


Adaletin merceği ne kadar kristal olursa olsun, vicdanın aynasındaki çatlakta yansıyan kan, yalnızca Tanrı'nın görmekten vazgeçtiği bir lekedir; sonsuz bir yara, ne yağmur ne de zamanın söküp atabildiği.
Mavi Derin Yıldırım'ın Günlüğünden
Günlük 1 - Sayfa 10
2009
Ona nefret bile duymamam gerekiyor. Ondan nefret etmemem gerekiyor. Bu, beynimin kalın, mantıklı duvarlarından sızan soğuk ve yorgun bir emir. Etme, etme, etme. Ama o emir, ruhumun dibindeki bataklıkta boğuluyor.
Nefret. Bu, bir zamanlar sana adanmış olan bu kalbi paslandıran, keskin bir demir tadı. Onu düşünmek, damarlarımdaki kanı kalın, ağır bir zifte dönüştürüyor. Her zerrem, kemiklerime işlemiş, soğuk bir titreşimle ona karşı geliyor. Ondan bütün benliğimle nefret ediyorum. Bu nefret, göğüs kafesimi yırtan, içeride hapsolmuş çirkin bir canavar.
Özür dilerim. Senden özür dilerim, Kalbim.
Seni dilerim.
Sen ki, bir zamanlar narin bir kuş gibi çırpınırdın. Şimdi, yüzeyi çizilmiş, rengi solmuş, atışı güçlükle duyulan, ağır bir taşsın. Sana, bu karanlık, dipsiz kuyuyu miras bıraktım. Seni bu çamura, bu hissizliğe sürüklediğim için binlerce kez özür dilerim.
Ama bil ki, bu yıkımın ortasında bile, seni ayakta tutan tek ipim sensin. O ipe tutunuyorum. O nefretin zehrine rağmen...
Seni seviyorum, Kalbim.
24.11.2009
Gece yarısıydı. Koyu, zifiri bir karanlık gökyüzünü yutmuş, ne bir yıldız ne de bir ay parçası bu ağır örtüyü delebiliyordu. Sanki tüm ışıklar, birkaç saat önce işlenen o korkunç eylemden utanıp saklanmıştı.
Hava, ağır bir nem ve ıslak toprak kokusuyla doluydu. Kıyıdaki hırçın rüzgar, nemli soğuğu iliklere işleyen keskin bıçaklar gibi taşıyor, uçurumun kenarındaki kayalara durmadan çarpan dalgaların boğuk uğultusu, sonsuz bir ağıt gibi yükseliyordu.
Tam bu uğultunun yanı başında, bir figür hareketsiz duruyordu.
Yağmur işte o, kasvetin en sadık yoldaşıydı. Gökyüzünden inen ince, soğuk bir tül gibi durmadan yağıyor; zemindeki ıslak çamuru koyu bir parlaklıkla parlatıyordu.
Mavi'nin yüzünde, ıslaklığın arasında kaybolmuş bir damla yaş kalmış mıydı? Kim bilir. Artık ne bir hıçkırık ne de boğazdan çıkan kısık bir inilti vardı. Konuşamıyor, ağlayamıyor, yaşamın kendisine dair en ufak bir tepkiyi dahi vücudundan söküp atamıyordu. Kaskatı kesilmiş bir heykeldi, yalnızca bulunduğu yerde duruyor, elleri ise kontrolsüz bir ritimle, delicesine titriyordu. Titreme, içeriden gelen ve durdurulamayan bir depremin dışa vurumuydu.
Zihnine saplanan o tek, o yakıcı gerçek vardı. Her şeyi oydu.
Ve şimdi Mavi, her şeyini kaybetmişti. Bir zamanlar göğsünde taşıdığı, hayatının anlamına dair ne varsa; umut, sevgi, masumiyet...
Hepsi, bu kasvetli gecede, o ıslak uçurumun kenarında, soğuk taşların üzerinde eriyip gitmişti. Geriye sadece sonsuz bir boşluk ve yağmurun acımasız sesi kalmıştı.
Saatler geçmişti ancak zamanın kendisi bu uçurum kenarında donmuştu sanki. Karşısında artık bir ceset yoktu. Cinayetin kanlı izi, rüzgarın taşıdığı sis ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla silinmiş gibiydi. Yalnızca geride kalan ürkütücü bir boşluk vardı.
Gökyüzü, Mavi'nin akıtamadığı gözyaşlarını gece boyu dökmeye yemin etmiş gibiydi. Yağmur, şiddetini artırmış, bulutlardan inen gürültülü bir şelale gibi sahile hücum ediyordu. Bu şiddet, doğanın Mavi'nin içindeki tarifi imkânsız acıya eşlik edişi, onun sessiz çığlığını yeryüzüne haykırışıydı.
Mavi, dizlerinin üzerine çökmüş vaziyetteydi. O kadar sessizdi ki, yağmurun şıpırtısı ve dalgaların gürültüsü olmasa, çevredeki tek canlı kendisi değilmiş gibi hissedilebilirdi. Ağzını tek kelime etmiyordu; dudakları, söyleyecek her şeyi yitirmiş bir ruhun cansız bir uzvuydu.
Donuk, sabitleşmiş gözleri ellerine kilitlenmişti.
Şimdi bile, bu şiddetli yağmurun altında, tenindeki ıslaklığın ötesinde bir his vardı. Birkaç saat önceki gibi, o sıcak, yapışkan sıvının izlerini görüyordu sanki. Gözleri, avuç içlerinin çizgilerinde gezinirken, hayal gücüyle gerçeklik birbirine karışıyordu.
Kucağında hâlâ Gökhan'ın kanını taşımaya devam etmişti. Yağmurun temizleyemediği, ruhuna işlemiş, silinmez bir lekeydi bu. O kanın kokusu, o anın dehşeti, tüm benliğini sarmış, Mavi'yi canlı bir mezara dönüştürmüştü. Artık o, sadece titreyen bir beden değil kanla mühürlenmiş bir vicdandı.
Yağmur sesi, Mavi’nin bilincinin geri dönen ilk yankısı oldu. Vücudu soğuktan uyuşmuş ancak zihninde nihayet bir kıpırtı başlamıştı. Dudakları titreyerek aralandı, kelimeler boğazından paslı çakıllar gibi zorlukla çıktı. “Mutlu musun orda tek başına acımı izlemekten?”
Sesi, yağmurun gürültüsü karşısında ince, kırılgan bir fısıltıydı ama yine de karanlığın içine saplanan keskin bir ok gibiydi. Mavi, bu uçsuz bucaksız, ıssız gecede saatlerce izlendiğini fark etmişti. Her şeyin tükenmesine rağmen, o aptal, lanet okuduğu duyuları hâlâ çalışıyordu; tehlikeyi, yabancı bir varlığın nefesini hissediyordu.
O an, tek dileği vardı. Ölmeyi diliyordu. "Bırakın o yabancı gelsin, bu acı dolu sonu hızlandırsın." diye içinden defalarca Tanrı'ya yalvarmıştı.
Oysa birkaç saat önce doğum günü dileği Gece Kuşları ile yaşamaktı.
Kafasını kaldırmadı. Ne bir yüz görmek ne de bir gözle karşılaşmak istiyordu. Ama bu işkenceye de dayanamıyordu. İstiyordu ki, ya bu izleyen kişi kendisini öldürsün ve bu kabusu bitirsin, ya da saatlerdir orada durduğu gibi, acı içinde bırakan bu görünmez varlık, tıpkı Gökhan gibi yok olup gitsin istiyordu.
Uçurumun kenarından biraz geride, yaşlı dalları kırık bir çam ağacının arkasından, kısık titrek bir ses yankılandı. “Özür dilerim.”
Bu, bir yetişkinin sesi değildi. Bir çocuk konuşmuştu.
Mavi, o sesi duyduğunda bile kafayı bir kez daha kaldırmadı. Gözleri, ellerine ve ıslak toprağa sabitlenmiş vaziyetteydi. O küçük, suçluluk dolu özür, Mavi'nin zihnindeki ağır sis perdesini dağıtmaya yetmemişti. Hâlâ, inatla Gökhan’ı arıyordu.
Şu anki gerçeklik, bilincini zorluyordu. Yağmurun altında sırılsıklam olmuş bu haline karşılık Gökhan’ın birazdan çıkıp geleceğini, önce bu sorumsuzluğun hesabını soracağını, kendisine kızacağını sonra da aceleyle Mavi’yi o soğuktan kurtarmak, ısıtmak için her yolu deneyeceğini hissediyordu. Oysa gerçeğin soğuk ve sert elleri, Gökhan’ın artık bir daha asla gelmeyeceğini haykırıyordu.
Mavi’nin zihnindeki anlık yanılsama, bir şimşek çakımıyla parçalandı. Hayır, Gökhan gelmeyecekti. Bu ıslak zeminde onu bekleyen ne sıcak bir kucak ne de şefkatli bir azar vardı.
Saatler önce her şeyi ölmüştü.
Hayır. Daha da kötüsü öldürülmüştü.
Bu farkındalık, Mavi’ye konuşma gücü verdi. Sesi, az önceki fısıltının aksine, tehlikeli derecede sakin, buz gibiydi. “Özür dilersin?” dedi. Kafasını hâlâ kaldırmıyordu. Sesi, topraktan gelen bir uğultu gibiydi. “Ne için özür dilersin? Onu kurtarmadığın için mi? Nefesini kestiğin için mi?”
Ağacın arkasındaki figürden gelen ses, derin bir acı ve boğulma hissiyle titredi. “Onu ben öldürmüşüm gibi konuşma.” Nefes alamıyordu sanki, kelimeler boğazında düğümleniyordu.
