Yeni Üyelik
41.
Bölüm

41. Bölüm- Yağmur Adam Ve Çilek Kız

@yasminiesa

"Nereye gidiyoruz?" diye tekrardan sordu Hilal, yanındaki Burak'a bakarak.


"Görürsün!"


"BURAK! Bu... Fazla dejavu oldu" dedi genç kız gülümseyerek.


Burak Kadir Alacalı'nın yanına ilk götürdüğü zaman da aynısını yapmıştı.


"Ehh. O zaman devamında gelecek diyaloğu biliyorsun?" dedi Burak gözünü kırparak.


"Hâlâ mı? Onca şeye rağmen mi?"


"Onca şeye rağmen... Hâlâ seni sinir etmeyi seviyorum. Meraklı gözlerle bana bakmanı... Sana sürpriz yapmayı... Liste uzaaar gider."


Hilal'in dudaklarındaki gülümseme genişledi.


"Demek uzaaar gider. Bir gün listenin diğer maddelerini de öğrenmek isterim Bay Olric!"


"Zevkle Bayan Kelebek!"


Bir süre sessizce ilerledikten sonra genç kız günlerdir aklını kurcalayan meseleyi sordu.


"Bu arada... Babamı ziyarete gidiyormuşsun?"


Soru üzerine Hilal'e şaşkın bir bakış atan adam başıyla onayladı.


"Kimden öğrendin?"


"Babamdan desem?" 


"İnanmam!" diye mırıldandı Burak arabayı sağ şeride geçirirken.


"Neden?" 


"Kadir abi söylemez çünkü. Neyi öğrenmek istiyorsun Hilal?"


"Kadir Alacalı'nın nasıl Kadir abi olduğunu... Babamı 10 günde bir neden ziyarete gittiğini..."


Burak, kısa süre sessiz kaldıktan sonra iç geçirdi.


"Ben de bilmiyorum. Ne ara Kadir abi oldu, ne ara ona bir şeyler anlatmaya başladım... Gerçekten de bilmiyorum. Şu ormandaki saldırı olduğunda... Etrafımda onca adam var ama ben... Onun yanına gittim. Beni en iyi anlayacak kişi oydu çünkü..." diyerek duraksayan Burak kıza döndü ve fısıltıyla devam etti.


"Benim kadar sana değer veren tek kişi oydu... İçimden bir ses beni eleştirmeyeceğini veya bir soru sormayacağını söylüyordu. Ki haklı da çıktım. Ne yorum yaptı ne de soru sordu. Sadece dinledi. Ben de anlattım."


"Sen... Babama bizi mi anlattın?" diye sordu Hilal şaşkınlık dolu bir sesle.


"Bizi değil de... Seni ve beni anlattım?"


Adamın hafif şaka barındıran sesi karşısında kız gülümsedi.


"Demek hapishanedeki zor günlerinde babama arkadaş oldun..."


"Sanırım öyle oldu... Yakaladığım adamı dert ortağım yaptım. Herkese nasip olmaz böylesi!" dedi Burak kendi kendine gülerek.


"Bu görev seni bayağı zorlamış gibi..." dedi Hilal de gülerek.


"Vayy. Bakıyorum da bu konuda şaka bile yapmaya başladık."


"O görev... Tüm hayatımı değiştirdi. Şimdi geriye dönüp 'Kaybettiğim ne var?' diye bakıyorum da... Sadece para! Evim, arabam... Tüm yaşantım değişti. İlk başlarda da çok zorlandım. Doğru! Her şeyden önce sen..."


Hilal dudaklarını ısırarak sustu. Yanlış bir şey söylemekten çekinmişti. Elinde hissettiği el ile başını yanındaki adama çevirdi.


"Sana neden Kelebek diye hitap ettiğimi unutmasan mı Kelebeğim?.. Lütfen benden düşüncelerini saklama! Bilmediğim hiçbir şeyi söylemezsin zaten."


"Sendin. O 3 ayda... Canımı en çok yakan kişi sendin! Anneme çok kırgındım... Ama bir gün bir şekilde aramızın düzeleceğini biliyordum. Babam... O zamanlar kaçındığım bir konuydu. Yok saydığım için canımı da yakmıyordu. Ama sen... Sen benim kendime olan güvenimi de, insanlara olan güvenimi de alıp ortadan yok olmuştun. Ve ben tüm bunlara rağmen... Kalbimde senin sevgini taşıyordum. Elim sürekli bileğimdeki bilekliğe gidiyor, bana aldığın ayıcıkla uyuyor ve... Her gece beraber söylediğimiz şarkıları dinliyordum."


"Özür dilerim... Binlerce kez bu 2 kelimeyi söylesem de yaşananları değiştiremem biliyorum. Ama ben gerçekten de çok özür dilerim Kelebeğim. Bunları yaşamanı asla istemezdim!"


Kız, elini tutan adamın elini sıktı.


"Biliyorum Alfa'm! Asker olduğunu öğrendiğimde, deliler gibi özlediğim yeşillerine tekrardan kavuştuğumda... Tüm gözyaşlarımı unuttum ben. Her ne kadar sonrasında bazı öküzlüklerin olsa da... Şu an elin elimde. Ve bu tüm yaşananlara değer!.. O görev olmasaydı şu an sadece bir üniversitede ders veren sıradan bir eğitmen olacaktım."


"O üniversitede eğitmen olabilmek senin hayalindi. Hani bunun için deliler gibi ders çalışıyordun hatta. Ayrıca..." diyen adam kıza döndü ve sevgi dolu bir şekilde devam etti.


"Sen asla sıradan olamazsın. Böylesine parıldıyorken olmaz o dediğin!"


Arabanın kırmızı ışıkta durması ile Hilal bir anda öne doğru atılarak adamı yanağından öptü. Bu hareketi beklemeyen Burak hızla ona döndü.


"Sen..."


"Haklısın! Gerçekten de sıradan olamam. Bu dünyada KİT'in efsanevi ismi Alfa'yı dumura uğratan kişilerin sayısı yok denecek kadar az. O azınlığın içinde olduğuma göre... Sıradan değilim!"


"Yanılıyorsun. O azınlığın içinde değilsin. Çünkü öyle bir azınlık yok!" diye mırıldanan adam bakışlarını kızın yüzünde gezdirdi ve fısıldadı.


"Sadece sen! Beni dumura uğratan da... Nefesimi kesen de... Düşüncelerimi allak bullak eden de sadece sensin. Başka kimse yok. Olamaz da! Senin üzerimde bıraktığın etkiyi... Kimse sağlayamaz."


İkili birbirlerinin gözlerinde kaybolmuşken duydukları korna sesiyle kendilerine geldiler. Israrla çalan kornayı duyan Burak derin bir nefes aldı ve yeşile döndüğünü gördüğü ışıkla birlikte arabayı sürmeye başladı.


"Araba kullanmayı severdim fakat... Bu aralar iyice kıl olmaya başladım."


Burak'ın gözlerini devirerek söylenmesi üzerine Hilal bir kahkaha attı.


"Özel şoförümüzü ne zaman tutuyoruz?" diyerek dalga geçen kız resmen şakıyordu. Onun bu mutluluğu karşısında Burak da gülümsedi.


"Bunu ciddi ciddi düşündüm de.. Yok olmaz o iş! Asla erkek bir şoför tutmam. Ve sen de..."


"Asla kız şoför tutturtmam!" dedi Hilal adamın cümlesini keserek. Kızın keskin sesi karşısında Burak'tan ufak bir kahkaha yükseldi.


"Yaa. Gördün mü? Demiştim. O işi unutalım biz. Böyle idare edeceğiz artık. İşin tek iyi yanı... İstanbul trafiği! Onun sayesinde her durduğumda elalarını görebilirim."


"Tabii trafiğe girebilseydik. Allah aşkına nereye gidiyoruz Burak? Şehir içine gireceğimiz yolu az önce geçtik!"


"Aa-aa. Çok kırıldım ama Kelebeğim. Benimle ilgilenirken gözün bir yandan da yolda mıydı yani? Sen varken benim gözüm hiçbir şeyi görmüyor. Ama anlaşılan sen -bana rağmen- etrafınla fazla ilgilisin."


Yanındaki adamın haylaz sesini duyan Hilal, hiçbir şey söylemeden onu izlemeye başladı. Bir süre sonra bu bakışlara dayanamayan Burak fısıldadı.


"Ne yapıyorsun?" 


"Seninle ilgileniyorum!"


"Yapma!.. Tamam yola bakabilirsin" dedi Burak kıza bir bakış atarak.


Gülmemek için dudaklarını ısıran Hilal sakin bir sesle konuşmaya başladı.


"Ama az önce şikayet ediyordu..."


"Halt ediyormuşum. Takma sen beni." diye mırıldandı Burak.


"Neden ki? Sadece sana bakıyoru..."


Burak'ın arabayı bir anda sağa çekip durdurması üzerine genç kız şok içinde ona döndü.


"Burak ne yapıyorsun? E-5 Karayolu'nun ortasındayız farkında mısın?"


"Bana öyle bakma..." diye fısıldadı Burak, Hilal'e dönerek.


"Ne?" diyen kız, adamın alev alev bakan yeşil gözlerine kilitlenmişti.


"Ben araba kullanırken... Toplantıdayken... Bakışlarına karşılık vermeyeceğim herhangi bir zamanda... Bana öyle bakma! Her ne yapıyorsam onu bırakıp sana dönmek istiyorum çünkü. Her şeyi boşverip sadece o elalarında boğulmak istiyorum. Az önce de söyledim! Beni allak bullak ediyorsun. Yaptığım şeye konsantre falan olamıyorum. Bu 10 yıldır yaptığım bir iş (araba kullanmak) bile olsa! Durmasaydım... Her an frenle gazın yerini karıştırabilirdim."


Hilal, kocaman açılmış gözleriyle adama bakıyordu. Bakışlarındaki ciddiliği gördüğünde yutkundu. Adam söylediği her kelimede ciddiydi.


"Ben... Gerçekten de üzerinde böylesine bir etkiye mi sahibim?" diyen kızın sesi neredeyse duyulmuyordu.


Burak kendi kendine güldü. Bakışlarını bir anlığına yola çevirdikten sonra tekrardan kızla buluşturdu.


"Bunlar en hafif örnekleriydi Kelebeğim. Üzerimdeki etkin bunlardan çok çok daha fazla! Ve... Bu durum arkama bile bakmadan kaçmak istememe sebep oluyor. Fakat... İnsan kendinden nasıl kaçabilir ki?"


Adamın çaresiz çıkan sesi karşısında Hilal'in gözlerine bir hüzün çöktü.


"Her salise kendinle savaş içindesin değil mi?"


Burak, başını iki yana salladı.


"Her salise değil... Sen yanımdayken değil... Gözlerine baktığımda değil. Her gece! Her gece büyük bir savaş içerisindeyim ve... Bu durum gün içine de yansıyor. Bu hafta bu savaşı vermediğim için sevinmiştim ama sabah olanlar... Bu sefer çok daha kötü çarptı. Seninle geçirdiğim her an sana daha çok bağlanıyorum ve bu korkularımı körüklüyor. Fakat korkularımı yatıştıran tek şey de seninle geçirdiğim anlar."


"Yaran da... Merhemin de benim yani" diye mırıldandı Hilal.


Burak başıyla onayladı ve kıza uzanarak yüzüne gelen saçını geriye doğru itti.


"Benim de senin yaran ve merhemin olmam gibi!" diyen adam arabayı tekrardan yola çıkardı. Tüm bu konuşma sırasında kızın elini bir an bile bırakmamıştı.


Huzur dolu bir sessizlikle geçen 10 dakikanın sonunda Burak, arabayı yol üzerindeki hoş bir tesise yanaştırdı. Hilal daha araba park edilmeden yeşilliklerin arasındaki ahşap masayı gözüne kestirmişti.


"Kahvaltı yapamadık. Önce kahvaltı yapalım mı?" diye sordu Burak ona dönerek.


"Hayatımda aldığım en güzel teklif! Açlıktan koltukları kemirmekten korkuyordum ben de." dedi Hilal gülerek.


"Biraz obur musun bakayım sen?" diyerek gülen Burak kızın burnunu sıktı.


Çırpınarak burnunu adamın elinden kurtaran kız gözlerini devirdi.


"Oburmuş! Obur, çok yemek yediği halde doymayana denir. Açım ben aç! Çook açım hem de. Kurt gibi açım..." diyen kız duraksadı. Dudaklarında bir tebessüm belirmişti. Adamın söylediği cümleyle tebessümü gülümsemeye dönüştü.


"Asena olmak da bunu gerektirir zaten!" dedi Burak kıza bakarak. Başını koltuğa yaslamış kıza dönük bir şekilde oturuyordu.


Hilal de onu taklit ederek soluna döndü ve gözlerini yeşillerle buluşturdu.


"Çok ilginç ve çok güzel bir his değil mi? Yani... Hayatım boyunca belki de 100 defa 'Kurt gibi açım!' cümlesini kullanmışımdır. Ya da... Defalarca kez Kelebek görmüşümdür. Papatyalar sadece çiçek olmuştur benim için. Ama seninle tanıştıktan sonra... Hepsi bambaşka bir boyut kazandı. Kurt deyince aklıma ilk sen geliyorsun. Kelebek gördüğümde dudaklarımda öyle bir gülümseme beliriyor ki... Gören onun dünyanın 8. harikası olduğunu düşünür. Eskiden 'Hangi çiçek?' diye sorsalar 'Farketmez!' derdim sanırım. Şimdi ise 'Tabii ki de papatya!' derim. Hayattaki sıradan şeylerin böylesine anlam kazanması... Çok güzel bir his!"


"Gerçekten de öyle! Garip bir şey ama mükemmel hissettiriyor. Yani... Sadece bize özel bir kodla yazılmış, ikimize özel bir hayat yaşıyoruz sanki. Bir nesneyi görünce aynı anı geliyor aklımıza. Bir kelime ikimiz için de aynı anlamı ifade ediyor. Aynı şarkıyı duyuyoruz ikimiz de. Müzik olmasa bile... Gözlerine bakıyorum ve tüm dünya bir anda yok oluyor. Saatlerce sussak bile hayatımız boyunca konuştuğumuzdan daha fazlasını anlatıyoruz birbirimize. Bu çok büyüleyici bir his. İnsan ister istemez bağımlısı oluyor."


İkili dudaklarındaki ve gözlerindeki gülümsemeyle birbirlerine kilitlenmişlerdi. Bu anı bozan ise guruldayan bir karın olmuştu. Hilal'in yanakları al al olurken adamın dudaklarından bir kahkaha fırladı.


"Asena'mızı bir an önce doyuralım. Koltuklarımın hayatı söz konusu!"


"Bayılıyorsun bunu yapmaya!" diye söylenen kız arabanın kapısını açtı. Hızlı adımlarla yürümeye başlamışken Burak'ın peşinden geldiğini hissettiğinde adımlarını yavaşlattı.


Kızın yanına gelen adam onu kolundan tutarak durdurdu ve kendine çevirdi.


