@yasemins_diary0
|
*** “Cennetimin en güzel çiçeklerini, cehenneminin en kuytu mahzenlerinde yaktın kül ettin.” *** Sertçe yutkundum. Umarım kulaklarım hem ismi, hem de sesi yanlış duymuştur diye düşünmeden edemiyordum. Ve tek bir şeyden emindim artık; Buradan kesinlikle kaçmalıydım. Sonucu ne olursa olsun, kafama silah da dayasalar buradan kaçıp kurtulmalıydım. Ses yapmamaya dikkat ederek hızlıca camın önüne geldim. Hiç düşünmeden bir bacağımı camdan aşağı sarkıttım. Kendimi dışarı savururken, bağırmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Çimlerin üzerine düşmüştüm. Sanırım sağ bacağımı ağrıtmış olmalıydım ama bu umurumda değildi, hızlı bir şekilde ayağa kalktım. Bir yandan ellerim, ağrıyan karnımın üzerindeydi. Dayak yemiş gibi hissediyordum, hatta üzerimden koskoca bir tır geçmiş gibi. Tam birkaç adım atmıştım ki, oğlanlardan birkaçının arkamdan bağırdığını duydum. Duyduğum seslerle birlikte, “Siktir ya,” diye söylendim koşarken, arada bir arkamı kolaçan etmeyi ihmal etmiyordum. Korkuyla titreyen ellerim ve bacaklarıma aldırış etmeden, karşımdaki ağaçlık yere daldım. Arkamdan koşan bir adet Zemheri ve Mert görüyordum. Artık çevreme verecekleri zarar bile umurumda değildi. Nereye gideceğimi bilemez bir vaziyette koşuyordum, her yer ağaçlardan ibaretti. Zaten koşacak halim de yoktu, felaket ayağım ağrıyordu. Kendimi zorlayarak birkaç adım daha ilerlemiştim. Tam yerdeki tümseğin üzerinden atlıyordum ki, arkamdan bir adet silah sesi duyuldu. Çığlık atarken çoktan yeri boylamıştım. Tam karşımda duran Zemheri ve Mert’le birlikte, çığlıklarıma çığlıklar eklenmişti. Şimdi felaket sıçmıştım. Kalbim delicesine çarpıyordu. Kesik kesik nefesler alıyordum. Ellerimle yerden destek aldım ve biraz daha geriye kaydım. Mert şok içinde bana bakıyordu, bense korkuyla Zemheri’ye... Biraz daha bana yaklaştıklarında sertçe yutkundum. Tek başıma, hiç bilmediğim bir yerde, cinlerin bile olmadığı bir ormanda, iki tane erkekleydim. “BEN SANA NE SÖYLEDİM?” Gözlerimden yaşlar akarken, ellerimi ileriye doğru uzattım. “B-Ben Z-Zemher-“ “BEN SANA NE SÖYLEDİM!” Öfkeyle sorusunu tekrar ettiğinde, yüzündeki ifade daha da çok korkmamı sağlamıştı. Silahı bana doğrulttuğunda, bir an için nefes almayı bile unuttuğumu hissettim. Midemden gelen sıvıya engel olamadım ve yan tarafa dönüp kusmaya başladım. Tüm yaşadıklarım, acımasızca, beynimin içinde dolanıyordu. Zihnimin içindeki sesler susmuyordu. Midemde bir şey kalmadığında, kendimi olduğum yere bıraktım. Ormanda öylece uzanıyordum. Ağzımdan bir hıçkırık kaçtı. “Öldür beni,” dedim kafamı kaldırıp, “lütfen.” Sesim çatallandı. “Yeter ki bitsin bu eziyet.” Kaşlarını çatarak bana bakıyordu. Mert’in de kaşları çatıldığında, Zemheri silahı Mert’e uzattı. “Sen haddini çok aştın!” diye söylenirken, çoktan yanıma gelmiş ve kolumdan çekiştirerek beni ayağa kaldırmıştı. Bense kızarmış olan gözlerimle Mert’e bakıyordum. “Allah’ım lütfen al canımı,” diye geçirdim içimden. “Bu sefer değil, Allah’ım, al canımı.” Koşa koşa geçtiğim bu yollardan, neredeyse aynı hızda geri dönüyorduk. Bir yandan ısrarla direnmeye çalışıyordum. Sanki ellerinden kaçabilsem hemen evime gidebilecektim, kurulu düzenime devam edebilecek ve hiçbir şey olmamış gibi davranabilecektim. Evin arka bahçesine geldiğimizde, tam karşımızda bekleyen endişeli yüzler vardı. Karşımdaki oğlanların her birisine nefretle baktım. Zemheri beni umursamadan kolumdan tutmuş sürüklüyordu. Beni evin içine soktuğunda, kalan 5 erkek arkamızdan geliyordu. Tek fark, kimseden çıt çıkmıyordu. Caner ve Efe bizim yanımıza kadar gelmişlerdi ve belli ki beni Zemheri’den kurtarmak istiyorlardı. Zemheri öfkeyle baktı ikisine de. Efe, “Pişman