@yasminiesa
|
Koltuğa oturan Burak, düşünceli gözlerle elindeki bilete bakmaya başladı. Genç adam aynı anda birçok şeyi düşünürken, hiçbir şey düşünmüyordu. Kendisini boş bir kukladan farksız hissederken başını yanındaki küçük cama çevirdi. Bir süre dışarıyı izledikten sonra bakışları istemsizce gökyüzüne çevrilmişti. Sabahın bu erken saatlerinde, ayın soluk bir şekilde gökyüzünde seçildiğini gördüğünde kesik bir nefes aldı. Sanki tüm evren yaptığının doğru bir şey olmadığını haykırırarak, vazgeçmesi için önüne nedenler sunuyordu. Bakışlarını suçlulukla camdan çeken adamın elleri, kendinden bağımsız hareket ederek, cebinde ağırlık yapan nesneye gitti. Bilekliği çıkartan adamın gözlerinde yoğun bir özlem belirmişti. Parmaklarını hüzünle yıldızın üzerinde gezdirirken başını hüsranla arkasına yasladı. Ruhu sızlıyordu. Kısa süre sonra uçağın dolmaya başlamasıyla bilekliği cebine atan adam, bir anda ateşe dokunmuşçasına elini geri çekti. Bakışlarını ellerine çeviren Burak, cebinde ağırlık yapan asıl nesnenin, yıldızlı bileklik mi yoksa kelebekli toka mı olduğunu merak etmeye başladı. Geçen üç günde yıldızlı bilekliği sürekli eline alırken, kelebekli tokadan köşe bucak kaçıyor olması, cevabı veriyordu aslında. Tokaya baktığında anılar öylesine kalbine üşüşüyordu ki, nefes alamadığın hissediyordu genç adam. Anıların etkisinden çıkamamışken, bir de ciğerlerini papatya kokusu dolduruyordu. İşte o an, kendini Papatyasına koşarken buluyordu Burak. Bomba olayından sonra defalarca kez bu durumu yaşadığı için, sahildeki günden sonra o tokaya bakamıyordu. Buna rağmen... Evden çıkmadan önce, cebine atmadan duramamıştı tokayı. Gittiği yerde, ona koşması imkansızdı ne de olsa. Uçaktaki insanların sayısı artmaya başlamış, koltuklar neredeyse tamamen dolmuştu. Az ilerideki kişinin yanındaki koltuğa oturmaya geldiğini anlayan Burak, herhangi bir çalma listesine bağlı olmayan boş kulaklığı kulaklarına takarak gözlerini kapattı. Kimseyle konuşmak istemiyordu. Kimseyi görmek istemiyordu. Kimseyi duymak istemiyordu. Konuşmak istediği, görmek istediği, duymak istediği tek bir kişi vardı... Ve Burak da, ondan kilometrelerce uzağa kaçıyordu. Uçağın kalkmasına çok kısa bir süre kalmışken, çalan telefonunu duyan Burak kaşlarını çattı. Evden çıkarken telefonunu uçak moduna almamış mıydı? 'Niyetin oydu yaralı Alfa ama, yaralarının acısı, düşüncelerini ve niyetlerini unutturdu.' İç sesinin söyledikleri ile kesik bir nefes alan Burak, gözlerini açarak telefonunu çıkardı. Arayan kişiye bakan adam, telefonunu açmak için hiçbir hamlede bulunmadı. Yanındaki koltukta oturan adamın, ısrarla çalan telefona bir bakış attığını gördüğündeyse telefonunu sessize aldı. Hat düştüğünde telefonu uçak moduna almak için bir hamle yapmışken, gelen mesaj ile duraksadı. Panter'den Bozma Kardeş: Telefonunu açmazsan tüm teşkilatı ayağa kaldırırım. 