"Utandın mı bakayım sen?"


Gözlerini adama diken Hilal derin bir nefes aldı ve dişlerinin arasından konuştu.


"Burak kaşınma!" 


"Belki ben kaşımanı istiyorum?"


Adamın eğlenceli sesi üzerine kız gözlerini devirdi.


"Benimle dalga geçmeye bayılıyorsun değil mi?"


"Evet!" 


"Bir de evet diyor!" diyen kız yumruk yaptığı eliyle adamın koluna vurdu.


"Ahh acıdı(!)."


Gözlerini kapatan Hilal sakinleşmeye çalıştı. Yanaklarında hissettiği soğuk eller ile sakinleşmek şöyle dursun kalbi depar atmaya başlamıştı... Her zamanki gibi.


"Çok tatlısın!"


Duyduğu cümle ile hızla gözlerini açtı. Kendisine sevgiyle bakan yeşil gözleri görünce mırıldandı.


"Kim kimi dumura uğratıyor acaba?


"Bu hayatta her şeyin karşılıklı olması gerektiğini düşünüyorum... Yalnız kızarmış yanaklarını soğutayım dedim ama... Benim ellerim ısındı resmen!"


Kaşlarını kaldıran Hilal misilleme yaparak ellerini adamın yanaklarına koydu. Burak'ın koyulaşan yeşillerini görünce şirince sırıttı.


"Ne yapıyorsun Hilal?" diye sordu adam kısık bir sesle.


"Bu hayatta her şeyin karşılıklı olması gerektiğini düşünüyorum... Yalnız ısınmış ellerimi soğutayım dedim ama... Daha fazla ısındı resmen!"


Burak, yanağında duran elleri tutarak yere indirdi ve gülümsedi.


"Seninle başım dertte!.. Başımın belası!"


Kızın gözlerini kısarak bakması üzerine gülen adam cümlesini güncelledi.


"Başımın çok tatlı belası!"


"Ha şunu bileydin! Kiminle uğraştığınızı unutmayın lütfen Alfa Bey. Feleğinizi döndürürüm parçanızı bile bulamazlarsa!"


"Döndürüyorsun zaten Kelebeğim döndürüyorsun. Parmağında gayet de güzel oynatıyorsun beni" diye söylenen adam, kızın elinden çekerek bahçedeki masalara yöneldi.


Gittikleri yerin ilk geldiklerinde gözüne kestirdiği masa olduğunu gören Hilal'in dudaklarındaki gülümseme büyüdü. Bu adamı çok seviyordu.


🦋 


"Doydum!" diyen Hilal kolunu masaya koyup yüzünü de eline yasladıktan sonra karşısındaki adama baktı.


Yeşillikler içerisinde köy kahvaltısı yapmışlar ve ikisi de tıka basa yemişlerdi. Üzerine bir ağırlık çöken kız baygın bakışlarla sevdiğini izlemeye başladı.


"Mayıştın mı?" diye sordu Burak şefkatli bir sesle.


Hilal, çocuk gibi dudaklarını büzüp başını salladı. Onun bu tatlı hareketi karşısında adamdan bir kahkaha koptu. Telefonunu çıkartıp kızın resmini çeken adam gülerek mırıldandı.


"Şu bakışlara bak! Tam tehdit malzemesi..."


"O tehdide inanacağımı mı düşünüyorsun?" diye sordu biraz canlanan Hilal.


"Niye? Kullanacağımı düşünmüyor musun?" diye sordu Burak öne doğru eğilerek.


"Sana olan sevgimle dolu, baygın bakışlı tatlı fotoğrafımı mı? Cık! Düşünmüyorum. Bırak bizimkilerden birine göstermekle tehdit etmeyi... Emre'ye bile göstermezsin!" dedi Hilal kendinden emin bir şekilde.


"Yani şimdi sen öyle anlatınca... Mantıklı geldi." diye mırıldandı Burak.


Dudaklarında bilmiş bir gülümseme beliren kız 'Ben demiştim' dercesine omuzlarını silkti. Telefona bakan Hilal'in aklına gelen şeyle yüzündeki gülümseme kaybolurken bakışlarını kaçırdı ve yutkundu.


Onun her mimiğini ezbere bilen adam bu değişimi anında farketti ve kaşlarını çatarak sordu.


"Ne oldu?" 


Hilal 'Yok bir şey' dercesine kafasını salladı ve gülümsemeye çalışarak adama baktı.


"Hilal ne oldu?" diye sordu Burak tekrardan.


"Bir şey olmad..."


"Gözlerimden kaçarken bunu söylemen de güzel ironi!" diyen adamın sesi istemsizce sert çıkmıştı.


Onun bu ses tonu karşısında Hilal bakışlarını ona dikti ve orada gördüğü yoğun endişeyle tufaya düştüğünü anladı.


Kendisini çok iyi tanıyan adam, onun sert bir ses tonuna veya sert sözlere anında karşılık vereceğini -bakışlarını gözlerine korkusuzca dikeceğini- biliyordu. Kızın ona bakması için o ses tonuyla konuşmuştu.


"Ne oldu Kelebeğim? O elalarını yine neden hüzün bulutları kapladı? Ne geldi aklına?.. Yine benim yaptığım hangi öküzlüğü hatırladın?"


Adamın endişeli bir şekilde peş peşe sorduğu sorular üzerine genç kız onun eline uzandı.


"Sadece..." diye duraksayan kız dudaklarını ısırdı ve telefona bakarak devam etti.


"Fotoğraf çekilelim mi Burak? Birlikte... Hiç fotoğrafımız yok! Keşke geçen gün çekinseydik. Neyse bundan sonra bunun telafis..."


Burak'ın elini bırakıp ayağa kalkması üzerine sustu. Adam, kızın yanına giderek oturdu ve hiçbir şey demeden sıkıca sımsıkı sarıldı.


Hilal, bu sarılma üzerine gözlerini kapattı ve başını adamın omzuna yasladı. Unuttuğunu sanıyordu ama... O görev gerçekten de içinde bir şeylerin kopmasına neden olmuştu. İçindeki küçücük bir yer hep korku doluydu! En ufak bir hatırlatma o acıyı yeniden ortaya çıkarıyordu.


Burak, Hilal'in sustuklarını duymuşçasına konuşmaya başladı.


"Bir daha seni bırakmayacağım. Bensiz geçen günlerini unut! Ayrıca... Sandığının aksine birlikte fotoğrafımız var. Tahmin bile edemeyeceğin kadar hem de."


Duyduğu cümleyle geriye çekilen kız anlamsız bakışlarla adama bakmaya başladı. Burak, uzanarak masanın üzerindeki telefonunu aldı ve kolunu kızın omzuna atarak onu kendine doğru çekti.


"Ben... Silemedim! O kadar mutlu gözüküyorduk ki... O fotoğrafların dünya üzerinden kaybolmasına izin veremedim. Önce kendi telefonuma attım sonra seninkinden sildim!"


Hilal inanamayarak adamın gösterdiği fotoğraflara baktı. En sevdiği fotoğraf ikilinin kadraj yerine birbirlerine baktıkları kareydi. O fotoğrafın üzerinde fazla oyalandığını gören Burak istemsizce gülümsedi.


"Fikrimi değiştiren tam da bu kareydi biliyor musun? Öylesine tasasız ve mutlu gözüküyoruz ki."


Başıyla adamı onaylayan Hilal diğer fotoğrafı gördüğünde duraksadı.


"Bu... Emre mi çekmiş?"


Ağaç evde uyuyan ikili öylesine güzel ve huzurlu gözüküyordu ki...


"Favori fotoğrafım bu olabilir" diye mırıldandı Hilal.


"Erken konuşuyorsun!" diyen Burak bir sonraki fotoğrafa geçti.


"Sevda teyze! Görmekle kalmamış fotoğrafımızı mı çekmiş bir de? Hiç de çaktırmıyor."


"Tek fotoğrafımızı da değil!"


Gördüğü video'yla Hilal'in dudaklarındaki gülümseme daha da çok büyüdü.


Sonraki karelerde Burak ile cezaevine gittikleri gün çekilen fotoğrafları görünce "Nasıl?" diye sordu.


"Şenol çekmiş! O gün kapıdaki aske..."


Hilal'in bilinçli bakışları karşısında duraksayan Burak farkındalıkla devam etti.


"Tanıyorsun! Tabii yaa. Babanı ziyarete gittiğimi o söyledi."


Yakalandığını farkeden kız alt dudağını ısırarak usulca başını salladı.


"Bunun hesabını soracağım ona!"


"Yaa bir şey deme. Niyeti kötü değildi. Sadece... Seni sordu falan. Sonrasında bir anda öyle gelişti olaylar. Öyle öğrendim. Yalnız Alfa'm..."


Hilal, bakışlarını tekrardan telefona çevirdi. Resimlere tekrardan baktıktan sonra cezaevinde -onlardan habersiz- çekilen fotoğraflardan birinde durdu. Burak, onu araba ile arasına hapsetmişti. Bakışları dünyada kimse yokmuşçasına birbirlerine kenetlenmişti. Aralarındaki çekim fotoğraf karesinden bile hissedilebiliyordu.


Başını kaldırıp adama döndüğünde onun yoğun bakışlarla kendisini izlediğini gördü ve neredeyse fısıldayarak devam etti.


"Sen... Bu karelere rağmen aramızdakileri nasıl inkar edebildin?"


Burak'ın dudaklarında hüzünlü bir tebessüm belirdi.


"Ben... 'Cevapsız Sorular'a rağmen inkar ettim. Bunlar ne ki?"


Kaşlarını çatan Hilal, adamın neyi kastettiğini anlamaya çalıştı. Sonrasında aklına gelen ile mırıldandı.


"Bunu daha önce de yaptın!"


"Neyi?" 


"Geçen gün. Kafede bana 'Cevapsız Soruları' söylemeyi teklif ettiğinde, kalbindeki Kelebeğin kozasını örmeye başladığını söylemiştin. Bunu söyleme sebebinin yıllardır şarkı söylemediğin olduğunu düşünmüştüm ama... Bizim söylediğimiz ilk şarkı o değildi... Neden o şarkı? Özel bir anlamı var değil mi?"


Başını öne eğen Burak derin bir nefes aldıktan sonra kısık bir sesle konuştu.


"Var! Hem de... Çok büyük bir anlamı var! O şarkının... Bendeki yerini tahmin bile edemezsin."


Gözlerinde merak ışıltıları dolaşan kız, adamın gözlerindeki acıyı görünce sessiz kaldı ve bir şey söylemedi.


Burak, diğer kolunu da kıza sardı ve alnını onun omzuna yasladı. Papatya kokusunu içine çekerek bir süre öylece durdu. Gözlerini kapatan Hilal de adama sarılarak karşılık verdi. Burak'ı bu dünyada bu hale getirebilecek tek bir şey vardı. Ailesi...


"Ben... Hesabı ödeyip kalkalım. Yolda... Anlatırım. Olur mu?"


🦋 


Yola çıkalı bir süre olmuştu. Burak bu süre içerisinde sessiz kalarak aklındakileri toparlamaya çalışıyordu. Nereden başlayacağını bilemeyen adam sonunda şarkının kendisinden başlamaya karar verdi.


"Şarkının ilham kaynağını biliyor musun? Klibin başındaki şiiri?"


Hilal başını sallayarak bildiğini belli etti ve adamın tedirginliğini hissettiğinden (anlatmasına yardımcı olmak için) konuşmaya başladı.


"Macarca bir şiir. İlgimi çektiğinden araştırdım. Pek kaynak bulamadım ama. Birkaç formdan ulaşabildiğim bilgi kadarıyla... Anonim bir şair tarafından yazılmış meşhur bir macarca şiirmiş."


"Nem néztünk vissza, s már külön utakon jártunk

Csend lett, s újra elbújt a hold

S ami maradt: ezernyi, megválaszolatlan kérdés...

Vajon ki fogja eloször meglátni a holdat?

ki fogja megvalósítani félbehagyott álmomat?"


Hilal, hayran bir şekilde eksiksiz şiiri okuyan adama baktı. Bu sırada aklına 11 dil bilen bu adamın evinde gördüğü kütüphane gelmiş, orada Macarca sözlük de gördüğünü hatırlamıştı. Burak, okuduğu şiirin Türkçe anlamını dudaklarındaki hüzünlü tebessümle söylemeye başladı.


"Geriye bakmadık, ve zaten farklı yollarda yürüyorduk.

Bir sessizlik oldu, ve ay saklandı yine.

Ve geriye tek bişey kaldı. 

Binlerce cevapsız soru... 

Ayı ilk kim görecek? 

Kırık düşlerimi kim farkedecek?"


Hilal son iki kıtayı adam ile aynı anda mırıldandı.


"Ayı ilk kim görecek?

Kırık düşlerimi kim farkedecek?"


Burak, bakışlarını yoldan alarak ona baktı ve gülümsedi.


"Bildiğini tahmin etmiştim. Sen bir şeyi yaparsan, seversen sonuna kadar gider, kusursuz bir şekilde tamamlarsın."


"Birazcık(!) meraklıyım! Ondan o." dedi Hilal gülerek.


Burak, hüzünle derin bir nefes aldı ve mırıldandı.


"Bu beni korkutuyor!"


"Meraklı olmam mı?" diye sordu Hilal şaşkınca.


"Anneme böylesine benzemen!" dedi Burak ve direksiyonu sıkarak devam etti.


"Ve benim de... Babama böylesine benzemem!"


Hilal, adamın düşünceli bakışlarını görünce emniyet kemerinin izin verdiği ölçüde ona döndü.


"Ben... Anlayamıyorum Burak. Yani... Daha önce de söylemiştin bunu. Annene benziyor olmamın seni mutlu etmesi gerekmiyor mu? Niye bu... Kötü bir şeymiş gibi konuşuyorsun? Yani tamam belki... Tarihin tekerrü..."


"O cümleyi kullanmasak? Nefret ediyorum!" diye araya girdi Burak.


Bunun üzerine Hilal sustu. Burak'ın kaçtıkları çok fazlaydı ve elini tutuyor olması bu kaçtıklarından kurtulduğu anlamına gelmiyordu. Bunu (özellikle bu sabah) bir kez daha anlamıştı. Tek sorun...Bu gerçek her seferinde daha da sert bir şekilde çarpıyordu yüzüne. Yaşanan her an, söylenen her söz onları birbirine bağlıyordu fakat... Yine de tüm bunlar adam için bir şey ifade etmiyordu. Onu delicesine seven kıza rağmen... Kaçmaya devam ediyordu. Ve Hilal artık merak etmeye başlamıştı. Bir gün kaçacak yeri kalmayan adam ona teslim mi olacaktı yoksa... Onu paramparça ederek yeni bir kaçış yolu mu oluşturacaktı?


Burak'ın kendisini izlediğini görünce elleriyle oynamaya başladı. Adam uzanarak sol elini tuttu ve vitesin üzerine getirdi. Kızın düşünceli yüzünden geleceği düşündüğünü tahmin etmişti.