Mavi, bu itiraza karşı demirden bir duvar gibi durdu. Sesi, etrafı saran fırtınanın ortasındaki o ürpertici sakinlikti. İçindeki fırtınalar kopsa da, dışarıya yansıttığı ses tonu, yargılayıcı ve kesindi. “Ona tetiği çeken sen değildin ama onun kanı senin elinde de var.”
Mavi’nin canı, hiç olmadığı kadar yanıyordu. Yüreği, üzerine açılmış kocaman, karanlık bir boşluk gibiydi. Bu sözleri söylerken yaşadığı his, sadece öfke değil ihanetin ve terk edilişin yakıcı ağırlığıydı.
O anda, çocuk artık karanlıkta saklanmadı. Yağmurun altında, çamurun içine basarak Mavi’nin yanına geldi ve dizlerinin üzerine çöktü. Gözlerinden akan yaşlar, yüzündeki yağmur damlalarıyla yarışıyordu. “Derin, n’olur...” Sesi yalvarıyordu. “Yalvarırım sana affet beni. Korktum.”
Mavi, ilk kez yavaşça kafasını kaldırdı. Gözleri, karanlığa ve acıya alışmış bir vahşilikle çocuğa baktı.
Karşısında duran çocuk, o bakışla karşılaştığı an, tüm varlığıyla Tanrı’ya bakmaması için dua etti. O an, Mavi’nin gözlerinde gördüğü şey, yalnızca yargılama değil Gökhan’ın son anlarının soğuk yansımasıydı. Çocuğun yüzü, korku ve derin bir pişmanlıkla paramparçaydı.
Mavi, ağır ağır, sanki tüm vücudu kurşunla dolmuş gibi, başını kaldırdı. Gözleri, nihayet karşısındaki figürün yüzüne odaklandı. Yağmur, ikisinin de yüzünü acımasızca yıkıyordu ancak Mavi’nin bakışlarındaki donukluk, en şiddetli yağmurdan bile daha soğuktu.
Yüzünü, diz çökmüş olan çocuğun yüzüne yaklaştırdı. Aralarındaki mesafe, bir fısıltının duyulabileceği kadar azalmış ama kalpleri arasındaki uçurum, az önce arkasında durdukları uçurumdan bile daha derin ve karanlıktı.
Mavi’nin sesi, bu sefer ne titrek ne de fısıltıydı. Kesin, kırılmaz bir taahhüt gibi, her kelimesi birer mühür gibi havaya asılı kaldı. “Eğer seni bir gün affedersem,” dedi Mavi, çocuğun pişmanlıkla dolu, yaşlı gözlerinin içine bakarak. Gök gürledi. Sanki doğa, bu ağır yemine şahitlik ediyordu. “O gün cennetin kapıları yüzüme kapanmış,” diye devam etti. Mavi’nin sesi şimdi, Gökhan’ın kaybının ve kendi umutsuzluğunun ağırlığını taşıyordu. Sonra en acı kısmı geldi. Mavi’nin vicdanına yüklediği o ebedi lanet “...toprağın altında yatan sevdiğimin sesi kulağımda değil de, vicdanımda çınlıyor demektir, Yiğit.”
Bu, sadece bir af talebinin reddi değildi. Bu, Yiğit'in eyleminin Mavi'nin ruhunda açtığı yaranın sonsuzluğunu ilan eden, onarılmaz bir karardı. Af, Mavi için Gökhan’a ihanet etmek anlamına geliyordu. Mavi, Yiğit’i affetmek yerine, Gökhan’ın anısını kalbinde ve vicdanında sonsuza dek canlı tutmayı seçmişti.
Yiğit, bu sözlerin ağırlığı altında ezildi. Mavi’nin gözlerindeki ifade, bir yargıcın hükmü gibiydi. O an anladı ki, yağmur belki dışındaki kanı yıkayabilirdi ama vicdanındaki leke sonsuza dek kalacaktı.
Yazarın Anlatımıyla
Kristalleşmiş eşiğinde, varlığıyla yokluğu arasındaki o ince ipte titrek bir nefesle tutunmaya çalışırken; Yiğit ve Yaman’ın kelimelere dökülmemiş, kadim bir yemin gibi duran sessiz ittifakı çoktan harekete geçmişti. Genç kadının bedenini kavrayan o ürpertici titreme, sadece tenini sızlatan mevsimsel bir kışın habercisi değil; ruhunun en kuytu dehlizlerine sızmaya çalışan, katran karası bir yalnızlığın gölgesiydi. Bunu bir içgüdüyle sezen adamlar, onu kırılmasından korktukları paha biçilemez bir kristali taşır gibi, dış dünyanın fırtınasından çekip alarak kendi sığınaklarının o korunaklı, dilsiz sessizliğine taşıdılar.
Mavi, üzerine sinmiş nemli toprağın ham kokusunu, yıllanmış ıslak ahşabın ağırlığını ve havada asılı duran o çok hafif, puslu tütün aromasını barındıran yumuşak battaniyelerin içine hapsolmuştu. Bilinci, dipsiz ve karanlık bir kuyunun dibinde, uyku ile uyanıklık arasındaki o dumanlı arafta salınıyordu. Bedeni bir kuş tüyü kadar hafiflemiş olsa da ruhu; görünmez mermilerle yara almış, cepheden henüz dönmüş ama hâlâ tetikte bekleyen mağrur bir asker gibi gergin ve sessizdi.
Yiğit, zihninde tek bir tereddüt kırıntısına ya da saniyelik bir duraksamaya yer bırakmadan, onu kendi hayatının en mahrem ve güvenli limanı olan yatağına usulca bıraktı. O koyu lacivert, geceyi andıran nevresimlerin ortasında Mavi; hırçın dalgaların arasından sağ çıkıp güvenli bir kıyıya vuran bir deniz feneri ışığı gibi parladı. Başucunda, cildi zamana yenik düşüp hafifçe sararmış, yarım kalmış bir maceranın tozlu kokusunu taşıyan kitabın hemen yanında duran abajur, odaya bakır rengi bir sıcaklık akıtıyordu.
Mavi, Yiğit’in dünyasına ait o yabancı ama bir o kadar da derin bir nefes kadar rahatlatıcı, pamuksu huzurun kollarına, ruhundaki tüm yaraları o bakır ışığın altında dinlenmeye bırakarak teslim oldu.
Odanın içinde sadece abajurun bakır rengi ışığı ve Mavi’nin güçlükle duyulan, kesik kesik nefesleri yankılanıyordu. Yaman, odanın köşesindeki gölgeye sığınmış, bakışlarını zemindeki belirsiz bir noktaya dikmişti. Zihnindeki düşünceler, birer cam kırığı gibi birbirine çarpıyordu.
"Bazen düşünüyorum," diye fısıldadı Yaman. Sesi, sanki tozlu bir mahzenden geliyormuş gibi boğuk ve yorgundu.
Yiğit, bakışlarını Mavi’nin solgun yüzünden ayırıp ağır ağır Yaman’a çevirdi. Gözlerinde, uykusuzluğun ve bastırılmış öfkenin kızıllığı vardı. "Neyi?" dedi, sesi bir bıçak sırtı kadar keskindi.
Yaman, sanki yasak bir meyveye dokunuyormuşçasına tereddütle devam etti: "Bizim yanımızda olsaydı... En başından beri... Gökhan’ı unutabilir miydi? Ya da ruhu bu kadar derin, bu kadar onarılmaz bir acının pençesinde kıvranır mıydı?"
Yiğit, bakışlarını tekrar Mavi’ye, o lacivert çarşafların arasında kaybolmuş narin bedene çevirdi. Çenesindeki kaslar gerildi, sanki söyleyecekleri kendi boğazını yakıyordu. "Ona acı olurdunuz," dedi Yiğit, her kelimenin üzerine basarak. "Siz onun için bir merhem değil, iyileşmesi imkansız bir yara olurdunuz."
Yaman, bir adım öne çıktı; yüzündeki keder, odadaki loş ışıkla daha da belirginleşti. "Çektiği bu cehennem azabından daha mı fazla?" diye sordu, sesi titriyordu. "Kendi içindeki bu yangından daha büyük ne yaşatabilirdik ona?"
Yiğit’in sesi bu kez fısıltıdan da öte, buz gibi bir gerçeklik barındırıyordu. "Sizin acınız öldürücü olurdu. Bir zehir gibi damarlarına yayılır, onu yavaş yavaş içerden çürütürdü."
Yaman acı bir gülümsemeyle başını iki yana salladı. Bakışlarını yatakta yatan kadına, o yaşayan ölüye dikti. "Yaşamıyor ki zaten," dedi, kelimeler dudaklarından birer cenaze marşı gibi dökülürken. "Buna yaşamak mı diyorsun Yiğit? Her gece bir mezar taşının soğuk mermerine başını yaslayıp uyumak... Her sabah, bir ölünün anılarıyla, o mezarın başında yeniden uyanmak... Bu yaşamak değil, bu sadece toprağın altında kalmayı beklemek."
Rüya, o hastanenin kör edici, çiğ beyaz duvarlarına sadece bakmakla yetinmemişti; o beyazlığın ardına gizlenmiş steril ve gaddar soğukluğu, geniz yakan keskin metalik sessizliği ve ölümün kıyısından çalınmış anların o ağır, ilaç kokulu kokusunu ciğerlerinin en derinlerine kadar çekmişti. O buzdan iklimi, Mavi’nin bakışlarında donup kalmış bir cam kesiği gibi gördüğünde, ruhu orada bir saniye daha kalmaya tahammül edememişti. Kalbi, göğüs kafesinde sanki acil bir kaçışın sirenlerini çalan yırtıcı bir kuş gibi çırpınmaya başlamıştı.