'Yapar mıydı gerçekten?' diyerek kendine bir soru yönelten Burak'ın cevabı düşünmesine pek de gerek yoktu aslında. Panter'den Bozma Kardeş: Uçaktasın di'mi şu an? Doğukan'a haber verip hangi uçakta olduğunu öğrenmem iki dakika, havaalanındaki güvenliğe, bulunduğun uçağı durdurtma emri vermem bir dakikamı alır. Ben oraya gelene kadar onlarca insanın rötar yüzünden beklemesini istiyorsan, aynen böyle devam et! Mesajın üzerine telefonun tekrardan çalmaya başlamasıyla Burak, yenilmişlikle iç geçirdi. Kardeşini tanıyorsa, bu telefonu açmadığı takdirde sadece söyledikleri ile yetinmez, çok daha fazlasını yapardı. Bu yüzden hiç de istemeyerek telefonu açtı. "SANA İNANAMIYORUM!" Burak, karşı taraftan gelen öfkeli sesi duyduğunda telefonu kulağından uzaklaştırdı. "NASIL BÖYLE BİR ŞEYİ YAPARSIN?" "Bağırma..." diye mırıldandı adam. Kendisini o kadar halsiz hissediyordu ki sesli konuşmak bile yorulmasına sebep oluyordu. "Burak? Hemen iniyorsun o uçaktan!" "Hayır!" diye yanıt verdi Burak alçak ama kararlı bir sesle. "Allah aşkına! Daha tam anlamıyla iyileşmedin bile." Burak'ın dudaklarında hüzünlü bir gülümseme belirdi. "Ona koşabileceğim kadar iyileştim yetmez mi?" Karşı hattaki Emre derin bir nefes aldı. "Bunu yapmak zorunda mısın?" "Düşünmem gerekiyor Emre. Şu an karmakarışığım. Bazı şeyleri kabullenmem lazım..." Alayla gülen adam devam etti. "Tabii kabullenebilirsem." "Nereye gidiyorsun peki? Hem... Burada düşünemiyor musun? Ne diye gitmek zorundasın ki?" Burak, bakışlarını dışarıdaki aya çevirdi. Gitmek mi? Ne zaman gidebilmişti ki? Kalbindeki kız, her an gökyüzündeyken gitmesi mümkün müydü? "Kalırsam, bir şekilde kendimi hep onun yanında bulacağım. Ben... Ona bunu yapamam Emre." "Şu an yaptığın ne peki? Bu yaptığın daha mı iyi? Ona sorunu anlatsan..." "ANLATIRSAM KABUL EDER!" Burak'ın yüksek sesle bağırışı karşısında ön koltuklardan birkaç kişi ona döndü. Adamın 'Dokunanı yakarım' tarzı aurasını gördüklerinde ise usulca önlerine geri döndüler. Derin bir nefes alan Burak, içindeki patlamaya hazır olan volkanı kontrol altına almaya çalıştı. "O mu kabul eder, yoksa sen mi?" Emre'nin sorusunu duyan Burak, nefesinin kesildiğini hissetti. Emre resmen yarayı görmekle kalmamış, eline aldığı neşterle yarayı deşmişti. Fakat Burak bunu yok sayarak sert bir sesle konuştu. "Benim kabul etme gibi bir isteğim yok! Bu yüzden... Saçmalamayı kes!" "Çocukken 'Büyüyünce ne olacaksın?' sorusuna verdiğin cevabı unuttun mu?" diye sordu Emre son bir çabayla. Burak'ın gereksiz bir savaş verdiğini hatırlatmaya çalışan adam bunun bu kadar kolay olmayacağını tahmin etmeliydi. Burak'ın verdiği yanıtı duyan Emre acıyla gözlerini kapattı. "Peki sen... O gün, o eve girdiğinde karşılaştığın manzarayı unuttun mu?.. Ben unutmadım! Çocukluğuma dair hatırladığım tek şey o gün benim Emre! Bir gün, bir zaman makinesi icat edersen gel, bu konuyu o zaman konuşalım." Karşı taraftan uzun süre ses gelmedi. Bu, Emre'nin düşüncelerine yine yeni ve yeniden o günün üşüştüğünün işaretiydi. "Uçak kalkacak şimdi... Kapatıyorum!" diyen Burak konuşmanın bittiğini belirtmiş oldu. "Nereye gidiyorsun?" Burak, bu soruya cevap vermedi. "Burak... Boş yere niye yoruyorsun beni kardeşim? İkimiz de bunu gayet rahat bir şekilde öğreneceğimi biliyoruz." Elindeki bilete bakan adam, yutkunduktan sonra fısıldadı. "New York..." "New York? Kaçabilmen için 8.065 km, 10 saat ve bir okyanus gerekiyor yani..." diyen Emre duraksadı. New york? Genç adam, bir anda farkettiği gerçeklikle konuştu. "Sen... Onun yüksek lisans yaptığı, son iki yılını geçirdiği yere gidiyorsun!" Gözlerini kapatan Burak, arkasına yaslanarak öylece durdu. "Ondan kaçarken