"Binlerce cevapsız soru, hayatımın her anında var benim. Cevaplarını bilmediğim çok fazla soruya sahibim. Ve bu cevapları da... Yaşayarak öğrenebileceğiz ancak. Aylarca kaçma sebeplerimden bir diğeri de buydu. Cevabı öğrenilen her soruda... Seni yakmaktan korkuyorum ben. Sence... Yanlış cevabı vermek mi yoksa doğru cevabı öğrenmek mi daha çok can yakar? Ya da şöyle sorayım. Benim doğru cevabım ya senin yanlış cevabın oluyorsa? Hayat sınavı fazla ağır. İnsana çalışmadığı yerden soruyor. Ve büyük kalleşlik yaparak cevap formunu herkes için aynı yazmıyor. Aynı sorulara fakat farklı cevaplara sahipsek? Kimin doğrusu üzerinden gideceğiz? Kim... Kendinden taviz verip bile isteye yanlış bildiği cevabı kabullenecek?"


Derin bir nefes alan Burak camını yarıya kadar indirdi. Bu sorularda öylesine boğulmuştu ki havasız kalmıştı.


"Bu bir tek bizim için geçerli değil ki Alfa'm. Herkesin doğrusu farklı. Herkesin düşünceleri, istekleri, zevkleri farklı. Hayat bu farklılıklarla güzel zaten. Mesela çiftlerden birisi patatesi fazla kızarmış severken diğeri az kızarmış sever. Az kıranları biri çok kızaranları da diğeri yer. Ve böylece birbirlerini tamamlamış olurlar."


"Bizimkinin basit bir kızartma meselesi olmadığının farkındasın değil mi?" diye sordu Burak ciddi bir sesle.


Onun bu ses tonu Hilal'in derin bir nefes almasına sebep oldu.


"Arabayı kenara çeksene."


"Ne?" diyen Burak gözlerindeki soru işaretleriyle kıza baktı.


"Arabayı kenara çeker misin Burak?" dedi Hilal kendinden emin bir şekilde.


"Sen... Otobanın ortasındayız Hilal!"


"Az önce nasıl yaptıysan şimdi de öyle yapabilirsin!" dedi Hilal kararlı bir sesle.


İsteksiz bir nefes alan adam arabayı kenara çekti ve dörtlüleri yaktı. Bu ani durum karşısında birkaç araba kornaya basmıştı.


Hilal'in sessiz kalması üzerine Burak ona döndü.


"Susmak için mi arabayı durdurttun?"


Adamın ses tonu fitili ateşleyen şey olmuştu. Adamın elindeki elini kendine çeken Hilal bir anda patladı.


"Bencillik etmekten, sadece kendini düşünmekten vazgeç artık!"


"Ben bencillik edip sadece kendimi düşünseydim şu an çoktan..." diyen Burak dişlerini sıkarak sustu. Evlenmiştik...


"NE? Şu an çoktan ne? SUSUP DURMA! YETER!! Tamamla şu cümlelerini."


"Hilal üzerime gelme! Kafam davul gibi." diye mırıldandı Burak yorgun bir şekilde.


"Bir de seni çekemem diyorsun yani?"


Burak, öfkelenmeye başladığını hissederek emniyet kemerini çıkarttı ve kıza döndü.


"Bunu kastetmediğimi bildiğin halde gerçekten de böyle tripler mi atacaksın?"


"Ahh Efendimiz(!). Bilmem kaçıncı kural olan trip atamayacağım kuralını unutmuşum. Çok özür dilerim(!)... Ne de olsa hayatımı senin kurallarına göre yaşıyorum ben değil mi? Hayatım üzerinde söz hakkına sahip değilim. Sen iyi olmamızı istiyorsan iyiyiz. Sonrası tam da böyle işte! Kavga gürültü... Sana olan sevgimi kullanıyormuşsun gibi hissediyorum. Bana böyle hissettiriyorsun Burak!"


Duydukları karşısında duraksayan Burak, şok içinde kıza baktı.


"Ben sadece seni korumaya çalışıyorum."


"Neyden? Yaa... Ben beni korumanı ne zaman istedim ki senden? Sana seninle her şeye varım diyorum. Sonu kötü bitse bile... Seni seviyorum ve seninle olmak istiyorum. Bunu anlamak bu kadar mı zor?"


Burak, ellerini yumruk yaptı. 


"Hiçbir şey bilmeden konuşuyorsun Hilal. Ne kadar da basit geliyor her şey sana! Sonunda deliler gibi pişman olacağın bir ilişkiye gözü kapalı atlayabiliyorsun!"


"Bu mantıkla düşünürsek... O zaman annen de pişman oldu. Bunu mu kastediyorsun?"


Burak, inanamaz gözlerle karşısındaki kıza baktı. Hilal'in konuşmaya devam edeceğini farkettiğinde başını iki yana salladı.


Hilal ise karşısındaki adamı takmadan devam etti. Burak tek taraflı düşünmeyi artık bırakmalıydı.


"Hiçbir kadın... Kendisine aşkı tattıran adamı sevdiği için pişman olmaz. Hiçbir kadın... Kendisine mutlu bir hayat bahşeden, kendisine mükemmel bir evlat veren adam ile birlikte olduğu için pişman olmaz. Hiçbir kadın... "


"Hiçbir kadın..." diye mırıldandı adam ve berbat bir sesle devam etti. "Gözlerinin önünde kocasının öldürüldüğünü izlemeyi haketmez."


Burak, gözünden akmaya hazır gözyaşlarını hissetti. Eli ayağı buz kesmişti. Geçmiş aklına doldururken fısıldayarak devam etti.


"Hiçbir kadın... Sırf..."


Sesi titreyen adam inleyerek sustu. Gözyaşları yanaklarına düşmeye başlarken karşısındaki kıza baktı. Bu ela gözlü kızı seviyordu. Ona deliler gibi aşıktı. Onun hüzün ile dolu yorgun bakışları yıllardır içinde tuttuğu gerçeği sesli bir şekilde söylemesine neden oldu.


"Hiçbir kadın sırf na... Namusunu koruyabilmek için kendisini öld... Kendisini öldürerek dünyadan göç etmeyi haketmez!"


Hilal, duyduğu cümleyle donakalırken Burak kıpkırmızı olmuş gözlerini bir kez daha kızın gözleriyle buluşturdu.


"Hiçbir adam... Şerefsizin tekinin 'Son nefesinde... Karına yapacaklarımızı hayal et!' demesiyle hayata göz yummayı hak etmez."


Delirmişçesine gülmeye başlayan adam kendi kendine mırıldandı.


"Hayata göz yummakmış!.. Ne göz yumması? Babam gözleri açık öldü. Annem gibi..."


Ellerini gözlerinin hizasına kaldıran Burak boşluktaymışçasına onlara baktı.


"Ben bu ellerimle kapattım açık kalan gözlerini!!! İkisinin de kanına bulaşan bu ellerimle. O günden sonra aylarca... Gördüğüm kabuslardan uyandığımda, elimdeki görünmeyen kanları yıkamaya çalışarak ellerimi yara yaptım. Kaç gece... Genzime dolan kan kokusu yüzünden öğürdüğümü biliyor musun sen? Hiç kimseye tek kelime bile edememek nasıl bir his haberin var mı? Anneannemle dedem... Dayım, Sevda annem... EMRE! Her şeyi izlediğimi söylemeyi geçtim ben... Nasıl onlara annemin kendi... Kendi canına kıymak zorunda kaldığını söyleyebilirim?"


Titrek bir nefes alan adamın ağzından bir hıçkırık koptu. Hilal ise... Böyle bir şeyi duymayı asla tahmin etmeyen kız öylesine şok olmuştu ki ağlayamıyordu bile. Başının döndüğünü hissettiğinde nefes almadığını farketti. Derin bir nefes almaya çalışan kız başarılı olamadı. Akciğerleri havayı kabul etmiyordu. Kalbi ağrıyordu! Kendisi bu haldeyse... Korkarak bakışlarını adama çevirdi. Yeşil gözlerin kendisini izlediğini gördüğünde ruhunu yakan yaşlar bir anda yanaklarından süzülmeye başladı.


Ne kız adamın yaşlarını silmek için bir çaba harcadı ne de adam kızın... Yaşların yerini yenisinin alacağını ikisi de farkındaydı. Ayrıca... Burak için bu konuşma bitmemişti. Bunu hisseden Hilal hareket dahi etmeden zümrüt gözlü sevdiğine baktı.


"Seninle tanışana kadar... Bu hikayedeki en çok acı çekenin annem olduğunu düşünüyordum. Yapmak zorunda kaldığı şeyden dolayı değil... Sevdiğini, kocasını gözlerinin önünde kaybettiği için. Çığlığı hâlâ kulaklarımda biliyor musun? Ben hayatımda... Öylesine iç parçalayacı bir çığlık duymadım. Bu meslekte duyduğum hiçbir ses tonu annemin Yi... Yiğit diye bağırışı kadar acı değildi. Sırf bu yüzden... Yıllarca adlarının anılmasına izin vermedim. Acımı öfkeye dönüştürmek için her şeyi yaptım. Annemin gözlerindeki o feryat eden bakışlar... Cansız bakışlarından daha çok canımı yaktı. Bu yüzden de... Babam bunların hiçbirini yaşamadığı için şanslıydı bana göre."


Duraksayan Burak titreyen elini kızın yüzüne doğru yaklaştırdı fakat dokunmadı.


"Ben sana... Dokunmaya bile kıyamıyorum" diye fısıldayan adam çaresiz gözlerle kıza baktı ve devam etti.


"Ve... Bir erkek olarak babamın o an nasıl hissettiği ile alakalı empati yapmaya kalktığımda... Bulduğum ilk şey ile kendimi öldürmek istiyorum. Babam böyle ölmektense gözlerinin önünde karısının öldürülmesini yeğlerdi. Bir erkek... Böyle bir şeyi düşünmektense sevdiğinin ölümüne razı olabilir."


Başını öne eğen adam mırıldandı.


"Ben... Delirecek gibi hissediyorum. Kabuslarım birbirine karıştı. Lanet olsun baş rolleri değişti!"


Başını kaldırarak kıza bakan adamın gözlerinden acı akıyordu.


"Bana anlatsana Kelebeğim! Bir insan gerçekte yaşanmamış bir şey yüzünden nasıl acı çekebilir? Yaa ben... O günden sonra asla canımın böylesine yanmayacağını düşünüyordum. Yani... Bir çocuğun gözlerinin önünde ailesini katledilmesinden daha kötü ne olabilirdi ki? Ben son noktadaydım zaten. Ama... Yanılıyormuşum! Daha kötüsü varmış! Bir adamın sevdiğini koruyamaması her şeyden daha kötüymüş. Lanet olası kabuslarda bile böylesine kötüyse..."


İnleyen adam başını ellerinin arasına aldı. Duydukları karşısında ağlaması şiddetlenen kız ise çaresizce ona bakıyordu. Titreyen elleriyle emniyet kemerini açtıktan sonra adama uzandı ve başındaki ellerini çekerek ona sarıldı.


Burak bu sarılmaya karşılık vererek kızı kendine çekti. Başını kızın saçlarına gömdükten sonra konuşmaya başladı.


"Çıldıracağım... Gerçekten! Ne geçmişi silebiliyorum ne de geleceğe bakabiliyorum. Belki asker olmasaydım -böylesine benzerlik olmasaydı- bu kadar kötü halde olmazdım. Bir ara ciddi ciddi... Askerliği bırakmayı bile düşündüm biliyor musun? İşte o zaman gerçekten de onlara benzerdik sanırım ha?.. Anlayacağın ben arafın ortasında falan kalmadım Kelebeğim. Arafın ta kendisi oldum!"


Geri çekilen adam ela gözlü kızın gözlerindeki yaşları sildi. Gerçi bu hiçbir işe yaramıyordu. Kızın gözlerinden sürekli bir yenisi düşüyordu çünkü. Burak, onun yüzünde gezdirdi bakışlarını.


"Ben gerçekten de ne yapacağımı bilmiyorum Ela Gözlüm. Yapabildiğim tek şey... Carpe Diem! Hiçbir şey düşünmeden sadece seninle olmak. Bu şekilde bir gün... Her şeyi atlatabileceğimi düşünüyorum. Sabah anlattıklarım, şu an söylediklerim... Bunu gerçekten de yapabileceğimi hissettirdi bana."


Kızın ellerini elleri arasına alan adam derin bir nefes aldı.


"Ben senin yar'ın (uçurumun) değil, yâr'ın (sevgilin) olmak istiyorum. Yaran değil, yarının olmak istiyorum. İşte tek sorun... Bunu nasıl yapabileceğimi bilememem. Bende bu kabuslar varken... Her şey imkansız gözüküyor."


Hilal, Burak'ın acı dolu gözlerine baktı. O gözlerdeki -kendisine bakarken oluşan- acıyı bastıran sevgi... Tüm imkansızları olur yapabilecek kadar güçlüydü.


Hilal, elinden tutan adamın ellerini sıktı.


"Biz... Biz olduğumuz zaman her şeyi başarabiliriz Alfa'm. Kolay olan her şey yıkılmaya mahkumdur. Biz zor yoldan gideceğiz belki ama... Sonunda hiçbir şey bizi yıkamayacak! Sen sadece... Bana böyle bakmaya devam et. Gerisi bir şekilde çözülür zaten."


"Çözülür mü gerçekten?" diye soran adam bir çocuktan farksızdı.


"Çözülür sevdiğim. Çözülür... Aynen böyle devam edelim. Yeri geldiğinde Alfa ve Kelebek olalım, yeri geldiğinde ben Asena'yı ortaya çıkarayım, yeri geldiğinde de sadece iki edebiyat aşığı olan Olric ve Kelebek olalım. 'Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.' demiş John Lennon. Gerçekten de öyle! Şu zamana kadar sürüyle plan kurdum da ne oldu sanki? Hayat planlardan çok, planların suya düşmesinin hayal kırıklığıyla geçiyor. Biz hayatı... Hayal kurarak değil, hayali yaşayarak... Yaşadıklarımızı hayal edip mutlu olarak geçirelim. Carpe Diem sözünün hakkını vererek yaşayalım!"


Kızın sözlerinden çok gözleri etkilemişti genç adamı. Söylediği her kelimeyle bakışlarındaki sevgi mümkünmüşçesine artmıştı. O gözlerde gördüğü kararlılık her şeyi başarabileceğini hissettirmişti.


Burak bile kendisine güvenemezken Hilal ona güveniyordu. Zaten Burak'ın, Hilal'den ilk etkilenmesi de böylesine sorgusuz bir güven ile olmamış mıydı? Mardin'deki kızın hiç itirazsız söylediklerini yerine getirmesi, elini ona uzattığında sımsıkı tutup 'Sana güveniyorum!' dercesine bakan elaları değil miydi o gün onları kurtaracak gücü kendisine veren?


Tüm bunları düşünen Burak dudaklarını araladı fakat sesi çıkmadı. Tüm hücreleri, gözleri, ruhu bas bas bağırırken neden söyleyemiyordu ki şu iki kelimeyi?


