buldu. Nehrin kıyısındaki taş gibi sessizdi.
Sıla, gözlerini o cansız bedenden ayıramıyordu. Berk’i, her zaman gülümsediği, her zaman ona şakalaşan adamı o şekilde görmek ona dayanılmaz bir acı veriyordu. Berk, neden? Neden? diye düşündü.
Günler geçtikçe, Sıla’nın ruh hali giderek daha da bozuldu. Giderek daha içine kapanık oldu. Hastaneleri dolaştı, testler, raporlar, tedaviler… Ama hiçbir şey yardımcı olmuyordu. Zihni iyice dağılmıştı. Her adımda yalnızlık hissi onu boğuyordu. Ailesi, Sıla’nın bu acıyla başa çıkamayacağını fark etmişti.
Bir sabah, Sıla, eski halinden çok farklı bir şekilde, kafasındaki sisle birlikte, belindeki uzun siyah saçlarını kesmeye karar verdi. Zihnindeki kalıntıları bir şekilde silmek, belki de bir şeyleri sona erdirmek istiyordu. Saçlarını kısacık kesmeye başladığında, her telde Berk’in anılarını hissetti. Saçlarının her bir parçası, ona dokunulmaz, güzel olan her anıyı hatırlatıyordu. Ve o an, Berk’in kaybı ve acısı ona bir daha hiç unutamayacağı kadar dokunmuştu.
Berk’in en sevdiği şeylerden biriydi saçları. Her zaman ona nazikçe dokunur, “Sıla, saçların ne kadar güzel,” derdi. O an her şey kararmıştı. Saçlarını kısacık kesmek, sanki geçmişi bir daha geri getiremeyecekmiş gibi bir duyguydu. Ama bir şekilde, eski Sıla’dan tamamen ayrıldığını hissetmişti.
Gruptaki arkadaşları dağılmıştı. Her biri kendi yoluna gitmişti. Zeynep Amerika’ya gitmişti, Ekin bir iş için Brezilya’ya gitmişti. Marul’la sadece arada sırada haberleşiyordu ama o da kendi hayatını kurmuştu. Esra, kendi dünyasında kaybolmuştu.
Berk’in ölümünün ardından hiçbir şey eskisi gibi olamamıştı. Herkesin hayatı, sanki tek bir anda değişmişti. O anı hatırladığında, her şeyin bir hayal gibi kaybolduğunu hissediyordu.
Ailesi, ona yardımcı olmak için İstanbul’dan uzaklaşmasını, başka bir şehirde bir süre kalmasını önerdi. Sıla, onlara karşı çıkmadı. Çünkü ona her şeyin unutulması gerektiği gibi bir his verilmişti. İstanbul’dan uzaklara gitmeye karar verdi. Belki yeni bir başlangıç, belki bir umut vardı. Ama ne olursa olsun, Berk’in hatırasını bir şekilde kalbinde taşımak zorundaydı.
Ve o günden sonra, Sıla başka bir şehirde yeni bir hayata adım atarken, içindeki hüzünle birlikte, hayatının yolunu bulmaya çalışıyordu. Yavaşça, ama kararlı bir şekilde ilerliyordu.
6 SENE SONRA
Sıla, hala eski halinden çok farklıydı. Yalnızca fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da bir dönüşüm geçirmişti. Yaşadığı kayıp, hayatını silinmez bir şekilde etkilemişti. Gözlerinin derinliklerinde, hala kaybolmuş bir zamanın acısı vardı. O zamanların izlerini üzerinden atamamıştı. Berk'in kaybı, Sıla'nın kimliğini zor bir şekilde şekillendirmişti.
Saçları, kısacık ve dağınıktı. Saçlarını uzatmayı bir türlü tercih etmemişti. O günden sonra bir daha hiç uzatmamıştı. Kısa saçlar, belki de ona eski haline dönüş yapmaması gerektiğini hatırlatıyordu. Kısacık saçları, onun geçmişin gölgelerinden sıyrılmaya çalıştığının bir simgesiydi. Zihnindeki karanlık ve acılı anıların izlerini silmeye çalıştığı her gün, saçlarını uzatmanın, geçmişe geri dönmek gibi bir anlam taşıyacağını düşündü.
Sabahları, her zaman olduğu gibi bir çırpıda saçlarını tarayıp, iş elbiselerini giydi. Avukatlık mesleği, onun ruhunu birkaç adım ileri götüren bir alan olmuştu. İşine koyulduğunda, derin düşüncelere dalmayı unutuyor, geçmişin izlerini arka plana atmayı başarıyordu. Ancak bazen, ellerini masanın üstünde sabit tutarken, o eski acıların, gözlerini çimdiklerken olduğu gibi ona dokunduğunu hissediyordu.
Ofise doğru yürürken, kalabalığın içinde yalnızlık hissiyatı giderek artıyordu. İnsanlar gülümsüyordu, ama Sıla bu gülümsemeleri tam olarak hissedemiyordu. Sadece bir kabuk gibi vardı. Gözleri, dünyaya daha soğuk ve mesafeli bakıyordu. Yaşamın karmaşası, Sıla'nın içinde bir boşluk bırakıyordu. Geceleri, başını yastığa koyduğunda, geçmişe dair bir anı, bir ses, bir anlık rüya içinde hep vardı. Ancak sabah olunca, her şeyin yeniden başlaması gerektiğini hatırlıyordu.