bile ona koşuyorsun!" diye mırıldandı Emre. "Bunu kimse bilmesin Emre. Lütfen!.. Sorana yurt dışına gitti, neresi bilmiyorum dersin." "Annem bu durumdan hiç hoşlanmayacak. Hem... Eftalya? Eğer ondan habersiz gittiğini öğrenirs..." "Deniz Kızıma verdiğim sözü bozar mıyım ben?" diyerek araya girdi Burak. "Sen... Dün akşam o yüzden aradın. Ama... Eftalya bana, bize hiçbir şey söylemedi." Burak, yaşanan onca şeye rağmen gülümsedi. "Küçük kardeşimizin mükemmel bir sırdaş olduğunu biliyor muydun?" "Gerçekten inanamıyorum. O meraklı prenses çenesini iyi tutuyor ha?" "Öyle... Emre kapatıyorum. Eftalya hariç hiç kimseyle konuşacağımı da zannetmiyorum. Ararsan, ararsanız açmayacağım. Haberiniz olsun!" "Dur bir dakika dur!" diyen Emre'yi duyan Burak bıkkınca sordu. "Yine ne oldu?" "Hilal'e gittiğini söyleyecek miyiz?" Burak, duyduğu isim ile elini cebine götürdü. Parmakları kelebekli tokaya değen adam kesik bir nefes aldı. "Sormayacağına göre... Söylemeyeceksiniz." "Burak... Sen..." diyen Emre duraksadı. Soracağı şeyin cevabından korkuyordu. Bu yüzden de sorusunu değiştirerek sordu. "Ne zaman döneceksin?" Soruyu duyan Burak, kelebekli tokayı elinde sıktı. Sorusuna cevap alamayan Emre asıl soruyu sordu. Sesindeki korku hissediliyordu. "Döneceksin değil mi?" Gözlerini açan Burak, tekrardan pencereden dışarıya baktı. Ay, artık gözükmüyordu. "Tek yön bilet alan adama, dönecek misin diye sormamalısın!" diye fısıldadı Burak sesindeki acıyla. Sonrasında karşı tarafın konuşmasına izin vermeden devam etti. "Kapatıyorum. Varınca mesaj atarım. Ararsan açmayacağım... Peşimden gelmek gibi bir aptallık da yapma sakın. Yalnız kalmak istiyorum... Yalnız kalmaya ihtiyacım var... Allah'a emanet ol kardeşim. Herkes... Kelebeğim... Sana emanet!" Emre'nin cevap vermesini beklemeden aramayı sonlandıran adam, telefonunu kapattı. Kısa süre sonra pilotun sesi uçağın içinde yankılanmaya başlamıştı. Kemerini takan Burak, boş gözlerle acil durum talimatlarını izlemeye başladı. Bilgilendirmeler bittiğinde uçağın tekerlekleri haraketlenmeye başlamıştı. Başını tekrardan cama çeviren adam az ilerideki şehrin siluetine baktı. Hoşça Kal İstanbul! Hoşça Kal Kelebeğim! 🐺 Otel odasına giren adam, bir saniye bile beklemeden yorgun bedenini yatağa attı. Genç adam, 10 saatlik uçak yolculuğunun üstüne bir de yarım saatlik taksi yolculuğunu kaldıramamıştı. Normal bir zamanda bunun kaç katı olan yorgunluğa katlanıyor olsa da... Geçtiğimiz 2 gün boyunca ateşler içinde yataklarda yatan adamın bedeni doğal olarak isyan etmişti. Ağrıyan başının mümkünmüşçesine daha çok ağrımaya başlamasıyla inledi. Ayağa kalkarak sarsak adımlarla sırt çantasına doğru giden adam, başının dönmesi üzerine zorlukla duvara tutundu. 'Burada bayılıp kalsan, bulunana kadar ölürüz.' 'Biz diye bahsetmen, akıl sağlığıma hiç de yardımcı olmuyor iç ses, bilesin.' 'Ooo. Espri yaptığına göre turp gibisin Alfacık!' İç sesi ile münakaşasına devam edecekken bir anda bedeninin şiddetle titremeye başlaması ve mide bulantılarının artmasıyla zorlukla yere oturdu. Başını soğuk duvara yaslayan adamın hissettiği soğukluk, titremesini arttırmıştı. 'Duvar soğuk değil, sen yanıyorsun.' Elini alnına koyduğunda, ne zamandan beri ateşi olduğunu düşünmekle meşguldü. 