@yasalcinayet
|
Havanın birdenbire çökmesi ve kasvet bürümesini ülkeyi terk ediyor oluşuma yoruyordum. Belki de kendime gitmemek için bahaneler arıyordum. Şu an olacak en ufak şeyi bile gitmemem için olduğuna sebep gösterebilirdim. Ayaklarım geri geri gitmeye müsaitlerdi. Herhangi bir bahaneye sığınabilir, her an geldiğim gibi geri dönebilir, hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edebilirdim. Şu durumda bunu her şeyden çok istiyor olsam da merakım adeta beni kamçılıyordu. Geçen hafta bir mektup gelmişti. ‘Gerçeği bilmeden hayatına daha ne kadar devam edebilirsin ki? Her şeyin başladığı yere geri dön ve onunla yüzleş.’ Bir gün ansızın çıkıp gelmiş, bir melek gibi dokunmuştu hayatıma. Yaşam tecrübelerinin ona kazandırdığı anaçlık ve hâlâ içinde taşıdığı genç çekingen hanımefendi insanı büyülüyor, gerçek oluşundan şüpheye düşürüyordu. En azından bende öyle olmuştu. Alkolün verdiği sarhoşluk ile sabah gözümü açıp ayılabilene kadar onu bir sanrı zannetmiştim. O sabah dahi gözlerimin içine bugünkü gibi sıcacık bakışları ile bakmış, adeta bakışları ile sarıp sarmalamıştı. Sıcak çikolatayı andıran gözlere ve karamel buklelere sahipti. Göz ardı edilemeyecek bir güzelliği vardı. Gözlerime korku ve kaygı, aynı zamanda saf sevgi ile bakarak iyi olup olmadığımı sormuştu. Birinden bu soruyu duymayalı ne kadar zaman olmuştu sahi? En son ne zaman ve kim sormuştu hatırlamıyordum, çok uzak bir tarih gibi geliyordu. Öyle yıkılmaz bir imaj çizmiştim ki herkes benim her daim iyi olduğuma inanmıştı. Umay asla yıkılmazdı. Böyle bilmelerini ben istemiştim, tüm bunlar benim eserimdi. Bugün olduğum kadına bürünmemde benim kadar babamın da payı vardı. Bu kadını ben tek başıma var etmemiştim. Güçlü olmak her daim dik durmaktı. Asla yılmayan, yıkılmayan; düşsün diye bekleyenlere inat bir öncekinden daha güçlü kalkan. Güçlü olan kazanırdı. Ben de öyle yapmıştım, öyle yapmak zorunda bırakılmıştım… Düştüysem ayaklarımı daha sağlam basmıştım. Düştüğüm anı kollayan insanlara bu zevki yaşatmamıştım, tıpkı babam gibi. Onunla asla gurur duymadım. Hayatımın hiçbir evresinde onun gibi bir insan olmak istememiş ve buna ant içmiştim. Tek bir konu hariç; insanlara karşı yıkılmaz gözükmek. Babamdan öğrendiğim, işime yarayan belki de tek doğru şeydi.
Onu başımla onaylamıştım. Ardından kendisini takip edip üst katta bulunan odalardan birine doğru ilerlemiştim. Odanın kapısını açarak içeri girmiştik. Dolaptan bir havlu ve bornoz çıkarıp bana uzatmış, ardından güven vermek istercesine gülümseyerek odadan ayrılmıştı. Üzerimde bulunan kıyafetlerden kurtularak suyun altına girdim. Geçirdiğim o berbat gecenin üzerimde bıraktığı hislerden adeta kaynar derecede olan su ve köpük ile arınmış, kıpkırmızı bir vücutla bornoza sarılı halde çıkmıştım. Banyonun içi buhardan görünmez hale gelmişti. Aynanın karşısına geçmiş ve buhardan nasibini alan aynayı elimle temizleyerek adeta enkazı andıran halim ile yüzleşmiştim. Kötü görünüyordum. Az evvelki tanımadığım kadının bana neden öyle baktığını daha iyi anlamıştım. Odaya girdiğimde yatağın üzerinde beyaz düz t-shirt ve yeşil tayt bulunuyordu. Onları üzerime geçirip saçlarımı dağınık bırakarak odadan ayrılmıştım. Merdivenlere yönelirken aklımı kurcalayan sorulara kulak verdim. Benim burada ne işim vardı? Nasıl buraya gelmiştim? Bu kadın da kimdi ve beni neden buraya getirmişti? Daha önce tanışıyor muyduk? Tanışıyor olsak hatılardım diye geçirmiştim içimden, gerçi hafızamda ciddi boşluklar vardı nasıl hatırlayacaksam! Evin içini çikolata kokusu sarmıştı. Sıcak ev hissiyatını sanırım ilk kez o zaman tatmıştım. Merdivenleri inerek beyaz Amerikan tarzı olan mutfağa ulaşmıştım. Mutfağa hakim olan beyaz