Hilal, onun kendisiyle verdiği savaşı anlayarak elini yanağına koydu ve mırıldandı.


"Seni seviyorum adam!"


Sesi çıkmıyordu evet. Ama dudaklarını oynatarak 'Ben de!' demesi bu kadar da zor olmamalıydı. Bu yüzden Burak da tam böyle yaptı. Adamın dudaklarını okuyan Hilal mutlulukla gülümsedi. Burak'ın da dudaklarında aynı gülümseme belirmişti. Elini, yanağında duran elin üzerine koyan Burak kaşlarını kaldırdı ve kızın elinde duran peçeteyi ve kızarmış burnunu işaret etti.


"Carpe Diem muhabbetinin bizi zorlayacağını pek de düşünmüyorum açıkçası. Düşününce... Hiçbir zaman bir ânı diğerini tutan bir çift olamadık! Halimize bir baksana. Dudaklarındaki ve gözlerindeki gülümsemeyi gören kızarık burnunun nezleden olduğunu düşünür. Halbuki az önce salya sümük olan kimdi?"


Burnunu çeken kız "Sendin tabii! Ben nezleyim bilmiyor musun?" dedi bilmiş bir şekilde.


Burak'tan bir kahkaha yükselirken kızın saçlarını karıştırdı.


"Biz hep böyle kalalım olur mu Kelebeğim? Aniden yağmur bastırsa bile peşine mutlaka güneşi açtıralım. O gökkuşağını ortaya çıkartmayacaksak yağmuru da hiç yağdırmayalım."


Hilal, adamı onaylayarak başını salladı. Tam bu esnada duydukları korna sesi ile otobanda olduklarını hatırlayabildiler. Kız gözlerini kocaman açarak adama bakarken Burak arabayı yola çıkarmıştı bile.


"Umarım WhatsApp ihbar hattıyla haberlerde bulmayız kendimizi!" diye mırıldanan Burak kıza bir bakış atarak devam etti.


"Bildiğin nerede olduğumuzu unuttum. Üzerimdeki etkinin gerçekten de bu kadar büyük olup olmadığını soruyordun ya hani? Aldın mı cevabını?"


"Aldım. Ama... Bu cevabı veren, otobanda olduğunu unutman değildi. Öncesinde anlattıklarındı!"


Hilal'in sözleri üzerine Burak bir nefes aldı.


"Hiç düşünmemiştim... Bunu birine söyleyeceğimi. Zannettiğimin aksine biriyle paylaşmak... Hayır! Seninle paylaşmak iyi hissettirdi. Geçmiş olduğu gibi duruyor belki ama..."


"Kalbin hafifledi." diyerek tamamladı cümlesini Hilal.


Burak'ın o günle ilgili anlattıkları çok önemliydi. Fakat şu an için bunun kritiğini yapamazlardı. İkisi için de çok tazeydi bu konu (Burak'ın yıllar sonra bunu konuşması, Hilal'in de yeni öğrenmesindeydi bu tazelik). Adamın zorlanarak konuşmasını bu yüzden kesmişti genç kız. İlla ki konuşurlardı bu konuyu. Fakat bugünkü kotaları dolmuştu. Hissediyordu! Bu yüzden de konuşmanın devamını kendi tamamladı. Hem adamın hislerini dile getirdi. Hem de onu teselli etti.


"Her şeyden önce... Artık onları unutmak istemiyorsun. Acını öfke ile atmaya çalışmıyorsun. Bunu farkettirdi sana anlattıkların. Yıllardır onları yok saydığın için çektiğin vicdan azabını artık çekmiyorsun. Bu yüzden içindeki huzur!"


"Ve tabii ki ela gözlü Kelebeğim!" dedi Burak kızın elini tutarak.


"Böyle araba kullanmak da güzelmiş. Beraber vites atıyoruz!" dedi Hilal gülümseyerek.


"Beraberken her şey güzel" dedi Burak da gülümseyerek.


🦋


"Biliyor musun? Ben küçükken, neredeyse her gece bıkmadan... Aynı hikayeyi dinlerdim. Bir üniversite öğrencisi ile bir ajanın hikayesini..."


Sessiz geçen bir süre sonra Burak'ın konuşması üzerine Hilal bakışlarını ona çevirdi.


"Annen ile babanın hikayesi mi?"


Burak başıyla onayladı. 


"Evet. Yağmur Adam ve Çilek Kız'ın hikayesi... İlk başlarda üstten anlatıyordu annem. Sonra 10 yaşına geldiğimde biraz daha detaylı anlatmaya başladı. Benim ısrarlarıma dayanamamıştı çünkü. . Aslında hep hissettim hikayenin onlara ait olduğunu. Ama kanıtlayamazdım. Ne de olsa benim babam bir ajan değil dövüş hocasıydı. O yüzden de hiç sormadım. Ta ki... "


"Babanın MİT ajanı olduğunu öğrendiğin güne kadar."


"Evet! Babam görevdeydi. O gece annemden yine aynı hikayeyi anlatmasını istedim. Ama bu sefer her şeyiyle. Yani... 11 yaşındaki bir çocuğa neyi ne kadar anlatabilirse işte. 'Büyüyünce anlatırım' cümlesini kabul etmedim bu sefer. Kötü anları atlamasını da istemedim. Bilmiyorum belki de... Hissetmiştim. Büyüdüğümde anlatamayacağını..."


Duraksayan adamın elini sıktı genç kız.


"Eksik kalan (bana anlatamadığı) kısımları ise... 18. yaş günümde dayımdan dinledim. Doğum günü kutlamıyorum..." dedi ve duraksayarak kıza baktı.


"Gerçi sen... Ne yaptın ettin hediyemi verdin. Pasta yerine dondurmayla geçiştirsen de... Gene de kutlamış oldum sanırım. Kelebeğimi durdurmak ne mümkün!"


Omuzlarını silken kız şirince gülümsedi.


"Beni durduramazsın!"


"Durdurmam da zaten. Artık değil!.. Neyse işte 18. yaşıma girdiğim gün... Çok kötüydüm. Onlar yanımda yoktu ve... Hep ertelediğim yok saydığım yalnızlığım olanca şiddetiyle yüzüme çarpmıştı. Sadece sayılarda oynama vardı belki ama... Büyüyünce şunu yaparız böyle yaparız şöyle yaparız diyerek kurduğumuz hayaller çarptı işte. Büyümek; 18. yaşına girmek olmasa da... Pandoranın kutusunu açtırdı. Çok bunaldım! Kimseyi takmadan evden çıktım. Saatlerce dolaşmışım. En sonunda yürüyecek dermanı kalmadığımda kendimi yine bir uçurumun dibinde buldum. Aklımda onların güzel hayalleri yankılanırlen atlayamadım da... Oturdum öylece. Bir süre sonra dayım geldi. Telefonumdan bulmuş yerimi. O gün sordum ona... 'Onları anlatır mısın? Nasıl tanıştılar? Neler yaşadılar?' diye. Bana bakışı... Öylesine şaşırmış ve öylesine mutlu olmuştu ki! O günden sonra ilk defa onların konusunu kendi isteğimle açmış, onlar hakkında soru sormuştum çünkü. Ama onu başta uyardım. Olan yalınlığıyla anlatmasını... Çünkü bir daha bu konuyu açamayacağımı söyledim. Ve o da anlattı. Şimdi de... Ben sana anlatmak istiyorum."


Hilal, gözlerindeki parıltılarla adama baktı.


"Sevdiğim adama sevgiyi öğreten ebeveynlerinin hikayesini dinlemek mi? Hayatım boyunca dinleyebileceğim en güzel hikaye olacağına eminim!"


Burak, kızın elini dudaklarına götürerek üzerine yumuşak bir öpücük kondurdu.


"Diyorum ki 'Bu kız beni daha fazla kendine... Bağlayamaz!'. Ama her seferinde beni yanıltıyorsun. Hiç tanımadığın ailemi, en az benim kadar sevmen var ya... Bunun benim için anlamını kelimelerle anlatmam imkansız!"


"Gözlerindeki ifade, elime kondurduğun öpücük ve dudaklarındaki gülümseme tüm kelimelere bedel benim için. Ben satır aralarını bile okuyabilen bir kitap kurduyum. Sevdiğim adamı mı okuyamayacağım?"


"Di'mi ama?" dedi Burak gülümseyerek ve sonrasında anlatmaya başladı.


"Annem üniversite son sınıfmış. En sevdiği hobisi de rüzgarda savrulan yaprak gibi gezmekti. Hatırlarım da... Yeni bir şehre gittiğimizde ilk işimiz dışarı çıkıp ara sokaklarda gezmek, etrafı incelemek olurdu. Yine bir gün böyle dolaşırken bir anda gök yarılmış ve yağmur yağmaya başlamış. Ama ne yağmur! Tabii annem de bulduğu ilk mekana kendini atmış. Burası küçük bir kitap kafeymiş. Yani tabii o zamanlar sadece kütüphanesi de olan naif bir kafe! Düşünüldüğünde... Belki de Türkiye'nin ilk kitap kafesi olabilir o mekan."


"Neden... Buranın sadece bir kitap kafe olmadığını hissediyorum?"


"Sadece bir kitap kafe olmadığındandır. Annem ilk girdiğinde kafede çok az kişi olduğunu ve... Hepsinin de değişik bakışlarla ona baktığını söylemişti. Buna bir anlam vermese de sırılsıklam olduğuna yormuş. Bir süre sonra kafenin sahibi elinde havluyla gelmiş. Lokman Amca. Lokman Hekim mi desem?"


Duraksayan Burak'ın sesindeki eğlenceli tını karşısında Hilal kollarını birbirine bağladı.


"Yapacağı espriyi gülmekten anlatamayan insanlar var ya... Onlar gibisin! Benim bilmediğim bir şeye niye gülüyorsun? Hızlı anlat daha! İlla ki bir iteklemeye mi ihtiyacın var?"


"Dinleyip dinlemediğin ölüyorum ama!"


"Ölçme Burak ölçme!"


Kızın sinirli çıkan sesi karşısında Burak'tan bir kahkaha yükseldi.


"Tamam tamam kızma Asena'm!.. Annem lavaboda biraz kendine çeki düzen verip geri gelmiş. Kütüphaneden bir roman almış, bif sıcak çikolata söylemiş ve elindeki romanı okumaya başlamış. Bu esnada oturduğu masanın sağ çarprazındaki adam dikkatini çekmiş ama pek de takmamış. Zaten herkes garip bakıyormuş ona. Bir süre sonra telefon gelmiş dedem düşmüş ayağını kırmış. Tabii annemin telaşlı sesi tüm kafeye naklen olayı iletiyor. Annem telefonu kapatmış kapatmasına da... Dışarıdaki yağmur durmak şöyle dursun daha da artmış. Elmecbur gidecek ama duramaz. Bu yüzden de toparlanmaya başlamış. Tam o esnada önce bir gölge düşmüş masaya sonra da bir şemsiye belirmiş. Sadece bir cümle! 'Benim ihtiyacım yok!'. Bu kadar. Ne 'İstersen kullanabilirsin?' ne de 'Sonra getirirsin!' demek yok. Biliyorum. Öküzlüğümü de babamdan almışım!"


Son cümleyi gülerek söylemişti. Yıllardır ebeveynlerinin adını bile anmayan adam, onların tanışma hikayesini anlatıyordu. Gayet de mutlu ve rahat bir şekilde.


"Desene sizde ilk tanışmalarda eşya vermek de genetik!"


"Ahh. Hiç hatırlatma! Boşuna sana..." duraksayan Burak, bakışlarını yoldan çekip kıza baktı ve mırıldandı.


"Anneme benziyorsun demiyorum."


"Şemsiyeyi geri vermedi değil mi?" diye sordu Hilal gülümseyen sesiyle.


"Vermemiş. Yani tabii ilk başta peşinden koşmuş. Babamın ihtiyacım yok dedikten hemen sonra o yağmurda sadece bir kapüşonluyla dışarı çıktığını görünce... Ama ortalıkta kimseyi görememiş. Bu olaydan sonra... Bir edebiyat öğrencisi olarak kafeye aşık olduğunu ve tekrardan da gittiğini söylememe gerek yok sanırım?


"Sadece edebiyat aşığı olması mıymış gitme nedeni? Yeşil gözlü gizemli adamın hiç etkisi yok mu?.. İnanmam!"


Burak kızın eğlenceli ses tonu karşısında güldü. O olaydan sonra ilk defa ailesinden böylesine rahat bahsediyordu. Hilal'in böylesine ilgiyle dinlemesi içindeki anlatma ihtiyacını körüklüyor, hayatının hikayesini onunla paylaşma isteğini arttırıyordu.


"Peki ne olmuş? Yaa Burak parça parça anlatmasana! No reklam arası. Hadi!"


"Amerika'da 2 yıl yüksek lisans yapan hanımefendiye bakın siz. İngilizceyi katletti!" dedi Burak dalga geçerek.


"İngilizce anlatmak istiyorsan da dinlerim. Anlat yeter ki!.. Bilerek yapıyorsun değil mi? Beni merakta bırakmak hoşuna gidiyor. Bunun intikamını fena alacağım senden yalnız. Bunu bil ve öyle devam et!" dedi Hilal tehditvari bir sesle..


Burak neşeli bir kahkaha attı ve kıza yandan bir bakış attı.


"Tehditçi Asena çıktıysa Alfa kaçar... Reklamsız hizmet vermem hayrıma olacak gibi!"


"Ha şunu bileydin" dedi Hilal gülerek.


Kızın elini sevgiyle sıkan adam anlatmaya devam etti.


"Annem kafeye girdiğinde direk kütüphaneye yönelmiş. Tam bir kitaba uzanmışken arkasından gelen biri kitabı ondan önce almış. Sinirle döndüğünde ise... Yakınında duran yeşil gözlerle karşılaşmış. Bunu anlatırken dudaklarındaki gülümseme ve gözlerindeki parlaklığı unutmam mümkün değil. Aşkı, sadece kullandığı kelimelerde değil... Bu kelimeleri söyleyişindeki tınıda da saklıydı. İlk defa o zaman... Bu duyguyu merak etmiştim. Bir insanı böylesine mutlu eden bu duyguyu... Ben de hissetmek istemiştim!"


Son cümlelerini mırıldanarak söyleyen adamın bakışları yoldaydı.


"Hissettin mi bari?" 


Kızın bu cesur sorusu karşısında şaşkınlıkla ona döndü Burak.


"Sen..." 


"Ben... Fırsatları değerlendiriyorum aşkım. Lütfen ama niye şaşırıyorsun?"


Kızın söylediği kelime ile nefesi kesilen adam ela gözlere bakakaldı.


"Direksiyona ben geçeyim istersen? Kal geldi sanırım!"


Hilal'in söylediği cümle ile araba kullandığını hatırlayan Burak bakışlarını yola çevirdi.


"Nefes al!" diyen Hilal gülüyordu. Eh ne demişler? 'Gün gelir devran döner!'