'Sen düşünme Alfa! Zaten çok düşündüğünden anlamadın ateşin olduğunu. Otel yerine direkt hastaneye gitmeliydin. Hatta ülkeden bile ayrılmamalıydın! Gecesinde serum yemişken, sabahında New York'a uçan tek mal sensindir. Gerçi mal hafif kalır. Mazoşistin tekisin sen.' "Azarlamayı sonra yap iç ses! Başım çatlıyor." diye güçlükle söylenen adam, az ilerideki çantasına uzandı. Zorlukla çantayı yanına çektikten sonra titreyen elleriyle ön gözü açtı ve oradaki ilacı ağzına attı. Çantanın yanındaki suyu alarak içen adam, bir anda gözlerinin kararması üzerine kendisini yere düşerken buldu. Saniyeler sonra bayılmıştı. Aynı Anda Türkiye "Ne oldu? İyi değil mi?" diye sordu Nisa telaşlı bir şekilde. "İyi... Serum taktım şimdi. Birazdan kendine gelir. Ateşi tam olarak ne zaman düşer bilemiyorum ama." diye yanıt verdi Masal. "Ne zaman iyileşecek Masal? 3 gündür sürekli ateşi çıkıyor, sayıklayıp duruyor. Dün gece, hatta bu sabah bile daha iyiydi. Neden tekrardan bu hale geldi ki?" Aslı'nın endişeli bir şekilde konuşması üzerine, Masal sakinleştirmek istercesine arkadaşının omzunu sıktı. "Çok uzun süre yağmurun altında ıslak kıyafetleri ile durmuş. Olayı ilk öğrendiğimde zatürre olacak diye endişelenmiştim ama şu an daha iyi. Ucuz atlattık desem yeridir Aslıcığım. Şahsen ben çok daha kötü olmasını bekliyordum. Denizden aldığı soğuk ve yağmurda ıslanması... Allahtan akşam vakti değilmiş. Akşam olsaydı... Kesinlikle çok daha kötü bir durumda olurdu." Masal ve Aslı konuşmaya devam ederek mutfağa doğru ilerlerken, Nisa omzunu kapının kenarına yasladı ve uyuyan Hilal'e baktı. "Hissediyorsun değil mi? Ruhunun diğer yarısının hasta olduğunu hissettiğinden bu haldesin. Masal'ın dediği doğru! Akşam olsaydı... Gerçekten de çok daha kötü olurdu. Tecrübeyle sabit. Burak... O dağ gibi adam yıkılmıştı resmen. Gerçi... O halde olmasının sebebinin hastalık olduğunu da pek sanmıyorum." Tüm bunları sadece kendisinin duyacağı bir şekilde söyleyen kızın aklını, dün gece yaşananlar doldurdu. 🌙🌟🌙 Öfke damarlarında şelale misali akarken, genç kız kapıyı alacaklı gibi çalmaya devam etti. Apartmana girmeden önce gördüğü camdaki ışıktan, o şerefsizin içeride olduğunu anlamıştı. Üst kattaki kapının açıldığını duyduğunda bile elini zilden çekmeyen Nisa, diğer eli ile kapıyı yumruklamaya devam ediyordu. "Kimsin akşamın bu saatinde? Delirdin mi? Emre evde yok, Burak da..." diyen üst kattaki kadın, kapının açılması ile sustu ve evine geri girdi. Nisa, Burak'ın kapıyı açık bırakarak tek kelime etmeden içeriye girmesi üzerine yumruklarını sıktı. Burak efendinin suyu fazla ısınmıştı! Ayakkabılarını çıkartan genç kız, öfkeli adımlar ile eve girdi ve büyük bir gürültüyle kapıyı kapattı. "SEN KENDİNİ NE ZANNEDİYORSUN? SENİN YÜZÜNDEN HİLAL İKİ GÜNDÜR NE HALDE HABERİN VA..." Bağırarak salona giren kız, salonda karşılaştığı manzarayla birlikte şaşkınlıkla donakaldı. "Sen..." diyen kız, koltukta kendisine berbat bir şekilde bakan adamın yanına gitti. Baygın bakışlar ile Nisa'ya bakan Burak, kızın elini alnına koymasına sesini çıkartmadı. Daha doğrusu çıkartamadı. Adamın, itiraz etmeyi geçtim konuşmaya bile mecali yoktu. "Sen yanıyorsun!" diyen Nisa bakışlarını orta sehpaya çevirdi. Sehpanın üzerinde boş serum, gribal enfeksiyon ilaçları, su dolu leğen ve