Evrak işlerini yaparken parmakları, sanki o anları yırtıp atmak istiyormuşçasına kâğıtların üzerinde hırçınlaşmıştı. Masanın üzerindeki gri gölgelerle uzayan kalemlerin arasına, o anın tüm ağırlığını ve nefretini oraya bir mermi gibi çivilemek istercesine imzasını savurdu. Ne bir veda, ne de havada asılı kalacak boş bir açıklama... Tek bir kelime dahi etmeden, Mavi’yi o steril cehennemden çekip alarak kendi dünyasına, evine doğru yola çıktı.
Yiğit’in evi, hastanenin o ruhsuz ve keskin hatlarının aksine, zamanın elleriyle yoğrulmuş bir sıcaklığa sahipti. Duvarlarda, yılların sessizce üzerine çöktüğü tozlu bir geçmişin, gün ışığında solmuş ama yok olmamış izleri seçiliyordu. Koltuk kenarlarındaki o hafif çöküntüler, sanki üzerine oturan her bir bedenin hikâyesini saklayan yumuşak hafıza kayıtları gibiydi. Koyu renkli, oymalı ahşap çerçevelerde hapsolmuş gülümseyen yüzler, bir zamanlar bu odalarda yankılanan kahkahaların ve akan hayatın hüzünlü birer kanıtı olarak asılı duruyordu. Burası, ölümün soğuk nefesine inat, yaşanmışlıkların kokusuyla nefes alan bir yerdi.
Yaman’ın taze hemşirelik bilgisi ve Şeyma’nın profesyonel ustalığı işleri teknik olarak kolaylaştırıyordu. Ellerinde soğuk metalik ölçüm aletleri ve hışırtısıyla sessizliği bozan steril eldivenlerle hazır bekliyorlardı. Ancak Yiğit, Şeyma’ya karşı adeta aşılmaz bir etten duvar örmüştü. Şeyma’nın göz ucuyla dahi Mavi’ye dokunduğunu hissettiği an, onu kapının dışına itecek kadar keskin ve karanlık bir kararlılık içindeydi.
Mavi’nin ruhunun derinliklerinden gelen o isimsiz, tarif edilemez huzursuzluk, Yiğit için kutsal bir emir niteliğindeydi. Sebebi ne bir mantığa sığmalıydı ne de sorgulanmalıydı. “Eğer o rahatsızsa, senin gölgen bile ona değemez,” kuralı, o odanın görünmez anayasasıydı. Yiğit için dünya yanabilirdi ama Mavi’nin o titrek huzuru bozulamazdı.
İki gündür, odada hep aynı tablo vardı. Açık pencereden süzülen hafif rüzgâr, tül perdeyi hafifçe dalgalandırırken içeriye nane kokulu bir esinti getiriyor; küçük komodinin üstünde duraksayan analog saat, her tik takta zamanın ağır geçtiğini hatırlatıyor ve başucunda dikilen Yiğit, neredeyse hiç yerinden kıpırdamıyordu. İbrahim Albay'ın talimatına ihtiyaç bile duymadan, kendi vicdanıyla oradaydı. Nöbet sırası ondaydı, sadece görev olduğu için değil çünkü içinden bir ses, “Gitme.” diyordu. Acil bir işi çıktığında ise Ateş veya Can kapıda sessizce dikiliyor, onun yerini belli etmeden dolduruyordu. Ama Mavi’nin yanında olmak, başka bir şeydi. Varlığıyla değil, yokluğuyla fark edilen bir korumaydı o.
MAVİ DERİN YILDIRIM'IN ANLATIMIYLA
Bilincim, dibi görünmeyen katran karası bir kuyunun derinliklerinden su yüzeyine çıkmaya çalışan bir hava kabarcığı gibi yavaş ve sancılıydı. Göz kapaklarımın üzerine sanki dünyanın tüm kederi ve yorgunluğu bir kurşun gibi dökülmüştü. Onları aralamak, paslanmış ağır bir kapıyı milim milim zorlamak kadar imkansız geliyordu. Varlığım, karanlığın o kadifemsi ama boğucu dokusuna hapsolmuşken, dış dünyayla aramdaki tek bağ burnuma sızan o keskin kokuydu.
Hastanenin geniz yakan, o beyaz ve kimyasal nefretini taşıyan kokusundan sonra bu koku, ruhumun kurak topraklarına yağan ilk yağmur gibiydi. Karmaşık ve yapay bir parfümün maskelediği bir koku değildi bu güneş görmüş tertemiz pamuklu çarşafların ferahlığına karışmış, tenin o kendine has sıcak ve tuzlu kokusunu taşıyan bir esintiydi. Ve en derinde, çocukluğumun puslu bir hatırasından sökülüp gelmiş gibi duran, o keskin ve güven veren asker kolonyasının geniz yakan, dik duruşu. Bu koku, kaybolduğum karanlıkta tutunabileceğim tek halattı.
Kirpiklerimi birbirine yapışmış bir geceyi yırtar gibi araladım. İlk görüntü, gözlerimi acıtan bir netlik değil; loş, buğulu bir rüyaydı. Tavandan sarkan o soğuk ışıklar yoktu; onun yerine hemen yanı başımdaki abajurdan sızan, odanın gri duvarlarına sarımtırak bir şefkat gibi serpilmiş, bakır rengi bir huzur vardı. Işık, odadaki eşyaların üzerine yumuşak bir örtü gibi seriliyor, keskin köşeleri törpülüyordu.
Gözlerimi kırpıştırarak odayı tanımaya çalıştım. Bir duvar boyunca uzanan, sırtları aşınmış kitaplarla dolu raflar, sanki binlerce farklı hayatın sessizce beni izlediği birer tanık gibi duruyordu. Karşı köşede, gölgelerin içinde parlayan o görüntüye takıldı bakışlarım. Jilet gibi ütülü, mağrur ve sessiz duran bir üniforma. Belki onun kuşandığı bir zırh, belki de hiç giyilmeyecek ama her daim hazır bekleyen bir yedeğiydi.
O sırada, o sıcak ışığın ve sessizliğin tam ortasında, varlığıyla odadaki havayı bile ağırlaştıran ama bir o kadar da durultan o silüeti fark ettim.
Yiğit.
Odanın geri kalan her şeyi, o üniforma, o kitaplar ve o bakır ışık, onun bakışlarının altında anlam kazanıyordu. Oradaydı; bir heykel kadar hareketsiz, bir dağ kadar sarsılmaz ve bir liman kadar güvenli.
Gözlerimi araladığımda ilk hissettiğim şey, göğsümün tam üzerinde, kalbimin ritmini avuçlarının içinde tutmak ister gibi duran o elin ağırlığıydı. Parmakları, sanki orada atan hayatın devam edip etmediğini kontrol eden hassas bir terazi gibi, en ufak bir kıpırtımı bile hissetmek için pusudaydı. Diğer eliyle gözlerini ovalıyordu parmak uçları, uykusuzluğun derin birer uçurum gibi kazındığı göz çukurlarına gömülmüştü. Henüz uyandığımı, bilincimin o bulanık sulardan kıyıya vurduğunu fark etmemişti. Ama ben onu görüyordum; bakır rengi ışığın altında, yorgunluktan ve endişeden örülmüş o sessiz silüetini.
“Yiğit…”
Sesim, boğazımdaki cam kırıklarını yırtıp da gelmiş gibi fısıltılı, pürüzlü ve yabancıydı. Sanki içimdeki o devasa sessizlik yıllar boyu birikmiş de, şimdi tek bir kelimeyle dışarı sızmaya çalışıyordu. Bu tek hece, odanın o ağır ve tozlu havasına çarptı, yankılandı ve boşlukta asılı kaldı.
Yiğit’in bakışları bir anda bana döndü sanki adını dudaklarımdan değil de doğrudan göğsünden, kalbinin atışından çekip almışım gibi irkildi. Göz göze geldiğimiz o saniyelik anda, sanki ruhumun çıplak kaldığını hissettim ve hızla bakışlarımı kaçırdım. Sadece gözlerine değil, yüzünün hatlarına bile bakmamaya yemin etmiştim o an. Çünkü o tanıdıklık, o can yakıcı benzerlik Gökhan’dı. Gözlerinin içindeki o derin kuyu, bakışlarındaki o tuhaf, eski tanışıklık hissi ve hatta o ağır suskunluğu bil
Ona bağlanmak, kendime ve geçmişime edebileceğim en büyük, en kanlı ihanetti. Birinin boşluğunu bir başkasının silüetiyle doldurma ihtimali, ruhumun kabul edemeyeceği bir suçtu. Bu yüzden kaçtım; bakışlarımı odanın ruhsuz köşelerine hapssettim.
“Mavi,” dedi. Sesi, uykusuzluğun getirdiği o boğuk tınıyla karışık, derin bir şaşkınlık barındırıyordu. Eli hâlâ kalbimin üzerindeydi, bir an bile yerinden oynamamıştı. Ancak bedeni çevik bir hareketle ayağa fırladı. O panik ve telaş içinde bile, göğsümdeki o sıcak ağırlık sabit kalmış, beni dünyaya bağlayan tek çıpa gibi yerini korumuştu.
“Neredeyim ben?” diye sordum, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak. Gözlerim hâlâ ondan fersah fersah (1) uzaktaydı.
“Benim odamdasın,” dedi kısaca. Sesi, sanki çok uzaktaki bir mahzenden geliyormuş gibi boğuk ve mesafeliydi. Başımı hafifçe yana çevirdiğimde, yatağın hemen yanındaki metal ayakta duran serum askısını gördüm. İçindeki sıvı, damla damla damarlarıma sızıyor, bana zoraki bir hayat aşılıyordu.