olacağın şeyler yapıyorsun,” derken, Caner birkaç adım geride kalmayı tercih etmişti. Yalvarırım biri beni bu ruh hastasının elinden kurtarsın. Beni alt kata sürüklemeye başladığında, ayaklarımın bu yola aşinalığı olduğunu fark ettim. Zihnimdeki seslerin tekrar kuvvetli bir kaos çıkarmasıyla birlikte, çığlık çığlığa bağırmaya ve kendimi geri çekmeye çalıştım. “Yalvarırım beni bırak Zemheri!” Beni oraya götüremezdi. Zemheri, yapma, ölürüm. Özür dilerim Zemheri, bir daha yapmam. Ölüyorum Zemheri. Ben bu mahzende daha önce de öldüm Zemheri. Bana kızgındı ve nefretle bana bakıyordu. Beni duymazdan gelerek, kapıyı açtı. “Yemin ediyorum sözünden bile çıkmam,” derken, resmen beni bir evin içine sokmuştu. “N’olur beni bu mahzene kapatma.” Artık ben Zemheri’yi tutuyordum. “Sen biraz burada kal da aklın başına gelsin,” dedi ve sertçe beni itti. Yere düştüğümde sadece iki ses duydum; İlki kapının kapanma sesiydi, ikincisi ise kapının kilitlenme sesi. Kalbim de çok kırıldı ama hiç ses çıkarmadı. Kafamın içinde dönüp duran düşünceler vardı. Kalbim hiç atmadığı kadar hızlı atıyor, aldığım nefes âdeta ciğerlerimi parçalıyordu. Ben bu mahzende daha önce de öldüm Zemheri. Titreyen vücudumla ayağa kalktım. Güç bela, mahzenin en kuytu köşesine doğru ilerliyordum. Gözyaşlarım yüzümü ıslattığında, ellerimle gözlerimi ovuşturdum. Beni bu lanet yerden kim, ne zaman ve nasıl kurtaracaktı? Daha da önemlisi; Buradan kurtulabilecek miydim? Boğuluyordum. Bu koskoca mahzende belki de bu normal değildi, yine de duvarların üzerime üzerime geldiğini hissedebiliyordum. Neden beni seçmişlerdi ki? Olduğum yere yığıldığımda, sırtımı duvara yasladım. Boş bakışlarla duvara bakıyordum. Kafamın içindeki sesleri susturmak istercesine, titreyen ellerimle kulaklarımı kapattım. Ölüm. Dört harf, iki hece, tek kelime. Kimisi için mutluluk, kimisi için acı ve gözyaşı. Kimisi için daha fazlası... Yaşam. Beş harf, iki hece, tek kelime. Kimisi için mutluluk, kimisi için acı ve gözyaşı. Kimisi için daha fazlası... İki kelime, anlamları farklı, hissettirdikleri aynı, kimisine göre de farklı. Kimisi ölünce daha mutludur, kimisi yaşayınca. Peki sizce insanlar buna kendileri karar verebiliyorlar mı? Yaşarken veya ölürken mutlu – mutsuz seçimi yapabiliyorlar mı? Hayır ama ben seçimimi ara sıra yapabiliyorum. Mutlu ölmek ve mutsuz yaşamak arasında çok ince bir çizgi vardır ya hani, işte ben orada dans ediyorum... Öylece dans ediyorum. Belki de delirdim ve dans ettiğimi sanıyorum. Veya akıllıyım ama delirdiğimi sanıyorum. Bilmem, belki ikisi de. Sanmak. Altı harf, iki hece, tek kelime. İnsanların genelde yaptığı bir eylem. Genelde sanrılar üzerine konuşurlar. Sadece sanarlar. Genelde insanlar hiçbir fikri yoksa bile o konu hakkında atıp tutmayı çok sever, çünkü kolay olan budur. Doğrusunu araştırmak yerine sanmak daha kolaydır. Sandıklarını aynı doğruymuş gibi anlatmak daha kolaydır. Acaba insanlar benim ne yaptığımı sanıyorlardı? Büyük bir ihtimalle bozuk olan psikolojimi de alıp evden kaçtığımı sanıyorlardı. Daha önce olmayan şey miydi sanki? Keşke öyle olsaydı. En azından bilmediğim bir yerde altı erkekle değil de, bildiğim bir yerde tek başıma olurdum. Arjen geldi aklıma, Alya, Lalin, annem, babam, abim Kuzey... Beni bulmak için neler yapıyorlardı? Bensiz nasıllardı merak ediyordum. Başımdaki keskin ağrı ile suratımı buruşturdum. Üşüyordum. Üzerimde, dizlerime kadar uzanan, siyah, kalın askılı düz bir elbise vardı. Titrerken ellerimle kollarımı sıvazladım. Yaslandığım duvar bile üşümeme sebep oluyordu ama buna yapabilecek bir şeyim yoktu. Mahzene kapatılmamın üzerinden saatler geçmişti. Benim olduğum yere sesin s’si bile gelmiyordu. Bu hoş