ıslak havlular vardı. Boş serumların altında kalan ateş ölçeri alan Nisa, Burak'a döndü. "Ateşim var işte. Kaç olduğu kimin umurunda?" diyen Burak kendini öksürük krizine girerken buldu. Karşısındaki adamı asla bu halde görmeyi beklemeyen Nisa kısa süren şaşkınlığından sonra sehpanın üzerindeki sürahiden bardağa su doldurarak adama uzattı. Suyu bir dikişte bitiren Burak, yorgun bir şekilde Nisa'ya baktı. "Ne söyleyeceksen söyle sonra da git. Gördüğün üzere dinlenmem gerekiyor." "Bu nasıl oldu? Yani... Kardeşimin iki gündür ateşler içinde yatmasının hesabını sormaya geliyorum ve... Nasıl sen de hasta olmuş olabilirsin?" Sessiz kalan Burak, kıza bir cevap vermedi. Elini ağrıyan başına götüren adam masanın üzerindeki ilacı aldı. Sürahiye su koyduktan sonra ilacı içmek üzereyken Nisa engeli ile karşılaştı. Elinden ilacı alan kıza bakan adam, memnuniyetsiz bir şekilde sordu. "Ne yapıyorsun?" "Asıl sen ne yapıyorsun?.. 0Yemek yedin mi?" Sorusu sessizlikle karşılandığında Nisa öfkeli bir nefes aldı. "İnsanları insandan saymama huyun hiç değişmemiş!" "İlacı alabilir miyim?" diyen Burak elini uzattı. "Emre nerede? Yani Burak gerçekten... Çorba yapacağım sana. Ne içersin?" "Nisa... Buraya gelme sebebin olan hakaretlerini sayarak defolup gider misin rica etsem?" "Bu haldeki bir adama hakaretlerimi sayamam. Önce bir yemeğini ye ilacını iç ondan sonra... Hiç itiraz etmeye kalkma Burak, Emre'yi ararım. Yoksa direkt Sevda teyzeyi mi aramalıyım?" Bıkkın bir nefes alan Burak, başı ile mutfağı gösterdi. "Gri dolabın sağ bölümünde... Bardakta çorbalar vardı." Çantasını koltuğa koyan Nisa, üzerindeki ceketi de çıkardı. "Mercime..." "Hayır... Ezogelin, yayla ya da tavuk çorbası. Farketmez yap birini. Sırf seni başımdan savmak için kabul ediyorum bunu. Yoksa hiçbir güç bu haldeyken yemek yedirmezdi bana." diyen Burak arkasına yaslandı. Mutfağa gitmek için harekete geçen kız, birkaç adım sonra aklına gelen şeyle duraksadı. "Ateşin?" "Yıllardır hasta olduğumda başımın çaresine tek başıma bakıyorum Nisa. Hastayken yanımda kimsenin olmasını istemem. Emre'yi de bu yüzden gönderdim zaten. Şu çorbayı yapacaksan yap, söyleyeceklerini söyle ve git!" Derin bir nefes alan Nisa, usulca başını salladı ve mutfağa yöneldi. Elini alnına götüren Burak ateşinin arttığını fark ettiğinde sehpadaki ıslak havluyu aldı ve başına koydu. Koltukta biraz daha yayılan adam yastığın altındaki bilekliği çıkardı ve oynamaya başladı. Hilal gittikten sonra 5 saat boyunca o bankta oturmuştu. İkinci saatte yağmur durmuş olsa bile güneş açmamış, sonrasında da hava kararmıştı. Havanın kararması ile deniz kenarındaki rüzgar da şiddetini arttırmıştı. Ve Burak bu süreçte orada öylece durmuştu. Saatler sonra Yağız'ın öfkeyle evlerine gelmesi üzerine Emre yaşananları öğrenmiş ve ikili koşar adımlarla sahile gelmişlerdi. Genç adam, eğer asker olmasaydı belki de o gün hipotermiden ölebilirdi. Aldığı zorlu eğitimler ve dağlarda, karda kışta, soğukta yaptığı görevler adamın hayatını kurtarmış, soğuğa alışkın olan vücudu aldığı soğuktan normal bir insandan daha az etkilenmişti. Yağız ve Emre geldiklerinde hastaneye gitmemek için her şeyi yapmış sonunda kendini eve götürmüştü Burak. Gece kendisini ısıtmak için çabalayan Emre, sabahında ateşini düşürmek