“Su verebilir misin?” Boğazım, kızgın kumlara maruz kalmış bir çöl gibi kavruluyordu. İçimdeki o yangını söndürecek tek bir damlaya muhtaçtım.
“Tabii,” diyerek komodinin üzerindeki cam sürahiye uzandı. Odanın loşluğunda, bardağa dökülen su, camın içinde kırılan ışıklarla birlikte kristal parçaları gibi parıldıyordu. Bir elini enseme yerleştirdi; o parmaklar, bir porseleni kavrar gibi nazik ama sarsılmaz bir kararlılıkla beni yukarı doğru doğrulttu. Bu gereksiz yakınlık, tenimin altında bir yerlerin sızlamasına sebep oldu.
“Ben hallederim,” diye mırıldandım, kaşlarımı çatarak. Sesimdeki direnç, aramızdaki o görünmez duvarı yeniden örmeye çalışıyordu. Ama o, beni hiç duymamış gibi davranarak bardağı dudaklarıma yaklaştırdı.
Suyu içmeden önce, yılların getirdiği o zehirli alışkanlıkla, o fark etmeden hafifçe kokladım. Burnum, tehlikeyi sezen bir avcı gibi keskinleşmişti; hayatta kalmanın o ilkel refleksiyle suyu tarttım. Saf ve berraktı. Tıpkı şu an kaçmak istediğim o bakır rengi huzur gibi.
Suyun içinde sadece kirecin ağırlığını değil; bardağı tutan camın yüzeyinden yayılan onun kendine has parfümünü, en çok da o ten kokusunu hissettim. Gökhan’a benzeyen, ruhumun savunma kalkanlarını sinsice aşan o karışımdı. O koku, burnumdan süzülüp geçmedi; doğrudan kalbime dokundu, bir hançer darbesi gibiydi.
Su bittiğinde, bardağı tutan kolunu yavaşça, sanki bir mikrobu iter gibi elimin tersiyle ittim. "Eyvallah," dedim, kelime ağzımdan buz gibi bir teşekkür gibi çıktı. Ne minnet, ne de bir yakınlık. Yiğit sırıttı. Her zamanki gibi, o sinir bozucu, doğal içtenliğiyle gülümsüyordu.
Yok bu çocuk cidden maldı.
Ağız yüz dalma isteğim gitme dur yerinde.
"İyi misin?" diye sordu, sesi yumuşaktı.
"Hâlâ yaşadığıma göre," diye karşılık verdim, sesim alaycı bir kılıç gibiydi. Ardından, bakışımı saniyenin onda biri hızında, ensemi nazikçe kavrayan eline çevirdim. "Şu ensenin üzerindeki elini çekmeyi düşünüyor musun, komutan?" dedim. Dudak ucunda asılı duran yarım gülümseme anında silindi. Sanki o an, o samimi dokunuşun tüm sınırları aştığını fark etmiş gibi gözleri irileşti. Gecikmiş bir şokla, yavaşça elini çekti ve başımı tekrar yastığın yumuşak, yabancı sıcaklığına bıraktı. Parmakları, saç tellerime bile değmemeye özen göstererek, hızla geri çekildi. "Ben Yaman’ı çağırayım. Uyanır uyanmaz haber vermemi tembihlemişti. Serumun da sonuna geliniyor zaten," dedi ve cevabımı beklemeden, bir kaçış telaşıyla odadan dışarı fırladı.
Hemen başımı yastıktan kaldırdım. Yanımda, komodinin üzerinde, bir teselli gibi duran telefonum ve hemen yanında, hayatıma ait tek yasal güvencem olan silahım duruyordu. Odaya yalnızca medikal bir bakımın değil, keskin bir askeri düzenin de hakim olduğu aşikardı. Her şey sessizdi ama mutlak bir hazırlık içindeydi.
Telefonu elime aldım. Ekran aydınlandığında saate baktım. 18.56'ydı.
Gözlerim, şokun yarattığı bir dehşetle büyüdü. Ekrandaki tarih, bilincimin kabul etmek istemediği bir gerçeği haykırıyordu. Dört gün mü? Neredeyse tam 10 gündür mü bu yatağa çakılı kalmıştım? Sadece tek bir kurşun. Bedenime saplanan tek bir mermi, beni bu kadar etkisiz, bu kadar güçsüz mü bırakmıştı?
İçimden kendime karşı zehirli bir küfür yükseldi. "Üzerine atom bombası mı attılar Derin? İki haftaya yakın uyuyorsun resmen!" Bu öfke, sadece yara aldığı için değil, kontrolünü kaybettiği için duyulan, Mavi’ye özgü bir hırstı.
Tam o anda, odanın ağır sessizliğini telefonumun keskin melodisi yırttı. Ekranda 'Aren' ismini gördüğümde, parmaklarım benden bağımsız bir hızla yeşil tuşa uzandı.
"Yiğit komutan kusura bakmayın, görevden yeni döndük tüm tim olarak… Derin komutanım hâlâ uyanmadı mı?" Aren’in sesi, yorgunluğun arasından sızan aceleci bir kaygı ve sarsılmaz bir sadakatle doluydu.
"Aren, benim." Sesimi duyduğu an, hattın diğer ucunda zamanın donduğunu hissettim. Ardından telefonun hoparlöre verildiğini anlatan o hışırtılı yankı doldu kulağıma. Bir saniye sonra, kulak zarımı titreten, omuzlarımdaki yükü bir anlığına hafifleten kalabalık bir sevinç patlaması yükseldi. "Komutanıııımmm!"
"İyiyim ben beyler, sakin olun. Sadece biraz fazla uyumuşum," dedim, kurumuş dudaklarımın kenarına yerleşen zoraki ama samimi bir gülümsemeyle. "Benim yerime de iki-üç şarjör boşaltsaydınız bari."
"Yaptık tabi komutanım, hem de en okkalısından!" dedi Tolga, sesindeki o çocuksu gururu saklamadan.
"Bir dahaki göreve yetişirim, merak etmeyin. Kaan Yüzbaşı’ya da haber verin, iyiyim desinler," diyerek telefonu kapattım.
Kaan Yüzbaşı. O sadece omuzdaki bir rütbe, bir komutan değildi benim için. O, beni öz babamın karanlığından, o yıkıcı enkazdan çekip çıkaran adamdı. Gece Kuşları'ndan koptuğumda, ruhum parça parça dağılırken beni ayakta tutan tek dayanaktı. Askeri sistemde bir unvanı olsa da, kalbimdeki yeri üvey ağabeydi. Hayat denilen bu acımasız haritada, bana kalan tek sığınaktı.
Yaman odaya girdiğinde, odadaki hava bir anda elektriklenmiş gibi gerildi. "Derin, nasıl hissediyorsun?" diye sordu. Yüzüne bakmıyordum; o da bakışlarını benden kaçırıyordu. Bir insanın nefret ettiği birine gözlerini dikmesi zordu ve biz, o dilsiz nefretin iki ucunda duruyorduk.
"İyiyim," diyerek doğrulmaya yeltendim. Ama Yiğit’in eli, bir emir kipi gibi omuzuma yerleşti. Sert değildi ama sarsılmazdı.
"Pansuman yapacağız, kımıldama iki dakika," dedi sesi, bir komutanın otoritesiyle yoğrulmuştu. İtiraz etmedim; sadece başımı hafifçe salladım.
Ancak üzerimde, tenimi adeta bir köz gibi yakan o ağır bakışları hissedebiliyordum. Yiğit, beni izliyordu. Bakışları o kadar yoğundu ki, odadaki oksijeni emiyordu sanki. Bakışlarımı ondan ayırmadan, sesimdeki iğneyi gizlemeden konuştum. "Bana biraz daha o şekilde bakarsan, kalkar kalkmaz ilk sana dalarım Yiğit."
Bir an duraksadı. "Yüzüme bile bakmadan gözlerimi nasıl görüyorsun sen?" dedi, sesi hayretle karışık bir merak barındırıyordu.
"Senin bana bakmadığın her an ben sana bakıyorum çünkü," dedim. Sesim yavaş ama her bir kelimesi hedefini bulan bir mermi gibiydi.
"Neden?" diye sordu. Sesi bu kez titrekti, sanki sormaktan korktuğu bir sorunun cevabını bekliyor gibiydi. "Neden yapıyorsun bunu?"
Gözlerinin tam içine, o kaçmak istediğim derinliğe diktim bakışlarımı. "Gökhan’a neden bu kadar benzediğini ve kokusunun bile nasıl bu kadar aynı olabildiğini sorguluyorum çünkü." Söylemek istediğim nefret cümlelerini içime attım. Onu öldürmemek için tek sebebim Türk Askeri olmasıydı.
Dünya bir saniyeliğine durdu. Yiğit sustu; göz bebeklerinde bir fırtına koptu, bir şeyler titredi ama tek bir kelime bile dökülmedi dudaklarından. Sadece yutkundu; o yutkunuşun altında ne kadar büyük bir sırrı gizlediğini hisseder gibi oldum.
"Arkadaşıyım. Mezarlıkta söylemiştim," dedi sonunda. Sesi düz, ama ruhu savunmadaydı.
İnsan arkadaşını korumaz mıydı? O korumamıştı.
Kafamı usulca salladım. Ona inanmamıştım; gram dahi inanmamıştım. Eğer bu konuyu kapamamı istiyorsa, sorgulamayı bırakırdım. Ama onu da bırakmazdım artık. Bu benzerliğin ardındaki gerçeği, onun sessizliğinden değil, kendi yöntemlerimle öğrenecektim.