Burak, gerçekten de nefes almadığını farkettiğinde kendi kendine güldü. Cesur Kelebeği her seferinde itina ile onu dumura uğratıyordu.


"Bir daha söylesene..." diye mırıldandı Burak kıza bir bakış atarak.


"Neyi?" diye soran kızın gözleri hinlikle parlıyordu.


"Hilaaaal!" diyen adam gözlerini kısarak kıza baktı.


"Efendim aşkım?" dedi Hilal sevgi dolu bir sesle. Ela gözleri yeşil gözlere kilitlenmişti. Koyulaşan yeşillerdeki o bakış... Her şeydi! Kelimelermiş, cümlelermiş, itiraflarmış hiçbiri önemli değildi o an. Adamın gözlerindeki aşk öylesine belli, öylesine yoğundu ki... Zaten adam hislerini kelimelerle anlatmaya çalışsa bile beceremezdi. Bazı hisler anlatılmaz, sadece yaşanırdı. Gözler yaşatırdı. İlla ki konuşmaya ihtiyaç varsa gözler konuşurdu. Aşk buydu işte! Bu yüzden aşk tek kişilik olamazdı. Gözlerin konuşması için iki kişiye ihtiyaç vardı.


Yutkunan Burak yola odaklanmaya çalıştı. Kızın elini sıktığını hissettiğinde gülümsedi.


"Şu zamana kadar ölümümün nasıl olacağına dair çok düşündüm. Ama hiç taşikardiden olacağını düşünmemiştim. Bir gün beni kalpten göndereceksin Kelebeğim!"


"Bende olan kalbine söylerim uslu durur. Hem benim kalbim de sendeyken nereye gidiyormuşsun bakayım?"


"O da doğru!" diyerek gülen Burak kızın eline bir öpücük kondurdu.


"Bana dedin fakat sen reklam arasının âlasını yaşattın!"


"Hee şey... Biraz öyle oldu sanırım! Ama ne yapayım? Dediğim gibi fırsatlar değerlendirmek içindir. Kötü mü oldu yani?"


"İçinde senin olduğun bir şeyin kötü olması mümkün mü Kelebeğim?" diyen adam mutlulukla gülümsedi. Huzur denilen duyguyu hissetmeyeli çok uzun bir zaman olmuştu.


"Hikayemize dönecek olursak... Sesini zorlukla bulan annem 'Ben alacaktım!' diyerek çıkışmış. Ve yine tek bir cümle. 'Ama ben aldım!'. Annem 'O şemsiyeye dua etsin. Yanına bırakmazdım başkası olsa' demişti. Bu şekilde 2 ay geçmiş. Artık rutin hale gelmiş. Annem her salı ve cumartesi aynı saatte o kafeye gitmiş. Babam salı günleri ondan önce orada olurmuş. Cumartesileri ise ondan yarım saat sonra... Her seferinde ikisi de ilk günkü masalarında... Kelimeler yok, bakışlar ise çok! Sürekli kaçamak bakışlar atarlarmış birbirlerine. Bir süre sonra ise kendilerince bir oyun oynamaya başlamışlar. İlk annem başlatmış. Bir salı günü babamın okuduğu kitabın aynısından almış ve onu okumuş. 2. hafta da aynısını yapmış ve babamdan önce bitirmiş. Babam da bu meydan okumayı kabuk etmiş. O cumartesi günü annemin okuduğu kitabın aynısını almış. Sözsüz bir yarış... Bitirenin 'Ben kazandım!' dercesine diğerine gülümsemesi. Bu sırada ise annemin dikkatini bir şey çekmiş. Bazı kitapların arasında... Macarca yazılar bulunan ayraçlar bulunuyormuş. Ve annem ne zaman o kitapları almaya kalksa birisi hep ondan önce davranırmış. Bir gün ayraçlı kitapların hangileri olduğuna dikkat etmiş ve... Kafeye gelen herkesin itina ile o kitapları aldığını farketmiş. Babamın bir ayracın üzerine bir şeyler karaladığını gördüğünde ise... Bu son nokta olmuş. Her şeyden önce... Neler yazdığını çok merak ediyormuş. Bu yüzden de Macarca öğrenmeye başlamış. Neredeyse dile hakim olduktan sonra bir gün yine ayraçlı bir kitap almış ama... Kelimeler çok anlamsızmış. Sanki... Bir kod gibi!"


"Ciddi olamazsın?" dedi Hilal hayret nidasıyla.


"Ciddiyim. Benim çok sevgili meraklı annem bula bula MİT ajanlarının buluşma yerini bulmuş. Kafenin sahibi Lokman amca 'Hekim' kod adıyla meşhur emekli bir ajanmış. İlk gün şaşkın ve garip bakışların nedeni ise... O zamana kadar sivil birinin kafeye girmemesiymiş. Tamamıyla ara bir sokakta... Gözden uzakta. Ve her zaman 'Kapalı' yazısı asılı. Hatta kilitli. Ama o yağmurdan kaçmaya çalışan kıza kıyamayan Lokman amca kilidi açmış. Annem üstünü başını kurulamaya lavaboya gittiğinde ise... Direk kimliğini çantasından alıp araştırmış. Dayım asker olmasaydı... Annem ne kadar temiz bir aileden gelse de, o kafeye bir kez daha asla giremezdi. Annem her kafeye geldiğinde tetikte olurlarmış. Yanlış bir hareketin sonu ağır. Annem ise... Aslında daha en başında farkettiğini söylerdi. Ama asıl emin olduğu zaman... Dayımın bir komutanının yaralanması üzerine olmuş. Hastanede bir sürü asker gördüğünü söylemişti. Ve... Onların gözlerindeki bakışın kafeye gelenlerde de olduğunu. Tabii o zamanlar anlamamıştım. Kastedilen bakışın ne olduğunu... Annem benim için dünyadaki en zeki insandı ve... O hissederdi. Sorgulamadım! Asker olduktan sonra anladım bahsettiği bakışı. Aynadaki gözlerimde bizzat gördüğümde... Kardeşimde veya diğer silah arkadaşlarımın zamanla değişen bakışlarında. Ve o zaman anladım! Babamın bazı geceler neden saatlerce karanlıkta öylece oturduğunu... Bazı zamanlarda gözlerinin yeşilinde neden karanlığı gördüğümü! Aynı şey dayım ve Salih babam için de geçerliydi."


Derin bir nefes alan Burak yanındaki kıza baktı.


"Neden basit bir hırsız olduğuma hiç inanmadın?"


"Ben..." 


"Sen de gördün Asena'm! Gözlerimi gördün... Ruhumu gördün. Bu yüzden de bir nedeni olduğuna hep inandın. Babanın yakalandığı gün aslında içten içe o nedeni bulduğunu biliyordun. O yüzden ilk karşılaştığımızda 'Ama sen... Nasıl asker olabilirsin?' diye sormadın. O gün gerçek anlamda hiç şaşırmadığını farkında mısın? Kabullenmen çok hızlı oldu. Çünkü..."


"Zaten biliyordum... Haklısın!" dedi Hilal bir aydınlanma yaşayarak. Her şey rayına oturmuş gibiydi.


"Ben... İnsanlarla adam akıllı konuşmayan ben... O kütüphanede senin yanına kendi isteğimle geldim. Aslı hariç kimseyi evime davet etmezken seni davet ettim. İçten içe sıradan biri olmadığını biliyordum. Mardin'de beni kurtaran asker olduğunu biliyordum. Ama senin de hikayenin başında dediğin gibi... Bunu kanıtlayamazdım!"


Burak, başıyla onu onayladı.


'Annemde de öyle olmuş işte. Bunları farkettiğinde etrafına daha fazla kulak vermiş. Her olay... Düşündüklerini kanıtlar nitelikteymiş. 2 ayın sonunda bir cumartesi günü... Babam oyunu bozmuş. Annem daha ilk girdiğinde onun çoktan gelmiş olduğunu görmüş. Şaşırsa da... Yerine oturmuş ve aldığı kitabını açmış. Fakat o gün o kitaptan 20 sayfa bile okuyamamış. Çünkü ne zaman başını kaldırsa yeşil gözlerle karşılaşıyormuş. Alenen, açık açık onu izliyormuş. Büyük ihtimal bu başka bir hikaye olsa... Kızın heyecandan kalbi çarpar mutlulukla gülümser fakat... Bu bir asker hikayesi! Adamın gözlerinde mutluluk değil acı varmış. Hüzün, hatta hiç tanımadığı birine karşı özlem. Yaşanamayacakların hayal kırıklığı. Bunları anlayan annem başını öne eğmiş. Gözlerinin dolduğunu hissettiğinde kendi kendine gülmüş. Yani... İnsanın adını bile bilmediği birine karşı bu şekilde hissetmesi saçma gibi gelmiş. Sadece 2 cümle konuştuğu insan gidecek diye üzülmesi. O da başını kaldırmış ve gözlerini adama dikmiş. İlkokula ilk başladığım zamanlar hikayenin burasında 'Yaa bakışma oyunu mu oynamışlar? Kaç dakika?' diye sormuştum anneme. 'Bilmiyorum! Sonsuz dakikaydı sanırım' diye mırıldanmıştı. Anlamamıştım. Yani... Her şeyi geçtim bir insan neden başka bir insanla konuşmadan sadece bakışırdı ki? Saçma gelmişti... Sonra seninle tanıştım!"


Kıza bakan adam ona gülümsedi ve mırıldandı.


"Konuşmanın sadece sözlerle olmadığını da o zaman anladım. Gözlerle konuşmanın sonsuzluğu başımı döndürdü. Ömrümün sonuna kadar da döndürmeye devam edecek..."


"Benim de..." diye fısıldadı kız adama gülümseyerek.


Bakışlarını kızdan istemeye istemeye çeken adam yola odaklandı.


"Sonsuz dakika bakılmışlar... Sonunda babam kalkmış ve kapıya doğru yürümeye başlamış. Annemin masasının yanına geldiğinde ise durmuş. Masanın üzerine bir kitap bırakmış. Sonra da tek kelime bile etmeden gitmiş."


"Hangi kitap?" diye fısıldayarak sordu Hilal.


"Edip Cansever- Sonrası Kalır... Bir edebiyatçı olan annem bu şiiri ezbere biliyormuş ve... O gün 10 Haziran'mış!"



Konuşmayı bırakan adam kıza baktı.


"Babannemin Antalya'lı olduğunu söylemiş miydim?"


"Biraz da Akdenizliyim..." diye mırıldandı Hilal. Böylesine anlamlı bir kitap hediye eden adam... Tam da sevdiği adamın babasına yakışırdı. Burak'a merakla sordu.


"O günün 10 Haziran olduğunu söyledin. Bu... Tesadüf müydü?"


Burak, başını iki yana salladı.


"Babam sonradan anneme anlatmış. Aslında 2 gün önce göreve gitmeliymiş. Ama o... Zar zor ikna etmiş üsttekileri. 10 Haziran'a aldırmış gideceği günü. Ama o cumartesinin o tarihe denk gelmesi... Benim 43 numara olmam kadar tesadüftü."


İkili bakışlarını birbiriyle buluşturdu ve gülümsedi. Kızın elini bir kez daha sıkan adam yola dönerken 'Kim derdi ki eli elime böylesine yakışacak... Ruhuma böylesine ulaşacak!" diye düşündü.


"Annen, babanın peşinden gitmiş değil mi?"


Kızın sorusu üzerine başını salladı. Tam anlatmaya devam edecekken Hilal tekrardan konuştu.


"Ve... Baban çoktan ortadan kaybolmuştu!"


"Evet. Bu arada... Annem şiir kitabını incelerken arkasındaki Macarca yazı dikkatini çekmiş. Anonim bir şair tarafından yazılmış meşhur bir Macar şiiriymiş."


"Nasıl?" diyen kız kocaman açılmış gözleriyle adama döndü. Bakışlarında inanamamazlık vardı.


"Ben... maNga'yı hep sevmişimdir. 18. yaşına girdiğim yıldı. Kasımda çıktı şarkı. Doğum günümden 3 ay sonra. Şarkının adını gördüğümde bile... O Macar şiiri gelmişti aklıma biliyor musun? Klibi açıp da o şiiri okuyan kadını duyduğumda... Ben dağıldım! Yıllarca ailemden kaçmıştım. Bir cesaret dayıma hikayelerini anlattırmıştım ve bundan sadece 3 ay sonra da... Bir doğum günü hediyesi almıştım. Bu hediyenin onlar tarafından geldiğini düşünecek kadar delirdiğim anların olduğu doğrudur... Ne zaman bir ay görsem, aklımda direk bu şarkı yankılanırdı. Dağlarda görevdeyken kaç gece gökyüzüne bakarak bu şarkıyı mırıldandığımı hatırlamıyorum bile. Sonra... O kafede karşılaştığımız gün... Senin Mardin'deki kız olman yetmiyormuş gibi adının Hilal olması... Hem bir asker olan beni, hem de ailesine ait özel bir şiirde (ezberlediği ilk şiirde) ay geçen o küçük çocuğu etkiledi. Anlayacağın... Benim sana o gün o şarkıyı söylemeyi teklif etmem tüm ruhumu ortaya sermem anlamına geliyordu. Sonrasında getirdiğin sd kartı almam ise... Hayatımın asla eskisi gibi olmamasını sağlayacaktı. Yine de... Almadan duramadım. O günden sonra bu şarkıyı asla maNga'dan dinleyemedim ben. Yani biz... Annemle babamın şiirini şarkıya çevirmiştik. İşin tek kötü yanı... Bazen bu şarkıyı dinlerken babamın yaptığı geliyordu aklıma. Bu şiiri ilk yazma sebebi anneme veda etmekti ne de olsa. Sonrasında yaşananlar... Mutlu bir hayat sürseler de sonu... Bazen tüm bunlar yankılanıyordu ruhumda. Çaresizliğim büyüyordu. Yine de... Kendimi yine ya senin yanında ya da söylediğimiz şarkılarda buluyordum. Bir yandan da çekindiğimiz fotoğraflara bakıyordum... Çekindiğimizden çok gizlice çekilen ifşalarımız var gerçi. Ki bence daha anlamlı."


Burak'ın söyledikleri üzerine genç kız derin bir nefes aldı. Böyle bir hikaye duymayı beklemiyordu.


"Sen... Aslında daha ilk günden bana koşmuşsun da haberim yokmuş!"


Burak, kıza muzipçe bir bakış attı.


"Koşmak ne kelime. Flash hızıydı o."


"Ve tüm bunlara rağmen onca öküzlüğü yapabildin?" dedi Hilal hayretle.


"İç sesimi duyacaktın sen. Dürüst ben oradaydı. Kaç kere çenesini kapatıp susturmaya çalıştım biliyor musun? Gerçi yapsam ne olacaktı ki? Ben kendime bile itiraf edemezken sen gözlerimden her şeyi okuyordun zaten... Sana bakarken tüm duvarlarım yok oluyor. Bu yüzden katlandın ya zaten o öküzlüklerime. Gerçi çoğunlukla başımda parçaladın söylediklerimi... Asena ortaya çıktığında senden cidden korkuyorum Kelebeğim!"


Hilal, adamın son cümleyi sahte bir korkuyla söylemesi üzerine güldü.


"O naif Kelebeğin Asena olmasına sebep olan sensin. Eserinle gurur duy Alfa'm!"


"Duyuyorum!" diyen Burak sırıttı.


Onun bu hali karşısında Hilal gözlerini devirdi ve elini başını vurdu.


"Bunu söylemeyecektim! Erkeklerle konuşurken uyulması gereken ilk kural. Egosunu tatmin edecek cümlelerden uzak dur!"


"Allah Allah! Sen o Nisa'yla aynı metrekareyi fazla paylaşma Kelebeğim. Sana iyi gelmiyor o!" diyen adamın sesindeki memnuniyetsizlik gerçek değildi.


"Nisa'nın söylediğini söylememiştim."


"Bunu bilmek için müneccim olmaya gerek yok ki!" dedi Burak gülerek.


"Burak? Biz bu gidişle bu hikayeyi bitiremeyeceğiz yalnız. Baksana sürekli birbirimizle uğraşıyoruz. Benim bile başım döndü konu atlama hızımız karşısında."


"Hiç sorma! Kelebek isminin hakkını bayağı verdik bugün. O zaman devam edeyim ben en iyisi... Aradan 4 hafta geçmiş. Annem o kafeye gitmeyi asla bırakmamış. Kulağında kulaklık sessizce içeriye giriyor sonrasında da... Her zamanki masasına oturuyormuş. Bir cumartesi kafeye girdiğinde... Lokman amcanın bakışlarındaki mutluluğu görmüş ve anlamış. Sonunda döndüğünü. Ama... Babam o gün gelmemiş. Annem de... Bir daha o kafeye gitmemiş."


"İmkansız... Öylece bırakacağına inanmıyorum! En azından... Onun yaşadığını görmeden olmaz."


Kızın mırıldandığı cümle üzerine Burak ona (annesine benzeyene) gülümsedi.


"Haklısın! Kafeye gitmemiş ama bu oraya gitmediği anlamına gelmiyor. Önce baştan aşağı simsiyah giyinmiş. Bir şapkayla saçlarını toplamış. Kafenin girişini görebileceği bir noktaya tüneklemiş. Normalde gittiği saatten yarım saat sonra hızlı adımlarla gelen babamı görmüş. Çalışanlardan biri 'Bugün gelmedi!' diye onu aradığında... Toplantıda olmasına rağmen kafeye koşmuş babam. Başına bir şey gelmediğinden emin olması gerekiyormuş. Fakat Lokman amca annemin bilgilerini vermemiş. Kendisinin bakacağını ona da haber vereceğini söylemiş. Babamın çıkışması üzerine 'Eğer ciddi düşünmüyorsan... Hiç kızın yanına yaklaşma. Ciddiysen... Bilgiler burada' demiş!"


"Dur bir tahmin edeyim! Baban bilgileri almamış." diyen kızın hafif kızgın çıkan sesi üzerine Burak burukça gülümsedi.


"Asker olmak zor be güzelim. Düşünmen gereken, hesaplaman gereken çok şey var. Vermen gereken savaşlar... Benim, yaşadıklarımıza rağmen hâlâ vermeyi başaramadığım savaşlar var!"


"Haklısın... Annen ne yapmış peki bu durum karşısında?"


"Ahh annem mi? Kafeden çıkan babamı takip etmeye başlamış tabii ki..."


31 Yıl Önce 


Alfa kod adlı MİT ajanı Yiğit Kılıç önündeki ara sokağa daldı. Bir süredir izlendiğinin farkında olan adam bıkkın bir nefes aldı. Yine kim... Hangi adamını takmıştı peşine? Yetmemiş miydi yüzünü dağıttığı elçiler ile gönderdiği mesajlar?


"Yetmemiş anlaşılan!" diye mırıldandı adam.


1 ay boyunca durduğu görevde resmen haşatı çıkarılan adam zaten öfkeliydi bu takip de tuzu biberi olmuştu resmen!


Alfa aylarca kalsa bile adamlardan hiçbir bok öğrenemeyeceğini anladığında kimliğini bile isteye ifşa etmiş ve günlerce işkenceye maruz kalmıştı. Bu da yetmemiş (verdiği onca bilgiye rağmen) onun kendini ifşalandığını öğrenen komutanı gelecek 1 ay boyunca göreve çıkmasını yasaklamıştı. Başka bir ara sokağa girerken öfkeli bir nefes aldı. Öfkesinin asıl sebebi... Öfkesinin bunların hiçbirine olmamasıydı aslında. Kızın ortadan kaybolmasına bu kadar takılmış olmasıydı onu böylesine öfkelendiren.


Yumruklarını sıktı. Neden işkence gördüğü o günlerde düşündüğü tek şey o bal gözlü kızdı? Neden... Ona bir şey olmuş olma ihtimali onu böylesine çıldırtıyordu? Kızın adını bile bilmiyordu ki!


Bu düşüncelerle adımlarını hızlandıran Yiğit, yan tarafındaki ıssız sokağa girdi. Karanlık sokağa girdiğinde duran adam, hemen arkasından sokağa giren kişiyi tuttuğu gibi duvara yapıştırdı ve belinden çıkardığı silahı karşısındakinin boynuna yasladı. Tüm bunlar göz açıp kapayıncaya kadar olmuştu. Zaten öfkeli olan Yiğit tıslarcasına konuşmaya başladı.


"Seni kim gönderdi?.. Kimin adamısın?"


Karşısındakinin bir kadın olduğunu farkettiğinde içinden okkalı bir küfür savurdu. O kadınlara zarar vermezdi ki! Ne kadar kötü olursa olsun!


Memnuniyetsiz bir nefes alan adam, kızın yüzünü kapatan kepi koparırcasına çıkardı. Gördüğü saçlar ile kaşlarını çattı. Burnuna gelen çilek kokusunu hissettiğinde ise bu sefer dışından okkalı bir küfür savurdu.


"Senin ne işin var burada?"


Karşısındaki adamın buz gibi bir ses tonuyla söyledikleri üzerine Dilek titrek bir nefes aldı. Adama bakmadan konuşmaya başladı.


"Şu boynuma tuttuğun silah... Boş değilse indirsen? Şeytan doldurur!"


"Cık! Şeytan değil ben doldurdum... Cevap ver! Peşimde ne işin var? Kimin adamısın?"


Dilek inananamayan gözlerle adama baktı. Fakat adam ona bakmıyordu.


"Ciddi misin?" 


"Oradan bakınca dalga geçiyor gibi mi görünüyorum?.. Sizi bana sayıyla mı veriyorlar?" diye söylendi Yiğit öfkeyle.


Bu cümle üzerine Dilek başını dikleştirdi ve adamın gözlerine baktı. Onun bu hareketine şaşıran Yiğit sonunda ona bakmıştı. Ve ikilinin gözleri kavuştu. Yiğit bal rengi gözlere bakakaldı... Onca işkenceye katlanmasına sebep olan gözlere! Hatta sırf görevi erken bitirebilmek için bilerek kendini ifşalamasına sebep olan o gözlere...


Ve Yiğit Kılıç'ın mesleğe başladığından beri ilk defa silahı tutan eli titredi. İlk defa... Karşısındakinin gerçekten de suçlu olma ihtimalinden korktu.


"Sana soruyoru..."


"Sorunu duydum. İzninle sindirmeye çalışıyorum. Bizi sana sayıyla mı veriyorlarmış? Bu... O kitaptan başkalarına da verdiğin anlamına mı geliyor?"


Kızın söyledikleri Yiğit'in tüm dünyasında zelzele etkisi yaratmıştı. Böyle bir şeyi beklemiyordu.


"Sen... Boynuna dayalı bir silah var ve bana gerçekten de bunu mu soruyorsun?" diye sordu adam hayretle.


"Beni vuracak mısın?" diye soran Dilek'in tüm bedeni titriyordu. Fakat buna rağmen... Bakışlarını korkusuzca adama dikmişti.


"Kimsin sen?" diye sordu Yiğit soğuk bir şekilde.


"Adım D..." 


"Adını söyleme!" dedi adam bir anda.


"Kim olduğumu soran sendin!" diye çıkıştı Dilek. Aralarındaki bu yakınlık başını döndürmüştü.


Yiğit sakinleşmeye çalışarak yere baktı. Çilek kokusu tüm hücrelerinde dolaşırken bu iş zor gibiydi.


"Ben çilek sevmem ki!" diye isyan etti inlercesine.


"Ne?" diye soran kız ile bunu sesli söylediğini anladı ve çıldırmışçasına gülmeye başladı.


Onun bu halini gören Dilek "İyi misin?" diye sordu endişeyle.


"İYİ MİYİM? Kızım sen deli misin? Karşındaki silahlı adama ,silahı sana doğrultmuş adama, iyi olup olmadığını mı soruyorsun?"


"Evet! Silahı indirsen çok daha güzel olurdu tabii ama... Yanlışlıkla beni vurmayacağını düşünüyorum. Silahı yanlışlıkla ateşleyecek bir çömeze benzemiyorsun. Yanılıyor muyum?"


Yiğit karşısındaki kızı çözmeye çalışarak incelemeye başladı. Gözlerinde ufak da olsa bir korku vardı. Bedeninin bu sıcak ağustos gününde soğuktan titrediğini de zannetmiyordu. Kız korkuyordu ama korkmuyor da gibiydi! Hangisi gerçek hangisi sahteydi? Haftalarca onunla kitap okumasının tek sebebi... Birisinin onu göndermesi miydi? Bu düşünceyle öfkelenen adam boşta kalan yumruğunu sıktı ve buz gibi bir sesle konuştu.


"Yanılmıyorsun! Silahı yanlışlıkla ateşleyecek bir çömez değilim. Bile isteye ateş edebilecek bir katilim!"


Dilek titrek bir nefes aldı ve mırıldandı.


"Sen beni öldürmezsin."


"Hadi yaa! Benim bundan niye haberim yok?"


"Beni korkutmaya çalışıyorsun fakat senden korkmuyorum. Şu adı silah kendi siyah olan arkadaştan biraz korkuyor olabilirim ama. Sana güvensem de o arkadaşa pek güvenemiyorum. Konuşurken boynum hareket ediyor yaa... Bu esnada yanlışlıkla patlamaz değil mi?"


Yiğit gülse mi yoksa çıldırsa mı bilemediği bir an boyunca sessiz kaldı.


"Sessizliğin evet mi demek, hayır mı demek mi?"


"Madem patlayacağından korkuyorsun konuşma o zaman!"


Dilek başını iki yana sallayacakken boynuna yaslı bir silah olduğunu hatırladı ve konuşmaya devam etti.


"Yapamam! Susarsam... Korkudan bayılabilirim. Konuşmak iyidir iyi."


Kızın söylediği cümle üzerine Yiğit bakışlarını kaçırdı. Şu an yaptığı ne adamlığın etiğine sığıyordu ne de profesyonellipin etiğine! Fakat... Silahı bir kere indirirse bir daha doğrulatamazdı. Karşısındaki kız yerine kendisini öldürebilirdi ama onu öldüremezdi. Ve eğer bu bal gözlüyü gerçekten de birisi tuttuysa... Planlarını öğrenmeliydi. Amaçları onu öldürmek ise buna razı olurdu. Ama... Masum insanlara zarar vermek ise... Adam yutkundu ve bal rengi gözlere baktı. Umarım amaçları sadece beni öldürmektir.


"Son kez soruyorum! Seni biri mi gönderdi?"


"Şu zamana kadar sorun böyle değildi yalnız. 'Kim gönderdi?' diye soruyordun. O yüzden son kez sormuş olmuyo..."


"NE SAÇMALIYORSUN ALLAH AŞKINA?"


"KORKUYORUM DEDİM. İNDİR ŞU SİLAHI!"


Yiğit gözlerini kapattı ve derin bir nefes alarak mırıldandı.


"İndiremem... Sen soruma cevap vermeden olmaz!"


"Evet! Beni biri gönderdi."


Kızın cümlesini duyan adam yumruk olan elini duvara vurdu. Bunun üzerine kız korkuyla çığlık attı. Gözlerini açan adam hayal kırıklığını gizleyemeyerek ona baktı ve kısık bir sesle sordu.


"Kim?"


"Macar bir şair. Tanıyor musun? İstersen... Edip Cansever de olabilir."


"Ne saçmalıyorsun diye sormaktan yoruldum. Deli misin kısmını da tekrarlamak istemiyorum. Elimdeki silahın oyuncak olmadığını bilmeni isterim. Geçtiğimiz günlerde berbat ötesi günler geçirdim. Bu yüzden... Benimle oynama!"


Cümlesini bitiren adam boştaki elini ağrıyan başına götürdü.


"Çok canın yandı mı?" diye fısıldayarak sordu Dilek ona bakarken.


Elindeki yaraya bakan Yiğit alayla güldü.


"Buna yara mı diyorduk?"


"Ben zaten orayı değil... Burayı kastediyorum!" diyen Dilek adamın boynundaki (tişörtünü açık kısmından gözüken) yara izine götürdü elini. Yiğit sert bir hareketle kızın bileğini tutarak dokunmasına izin vermedi.


"SAKIN!" 


Adamın bu ters tepkisi kızın canını yakmıştı. Bileğini çekti fakat adam bırakmadı.


"Canımı acıtıyorsun!" diye fısıldadı genç kız.


"Sen de..." diye fısıldayarak karşılık verdi yeşil gözlü adam. Bakışlarından ne kadar afallamış olduğu okunuyordu. Yavaş bir şekilde kızın elini bıraktı.


"Ne yaptığını sanıyorsun? Amacın ne?"


Adamın yorgun çıkan sesi karşısında genç kız daha fazla uzatmamaya karar verdi ve itiraf etti.


"Seninle anılarımı biraz daha çoğaltmaya çalışıyorum. O yeşil gözlerini unutmamak için aklıma kazıyorum. Belki... Belki beraber biraz vakit geçirirsek gitmezsin diye ümit ediyorum."


"Ne?" diyen adam silahı tutan elini (düşercesine) aşağı indirdi.


"Hiç mi oluru yok? Yani... Bak bir cümleden daha fazlasını konuştuk. Kitap sayfalarının arasından kaçamak bakışlar atmak yerine adam akıllı gözlerimize baktık. Bizden hiç mi olmaz?"


Duydukları karşısında başına büyük bir ağrı saplanan adam bir adım geriye çekildi.


"Bir dakika bir dakika! Hızına yetişemiyorum. Neden bir silahım olduğunu sormak yerine 'Bizden hiç mi olmaz?' diye mi soruyorsun şimdi sen? Adımı bile bilmezken hem de?"


Bakışlarını yere indiren Dilek derin bir nefes aldı ve tekrardan adama baktı.


"Bana o şiir kitabını neden verdin?... Neden o şiiri yazdın?"


"Kitap sadece bir hediyeydi. Sırf ondan yola çıka..."


"Neden?" 


Yiğit, bakışlarını kaçırarak bir süre durdu. Sonrasında ona döndü ve mırıldandı.


"Bilmem. Her şeyin bir nedeni mi olmak zorunda?"


"Yazdığın Macarca şiirin bir nedeni yok mu yani?"


Kızın sorusu üzerine elinde tuttuğu silahına baktı adam. Onu kıza doğrultup 'Senin kafemizde ne işin vardı? O şiirin Macarca olduğunu nereden biliyorsun? Benim yazdığımdan nasıl bu kadar emin olabilirsin?' demesi gerekiyordu. Kendi kendine alayla gülen adam bunu asla yapamayacağının farkındaydı. O silah bir daha o kıza dönemeyecekti! Bu yüzden de sadece sordu.


"Benim yazdığımı nereden biliyorsun?"


"Senin el yazındı çünkü."


Elindeki silahı sıkan adam onu ateşlemeyi düşündü. Kendini bacağından vursa kurşun acısı şu kalbindeki (anlamlandırmak istemediği) acıyı geçirebilir miydi? Bu kız gerçekten de diğerlerinin adamı mıydı?


"Sen benim el yazımı nereden biliyorsun?" diye sordu yorgunca.


"Ayraçlara yazdıklarından!"


Yiğit gözlerini kapattı. Bu kız ayraçları nasıl bilebilirdi? MİT'e bunu bildirmesi gerekiyordu. Bir sivilin bunu bilmemes... Sivil mi? Kızın sıradan bir sivil olduğuna inanmıyordu ki!


"Amacın ne? Beni öldürmek falan mı? Hadi yap da bitsin şu iş. Sıkıldım bu soru cevap oyunundan. Cevapların sende kalsın. Binlerce cevapsız soruya razıyım şu an!"


"Neden benim kötü olmamı böylesine çok istiyorsun?" diyen kızı duyduğunda gözlerini açtı.


"Böyle bir şey yapmıyorum!"


"Yapıyorsun! Benim kötü olmamı umuyorsun sen. Çünkü kötü olursam... Bir bahanen daha olacak. Çok büyük bir bahanen!"


"Neden bahsettiğini bilmiyorum!" dedi Yiğit gözlerini kaçırarak.


"Cumartesi günü gelmediğinde anladım... Kaçacaksın! Bu kadar çok mu korkuttum seni?"


"Kimsin sen?" dedi Yiğit sert bir sesle.


Dilek'in konuşmak için ağzını açması üzerine "Adını söyleme!" diye çıkıştı.


"Adımı bilmediğinde beni unutacağını düşünüyorsun galiba? O işler öyle olmuyor. Ben de senin adını bilmiyorum ama... O yeşilleri unutacağımı hiç sanmıyorum!"


Yiğit silahı ile bakışmaya başladı. Tetiğini çekip kafasına sıksa ne kaybederdi?


"Edebiyat mezunu, atanmayı bekleyen sıradan bir öğretmenim. Yokluğunda üniversitem bitti bu arada. Tebrik etmelisin!.. O gün o kafeye yanlışlıkla girdim ben. Zamanla ayraç olayı ilgimi çekti sonra da... Bir takım araştırmalar sonucu dilin Macarca olduğunu anladım. Ve kendimi Macarca öğrenirken buldum. Amacım her ne iseniz onu ortaya çıkarmak değildi. Sadece merak... Kimseye tek kelime etmedim. Erkek kardeşime bile! Kendisi asker oldu geçen aylarda. Zaten... Sizin asker olduğunuzu da onun sayesinde anladım!"


Yiğit, gözlerini kızın bal rengi gözlerine dikti.


"Nasıl bu kadar eminsin? Belki de... Suçluyuz!"


Dilek başını iki yana salladı.


"Kafeye ilk geldiğim günlerde... Bir huzur evine saldırı olmuştu. Hatırlıyor musun diye sormayacağım. Şimdi bile gözlerinde belirdi o ifade. O haberi izlerken gözlerinizde gördüğüm ateşin aynısını kardeşimde de gördüm ben! Ancak bir vatan aşığı ,bir asker, öyle bir tepki verir. Ayrıca... Suçlu olsaydın şu ana kadar kaç defa ölmüştüm. Yanılıyor muyum?"


Yiğit yutkundu. Yanılmıyordu!


"İstediğin cevapları aldın. Peki şimdi ne olacak?" diye sordu Dilek korkarak.


Yiğit hüzünlü gözlerini kızın gözlerine dikti.


"Sen... Atamanı olacaksın ve güzel bir lisede sıradan bir edebiyat öğretmeni olacaksın. Ben de... Bir sonraki görevime gideceğim!"


Gözleri dolmuş olan Dilek dudaklarını ısırdı.


"Hiç mi..." 


"Hiç!" dedi Yiğit acıyla gülerek. "Benim o taraklarda bezim yok. 2 gün sonra ölecekken... Arkamda birini bırakmaya ise hiç niyetim yok!"


Yanağından yaşların süzüldüğünü hisseden Dilek kendi kendine güldü.


"Çok saçma değil mi? Seni tanımıyorum bile. Ama kalbim acıyor... Çok acıyor!"


Dişlerini birbirine bastıran adam bakışlarını kaçırarak yumruklarını sıktı.


Başka bir şeyle meşgul olma ihtiyacı içerisinde silahı beline yerleştirdi. Kızın kendisini izlediğini bilse de... Ona bakmıyordu!


"Buralar tenha. Anayola çıkalım." diye mırıldanan adam yürümeye başladı. Birkaç adım sonra kızın gelmediğini hissettiğinde durdu ve geriye baktı. Seslenmek için ağzını açtı fakat sonrasında alayla güldü. Ne diye seslenecekti? Adını bilmiyordu!


"Durumumuz vahim değil mi?.. Sana söyledim! Ben asker kardeşiyim." diyerek bir kez daha şansını denedi Dilek.


"Söyledin! Kalbinde bir askerin korkusunu taşıman yeter de artar. Daha yeni asker olmuş. Görevlere gitmeye başlasın... Bazı şeyleri yaşasın neden bunu yaptığımı anlayacaksın."


"Anlamayacağım. Anlamak istemiyorum! Bunu kabullendiğime de inanamamıyorum."


"Başka şansın mı var?" dedi Yiğit ciddi bir sesle.


"Biliyorum. Anladım o kadarını!" dedi Dilek mutsuz bir sesle. Ardından gözlerini adamın yüzünden dolaştırdı.


"Keşke bana o kitabı hiç vermeseydin!"


"Keşke..." diyen Yiğit hüzünle gülümsedi. "Ama o zaman da... Tek kelime etmeden sırra kadem basmış olacaktım. Ben... Geri döneceği bile belli olmayan bir adamı çaresizce beklemeni istemedim. Şu anda da istemiyorum! O yüzden... Lütfen işleri ikimiz için de zorlaştırma. Hiçbir şey yaşanmamışken kapatalım bu konuyu. Elbet bir gün unu..."


"Bari ona karışma! Unutmak falan istemiyorum ben. Sen unutursan unut. Ama ben o kafede gözlerimizle konuştuğumuz o huzurlu anları unutmak istemiyorum. Az önce... Sayamadığım kadar yükselen kalp atışımı... O hissi unutmak istemiyorum!"


Yiğit yavaş adımlarla kızın yanına geldi ve ciddi bir şekilde gözlerine baktı.


"Biz sadece 4 aydır tanışıyoruz. Aramızda hiçbir şey olmadı. En uzun diyaloğumuzu bugün yaşadık. O da hiç normal değildi. Beni tanımıyorsun. Ben de seni tanımıyorum. Adlarımızı bile bilmiyoruz. Ve sen hislerim diyorsun!"


"Evet hislerim! Hiçbir şey yaşamasak bile s..."


"BU YÜZDEN!" diye bağırdı Yiğit.


"Ne bu yüzden?" diyen Dilek adamın gözlerinde yanan alevi gördüğünde yutkunmuştu.


"Biz hiçbir şey yaşamadığımız halde bu şekilde hissediyorsak... Yaşadığımızda ne olacak? Sen... Kaldırabilecek misin? Hiç tanımadığın bir adamın boynunda gördüğün yara iziyle o hale geldiysen... Tanıdığında kaldırabilecek misin?"


Dilek gözlerini kaçırdı. Yiğit ise acımadan devam etti. Kızın onu anlamasının başka yolu yoktu.


"Canım acıdı. Evet! Çok acıdı hem de. Bana günlerce işkence ettiler. Önce eşek sudan gelinceye kadar dövdüler. Eşek nehre düşüp boğulmuş olmalı. Hiçbir zaman o sudan geri dönmedi çünkü... Elimi ayağımı bağladılar. Ağzıma iğrenç bir şey tıkdılar. Uzun bir süre tat duyularımla yemek yiyebileceğimden şüpheliyim. Geleli beri sadece çorba içiyorum. Bu gidişle bir yerde bayılıp kalmamak için serum yemeye gitmem lazım. Gerçi şu an iğne görmek istediğimi de pek sanmıyorum. Piç herif az daha iğnemsi zımbırtılarla gözümden ediyordu beni. O az önce dokunmana izin vermediğim iz var ya... Göbek deliğime kadar uzanıyor. Önce bıçakla kestiler sonra kızgın demirle dağla..."


"YETEEER! YETER! TAMAM SUS. YALVARIRIM SUS!" diyen Dilek kulaklarını kapattı. Gözyaşları yanaklarından süzülürken gözlerini de kapatan kızın ağzından bir hıçkırık koptu.


Yiğit, pişmanlıkla dolu bir nefes aldı. Fazla ileri gitmişti. Ağzını açtığında sadece iki cümle söyleyecek sonra susacaktı. Fakat... Anlatmak istemişti. Kızın onu teselli etmesini istemişti. Kulaklarını kapatan bal gözlüye baktığında teselli edilen değil de teselli eden olacağını farketti.


Kızın kulaklarındaki ellerini çekerek aşağı indirdi ve ateşe dokunmuşçasına hızla ellerini çekti. Ateşe dokunmuştu da... Kalbi yanıyordu!


"Özür dilerim bal göz!.. Ama bunu yapmam gerekiyordu! Gördün mü? Neden kaçtığımı anladın mı?.. Anlatmadım bile! Tüm bunları yaşarkenki hislerimi anlatmadım. Gecelerce kabus göreceğimi anlatmadım. Ama sen... Mahvoldun! Beni hiç tanımazken bile kahroldun. Daha yaralarla dolu bedenimi, ruhumu bile görmeden kulaklarını tıkadın, gözlerini kapattın. Hadi ama... Sen roman okurken ağlayan kızsın! Nasıl dayanacaksın buna? Nasıl dayanacaksın bana?"


Dilek, bakışlarını adama çevirdi. Gözleri kıpkırmızı olmuştu.


"Dayanırım bir şekild..."


"AMA BEN DAYANAMAM!" diye isyanla bağırdı Yiğit ve devam etti.


"Ben dayanamam... Az önce anlattığım o işkenceler var ya... Şu an bana bakan kızarmış gözlerin onlardan çok daha fazla canımı yakıyor. Gözlerinden akan yaşlar nefesimi kesiyor. Tekrardan söylüyorum... Bizim aramızda hiçbir şey yaşanmadı! Ama o lanet yerde aklımda sadece sen vardın. Seni bir daha görme isteğimdi beni ayakta tutan. Hiç görmediğim kahkahanı görüp duymadan ölmek istemedim. Şu an bile böyle hissediyorsam... Gelecekte daha beter hissedeceğim. Bu yüzden istemiyorum. Kahrolduğunu görmektense yokluğunun acısına katlanabilirim. Her şey için geç olmadan bitirelim. Başlamadan bitsin! Bu da son sözüm!"


Tam bu esnada gök gürüldedi. Başını kaldıran Dilek hüzünle gülümsedi.


"Gök bugün de bizim yerimize, bizim için ağlayacak sanırım..."


Yiğit bir şey söylemedi. Söylenecek bir şey de kalmamıştı zaten. Kararı kesindi! Anlık alınan bir karar değildi bu. Aylardır ikisini düşünüyordu. Az önce yaşananlar kararından vazgeçmek şöyle dursun onu körüklemişti.


Sessiz bir şekilde ana caddeye doğru yürümeye başladıklarında yağmur çiselemeye başlamıştı. Caddeye geldiklerinde bir taksi çeviren Yiğit, camdan eğilerek taksiciye bir şeyler söyledi sonra da para uzattı.


"Ben paramı verebilirdim." dedi bunu izleyen Dilek. Sesi güçsüz çıkmıştı. Tüm enerjisi emilmişti.


"Ben varken mi?" dedi Yiğit yaptığı gayet olağanmış gibi.


"Bugünden sonra istediğin kadar verirsin diyorsun yani?.. Yoksun ya artık!"


Başını öne eğen Yiğit ellerini cebine soktu. Yağmur şiddetlenmeye başlamıştı. Kızın taksiye binmediğini görünce başını kaldırdı.


"Yağmur yağıyor. Biner misin artık?"


"Yağmur adam olarak kalacaksın sanırım benim için... Bir yağmurla girdin hayatıma. Diğer bir yağmurla da çıkıyorsun."


"Üşüyeceksin" diye mırıldandı Yiğit sadece.


"Üşüyorum zaten" dedi Dilek hüzünle ve gökyüzüne baktı. Ay bulutların arkasına saklanmıştı. Aklını o Macar şiir doldururken yeşil gözlere baktı. Orada acı ve hüzün vardı. Belki de yağan yağmur, kendisinin gözyaşlarını sakladığı gibi onunkini de saklıyordu. Bunu hiçbir zaman bilemeyecekti!.. Genç kız son bir kez adama gülümsedi. Sonunun aşka dönüşeceği bir ilişki başlamadan bitiyordu. Yeşil gözlere bakarkan 4 hafta boyunca (onsuzlukta) sığındığı dizeleri mırıldanmaya başladı.


"nem néztünk vissza, s már külön utakon jártunk

csend lett, s újra elbújt a hold

s ami maradt: ezernyi, megválaszolatlan kérdés

vajon ki fogja eloször meglátni a holdat?

ki fogja megvalósítani félbehagyott álmomat?

geriye bakmadık, ve zaten farklı yollarda yürüyorduk

bir sessizlik oldu, ve ay saklandı yine

ve geriye tek bişey kaldı. 

binlerce cevapsız soru 

ayı ilk kim görecek? 

kırık düşlerimi kim farkedecek?"


Derin bir nefes aldı ve devam etti.


"Şiir gibi yaşadık bu kısa 4 ayı haa? Ne de güzel bir veda oldu bu şiir. Farklı yollarda yürüdüğümüzü söyledin. Büyük ihtimal geriye dönüp bakmayacağız. Bakarsak... Gidemeyeceğiz çünkü. Koca bir sessizlik var her yerde. İnsanlar yağmurdan kaçıyorlar. Onlar yağmurdan biz ise aşktan. Ay da saklanmış yine... Gerçekten de geriye bir tek binlerce cevapsız soru kaldı. Acaba'lar, keşkeler..."


Yiğit, çaresizce kıza baktı ve derin bir nefes aldı. İkisi de sırılsıklam olmuştu. Üşüyorlardı fakat üşüyen bedenleri değil ruhlarıydı. Kızın gözlerinde onca şeye rağmen hâlâ umut ışığı dolaştığını görünce cebindeki ellerini yumruk yaptı. Ve son düşleri de kırdı.


"Bir gün... Ayı görmeni sağlayacak biri çıkacak karşına. Kırık düşlerini farkedecek biri. İzin ver o, kırdığım düşleri yeniden birleştirsin. Onun ile sana... Şimdiden mutluluklar dilerim!"


Arkasını dönen adam yürümeye başladı. Bir süre sonra arkasından bağıran kızı duyunca duraksadı fakat arkasını dönmedi.


"HER YAĞMUR YAĞDIĞINDA BENİ HATIRLA!.. AYA HER BAKTIĞINDA, HER MACARCA YAZIDA, HER KİTAPTA, HER SICAK ÇİKOLATADA BENİ HATIRLA!.. HER BAL GÖRDÜĞÜNDE GÖZLERİMİ HATIRLA!.. HER YALNIZ KALDIĞINDA RUHUNU BEN DOLDURAYIM, BENİ NASIL REDDETTİĞİNİ HATIRLA!.. HER ŞEMSİYE GÖRÜŞÜNDE İLK TANIŞTIĞIMIZ GÜNÜ HATIRLA! VE HER YILDIZ KAYDIĞINDA... BENİ HATIRLA! DİLEK'İNİ NASIL KAVUŞAMADAN KAYBETTİĞİNİ..."


Gözlerini kapatan Yiğit fısıldadı.


"Dilek..." 


Halbuki ismini öğrenmemek için her şeyi yapmıştı. Fakat genç kız, adamın onu unutmaması için her şeyi yapmaya kararlıydı. Bilmiyordu ki... Adam zaten onu asla unutamayacaktı. Yarasını görünce endişelenen gözleri, ona sevgiyle bakan, yeri geldiğinde utangaçça bakışlarını kaçıran yeri geldiğinde ise bir aslan kesilen kızı unutamazdı o! Fakat kalamazdı da... O naif kız onun hayatını kaldıramazdı. Yanaklarından süzülen yaşlar yağmura karışırken geriye bakmadan yürüdü Yiğit.


Şimdiki Zaman


Duyduğu hikayeyle adama bakan kız usulca nefes aldı.


"Babama benziyorum derken... Bu kadar benziyor olacağını tahmin etmemiştim!"


Burak, acıyla gülümsedi.


"Benzemek ne kelime. Ben babamın ta kendisiyim! Bunu aslında çok seviyor olsam da... O yokken ona benzemek canımı çok acıtıyor."


Yanağından bir damla yaş firar eden adam kesik bir nefes aldı.


"Yalnız Kelebeğim... Hikayelerimiz gerçekten çok benziyor. Kaçma kısmı da... Yıllar sonra karşılaşıp teslim olma kısmı da... Ya..."


"Hop hop hop. Orada dur bakalım! Ben sana 'Ya' ile başlayan tüm cümleleri yasaklamıştım Olric. Kapa çeneni şimdi!"


"Alfa değil de Olric? Alfa'ya 'Kapa çeneni' demek yemedi sanırım!"


"Yoo gayet de yer de... Alfa söz konusu bu konu olduğunda laftan anlamıyor. Olric en azından beni dinler dedim!"


Burak, kıza özür dileyen bir bakış attı. Hilal gülümseyerek özrü kabul etti. Adamın elinde olmayan sebeplerden böyle yaptığını biliyordu.


"Yalnız Burak... Şu isim meselelerini (Alfa, Olric ya da Asena, Kelebek) başkalarının yanında konuşmayalım. Millet çoklu kişilik bozukluğumuz olduğunu düşünüp bizi akıl hastanesine kapatacak!"


Burak bunun üzerine eğlenen bir kahkaha attı.


"Sen yanımda olursan olabilir aslında! Delilerle takılmak güzeldir. Aynı frekanstanız zaten! Yabancılamayız."


"Orası öyle de... Onca yıllık lisans ve yüksek lisans... Onları kaybetmeyi gözüm almıyor. Çok istiyorsan bir ara bana sahte kimlik çıkart da uğrayalım geçerken!" dedi Hilal gülerek.


Dışarı bakan genç kız Polonezköy'e geldiklerini görünce gülümsedi. Gittikleri yeri anlamıştı. Caner abinin hanımının işlettiği tatil yerine gidiyorlardı.


"Yol az kaldı sanırım. Ve hikayemiz hâlâ bitmedi. Bitirmeden inmem arabadan haberin olsun!"


"Şöyle ki... Aradan yaklaşık 1,5 yıl falan geçmiş. Annem bu arada Van'a gönüllü olarak atanma istemiş. Dayım da oradaki askeriyede görevli. (O da aynı şekilde gönüllü) Aynı evde kalıyorlarmış. Daha doğrusu dayım otel olarak kullanıyormuş evi. Çoğu zaman görevde olduğundan gelemezmiş. Yine de herkes Dilek Öğretmenin ikizinin asker olduğunu bilir ona göre davranırmış. Annemi herkes çok severmiş zaten. Dayım da bonusuymuş işin. Bu bonus... Annemi (öğretmenleri) sevmeyenleri zamanında öyle bir hırpalamış ki, o tayfa ne anneme ne de hocalara yaklaşabilmiş o günden sonra. Hatırlıyorum da... Ne zaman Van konusu açılsa ikisi de 'Benim kendi fikrimdi. Diğeri atladı işime maydanoz oldu!' derdi. 29 yaşındayım fakat hâlâ asıl kimin fikriydi bilmiyorum. Dayımın da bildiğini sanmıyorum gerçi." dedi Burak gülerek.


"Bir gün dayım, dağda bekçilik yapıyormuş. Bekçilik dediğime de bakma sen. Herhangi bir sıkıntı var mı diyerek gizlice keşif yapıyor, mağaraların yerlerini falan arıyor. Gayet de sivil bir şekilde! Üstlerinden biri öğrense direk ceza! İşte o gün bir hareketlilik dikkatini çekiyor. Bağırışmalar falan... Hemen bir kayanın arkasına gizleniyor ve olayı izlemeye başlıyor. Eli kolu bir adam getiriyorlar. Ağız burun dağılmış! Bir süre sonra konuşmalardan olayı çakan dayım buz kesiyor. Karşısında kafasına silah dayatılan adamın içeriye sızmış bir asker olduğunu anlıyor. Bu sırada birkaç boğuşma yaşanıyor ve babam vurulu..."


Burak, titrek bir nefes aldı. Gözlerinin önüne gelen görüntüleri silmeye çalışan adam elindeki elin 'Benimle kal!' dercesine sıkılması üzerine âna dönmüştü.


"Sonra ne oluyor?" diyerek onu teşvik eden kıza şükran gülümsemesi gönderdikten sonra devam etti.


"Adamlar onu orada öylece bırakıp gidiyorlar. Dayım da onlar gider gitmez babamın yanına koşuyor! Onun da kendisi gibi asker olduğunu öğrenen babamın son dediği şey 'Hastane ya da askeriye olmaz. Aramızda köstebek var. Beni ifşalayan da oydu zaten. Bildiklerimi bildirmeden ölemem' oluyor. Dayım da bu durumda doğal olarak onu kendi evine görüyor. Aynı zamanda... Kendisi askeriyede iken kız kardeşinin yaralı askerle ilgileneceğini düşünüyor. Yaşanan geçmiş hakkında hiçbir şey bilmiyor tabii. Annem onu ilk gördüğünde... Şok geçiriyor resmen. Babam desen... Günlerce ateşini düşürmeye çalışan kızın hayal olduğundan emin. Uyandığında karşısında bulunca..."


"Lütfen yine kaçmaya kalktığını söyleme!"


"Bu sefer annem izin verir mi sence buna? Babam da kaçamıyor zaten!.. Yaralı çünkü!" dedi Burak gülerek.


"Buraaaak!" 


"İlk başlarda yine soğuk davranmaya kalkışıyor. Fakat anneme muhtaç, evden çıkamıyor. Yaşadığının bilinmemesi lazım. Bu sırada annem deee... Bir erkeği yola getirebilecek en etkili silaha başvuruyor."


"Neymiş o?" diye sordu Hilal merakla.


"Kıskançlık!" dedi Burak gülerek ve devam etti.


"Babamı tedavi eden doktorun anneme ilgisi varmış. Fakat annem zamanında onu reddetmiş. Arkadaş olarak takılıyorlarmış... Adamın anneme bakışlarına deli olan babam ve onu güzelce süründüren annem! Ahh her şeyin şahidi olan dayım büyük bir zevkle bahsederdi o günlerden."


"Bir gün..." diyen kız, adama baktı. Onun devam et dercesine işaret etmesi üzerine devam etti.


"Bir gün Sinan dayının yanına beraber giderek o günleri dinleyebilir miyiz?"


"Olabilir. Neden olmasın? Hatta... Çok güzel olur. Hem dayım çok mutlu olur hem de... Onları çok özlediğimi farkettim. Birbirine takılmalarını, şakalaşmalarını, anılarını... Hatırlamak istiyorum. Öğrenmek istiyorum. Artık annem ve babamı hatırladığımda... Kanı, gözyaşını, acıyı, hüzünü değil; eğlenceyi, mutluluğı, kahkahayı, aşkı hatırlamak istiyorum. Bu yüzden... Mutlaka bir gün dinleyelim. Birlikte!"


"Birlikte!" diyerek tekrarladı kız mutlulukla.


Kalan yolu huzurlu bir sessizlik içerisinde geçiren ikili, sonunda gelecekleri yere ulaşmışlardı.


Emniyet kemerini çözen kız, Burak'ın kolundan tutması ile ona döndü. Alnından hissettiği dudaklar ile gülümserken huzurla gözlerini kapattı.


Geri çekilen adam alnını kızın alnına yasladıktan sonra onun gibi gözlerini kapattı.


"Teşekkür ederim Kelebeğim! Hayatıma girdiğin için, beni sevdiğin için, söyleyemediklerimi benim yerime söylediğin için, anne babasına hasret o çocuğu anne babasıyla kavuşturduğun için, yanımda olduğun için teşekkür ederim... Bugünü hayatım boyunca unutmayacağım. Seninle geçirdiğim her ân başkaydı ama bugün bambaşkaydı. Eğer sen olmasaydın ben fabrikanın o karanlık odasında hapsolmuş bir şekilde kalacaktım. Sen beni o fabrikadan çıkarmakla kalmadın... Yılların suskunluğunu bozmamı da sağladın. Annem ile babam... Sonunda huzur içinde uyuyabilirler. Ben... Anneme benzeyenimi buldum. Onun gibi bilgili, onun gibi güzel, onun gibi sevgi dolu..."


Gülümseyen Burak geri çekildi ve kıza baktı.


"O gün tüm o şeyler yaşanmadan önce bu konu açılmıştı. Annemin bana büyüdüğümü söyleyip peşine 'Küçük Alfa'm' dediği bir anda isyan bayraklarını çekmiştim. Annem de... 'Sen 30 yaşına da gelsen benim hep küçük Alfa'm olacaksın. Benim büyük Alfa'm var çünkü' demişti. Ben birazcık(!) kıskanç olduğumdan babama dikmiştim bakışlarımı. Dağdan gelip bağdakini kovmanın vücut bulmuş halini yaşıyorduk resmen. Babam da gülerek 'Kıskanmayalım lütfen! Büyüyünce bana kalbi güzel bir..." duraksayan Burak Hilal'in gözlerine baktı. Sözlerini/yaşadıklarını sansürlemek istemiyordu artık. Bu yüzden de devam etti.


"...Kalbi güzel bir gelin alırsın... O sana bolca Alfa'm der' demişti. Benim de maddelerim az önce saydıklarımdı işte. Devamında babam 'Hatun! Biz şimdiden kız bakmaya başlayalım bence. Bizim oğlanın kriterleri uzayıp gidecek gibi. Yalnız... Sana bir haberim var küçük bey! Aşkı, aklın değil kalbin seçecek.' demişti. Haklıydı... Tam o esnada annem 'Ve de ben' diye atlamıştı. Babamın bakışlarını görünce savunmaya geçerek 'Biricik oğlum var benim getireceği gelini sevmem lazım' demişti. Ben de..."


Yutkunan Burak konuşmayı kesti.


"Sen de?" diye fısıldadı Hilal adamın yeşil gözlerine bakarak.


"Ben seversem, sen de seversin!' demiştim!"


Gözlerini yere indiren Burak derin bir nefes aldı ve başını kaldırarak aşık olduğu ela gözlere baktı.


"Anlayacağın Kelebeğim... Annem yaşasaydı, seni kelimelerle anlatılamayacak kadar çok severdi!"


Edit; Profilimdeki YAĞMUR ADAM kitabı Dilek Kılıç ve Yiğit Kılıç çiftinin hikayesini anlatmaktadır. Bilgilerinize 🌼


Ne bölümdü amaa... Canım çıktı resmen. Beynim yanıyor ellerim desen sizlere ömür. Yine de... Dudaklarımdaki gülümseme her şeye bedel. Şu an yazdığım kelime 12157. Kelime 😱. Allah bilir kaç sayfa oldu 😅🤭.


Bölümü yazarken aklımdan İnception geçti sürekli. Rüya içinde rüyanın kurgu içinde kurgu versiyonu oldu resmen 😂.


19. Bölümde Dilek ve Yiğit'i yazarken çok eğlenmiştim. Bu bölümde de aynı heyecan ile yazdım. Garip hissettiriyor... Burak'ın özelliklerini ailesine serpiştirmek, Hilal ile benzer hikayelere sahip olmalarını sağlamak. Garip ve çok eğlenceli!


Şu Macar şair şiirinin mükemmel bir şarkıya konu olduğunu bilse ne yapardı acaba? Ya da Ferman abi ve Haluk Kuruosman 'Cevapsız Sorular' şarkısını yazarken eminim ki böyle bir kurguya gebe olacaklarını tahmin etmemişlerdi (Vallaha 2 gün önceye kadar ben de böylesine bir kurgu beklemiyordum. O kafede bu şarkıyı söyletirken şiiri sadece 'Burak'ın annesinin sevdiği bir Macar şiiri' olarak yaparım diyordum nerelere geldi.)


Bir de bu garip tesadüfler korkutmaya başladı 😅. Burak'ın tahmini yaşını 2020 üzerinden hesapladım. 91'li oluyor. Şarkı Kasım 2009'da çıkmış. Gerçekten de 18. yaş gününe denk gelince bir tırsmadım değil hani 😅


Güzel günlere bir an önce kavuşabilmek ümidiyle... Sağlıcakla kalın! Kendinize dikkat edin. Allah'a emanet olun 😍. Seviliyorsunuz 💙


Loading...
0%