ışıklandırmalı mahzende zaman kavramını da kaybettim. Bu mahzende kaybettiklerime yeni bir şey daha eklemiş oldum. Neyse, diğer kaybettiğim şeylerin yanında zaman kavramının adı bile geçmezdi. Yüzümü buruşturduktan sonra ise tek hissettiğim şey, gözlerimin kapanmasıydı. EFE ÇELİKÖZ Mahzenin ışıklarını biraz daha açtım ve ilerlemeye devam ettim. Kocaman bir mahzende, Mayıs’ı arıyordum. Görünürde yoktu ve geçen her bir dakika beni daha da çok geriyordu.”MAYIS!” diye bağırdım ileriye doğru. Yine ses yoktu. Zemheri’ye bu kadar ileri gitmemesini söylemiştim. Bu yaptığının tek bir faydası yoktu. Biz onlar gibi değildik. Mahzenin ilerisindeki uzun koridora doğru adımlamaya başladım. Koşar adım giderken beni durduran şey, öksürük sesi oldu. Mayıs öksürüyordu. Ve sesin geldiği yönden de anlamalıydım ki,doğru yoldaydım. Az ileride, koridorun sonlarına doğru Mayıs’ı gördüm. Öylece taş zeminde yatıyordu. Elbisesi neredeyse kalça hizasına kadar sıyrılmıştı. Baygın bakışlarla tavana bakıyordu. Şişmişti yüzü, gözleri. Dağılmıştı saçları. Öksürüyor ve bir eliyle boğazını tutuyordu. Beni gördüğünde doğrulmaya çalıştı, buna izin vermedim. Elimle eteğini düzeltmeye çalıştığımda ise geri çekildi. “Bana dokunma!” Sesi de bakışları kadar nefret doluydu. Hayattan soğumuş gibi de değildi bakışları, hayata hiç ısınmamış gibiydi... Boğazı ağrımış olacaktı ki, ağzından bir inleme kaçtı. “Mayıs,” dedim telaşla, “sana yardım etmeme izin ver.” “Bana yardım etmek istiyorsan gitmeme izin ver Efe.” Ve hislerim tek bir cümlenin ağırlığı altında ezildi. Sesindeki kırgınlık bariz belli oluyordu. Tam tekrar konuşmak için ağzını açmıştı ki, bir şey demeden geri kapattı. Zaten çok zor duyuluyordu, sesi çıkmıyordu. Ağlamaya başladığında, kendini öylece geri bıraktı. Kafası yere düşmeden sırtından destekledim. Elbiseye dikkat ederek kucağıma aldım. Buz gibiydi teni. Bir ölüden farksızdı. Pes edip kafasını göğsüme yasladı. Titreyen elleri karnına gitti. Gözlerini kapattı, yüzünü buruştururken derin bir nefes aldı. Sanırım karnı da ağrıyordu. İstemsizce yüzümü buruşturdum. Merdivenlerden çıktım ve ana kata geldim. Caner mutfaktan çıkarken göz göze geldik. Kollarımın arasında öylece yatan Mayıs’ı görünce korktuğu, bakışlarından da anlaşılıyordu. Üzerindeki siyah kapüşonlu hırkayı çıkardı ve Mayıs’ın bacaklarının üzerine bıraktı. “Sen çıkar odaların birisine, geliyorum birazdan.” Kafamı onaylar şekilde salladım ve yukarı çıkmaya başladım. Kendi odama gelince hızlıca kapıyı açtım ve Mayıs’ı yatağımın üzerine bıraktım. “Üşüyorum.” Ateşi vardı. Söyleyişine dayanamıyordum. Zaten titremesi de üşüdüğüne işaretti. Birazcık üzerini örtmek için örtüyü açtım fakat buna engel olan şey, kapı tarafından gelen ses oldu. “Örtme üzerini.” Demir birkaç adımda yanımıza geldi ve elini Mayıs’ın alnına koydu. Ters bakışlarla bana bakıyordu. “Kızın ateşi var ve sen üzerini mi örtüyorsun?” “Üşüyor ama.” “İyileşene kadar üşür.” “Çok ağladı. Kahroldu.” “Alışacak,” dedi Demir soğuk bir şekilde. Sıkıntıyla derin bir nefes verdim. “Kıyamıyorum ki, üzülüyorum böyle olunca.” “Oysaki bunu en iyi sen bilirdin... Her yara kabuk bağlayana kadar kanar.” Arkasını döndü ve kapıya doğru birkaç adım attı. Kafasını biraz sağa çevirdi ve omzunun üstünden konuşmasına devam etti. “Bu cümlemin yarayla bir ilgisi yoktu Efe.” “En azından fiziksel bir yara ile...” . . BÖLÜM SONU Bu bölümü biraz daha kısa tutmayı seçtim çünkü asıl olaylar ilk 5 bölümden sonra başlıyor bebekler. Destek olmayı, takibe almayı ve oy vermeyi unutmayın. Ayrıca "Yalancılar Derneği" kitabımın ithaf ve giriş bölümleri yayında! Ona da mutlaka bir şans vermelisiniz! Seviliyorsunuz. İnstagram: yasemins_diary0 |
0% |