"Bitti," dedi Yaman. Sesi, odadaki bakır rengi ışığın altında bir toz bulutu gibi dağıldı. Çöktüğü yerden, dizlerindeki o görünmez yükle beraber ağır ağır doğruldu. Bir zamanlar, hayatın hırçın rüzgarlarında onun ruhuna düşen her çiziği, her yarayı büyük bir titizlikle ben sarardım; şimdi ise o, benim tenimdeki yıkımı onarmaya çalışıyordu. Ya da belki de üzerine temiz bezler örttüğü o yaraların altına yeni, görünmez ve iltihaplı sancılar bırakıyordu.
Bazı insanlar vardır; bir zamanlar seni o dipsiz uçurumun eşiğinden çekip alan, zifiri karanlığının tam ortasında yanan tek cılız ışık sandığın. En çok onların gölgesinde soluklanır, en çok onların yanında o sarsılmaz zırhını çıkarıp atarsın. Ağladığında yaşını ilk silen, sustuğunda o gürültülü sessizliğinin frekansını bir tek onlar duyanlardır.
Fakat zaman, en zalim heykeltıraştır; roller değişir, maskeler çatlar. O bir zamanlar merhem olan şefkatli eller, gün gelir seni en derininden, en savunmasız yerinden kanatan birer pençeye dönüşür. Kelimeleri, artık bir teselli değil; bilenmiş bir bıçak gibi en yumuşak dokuna saplanır. Sessizlikleri ise, kulak zarını yırtan birer çığlık kadar sağır edicidir.
En büyük düş kırıklığı tam da buradan filizlenirdi. Seni tüm çıplaklığınla tanıyan, her zayıf noktanı bir harita gibi ezberleyen birinin şimdi o haritadaki en hassas yerlere, bile isteye ateşten oklar atması acıtırdı. Bir yabancının açtığı yara, sadece tenini sızlatırdı, katlanırdın. Ama bir zamanlar elini tutan, ruhunu iyileştiren o tanıdık dokunuşun canını yakması...
Bu, ölümün en soğuk, en gri haliydi. O an sadece anın değil, o insanla kurduğun tüm geçmişin de üstüne bir leke gibi çökerdi. Güvendiğin her şey birer birer sorgu odasına çekilirken anlarsın ki; geçmişte sana merhem olanlar, bugün seni en acımasızca yıkmayı bilenlerdi. Çünkü nerenin en çok sızladığını, hangi yaranın asla kabuk bağlamadığını en iyi onlar bilirdi.
Benim geçmişim, kanatları kırık bir sürüydü. Gece Kuşları.
Geçmişim, yarım bırakılmış bir cümle kadar eksikti.
Bir zamanlar en sıkı sarıldığım, dünyayı onlarla göğüsleyeceğime yemin ettiğim o yüzler, şimdi ruhumda en derin, en karanlık oyukları açanlardı. Beni hayata döndüren o eller, şimdi içimde filizlenmeye çalışan her duyguyu tek tek boğup öldürüyordu.
Hoş... İçimde gerçekten ölecek bir şey kalmış mıydı? Her şeyi donuk bir griyle gördüğüm bu renksiz dünyada, kalbimin o taşlaşmış duvarlarının ardında hala bir kırıntı, bir duygu var mıydı? Yoksa ben, kendi mezarını üzerinde taşıyan bir gölgeden mi ibarettim?
Eskiden "iyi ki" diye başladığım her cümle, bugün ruhumda yankılanan, duvarlara çarpıp parçalanan birer feryada dönüşmüştü. Beni en iyi tanıyanlar, acının anatomisini de en iyi bilenlerdi; darbelerini boşa savurmuyorlar, tam merkezine, ruhumun en yumuşak ve korumasız dokusuna nişan alıyorlardı. Beni tanımalarını, bir zamanlar olduğu gibi yaralarımı sağaltmak için değil; o yaraları daha geniş, daha onarılmaz birer uçuruma dönüştürmek için kullanıyorlardı.
En güvendiğim insanlar, bugün geçmek zorunda olduğum en ağır, en kanlı sınavım haline gelmişti.
Elim, komodinin üzerinde bir zırh gibi duran siyah kazağa uzandı. Tam parmaklarım o kumaşın güvenli dokusuna değecekken, Yiğit’in eli bir bariyer gibi araya girdi ve beni durdurdu. Bakışlarındaki o korumacı sertlik, saf bir şaşkınlıkla gölgelenmişti.
"Ne yapıyorsun Mavi sen?" dedi, sesi bir emirden çok, bir anlamlandırma çabasıydı.
"Gidiyorum," dedim. Bakışlarımı birkaç kez kırpıştırarak ona çevirdim; gözlerimdeki o donukluğu korumaya çalışıyordum.
"Bu halde bir yere gitmene izin vereceğimizi falan mı düşündün?" dedi Yaman. Bu kez sesi sadece bir uyarı değil, bir meydan okumaydı. Bakışları ilk kez doğrudan benimkilere çarptı.
Ona döndüm. Göğüs kafesimin içinde yankılanan o zehirli cümleyi, bir kurşun gibi tam ortalarına bıraktım. "Benden nefret eden birinin evinde kalacağımı falan mı düşündün?" Kaşlarımı hafifçe kaldırarak ekledim. "Ya da benden nefret eden birinden izin alacağımı?"
Sözlerim buz gibiydi, her bir harfi odayı donduracak kadar soğuk dökülmüştü dudaklarımdan. Ama içim öyle değildi. Her kelimeyi söylerken ruhumdan bir parça kopuyor, sanki kendi yarama bilerek asit döküyordum. Dışarıdan bakıldığında hiçbir şeyi umursamayan, her bağını koparmış o 'duvarsız kadın' gibi görünmeye çalışıyordum ama aslında hayatımda hiç olmadığı kadar umursuyordum her şeyi.
Ve en acısı da buydu. Kimse bunu görmüyordu. Kimse, o buzdan maskenin ardındaki kor ateşin nasıl her saniye beni biraz daha küle çevirdiğini fark etmiyordu. İçim cayır cayır yanarken, herkes benim donduğuma inanıyordu.
Canının acısı, tenini parçalayan bir sinire dönüşene kadar kimse o zehrin içimde biriktiğini fark etmezdi. Ve bu sinir, o biriken zehir patladığında, bu kez de "fazla sinirlisin" damgasıyla yeniden suçlu ben olurdum. İnsanoğlu neden hep böyleydi? Neden kendi şapkalarını önüne alıp bir saniye bile düşünmezlerdi? Neden hata ve suç daima karşı taraftaydı? Anlamıyordum ve bu acımasız döngüyü anlamayı da bırakacaktım.
"Derin..." dedi, sesi titriyordu. Ateş.
Kafamı kaldırmadım, sadece göz kapaklarımın gerginliğini hissettim. "Özür dilerim," dediğinde, kaşlarımı yavaşça havaya kaldırdım ve nihayet ona baktım.
O an, içimden yükselen kahkaha, bir sevinç patlaması değil; bir kederin, bir yıkımın gülünç çığlığıydı. "Özür dilersin?" dedim, sesimin her tınısında acı bir alay gizliydi. "Özür dilersin, öyle mi?" Gülmeye devam ederken, o ve Yiğit bana delirmişim gibi, yabancı ve ürkütücü bir yaratığa bakar gibi bakıyorlardı.
Dudaklarımı sertçe birbirine bastırarak o vahşi kahkahayı kestim. Başımı yavaşça salladım. "Tabii ki özür dilersin," dedim, sesim şimdi tehlikeli bir sakinliğe bürünmüştü.
"Yapma bunu..." diye inledi Ateş. Sesi, sanki içinden bir şeyler kopuyormuş gibi acıyla boğuktu. "Bunu yapma Derin, yalvarırım."
"SANA BEN DE YAPMA DEDİM LAN!"
Kükremem, odanın içindeki camları titretir gibiydi. Bir anda ayağa fırladım, seruma bağlı kolumun acısını bile hissetmiyordum. Bedenim, ruhumdaki depremin şiddetini yansıtıyordu. "SANA BENİ DİNLE DEDİM! SEN BANA HAYKIRDIN LAN, SENDEN NEFRET EDİYORUM DİYE!" Gözlerimden yaş akmıyordu ama içimdeki fırtına, yüzümdeki her bir çizgiyi parçalıyordu. "TEK SEN VARDIN ATEŞ! BENİM TUTUNACAK TEK DALIM SENDEN BAŞKASI DEĞİLDİ! SEN NE YAPTIN! SEN BANA NE YAPTIN ATEŞ!"
Yüzündeki ifade, onu sadece üzdüğümü gösteriyordu; kalbini kırdığımı değil. Oysa benim kalbim paramparçaydı.
"Ben o kadar salak bir insanım ki..." dedim, ona bakarken, sesimdeki öfke yerini umutsuz bir itirafa bırakmıştı. "Bana gülümsesen bile seni affedeceğime adım kadar eminim."
"Özür dilerim..." dedi bir kez daha, bu kez fısıltısı neredeyse duyulmazdı. "İşe yaramasa da, tüm kalbimle senden özür dilerim."
"Artık özür dilenecek şeyler yapmayın," dedim. Gözlerimi ondan ayırmadan konuştum. Eğer ağlayan biri olsaydım, şimdi içimdeki tüm acıyı gözyaşlarımla akıtıp gitmesini isterdim. "Lütfen artık ruhumda yara açmayın. Ben kaldıramayacak kadar yaralıyım zaten." Sesim, bir fırtınanın merkezindeki o korkunç sessizlik gibiydi. Dudaklarım titredi, ama kendimi susturmadım. “Benim ruhum zaten beyazlar içinde…”
Ateş, bir anlığına, o anın ağırlığıyla bocalayan yüzüyle bana anlamazca baktı. Beyaz, onun için temizlikti, hastanenin masumiyetiydi. Ama benim için, o sadece travmanın rengiydi. Yutkundum, içime oturan o tonlarca ağırlığı bastırmak ister gibi. “Bir de siz yapmayın.”