Her sabah ofise gittiğinde, artık eski Sıla değil, sadece mesleğine ve işine odaklanmış bir kadın vardı. Saçları kısa ve sadeydi, ama bu sadelik Sıla'nın hayatındaki karmaşayı simgeliyordu. Geçmişin acıları, anıların hatırlatılmasıyla her an yeniden şekilleniyordu. Ama Sıla, daha fazla acı yaşamamak için, zaman zaman içsel bir korumayla hareket ediyordu.
İş yerindeki temponun yoğunluğuyla, geçmişin acılarına biraz ara verebiliyordu. Ama o gülümsemesinin ardında, hala bir boşluk ve bir kayıp vardı. Saçlarını kısacık kesmek, onun için geçmişin bir hatırlatıcısıydı. Kısa saçlar, zamanın acısını vurguluyor, ona geleceğe dair bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
Sıla'nın hayatı, mesleği, şehirdeki yalnızlığı, buna eklenen geçmişin acılarıyla şekillenen bir dengeye oturuyordu. Onun için, geçmişin bir daha geri gelmemesi gerektiğini hatırlatan tek şey saçlarıydı. Kısa, sade ve unutulmuş bir kadın gibi...
Berk, gözlerini açtığında, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını fark etti. 6 yıl önce, Sıla'nın hayatındaki en karanlık anı yaşarken, kendisi ölmüş sanıldı. Ama şimdi, öyle değildi. Sağ salim hayattaydı ve 28 yaşına gelmişti. Şimdi, Sıla'nın bir zamanlar kaybettiği adam olma düşüncesi bile onu harekete geçiriyordu, ama bir gerçeği kabul etmek zorundaydı: Onun için çok geçti.
Berk, askerdi. Bir timin parçasıydı. Görevleri, zorlu ve tehlikeli olsa da, ona bir şekilde huzur veriyordu. Bir zamanlar çok farklı bir insan olduğunu hatırlıyordu, ama şimdi, geçmişin içindeki derin yaraları da taşımak zorundaydı. Onun için her şey farklıydı. Ailesinin ve arkadaşlarının her biri, Sıla’yı kaybettikten sonra, ona güvenmeye başlamıştı. Herkes ona hayatını yeni baştan kurma fırsatını vermişti ama Berk’in aklında sadece bir şey vardı: Sıla. Sıla'ya tekrar ne zaman dönecekti?
O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. Sıla'nın kaybı, sadece ona değil, etrafındaki herkese de acı vermişti. Fakat Berk, o anı bir daha yaşamak istemedi. O günden sonra, yeniden eskiye dönmenin bir anlamı yoktu. Sıla'nın hayatındaki yerini almak, geçmişin acılarının üzerine inşa edilecek bir şey değildi. Ama yine de bir umut vardı içinde. O umudu, askerliğe devam ederken bir kenarda tutuyor ve bazen bir gözyaşı dökmek için geri dönüyordu. Sıla'yı bulmak, ona ne kadar ihtiyaç duyduğunu hissetmek, bir yolculuğa çıkmak istiyordu.
Timiyle birlikte, çeşitli görevlerde yer aldı. Her görevde, savaşın soğuk ve sert yüzünü görmek zorunda kaldı. Ama her seferinde, içindeki bir şey ona direnmesini sağladı: Sıla. Onu görmek, yüzünü hatırlamak, sesini hissetmek. Şu an, yaşadığı her şeyde onu hissediyordu, ama bir şekilde hala uzaklardaydı. Sıla'nın hayatında, kendisine bir yer olduğunu bilmek istiyordu. Ama bunu nasıl yapacağına karar verememişti.
Askerde, farklı bir dünyada yaşıyor gibi hissetti. Geceleri, gözleri uyandığında geçmişine dair düşüncelerle çalkalanıyordu. Herkesin ona baktığı ve özlediği eski Berk’ti ama o, gözlerinde kaybolmuş bir adamdı. Kendini bu kadar uzun süre unutarak yaşayamayacağını fark etti. Geçmişin izlerini silmek ve Sıla'ya geri dönmek, aslında en büyük savaşının kendisiyle olduğunu gösterdi. Yalnızca bir adım daha atmak, onun dünyasında her şeyin değişmesini sağlayabilirdi.
Bir gün, görev dönüşü, eski bir fotoğrafı buldu. Bu fotoğraf, hayatını değiştiren anı yakalamıştı. Sıla'yla bir zamanlar geçirdiği bir anın resmiydi. Kısacık bir an, ama onun için her şeydi. Fotoğrafın üstüne elini koydu ve derin bir nefes aldı. “Sıla, sana tekrar dönmeyi hak ediyor muyum?” diye mırıldandı.
Bu soruyla, bir zamanlar kaybettiği ve hala özlediği kadınla yüzleşmeye hazır hissediyordu. Ne kadar değişmiş olursa olsun, Sıla'nın hayatında bir yeri olduğ
unu kanıtlamak istiyordu. Ama ondan önce, yıllarca yaptığı hatalarla ve kayıplarla yüzleşmesi gerektiğini biliyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |