Yeni Üyelik
44.
Bölüm

44. Bölüm- Aşk Olan Mavi...

@yasminiesa

Multimedya; Şehit Türküsü.

Multimedyayı şurada açın diye sizi kısıtlamayacağım. Eminim ki nerelerde olduğunu anlarsınız.


Benim için oldukça garip bir bölüm oldu. Yazarken böylesine bir şey çıkacağını hiç tahmin etmemiştim. Özellikle şehit sahneleri tam bir sürpriz oldu.

İyi okumalar 💙


Bu bölüm, Vatanımız için canını feda eden, vatan aşığı KAHRAMAN ŞEHİTLERİMİZE ithaf edilmiştir...


🐺 


"Size avukatımı istiyorum' dedim!"


"Demiştin evet. Ben de sana 'Rüyanda görürsün' diye karşılık vermiştim!" dedi Yağız iğneleyici bir sesle.


Kollarını kavuşturan Burak, köşedeki duvara yaslanmış, sessizce bu sahneyi izliyordu.


Sorguya gireli iki saat olmuştu...

Alfa, bu iki saatte ne konuşmuş ne de hareket etmişti. Adamın tek yaptığı, gözlerini dikerek Haluk'a bakmak olmuştu.


İşte tam da bu nedenle, sorgu odasındaki Haluk'u, onu konuşturmaya çalışan Şahin değil de, Alfa denen bu adam endişelendiriyordu.


Adamın, pusuya yatan bir kurt misali onu izlemesi... Haluk, tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Bu adamın gerçekten de çok farklı bir aurası vardı.


Yakalanmadan hemen önce boğuştukları sırada da bunu hissetmişti. Adamın, yüzüne doğru savurduğu bıçaktan kaçmak için herhangi bir hamle yapmaması ve yanağı çizildiğinde dudaklarında beliren soğuk gülümsemeyi hatırlayan Haluk usulca yutkundu.


"Tornado kim?" diye sordu Şahin bir kez daha.


"BİLMİYORUM! Tornado, kim olduğunu öğrenenleri öldürmesiyle meşhurdur. Hayatta olduğuma göre... Nasıl bilebilirim?" diye çıkıştı Haluk.


"Bana ukala ukala cevap verme! Hele o sesinin ayarı..." diye tısladı Şahin dişlerinin arasından.


Bu tepki ile kısa bir saniye duraksayan Haluk, bu duruma daha fazla dayanamayarak başını dikleştirdi.


"Avukatım gelmeden konuşmayacağım!"


Odada bir kahkaha yankılandı. Bu ses üzerine Haluk bir kez daha buz kestiğini hissetti. Kahkaha atan Alfa'nın duvardan ayrılarak kendisine doğru yürümesi ile kesik bir nefes alan adam yumruklarını sıktı.


Başının üzerine bir gölge düştüğünde ise bakışlarını ilerideki duvara dikti. Kendisinden belki de 15 yaş küçük olan bu genç adamdan korktuğunu belli etmek istememişti. Fakat içten içe, bu kurtun zaten bunu bildiğini ve bu durumun onu çok eğlendirdiğini hissediyordu.


"Avukatın asla gelmeyecek!"


Duyduğu kesin cümle ile kaşlarını çatan Haluk, başını kaldırdı ve karşısındaki adama baktı. Yeşil gözler buz gibi bakıyordu.


"Anlamadım?"


Masanın kenarına yaslanan Burak, adamın şahsi sınırlarını işgal edecek kadar yakınındaydı. Ve bu Haluk'un daha fazla gerilmesine sebep olmuştu.


"Bak yanağıma!" 


Adamın gösterdiği çiziğe baktı Haluk... Kendisinin yaptığı çiziğe.


"Eee... Ne olmuş?" diye sorarken sakin görünmeye çalışıyordu. Alfa denen adam şu an bir bıçak çıkartıp yüzünü ortadan ikiye yarsa hiçbir karşılık veremeyeceğine emindi.


"Bu yanağımı bu hale getirdiğin büyük(!) boğuşmamızdan sonra sen kaçtın yaa..."


Haluk, anlamsız gözler ile karşısındakine baktı.


"Ve ben de seni kaybettim(!)."


Kelepçesiz olan eli ile ağrıyan başını ovalayan adam kaşlarını çattı.


"Ne demek istiyorsun?"


Burak, omuz silktikten sonra ürkütücü bir sakinlikle konuşmaya başladı.


"Şimdi ben seni burada si..." duraksayan adam, aynalı cama baktıktan sonra kelime seçimini değiştirdi.


"Şimdi ben seni burada öldürsem kimsenin ruhu duymaz!"


Haluk, değiştirilen kelimenin bıraktığı etki ile sessiz kalmıştı. Nasıl olduğunu pek anlayamasa da bu adamların eline kaldığını anlamıştı. Onu kurtarmaya gelecek avukat da yokt...


Aklına gelen şey ile hızla başını kaldıran Haluk, Alfa'ya baktı.


"Bir dakika! Şimdi siz bana... Yakalandığımı ve kimsenin de bunu bilmediğini mi söylüyorsunuz?"


Adamın umut dolu sesi karşısında şaşıran ve tepkisizliğini zor koruyan Burak başını sallayarak konuştu.


"Evet?" 


"Neden?" diye soran adam ilk defa adam akıllı bir şekilde Burak'ın gözlerinin içine bakmıştı.


"Ne neden?" diye sordu Burak olayı anlamaya çalışırken. Adamın bu davranışı aklına tek bir şey getiriyordu. Bu bakışı daha önce de birçok farklı şekilde görmüştü. Düştüğü bataklıktan kurtulmak için bir umut ışığı bulan mağdurların gözünde...


Aynalı cama bir bakış attı. Diğerlerinin de bu olağandışı durumu farkettiğinden emindi. Bu bakış ile, 'birazdan onu öttürdüğümde, söylediklerinin doğruluğunu anında teyit edin!' demek istiyordu.


"Bu bakış da ne? Herkes kendi işini yapsın lütfen Alfa Bey! Ben senin sorgulama tekniklerini kontrol ediyor muyum? İki saattir sıkıntıdan patlarken ağzımı bile açmadım..."


Burak, kulaklığından gelen Kelebeğinin sesiyle birlikte, gülmemek için yanağının içini ısırdı.


'Bugün de herkesin içinde bir güzel haşlandık elhamdülillah.'


Onu düşüncelerinden çıkartan, konuşan Haluk olmuştu.


"Ben yurtdışında oldukça ün yapmış bir kimyagerim. Beni uyuşturucu üretme suçundan dolayı tutukladınız ve... Bunu gazetelere haber vermeden yaptığınızı mı söylüyorsunuz?.. İnanmam!"


"Garip! Sözlerin ve ses tonun çelişiyor... İnanmak istiyorsun!"


Haluk, alayla güldü.


"Siz polisler ün yapmak içi..."


"Kaçırdığım bir nokta mı var... Ben ne zaman sana bir polis olduğumu söyledim?"


Alfa'nın cümlesi üzerine Haluk kaşlarını çattı.


"Organize suçlar ile birlikte mekanı bastınız ya hani!"


"Sadece yardımsever biri olamaz mıyım?"


Adamın duruşu, bakışları, ses tonu ve bu sorgu odası, tek bir şeye işaret olabilirdi.


"Asker misin? Ben... Polislerden biri ile görüşmek istiyorum! Haklarım var ve onlar bu haklarımı..."


"Yok!.. Kimsenin hiçbir şeyden haberi yok!"


"Sana inanmıyorum!" diye mırıldandı Haluk ellerine bakarak. Adamlar ellerini kelepçelememişti ve bunun bir çeşit gözdağı olduğuna emindi Haluk. Kaçmaya kalkışırsan biz seni rahatlıkla durdururuz diyorlardı. Zaten kendisi de kaçmaya yeltenecek kadar salak değildi.


Burak, inceleyen gözler ile karşısındakine baktı. Tüm gece karşısındaki adam hakkında araştırma yapmıştı. Yıllardır temiz olan, kendisine yepyeni bir hayat kuran bu adamın Tornado için uyuşturucu üretiyor olması gerçekten de garipti. Aklını dün gece yaşananlar doldururken, Burak derin bir nefes aldı.


Hatırlamadığı berbat bir kabustan kan ter içinde uyanmıştı. Daha doğrusu uyandırılmıştı.


'İyi misin? Bağırıyordun!.. Burak ne görüyorsun böyle Allah aşkına? Kaç gecedir aynı şey yaşanıyor. O günü gördüğün onlarca kabustan uyandırdım seni ama... Bu farklı! Çok daha kötü. Neler oluyor?'


'Bilmiyorum... Hatırlamıyorum. Ben... Ben gerçekten ne gördüğümü hatırlamıyorum Emre. Her ne görüyorsam... Beynim siliyor sanki. Sanki... Hatırlarsam bununla baş edemeyeceğim gibi hissediyorum.'


Tüm bunları söyleyen Burak, hatırlamak için herhangi bir çaba harcamadan bilgisayarının başına geçmişti. Yumruk yaptığı elleri sızlıyordu. Kızarmış gözlerini saymıyordu bile...


Emre'yi zorlukla uyumaya gönderen adam, düşünmemek için yaptığı en iyi şeyi yaptı. Ve bu sayede, sabaha kadar Haluk Ulukoç hakkında her şeyi öğrenmişti.


Alfa, tereddüt ile etrafın inceleyen adama baktı. Vardı bir karın ağrısı... Burak buna emindi!


"Peki ya bana inansaydın?.. O zaman ne olurdu? Şu an gerçekten de kimse burada olduğunu bilmiyor olsaydı... O zaman ne olurdu Haluk?"


Burak'ın, konuşmanın başından beri ilk defa yumuşak çıkan sesi karşısında Haluk başını kaldırdı ve adama baktı.


"Hiç!" derken sesi hafiften titriyordu.


Adamın ses tonu, Burak'ın ayağa kalkarak adamın karşısındaki sandalyeye geçmesine sebep oldu. Bu hareketi ile, amacının adam üzerinde baskı kurmak olmadığını, onun kendisine gerçekten de güvenmesini istediğini gösteriyordu aslında.


"Yıllar önce uyuşturucu üretiminden dolayı yakalandın... İndirimler ve iyi halden faydalanarak 3 yıl hapis yattın. Bu sırada oğlun doğdu. Çıktıktan sonra ilk iş aileni de alıp yurtdışına çıktın. Orada da kızın dünyaya geldi. Dört yıl önce eşini kaybettiğinde... Oğlun 14, kızın da sadece 10 yaşındaydı. Oğlunun İstanbul sevgisi, senden gizli üniversite sınavına Türkiye'de girmesine neden oldu. Onu kıramadın ve yıllar sonra tekrardan bu ülkeye ayak bastın. Anlamadığım nokta senin tekrardan bu pis işlere dönmen değil... Marmara Üniversitesi Hukuk'u kazanan oğlunun, çok istediği okulunu dondurmuş olması. Bana bunu açıklar mısın lütfen?"


"Ne?" diye fısıldadı Haluk başını hızla kaldırarak.


Karşısındaki askere şok dolu gözler ile bakarken başını iki yana sallamaya başlamıştı.


"Yalan söylüyorsun! Oğlum... Okulda şu an."


"Neden böyle bir konuda yalan söyleyeyim? Sadece bir belge ile doğruluğunu kanıtlayabilirim... Hem niye böyle bir yalana ihtiyaç duyayım ki? Konumuz ile alakası bile yok!"


Haluk, titrek bir nefes aldı. 


"Oğlumu aramak istiyorum!"


"Neden?.. Bilgilerin kontrolünü bilgisayar ile de yapabi..."


"OĞLUMU ARAMAM GEREKİYOR!"


Haluk, ayağa kalkmış ellerini de sertçe masaya vurmuştu.


Burak'ın dudaklarında gözlerine ulaşmayan alaylı bir gülüş belirdi.


"Zehir üreterek binlerce oğlu öldüren adama bakın hele. Söz konusu kendi oğlu olunca nasıl da babayiğit bir insana dönüştü."


"Sana..." 


"Otur yerine!" dedi Burak sert bir sesle.


Haluk, bu komutu yerine getirmedi. Adama karşı hissettiği korku, bir baba olarak hissettiği korkunun yanında bir hiçti. Zaten... Her şeyi başlatan da bu korku değil miydi?


Duvarın kenarındaki Şahin, adamın oturmayacağını anladığında ona doğru yaklaştı fakat Burak'ın elini havaya kaldırması üzerine duraksadı ve ona baktı.


"Haluk? Bana ne olduğunu anlatırsan yardımcı olabili..."


"Bana yardımcı olmak istiyorsan oğlumu aramama izin ver. Eğer..."


Haluk, yanlış bir şey söyleyecekmişçesine sustu.


"Eğer ne?" 


"Yok bir şey!" diye tıslayan Haluk sandalyeye geri oturdu. Aldığı hızlı nefesler ve ayağını sallaması ortada büyük bir sorun olduğunu gösteriyordu. Bu sırada Yağız da, Burak'ın yanına oturmuş düşünceli gözler ile adamın davranışlarını inceliyordu.


"Korktuğun kim?" diye sordu Burak yumuşak bir sesle.


Haluk cevap vermedi. 


"Peki... Neden bu işlere geri döndün?"


Haluk yine cevap vermedi. 


"Peki neden oğlunu aramak istiyorsun?"


Haluk, bir kez daha cevap vermedi.


"Son sorduğum soru gerçekten de düşündürücü ama değil mi? Yani... Yurtta kalan oğlunu değil de, dünden beri evde yalnız olan küçük kızını aramak istersin diye düşünmüştüm."


Bu cümleyi duyan Haluk, başını kaldırarak karşısındaki askere baktı. Adamın gözlerindeki ifadeyi gören Burak, tüylerinin diken diken olduğunu hissetti.


Aynı çaresizlik vardı o gözlerde. Babasının gözlerinde de aynı çaresizliği görmüştü Burak. Onu, annesini ve doğmamış kardeşini kurtarmaya çalıştığı o günde, babası da aynı çaresiz bakışlar ile bakmıştı ona.


"Kayra nerede Haluk? Kızın... Nerede?"


Askerin ses tonundaki bir şey Haluk için son nokta olmuştu. Acı ile inleyen adam, ağrıyan başını ellerinin arasına aldı. Tüm bedeni titriyordu. Birazdan küçük bir çocuk gibi hıçkırıklarla ağlamaya başlayabilirdi. O kadar çok yorulmuştu ki...


"Kızın... Ellerinde mi? Bana her şeyi anlatır mısın?"


Haluk birden delirmişçesine gülmeye başladı.


"Beni zamanında haksız yere içeri tıkan size mi güveneceğim? O Tornado itinin arkasındakilerden biri olmadığını nereden bileceğim?"


"Tornado'yu birileri mi koruyor? Kim?" diye soran Burak'ın aklına gelen birkaç isim vardı aslında.


"Kim? Hangi birini soruyorsun? Geçen yıllara rağmen nasıl bir kere bile yakayı ele vermedi sence? Kim bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Tek bildiğim... Hayatımın içine ettiğiniz!"


Burak, buz gibi gözler ile adama baktı ve nefret dolu bir sesle konuştu.


"Önce şunda anlaşalım! Bir kez daha 'Siz!' diyerek beni o itler ile aynı keseye koyarsan... Bunu sana çok pis ödetirim!"


Askerin nefret dolu sesi karşısında Haluk, şüphe dolu gözler ile bakmaya başlamıştı.


"Neden sana güveneyim?" diye sorarken sesi tereddütlüydü.


"Ne kaybedersin?.. Oğlun aylardır sana yalan söylüyormuş. Nerede belli değil!.. Türkiye'ye kızın ile gelmişsin ama hiçbir okulda kaydı yok. Yaşadığın yerdekilerin bir kızın olduğunu bildiğinden bile şüpheliyim. Kızını okutmamaya falan karar vermediysen şayet... O adamların elinde demektir. Toladro'nun mekanında, uyuşturucu yapılan odada yakalandın. Her türlü sonun hapishane olacak... Zaten batmış durumdasın Haluk. Bana güvenmen daha fazla zararına olamaz. Ama oldukça yararına olacağına eminim!"


Haluk, düşünceli bakışlar ile karşısındaki adama baktı.


Onun bu hali karşısında öne eğilem asker ellerini masanın üzerinde kavuşturdu.


"Yavaştan başlayalım... Öncelikle neden haksız yere içeri tıkıldığını söyledin? Belgelere baktım. Oldukça geçerli sebepler ve kanıtlar vardı." dedi Burak ciddi bir sesle.


"Benim topladığım sebepler ve kanıtlar!" dedi Haluk yoğun bir alayla. Kahverengi gözleri, sesinin aksine acı doluydu.


"Bu ne demek?" diye soran Burak'ın kaşları çatılmıştı.


"Ben..." diyen adam sustu.


Birkaç dakika sessiz kalması üzerine derim bir nefes alan Burak konuştu.


"Haluk, yıllar önceki bir şeyi anlatmak bu kadar zor olmamalı değil mi?"


Adam sinirli bir kahkaha attı.


"Di'mi? Sıradan bir laboratuvar asistanının malzeme çalındığını fark ederek topladığı belgelerin, kendi üzerinde kullanılmasını anlatmak çok da zor olmamalı."


Direklerini masaya koyarak öne eğilen Haluk, Burak'a baktı.


"Ben... Baba olacağımı öğrendiğim gün haksız yere hapse atıldım. Bunun ne demek olduğunu bilebilir misin sen?"


Elimde, abi olacağını öğrendiği gün küçük kardeşi ile birlikte ebeveynlerini kaybeden birisi var o olur mu? Olmazsa... Baba olacağını öğrendikten sonra öldürülen bir adam tanıyorum. Karısı ve doğmamış çocuğu ile birlikte...


Burak, içinden bu düşünceleri geçirirken gözlerini adamdan çekmemişti. Adamın gözlerindeki ifadeyi görmesini istiyordu. Karşısındaki adamı başka türlü ikna edemeyeceğini fark etmişti. Düşündüğü gibi de oldu... Onun gözlerindeki acıyı gören Haluk, anlamsız bakışlar ile ona bakmaya başlamıştı. Kısa süre sonra merakla sordu.


"Evli misin?" 


Soru üzerine gafil avlanan Burak, dayanamayarak koca bir kahkaha patlattı. Ve bu kahkaha eğlenceli veya mutlu bir kahkaha değildi.


"Komik bir soru muydu?"


"Çoook(!)"


"Neden?" diye sordu Haluk.


"Ne zaman yerleri değiştirdik?.. Sorguyu yapan ben, sorgulanan ise sen değil miydin?"


Burak'ın tersleyen cümlesi ile Haluk, kollarını kavuşturarak arkasına yaslandı.


"Nasıl oluyormuş? Sen özel hayatımı deşe..."


"Tamam!" diyen Burak aniden ayağa kalktı ve arkasını dönerek kapıya doğru yürüdü. Adamın işbirliği yapmaya niyeti yoktu. Niye boşuna uğraşıyorsa?


Elini kapının kulpuna attığında ise duraksadı. Eğer çocuklar gerçekten de o şerefsizlerin elindeyse...


Bu düşünceler içerisinde kararlı adımlar ile geri döndü ve masaya ellerini yaslayarak, adama baktı.


"Evli değilim. Doğal olarak bir... Baba da değilim. Bu yüzden seni anlayamadığımı düşünebilirsin. Ama çok yanılıyorsun! Ben sadece... Aileni kaybetme diye uğraşıyorum. O çocuklar o adamların elindeyse eğer... Sustuğun her saniye onların hayatını tehlikeye atmış oluyorsun. Sebebin de sebep olsa bari... Güvenmiyormuş! Ben..."


Titrek bir nefes alan Burak, kısa bir duraksamadan sonra devam etti.


"Ailemi kurtarma ihtimalim olsa ve birisi bana bunu yapacağını söylese... Karşımdaki dünyanın en p*ç insanı bile olsa bu teklife balıklama atlardım. O umut için her şeyi yapardım! Onları kurtarmak için... Her şeyi yapardım. Her şeyi!"


Geri çekilen Burak, Haluk'a baktı.


"Kaybın ne olduğunu biliyorsun! Eşini kaybetmişsin ve... İster inan ister inanma ben onun acısını gözlerinde görüyorum. Eğer bu saçma inadına devam edersen Kayra'yı ve Kaan'ı da kaybedebilirsin. Belki de..."


"Devam etme!" diye tısladı Haluk. Adamın söyleyeceği şeyi duymak istemiyordu. Geceler boyu kızının 'Baba beni kurtar!' çığlığı ile kan ter içinde uyanan adam aylardır o belkilerde boğuluyordu zaten.


Yumruk yaptığı sağ elini hafifçe masaya vuran Burak, derin bir nefes aldıktan sonra sandalyesine geri oturdu.


"Cümleme devam ettirmiyorsun fakat... Onları kurtarmak için de hiçbir şey yapmıyorsun. Bu nasıl çelişki?"


"Oğlumu aramama izin vermiyorsun ama onu kurtaracağını söylüyorsun. Oğlumun onların elinde olduğu bile belli değil ama sen..."


"Eğer oğlun onların elindeyse... Senin de bizim elimizde olduğun anlaşılır. Tornado'nun mekanının baskına uğradığı resmi olarak bir haber olmasa da... Herkes tarafından biliniyor. Özellikle de o şerefsiz tarafından! Bu yüzden bana her şeyi anlatmadan ve adam akıllı bir plan yapmadan oğlunu arayamazsın. Ekibim oğlunun izini sürmeye çalışıyor şu an... Ama çıkmaz sokaktayız!.. Onların elinde olduğunu düşünerek hareket etmek en iyisi. Belki de değildir tabii... Fakat hiç sanmıyorum."


Burak'ın kendinden emin konuşması karşısında Haluk ellerine baktı. Kısa süre sonra başını kaldırdı ve adama baktı.


"Bunu neden yapıyorsun? Yani... Bunu yapınca eline ne geçecek?"


Burak, şaşkınlığını gizlemeyerek karşısındakine baktı.


"Gerçekten mi?" diye soran sesi inanamamazlıkla doluydu.


"Evet! Amacın ne?" 


"Çocuklarını kurtarmak?.. Askerim ya hani!"


Haluk, başını olumsuzca salladı.


"Sana inanmıyorum!" 


Sorgu odasında, sinir bozucu, yüksek sesli bir kahkaha yankılandı.


"Başa döndük ha?" diyen Burak sinirle başını ovuşturdu.


"Başka bir amacın olmalı. Yani... Öz çocuklarımı benden daha çok kurtarmak istiyor gibi görünüyorsun!"


"Zaten öyle... Senin kurtarmaya niyetin olduğunu sanmıyorum. Hâlâ susmaya devam ettiğine göre." dedi Burak iğneleyici bir sesle.


"Seni çözmeye çalışıyorum!"


Haluk'un cümlesi Burak'ın alayla gülmesine sebep olmuştu.


"Eeee... Çözebildin mi bari?"


Haluk, konuşmak için ağzını açmışken Burak başını iki yana sallayarak onu susturdu.


"Sorgunun başını düşün... Ve şimdiyi! Sence çözdüğünü düşündüğün şeyleri sen mi anladın, yoksa ben mi görmene izin verdim?"


Haluk, göz temasını keserek düşünmeye başladı. Garip bir şekilde karşısındaki adama sempati beslemeye başlamıştı. En başında deliler gibi korktuğu bu adama... Düşününce... Alfa sırf adamın kendisine güvenmesi için kendinden/duruşundan ödün vermişti. Bunun tek nedeni de çocuklarını kurtarabilmekti.


Başını kaldıran adam yeşil gözlere baktı. Adama çoktan güvendiğini fark edince kendi kendine güldü.


"Sende şeytan tüyü mü var?"


"Bence var!" 


"Katılıyorum!" 


"Kesinlikle!" 


"Kesin var!"


"Var var!"


Burak, önce yanındaki Yağız'a sonra da aynalı cama baktı ve istemsizce güldü.


"Varmış..." diye mırıldanırken hâlâ durumu sindirmeye çalıyordu. Sorgulamak için aldığı adama bir çay/kahve ikram etmedikleri kalmıştı.


"Aç mısın?"


Haluk, askerin nazik bir sesle sorduğu soru üzerine şaşkınca ona baktıktan sonra başını iki yana salladı.


"Günlerdir doğru dürüst yemek yiyemiyorum. Kızım ne yiyor ne içiyor bilmezken... Boğazımdan bir şey geçmiyor."


Adamın hüsran dolu sesi karşısında Burak derin bir nefes aldı. 'Yapacağım son iş de olsa o Taladro denen şerefsizi yakalayacağım!'


Haluk, askerin kendisine verdiği bu sözden bihaber anlatmaya başladı.


"19 yıl önceydi... O zamanlar bir kimya laboratuvarında asistandım. Birkaç sayımda malzeme eksikliği farkettim ve bir salak gibi bunu diğer asistan ile paylaştım... Dostum sanmıştım. Yanıldığımı anlamam çok sürmedi. Bana danışabileceğimiz polis bir tanıdığı olduğunu söylediğinde... Sazan gibi atladım olaya. Beni onunla tanıştırdı. Ben de belgeleri ona teslim ettim v..."


"Kim?" diyerek araya girdi Burak.


Haluk, esefle başını iki yana salladı.


"Ben içerideyken öldü. Kalp krizi dediler... Çok yaşı da yoktu gerçi."


"Tamam devam et... İsmini verirsin bir ara."


"Belgeleri teslim ettikten sonra, içimde doğru bir şey yapmanın rahatlığı varken... Cansu hamile olduğunu söyledi."


Dudaklarında, hüzünle karışık özlem dolu bir gülümseme beliren adam sakin bir sesle devam etti. Dışarıdan bakan birisi geçmişteki o güne döndüğünü anlayabilirdi.


"Baba olacaktım... O duygu, o his tarif edilemez. Bu haberin sevinciyle yediğimiz akşam yemeği, alacaklı gibi çalınan kapı ile son buldu. Kapıyı açtığımda..."


Kendi kendine alayla gülen Haluk, acı dolu gözler ile Burak'a baktı.


"O polisler resmen evimi bastı. Ben daha ne olduğunu anlamadan beni yere serdiler ve bileklerime kelepçeyi geçirdiler. Eşimin gözlerinin önünde!.. Kendi ellerim ile belgeleri teslim ettiğim adam, bana hakaretler etti ve bir köpekmişim gibi ekip arabasına tıktı... Adam akıllı sorgu bile yapmadılar. Kanıtlar(!) vardı çünkü. Mahkeme bile savunmamı dinlemedi. Avukat tutmak istediğimde 'Biz avukatını ayarladık. Ya o ya da hiç kimse' dediler. Ona razı oldum! O şerefsiz ise bana suçumu itiraf etmemi, bu sayede cezai indirim alabileceğimi söyledi. Kimsenin bana inanmayacağını anladığımda onu dinlemekten başka çarem kalmadı. Ben de... İşlemediğim bir suçu üstlendim. Bu yüzden... Ne karımın hamileliğinde ne de doğumunda yanındaydım. Onunla bir kere bile olsun doktora gidemedim. Görüş günleri geldiğinde oğlumun -ses kaydı yaptığı- kalp atışlarını dinletirdi bana. Oğlumun ilk kelimesini, ilk emeklemesini, ilk yürüyüşünü... Hiçbirini göremedim. Hayatım da hayallerim de tepe taklak oldu. O zaman yaptıkları yetmezmiş gibi... Şimdi de ülkeye girer girmez beni buldular ve yine hayatımın içine ettiler! Fakat bu sefer sadece ben değilim..."


Haluk, titreyen elleri ile başını sardı. Aradan geçen yıllara rağmen o günler, ilk zamandaki gibi canını yakıyordu. Bir süre sonra başını kaldırdı ve devam etti.


"Sanırım bu olaydaki tek iyi şey... Gerçekten de iyi bir koğuşa düşmemdi. Üç yılımı aynı koğuşta geçirdim. Bu olaydan önce, içerideki insanların da iyi birileri olabileceğini hiç düşünmezdim... Kötü şeyler yapmış olsalar da, ya pişman olmuşlardı ya da gerçekten de geçerli bir sebepleri vardı. Bir gardiyan vardı... Oranın müdürü olmuş şimdi. Sanırım yetkililerden bana inanan tek kişi oydu. Onun sayesinde... Oğlum doğduğunda hastaneye gitmiştim. Gerçekten de çok iyi bir insandı..."


"Öyledir!" dedi Burak gülümseyerek.


"Öyledir? Tanıyor musun yoksa?" diye sordu Haluk büyük bir şokla.


"Uraz Yalçın!.. Abim gibidir." diye mırıldandı Burak. Ulaş'ın abisi olan 44 yaşındaki Uraz, gerçekten de hepsine itina ile abilik taslıyordu.


"En baştan onun adını verseydin bülbül gibi şakıyabilirdim!" dedi Haluk.


Burak, başını iki yana salladı.


"Öncelikli amacım bana güvenmendi. Bana güvenmeseydin bu şekilde bunları anlatamazdın. Ayrıca tanıdığımı söylesem de inanmazdın!"


"Haklısın sanırım..." diye mırıldanan Haluk, askerin 'Anlatmaya devam et!' dercesine gözlerini açıp kapatmasıyla devam etti.


"Uraz Yalçın'ın beni koydurduğu koğuşta bir adam vardı... Koğuş ağası. Herkesin saygı duyduğu mert bir adam. Hasan Ağa sayesinde hiç kimse bana ilişemedi. Zaten bizim koğuşta kimse bir diğerine kötülük yapamazdı. Kötü bir şey yapmaya kalkanlar direkt başka bir koğuşa naklediliyordu. Çıkışıma yakın nasıl hayatıma devam edeceğimi düşünürken... Hasan abim Berlin'de yaşayan kızından bahsetti. Onun tanıdıkları sayesinde orada yeni bir hayat kurabileceğimden... Sonunda ben de Berlin'e taşındım işte."


"Dediği gibi oldu mu peki?" diye sordu Yağız merak dolu bir sesle.


"Kesinlikle! Sude'nin, Hasan ağanın kızının, bana referans olması ile çalıştığım yer Türkiye'deki suçumu görmezden geldi. Patronum kısa süre sonra, beni tanıdığında, suçsuz olduğuma inandığını söyledi zaten. Yıllarca orada yaşadım ben de."


"Kaan'ın sınava burada girmesi ve üniversiteyi kazanması ile de buraya geldin."


Haluk, bakışlarını Burak'a çevirdi.


"Ödevini iyi çalışmışsın asker. Fazla iyi..."


"Huyum kurusun." diyen Burak'ın dudaklarında ukala bir gülümseme belirmişti.


"Sen bayağı bayağı ukalasın." dedi Haluk gülerek.


Alfa, umursamazlıkla omzunu silkti. Gözlerinde eğlenceli bir parıltı vardı.


Adamın konuyu değiştirmeye çalıştığını anladığında ise "Kaçma kaçma. Anlat hikayeni hadi!" diye söylendi.


"Neyi anlatayım Alfa?.. Cansuyumu kaybettikten sonra o acıyla çocuklarımla adam akıllı ilgilenemediğimi mi? Yoksa eve gitmemek için gece yarılarına kadar çalıştığım zamanlarda, 14 yaşındaki oğlumun 10 yaşındaki kız kardeşine babalık yapmasını mı? Yaşayan Cansu olsaydı çocuklarımıza asla bunu yaşatmazdı. Fakat ben... Onun yokluğu ile baş edemedim. İstanbul'a gelince belki bazı şeyler düzelir, anılardan kurtulurum diyordum ama... Bu şehirde tanıştığımız, bu şehirde evlenme teklifi ettiğim ve bu şehirde yaşadığımız gerçeğini atlamışım. Berlin'de ailecek vakit geçirdik ama... Bize özel anlar asıl buradaydı. Bu yüzden sandığımın aksine İstanbul'a geldiğimde, toparlanmak şöyle dursun çok daha fazla dağıldım. Sabah evden çıkıyordum... O anı senin, bu anı benim dolaşıp duruyordum. Büyük ihtimalle o sıralar o adamlar tarafından takip ediliyorduk. Ve ben öylesine mecnundum ki... Bunu fark etmedim. Bir gün eve geldiğimde Kayra da, Kaan da yoktu... Kaan'a ulaştığımda, Kayra ile kavga ettiklerini ve kafa dağıtmak için dışarı çıktığını söyledi. Kayra'nın nerede olduğunu bilmiyormuş. Kaan daha öncesinde birkaç kere İstanbul'a gelmişti fakat Kayra İstanbul'u sadece kitaplardan, filmlerden biliyordu. Sonunda onu... Cansuyum ile tanıştığımız sahil kenarında buldum."


Ellerini birbirine kavuşturan Haluk, derin bir nefes aldı.


"Kayra hep Berlin'de kalmak istemişti. Kaan ile kavga nedenleri de buymuş... Taşıdığımız için abisini suçlamış. Annesinin mezarının da Berlin'de olduğunu, üzgün olduğunda onun yanına bile gidemeyeceğini söylediğinde... Berlin'e geri dönmeye karar vermiştim. Kaan bir şekilde başının çaresine bakardı ki zaten ev okula uzak olduğundan, çoğunlukla yurtta kalacağını söylemişti. Fakat Kaan'a bunu söylediğimde... Kayra'yı bilerek buraya getirttiğini söyledi. Bilerek tek başına değil de... Birlikte gelmemizi sağlamış."


Haluk, kızarmış gözlerini Burak'a dikti.


"Öylesine mükemmel bir babayım ki(!)... Annelerini kaybeden çocuklarımın acısını unuttum. Ben hayat arkadaşımı kaybetmiştim, onlar da bu hayatı kendilerine vereni... Annesiz büyüdüğüm için, bir annenin bir çocuk için ne denli önemli olabileceğini unutmuşum. Gerçi... Onlar tek annelerini değil, beni de kaybetmişlerdi. Kaan olmasa... Kayra'ya ne olurdu gerçekten bilmiyorum. Berlin'deyken belalı bir çeteye katılmış. O çocuklar onun arkadaşlarıymış(!). Benim 14 yaşındaki kızım sigara kullanıyormuş! Kaan'ın anlattığına bakılırsa sigara o çetedekiler için, 10 yaşında da olsan, sakız kadar sıradan... Her türlü pislikliği yapıyorlar. Belki buraya gelmeseydik günün birinde kızım bir uyuşturucu bağımlısı olacaktı veya daha farklı şeyler..."


Haluk, yumruk yaptığı elini masaya vurdu. İçindeki öfkenin sebebinin kendisi olduğu anlaşılıyordu.


"Tüm bunları duyduğumda... Artık Berlin'e gitmeyeceğimden emindim. Burada da var belki bu tarz şeyler ama... Oradaki kadar olağan sayılmıyor bu durum. Belirli normlarımız var, belirli çerçeveye sahibiz. Birinin ailesi o olumsuz olayı fark etmese bile, diğerininki fark edip herkesi uyarıyor..." diye mırıldanan Haluk derin bir nefes aldı ve anlatmaya devam etti.


"Duyduklarım ile başımdan vurulmuşa dönmüş, yaptığım hatayı anlamıştım. Bundan sonra iyi bir baba olacağımın sözlerini verirken... Markete giden kızım bir daha geri dönmedi. O gün, her yere baktım ama onu bulamadım. Telefonunu da evde bırakmıştı. Kaan ise yurt işleri için dışarı çıkmıştı. Telaşla onu aradım, telefonu meşguldü. Tam tekrardan arayacakken... Ekranda bir numara belirdi. Açtığımda ise tek bir cümle duydum... 'Kurtar beni baba!"


Kesik bir nefes alan Haluk'un gözünden bir damla yaş düştü. Titreyen eli ile o yaşı silen adam devam etti.


"Tam o an... Çaresizliğin ne olduğunu anladım ben. Karımı kaybettiğimde bile böylesine aciz hissetmemiştim. Eğer herhangi birine bir şey dersem... Kızımı bir daha göremeyeceğimi söylediler. Cümleye 'Bizim nasıl adamlar olduğumuzu biliyorsundur...' diyerek başlamışlardı. Ben... Kimseye bir şey söyleyemedim. Nasıl söyleyebilirdim ki? Biricik kızım, Cansuyumun emaneti, tehlikedeydi. Bana bazı talimatlar verdiler. Buluşacağım adamları, yapacağım işi söylediler. Benim... Kabul etmekten başka çarem yoktu!"


"Kaan'a söylemedin?"


Yağız'ın teyit etmek için sorduğu soruya, Haluk başını sallayarak cevap verdi.


"Söyleyemedim. O adamlara istediklerini yapacağımı fakat kızım ile konuşmak istediğimi söylediğimde... Kayra ısrarla 'Sakın abime söyleme!' dedi. Öncesinde Kaan'a defalarca kez 'İstanbul'a senin yüzünden geldim. Senin yüzünden hayatım mahvoldu!" demişti. Bu yüzden de yaşananlardan dolayı onun kendisini suçlamasından korktu. Abisinin... Onu kurtarmak için aptalca bir şey yapmasından korktu. Bundan ben de korkuyorum. Bu yüzden oğlumla konuşmalıyım... Kaan, Kayra'ya çok düşkündür. Kardeşi için gözünü bile kırpmadan hayatından vazgeçebilir."


"Her abi gibi..." diye mırıldandı Yağız, acı dolu bir sesle.


Burak, başını önüne eğdi. Bir yanda Yağız'ın acısı diğer yanda ise... Korumaya bile fırsat bulamadığı miniğinin acısı... İkisi üst üste ağır gelmişti. O bu düşünceler içindeyken yanındaki sandalyenin itildiğini duydu. Saniyeler sonra ise kapının kapanma sesini... Burak, dışarıya çıkan adama herhangi bir tepki vermedi.


"Sanırım... Bilmeden yanlış bir şey söyledim." diye mırıldandı Haluk özür dileyen bir sesle.


Başını kaldıran Burak, hüzünle gülümsedi.


"Gerçekleri söyledin... Kayra'nın nerede olduğuyla alakalı bir tahminin var mı?"


Haluk, başını iki yana salladı.


"Adamlar her pazar aratıyorlar ama..."


"Yanında durduklarından kızınla rahat konuşamıyorsun." diye mırıldandı Burak.


"Aslında pek öyle sayılmaz. Kızım nerede olduğunu bilseydi onu defalarca kez kurtarmıştım."


"Nasıl?" diye sordu Burak olayı anlamaya çalışarak.


"Şöyle ki... Kızımı ilk başlarda bir kadının yanına vermişler. Yaşı biraz var sanırım... Kayra ondan 'Oma' diye bahsediyor. Almanca'da..."


"Büyükanne demek... Biliyorum. Devam et!"


"İlk konuşmamızdan sonra bir cuma günü telefonum çaldı. Açtığımda Kayra'nın 'Sakın ben olduğumu belli etme. Yoksa Oma'nın başı derde girer' dedi. Sonrasında da duyduklarını ve yaşadıklarını anlatmaya başladı. Kaldığı yer, hücre evinin yanındaymış. Oma denilen kadın, kızımı hücre evine götürmelerine izin vermemiş. Adamlardan birinin babannesiymiş. Kızı hiçbir şekilde dışarı çıkarmayacağını ve yerini de belli etmeyeceğinin sözlerini vererek yanında tutmuş Kayra'yı. Eğer telefonda konuşurken kızımın sesini mutlu duymasam çıldırırdım. Torununa zarar verecekleri korkusuyla nerede olduğunu söylemese de... Her cuma kızımın beni aramasını sağlıyor. Yaklaşık yarım saat konuşuyoruz. Her konuşmamızda Kayra yeni bir bilgi veriyor. Mesela... Yaşadığı yerde uçan martıları sıklıkla görüyormuş. Sessiz sakin bir yermiş. Bir keresinde bir hastane helikopteri geçtiğini söylemişti. Ayrıca, geçen yolcu uçaklarının alçakta uçtuğunu ve seçebildiğini söylemişti..."


Burak, duydukları ile sandalyesinde doğruldu.


"Başka ne dedi? Uçakları hangi gün, saat kaçta görmüş? Ya da helikopter hangi hastaneninmiş söyledi mi? Detayları hatırlıyor musun?.. Not aldın mı?"


Haluk, başı ile onayladı. 


"Nereye yazdın? Defter kaldığın yerde mi? Bir şekilde alabili..."


"Gerek yok! Her şey burada..." diye mırıldandı Haluk başını göstererek.


"O kadar çok okudum ki söylediklerini... Ama tam yer bulmak imkansız. Telefon izletilebilir mi diye izleme konusunda illegal işler yapan birini bulup ona götürdüm ama... Hiçbir şey bulamadı. Büyük ihtimal telefonun, kullan at (disposable) telefon olduğunu ve izini süremeyeceğini söyledi. Kadında da bunun rahatlığı vardı eminim ki. Kızıma gözü gibi baksa da, torununun o şerefsizlere çalışmasından hiç hoşlanmasa da... Yetkililere haber vererek torununu tehlikeye atmayı göze alamaz."


Derin bir nefes alan Haluk, Burak'a baktı.


"Alfa, Kayra güvende. Bunu demem gerçekten saçma ve garip ama... O tanımadığım kadına güveniyorum ben. Kızımı korumak için her şeyi yapar. Bu yüzden... Benim şu an endişelendiğim kişi kızım değil, oğlum. Eğer kardeşinin kaçırıldığını öğrendiyse... O adamların istediği her şeyi yapar. Hani az önce bana dedin ya 'Ailemi kurtarma ihtimalim olsa ve birisi bana bunu yapacağını söylese... Karşımdaki dünyanın en p*ç insanı bile olsa bu teklife balıklama atlardım' diye... İşte oğlum da aynısını yapar. Tam olarak aynısını! O adamlar ne isterse istesin... Sonunda kardeşi kurtulacaksa istenilen şeyi yapar. O yüzden... Yalvarırım Kaan ile konuşmamı sağla. Lütfen! Oğlumu aramalıyım."


Parmakları ile masada ritim tutan Burak, bir süre durdu. Planının son demlerini de gözden geçiren Alfa başını aynalı cama çevirdi ve konuşmaya başladı.


"Komutanım! Sanırım Tornado'nun mekanına baskın olduğu ile ilgili bir haber yapmanın zamanı geldi."


4 Gün Sonra


"Hâlâ aramadı... 4 gün oldu Alfa!" dedi Haluk isyan dolu bir sesle.


"Sakin ol! Kaan aramamış olsa da... Bugün Kayra'nın arama günü. Bugün bu işi bitirelim. Kızın'ın yerini tespit edelim. Kaan aradığında, onun da yerini bulup çift zamanlı baskın yaparız."


Haluk, başını duvara yasladı ve sessiz kaldı.


İkili, bir süre sonra "Kahve isteyen?" diyerek sorgu odasına giren kişiye döndü.


"Hacker..." diye mırıldandı Haluk adama bakarken.


"Buyurun benim!" dedi Onur neşeli bir sesle.


Pufta oturan Haluk, kahveyi alırken hüzünle gülümsedi.


"4 gün boyunca bu berbat durumu, yaptığın esprilerle katlanır kılsan da..."


"Ya da kılmayıp daha çok sinir etse de..." diyerek adamın sözünü keserek araya girdi Burak.


Gülen Haluk, başını iki yana salladı.


"Kıskanma hemen Alfa. Çekilir kılma konusunda... Sen ondan daha büyük bir etkensin."


Elini böğrüne koyan Burak, gülümsedi.


"Ahh Efendim! Bu söylediğiniz ile beni ne denli mutmain ettiğinizi tahmin dahi edemezsiniz. Şu an size karşı öylesine minnettar hissediyorum ki..."


"Dışarıdan nasıl gözükürse gözüksün, her insanın içinde bir şebek yatar'ın vücut bulmuş hali gibisin Alfa!" dedi Haluk muzip bakışlarla.


Onur, gür bir kahkaha attı.


"Vayy! Görüyor musun şu işi? Koskoca Alfa, oldu mu sana şebek?" diyen adam sırıtıyordu.


Gözlerini deviren Burak, yerdeki armut koltuğa oturdu.


Haluk, geceleri nezarethanede kalsa da gününü bu sorgu odasında geçiriyordu. Adamın, telefonuna kaydettiği ses kayıtları ile masumiyeti kanıtlanmıştı. Gerçekten de kızını kaçırdıkları için girişmişti bu işlere... Bunu öğrenen KİT üyeleri, misafirlerini daha güzel ağırlayabilmek için sorgu odasını, hatta nezarethaneyi, biraz modifiye etmişlerdi.


"Bu arada... Güzel haberlerim var." dedi Burak dudaklarında beliren gülümseme ile.


"Nedir?" diye sordu Haluk, soru dolu bakışları ile.


"Tornado'nun piyasaya süreceği mallar, senden önceki uyuşturucuyu üreten adamın malları çıktı. Senin ürettiklerini ise arka depoda bulmuşlar. Anlattıklarına bakarsak... Yaptıklarının hepsi oradaymış!"


Haluk, yerinde doğrularak umut dolu gözler ile Burak'a baktı.


"Yani... Benim yapmak zorunda kaldığım o zehirden kullanan olmadı mı?"


"Cık! Olmamış."


"Allahım şükürler olsun." diye mırıldanan Haluk arkasına yaslandı ve gözlerini kapattı.


Kendi çocuklarını kurtarmak uğruna, başkalarının çocuğunu ateşe atmamıştı. Eğer yanındaki askerler o gün, o depoyu basmasaydı...


"Çok teşekkür ederim. Ben... Bu yaptığınızı asla unutmayacağım." diyen Haluk'un boğazı düğümlenmişti.


"Önce çocuklarını kurtaralım..." diye mırıldandı Burak duvara yansıtılmış harita resmine bakarken.


Haritanın üzerine toplam 6 tane işaretli alan vardı. Kayra bu alanların herhangi birinde olabilirdi. Alanlar geniş olmasa, Burak üşenmez tek tek hepsini dolaşırdı. Fakat işaretli alanlar köyler hatta ilçeler ile doluydu. Yarısı Avrupa, yarısı ise Anadolu'daydı. Oralarda küçük bir kızın olduğu evi aramak samanlıkta iğne aramaktan bile daha zordu. Ayrıca... Adamların kulağına arandıkları giderse Kayra'ya zarar verebilirlerdi. Burak'ı asıl durduran da bu ihtimaldi zaten.


Yağız, elinde tepsiyle birlikte içeri girdi. Tepsiyi masaya koyarken "Bir şeyler yemelisin(iz!)" dedi.


Cümleyi duyan Haluk, Burak'a döndü.


"Yemek yemiyor musun? Hem... Geceleri uyumuyor musun sen? Bu gözlerinin hali ne?"


"Sen... Beni mi azarlıyorsun?" diye sordu Burak, adama bir bakış atarak. Bakışlarında hafif bir şaşkınlık vardı.


"Galiba öyle... Yemek yiyorsun Alfa!"


"Dedi... 4 gündür, bir kase çorbayı bile zar zor içen adam." diye mırıldandı Burak alayla.


"Çocuklarımı bulmad..."


"4 günde bile ne kadar zayıfladın. Allah bilir 1 ay önce nasıldın? Çocuklarının seni bu halde bulduğunda 'Yaşasın! Babam biz yokken yemek yememiş. Bizim için endişelenmekten uykuları kaçmış. Yeri geldiğinde nefes bile alamamış.' diyerek mutlu olacağını mı zannediyorsun? Hangi evlat... Babasının acı çektiğini görmekten hoşlanır?"


Son cümleyi sessiz bir şekilde söyleyen Burak'ın aklında bacağından vurulan adam dönüyordu. Gerçi babasının acı çekmesinin sebebi bacağındaki kurşun değildi. Annesine yapılma ihti...


"Alfa'm?" 


Burak, kulaklığından gelen ses ile bakışlarını aynalı cama çevirdi. Garip bir şekilde bakışları tam Hilal'in bulunduğu yeri bulmuştu. Sanki kızın orada olduğunu biliyor gibiydi. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu. İkili hiçbir zaman birbirlerine zahiren bakmamışlar, her zaman birbirlerinin ruhunu görmüşlerdi. Aralarındaki bağın bu denli kuvvetli olmasının nedeni de buydu.


"O daldığın yerden çıkmazsan, gelir ben seni çıkartırım."


Kızın sert çıkan sesi karşısında Burak'ın dudaklarında bir gülümseme peydah oldu.


"Emredersiniz Efendim!" diyen adamın gözleri parlıyordu.


Dün akşam zorla eve gönderttiği Kelebeğinin, sonunda geldiğini anlayan Burak, bir an önce ela gözlüsüne kavuşabilmek için kapıya doğru hızla yürümeye başladı. Çıkmak üzereyken duraksayıp arkasına döndü ve Haluk'a baktı.


"Yemeğini yiyorsun Haluk... Abi! Dediklerimi unutma. Sen bana ayakta lazımsın. Tam ihtiyacım olduğun anda bayılırsan... Her şey çok daha kötü olur."


Derin bir nefes alan Haluk, başıyla onayladı ve ayağa kalkarak masaya geçti. Gülen gözler ile Burak'a baktıktan sonra konuşmaya başladı.


"Sen?' diyeceğim ama... Sanırım bu saçma bir soru olacak. Koşarak gittiğin kişi... Eminim ki bir şeyler yemeni sağlayacaktır."


Adamın cümlesi üzerine başını öne eğen Burak, gülümsedi ve bir şey demeden dışarı çıktı.


🐺


Çalan telefondaki isme bakan Alfa, hızlı adımlar ile sorgu odasına doğru gitti ve kapıyı açtı.


Başını masaya yaslamış olan Haluk, başını kaldırarak odaya giren Burak'a baktı. Askerin elinde gördüğü telefon ile ayağa fırlayan adam, titreyen bir sesle sordu.


"Kim?"


"Kaan..."


Haluk, titreyen eli ile telefona uzandığında Burak başını iki yana salladı.


"Önce oturuyorsun... Hiçbir şey olmadı. Hiçbir şeyden şüphelenmiyorsun. Sakin olacaksın abi! Herhangi bir hata..."


Alfa'nın yarım bıraktığı cümle çok şey anlatıyordu. Haluk, titrek bir nefes alarak anladım dercesine başını salladı ve sandalyeye düşercesine çöktü.


Burak, oturan adama telefonu uzatırken, Onur laptopu ile odaya girdi ve elindeki kulakları Yağız ile Burak'a uzattı. Burak'ın işareti ile yutkunan Haluk, telefonunu açtı.


Geçen dört gün içerisinde defalarca kez bu ânın provasını yapmışlardı.


Tabletten canlı yayın yapan bir kanaldan dizi açılmıştı ve odada da sadece bu ses duyuluyor, askerlerden çıt dahi çıkmıyordu. Gözlerini kapatan Haluk, vücudunu gevşetmeye çalıştı ve normal bir sesle konuşmaya başladı.


"Oğlum?.. Nasılsın? Nasıl gidiyor okul, yurt?"


"İyi işte baba. Aynı bildiğin gibi... Derslerin yoğunluğundan bir süredir arayamıyorum kusura bakma. Ee sen neler yapıyorsun?"


Haluk, elindeki telefonunu sıktı.


Nasıl anlamamıştı? Neredeyse her gün arayan oğlunun aramaları azaldığında neden hesap sormamıştı? Oğlunun sesindeki korkuyu nasıl duyamamıştı? Nasıl böylesinr berbat bir baba olmuştu? Nasıl...


Omuzunda hissettiği el ile gözlerini açan Haluk, omzunu sıkan adama baktı. Alfa, güven veren bakışlar ile 'Güçlü ol!' diyordu. Onun kararlı ve cesaret veren bakışları ile kesik bir nefes alan Haluk, oğluna cevap verdi.


"Bende de durumlar aynı. Dizi izliyordum şimdi... Birkaç gün öyle evde takılmayı düşünüyorum öyle. Sonrasında tekrardan iş aramaya çıkacağım."


"İnşaallah işin rast gider baba. Peki ya... Kardeşim? Kayra... İyi mi?"


Gözünü kapatan Haluk'un gözünden bir damla yaş düştü. Oğlunun, kardeşini sorarken titreyen sesi... Omzundaki elin tekrardan omzunu sıkması üzerine elini yumruk yapan Haluk, zorlukla güldü.


"İyi. Yine... Kayra'lığını konuşturuyor işte."


Karşı taraftan, titrek bir nefes alma sesi duyuldu. Kısa bir süre sonra Kaan, hafif boğuk çıkan sesiyle konuştu.


"Konuştursun... Almanca ve Türkçe'yi birlikte kullanıp katlederek nefessiz konuşsun. Saçma sapan YouTube videoları çektikten sonra zorla gelip izletmeye çalışsın. O berbat sesiyle, çığırarak iğrenç aşk şarkıları söylesin. Yakışır benim Hexe'me (Cadıma)."


Haluk, yumruk yaptığı elini ağzına götürdü ve ısırdı. İnlememek için kendini zor tutan adam, oğlunun kendisine seslenmesi ile gözlerini kapattı.


"Vater? (Baba?)"


Gelecek cümleden deliler gibi korkan Haluk zorlukla "Efendim?" diye karşılık verdi.


"Seni... Sizi çok seviyorum. Bunu sakın unutma olur mu? Senin gibi bir babaya sahip olduğum için dünyanın en şanslı insanı olmalıyım. Bizim... Bizim okul ile üç günlük bir okul gezimiz var. Şu an otobüsün yanındayım. Birazdan yola çıkacağız. Bu süre içinde telefonum çekmeyebilir. Bu yüzden de... Ulaşamazsan endişelenme. Kayra'ya sevdiği makaronlardan sipariş etmiştim... Yarın pastane getirecek. Afiyetle yesin. Kendinize çok iyi bakın. Allah'a emanet olun... Kapattım!"


"Kaan?.. KAAN?"


Karşı hattan dıt dıt sesi yankılanırken, Haluk'un elindeki telefon kayarcasına yere düştü. Başını masaya yaslayan adam, gözlerini kapattı ve tek kelime etmeden öylece durdu.


"Haluk?.. Abi?"


Burak'ın kendisini sarsmasına hiçbir tepki vermeyen adamın başı ağrıyordu. Kulaklarında, önce hafif başlayan sonrasında şiddetlenen bir çınlama belirmişti. Askerlerin, kendisine seslendiğinin farkında bile değildi.


Tam o esnada, çınlamalar arasından tanıdık bir melodi duydu. Odada gittikçe yankılanan sesi duyan adam hızla başını kaldırdı ve telefonuna uzandı. Ekranda artık ezbere bildiği numara belirirken, yanaklarından yaşlar süzülmeye başlamıştı.


"Ne diyeceğim? Kızım arıyor. ONA NE DİYECEĞİM?.. Ya... Ya abisini sorarsa... Ben... AAHH!"


Haluk, titreyen eli ile yüzünü kapattı. Gözyaşları sakallarından aşağı süzülürken, Burak elini sertçe masaya vurdu ve keskin bir şekilde konuşmaya başladı.


"Bana bak!.. Abi bana bak!.. Kendini toparlamalısın. Dağılma gibi bir lüksün yok. Şimdi değil! Çocuklarını kurtardığımda istediğin kadar dağılabilirsin ama... Şimdi olmaz! Hacker şu an oğlunun yerini tespit etmeye çalışıyor. Kayra'nın da yerini öğrenmeliyiz. Bu yüzden şimdi bu telefonu açıyorsun... Ve kızına hiçbir şey çaktırmıyorsun. Hayatının rolünü yapacaksın! En mükemmel şekilde, hiçbir şey çaktırmadan konuşacaksın telefonda. Şu an kimseye güvenemeyiz... Kızın bahsettiğin kadına güveniyor olabilir ama benim böyle bir lüksüm yok. Bu yüzden... Kızına hiçbir şey çaktırmayacaksın. Yoksa..."


Dişlerini sıkan Burak sustu ve derin bir nefes aldı. Konuşmaya devam ederse sert konuşacaktı fakat karşısındaki adamın bunu kaldıramayacağı ortadaydı.


"Anlaşıldı mı?" 


Haluk başını salladı. 


"Anlaşıldı mı?" 


"Anlaşıldı..." diyen adamın sesi kısık çıkmıştı.


Burak, adamın elinden telefonu aldı ve ciddi bakışlar ile ona baktı.


"Böyle açacaksan hiç açma! Ya şu sesini kontrol edersin ve kızınla konuşursun, ya da kızınla konuşmana izin vermem."


"Bunu yapam..." 


"Yaparım!" diyerek adamın cümlesini kesen Alfa'nın sesindeki ve bakışlarındaki kararlılık, bu sözünü tasdikler nitelikteydi.


"Telefonu açmaman sorun... Ama bu şekilde açman ultra büyük bir sorun. Bunu göze alamam! Şu an bir krizin ortasındayız ve... Duygularını kontrol etmelisin abi. Yoksa çocuklarını bir daha göremezsin. Durumun ciddiliğini anlamanı istiyorum. İki taraf da birbiri ile bağlantılı ve bizim bilmediğimiz bir şeyler çeviriyorlar. Sende sezdikleri herhangi bir durum ile... Gözlerini bile kırpmadan çocuklarını öldürürler. Sadece..."


"Devam etme!" diye tısladı Yağız.


Titrek bir nefes alan Burak, Haluk'a baktı ve mırıldandı.


"Durumun ciddiyetini anlaman için başka ne yapabilirim?"


Bu sırada telefon susmuştu. Sorgu odasını büyük bir sessizlik kaplarken kimse konuşmadı. 10 saniye sonra telefon tekrardan çalmaya başladığında, Burak derin bir nefes aldı.


"Düzgün konuşacak mısın yoksa bir kez daha sussun mu?"


Ekip arkadaşları liderlerinin blöf yaptığının farkındaydı. Duruşundaki sabırsızlık ve gözlerindeki endişe bunu belli ediyordu. Fakat Burak'ı tanımayan Haluk, bunu anlamamıştı. Telefonun bir kez daha kapanacağı ve kızı ile konuşmayacağı korkusu ile yerinde doğruldu ve güçlü bir sesle konuştu.


"Telefonu ver!" 


Burak'ın gözlerinde takdir dolu bir gülümseme belirirken telefonu uzattı. Bir yandan da mırıldanmayı ihmal etmemişti.


"Sana güveniyorum!"


Bakışları ile adamı onaylayan Haluk telefonu açtı.


"Kusura bakma Kızım. Lavabod..."


"Abim biliyor mu? Öğrendi mi?"


Kızının korku dolu ses tonuyla söyledikleri karşısında afallayan adam, bakışlarını Burak'a çevirdi.


Başını iki yana sallayan Yüzbaşı bir yandan da dudaklarını oynatarak 'Sakın!' demişti.


"Bunu da nereden çıkarttın?"


"Az önce beni aradı. Sanki... Sanki vedalaşıyor gibiydi. Baba, abim öğrenmedi değil mi? Lütfen öğrenmedi de. Ama o zaman neden öyle konuştu ki..."


"Kayra'm..." 


Küçük kızdan bir hıçkırık koptu.


"Babacığım. Lütfen öğrenmedi de..."


"Şşşt. Tamam... Abin okul gezisine gitti. Sana öyle gelmiştir. Şimdi sil bakayım o gözyaşlarını... Ağlamak yok! Ben sana sımsıkı sarılana kadar, saçlarını okşayarak 'Ağla güzel kızım... Ağla!' diyeceğim güne kadar ağlamayı yasaklıyorum sana... Bensiz ağlamayacaksın. Ist das klar? (Anlaşıldı mı?)"


"Das war's, Papa... Kein Weinen!"

(Anlaşıldı baba... Ağlamak yok!)


"Gut gemacht, um meine Tochter."

(Aferin benim kızıma.)


Derin bir nefes alan Haluk gülümsemeye çalıştı.


"Ne oldu biliyor musun?.." diye hevesle şakıyan kızını duyduğunda, dudaklarındaki zoraki gülümsemenin yerini içten bir gülümseme almıştı.


"Ne oldu saman göz?"


"Off baba. Kaç kere söyleyeceğim? Benim gözlerim Kehribar rengi! Şimdi hiç 'Samana güneş vurunca...' diye başlama. Saman ne yaa? Bin ich Unkraut? (Ot muyum ben?)"


Haluk, söylenen kızı ile birlikte neşeli bir kahkaha attı. Bu kahkahanın sonunun hıçkırıklar ile ağlamaya gideceğini fark ettiğinde ise hızla sustu. Kızını deliler gibi özlemişti. Bir yanda da kızı diğer yanda oğlu vardı... Kaan aklına geldiğinde adamın nefes alış-verişleri hızlandı. Kayra'nın da dediği gibiydi... Oğlu veda edercesine konuşmuştu. Düşüncelerini savuşturmak için başını sallayan adam kızına hitaben konuştu.


"Söylenme söylenme! Saman rengi işte."


"Offff papa... This straw doesn't bring good things to my mind." (Offf baba... Bu saman aşkın aklıma hiç iyi şeyler getirmiyor.)


Kızının kısık sesle söylediği cümleyi duyan adam istemsizce gülümsedi. Odadaki diğerleri gibi...


"Bir dahakine duymamı istemediğin şeyleri mırıldanırken babanın da İngilizcesi olduğunu unutmazsın e mi kızım? Haa bir de... Telefonu kulağından uzaklaştırırsın... Bunu da mı ben öğreteceğim?"


"Hast du es gehört?" (Duydun mu?)


Kızının utangaç bir sesle konuşması üzerine adam hüzünle gülümsedi.


Bir anda "Özledim!" diye mırıldandı. Sesi boğuk çıkmıştı.


"Ben de..." diye fısıldayan kızın sesi titremişti. Saniyeler sonra eski pozitifliği ile konuşmaya başladı.


"Neyse... Biraz daha duygusal modda takılı kalırsam hiç iyi şeyler olmayacak papa... Bak sana ne anlatacağım? Dün akşam çok eğlenceli geçti... Ahh gerçekten de çok özlemişim. Kim olduğunu bulduğumda sıkı bir hayranı olacağım. Solo değildi de gruptu sanki. Aman neyse. Almanya'daki o gıcık Amelie, Türk şarkılarına/şarkıcılarına laf yapıyordu. Şuradan kurtulduğumda ilk iş onu kapak etmek olacak. Sie haben ausgezeichnete Lieder. (Mükemmel şarkıları varmış)

İtiraf ediyorum bunu ben de beklemiyordum."


"Kayra?" dedi Haluk gülerek.


"Hee... Es tut mir leid Papa (Kusura bakma baba).Ben yine kendimi kaptırdım. Dün burada çok güzel şarkılar dinledim... İlk başta birisi ses sistemi ile açtı sandım ama aynı bizim Konzerte in Berlin (Berlin'deki konserler) gibiydi. Bağırış sesleri buraya kadar geldi resmen. Sanırım bayağı ünlüydü çıkanlar. Ben bayağı sevdim şarkılarını. Bir ara İngilizce bile söylediler biliyor musun? Neydi?.. Heh!" diyen kız şarkı sözlerini mırıldanmaya başladı.


"For all this time, I've been loving you

Don't even know your name

For just one night, we could be the same

No matter what they say!"


Burak'ın dudaklarında kocaman bir gülümseme belirdi. Kayra'yı gördüğünde, 'Böylesine büyük bir ipucuyu bilerek mi vermiş yoksa öylesine mi anlatmıştı?' diye sormayı aklının bir köşesine yazmıştı.


Onur, maNga'nın konser verdiği yerin, işaretlemiş oldukları 6 yerden birisinde olduğunu görünce zevkle gülümsedi ve dikkatini o alana yoğunlaştırdı. Bir yandan da konserin ses sistemini kontrol ediyor ve ne kadar uzaklığa erişebileceğini hesaplıyordu. Burak, belirli bir alanı gösterdiğinde Onur sorgusuz o alanı işaretledi. Tim bunları yaparken, kulaklıklarındaki kızın sesi ile istemesizce gülümsüyorlardı.


"Sonraaa... Bir tane daha vardı.

Hadi beni yine sev

Beni deli deli sev

Beni yine yine yine yeni yeni yenide... Yok yaa böyle değildi. Neydi? Yeni yeni yine miydi?.. Ayy bilmiyorum ama o da çok hoştu. Bu Türkler işi biliyo..."


"Berlin'de doğduğu için kendini Alman zanneden güzel kızım... Size okulda öğretmiyorlar mı? 'Önemli olan senin değil atanın doğduğu yerdir' diye. Sen has be has Türk'sün. Gerçi sen işine gelince 'Ben türküm karşıma çıkanı ürkütürüm!' işine gelince '(Es ist berlin in meinem Geburtsort, junge Leute. Zerstreuen!' (Benim doğum yerimde Berlin yazıyor gençler. Dağılın!). Sanki kimliğinde Berlin yazması Alman vatandaşlığına etki ediyor da..."


"Ahh! Bringt das nie zur Welt, Papa (Hiç açma baba şu konuyu). Ne diye 8 yılı doldurmadan beni yaptıysanız? Sadece 4,5 yılcık ile Alman vatandaşlığını kaçırdım resmen."


"9 yaşında olmayı böylesine çok istediğini bilmiyordum kızım. Tüh... Gördün mü şu işi! Gitti Alman vatandaşlığı."


"Şu an tek sevindiğim 8 yaşından kurtulmuş olmak. Geçen sene bu cümleyi kurduğum her seferinde beni Cedric yapmıştın. Oh, was für ein schrecklicher Tag! (Ahh ne berbat günlerdi!)"


Gülen Haluk, konuşmak için ağzını açmışken telefondan gelen ses ile kaşlarını çattı.


"Bu ne?"


"Helikopter... Dur bir bakayım! Bu seferki geçenki gibi kırmızı değil. Mavi... Koyu mavi. Yine de... Luft ambulanz (Hava ambulansı) sanırım. Bizim oradakilere benziyor papa."


Haluk, umut dolu gözler ile askerlere baktı. Onur, çoktan birkaç saat içinde havalanan hava ambulanslarına bakmaya başlamıştı. Birkaç görüşmeden sonra Kayra'nın kesin yerini öğrenebileceklerini anladığında, gülen gözlerle adama göz kırptı ve eli ile okay işareti yaptı.


Şükran dolu bir nefes alan Haluk, arkasına yaslandı.


"Babacığım benim artık gitmem gerekiyor. Oma'yı zor durumda bırakacağım yoksa... Seni çooook çok çok seviyorum. Abime de çok selam söyle. Beni merak etme ha. Oma iyi bakıyor... Fazla iyi bakıyor hatta. Kesin kilo aldım. Neyse... Bis bald. Ich küsse dich (Görüşürüz. Öptüm)."


"Bis bald!" diye mırıldanan Haluk telefonu kapattı. Kızıyla görüşmeleri, Allah'ın izniyle birkaç saate olacaktı.


🐺


"Ben, Yağız ile birlikte Kaan'a gidiyorum. Oradaki durum ne belli değil... Kaan'ı rehin kullanma durumuna karşı keskin nişancı bende! İkimiz yeteriz şimdilik. Yine de destek ekibe söyledim hazırda olacak. Hacker da sahada... Kadavra bize eşlik edecek. Emre, hücre evi sende! Serkan görevdeymiş bu yüzden de Ölüm Timi'nin başında şu an Turan Alp denen herif varmış. Numarası vardı sende. Haberleşin... Planı duruma göre yaparsın artık."


"Yoksa Turan var diye mi Kaan'a gidiyorsun?" diye sordu Emre şakacı bir sesle.


"Alakası yok. Hem... Banane ondan!"


Burak'ın gözlerini devirerek kurduğu cümle ile Emre güldü.


"Yeminlen çocuk gibisin Burak!"


Emre'ye bir bakış atan adam, yorum yapmayarak silahının kontrolünü yapmaya geri döndü.


Tim, bir yandan hazırlanıyor bir yandan da ikilinin bu konuşmasını gülen gözler ile izliyordu. Kapının yanındaki Hilal'in sesini duyduklarında hepsi o tarafa dönmüştü.


"Nedir bu Turan Alp mevzusu bakayım?"


Burak'tan alacağı cevabın kendisini tatmin etmeyeceğini bilen genç kızın meraklı bakışları, Emre'nin üzerindeydi.


"İkinci Serkan vakası işte." dedi Emre gülerken.


"Serkan ile o ukala bir mi Allah aşkına?"


Burak'ın ses tonu üzerine ona bir bakış atan genç kız, komidinin üzerine oturarak çelik yeleklerini giyen adamlara baktı.


"Hee... Yani diyorsun ki 'Aslında birbirleri ile mükemmel anlaşacaklar ama ikisi de itinayla birbirinin damarına basıyor. Bu yüzden de sürekli dalaşıyorlar.'... Ben de Serkan dostu olunca saracak birini bulamayan Alfa, nasıl hayatta kalabildi diye merak ediyordum. "


"Hilaaaal!"


"Buraaaaak..." diye gülerek karşılık veren genç kız "Yalan mı?" diye devam etti.


İç geçiren Burak, bu soruya yanıt vermedi. Aklı, kurtarmaya gideceği çocuklardaydı. Kaan'ın sözleri sürekli aklında dönüp duruyordu. Genç çocuğun neden vedalaşır gibi konuştuğunu bir an önce öğrenmeliydi. Gerçi içinden bir ses, öğreneceklerinin hiç hoşuna gitmeyeceğini söylüyordu.


"Sen... Serkan ile Burak'ın hikayesini biliyor musun?"


Emre'nin sorusu üzerine, ayakkabılarının bağcığını bağlayan Burak başını kaldırdı ve bakışlarını kendisine bakan ela gözlerle buluşturdu.


Onların anlam dolu bakışması karşısında Emre, büyük bir şokla Burak'a döndü.


"Sen, Hilal'e 4 yıl önce yaşananları mı anlattın?"


Kardeşine kısa bir bakış atan Burak, başını salladı ve yaptığı işe geri döndü.


"Nasıl yaa? Ben bile Aslı'ya anlatmadım... Her şeyi mi anlattın?"


Bağcıklarını bağlamayı bitiren Burak ayağa kalktı ve bıkkın bir şekilde Emre'ye baktı.


"Niye bu kadar şaşırıyorsun gerçekten anlayamıyorum Emre. Hilal'in yıllar önceki olay hakkında senden daha fazlasını bildiğini söyledim... 4 yıl önceki olay bunun yanında ne ki?"


"Haklısın..." diye mırıldanan Emre, bir anda Hilal'in yanına gitti ve elini uzattı.


Genç kız, adamın ne yapmaya çalıştığını anlamasa da komidinden indi ve gayet resmi bir şekilde karşılık verdi. Gözlerindeki muzip parıltılar ile ne kadar resmi durdurduğu tartışılırdı.


"Tebrikler Hilal Reis! Yıllardır hiç kimsenin yapamadığını, şu kısacık zamanda yaptığın için Guinnes Rekorlar kitabına kaydedeceğim seni." diyen Emre kızın elini sıktı. Ardından bununla sınırlı kalmayarak kız ile tokalaştı.


Hilal gülmeye başlarken, Emre şükran dolu bakışlar ile kıza bakıyordu. Her ne kadar işi şakaya vurmuş olsa da, adamın ses tonu minnetini haykırır nitelikteydi.


Burak bu sahnedeki başrolün ,asıl sebebin, kendisi olduğunu adı gibi bilse de Emre'nin kızın elini bırakmaması, cinlerini tepesine çıkarmıştı. Hızlı adımlarla ikilinin yanına ulaşan adam, kızın elini kendi elinin arasına aldı ve Hilal ile Emre'nin ortasına girdi.


Onun bu hareketi odadakilerin şaşkınca birbirlerine bakıp gülmesine neden olmuştu. Durumun garipliği karşısında şok bakışlarla Burak'a bakan Emre, eli ile kendisini işaret etti ve saf bir şaşkınlık ile sordu.


"Benden de mi kardeşim?"


" شما چه می گویید ؟ او حسود از من حتی سال پیش است."


(Sen ne diyorsun? Adam beni yıllar önceki kendisinden bile kıskanıyor.)


Hilal'in Farsça söylediği cümleyi duyan Burak güldü.


"Yani o kadar da... Olabilir tabii. Belki... Yani... Niye açtın ki şimdi bu konuyu?" diyen Burak, kıza baktı.


"Kabul mü ettin yani? Ama bu çok..."


"İşte Luna da geçenlerde seni soruyordu... 'Adaşımsı ablam nasıllar iyiler mi?' diyordu."


Mesajı alan Hilal, eli ile ağzına hayali bir fermuar çekti. Ne de olsa Sevda Teyze'sine gittiği gün köpeğin Burak'a yaptığı şebekliklere söylenen kendisiydi. İkili karşılıklı olarak birbirlerine güldüler. İkisinin de durumu birbirinden beterdi.


Bu sırada Sinan Binbaşı'nın odaya girmesi ile tüm tim ona döndü.


"İzin çıktı mı?.. Ölüm Timi de destek veriyor değil mi?"


Burak'ın sorusu üzerine Sinan başını salladı.


"İzin çıktı. Cevat'la da konuştum. Tim boştaymış... Hazırlanıyorlar şimdi."


Sinan'ın Hilal'e bakarak konuşması üzerine, Burak gözlerini kısarak ikiliye baktı.


Çekingen bir şekilde "Konuşabilir miyiz?" diye soran kızı duyduğunda eli istemesizce yumruk olmuştu. Açtığı ağzını hızla geri kapattıktan sonra dudaklarını yumdu. Aklındaki düşünceleri süzgeçlemeden dile dökerse, kızı kıracağının farkındaydı. Usulca kızın elini bırakan adam ellerini cebine soktu.


Kısa bir an boşta kalan eline bakan Hilal, adamın konuyu anladığını fark ederek hızla konuşmaya başladı.


"Kayra, kadına çok bağlanmış Burak. Kadının anlattığı gibi biri olmamasından korkuyorum. Bunun nedeni Stockholm Sendromu olabilir. Eğer öyleyse hızla müdahale etmeliyim. Onca erkek, küçük kızı korkutabilirsiniz ve bu durumda Kayra'nın sığınacağı kişi o kadın olacaktır. Böylesine bir durum, ona daha çok bağlanmasına neden olur ve bu gerçekten de çok tehlikeli."


"Ölüm Timi'nde kadın asker var..." diye mırıldandı Burak hafif sert bir sesle.


"Gülderen, Serkan ile birlikte görevde."


"Gülderen? Adını geçtim göreve gittiğini de biliyorsun ha? Ne yaptın? Araştırdın mı? Ne de güzel..." diyen adamın sakin sesinin aksine, yeşil gözleri alev alev yanıyordu.


"Kayra'nın, yaşadığı travmadan kaçmak için, kadının yaptığı küçük iyilikleri gözünde büyütüp büyümediğini öğrenmeliyim Burak. Bu yüzden de onları ilk anda, olay yerinde görmem lazım. Eğer gerçekten de ortada bir Stockholm olayı varsa hızla çözmeliyiz. Bu kız 4 yıl önce annesini kaybetti. Eğer kadınla olayı Stockholm ise ve biz bunu tespitte gecikirsek... Her şey çok daha kötü olur. Stockholm yaşayan kişilerin kendilerini rehin alanlara nasıl bağlandığını, onları korumak için birçok şeyi göze aldığını sen de biliyorsun. O yüzden... Gitmeliyim!"


Başını öne eğen Burak'ın dudaklarından alaylı bir gülümseme fırladı.


"Keşke gerekli izinleri almadan önce benimle konuşsaydın. Terapi olayında, bir daha benden habersiz bir şeye kalkışmayacağını söylememiş miydin? Ben... O zamandan bu güne birçok şeyin değiştiğini düşünmüştüm fakat... Yanılmışım sanırım!"


"Saçmalama..." diyen genç kız, kocaman açılmış gözleriyle adama bakmıştı.


Adamın koluna doğru uzandı fakat dokunmasına izin vermeyen Burak hafiften geri çekildi.


"Burak?" 


"Bir şeyleri mecbur bıraktırarak yaptırmak, benimle konuşmaktan daha kolay geliyor anlaşılan. Gerçi... Sen de haklısın. Yani... Hepimiz nasıl biri olduğumu biliyoruz!" diyen adam kıza baktı.


Yeşil gözlerinde öfkeden daha yoğun bir duygu seçiliyordu... Kırgınlık.


"Konuşabilir miyiz?" diye mırıldanan kız eli ile dışarıyı gösterdi.


"Cık! Gerek yok. Sen alacağın izinleri almışsın... Allah razı olsun gider ayak beni de bilgilendirdin. Bu saatten sonra niye konuşalım ki?.. Vaktim yok zaten. Kurtarmam gereken bir çocuk, yakalamam gereken de birçok şerefsiz var."


Bunları söyleyen Burak, kapşonlusunu aldı ve çelik yeleğinin üstüne giymeye başladı.


"Ne yapıyorsun? Burak fırsat mı ol..."


Dişlerini sıkan adam, hızla kıza döndü.


"Dayım ile konuşup gerekli yerlerden izin almaya fırsatın oldu da benimle konuşmaya mı fırsatın olmadı? Az önce yanımıza geldiğinde... Ondan öncesinde... Konuşabileceğin bir sürü an vardı fakat sen bana bu planlarından hiç bahsetmedin Hilal!"


"ÇÜNKÜ İZİN VERMEYECEKTİN! O şerefsizlerin hücre evine gitmeme izin vermeyecektin!"


Hilal'in bir anda yükselmesi karşısında Burak derin bir nefes aldı ve kıza baktı.


"Haklısın! Gözümden bile sakındığım senin, o itlerin yanına gitmesine izin verebileceğimi sanmıyorum. Yine de... Nedenin oldukça sağlam. Ve... Şu ana kadar ne dersem diyeyim sonunda yine senin istediğin oldu. Seni kırmamak için hep bir orta yolunu bulmaya çalıştım. Şimdi de aynısı olurdu... Tabii sen emrivaki yapmasaydın. Bu durumdan ne kadar nefret ettiğimi öğrenemedin mi hâlâ? Tüm her şey planlanmışken 'Ben de operasyona geleceğim.' diyorsun. Ve ben seni şimdi... Benim olmadığım bir operasyona göndereceğim. O itlerin yuvasına!.. Bu durumu gülerek karşılamadığım için üzgünüm(!)."


"Özür di..."


"Dileme! Benden özür dileme Hilal! Bu yaptığınla bile benim sana yaşattıklarımın yanına yaklaşamazın. Önümüzdeki 10 yıl... Hatta belki daha da fazla bir süre boyunca, özür dileyecek kişi hep ben olacağım. Bu durumda bile hata bende... İzin vermeyecek olan benim çünkü! Bu yüzden de susan sen..."


"Öyle değ..."


Burak, başını sallayarak kızı birkez daha susturdu. Bu durum karşısında sinirlenen Hilal, yere bakarak derin bir nefes aldı. Şu an gerçekten de çok...


"İzin almak zorunda olduğun için mi, yoksa izin vermediğim için mi bu öfke?"


Burak, böyle bir durumu gerçekten istemese de, sesinin alaylı çıkmasına engel olamamıştı.


"Konuşmamız gerekiyor!" dedi başını kaldırarak adama bakan genç kız.


"Göreve gitmem gerekiyor..." diye mırıldandı Burak ciddi bakışlar ile bakarken.


"Bu şekilde mi?" diye sordu Hilal şok içinde.


Bakışlarını kaçıran Burak, sakinleşmeye çalıştı. İçinde aktif bir volkan vardı ve eğer patlarsa... Lavlar ikisini de yakardı. Saniyeler sonra kıza bakan adam hüzünle güldü.


"Keşke benden izin almak zorunda kalmasan... Keşke gitmek istediğin yer şehir dışındaki bir plaj veya sadece sıradan bir alışveriş merkezi olsa..."


Hilal, pişmanlık dolu gözler ile adama baktı.


"Merak etme! Keşke'ler ile değirmen dönmediğini yıllar önce öğrendim ben. Gerçekten de hiçbir zaman kolay ve sıradan bir hayatım olmayacak sanırım ha?"


Adamın acı dolu gözlerine daha fazla bakamayan genç kız, gözlerini kaçırdı. İtina ile adamın damarına bastığının farkındaydı. Normal bir erkek bile böyle bir durumu kabullenmekte zorlanırken, Hilal bile isteye karşısındaki yaralı adama bunu yaşatıyordu. Asıl sorun... Bu durumun ilk ve son olmayacak olmasıydı. Ve ikisi de bunun bilincindeydi.


Yumruklarını sıkan Burak bu yaptığına inanamayarak Emre'ye döndü.


"Panter?.. Yolumuzun üzerindeki kavşağı biliyorsun. Farklı istikametlere gideceğimiz yer..."


"Evet..." diye mırıldandı Emre, Burak'a bakarken.


Hilal, dolu gözlerini adama çevirdi. Gerçekten bu şekilde mi ayrılacaklardı?.. Burak'ı asla böyle göreve gönderemezdi ki.


Bu düşünceler ile tam bir şey söyleyecekken Burak'ın az ilerideki dolaba doğru yürüdüğünü görmesi ile sustu. Dolaptan aldığı sırt çantasını gördüğünde ise soru dolu gözler ile ona baktı... Fakat adam kendisine bakmıyordu.


"Yağız sen de Emre'lerle git. Kavşakta seni alırım." diyen Burak, elindeki çantanın kulpunu sıktı.


İçerisinde, Hilal'in kılık değiştirmesi için gerekli malzemeler vardı. Yanındaki askıdan, Hilal için hazırlanan, çelik yeleği alırken bu yaptığına gerçekten de inanamıyordu. Resmen Kelebeğini kendi elleri ile o itlerin yuvasına gönderecekti.


Tüm bunları düşünürken kulağındaki kulaklıktan Kadavra'nın sesi yükseldi.


"Ben hazırım! Artık yola çıkabilirsiniz.. Kontrol bende."


"Tamam çıkıyoruz şimdi. Benim kulaklığı bir süreliğine kes... Ben haber verince açarsın!" diye mırıldanan adam, sonunda yeşillerini ela gözler ile buluşturmuştu.


Neden herkes gibi normal bir hayat yaşayamıyorlardı? Neden... Kavga sebepleri böylesine büyük bir nedendi?.. Neden?


Göz konağın kesmeden kızın yanına yaklaşan Burak, çelik yeleği ve çantayı sol eline aldı. Ardından da sağ eli ile kızın elini tuttu. Gözleri dolan kız adama bakarken, Burak, onun elini sıktıktan sonra hiçbir şey söylemeden odadan çıktı.


İkilinin peşinden bakan ekip üyeleri oldukça büyük bir şaşkınlık içerisindeydi. İlk konuşan kişi Yağız oldu.


"Burak... Hilal'i sandığımdan çok daha fazla seviyor. Sırf o istedi diye, kendi elleriyle onu tehlikeli bir operasyona gönderecek kadar çok hem de..."


"Arkasından iş çevirmesine, operasyona gitmesinden daha fazla kızacak kadar çok..." diye mırıldandı Onur da şaşkın bir sesle.


"Daha önce hiç öfkeden deliye dönmüş Alfa'yı susarken gördünüz mü? Sırf Hilal'i kıracak bir şey söylememek için sustu... Hatta ona kırgın ve kızgın olmasına rağmen elini tuttu. Kıza deliler gibi aşık." dedi Tuncay gözleri kapıdayken.


"Peki o zaman... Neden o ikisi hâlâ sevgili değiller? Burak, bizzat kendisi kızı tehlikeye atarken... Neden hislerini itiraf etmiyor? Bu adam neden kaçıyor Allah aşkına?" dedi Emre oldukça düşünceli bir şekilde.


"Hep geçmişinden dolayı Hilal'den kaçtığını düşünmüştüm. Geçmişi ile alakalı bir şeyler anlatmasına rağmen bu durum devam ettiğinde, nedenin Hilal'i tehlikeye atmamak olduğunu zannetmiştim. Sebep bu ikisi de değilse... Ne?" diyen Binbaşı, Emre'ye baktı.


İkilinin gözlerinde, aynı endişe bulutları dolaşıyordu.


🦋 


"Alfa'm? Konuş benimle lütfen?"


Burak, önce kızın üzerindeki çelik yeleğe sonra da saçındaki siyah peruğa baktı. Güneş gözlüğü takması şartı ile lensi gerekli görmemişti. Onu gerçekten de o şerefsizlerin yuvasına gönderiyordu. Bu düşünceler içinde dişlerini sıkan adam hiçbir şey söylemeden yola odaklandı.


"Özür dilerim..." diyen genç kızın sesinde pişmanlık vardı.


"Özür dileme... Benden özür dileme Hilal. Özür dileyince suçlu senmişsin gibi oluy..."


"Suç bende zaten. Hatalıydım..."


"Olma..." diye mırıldandı Burak esefle.


"Ne?" 


"Olma Hilal. Hatalı falan olma... Özür falan dileme. Çünkü sen böyle yaptıkça ben..." derin bir nefes alan Burak, arabanın hızını azalttı. Bu sırada yeşil ışık kırmızıya dönmüştü. Zaten istediği de bu olan adam, çaresiz gözlerle kıza döndü.


"Bak... Ben... Ben hatalı olan olmaya alışkınım Hilal. Kendimi affettirmeye çalışmaya, deliler gibi pişman olmaya alışkınım. Fakat hata yapan değil de hataya maruz kalan kişi olduğumda... Ben böyle bir durumda ne tepki vermem gerektiğini bilmiyorum... Şu an içimde çok büyük bir öfke var. Kendime karşı da... Sana karşı da. Ben yıllardır kendime öfkeliyim bunda sorun yok. Ama sana karşı hissettiğim bu öfke... Seni kırmaktan korkmama sebep oluyor. Öfkemi bir kenara bıraktığımda ise karşıma çıkan şey daha kötü. Öfkemin asıl sebebi de bu ya zaten... Hilal, ben sana gerçekten çok kırıldım. O terapi günü, arkamdan bir iş çevirmeyeceğine dair Kelebek Sözü vermiştin. Mesele verdiğin söz falan değil aslında! Şu son zamanlarda sana anlattıklarım... Aramızdaki ilişkinin boyutunun değiştiğini düşünmüştüm. Bazı şeyleri aştığımızı zannetmiştim. Ve yaşanan onca şeye rağmen böyle yapman... Beni gerçekten kırdı. Bu kırgınlık bana yabancı... Ben bu durum ile nasıl başa çıkmam gerektiğini bilmiyorum. Ne yapmam gerekiyor?.. Sen söyle! Şu zamana kadar seni defalarca kez kırdım ne de olsa... Bu konuda tecrübelisindir."


Son cümlelerini kendine karşı büyük bir öfke ile kuran adam, yeşile dönen ışıkla birlikte arabayı tekrardan sürmeye başladı. Hilal'e yaşattıklarından dolayı kendisini asla affetmeyecekti.


Boğazı düğümlenen genç kız ise, bir süredir tutuğu yaşlarının esiri oldu ve gözyaşları yanaklarından aşağı süzülmeye başladı.


"Ağlama lütfen... Gözyaşların canımı yakıyor." diye mırıldandı adam tuttuğu direksiyonu sıkarken.


Titrek bir nefes alan genç kız, yanağındaki yaşları sildi ve fısıldadı.


"Tamam... Gitmeyeceğim."


Kızın cümlesini duyan adam, ani bir hareketle direksiyon sağa kırarak boş olan bankete girdi ve dörtlüleri yakarak arabayı durdurdu.


"Ben gitme mi dedim? Bulduğun çözüm bu mu gerçekten Hilal?" diye sordu Burak ciddi bir sesle.


"Gitmemi istemiyorsun..." diye mırıldandı Hilal.


"Gram istemiyorum hem de! Düşündükçe çıldırıyorum."


"O zaman?" diye sordu genç kız. Adamın istediği şeyi yapıyordu işte.


Burak, sevgi dolu gözleriyle kıza baktı ve yumuşak bir sesle konuştu.


"Burada mesele benim istememem değil ki... Senin istemen! Ben... Seni asla veto etmem Kelebeğim. Sen ne istiyorsan o olacak! Bu durum benim için işkenceden beter de olsa... Senin istediğin olacak. Sağlıklı bir ilişki içerisinde olmak istiyorsak olması gereken bu. Seni sen olmaktan çıkartma düşüncesi, o adamların yakınına göndermekten daha korkunç geliyor bana. Sana asla bunu yapmam. Bu senin hayatın ve ben... Aldığın kararlarda seni engellemek için değil, yanında olmak için varım. Sevmek, kontrol ya da talep anlamına gelmiyor. İlk kural saygıdır... Ve ben sana, bu dünyadaki her şeyden çok saygı duyuyorum."


Genç kız, gözyaşlarının arasından gülümsedi ve emniyet kemerini çıkartarak sevdiği adama doğru uzandı.


Ela gözlere bakan adam da hiç duraksamadan, emniyet kemerini çıkarttı ve kız kendisine sarılmadan önce ona sarıldı. Başını papatya kokulu saçlara gömdüğünde içindeki öfkenin buhar olup uçtuğunu, kırgınlığın ise en alt safhalara indiğini hissetmişti.


"Seni seviyorum Sevdiğim... Seni kelimeler ile ifade edemeyecek kadar çok seviyorum. Profiterolden bile daha çok... Müzik dinlemekten, yağmur altında yürümekten ve kitap okumaktan bile daha fazla seviyorum."


Kızın sözleri ile gülen adam, sarılışını sıkılaştırdı ve gözlerini kapatarak mırıldandı.


"Bence gayet de güzel ifade ettin. Eminim ki her erkeğin hayalidir profiterolden bile daha çok sevilmek..."


"Bence de..." dedi Hilal de gülerken.


"Papatyam... Asena'm... Kelebeğim?"


Duyduğu hitaplar ile dudaklarını birbirine bastıran genç kız başını adamın omzuna biraz daha yasladı. Burak'ın bir daha ona bu şekilde seslenmeyecek olma düşüncesi onu çok korkutmuştu. Adam, geçen dakikalarda ona sadece Hilal diye seslenmişti ve bu durum genç kızı sandığından fazla etkilemişti.


"Efendim Alfa'm?" derken bu düşüncelerinin etkisindeki sesi kısık çıkmıştı.


"Buymuş..." diye mırıldandı adam.


"Ne buymuş?"


Kızın soru dolu sesi karşısında geri çekilen adam, aşık olduğu ela gözlere baktı ve kızın ıslak yanağını okşadı.


"Kırgınlığımın geçmesi için ihtiyacım olan tek şey buymuş... Senmişsin! Sana sarılmak, papatya kokunu içime çekmek... Üzerimdeki sakinleştirici etkin sadece öfkeyi kapsamıyormuş."


Genç kız, elini yanağındaki elin üzerine koydu.


"Bir şey isteyebilir miyim?"


"Tabii ki..." diyen adam, kızın söyleyeceklerini merakla beklemeye başladı.


"Dedin yaa... 'Ben seni defalarca kez kırdım.' diye... Yapma! Bu durum beni kahrediyor. Geçmişte yaşanan kötü olayları ısıtıp ısıtıp önümüze koymayalım. Geçmişten günümüze yolculuk yapmasına izin vereceğimiz tek şeyler, mutlu anılarımız olsun. Kötü anılarımız da, her seferinde bizi birbirimize daha çok bağlayan görünmez ipler olsun. Görünmesinler!.. Ve operasyon bittiğinde bu tatsız olayı son kez konuşup o görünmez iplerin yanına koyalım. Olur mu?"


"Olur Kelebeğim... Olur!" diyerek gülümseyen adam, emniyet kemerini taktı. Onun bu hareketi ile Hilal de kemerini takarken hızla yola çıktılar. Burak, normalde arabayı hızlı kullanmayı sevse de, Hilal varken asla bunu yapmıyordu. Fakat fazla vakit kaybettiklerinin bilincinde olan asker, ivmeyi yükselterek hızını arttırdı.


🐺


"Dikkatli ol!" dedi genç kız endişeli gözlerle.


"Sen de dikkatli ol. Bizimkiler onaylamadan arabadan çıkma sakın."


"Merak etme!" diyen genç kız zorlukla gülümsedi ve isteksiz bir şekilde adamın elindeki elini çekti.


Saniyeler sonra Hilal'in yerini Yağız almış ve ikili yola çıkmıştı.


"Çözdünüz mü?"


"Çözdük de... Şartlardan dolayı hızlandırılmış bir konuşma oldu. Operasyondan sonra bir kez daha konuşmalıyız." diyen adamın sesinin pozitif çıkması, gelecekteki konuşmanın basit bir formalite olacağına işaret ediyordu.


"Haber vereceğim demiştin!"


Kulaklığından gelen ses ile birlikte yüzünü buruşturan Burak mırıldandı.


"Özür dilerim yaa. Unutmuşum!"


Kadavra'nın "Ben unutulacak adam mıyım lan?" diye sitem etmesi üzerine Yağız güldü. Ona bir bakış atan Burak ukala bir sesle söylendi.


"Peki ben toplu konuşabileceğin bir adam mıyım Kadavra Efendi?"


"Öyle muameleye böyle muamele Alfa Bey!"


Kendi kendine gülen Burak, aklına gelen düşünce ile sordu.


"Panter'lerle de bağlantılı mıyım şu an?"


"Yok! Ayrı operasyonlar düzenlediğiniz için iki ayrı hat yaptım... Neden sordun?"


"Diğer hatta bağlasana beni..." diye mırıldandı Burak.


"Hilal hariç mi yoks..."


"Ona da..."


Yağız, meraklı gözler ile Burak'a baksa da bir soru sormadı.


Kulaklıklarından Onur'un sesi yükseldi.


"Bence kapıyı çalıp içeri giren ben olmalıyım. Bu Tuncay'da sucu tipi mi var Allah aşkına?"


"Amacın ne gerçekten çok merak ediyorum?" diye mırıldanan Emre'den sonra konuşmaya Burak karıştı.


Sadece iki cümle söyleyen adam, sonrasında bağlantıyı kesti.


"Beyler! Canım önce Allah'a, sonra da size emanet. Ona çok iyi bakın!"


🐺 


"Burak?" 


"Hah bu ses tonu Burak'ın en çok nefret ettiği ses tonudur Şahinciğim! Soracağın soruyu bir kez daha düşün istersen."


"Kadavra? Bir şeyi gerçekten de çok merak ediyorum.. . Sen ne diye her boka maydanoz oluyorsun acaba? 15 dakikadır itina ile tüm konuştuklarımıza sazan gibi atladın!" diyen Yağız söylediklerinde gram ciddi değildi.


Kadavra'yı 3 yıl boyunca bir kere bile olsun görmemiş olsa da... Ona karşı büyük bir sevgi besliyor ve onu diğer ekip üyelerinden, kardeşlerinden ayırmıyordu.


"Çok kırıldım ama... Ne halin varsa gör! Ben seni Alfa gazabından kurtarmaya çalışayım senin yaptığına bak."


Gülerek başını iki yana sallayan Yağız, Burak'a baktı ve aklındaki soruyu sordu.


"Neden?"


Kaşlarını çatan Burak ona yandan bir bakış attı.


"Ne de açık bir soru..."


"Vayy canına! Adam zeki... Senin 'Ne neden?' diye sormanı sağlayacak ve asıl sorusunu soracak. Konuyu soran sen olduğundan soru hoşuna gitmezse... 'Sen sormuştun." diyecek. Alkışlarım seninle Şahin!"


Yağız, kaşlarını kaldırarak Burak'a baktı. Yılların tecrübesine sahip adam, dışarıdan meraksız görünen Burak'ın içinde oldukça meraklı bir ufaklık yattığını ve onun da 'Ne neden?' diye sormadan duramayacağını biliyordu. Ve hisleri bir kez daha onu yanıltmadı. Derin bir nefes alan Burak baygın bir bakış attıktan sonra mırıldandı.


"Ne neden?"


Yağız, ciddi gözlerle ona baktı. Bu bakışları hisseden Burak, direksiyonu sıktı. Kesinlikle hoşuna gitmeyeceği bir soru geliyordu.


"Neden bu bariz belliyken... Hilal'e onu sevdiğini söylemiyorsun?"


Soruyu duyan Burak, istemsizce gaza bastı. Araba hızlanırken Yağız hiçbir tepki vermedi.


"Hiçbir zaman söylemediğimi söylemedim." dedi Burak donuk bir sesle.


"Eğer söylemiş olsaydın... Şu an çıkıyor olurdunuz. Gerçi aranızdaki ilişki sevgilileri geçtim, eşleri bile kıskandıracak türden. Anlayamama nedenim de bu ya zaten. Son zamanlarda ikiniz de gözleriniz ve sözlerinizle birbirinize gayet rahat methiyeler diziyorsunuz fakat... Sevgili değilsiniz. Neden Burak?"


Arabayı süren Burak, hiçbir şey söylemedi. Yağız, adamın hızını tekrardan arttırdığının bilincinde olduğunu sanmıyordu. Eğer biraz daha bu süratle giderse Yağız'ın engel olması gerekecekti.


Aradan geçen saniyelerde Burak cevap vermedi. Onun direksiyondaki sıkılı yumruklarına ve düşünceyle kırışan alnına bakan Yağız bir anda gerçeği kavradı.


"Sen de bilmiyorsun! Seni durduranın, engelleyenin ne olduğunu bilmiyorsun. Ya da... Aslında içten içe biliyorsun fakat bilmemezlikten geliyorsun."


"Rahat bıraksan? O bile 'Neden?' diye sormazken... Sen bu hakkı kendinde nasıl bulabiliyorsun?"


Burak'ın sert sesi karşısında Yağız hüzünle gülümsedi.


"Nasıl mı? Cevap basit değil mi kardeşim? Ben yıllarca aşık olduğum kıza acı çektiren adam olarak... Senin de sevdiğine acı çektirmeni istemiyorum. Kaybettiğimiz her vakit, hislerimizi ötelediğimiz her an... Onları yıpratıyoruz. Ben sadece... Pişmanlık yaşamanı istemiyorum Burak. Hepimiz bu işin sonunun ne olacağını biliyoruz. Bu yüzden ona daha fazla acı çektirme."


"Ya... Beni engelleyen şey daha çok acı çekmemize neden olursa?"


"Seni engelleyen şey ne?"


Acıyla gülen Burak başını salladı.


"Bilmem." 


"Bilmezsin? Bence bilmemezlikten geliyorsun."


"Ben... Bilmemezlikten geldiğimi bile bilmemezlikten geliyorum. Eşeleme abi! Nedeni her neyse... Bırak olduğu gibi kalsın. Şu an yüzleşmeye hazır değilim."


"Kötü haber! Yüzleşmeye hiçbir zaman hazır olamayacaksın. Bir bomba patlamadığı sürece hep kaçacaksın."


Burak, Kadavra'nın cümlesi üzerine sessizce mırıldandı.


"Peki senin bomba ne zaman patlayacak... Doğu?"


Kulaklığın diğer tarafındaki adam, duyduğu isim ile kesik bir nefes aldı.


"Ben yaşayacağım patlamayı çoktan yaşadım... Ve bir kez daha bana o isimle seslenirsen Alfa'nın oğlu Burak Kılıç... Evime cansız naaşımı almaya gelirsin."


Yağız, duydukları ile kaşlarını çatarak yola baktı. Kadavra'nın sesi oldukça ciddi geliyordu. Yanındaki adamın, Doğukan'ın söyledikleri karşısında hiçbir şey söylememesi de oldukça düşündürücüydü. Yani... Birisi ona Alfa'nın oğlu diye saldıracak ve Burak sessiz kalacak... Düşüncesi bile imkansız geliyordu.


Yağız, bir kez daha Burak ve Doğukan arasında nasıl bir ilişki olduğunu merak ederken buldu kendini. Saliseler sonra Burak'ın söylediklerini duyduğunda ise büyük bir şaşkınlıkla ona döndü.


"Özür dilerim... Aklım başımda değil, düşündüğüm çok şey var. Kelime seçimimde daha dikkatli olmalıydım."


"Başkaları varken karakterinden bu şekilde ödün verirsen millet yanlış anlar Ukala Prens. Haberin olsun!"


"Off Do... Kadavra. Ukala kısmına tamamım da şu Prens'e uyuz oluyorum. Lisedeki tiki kızların taktığı ad ile niye sesleniyorsun?"


"Çünkü uyuz oluyorsun!.. Ve seni gıcık etmek çok eğleneceli."


"Misillememden korkmuyor musun Yeşil Arı?"


"Senin Yeşil Arı'nı alırım..."


"Aa-aaa. Çok ayıp... Küfür mi edecektiniz yoksa? Gerçekten çok ayıp. Hiç yakıştıramadım."


Burak, Doğukan'ın alçak sesle ettiği küfürlere gülerek karşılık verdi.


"Neden yeşil?" diye sordu Yağız da gülerken.


Burak, gülen gözler ile ona döndü ve tam konuşacakken kulaklıktan Kadavra'nın sesi duyuldu.


"Yalnız Ukala Yeşil... Senin de hikayedeki başrollerden birisi olduğunu hatırlatırım."


Bu cümle Burak'ın yola dönerek susmasına neden olmuştu. Arabayı kullanan adamın dudaklarındaki gülümsemenin belirmesini sağlayan sahne bu lakapların takıldığı günden değildi.


Kelebeğinin, lise kitabının arasında bulduğu yeşil uzaylılara verdiği tepki ve sonrasında yaşanan eğleneceli kovalamacaydı.


🦋


"Onur iki dakika pastaneye uğrama imkanımız var mı?"


"Makaron mu alacaksın?" diye sordu Onur gülen güzlerle.


Hilal'in başını sallaması üzerine eli ile pastaneyi gösteren adam şebekçe mırıldandı.


"Biliyorsunuz. Her daim emrinize amadeyim Prenses."


Pastaneye giren Hilal, Kayra için bir sürü renkli makaron oldu... Kızın en sevdiği olan turuncu renktekiler daha fazlaydı.


🦋 


"Ne oldu?.. Bir şey yok değil mi?"


Emre'nin çaktırmadan sorduğu soru üzerine Hilal başını salladı ve fısıltı ile yanıtladı.


"Yok! Sen de fark etmişsindir... Kadın gerçekten de Kayra'ya çok değer veriyor. Kayra'nın gözlerindeki ifadede ise anormal bir şey yok."


"İyi bari sevindim..." diyen Emre, Kayra'ya baktı. Bir yandan hevesle makaronlarını yerken, diğer yandan görüntülü konuştuğu babasına bir şeyler anlatıyordu. Kızın görülmeye değer bu hali hepsinin yüzünde büyük bir tebessüm oluşturmuştu. Pakize denen yaşlı kadının da sevgi dolu gözlerle izlediğini görünce tekrardan Hilal'e döndü.


"Peki ya Pakize? Lima Sendromu* olamaz değil mi?"


[*Lima Sendromu= Stockholm sendromunun tersi olarak bilinir. Stockholm sendromu ile aynı koşullarda meydana gelir ve rehin alan kişilerin, kurbanlarına karşı bağlılık hissetmesi ile oluşur.]


"Sanmıyorum... Kayra'ya karşı, büyük ihtimalle yaşının da verdiği, bir şefkat ve sevgi besliyor. İleriki günlerde her ikisini de takipte olacağım. Yine de... İlk izlenimime göre ne Stockholm ne de Lima var."


"Ehh o zaman yoktur..." dedi Emre gülerek.


"Siz bana iyi gelmediniz gerçekten... Çok fazla şımartıyorsunuz beni. Yakında egom fırlayıp benimle birlikte gezmeye başlayacak o zaman göreceksiniz."


Kızın cümlesi üzerine Emre neşeli bir kahkaha attı.


Bu kahkaha üzerine odadaki bakışlar ikiliye döndü. İkisi de masum bakışlar ile karşılık verdiğinde, işlerine geri döndüler.


Ellerini cebine sokan Emre, duvara yaslandı ve sevgi dolu gözler ile kıza baktı.


"Hayatımızı nasıl bu denli değiştirebildiniz?.. Aylar öncesinde bunları yaşayacağımızu anlatsalar inanamazdım. Yani... En uçuk hayallerimde bile sen yoktun." diye mırıldanan adam gülerek kıza bir bakış attı.


"Yenge... Bu hitabı birine karşı kullanmayacağımdan öylesine emindim ki... Ben ne yaparsam yapayım, hayatım boyunca senin hakkını ödeyemeyeceğim sanırım. Buse'ye yine günün birinde giderdim elbet ama... Burak! Sen olmasaydın kardeşimin gamzesini de, gözlerindeki parlaklığı da asla göremezdim. İyi ki hayatımıza girdin Ayçiçeği."


Ayçiçeği... Bulunduğu ortama neşe ve sıcaklık katan, görüntüsü ve farklılığıyla herkesi kendine hayran bırakan bir çiçekti. Bu kısım gerçekten Hilal'e çok uysa da... Emre'nin bu sıfatı kullanma sebebi bu değildi. Ayçiçeğinin her gün güneşe dönerek dik bir şekilde durması, akşam olup güneş gittiğinde ise boynunu bükmesiydi bu sıfatın mimarı...


Burak'ın yanındaki Hilal, tam bir Ayçiçeği'ydi. O varken gözleri sürekli onun üzerinde geziniyor, o olmadığında ise gözlerinde üzgün hareler beliriyordu. Gerçi Burak... Bu konuda Hilal'de kat be kat daha üstündü. Hilal'in adı geçtiğinde bile gözleri sevgiyle parlıyordu.


Belki de Güneş, Ayçiçeğinin kendisini sevdiğinden çok daha fazla seviyordu onu. Bu yüzden de sürekli kıskançlık yaparak, kendisine bakmasını sağlıyordu. Başkası ile ilgilenmesinden nefret ediyor ve tüm ilgiyi kendi üzerinde istiyordu. Bu yüzden Ayçiçeği o gökyüzündeyken ona yöneliyor, o gittiğinde ise hüzünleniyordu.


Yanındaki kıza bakan adam kendi kendine güldü. Güneşi bilmezdi ama Burak'ın böyle yaptığı kesindi.


Duydukları ile tebessüm eden Hilal de, Emre gibi duvara yaslanmıştı.


"Ayçiçeği ha? Sevdim. İsmim ile olan bağı zaten belli ama... Özellikle papatyagiller familyasından olduğu için hoşuma gitti. Yalnız dikkat et de Burak duymasın. Yoksa son söylediğin kelime bu olur... Ama merak etme! Hastaneye ziyaretine gelirken bolca Ayçiçeği getiririm sana."


Sırıtan Emre, eğleneceli bakışlar ile kıza baktı.


"Teşekkürler yaa çok naziksin... Bu adam hep kıskançtı da... Söz konusu sen olduğunda gerçekten de gözü hiçbir şeyi görmüyor. Buse konusunda ben de öyleyim ama Burak benden de beter. Seni benden bile kıskanıyor ya... Başka hiçbir şey demiyorum."


Hilal, bu serzeniş karşısında güldü. Tam konuşmak için ağzını açmışken Emre'nin telefonu çalmaya başladı. Telefonunu çıkaran adam kaşlarını çatarak aramayı cevapladı.


"Erol?"


Görüntülü yapılan arama sayesinde, Emre'nin soru işaretiyle dolu gözlerini gören Erol güldü ve omuzlarını silkti.


"Bizim Alfa'ya elimi vermekle çok büyük bir hata yaptığımı düşünmeye başladım gerçekten... Adam ne işi olsa beni koşturuyor."


"Bu sefer ne yaptı?"


"Bana bir marketin konumunu attı. Acil bir şekilde gelmemi ve beni bir emanetin beklediğini söyledi. Ben de motosiklete atladığım gibi soluğu burada aldım. Sonuç..." diyen adam kamerayı marketin köşesinde oturan kişiye çevirdi.


"Kaan?" diyen Emre yaslandığı yerden doğrulmuştu. Onu duyan diğerleri ise hızla yanına gelmişti. Başı çeken kişi Kayra'ydı.


"Abim mi?" diyen kızın sesi titremişti. Telefonunda görüntülü bir şekilde konuştuğu babası da bu cümle ile oturuşunu dikleştirdi.


Aklı karışık olan Emre, Kayra'nın heves dolu bakışlarına dayanamayarak telefonunu ona doğru çevirse de, düşündüğü tek şey Burak ve Yağız'ın nerede olduğuydu.


"Abi..." 


"Hexe?.. Umarım o gözlerinin etrafındaki ıslaklıklık yüzünü yıkadığından olmuştur. Yoksa... "


Abisinin hüzünlü gözler ile şakaya vurarak söylediği cümleler karşısında, Kayra bir anda hıçkırıklara boğuldu. Onun gözyaşları karşısında telefondaki iki adam da aynı endişeli bakışlar ile doğruldu.


"Kızım..." 


"Hexe'm..." 


Onların acı dolu ses tonu karşısında Kayra'yı teselli etmek için hareketlenen Hilal, Pakize'nin kıza sarılması ile duraksadı.


"Şşşt... Ağlamak yok Kehribar Kızım. Bak babanla abini üzüyorsun. Bu aradaki mesafeleri aştığınızda istediğin kadar ağlarsın. Ama şimdi değil.. Sil bakayım güzel gözlerindeki yaşları."


Kadının cümlesi üzerine başını sallayan Kayra, geriye çekildi ve yüzündeki yaşları sildi. Bu sırada Haluk, hafif kızgın gözler ile oğluna bakıyordu.


"Kaan sen bir gel buraya.." diyen adamın bakışları bir anda yumuşadı. Oğlunu çok özlemişti.


"... Sımsıkı sarılacağım sana."


Gözleri dolan delikanlı usulca başını salladı.


"İstediğin kadar sarılabilirsin..."


"Önce ben!" diyerek araya atlayan Kayra gözlerini kısarak bir o telefona bir bu telefona bakmaya başlamıştı.


"Hah al işte! Tam Hexe. Şu bakışlara bak! Tamam... Önce sen küçük cadı."


Kayra mutlulukla gülümsedi. Günlerdir bu ânın hayalini kuruyordu... Sonunda kurtulmuş, ailesine kavuşmuştu.


"Kusura bakmayın bölüyorum ama... Seni kurtaran askerler nerede Kaan?"


Emre'nin sorusu üzerine tüm KİT üyeleri çocuğa baktı. Soruyu duyan çocuk ise bakışlarını kaçırmıştı.


"Kaan?" 


Genç adam, derin bir nefes alarak başını kaldırdı. Kahverengi gözleri kızarmıştı.


"Ben... Mavi gözlü asker az önce buradaydı."


"Ben geldiğimde yoktu." diyen Erol kadrajda belirmişti.


"Nereye gitti peki?" diye sordu Tuncay kaşlarını çatarak.


"Yeşil gözlü abinin peşine..." diye mırıldandı Kaan.


"Neden?" diye soran Hilal'in sesi titremişti.


Ve Kaan, hepsinin donup kalmasına sebep olan o cümleyi kurdu.


"Çünkü yeşil gözlü asker, insanları kurtarabilmek için... Bomba dolu çantayı alıp ortadan kayboldu."


1 Saat Önce


"Nerede bu adamlar? Yanlış yere mi geld... O ne?"


"Kaan'ın telefonu..." diye mırıldandı Burak telefonu incelerken. Kısa süre sonra, bir şey bulamayarak telefonu masaya geri bırakmıştı.


"Nerede olabilirler?.. Nasıl bulacağız onları Alfa?"


Başını hüsranla iki yana sallayan Burak, sıkıntılı bir şekilde odayı incelemeye başladı. Yağız ise bir ipucu bulabilme umuduyla diğer odaya gitti. Harabe olarak nitelendirilecek ev zaten sadece iki odadan oluşuyordu.


"ALFA!" 


Yağız'ın bağırışını duyan Burak, hızla yan odaya koştu ve masanın üzerinde gördüğü malzemeler ile kapının yanında kalakaldı.


"Bana... Bunların tahmin ettiğim şeyler olmadığını söyle!" diyen Yağız'ın sesi titriyordu.


Ona bir bakış atan Burak masanın üstünde bulunan ve bomba yapımı için kullanılan malzemeleri es geçerek kenardaki gazeteyi eline aldı. Gazete bugüne aitti ve açık sayfada şu haber yer alıyordu.


"İSTANBUL MARMARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİ, BU YILKİ 29 EKİM BAYRAMIMIZI KUTLAMAK İÇİN 97 KİŞİLİK BİR YÜRÜYÜŞ DÜZENLEYECEKTİR!"


Haberin alt kısmında yürüyüş ile ilgili detaylar ve yürüyüşün yapılacağı mevki yer alıyordu. Yapılacak yürüyüşün başlangıç noktası, şu an bulundukları evden sadece on dakikalık yürüme mesafesindeydi. Yürüyüşün bittiği yer ise, hanın da içinde bulunduğu meydandı.


"Meydan..." diye fısıldadı Yağız, titreyen eli ile Burak'a elindeki fotoğrafları uzatırken.


Fotoğrafların üçte ikisi, meydanın çeşitli açılardan çekilmiş fotoğraflarıydı. Kalanlarda ise Burak'ın yürüyüş güzergahı olduğunu tahmin ettiği bazı sokaklar vardı.


Hızla telefonunu çıkaran Alfa yürüyüş rotasına bakarken, Yağız masanın üzerindeki malzemelere gözünü dikmişti.


"Burak..."


Adamın aciz bir ses tonuyla kendisine seslenmesi üzerine yutkunan Burak derin bir nefes aldı.


"Öncelikle... Sakin oluyoruz abi. Bir plan yapacağız ve o şerefsizlere mutlaka engel olacağız."


"Kaan'ı canlı bomba mı yapacaklar yani? Ya... Ya o çocuklar? Hepsi üniversite öğrencisi Burak. Handaki insanlar... Bomba..."


Aklına doluşan anılar ile nefessiz kaldığını hisseden adam koltuğa çöktü. Gözlerinin önüne kültür merkezinde patlayan bombanın kareleri dolaşıyordu. Hastanedeki bağırışlar... Acı dolu inlemeler.


Defne'si saniyeler ile o patlamadan bir bütün olarak kurtulmuştu. Polisleri konuşurken duymuştu Yağız... Patlamanın olduğu yere yakın olan 18 kişinin cesedi, tanınamayacak kadar kötü durumdaymış. Bunu duyan adam, kardeşine son kez veda edebildiği için şanslı saymıştı kendisini. Yine de, Defne'sinin beyaz yüzündeki yanık izleri, kollarında açılmış olan yarala...


Yanağında hissettiği acı ile afallayan Yağız, hızla başını kaldırdı.


"KENDİNE GEL ASKER!"


Hissettiği yaşları silmek için hiçbir uğraşta bulunmayan adam, dağılmış bir şekilde karşısındaki adama baktı.


Bir dizi üzerine çöken Burak, adamın ensesinden tuttu ve gözlerini birleştirdi. Bakışları ciddiyet ve kararlılık doluydu. Fakat adamı 3 yıldır tanıyan Yağız, orada dolaşan korku, endişe, çaresizlik ve acıyı görüyordu. Bunun bilincinde olan Burak, ses tonunu güçlü çıkartmak için hiçbir çaba harcamadı ve çatlayan sesiyle konuştu.


"Yalvarırım abi! Yalvarıyorum. Şu an senin ayakta olmana ihtiyacım var. Sen dağılırsan, onları kurtaramayız ve... Onlarca Defne'yi, onlarca kişiyi toprak altına koymak zorunda kalırız. İkimiz de böyle bir olaydan sonra hayatımıza devam edemeyiz. Almina'ya ve Hilal'e rağmen... Nefes alamayız! Yalvarırım kendini toparla. İkimizin de yeterince kabusu var zaten... Bir de üstüne durduramadığımız bir patlama yüzünden şehit düşen onlarca, belki de yüzlerce kişiyi ekleyemeyiz. Benimle kal!"


Titrek bir nefes alan Yağız başını salladı ve mırıldandı.


"Ne yapıyoruz?"


Adamın asker olduğunu hatırlaması üzerine, Burak şükran dolu bir nefes verdi. Ayağa kalkarak masaya gittikten saniyeler sonra Yağız da peşinden gelmişti. İkili önlerindeki resimleri incelerken bir plan yapmaya başlamışlardı bile.


🐺


"Burak ben bu durumdan hiç hoşlanmadım."


"Başka çaremiz mi var abi? Bomba uzaktan kumandaya bağlıysa, ki ikimiz de bağlı olduğunu biliyoruz, varlığımızı öğrendikleri anda fünyeyi patlatırlar. Önce Kaan'ın yerini tespit edelim. Eğer tahmin ettiğim gibi yürüyüşün içindeki öğrencilerden biriyse... Bu işi sessizce halletmeliyiz. Ha eğer meydanda bir yerde pusuya yatmışlarsa ekiplere haber veririz birlikte hareket ederiz."


Sivil kıyafetleri ile yola düşen adamlar, yürüyüş yapan öğrencilerin şevk dolu bağırışlarını duyuyorlardı. Telefonunu eline alan Burak, Kadavra'yı çaldırdı. Saniyeler sonra kulaklıklarından adamın sesi yükseldi.


"Ne oldu, halletiniz mi?.. Emre'ler sorunsuzca kızı ve kadını güven altına alırlar. Adamları paketlemeyi de bitirmek üzereler... Burak? Niye ses vermiyorsun?"


"Yardımına ihtiyacım var."


"Tabii de... Sorun ne?"


"Kimseye... Kadavra hiç kimseye hiçbir şey söylemeyeceksin. Önce bana söz ver!" dedi Burak kararlı bir sesle. Yanındaki Yağız sıkıntıyla ona baksa da konuşmadı.


"Neyi söylemeyec..."


"Söz ver dedim!.. Eğer söz vermezsen yardımına ihtiyacım olduğu halde konuşmayı keserim."


"Tamam... Söz! Neler oluyor Burak?" diye sordu Kadavra endişeli bir sesle.


"Kaan'ı almaya geldiğimizde... Hikayeyi boş ver. Kısaca bombalı bir saldırı olacağını düşünüyoruz. Şu an 29 Ekim için yapılan yürüyüşün olduğu yerdeyiz. Solucan'dan bir drone temin etmesini istedim. Dikkat çekmemek için ucuna da bayrak astırdım. Rahatça gösteri alanında dolaşabileceksin yani... Birazdan burada olur. Hangi drone'u gönderdiğini öğren. Hepsinin sende bağlantısı var zaten. İlk iş olarak... Kaan'ı bulmalıyız ama... Drone ile bu imkansız gibi. Öncelikle, sırayı bozan birisi var mı diye bak. Varsa Kaan'ı bulmuş oluruz... Fakat olayın bu kadar basit olacağını hiç zannetmiyorum. Ben bir şekilde Kaan'a ulaşmaya çalışacağım. Sen adamların yerini tespit etmelisin. Şahin yanımda... Uygun bir yere çıkıp adamları Sniper'ı ile gayet rahat avlayacaktır. Tabii öncesinde Kaan'a ulaşarak bombada olduğunu düşündüğüm kumanda bağlantısını kesmeliyiz... Anlaşılmayan bir şey?"


"Bir de soruyor musun?.. Kumanda bağlantısını kesince her şey bitmiş mi oluyor? Asıl geri sayım o zaman başlayacak. Ne yapmayı düşünüyorsun?"


Doğukan'ın endişeli çıkan sesi karşısında Yağız, Burak'a bakmıştı. Bıkkınlık dolu bir nefes alan Burak öfkeyle konuştu.


"Daha iyi bir planın varsa buyur... Beyler! Tam yaşam amacımı bulmuşken ölüme atılmak benim de hoşuma gitmiyor. Fakat şu an yapabileceğimiz tek şey bu! Bombayı sessiz bir yere götürüp zamanlayıcıyı iptal edeceğim."


Yağız yumruklarını sıktı.


"Zamanlayıcı iptali yoksa? Öyle bir durumda zamanlayıcının durmasını geçtim, hızlanması olası bir durum."


"Tamam! Tamam hiçbir şey yapmayalım. Yürüyüşteki 97 öğrenci de... Han ve meydandaki herkes de ölsün. Şanslıysak sadece yaralanırlar. Birkaç kişi falan ölür... Yazık oldu der geçeriz biz de(!)."


Adamlar, durumun boktanlığı karşısında okkalı bir küfür savurdu.


"O zaman ben gide..."


"Abi?.. Şu an hangi sidik yarışını yapıyoruz? Adamların ikinci bir planı olabilir. Bu yüzden ben kumanda bağlantısını kestiğim an hepsini indireceksin. Keskin nişancı olan sen işini yapacaksın, ben de kendi yapmam gerekeni yapacağım. Ayrıca... Ekip lideri benim asker! Kararlarımı sorgulayamazsınız."


Burak'ın sonlara doğru sert çıkan sesi karşısında Yağız derin bir nefes aldı.


"Hayatını bile isteye tehlik..."


"Bu cümleyi yaklaşık 4 ay öncesinde kurmuş olsaydın, sana hak verirdim. Fakat şu an... Karşındaki adam, ölmek için her şeyi yapacak o kişi değil. Başka çaremiz yok! Anlatamıyor muyum? Anlatırım ama... Derin kuyulara inerim ve ben bunu istemiyorum. Lütfen bana bunu yaptırma abi! Yapmak istemiyorum ama gerekirse yaparım."


Burak'ın kastettiği derin kuyuların, 6 yıl önce yaşanan patlama olduğunu hepsi anlamıştı.


"Drone ulaştı beyler. Şu an göstericilerin üstündeyim ama... Tahmin ettiğiniz gibi düzende bir aksaklık yok. Liderleri hariç hepsi altı sıra halinde dizilmişler ve kusursuz bir düzenleri var. Adımlar olsun, hareketler olsun... Önceden planlı programlı çalışılmış belli."


"Planlı, programlı..." diye mırıldanan Burak'ın aklında yavaş yavaş bir plan belirirken sordu.


"Gazetede, halktan isteyenlerin de eşlik edebileceği yazıyordu. Böyle bir durum var mı?"


"Evet... Lideri geçmemek şartı ile sağda solda ve arkada halktan insanlar var. Seni de bağlıyorum drone'a. Planın her ne ise... Lütfen dikkatli ol kardeşim!"


Burak, adamın kendini göremeyeceğini bilse de başını salladı.


"Ben gidiyorum. Haberleşiriz Şahin. Dikkatli ol! Ve beyler... Bu durumu kimse öğrenmeyecek. Hele de... Hilal! Onun kulağına asla gitmeyecek bu durum. Her şey sona erdiğinde... Ben uygun bir dille, olayı yumuşatarak açıklayacağım. Ve o zamana kadar da kimse öğrenmeyecek. Birisi öğrenirse sizden bilirim ve benim için ne kadar değerli olursanız olun farketmez, canınızı yakarım. Anlaşıldı sanırım... Gidiyorum!" diyen Burak hızla yürümeye başladı.


🐺 


Saatine bakan Burak, yürüyüşçülerin meydana ulaşmalarına 32 dakikası kaldığını farketti ve hızla önündeki adama selam verdi.


"Selamünaleyküm Beybaba!"


"Aleykümselam evladım. Buyur bir şey mi aramıştın?"


Burak, market sahibi olan yaşlı adamı tartarcasına süzdü. Bu sırada adama güvenip güvenemeyeceğini ve ne kadarını söylemesi gerektiğini düşünüyordu.


"Şu büyük Türk Bayrağı... Siz mi astınız?"


Yaklaşık 8. kattan zemine kadar inen bayrak marketin üzerinde tüm ihtişamı ile dalgalanıyordu. İki farklı binanın camlarından ancak asılabilen büyük bayrak, metrelerce öteden, gören her Türk Evladını gururlandırıyordu.


"Kısmen... Mahallecek yaptığımız bir şey. Her sene 18 Mart'ta asardık. Mahallemiz, zamanında Çanakkale gazilerimize ev sahipliği yapma gibi bir onura layık oldu... Gazi isminden de anlarsın zaten. Onların çocukları ve torunları ile o büyük insanları anmak için böyle bir yola başvurduk. Bundan sonra sadece 18 Mart'ta değil diğer bayramlarımızda da asma kararı aldık. 3 gün önce mahallemizden bir şehit polisimizi uğurladık... 3 gündür asılı. Şanlı bayrağımız ailesine teselli olur diye düşündük. Evin 13 yaşındaki oğlu, her marketin önünden geçtiğinde bayrağımıza selam veriyor. 'Ben de babam gibi vatanımızı koruyacağım!' demeye başlamış bile."


Dudaklarında hüzünlü bir gülümseme beliren Burak, şehidin ismini mırıldandı.


"Tanıyor musun?" 


"Ben tüm şehitlerimizi tanıyorum Dayı. Kendisine şehadet şerbeti nasip olan tüm şehitlerimizi..."


Genç asker tüm şehit haberlerine bakar, onların resimlerini, adlarını, hayatlarını incelerdi... Eğer görevi yoksa mutlaka şehitlerimizin cenazelerinde bulunur, çoğu zaman izin günlerinde de şehitliğimizi ziyaret ederdi. Burak'ı... Evladının, eşinin, babasının/annesinin mezarının başında gören gözü yaşlı aileler 'Sizi çıkartamadım ama...' dediğinde ise 'Meslektaşıyım. Harika bir vatan aşığıydı... Başımız sağ olsun.' diye mırıldanırdı.


Maddi durumu kötü olan, onlarca şehit ailesine ya yardım yapmış ya da yardım yapılmasını sağlamıştı. Birçok şehit ailesinin hayatında türlü şekilde yer edinmişti. Çocuklar sürekli, ellerinde hediye ile gelen ve nereden çıktığı belli olmayan bu gizemli asker abiyi beklerlerdi. Anne/babalar kaybettikleri oğulları yerine koyarak, Burak'a sımsıkı sarılırlardı. Eşini kaybedenler için ise bir abi/kardeş olmuştu.


Yaşarken bir kere bile yüz yüze karşılaşmadığı şehitlerin mezarlarına giderek onlarla konuşurdu Burak.


'Bugün oğlunu parka götürdüm. Çok arkadaş canlısı... Daha gider gitmez birileriyle arkadaş oldu. Herkesi kendine çeken bir enerjisi var maşaallah. Parktan dönerken bütün çocuklar ona el sallıyordu... Gözlerinde sana olan özlemi olsa da... Oğlun düşe kalka büyüyor be ablam. Geçen hafta okuma yazmayı öğrenmiş biliyor musun? İlk yazdığı kelime ise... Senin isminmiş. Büyük bir gururla 'Ben annemin oğluyum. Büyüğüdüğümde ben de onun gibi şehit olacağım' diyor. Eşin mükemmel bir baba. Seni oğluna öyle bir anlatıyor ki... Oğlunun seni unutması mümkün değil. Korkma o yüzden! Hem... Bir çocuk, asla annesini unutmaz! Sesi silinse de, kokusu buruk bir hatıra olarak kalsa da... Kendisine bakarken parlayan gözlerini ve kendisine hissettirdiklerini asla unutmaz. Huzur içinde uyu abla...'


'Hayırlı olsun abi... Baba oldun. Ufaklık dün gece apar topar geldi dünyamıza. Erkek kardeşin sözünü tutuyor. Yengesine ve yeğenine gözü gibi bakıyor... Antalya'daki işinden ayrılıp sizin karşı daireye taşınmış olmasaydı gerçekten kötü şeyler yaşanabilirdi. Erken doğdu diye de endişelenme sakın ha. Doktor küveze bile koymaya gerek görmedi. O da şaşkın zaten... 'Gelişimi normal bir bebekle nasıl aynı olabilir?' diye dolaşıyordu en son. Adaşın olan oğlun, annesini bir an önce teselli etmesi gerektiğini hissetti galiba. Bir an önce büyümeye çalıştı... Hayatı boyunca senin yokluğunu hep hissedecek... Yalan söyleyemeyeciğim. Fakat onu her şeyden çok seven bir annesi ve baba yarısı olan bir amcası var. Hayat onlar olduğunda katlanabilir oluyor... İzin verirsen ben de abi kontenjanından gireceğim hayatına. Gerçi eşin, küçük amcanın benim için daha uygun olduğunu söylüyor ama... Yani beni tanımışsındır abi. Küçük olmak asla benlik değil... Benim artık gitmem gerekiyor. Biliyorsun görev beklemez. Bu arada... Doktoruna söyleme ama, eşin hastaneden çıkar çıkmaz buraya gelmeyi planlıyor. O yüzden de ufaklığın fotoğrafını getirmedim. Birkaç gün sonra, canlı canlı görürsün. Gerçi... Eminim ki sen zaten her şeyi görmüşsündür oralardan.'


'Selam... Ben geldim. Nişanlını beklediğini biliyorum ama... Onu ikna edemedim bir türlü... Yanına gelmeye utandığını, yüzü olmadığını söyledi. Kalbine girmeye çalışan bir adamla tanıştı... Yaralarını sarmaya yeminli bir adam. Gerçi duyduğuma göre adam seni ziyarete gelmiş, senden izin almış. Bu yüzden tüm bunları biliyorsundur. Adamı araştırdım... En ufak bir hatasını bulsam bu işe izin vermeyecektim ama... Gerçekten de iyi birisi. Yanına geldiğinde anlamışsındır zaten. Gökkuşağına gözü gibi bakacaktır. Senden sonra kaybolan gökkuşağın, son zamanlarda tekrardan ışıldamaya başladı. Bu yüzden yanına gelemiyor sanırım. Gözlerinde belirmeye başlayan parıltıyı görmenden çekiniyor. Seni unutmaktan korkuyor... Bilmiyor ki, hayatına giren adam, seni unutmasına izin vermeyecek kadar çok seviyor onu. Eminim ki konuşabilseydin, ilk yaptığın onu azarlamak olurdu, '6 yıl oldu... Artık hayatına bakmalısın. Yaşam devam ediyor. Yıllardır gülmüyorsun be Gökkuşağım. Ben senin mutlu olmanı istiyorum... O adama bir şans ver. Bırak artık beni!' derdin. Bir dahaki gelişimde söz onu da getireceğim. Kimseyle bu durumu konuşmuyor. O adama karşı bir şeyler hissettiğini kendine bile itiraf edemedi. Sana geldiğinde itiraf edeceğini biliyor ya o yüzden gelmiyor. Seni ne kadar çok sevdiğini biliyorsun. Ona sakın kırılma... Tekrar görüşürüz kardeşim.'


'Nasılsın abi?.. Kız kardeşinin düğününe iki hafta kaldı. Zaman ne de çabuk geçiyor değil mi? Mine, benden gelinliğinin kuşağını bağlamamı istedi. Onu reddettim ama... Kızının 'Babam da çok sevinirdi amca. Lütfeen!' demelerine kayıtsız kalamadım... Bu arada nişanlısı gerçekten de kardeşini seviyor. Yine de, GBT'sine bakıp onu araştırdığım için gram pişman değilim. Geçenlerde Tuğba ablaya bunu itiraf ettiğimde... Gülerek senin de aynısını yaptığını söyledi. Evet güldü! Eşin artık seni hatırlarken hüzünlenmiyor. En kötü anınızdan bile bir mutluluk çıkartabiliyor. Onu üzgün görürsen üzüleceğini ve artık hep gülümseyerek seni hatırlayacağını söyledi. Bu aralar sürekli 'Keşke tanışmış olsaydınız çok iyi anlaşırdınız.' diyor. Demesine gerek yok aslında... Bu şehitlikteki herkes, bu ülkedeki tüm vatan aşıkları mutlaka iyi anlaşır(dı). Bizimiz davamız bir... Gönlümüz aynı aşkla çarpıyor çünkü. Bu arada senin küçük kız bu aralar uzakdoğuya merak saldı. Kore'ye gideceğim diye tutturuyor. Tuğba ablayla konuştum bir şeyler ayarladım. Doğum günü yaklaşıyor biliyorsun. 10 gün dedim ama... 'Ben 10 gün ne yapacağım elin ecnebi memleketinde. Sen onu 5 gün yap' dedi. Sonunda bir haftaya ikna ettim. Asya'ya erken söylememe kararı aldık. Biliyorsun çok tez canlı. Ne zaman söyleriz bilmiyorum ama... Öğrenince ilk iş senin yanında alır soluğu zaten... Telefon geldi şimdi. Gitmem gerekiyor. Sonra görüşürüz abi!'


'Baban bugün yıllardır istediğin şeyi yaptı ve annenin hevesli gözler ile baktığı o evi aldı... Senin bu iş için biriktirdiğin paralarla. Vasiyetin yerine geldi kardeşim. Evin bahçesindeki köpeğin hâlâ dönmeni beklese de... Ailen onları gökyüzünden izlediğini biliyor. Hep seni anıyorlar biliyor musun?.. Evin her tarafın senin fotoğrafların ile dolu. Ziyarete gittiğimde, annen bana öyle sıkı sarılıyor ki... Eminim ki o sarılışını hissediyorsundur. Baban geçen gün yine satrançta beni yendi. Çaktırma... Ben de senin yaptığın gibi yenmesine izin veriyorum. Gerçi bu sefer anladı sanırım. Gözleri kızardı, omzumu sıkarak teşekkür etti, onlara iyi geldiğimi söyledi. Kendilerinin de bana ne kadar iyi geldiğini hissediyorlar sanırım. Bu yüzden benim yanımda kelime seçimlerini çok dikkatli yapıyorlar. Neyse kardeşim... Bir dahakine gelirken senin haylaz Karabaş'ı da getireceğim. Özlemişsindir.... Rahat uyu! Gözün arkada kalmasın. Ailen emin ellerde. Bu arada... Orada annem, babam ve miniğimle karşılaştığında... Onlara benden çok selam söyle. Onları ne kadar çok özlediğimi söylemene gerek yok... Zaten biliyorlar.'


Genç asker yıllar boyu, kalbindeki özlemi özlem çeken diğer aileler ile paylaşmış, ailesinin mezarına gidememenin acısını ise ziyaret ettiği şehitler ile hafifletmeye çalışmıştı.


Karşısındaki adama bakan Burak, bakışlarını tekrardan al bayrağa çevirdi. Böylesine hoş bir düşünceye sahip vatan aşığının kendisine yardım edeceğinden emin konuştu.


"Yardımına ihtiyacım var Beybaba!"


"Yapabileceğim bir şeyse elbet yardım ederim evlat. Konu neydi?"


"Vatan..." dedi Burak ciddi gözler ile adama bakarak.


Burak'ın ses tonu ve bakışı karşısında ona inceler gözle bakan yaşlı adam, yaşının verdiği tecrübe ile karşısındakinin sıradan bir insan olmadığını anlamıştı. Oturduğu tabureden ayağa kalkan adam hazır olda durdu.


"İsteğiniz benim için bir emirdir!"


🐺


Bayrağı, mağazadan aldığı sırt çantasının içine koyan adam, hızlı adımlar ile yürüyüş yapanların yanına geldi ve lideri görebileceği bir mesafeden yürümeye başladı. Bu kalabalıkta Kaan'ı nasıl bulacağı gerçekten merak konusuydu. Şu an güvendiği tek şey, gösterinin sıkı planlanmış olmasıydı.


Ön sıradaki ve yanlardaki belirli kişilerin kırmızı tişörtlerinin üzerindeki sarı renkli kartvizitler seçiliyordu. Onların görevliler olduğunu fark eden Burak, hangisi ile konuşması gerektiğini düşünürken, herkes ile birlikte sloganları tekrar ediyordu.


Kısa bir süre sonra liderleri olan 4. sınıf öğrencisinin, geriye dönerek komut verdiği zamanlarda bir noktaya baktığını gördü. Birkaç dakika Delikanlı'nın baktığı noktadaki genç kızı izleyen Burak, onun bu işin altından kalkabileceğine kanaat getirdi ve kıza doğru yaklaştı. Halkı yararak ilerleyen adam birkaç kişiye özür tebessüm gönderdi ve kızın yanına ulaştı. Sloganları tekrar etmeye devam ederken telefonunu çıkartarak notlar bölümüne bir şeyler yazdı.


Kıza biraz daha yaklaşırken genç kızın ona bir bakış attığını gördü. Kız yanındakine garip gözlerle baksa da hiç bozuntuya vermeden bağırmaya devam etti. Burak'ın istediği de zaten tam olarak buydu. Kızın kulağında, diğerleri ile bağlantılı bir kulaklık olduğunun bilinci ile kimseye çaktırmadan kıza asker kimliğini ve telefonunu aynı anda uzattı.


'Sessiz ol! Yardımın ihtiyacım var. Hayat memat meselesi...'


Kimliği gören ve telefondaki yazıyı okuyan kız, önce beyazlamış suratı ile adama baktı. Sonrasında derin bir nefes alarak başını salladı. Gözlerindeki yoğun korku belirgin olsa da... Ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı.


Kendi telefonunu çıkaran genç kız, tek elle bir şeyler yazarken diğer eli ile bayrağı taşıyor, defalarca kez çalıştığı sloganı söylemeye de devam ediyordu. Kızın sesindeki ve elindeki titremeyi Burak'tan başkası hissetmemişti. Kimliğini cebine koyan asker, aralarındaki mesafeyi tekrardan açtı. Lider çocuğun dikkatini çekmek, istediği son şey bile değildi.


Kızın telefonu eline vermesi ile yazılanlara baktı.


'Şu köşeyi döndükten sonra duraklayacağız ve birkaç kişi şiir okuyacak. O zaman konuşabiliriz Yüzbaşım. Siz buradaki bakkalın önünde durun. Ben su alacağım diyerek hemen yanınıza geleceğim. Kimseye bir şey söylemeyeceğime de vatanım üzerine söz veriyorum.'


Kızın yazdıklarını okuyan Burak, tebessüm etti ve başını sallayarak bakkalın önüne doğru yürüdü. İki dakika sonra genç kız hızla yanına geldi.


"Kimliğinizi tekrar görebilir miyim?"


Burak, durumun ehemmiyetine rağmen kızın bu bilinçli haline gülümsedi.


"Buyurun Bilgesu Hanım!" diyen adam kızın yaka kartındaki isme bakıyordu.


Kimliği inceleyen genç kız, titreyen eller ile geri uzattı


"Mesele... Sorun nedir Yüzbaşım?".


"Yeni fikirler bulan bir insan mısındır?"


"Evet de konuyu bilmeden..."


"Yani bir fikir ortaya atsan bu kimseyi şaşırtmaz, yürüyüşün lideri de bunu kabul eder. Öyle mi?"


"Fikir kimseyi şaşırtmaz da... Lider için aynı şeyi söyleyemem." diyen kız istemesizce gözlerini devirmişti.


Burak, onun bu hareketine güldü.


"Ne yapıyor? Herkesle rahat rahat yürürken senin yanında kasıntılı mı davranıyor?.. Yine herkesle gayet normal konuşurken söz konusu sen olduğunda hep alçak sesle, konuştuklarınızın duyulmamasını çabalayarak mı konuşuyor?.. Senin rezil olduğun, unuttuğun anları bile hatırlıyor ve bunu sürekli yüzüne vuruyor değil mi? Diğerleri ile havadan sudan konuşurken, sana sürekli ilginç bilgi yüklemesi yapıyordur kesin. Bir ortamda sen kendini savunabilecekken araya giriyor ve seni kendisi mi savunuyor? Yoksa... Bir şey yaparken sürekli gözleri senin üzerinde mi dolaşıyor?.. Kesin bunun nedeni senin o işi beceremeyeceğini düşünmesidir(!). Başkası sataştığında senin adına cevap vermesi de küçük düşürmek istemesindendir hatta(!)."


Burak'ın söyledileri karşısında genç kız dumura uğrarken, adam karşısındaki hayat dolu kıza baktı.


"Birazdan 'Bir suyu bile alamadın!' diyerek yanımıza gelecek olan adam beni görmeden şu meseleyi konuşalım. Yoksa benim dikkat çekmeme operasyonu büyük bir kavga ile son bulacak. Ayrıca... Bu meseleden kurtulduğumuzda kimseye bir şey anlatamazsın. Ama... Ona anlatmana izin veriyorum. Hayatın kaçmak için çok kısa olduğunu anlasın."


Ben şu an kaçtığım her salise için deliler gibi pişmanım mesela... Şu anki dik duruşumun tek sebebi kriz anında olmamız. O elaları bir daha göremeyeceğimi düşünmeye başlarsam, titreyen bedenimi kontrol edemez ve yere yığılıp kalırım.


🐺 


Bilgesu'dan aldığı bilgiler ile hareket eden Burak, hızla Kaan'ın bulunduğu noktaya doğru gitti. Her şey tam da tahmin ettiği gibi ilerlemişti. Gençler öylesine mükemmel bir organizasyon düzenlemişlerdi ki... Marmara Üniversitesi haricindeki kimse yürüyüşe katılamamıştı. Ve bu durum, neden Haluk'un yaptıklarına rağmen, Kaan'ı da tehdit ettiklerini açıklamıştı.


Tam gösteri öncesi açılan bir kontenjanı doldurmaya çalışan gençlerin karşısına tesadüfen(!) Kaan çıkmıştı. Okulu dondurmuş olsa da o da Marmara Üniversitesi öğrencisiydi. Ayrıca Bilgesu daha önceki provalarda onu gördüklerini söylemişti. Kaan, onlara evinin yakın olduğunu söylemişti. Burak, Bilgesu'ya... Kaan'ın bu durumunu hiçbir şekilde kimseye söylememesini, tehdit edilerek mecbur bırakıldığını söylediğinde genç kız başını sallamıştı. Burak, her şey bittiğinde, hâlâ yaşıyor olursa, kız ile daha detaylı bir konuşma yapması ve gerekli belgeleri imzalatması gerektiğini aklının bir köşesine not aldı.


Burak, liderin megafonu çıkartarak konuşması üzerine derin bir nefes aldı ve düşüncelerinden sıyrıldı. Kıza bir bakış attığında, onun kendisine bakarak çaktırmadan başını salladığını gördü. Bu rotanın değiştiğinin ve yeni rotanın Gazi Mahallesi olduğunun göstergesiydi. Şükürler olsun ki Bilgesu bu işi layığıyla yerine getirmişti.


"Arkadaşlar. Meydana kadar kalan kısmı, bu elimde gördüğünüz al bayrağımız ile tamamlamaya karar verdik. Sıranın baş tarafındaki yetkililere gerekli talimatları verdim... O zaman bir kez daha gösterelim herkese. Bu vatanda ezan dinmez bayrak inmez. HER ŞEY VATAN İÇİN... HER ŞEY VATAN İÇİN... EZAN DİNMEZ BAYRAK İNMEZ..."


Gözleri dolan Burak, kalbindeki gururla hep bir ağızdan bağıran gençlere baktı. Bu vatan için, bu gençler için şehit olmak... Dünyadaki en gururlandırıcı şey olmalıydı.


"Görüyor musun baba?.. Böyle vatan aşkıyla yanan gençlerimiz olduğu sürece, her şeyi yapacak güce sahibiz biz. Hep derdin ya 'Polisiz, askeriz, Mehmetçiğiz, bir ölür bin diriliriz, vatan sağ olsun!' diye... Şu an, tam da bunun bir göstergesi. Ve ben... O şerefsizlerin gençlerimizin, milletimizin tırnağına bile zarar vermesine izin vermeyeceğim. İzle oğlunu baba! Vatan sevgisini iliklerine kadar aşıladığın oğlunu izle... Bugün hasret biter mi bitmez mi bilmiyorum ama... Ne olursa olsun vatanımızı koruyacağım."


Kendi kendine mırıldanan Burak, açılan bayrağı izliyordu. Kısa süre içerisinde bayrak sadece gençleri değil, onların yanında yürüyen kendilerini de kaplamıştı. Burak, bu durum karşısında gülümsedi... Her şey kusursuz ilerliyordu.


Tekrardan yürümeye başladıklarında, Burak birkaç öğrenciye, Bilgesu'nun adını vererek Kaan'ın yanına doğru gitti. Genç kız listeye bakarak Kaan'ın yanındaki kişilere 'Abisi ile bir mesele varmış aralarında. Abisi kendisini affettirmek istiyor. Uçağı varmış bu yüzden de havaalanına gitmek zorunda. Zaten bayrak çekeceğiz anlaşılmaz durum. İdare edersiniz... Kimseye de bir şey söylemezseniz sevinirim' demişti.


Bunun rahatlığı ile hareket eden Burak, sonunda günlerdir aradığı kişinin yanına ulaştı. Kaan, başı önünde yürüyordu. Omuzlarındaki sarsıntısı hisseden Burak, onun ağladığını anlamıştı. Derin bir nefes alan adam tekrardan telefonunu açtı ve notlar bölümüne girdi. Yazdığı yazıyı genç adama uzattıktan saniyeler sonra yeşil gözleri, kızarmış kahverengi gözler ile buluştu.


'Sil o gözyaşlarını. Yardıma bir yetişkin geldi. Yalnız Kaan... Baban sürekli' Onu bir elime geçirirsem...' ile başlayan cümleler kuruyor. Önümüzdeki bir 50 yıl ondan azar işiteceksin sanırım... Hexe'ni saymıyorum bile.'


Telefonunu cebine atan Burak, parmağını dudağına götürerek Kaan'ı susmasını sağladı ve çocuğu incelemeye başladı. Kolundaki ve boynundaki saklamaya çalışılan morartıları gördüğünde yumruğunu sıkmıştı. Önce bunu yapan şerefsizlerin sonra da Tornado denilen şerefsizi bularak ağzını burnunu kıracaktı.


'Bunun için önce yaşamalısın!' diyen iç sesini duyan adam onu duymazdan gelerek Kaan'ın umutla parlayan gözlerine baktı ve kimliğini gösterdi. Delikanlının yanağındaki yaşlar çoğalırken hıçkırmamak için eli ile ağzını kapattı.


Öncesinde Haluk'tan, Kaan'ın işaret dili bildiğini öğrenmiş olan Burak elleri ile konuşmaya başladı.


'Dinliyorlar mı?'


Kaan, bu soruya başını sallayarak cevap verdi ve titreyen ellerini kaldırdı.


'Kardeşim?'


'İyi... Arkadaşlarım onu kurtardı.'


Bacağındaki gücü kaybeden Kaan düşeceğini hissetti. Genç adam, kolunu ona uzatarak destek sağlayan Burak'a minnettar bakışlar ile baktı. Sonrasında ise hiçbir şeyin bitmediğini hatırlayarak doğruldu.


Kaan titreyen ellerini havaya kaldırırken... Burak dudak okumayı bildiğini ve buna gerek olmadığını söylemek üzereyken duraksadı. Karşısındaki çocuğun işaret dili ile konuşurken bu yaşananlardan az da uzaklaştığını farketmişti. Çocuk elini kullandığı her an 'Bir şeyler yapabiliyorum' diye hissediyor ve duruşunu güçlendiriyordu.


'Abi çantada bomba var. Ben yapmazsam kardeşime yaptıracaklarını söylediler... Başka çarem yoktu. Her türlü bu patlamayı yapacaklardı zaten. Ama... Kardeşim olmazdı. Özür dilerim. Ben gerçekten..."


Elini delikanlının omzuna koyup sıkan Burak, sakinleştirici gözler ile ona baktı.


'Merak etme... Mecbur kaldığını biliyorum. Artık korkmana gerek yok. Her şey kontrolüm altında. Şu an meydana gitmiyoruz... Rotayı değiştirdim.'


'Bu hiçbir işe yaramaz abi. Bana güvenmedikleri için uzaktan kumanda ayarlandı.'


Başını iki yana sallayan Burak, ukala bir şekilde güldü.


'Ehh... Sen de haklısın. Beni tanımıyorsun ne de olsa!'


Onun bu kendine güvenen halini gören Kaan, günlerden sonra ilk defa gülümsemişti.


'Kaç kişi oldukları hakkında bir bilgin var mı?'


'Beni, yürüyüşü izleyen 2 kişi var. Meydanda da 3 kişi. Daha fazlası var mı bilmiyorum ama... En az 5 kişi var.'


Başını sallayan Burak, içini marketten aldıkları ile doldurduğu çantasını sırtından çıkarttı ve Kaan'a baktı.


'Çantayı bana ver. Bu çantayı alıyorsun. İçindeki beyaz kepi alıp kafana takıyorsun. Kırmızı tişörtün üstüne de çantadaki siyah hırkayı giyiyorsun. Birazdan sola dönmek yerine sağa dönecekler. Sağa döndüğünüz an... Yavaşça bayrağın yanındaki sivillerin yanına gideceksin. O zaman sakın dışarı çıkma! Keskin nişancımız adamları indirecek ama... Ne olur ne olmaz. Bu yüzden risk almıyoruz... Biraz ilerledikten sonra o mahallenin halkı da yürüyüşe eşlik edecek. Bir çayevi göreceksin. Oradaki kalabalık bayrağa paralel bir şekilde karışık bir sırayla yürüyecekler. İşte o anda çıkacaksın. Biraz ilerlediğinde bir market göreceksin. Vitrininde şehit resimleri var. Oraya gir... Marketin sahibi seni bekliyor. Ona çantanın içindekileri göster sen olduğunu anlar. Orada biraz oturduktan sonra... Mavi gözlü bir adam gelecek. Adı Şahin... Adını sormadan onunla konuşma. O da asker... Sana benim nerede olduğumu sorarsa bilmediğini söylersin... Ki zaten bilmeyeceksin. Büyük ihtimal peşime düşer. Ondan sonra birisi gelecek. Trafik şubeden.... Adı Erol. Kimlik göstermesini iste. Benim arkadaşım... Ona güvenebilirsin. Seni babanla ve kardeşinle buluşturacaktır.'


Burak'ın verdiği talimatları gözünü bile kırpmadan takip eden Kaan, endişeli gözlerle adama baktı.


'Peki sen abi?'


Delikanlının sorusunu duyan Burak, zorlukla gülümsemeye çalıştı.


'Ben başımın çaresine bakarım... Dikkatli ol!'


Başını sallayan genç 'Sen de abi...' dedi.


Çantayı alan Burak yavaş yavaş çıkışa yöneldi. Planladığı kör noktaya geldiğinde ise sivillerin arasına karışarak ara sokağa daldı.


Arkasından yoğun bir endişe ile bakan çocuk... Tuttuğu çantanın içinde, askerin iletişim için kullandığı kulaklık ile birlikte, Kadavra/Hacker tarafından takip edilmesini sağlayan vericinin olduğunu bilmiyordu. Bilseydi... Adamı mutlaka durdururdu.


🐺


Duvarın dibine çöken Burak, bombaya baktı. Bombanın kumanda ile olan bağlantısını kesmişti kesmesine ama bu durum geri sayımın başlamasına neden olmuştu. Bombaya tekrar bakan adam gözlerini kapattı.


14.34... 14.33... 14.32...


"Kendine gel gerizekalı! Şu ana kadar ne yaptıysan öyle devam edeceksin... Düşünmek yok!"


Derin bir nefes alan adam, tuttuğu nesneyi cebine attı ve ayağa kalktı. Sırt çantasını kapatarak omzuna atan adam, herhangi bir aksiliğe karşı insanların en az olabileceği bir yere doğru yola koyuldu. Aklı, cebine attığı nesnenin sahibinde olan adamın ruhu da, iki gün önceye gitmişti.


"Hmmm... Hmmm... Hmmm!"


"Niye hımladığını sorabilir miyim acaba Sevdiğim?" diye sordu Hilal gülerken.


Kolunu, kızın omzundan çeken adam soru dolu gözlerle baktı.


"Şu saçındaki toka..."


"Kelebek... Birileri sağ olsun kelebeğe karşı büyük bir zaafım var artık."


Kızın cümlesi üzerine gülen adam parmağı ile kendisini gösterdi.


"Emin ol... Benim kadar olamaz."


Genç kız mutlulukla gülümsedi. Batan güneşin kızılımsı ışığı yüzüne vuran kızın gözleri bal rengine dönüşmüştü. Burak, çatıya çıktıkları ilk andan beri yaptığını yaparak sevgiyle sevgiyle izlemeye devam etti. Adamın bakışları karşısında utanan genç kız, gözleri dağların arkasında batmakta olan güneşe çevirdi.


Burak, içten bir kahkaha attı. Adamın kendisine güldüğünün bilincinde olan Hilal somurttu.


"Hilal?"


Cevap vermeyen kız karşısında gülüşü şiddetlenen Burak bir çocukla konuşurcasına konuştu.


"Oyy Kelebeğim... Sen bana küstün mü, kızdın mı sen bana? Trip mi atacaksın şimdi he?"


"Trip falan değil... Seni atacağım Burak. Ahanda şuradan aşağı iteceğim."


"Sen bana kıyamazsın ki!" diyen adam ukala bir şekilde güldükten sonra bilmişçe kıza göz kırptı.


"Yok yooook. Ben seni fazla şımarttım."


"Evet. Ve bundan gram pişmanlık duymuyorum. Tarafınızdan şımartılmak benim yegane yaşam amacım Asena Hanım."


Adamın söylediği cümle ile gülümseyen kız, yeşil gözlere baktı.


"Ehh... O zaman hep şımartayım!"


"Hep şımart." diye fısıldadı adam.


Güneş ışınlarının son demleri de kaybolurken Burak tekrardan kızın örülü saçlarının ucuna taktığı, su yeşili rengindeki kelebekli klips tokasına baktı.


"O tokalar çift halinde satılıyor değil mi?"


Konunun nereye gideceğini merak eden Hilal, anlamsız bakışlar ile adama baktı ve evet dercesine başını salladı.


"Yani bir tane daha var tokadan?"


"Var da... Nede..."


Genç kız, Burak'ın avucunu kendisine doğru uzatması ile cümlesini tamamlayamadı.


"Alayım lütfen..."


Adamın yumuşacık bir ses ve yoğun bakışlarla kurduğu cümle karşısında yutkunan genç kız fısıltıyla sordu.


"Neyi?"


"Kelebeğim?" diyen adam gözlerini dikmiş bir şekilde kıza bakıyordu.


"Neden?" diye soran Hilal, kalp atışlarını duyduğunda yemin edebilirdi.


Başını eğerek gülen Burak bakışlarını kızın gözleri ile buluşturdu ve gülen gözleriyle konuştu.


"Anlaşılan birileri şımartılmak istiyor. Peki o zaman! Büyük bir zevkle, isteğinizi yerine getiriyorum Hanımefendi. Şöyle ki..."


Duraksayan adam, genç kızın örgüsünden fırlamış olan birkaç tel saçı aldı ve oynamaya başladı.


"Gecelerim 'Neden Hilal'e fularını geri verdim?' diye hayıflanarak geçiyor. Sana yeni bir fular alıp, birkaç hafta sonrasında geri isteyeceğim güne kadar... Tokayı alayım lütfen?"


Nefes alış-verişleri hızlanan genç kız titrek bir nefes aldı.


"Başım dönüyor Burak..."


"Hmm... Yüksekte olduğumuz için olabilir bence?"


"Sadece yüksek mi? Uçuyorum ben!"


"Pilot maharetliyse demek ki..."


Birbirine bakan ikili aynı anda kahkaha atmaya başladılar. Kısa süre sonra Hilal sahte bir sinirle konuştu.


"Hep kendine pay çıkart sen zaten! Ukala herif..."


"Yalnız Kelebeğim... Uçaksız bir pilot; yazısız kitap, işlemsiz matematik, melodisiz müzik, hamursuz profiterol, topsuz pota, çiçeksiz bahçe, kumsuz deniz, yağmursuz bulut, karsız kış, aysız gece ve... Kelebeksiz Alfa kadar anlamsız."


Adamın söylediği cümle ve bakışlarındaki derin ifade karşısında elini kalbine götüren Hilal mırıldandı.


"Kalbime indiriyorsunuz Bay Olric... Yavaş gelin lütfen."


"Tokamı alayım lütfen."


Adamın boğuk ses tonu karşısında, genç kız fısıldadı.


"Al..." 


Bunun üzerine kızın saçlarına uzanan adam narin hareketlerle, incitmeye korkarak tokayı kızın saçından çıkarttı. Bu esnada derin nefesler alarak, papatya kokusunu içine çekmeyi ihmal etmemişti.


Anılar eşliğinde yürüyen Burak, deprem hasarlı binaların olduğu sokağa girdi. Yakın zamanda yıkım ekibinin gireceği sokak boşaltılmıştı. Az ileride gördüğü, büyük bir bahçeyle çevrili olması sayesinde etrafının boş olduğu binaya doğru koşan Burak, hiç vakit kaybetmeden binaya girdi ve bodrum kata indi. Kapıyı birkaç zorlamadan sonra açan adam içeri girdi ve köşeye giderek bombayı çıkarttı.


9.54... 9.53... 9.52...


Uçak moduna aldığı telefonun fenerini açan adam bombayı incelemeye başladı. Mecbur kalırsa Barut'u aramak zorunda kalacağının farkındaydı. Bunu düşünür düşünmez kendi kendine güldü.


"Barut'u arasam ne olacak? Şunun şurasında kalmış 9 dakika... 9 dakikada bombanın anahtar sistemini nasıl çözecek ki?"


Bir süre sonra çıkardığı çakısını kabloya dayayan Burak, kesik bir nefes aldı.


"Bismillahirrahmanirrahim..." diye mırıldanan adam kapattığı gözlerini açtı ve kabloyu kesti. Hızlanan sayılar ile bir küfür savurdu.


8.23, 8.22, 8.21...


Zamanlayıcının kablosunu kesen adam şu an zevkle(!), hızlanmış olan süreyi izliyordu.


"Yalnız... Besmele çektikten sonra küfür etmeyen de..." diyen adam çıldırmış bir şekilde arkasına yaslandı. Kısa süre sonra öfkeyle söylendi.


"Kendine gel!" 


Yumruk yaptığı eliyle, sert bir şekilde yere vuran adam, doğrularak bombanın başına geldi. Öyle ya da böyle 'O mu bu mu?' sorusu arasında kalacaktı. Son iki kabloyu bulmalıydı...


"Test çözerken şıkları elemek ve ikiye düşürmek gibi..."diye mırıldanan adamın aklını kütüphane günlerinden bir diyalog doldurdu.


'İlk kural, şıkl...'


'Şıkları elemek ve ikiye düşürmek...' diye lafına atlamıştı Kelebeği.


Kalbine saplanan sevgi, beynine dolan anılar ve ruhunu dolduran ela gözleri hisseden adam öfkeyle konuştu.


"ALFA! Düşünürsen bir daha asla düşünemezsin. Sustur şu aklını, kalbini ruhunu... İlk hatan son hatan olacaktır. Toparlan!"


Bir süre bombayla uğraşan adam, işi bittiğinde saate baktı ve gördüğü rakamlar ile inledi.


5.19, 5.18, 5.17...


Önünde iki kablo kalmıştı. Birisi mor, diğeri ise mavi. Birisi patlatacak diğeri ise imha edecekti. Ve adamın hangi kablonun imha, hangi kablonun patlatma kablosu olduğunu çözümleyecek vakti yoktu. Elini çatlayan başına götüren adam fısıldadı.


"Ölmek istemiyorum..."


Burak, bir anda gayri ihtiyari olarak söylediği bu cümle ile delirmişçesine gülmeye başladı. Genç adam yıllarca böyle bir ânı beklemişti. Kaderinin iki şıkka bağlı olduğu bir ân, onu ölüme götürecek bu ânı... Ve o gün gelmişti. Fakat... Kelebeğinden sonra gelmişti. Gülmeyi hatırladığında, mutluluğun sadece sözlükte bir kavram olmadığı bu zamanda gelmişti. Yanağından bir damla yaş akan adam, elini cebine götürerek kelebek şeklindeki tokayı çıkarttı. Gözlerindeki acıya karışan sevgi ile kelebeği parmakları arasında çeviren adam... Tokayı burnuna yaklaşırdı ve kokladı. Hissettiği papatya kokusu, hayal mi yoksa gerçekten de var mı bilmeyen adam, bunu pek de önemsemedi. Önemli olan o papatya kokusunu duymasıydı. Hayal ya da gerçek ne fark ederdi?


Bombadaki sayılara bakan Burak başını sertçe duvara yasladı.


4.06, 4.05, 4.04... 


Onu görmek istiyordu... Sesini duymak istiyordu. O elalara bakmak ona, onu sevdiğini söylemek istiyordu.


"Tabii söyle... Öldüğünde de çiçeklerle mezarına ziyarete gelir. Bence papatya olur... Sence?"


Boş odada sesi yankılanan adam saate tekrardan baktı.


3.18, 3.17, 3.16...


Onu görmeliydi. Ne olursa olsun... Onu görmeliydi. Son bir kez!


Bu düşünceden sonra ani bir hareketle telefonu çıkartan adam, sevdiğini aradı.


🦋 


"Hilal?.. Bana bakar mısın?.. Ağlama lütfen. Hiçbir şey bilmiyoruz şu an."


Hilal, Onur'un bu çabalarına karşılık vermedi. Genç kız, kalbindeki korkuyu gözyaşları ile silmeye çalışıyordu fakat... Ömürlük tüketilen 100 litrelik gözyaşını dökse bile, yaşadığı bu korkunun silinmeyeceğini biliyordu.


Ağlama krizine giren kız karşısında ne yapacağını şaşıran Onur, çaresiz gözler ile ona bakıyordu. Odada sadece KİT üyeleri kalmıştı ve Tuncay Kadavra ile konuşuyordu. Kısa süre sonra yanına çömelen Emre'yi hissettiğinde geri çekildi. Emre, genç kızın yüzündeki elleri, kendi elleri arasına alırken mırıldandı.


"Nefes al Ayçiçeği!"


Duyduğu hitapla başını kaldıran Hilal, kıpkırmızı gözler ile adama baktı.


"Güneş battığında bile Ayçiçeği hüzünlenerek boynunu büküyor. Ya güneş yok olursa... O zaman Ayçiçeği yaşayabilir mi?"


Emre, gözlerindeki acıya rağmen gülümsedi.


"Güneş, Ayçiçeği'ne bir şey olmasına izin verir mi?.. Asla! Ayçiçeği'nin solmaması için her şeyi yapacaktır... Ayçiçeği için yaşayacaktır."


Dudaklarının arasından bir hıçkırık kopan genç kız mırıldandı.


"Yaşayacaktır değil mi?"


"Yaşayacaktır!" dedi Emre kesin bir dille ve genç kızı kollarının arasına aldı. Hilal'in gözyaşlarını hisseden adam, yumruğunu sıktı. Biraz daha Burak denen o herife ulaşamazlarsa Emre de hıçkırıklara boğulacağını hissediyordu.


Odada bir telefon sesi yükseldi. Yerinden fırlayan genç kız, titreyen elleri ile masanın üzerindeki çantasını açmaya çalıştı. Burak'ın şarkı söyleyen sesini duyan Emre öylesine şaşırmıştı ki kımıldayamamıştı bile. Gerçi neden şaşırıyorsa? Bu ikili, resmi olarak tanıştıkları ilk gün de birlikte şarkı söylemişlerdi.


'... Ayışığım bak bugün bir, yarın bin sene. Burdа аteş, toprаk, hаvа, su çok güzel gelsene. Özlüyorum hep, аşk mıdır sebep?

Özlüyorum hep, аşkımdır sebe...'


Genç kız "İyi misin?" diyerek açtı telefonu.


"Telefonumu ne kadar da romantik bir şekilde açıyorsun Kelebe... Ağlıyor musun sen?"


Hilal, düşercesine koltuğa otururken, Burak kızarmış elalara kilitlenmişti.


Öğrenmiş... 


"Ne oldu? İyisin değil mi?.. Bomba nerede?.. Burak konuşur musun?"


Bombaya bir bakış atan Burak neşeli gözükmeye çalışarak kıza döndü.


2.34, 2.33, 2.32...


"Nefes bile almadan soru soruyorsun. Konuşmama müsaade mi ediyorsun?"


"Burak!.. Bomba nerede?"


"Burada..."


"Orada..." diye fısıldayan kızın başı dönmeye başlamıştı. Gözyaşları durmaksızın akarken yeşil gözlere baktı.


"Bakma şöyle... Bombayı imha ettim!"


"Ettin mi?.. Şükürler olsun."


Kızın gülen gözlerine bakan adam gülümsedi. O gözlerdeki acıyı görmemek için her türlü yalanı söyleyebilirdi.


"Çok korktum Alfa'm... Aklım çıktı."


"Benim de..." diye mırıldanan adam yumruğunu sıkmıştı.


"Neredesin abi sen yaa?" diye söylendi Tuncay.


"Yağız abim nerede?" diye soran Onur'un gözlerinde endişe bulutları dolaşmaya devam ediyordu.


"Gelme lan buraya! İlk karşıma çıktığında seni hastanelik edeceğim..."


Burak gülümsedi. Gözlerinin dolduğunu hissettiğinde, kesik bir nefes alan adam önce karşısındaki kardeşlerine baktı. Sonra da sevdiği kıza çevirdi bakışlarını. Ela gözlere bakan adam bir kez daha emin oldu. Binlerce asır, hiç gözünü kırpmadan o gözlere baksa... Yine de doyamazdı. Yine... Son bir kez bakmak isterdi. Bakışlarını bombaya çevirdiğinde acilen telefonu kapatması gerektiğini fark etti.


1.50, 1.49, 1.48...


"Neyse ben telefonu kapatıyorum."


"Daha yeni aradın!" diye söylenen kız ile gülümsedi adam.


"Saatleri geçtim günlerce, aylarca hatta yıllarca konuşsak bile... Ben hep daha yeni aramış olacağım."


"Haklısın..." diyen genç kız gülümsediğinde adamın bakışları o gülümsemeye kilitlenmişti.


"Mavi mi mor mu?" 


Soru üzerine afallayan Hilal istemsizce mırıldandı.


"Ne?" 


"Yaa bomba durdu durmasına ama... Şansımı denemek istiyorum."


"Ne?"


"Rus ruleti diyorum. Şans, kader, hayat... Bomba işini öğrenmeniz hiç hoşuma gitmedi. Halbuki elime mükemmel bir fırsat geçmişti. Bir daha asla geçmez! Bunu kaçıramam... Üzgünüm!"


"Burak ne saçmalıyorsun Allah aşkına?" dedi Emre öfkeyle.


"Hayatımın şansını yakaladım. Doğru kabloyu kesersem, kaderimde gerçekten de yaşamak olduğuna inanacak ve normal insanlar gibi bir hayat süreceğim. Yanlış kablo olursa... Zaten yıllar önceki o gün ölmem gerekiyordu. Doğru kabloyu kesmiş olursam... O gün ailemin benim için öldüğüne inanmayı bırakacağım. Annemin... Sırf beni korumak için yukarıdan aşağıya indiği fikrini yanlış sayacağım. Kaderimde zaten yaşam olduğundan... Benim yüzümden ölmediğini farz edeceğim. Yaşarsam ararım. İnşaallah görüşürüz! Bay bay..."


Burak'ın tüm bu sözlerden sonra telefonu kapatması üzerine hepsi donakalmıştı. Saniyeler sonra telefonu ellerinin arasından kayarak yere düşen genç kız, sadece durdu.


Onur, Tuncay ve Emre çıldırmış bir şekilde Burak'a ulaşmaya çalışırken genç kız bir milim bile kıpırdamadı... Hatta gözlerini bile kırpmadı. Yıllarca ders kitaplarında okuduğu Psikojenik Şok'un* bir gün kendi başına geleceğini asla tahmin edemezdi.


[*Duygusal travma veya psikolojik şok sonucunda ortaya çıkan durumdur. Bradikardi yani kalp atışlarının yavaşlayarak 60'ın altına inmesi sebebiyle, genellikle senkop (bayılma) ile sonlanır.]


Kalp atışlarının yavaşladığını hisseden genç kızın gözleri karardı. Başı dönmeye başlayan genç kız düşünme yetisini kaybetmiş, kararan gözleri ile etrafı seçmeye çalışıyordu. Genç kız, göğsüne giren ağrının sebebinin bradikardi olmadığını biliyordu. Kalbi kanıyordu... Canı çok yanıyordu.


🐺 


"Mavi mi mor mu?" diye mırıldandı Burak bombaya bakarken.


Telefonu kapattığından beri aklından bir an bile çıkmayan kızarmış ela gözlerden dolayı titrek bir nefes aldı.


"Kelebeğim maviye aşık..."


Bu yüzden de mavi kablonun üzerindeki bıçağı çekerek, mor kablonun yanına getirdi.


Kelebeğinin en sevdiği renk maviydi. Kendisini hayata bağlayan kızın sevdiği renk... Bombayı da hayata neden bağlamasındı? Maviyi paramparça etmek istemiyordu Burak. Patlasa da... Mavi sağlam kalmalıydı. Elindeki su yeşili tokaya baktı tekrardan.


"Aşk olan maviyi kesmemeliyiz değil mi?" diye mırıldanan adam bombanın üzerindeki saniyeye baktı.


0.17, 0.16, 0.15...


Tokanın üzerine bir damla gözyaşı düştü.


"Anı güncellemelerini tamamlayamadığım için özür dilerim... Sana bir kez olsun 'Sevdiğim' diye seslenmek isterdim... Seni seviyorum Kelebeğim."


10, 9, 8...


"Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulüh..."


5, 4, 3... 


Ve Alfa kod adlı Burak Kılıç, mor kabloyu kesti.


🦋 


"Hilal... İyi misin biraz daha?"


Tuncay, Hilal'i fark ettiğinde, genç kız bayılmak üzereydi. Hızla yaptıkları müdahale ve Emre'nin sakinleştirmek için söylediği sözler sayesinde bayılmaktan kurtulan genç kızdan yine geri dönüt alamadılar. Hilal'in dili lal olmuş, kalbi ise buz kesmişti. Ruhu yok olan kızın gözleri bomboş bakıyordu.


Emre çalan telefonuna baktı. Yine bir görüntülü aramaydı. Korkarak telefona cevap veren adamın eli titriyordu.


"Yağız..." 


Yağız'ın gözlerindeki ifade ile derin bir nefes alan Emre, telefonun çevrildiği kişiyle ağzına gelen tüm küfürleri saymaya başladı.


"... SENİN BİZE BUNU YAŞATMAYA NE HAKKIN VAR? ŞANSMIŞ! BEN O ŞANSI ALIRIM..."


"Abi!" diyen Onur yeni bir küfür zincirini engelledi.


Hilal'e bakan Emre, ağrıyan başını ovuşturdu.


"Bizi geçtim... Ona bunu nasıl yapabilirsin lan?"


Karşısındaki adam hiçbir şey söylemedi.


"Sessizlik yemininde misin? Yedin bir halt şimdi d..."


"Hilal..." diye mırıldandı Burak.


Onun sesini duyan genç kız, dakikalar sonra ilk defa başını kaldırdı. Ondan sonunda bir dönüt alan Emre, Hilal'i de kadraja alacak şekilde döndü. Odada, kızın buz gibi çıkan sesi yankılandı. Ses tonunu duyan adamlar, büyük bir şaşkınlık ile ona baktı. Burak hariç... Adamın gözlerinde kızın gözlerinde olan ifade vardı: Hiç!


"Hilal mi? O da kim?.. Tanıyor muyum?"


Kızın cümlesi üzerine Burak konuşmak için ağzını açtığında, Hilal başını iki yana salladı ve konuşmaya başladı.


"Ne farkettim biliyor musun? Çok uzun zamandır Oğuz Atay'dan alıntı yapmamışız... Bu yaşanan olay aklıma bir sözünü getirdi. Büyük ihtimal sen de çok iyi bilirsin Olric! 'Kendi kusurlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acısını başkasına çektirmeye hakkı yoktur!'


"Hilal.." 


"Bu seferki operasyon ruhuma zarar vermedi... Ruhumu ezdi geçti. Nerede olduğumu bile bilmiyorum. Kayboldum! Ehh... O zaman bu operasyonun dilek hakkı da büyük olmalı... Çok büyük! Fakat... Gerçekleştirmeni istediğim tek bir dileğim var ve sanırım bunu da gerçekleştiremezsin ha?"


Kızın soğuk sesi kalbine saplanan adamı asıl yaralayan, aşık olduğu gözlerdeki soğuk bakışlardı... Yabancı bakışlar!


"Nedir?" diye fısıldadı Burak çatlayan sesiyle.


"Zamanı geriye alabilir misin Burak? Seninle kafede tanıştığımız o güne... Ben o güne gitmek ve o gün seninle asla tanışmamış olmayı diliyorum. Böylece... O görevi senin yerine Onur üstlenirdi ve... Sen benim hayatıma hiç girmemiş olurdun. Hiç aklıma..." diyen kız durasadıktan sonra fısıldayarak devam etti.


"Hiç kalbime girmemiş olurdun! Hiç ruhuma dokunmamış olurdun. Ben de kendimi böylesine kaybetmezdim."


"Hilal..."


"BEN ARTIK ÇOK YORULDUM. Çok çok çok çok yoruldum Burak. DAYANAMIYORUM! BAŞ EDEMİYORUM! Bu duruma dayanamıyorum. Her şey çok güzel değil miydi? Ne oldu birden bire? Ben... Korkularından sıyrılmanı sağlarım sanmıştım. Seni hayata döndürebilirim sanmıştım... YANILMIŞIM! Hayatımda hiç olmadığı kadar yanılmışım hem de! Senin için önemli olan tek şey geçmişin. Yaşadığın o acıyı silmek için ölmek istiyorsun. Ve ben... Daha fazla ölüme aşık bir adama aşık kalamam. O kadar güçlü biri değilim ben! Bununla başa çıkamam." diyen Hilal duraksadı.


Yaşlar gözlerinden sicim sicim akarken son cümlelerini söyledi ve çekip gitti.


"Bir daha... Mümkünse... Asla görüşmeyelim! Binbaşıyla konuşup izin alacağım. Ve en kısa sürede... Sözleşmeyi fesih için başvuracağım. Hep dilediğin gibi seni özgür bırakıyorum Alfa! İstediğini yapıyorum ve... Hayatından çıkıyorum! Şansın açık olsun!.. Huzurlu ölümler dilerim."


🐺 


Burak'ın gözlerinden düşen yaşları gören tim üyeleri ne yapacaklarını bilemeyerek birbirlerine baktılar. Elindeki tokayı sıkan Burak, bir anda kahkahalarla gülmeye başladı.


"Dalga mı geçiyor bu? Lan oğlum sen ne..."


Yağız'ın, Burak'a sarılmak için telefonu yere bırakması ile Emre sustu.


"Şşşt... Tamam. Geçti!" diye mırıldandı Yağız adamın sırtını sıvazlarken.


"Yaa geçti. Bitti..." diyen Burak nefesini düzene sokmaya çalıştı.


"Abi ben ne yapacağım?"


"Olayın başını bilmiyorum. Ne oldu da Hilal..."


"Ne mi oldu? Beyefendi ölüme karşı düello oynadı! Sırf şansını denemek için durdurduğu bombanın kablolarını kesmeye kalkt..."


Yağız'ın telefonu bombaya çevirmesi üzerine susan Emre, düşercesine yere oturdu.


Göstergenin üzerinde 00.02 yazıyordu.


"Neden?.. Neden durdu dedin? Neden öyle şeyler söyledin?" diye mırıldandı Emre.


Başını duvara yaslayan Burak, bitkin bakışları ile kardeşine baktı.


"Bakışları... Bakışlarındaki ifadeyi daha önce de görmüştüm. O acıyı görmüştüm. Annemin gözlerinde! Babam... Babamı öldürdüklerinde. O gün annemin baktığı gibi bakıyordu Hilal. Bu yüzden... Yapamadım! Ona aktif bir bombanın karşısında olduğumu... Sırf sevdiğimin gözlerini son bir defa görebilmek için de onu aradığımı söyleyemedim. Haberi olduğunu bilseydim... O bakışları bir kez daha göreceğimi bilseydim... Asla aramazdım! Sırf o acı dolu bakışları görmemek için 'Durdurdum!' diye yalan söyledim. Sonrasında her şey iyiydi. Ta ki telefonu kapatmak isteyene kadar. Kapatmazsam gözlerinizin içine bakarken patlayacaktım. Sadece bir dakika kalmıştı ve... O gözlerde yine aynı acı belirtmişti. Mümkünmüşçesine daha çok artarak. Aklım başımda değildi. Ben sadece... Yerini hayal kırıklığı-nefret-şok alsa bile, gözlerindeki bakışı değiştirmek istedim."


Adamlar, duyduklarından sonra tek kelime etmediler... Edemediler. Acı bir şekilde gülen Burak tükenmiş bir şekilde devam etti.


"Bunu dediğim için delirdiğimi düşünebilirsiniz ama... İyi ki... İyi ki annem o gün ölmüş. Eğer ölmemiş olsaydı... Yaşayamazdı. Babamsız yaşayamazdı. Yarım kalmış olurdu. Yıllar boyu bencillik yaparak, en azından onun yaşamış olmasını diledim. Fakat... Sevdiğini kaybeden bir insan asla yaşayamazmış. Şu kısacık saniyeler içerisinde bunu fark ettim. Ben... Onun bal gözlerinde daimi bir acı görmeyi kaldıramazdım."


Kısa bir sessizlikten sonra Emre mırıldandı.


"Bunu öğrenmesi gerekiyor..."


"Bilmediğini mi zannediyorsun?" dedi Burak bakışlarındaki acıyla.


"Ne?" 


"İnandın di'mi Emre? Gerçekten de durmuş bir bombayı patlatacağıma inandın..."


"Sabıkan kabarıktı."


Burak hüzünle gülümsedi.


"O geldikten sonra tek bir vukuatım bile olmadı. Hatta öyle ki... Operasyonlardan sonra telefonla onu aramak yetmeyeceğinden soluğu onun yanında alıyordum. Pazar günü Ateş tehlikede olmasına rağmen... Ben ondan ayrılamadım bile."


Derin bir nefes alan adam devam etti.


"Geçmiş konusunu açarsam... İnanır zannetmiştim. İnandı... Ama sadece inanmak kolayına geldiğinden. İlk defa... Bu mesleğin ne kadar tehlikeli olduğunu gördü. Hep biliyordu ama... Birinci elden böylesine bir olayı yaşaması... Eminim ki o an düşündüğü şey, bomba patlarsa cesedimi bile göremeyecek oluşuydu. İkimizin de kabullenmesi gereken şeyler var. Kaçtıklarımla yüzleşmeliyim. Aynı şekilde o da... Sonu ne olacak bilmiyorum fakat bu sefer düştüğümüz yerden birbirimizin yardımı olmadan kalkacağız. Eğer birbirimizi kaldırırsak... Tekrardan düşeceğiz. Başımıza buna benzer bir olay geldiğinde yine kaçacağız. Ve bir dahaki sefer bu durum... Çok çok daha yıkıcı olacak. İkimiz de bunu kaldıramayız. Ben... Onun elini tuttuğumda korkmadan tutmalıyım. Geçmişten... Gelecekten korkmadan... Ömrüm boyunca! Bunun için.. Sorunlarımı çözmeliyim. Bu paranoyamdan kurtulmalıyım. Ertelediklerimi... Yok saydıklarımı çözümlemeliyim. Düşüncelerimin esiri olup, bulduğum ilk dolaba saklanma isteğimden kurtulmalıyım!.. Şu an ikimizin de iç dünyasına yolculuk yapma zamanı... Sonuç ne olacak bilmiyorum. Bildiğim tek şey... Sonuç ne olursa olsun onu sevmekten asla vazgeçmeyeceğim."

Loading...
0%