Ne gözyaşım aktı, ne sesim yükseldi. Ama o son cümlenin içinde, yılların sessizliği, tüm kırılmışlıkların en net hali vardı. O beyaz; benim kabusumdu, ruhumdaki travmanın imzasıydı. Ve herkesin hâlâ o beyazla bana dokunmaya çalışması, beni en derinden, en çok oradan kanatıyordu.
Beyaz benim bedenimi kirleten şeydi.
O son cümlenin ağırlığı, Ateş’in omuzlarına bir kaya gibi çöktü. Sustu. Dudaklarını birbirine mühürledi ve hiçbir şey söylemeden, odadaki tüm havayı dışarıda bırakmak ister gibi hızlı adımlarla kapıya ilerleyip çıktı. Ardında, sadece o ağır fırtınanın enkazını bıraktı.
"Mavi," dedi Yiğit, sesi şimdi daha kısık, daha ihtiyatlıydı (2).
Yatağa oturmak yerine, sırtımı duvarın serin ve sert yüzeyine dayayarak, yatağın hemen dibine, yere çöktüm. Toprağın sarsılmazlığına ihtiyacım vardı.
"O olsaydı, canım bu kadar yanmazdı," diye mırıldandım bir anda. Bu, bir itiraf değil, içimden kopan ham bir gerçeklikti. Gökhan burada olsaydı, o lanet olası beyaz kefenin altında değil; sessiz sedasız gelmiş, beni sıkıca sarıp bu fırtınayı dindirmişti. O gittiğinden beri, ruhum böyle buzlu ve dipsiz bir yalnızlıkta kalmıştı.
"O, senin hayatına devam etmeni isterdi," dedi Yiğit. Yanıma, omuz mesafesinde yere oturdu. Omuzları o kadar yakındı ki, aramızdaki o görünmez duvarın her an yıkılabileceğini hissettim.
Elim, pansumanın altındaki sızlayan yaranın üzerindeydi. "Ben hayatımı kaybettim Yiğit," dedim, sesimdeki umutsuzluk derin bir kuyudan geliyordu.
Sustu. Hiçbir şey demedi. Sessizliği; diyemediğinden miydi, yoksa söyleyecek çok şeyi olmasına rağmen, o anın kutsal acısına saygıdan susmasından mıydı, ayırt edemiyordum.
Yalvarırım Allah'ım. Yalvarırım al beni de onun yanına. Dinsin artık acım. Sussun artık küçüklüğüm...
Ayağa kalktım. Bu sığınaktan hemen çıkmalıydım. "Hadi eyvallah," dedim sadece.
"Nereye?" dedi Yiğit de bir yay gibi hızla doğrulurken.
"Gidiyorum."
Bakışları keskinleşti, sesi bir komutanın emri gibiydi. "Sen bana Gökhan’ın emanetisin Mavi. Burada kalacaksın."
Gülümsedim. Alaycı, acı bir gülümsemeydi bu. "Farkında mısın bilmiyorum ama benim korumaya ihtiyacım yok. Ben askerim ve kendimi gayet koruyabilirim."
"Burada kalacaksın," dedi, sesi yumuşamıştı ama kararlılığı artmıştı. "Bana Gökhan’a verdiğim sözü tutmama izin ver."
"Gökhan’ın arkadaşı olduğunu bana kanıtlayabilir misin?" diye sordum. Bu soru, aramızdaki tek somut konuydu.
"Fotoğrafı saymadın mı kanıt olarak?" diye sordu. Yüzündeki ifade, sorunun ciddiyetini anlamadığımı düşünüyordu.
Kafamı iki yana salladım. "Hayır. O fotoğrafı ben de çok kolay elde edebilirdim. Mekana girince fotoğraf senindir zaten," dedim. Artık inanmıyordum. Hiçbir şeye, hiçbir söze sadece somut kanıta inanmak isterdim.
"Kanıt olarak sayar mısın bilmiyorum ama," dedi ve başını eğip komodinin çekmecesini açtı. Cevap vermek yerine içinden bir hırka çıkardı. Bu hırkayı tanıyordum; Gökhan’ın gri, kalın kumaştan, kolları hafif tüylenmiş hırkasıydı. Başka birine verdiğini söylemişti ama kime verdiğini asla bilememiştik.
“Hırkan nerede senin Gökhan?” Sesi, rüzgarın uğultusuyla karışan mahallenin tekdüzeliğini usulca delip geçmişti.
Bu ani soru üzerine, Gökhan yavaşça başını kaldırdı. Gözleri... O gözler, yeşilin orman derinliklerini andıran, en güzel, en canlı tonuna sahipti ve şimdi o yeşil beni doğrudan hedef alıyordu.
“Hangi hırkam, güzelim?” dedi, sesi her zamanki gibi yumuşak ve sorgulayıcıydı.
Ateş hemen yanımızdan söze karıştı, alaycı bir tonda konuştu. “Paşama bak sen! Sanki elli tane hırkası var. Hangi hırkan olacak oğlum, şu tek bir tane olan, küf grisi hırkan yok mu, o!” Yan yan konuşup, her zamanki gibi gürültülü bir göz devirme seremonisi yaptı. Ateş’e, sözlerinin keskinliğini hissettiren, öldürücü bir bakış fırlatıp onu anında susturdum.
Gökhan, parmak uçlarını hafifçe çenesine götürdü, bakışları uzaklaştı. “He şey…” dedi, sesi biraz kısıktı. “Ben kâğıt toplarken, ileride bir çocuk soğuktan donmak üzereydi. Belki az da olsa içini ısıtır diye düşünüp ona giydirdim.”
Bu sözler, içimde ılık bir rüzgâr estirdi. Hafifçe gülümsedim, dudaklarım kendiliğinden yukarı kıvrıldı. O an, bir zamanlar mahallenin kimsesiz çocukları için toplanan o eski ama kıymetli kıyafet yığınını hatırladım. Mont, bot, kazak, pantolon… Hepsi yıpranmış olsa da, bizim gözümüzde parlayan birer hazineydi.
“Benim size bir sürprizim var,” dedim, sesime engel olamadığım bir heves sinmişti.
Can Abim, her zamanki gibi pratik ve şakacıydı. “Altın mı buldun yoksa?” dedi, kaşlarını kaldırarak.
“Bu kadar hevesli görünmesi normal değil çünkü,” diye mırıldandı Ateş, şüpheli bir dedektif edasıyla.
Gökhan araya girdi, sesindeki koruyucu tını hemen hissediliyordu. “Karışmasanıza oğlum, size ne? Hevesli ne güzel işte. Ne yapsın, sizin gibi suratsız olup insanların da mı modelini bozsun?” Ardından bana döndü, gözlerinde sıcak bir teşvik vardı. “Söyle güzelim sen.”
Hızla onun yanına gittim ve yumuşacık yanağına küçük bir öpücük bıraktım. Beklediğim gibi, Gökhan’ın yanakları anında pembeye boyandı, Utangaçlığının ve sevincinin karışımıyla önce kızardı, sonra bana, dünyadaki tüm karanlığı aydınlatabilecek sıcacık bir tebessüm yolladı.
O tebessümü tekrar görmek için, benliğimi bile tereddütsüz verirdim.
Arkamda duran karton koliyi getirip tam ortaya, o beton zeminin üzerine yerleştirdim. Üst yüzeyi hafif yıpranmış, kenarından biraz ezilmişti, belki de yolculuk sırasında darbe almıştı. Ama içindeki umut, dış görünüşünün tüm kusurlarını örtüyordu.
“Ne bu Mavi?” dedi Ateş, dikkatle kolinin dış yüzeyindeki izleri incelerken.
“Açıp baksanıza ya!” dedim sabırsızlıkla.
Ateş kapağı açtı. Kutunun içi, göz kamaştırıcı bir sessizlikle, yepyeni kışlık kıyafetlerle doluydu. Gözleri şaşkınlık ve merakla bir bana, bir kutuya kaydı.
İlk o, koyu lacivert bir montu eline aldı, kumaşın dokusunu parmaklarıyla hissederek şöyle bir baktı. Sonra Can, ardından yine Ateş. Her biri, o yumuşak kıyafetleri ilk kez kucaklayan bir çocuk sevinciyle, mutlu bir ifadeyle sarıldı yeni giysilerine. Ben de, onlara olan hediyemi göstermek için kendi payıma düşen kıyafetleri çıkardım.
“Eee beyler, hani dalga geçiyordunuz benimle?” dedim, sesim neşe ve muziplikle doluydu.
Bu söz, aradaki mesafeyi tamamen kaldırdı. Hepsi ayağa kalkıp bana doğru atıldı, kollarını sıkıca bedenime doladılar. Sıcak ve güçlü bir sarılmaydı bu.
Her zamanki gibi, ilk sarılan kişi Gökhan’dı. Ateş, onu kendine has üslubuyla iteklemeye çalıştı ve “Vatoz!” diye seslendi. Ona göre, ilk bana yapışması gereken kişi kendisiydi; ben onun kardeşiydim, öncelik onundu.
En sonunda, aramızdaki tüm didişmeler ve şakalar, samimi bir kahkahaya dönüştü. Hepimiz gülerek ve birbirimize sokularak, o soğuk günün sonunu, içimizi ısıtan bir huzurla kapattık.
Geçmişten gelen o tatlı anı, bir anda kesildi. Beni, anıların hipnozundan ayıran şey, Yiğit’in gözümün önünde salladığı eli oldu. Eli, havada, sanki zihnimin perdesini nazikçe aralıyormuş gibi hareket ediyordu.