renk ve çiçeklerin uyumu ilk girişte göze çarpıyordu. İnsanın içini açan bir havaya sahipti. Karamel bukleli kadın mutfakta oradan oraya dolanarak şarkı mırıldanıyor ve kendi halinde dans ediyordu. Bu enerji dolu hali beni gülümsetmişti fakat bu gülümseme varla yok arasıydı, dudağım yorgunluktan kıpırdayamıyordu bile. Dans ederken arkasını dönüp beni fark etmişti. Ardından kahverengi tonlara sahip, üzeri çeşit çeşit yemekler ile dolu olan sofrayı göstererek “Neden ayakta dikiliyorsun tatlım? Kahvaltı hazır, kruvasan yaptım umarım seviyorsundur. Otur lütfen.” dedi. Gülümsemeye çalışarak masaya yöneldim ve bar tipi uzun bacaklı olan sandalyeye yerleştim. Gözlerimi bardaklara çay doldurmak ile uğraşan kadına çevirdim. “Tanışıyor muyuz acaba?” diye sordum. Soruyu biraz ters bir biçimde sorduğumu sonradan fark etmiştim. Kadın birkaç saniye yüzüme baktı. “Ah doğru ya tanışma fırsatı bulamadık.” Elini önünde bulunan mutfak önlüğüne sildi ve bana doğru uzattı. “Ben Efsun, sen dee?” diyerek de’yi uzattı. Tanışmak için uzattığı eline baktım. Garip ama sevimli olan bu kadına elimi uzatarak “Umay.”dedim. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile “Memnun oldum, Umay.” dedi ve karşımda bulunan sandalyeye oturdu.
Tek kaşımı alayla kaldırarak “Gördüğün her külkedisine yardım mı edersin?” diye sordum. Çayından bir yudum alarak “Hadi daha fazla soğutma da ye bakalım beğenecek misin? Afiyet olsun.” dedi.
Sağ elim ile gözlerimi ovalayarak gün ışığına alışmaya çalıştım. “Sabah ne bu enerji Anna? Ben gidiyorum diye bu kadar mutluysan o kadar da sevinme! Yokluğuma da çok alışmasan iyi edersin. Bir hafta, en fazla bir ay!” diye bağırdım arkasından. Çünkü ben daha sözümü tamamlamadn odayı terk etmişti. Bu sabah daha bir huysuzdum. Gitmek istemiyordum ama gitmeliydim. Bunu bilmek beni daha da geriyor, sinirlerimi artırıyordu. Ayaklarımı deyim yerindeyse sürüye sürüye banyoya girdim ve elimi yüzümü yıkadım. Ardından üzerimi değiştirerek buram buram çikolata kokan evin mutfağına adımladım. Yüzüm hâlâ asıktı. Anna bakışlarını bana yönelterek “Ne bu surat, gece uyuyamadın mı yoksa? Yanıma gelseydin seni dizlerimde sallardım.” diyerek benimle dalga geçti. Ona göz devirip masaya doğru ilerledim ve kendime bir sandalye çektim. “Uğraşma benimle lütfen!” dedim sızlanarak. “Gidiyorum bak çok ararsın beni.” Duygu sömürüsü yapmaktan da geri durmuyordum. “Tamam sızlanma daha fazla. Al bakalım açken sinirli oluyorsun, çekemeyeceğim seni hiç.” diyerek önüme bir kuruvasan bıraktı, ardından yanı başımda ki sandalyeyi çekerek oturdu. Bana kahve kendine çay doldurdu, bu da değişmeyen sabah rutinlerinden biriydi. Kahvesiz başlayan günü günden saymıyordum. Masadaki hazırlamış olduğu yiyecekleri tabağıma taşımaya başladı. “Hepsini yeyip bitireceksin tatlım. Oralarda arar da bulamazsın sonra.” dedi. “Hiç sanmıyorum! Böylesini bul getir ben bu işi bırakırım.” dedi. Bu konuda asla alçak gönüllülük yapmazdı, bir numara olduğunun kendi de farkındaydı. Tabağımdaki kruvasandan bir ısırık aldım. Üzerinden hâlâ dumanlar çıkıyordu, sıcacık ve kesinlikle enfesti. Ağızda dağılan bu mükemmel tat… söyleyecek cümle bulamıyordum. Kahvaltının geri kalanında birçok konudan söz ettik. Yılın en iyi çıkış yapan sanatçısından tutun, yazın bahçeye dikeceği domatesten, bahçeye yapmayı planladığı salıncağın konumundan, havadan, sudan derken ekonomiyi bile konuştuk. Son ana kadar, ben valizimi alıp kapıya çıkana kadar gidecek olmamdan, orada beni neyin beklediğinden söz dahi açılmadı. Zaten son bir haftadır fazlası ile gündemimizi meşgul ediyor ve bizi huzursuz ediyordu. İkimiz de bu durumdan memnun değildik ama olması gerekenin bu olduğunun da farkındaydık. Anna’nın da dediği gibi bilinmezlik ile yaşanmazdı. Bunu biliyor ama bilmezden gelmek istiyordum. Anna benim aksime fazlası ile realist bir insandı. Bu konuda konuşmuştuk, beni ikna etmiş ve bana asla taviz vermemişti. Korkup kaçmak, görmezden gelmek istiyordum ama Anna benim mantığım olmuş, işime gelmeyecek şekilde konuşmuştu. Gitme dese, beni buna ikna etseydi keşke. Buna dünden razıydım. O da bunun pek tabii farkındaydı fakat asla taviz vermiyordu. Başka zaman olsa saatlerce konuşsun diye gözlerinin içine bakacağım kadının, mevzu bahis Türkiye’ye dönmem gerektiği olunca susmasını istiyordum.
Tanıştığımız günden bu yana her 27 Martta normalde olduğundan hüzünlü ve sessiz, düşünceler ile dolu olurdu. Bunu yalnızca ruhuyla değil giydikleriyle de belli ederdi. Tüm benliğini bir sesizliğe mahkum eder, çiçekli ve renkli kişiliğinden soyunur, karalara bürünürdü. Gün boyu tepsiler dolusu tarçınlı üzümlü kurabiyelerden yapar, ardından gün ortalarına doğru onları sokak sokak dolaşıp gördüğü küçük çocuklara ikram ederdi. Her birine sevgi ile yaklaşır, çocuklarla kurduğu küçük diyaloglar haricinde o gün dilini lâl eder konuşmazdı. Hele gördüğü küçük oğlan çocuklarına daha bir ayrı bakardı, birini arar gibi. Gözlerindeki hüzün kendini daha da belli ederdi. O günlerden birkaçında Anna’ya eşlik etmiştim. Onunla sokak sokak gezmiş ve hiç alışık olmadığım bir Efsun’la karşılaşmıştım.
Tüm bunlar bir yana dursun, sabaha karşı eve geliyor ve birkaç saat sonra tekrardan eski formuna bürünerek oradan oraya süzülüyordu. Geçtiğimiz günün acısını birdenbire üzerinden savurup atmayı, ruh halini bu kadar hızlı değiştirmeyi nasıl başarıyordu o da hâlâ bir merak konusuydu elbet. Kahvaltımız uzadıkça uzadı ama o asla gelmesin istediğim an geldi çattı. Üstüme geçirdiğim düz bir bluz, deri ceket ve kot pantolonun altına giydiğim postallarım ve orada beni idare edecek kadar eşyamın sığdığı valizim ile bahçe kapısından çıkmıştım. Ben yukarıda hazırlanırken Anna’nın çağırmış olduğu taksi de gelmişti.
Anna’nın sarılışına karşılık vererek “Ölüme gitmiyorum ya! Doğduğum büyüdüğüm yere gidiyorum. Ne bu haller?” diye takıldım. Sesimde alaylı bir hava vardı. Her şeyden, herkesten önce kendim ile bile dalga geçebilmeyi öğretmişti bu hayat bana. Kendi yaptıklarıma herkesten önce ben güler, onlara o hazzı asla yaşatmazdım. Bir nevi durumu kendim için basitleştirmeye çalışıyordum, şu an olduğu gibi. Bir tür savunma mekanizmasıydı bu yaptığım. Söylediklerime karşın dudaklarımdan histerik bir gülüş döküldü. Her bir anını nefret ile andığım, etimle keniğimle nefret ettiğim, beni benden alan, tüm varlığımı hiçe sayan, her türlü pisliği içinde barındıran, beni de içine çekmekten geri durmayan kahrolası şehre dönüyordum, evime! “Sus bir de dalga geçiyor!” diyerek koluma bir çimdik attı Anna. Ahh bu acıtmıştı.! Kolumu tutarak “Az insaf ama yaa. Yokluğumda beni arasın sonra.” diyerek çemkirdim adeta. “Ne arayacağım seni? Birkaç gün kafa dinleyeceğim mis gibi.” dedi. Gözlerini bahçede gezdirerek gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. “Ben ve çiçeklerim gittiğin için ziyadesi ile mutluyuz. Sevinç göz yaşları onlar” diye ekledi. Sarhoş olduğum birkaç gece sessizce eve gireyim derken çiçeklerini birkaç kez ezmişliğim vardı ve her fırsatta da laf çarpmaktan geri durmuyordu. “Yokluğuma çok alışmayın. Şu mektup meselesini çözeyim geri geleceğim, çok uzun sürmez. Yokluğumun tadını çıkartın!” dedim. İçim burkuldu, buradan uzaklaşmak benim için hiç kolay değildi. “Zevzeklik etme lütfen. Oralarda başına başka bir bela açma, ortalıkta deli deli dolanma, tehlikeli işlere kalkışma!” diye uyardı bir kez daha. Bunları bilmem kaçıncı tekrarlayışıydı.
“Tamam matmazel kızmayın hemen, uslu duracağım söz veriyorum.” dedim. Bunu derken ayağımın birini havaya kaldırmıştım, küçüklükten kalma bir alışkanlıktı. Tutmayacağım sözleri vermezdim ve bu konuda kendime hiç güvenmiyordum. Evin önünde bekleyen taksi varlığını belli etmek istercesine kornaya bastı. Ardından elimdeki valizi şöföre verdim. O valizi yerleştirirken ben de tekrardan sıkıca Anna’ya sarıldım. “Yokluğumda uslu dur, eve oğlan falan atayım deme.” diyerek ona takıldım. Gözleri hayretle büyüdü. “Seni terbiyesiz! Git artık suyu kafandan aşağıya dökeceğim şimdi!” diye beni tehtit etti. Söylediğini kesinlikle yapardı. Bana deli diyordu ama kendisinin benden aşağı kalır bir yanı yoktu. Her ne kadar sakin bir insan olsa da sinirli haline birkaç kez şahit olmuştum. Ve o hali ile karşılaşmayı kesinlikle hiç istemezdim. Yıllardır beraber kaldığımız beyaz cepheli ev, herbiri rengarenk çiçekler ile süslenmiş bahçedeki ağaçta asılı duran, Anna ile beraber boyadığımız kuş evi ve bahçede kurulu olan hamakta dolandı gözlerim. Ardından daha fazla oyalanmadan beni bekleyen taksiye bindim. Camı aşağı indirerek bedenimi dışarı sarkıttım. Anna el sallıyordu ve ardımdan suyu döktü. Ona bir öpücük yolladım. Koltuğa oturduğumda şoför aynadan memnuniyetsizce bana bakıyordu. Başka zaman olsa tersleyeceğim bu bakış şu an en son düşüneceğim şeyler arasında bile olamazdı. Yeterince gergin ve stres altındayım. yoldan dışarıya akıp giden hayatı, arabaları ve yolu izleyerek uzaklaşmayı bekledim. Yağmur yağmaya başlamıştı. Cama düşen yağmur damlalarını takip ettim ve camda oluşan buğuya hâlâ anlamını bilmediğim ama bedenimde taşıdığım o cümleyi yazdım. “jusqu'à ce que l'âme parte” Zihnimde hatırlayamadığım ciddi boşluklar vardı. O da bunlardan biriydi. İnsan vücuduna yaptırdığı bir dövmeyi nasıl hatırlamazdı? Sadece bu da değildi, bunun gibi birçok şey vardı hatırlamadığım. zihnim kendi adeta resetlemişti. O geceki kazadan kalan bir tür travma etkisiydi. Belki de benim açımdan iyiydi, bilmiyordum. Araç havaalanının önünde durdu. Kontrolden geçtim, ardından beni bilinmeze götürecek olan uçağa bindim. Zihnim beni bir dakika bile boş bırakmıyordu. Kim, neden yıllar sonra beni kaçtığım yere geri çağırıyordu? Kapanmayan hesaplar neydi? Ve ben bu kez de bu savaştan sağ çıkabilecek miydim? Bundan sonra beni ne bekliyordu? Geçmiş ile yapacağım bu yüzleşme beni nereye götürecekti? Peki bu mektup neden seneler sonra gelmişti? Mektubu her kim gönderdiyse bir cevabı vardı ve ben o cevabı almaya gidiyordum. Bundan geriye bana benden ne kalkacaktı? Ya tekrar var olacak ya hepten yok olacaktım, hissediyordum. Sona yaklaşıyorduk. Belki de içimde taşıdığım bu korku ondandı ve günlerdir beni boğan bu his onun habercisiydi. İşte başlıyorduk. |
0% |