“İyi misin Mavi?” dedi. Ses tonu, merak ile hafif bir endişe arasında gidip geliyordu.
“Evet, iyiyim. Sadece dalmışım,” dedim, sesim hâlâ o anının yankısıyla titrekti. O anlık açıklamama karşılık, kafasını anladığını belli eden bir hareketle salladı.
“Hırka sende kalsın istersen,” dedi, elindeki katlanmış giysiyi işaret ederek.
Bu teklife karşı koyamadım. Hevesle başımı salladım. Yiğit, hırkayı usulca uzattı ben de aldım, dokusu avuçlarıma yerleşti.
Sonra, asıl soruyu sordu; sesi hem umutluydu hem de gergin bir bekleyiş içeriyordu. “Kalacak mısın Mavi? Gerçekten Gökhan için bunu yapacak mısın?”
Derin bir nefes aldım. Aldığım nefes, ciğerlerime dolan havanın soğukluğunu bile hissettirdi. Benim hayatımın büyük bir kısmı, keskin, net görevlerle geçmişti. Buraya, bu mahalleye, en fazla iki üç haftada bir uğrayan bir gölgeydim. Ama şimdi abim ve kardeşim buradayken, onlara karşı olan o kadim, derin bağa sırtımı dönmeden nasıl durabilirdim ki? Duramazdım.
“Arkadaşınızla, yani Elif’le kalamam Yiğit. Hem siz beni tanımıyorsunuz, ben de sizi,” dedim, sözlerimdeki çekinceyi gizlemiyordum.
Yiğit’in yüzünde, sözlerime rağmen silinmeyen, ısrarcı bir inanç belirdi. “Ben tanıyorum seni. Sen de tanırsın beni, zamanla. Hem Elif’in kendi evi var, buraya gelmiyor ki Mavi,” dedi, sözleriyle tüm bahanelerimi nazikçe çürütüyordu.
Kafamı yavaşça salladım, içimde bir yerlerde kurduğum son direnç duvarı da yıkılıyordu.
“Kalıyorsun, değil mi?” dedi Yiğit, artık bir soru sormaktan çok, bir onayı bekleyen bir ifade vardı sesinde.
Kafamı yavaşça, aşağı yukarı salladım. Dudaklarıma, zoraki olmaktan uzak, çekingen, minicik bir tebessüm yerleşti. Gülümsedi. Onun gülümsemesi, sıcak ve aydınlık, bir anlığına bakışlarımı üzerinde tuttu.
Sonra gözlerim, istemsizce elimde tuttuğum gri hırkaya geri döndü. Yıpranmış kenarları, solmuş ama tanıdık rengi ve hâlâ üstünde duran o hafif, bildik kokusuyla avuçlarımdaydı; sanki geçmişten kopup gelmiş, elle tutulur bir kırıntı gibi.
“Mavi,” dedi Yiğit. Sesindeki o yumuşak, neredeyse dokunulabilir tını, içimi tatlı bir şekilde ürpertti, dikkatimi yeniden ona çevirdi. Başımı kaldırıp doğrudan gözlerine baktım. “Teşekkür ederim,” dedi, sesi samimiyetle doluydu.
“Ne için?” diye sordum, kaşlarım merakla çatılmıştı. Bu kararı kendim için de vermiştim, neden teşekkür ediyordu ki?
“Yaşadığın için.” Sesi, neredeyse fısıltıdan ibaretti, bir sırrı açığa vuruyordu. Ama kelimeleri, sanki doğrudan göğsüme saplanan ağır, buzdan bir cümle gibiydi. “Benim hayatımı kurtardın hem de. Sen ölseydin, ben vicdan azabından ölürdüm herhalde.” Cümlesinin sonunda, taşıyamadığı bir gerçeği ağzından kaçırmış gibi, gözlerini hızla yere kaçırdı. Omuzları hafifçe çökmüştü.
“İnan, lafı bile olmaz,” dedim. O an, Yiğit tekrar gözlerini kaldırdı ve göz göze geldik. Bakışlarımız bir an için birbirine kenetlendi. “Ben de teşekkür ederim,” dedim sonra.
“Ne için?” dedi Yiğit, bu defa başını hafifçe yana eğerek, soruyu geri yollamıştı.
Elimdeki gri hırkayı usulca havaya kaldırdım. Kumaşın tanıdık ağırlığı avucumdaydı. “Sayende hatırası çoğaldı,” dedim. Parmak uçlarım, yıpranmış kumaşın kenarlarında gezindi. İçimde, Gökhan’dan yayılan tanıdık bir sıcaklık büyüyordu.
Yiğit, bana öyle bir baktı ki sanki söylemek istediği yüzlerce kelime boğazına birikmiş, dilinin ucunda donmuştu. Hiçbirini dışarı çıkaramıyordu. Kelimeler onu terk etmişti. Sadece bakışlarıyla konuşabiliyordu.
Yine de dayanamadı, o derin bakışları keserek gözlerini kaçırdı. Kapıya doğru yürümeye başladığım an, gözüm komodine kaydı. Küçük çekmecesi hafifçe aralıktı.
“Nereye?” dedi hemen, sesi aniden yükselmiş, gizleyemediği bir panik yankılanmıştı.
Komodinin yanına gidip yere bırakılmış deri ceketimi aldım. Onu üzerime giyerken, Yiğit hızla kolumdan tutarak beni durdurdu. Kendi odasına yöneldi, dolabını hızla açtı. İçerideki düzgünce katlanmış kazakların arasından koyu beyaz bir kapüşonlu çıkardı, bana uzattı.
“Onu benden uzak tut,” dedim aniden. Sesim buz gibiydi, kararlıydı, keskin bir bıçak gibi havayı yardı.
“Neden?” dedi Yiğit, gözleri hafifçe kısıldı; zihni hızla bir şeyleri çözmeye çalışıyordu.
Fakat sonra sonra bir şey hatırladı. Gözleri dehşetle büyüdü, dudağı aralandı. Anlamıştı. Çünkü ben korkularımı kolay kolay kimseye göstermezdim, zayıf yanımı asla açık etmezdim. Yiğit, sessizce geri adım attı. Beyaz kazağı dolabın derinliklerine geri koydu, yerine kömür karası bir kapüşonlu çıkardı.
Yanıma geldi, kazağı iki eliyle tutup, başımın üzerinden dikkatle geçirerek üzerime giydirdi. Başımı eğdiğimde arada kalan saç tellerimi, elleriyle nazikçe çıkarıp düzeltti.
Yiğit’in kazağı bana devasa gelmişti. Omuzları düşmüş, kolları ellerimi tamamen yutmuştu; adeta içinde yüzüyordum. Kumaşın kokusu farklıydı ama bir şekilde tanıdık ve güven vericiydi. “Sana bir oda ayarladık burada. Eşyalarını sen istediğinde taşırız,” dedi.
Kafamı hafifçe salladım, artık çok kelimeye gerek yoktu.
Tam o sırada Yaman içeri girdi. Elinde, ışığı yansıtan bir serum şişesi tutuyordu. Üzerinde siyah eşofman takımı, yüzünde ise ciddi ve konsantre ifade vardı. “Derin, uzan şuraya,” dedi. Göz ucuyla yatağı işaret etti. Sessizce uzandım. Yatağın cılız gıcırtısı, odadaki tek sesti. Koluma serumu taktı, sonra bir süre dikkatle yüzüme baktı. Ben çok geçmeden göz kapaklarımı kapattım, gözlerim ağırlaştı. Uykuya daldım.
Uyandığımda ilk gördüğüm şey, beyaz bir tavandı. Göz bebeklerim anında küçüldü, kalbim hızla çarpmaya başladı. Başımı başka tarafa çevirdim ama orası da beyazdı. Duvarlar, penceredeki ince perde, üzerimdeki çarşaf her şey. Odaya, beni yavaşça saran bir ürperti yayıldı. Ben, beyaz odadaydım. O beyaz oda.
Yataktan fırladım. Boğazım kupkuruydu, ciğerlerim daralmıştı; nefes alamıyordum. Yerdeki soğuk karoların üzerine yalınayak bastım, tenime işleyen serinlik titrememi daha da artırdı. En uzak köşeye kadar sürüklendim. Duvarın dibine dayandım, dizlerimi karnıma çektim.
Oda, birebir aynıydı. O anılar, o geceler, o boğuk çığlıklar geri dönmüştü.
Yatağa gözüm kaydı. Orada cesediyle uzanan biri vardı. Gözleri açık, yüzü solgundu. Babam. O şerefsizin cansız bedeni. Hemen önüme baktım. Bu kez öz abim karşımdaydı. Gözleri açık, dudakları morarmıştı. Bana bakıyordu. Gözlerini bana dikmişti. Onu da ben öldürmüştüm.
Titreyen ellerime baktım, vücudum çıplaktı. Giysilerim yoktu. O gecedeydim. Yine o gecedeydim.
Kapının açıldığını duydum. Kulaklarım uğulduyordu. “Yaklaşma bana, yaklaşma,” diye sayıkladım tekrar tekrar. Gözlerim dehşetle büyüdü.
Yüzüme sıcacık bir el değdi. O dokunuş o anıları, bir anlığına silip attı.
“Mavi, bana bak. Nefes al Mavi, hadi... Hadi güzelim,” dedi Yiğit. Onu görüyordum ama kelimeleri anlamlandıramıyordum. Arkamda kan vardı. Gözümün önüne abimin kanlı bedeni geldi. Geri çekildim, iyice duvara yaslandım. Başımı dizlerime gömdüm. “Yaklaşmayın bana, yaklaşmayın,” diye hıçkırarak fısıldıyordum.
Biri beni kollarına aldığında gözlerimi açtım. Yiğit’ti. Sırtımda onun güçlü kolları vardı. Beni o beyaz odadan çıkardı. Dışarı çıkar çıkmaz yere oturdu. Göğsü sert ve ritmik şekilde inip kalkıyordu. Ben ise omzunun üzerinden, arkamı izliyordum. Kapının açık kalan aralığından odayı görüyordum hâlâ. O anılar, kafamın içinde patlıyor gibiydi.
Yiğit bunu fark edince, başımı iki eliyle tutup kendi göğsüne yasladı. Kokusu ve ritmik kalp atışı, kaosu bir nebze olsun dindiriyordu.
“Toparlanın, gidiyoruz.” dedi Yiğit. Sesi netti, emir veriyordu ama ben hâlâ titriyordum. İçimdeki korku, derin bir sarsıntıyla tüm bedenime yayılmıştı. Tüm eklemlerim zangır zangır titriyor, midem yerinden fırlayacak gibi kasılıyordu. Bu korkuyla yaşanmazdı. Yaşanmazdı…
Bir anda Yiğit’in kucağından doğruldum. Ayaklarımın yere bastığını bile hissetmeden, hızlı ve kararlı adımlarla salonun ortasındaki sehpaya yöneldim. Üzerindeki vazoyu kaptığım gibi, bilek gücümle sehpanın kenarına çarptım.
Sert bir çatırtı eşliğinde cam paramparça oldu. En sivri parçasını seçip, tereddütsüz bileğime dayadım. “Mavi, dur! Ne yapıyorsun?”
Ilgaz’ın sesi, salonda yankılandı. Titrek, yüksek ve saf panikle doluydu. “Yapma, ne olur yapma! Yalvarırım.” Yaman, olduğu yere mıhlanmıştı; bir adım bile atmaya cesaret edemeden, sesi kırılgan bir yakarışa dönüşmüştü.
Gözyaşlarıyla bulanmış bakışlarımı onlara çevirdim. Gözyaşlarım, görüşümü bulanıklaştırıyor, dünyayı çarpıtıyordu. Sesim, içimde yıllardır bastırılan çığlıkların nihayet dışarı taşması gibiydi; acı ve öfke ile yırtılıyordu. “Yaşayamıyorum! Görmüyor musunuz? Neden yaptınız lan bana bunu? Abim değil misin sen, Ilgaz? Ya sen Yaman? Kardeşim değil misin? Ben bu odaya senin için düşmedim mi? Niye yaptınız bunu bana? Korkumu mu görmek istediniz?”
Nefesim kesilmişti. Son kelimelerim çığlığa dönüştü. “MUTLU MUSUNUZ LAN! CEVAP VERİN! BENİ BU HALDE GÖRMEKTEN MUTLU MUSUNUZ!”
Avcumdaki camı daha da sıktım. Camın keskin kenarları avucumun etini parça parça ederken, o yoğun acıyı bile hissetmiyordum. Sadece o ılık, yapışkan akıntıyı hissediyordum; kanın parmak aralarımdan kırmızı şeritler halinde süzüldüğünü…
Cam parçasını diğer elime aldım, titreyen sağ bileğime, atardamarlarımın attığı o hassas çizginin üzerine tuttum. “Mavi, ne olur dur.” dedi Yiğit. Sesi kırılmıştı, sanki göğsünde derin bir çatlak oluşmuştu.
“Neden, Yiğit?” dedim. Gözlerim bulanık olsa da, kelimelerim keskin ve zehirliydi. “Korkumu biliyorsunuz. Ve onu kullanarak beni bu hâle getirdiniz. Şimdi yaşayayım diye mi çırpınıyorsunuz?”
Yiğit, çaresizliğin en derin noktasındaydı. “Sana yemin ederim, seni travmanın olduğu bir yere getirdiğimizi bilmiyorduk.” Sesi, hem pişmanlık hem de çaresizlik ile çınlıyordu. “Bu odayı biz hazırlamadık. Sen uyanana kadar da kimse başından ayrılmadı. Sana zarar verecek bir şey yapmadık, Mavi.”
Gözlerimi, Yiğit’in, Ilgaz’ın ve Yaman’ın suratlarında aceleyle gezdirdim. Bir yalan aradım. Ufacık bir mimik, bir tereddüt. Gözlerinin kenarında kıpırdayan bir sinir teli. Ama yoktu. Gerçek, sert bir kaya gibi suratlarına kazınmıştı. Onlar da aynı şaşkınlığı ve acıyı yaşıyorlardı.
“Sizin evinize bu odayı kim hazırladı?” dedim. Her kelimede sesim daha da çatallaşıyordu, güçlükle çıkıyordu.
“Elif.” dedi Ilgaz, başını önüne eğerek. İhanetin adını fısıldamıştı.
“Ne?” Sesim neredeyse bir fısıltıydı. Kulaklarım uğulduyordu.
Elif. O kadarını yapmazdı, değil mi? Bu kadar alçalamazdı değil mi?
Hayır.
Alçalacağını biliyordum.
Ama benimki de bir umuttu işte. İçimin derinliklerinde, Elif’in bu kadar gaddar olamayacağına dair tutunduğum o son kırık dal parçasıydı.
Ama o benden her şeyimi almıştı.
Bakışlarımı yeniden o lanetli odaya çevirdim. Duvarlar üzerime üzerime geliyor, tavan alçalıyor gibiydi. Nefesim daraldı. Titremem daha da şiddetlendi, dişlerim birbirine çarpıyordu. O an, zihnim beni zorla oradan söküp aldı, on beş yıl önceki karanlık anıya fırlattı.
“Bakma oraya, Mavi.” dedi bir ses. Kim söyledi, bilmiyordum. Sesler üst üste biniyor, yankılanıyordu. Kulaklarım uğulduyor, gerçeklik benden hızla uzaklaşıyordu. Ayakta kalacak hâlim kalmamıştı artık. Dizlerimin üstüne çöktüm, ardından kendimi tamamen yere yığdım.
Ve onu gördüm. Abimin cansız bedeni. O gözler o kahverengi gözler. Yıllardır unutmak için çabaladığım, geceleri rüyamda hep gördüğüm o bakışlar. Hiçbir zaman üzerimden çekilmeyen, o donuk ve kırgın bakışlar. Sanki sonsuza dek beni suçluyorlardı.
Yüzüme ılık ve nazik bir el dokunduğunda irkildim. Bakışlarımı zorlukla kaldırdım. On beş yıl sonra ilk kez, birinin gözlerine tam anlamıyla, o anıların perdesi olmadan baktım.
“Kapatın şu kapıyı.” dedi Yiğit, sesi bu kez tartışılmaz bir emirdi. Yumuşak tonu tamamen kaybolmuş, yerine net, güçlü bir irade gelmişti. Ardından hızla bana döndü. “Toparlanın. Diğer eve gidiyoruz.”
Sonra beni kendine çekti. Sımsıkı sarıldı. Sanki dağılan parçalarımı topluyormuş gibi. Kafamı göğsüne bastırdı; ritmik kalp atışını duydum. Bir şeylerin hâlâ yaşadığına, hâlâ gerçek olduğuna dair tek sesti o.
Elimdeki camı yavaşça aldı. Parmaklarımı tek tek, nazikçe açtı. Hiç acele etmeden, hiç zorlamadan. Cam parçası, kanla ıslanmış avucumdan kurtulup yere düştü.
“Derin…” dedi Ilgaz. Sesi kısık ve boğuktu. Pişmanlık ve çaresizlik doluydu.
Ama ben sadece korkuyordum. Sarsıla sarsıla, içim buz kesmiş bir hâlde korkuyordum. Korku, tüm varlığımı dondurmuştu. “Mavi, nefes al.” dedi Yiğit bir anda, sesinde hafif bir telaş vardı.
O ana kadar nefes almadığımı fark etmemiştim. Boğuluyormuşum gibi, aç birinin yemeğe saldırması gibi, havayı içime çektim. Birkaç kez art arda, kesik kesik nefes aldım.
Yiğit, hiç düşünmeden beni yerden kaldırdı, kucağına aldı. O an, tüm bedenim titremeye devam ediyordu. Hiçbir şeyden korkmayan, her şeyi göze almış ben tek bir odaya yeniliyordum. Tek bir anıya. Ama Yiğit bırakmadı. Ne kolları gevşedi, ne de kucağımdan indirdi. Başımı omzuna yasladım. Gözlerimi kapattım. Onun kokusu burnuma doldu, kollarının güvenli, sarsılmaz hissi içimi sarıp sarmaladı.
Yiğit’in güçlü kolları arasında, kapalı göz kapaklarımın altında hâlâ titrek gölgeler dans ediyordu. Zihnim, az önce yaşadığım korkuların, boğuk bağırışların ve o lanetli odaya sıkışmış travmaların kaosuyla doluydu.
Fakat sarsılmaz güven veren bir sığınakta olma hissi, o kaosu yavaşça bastırdı. Yiğit'in göğsündeki o ritmik, hayat dolu atışlar, bir ninni gibi fısıldıyordu.
Ve sonra o bilinçsiz, savunmasız anda, hayatımın en büyük fırtınasının ortasında, güvenli bir limana sığınmışçasına ağırlaştım. Tüm korkuların, tüm çığlıkların arasından sıyrılıp, derin, zorunlu bir uykuya daldım.
BÖLÜM SONU
(1) Çok çok. Kat kat.
(2) Herhangi bir konuda ileriyi düşünerek ölçülü davranan, önlem alan, sakıngan ve ihtiyatkâr
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 27.25k Okunma |
2.79k Oy |
0 Takip |
19 Bölümlü Kitap |