için uğraşıyordu. Tüm bunlara rağmen hastaneye gitmemekte inat eden adam, sonunda Ediz'in gelip serum takması ile biraz olsun rahatlamıştı. Dün tüm gün ve gece boyunca ateşi ara ara çıkan adam 'Kendi serumumu kendim takarım' diyerek Ediz'i kovmuş, bugün ise 'İyiyim ben!' diyerek Emre'yi ailesinin evine göndermişti. Havluyu suya batıran Burak, tekrardan alnına koydu. İkinci bir havluyu da boynuna doğru koyan adam, gözlerini kapatarak arkasına yaslandı. Hasta olduğunda ailesini çok çok daha fazla özlüyordu. Burak, küçükken her mevsim değişikliğinde mutlaka hastalanırdı. Hasta olduğunda oyun oynayamayacağım diye şikayet eden yaşıtlarının aksine, Burak hasta olmayı severdi. Daha doğrusu hasta olduğunda nazlanmayı, anne ve babasının ise zevkle bu nazlanmayı çekmesini severdi. En ufak bir öksürükte bile 'Ben hasta olduuuum' diyen çocuk annesinin elinden mercimek çorbası içmeyi de, babasının kendisi için yaptığı bol ballı ıhlamuru içmeyi de çok severdi. Annesi yanına oturur ona masallar okur, babası ise onu kucağına alıp hikayeler anlatırdı. Hasta ziyaretine gelenlerin getirdiği incirleri de unutmamak lazımdı. Çok net hatırladığı birkaç anısı gerçekten de çok ciddi ateşlendiği anlardı. Öyle anlarda anne ve babasının onu ne kadar derinden sevdiğini birkez daha anlardı. İkisi de sabaha kadar gözünü kırpmadan ateşini düşürmeye çalışır, annesi sayıklamalarını elini sımsıkı tutarak 'Ben, biz yanındayız Küçük Alfam' diyerek geçirirdi. Babası ise düşmeyen ateşini düşürmek için onu kucağına alır onunla birlikte ılık suyun altına girerdi. Üşüyorum diye titreyen oğluna sımsıkı sarılır, kulağına her şeyin geçeceğini fısıldardı. Ve gerçekten de geçerdi. Çünkü babasının o kötü şeyin geçmesi için her şeyi yapacağını bilirdi Burak. Onun babası, verdiği sözleri hep tutardı. 'Son sözünü tutamadı. Okula gitmeyeceğini ve ailecek çok güzel vakit geçireceğini söylemişti. Ailecek güzel vakit geçireceğin gün... Onların ölü bedenlerinin arasında uyudun ve onları kara toprağa koydun!' Küçükken hasta olmayı seven çocuk, ailesini kaybettiğinden beri bu durumdan nefret ediyordu. Anıların acısı bunun bir nedeni olsa da... Asıl neden o güçsüzken çıkan iç sesiydi. Kötü iç sesi... Yıllar önce o dolapta onun korkak olduğunu haykıran iç sesi! "Burak? İyi misin?" Nisa'nın sesini duyan adam, kesik bir nefes aldıktan sonra elindeki bilekliği sıktı. Saçma bir şekilde, Hilal'e ait olan eşyalar bile ona iyi geliyor, kendinde kalmasını sağlıyordu. Gözlerini açan Burak, Nisa'ya bakarak iyiyim dercesine başını salladı. Kız, buna pek inanmasa da herhangi bir şey söylemedi ve bardaktaki çorbayı Burak'a uzattı. Başındaki ve boynundaki havluyu sehpaya doğru atan Burak, bilekliği de yastığın altına doğru koyarak doğruldu ve çorbayı eline aldı. Burak oldukça memnuniyetsiz bir şekilde zorla çorbayı içerken Nisa eline tekrardan ateş ölçeri alarak "Ateşin?" diye mırıldandı. "Ölmeyeceğim merak etme!" diye söylenen Burak elindeki çorbaya baktı. Tadını bile almadığı bir şeyi içmek zorunda olması... Bu işin böyle olmayacağına karar veren adam, çorbayı bir anda kafasına dikledi. "Sıcaktı..." "İlaç?" dedi Burak, Nisa'ya elini uzatarak. Kız, cebine koyduğu ilaç ile birlikte su bardağını adama verdi. Burak, ilacı açarak bardaktaki suyu içti ve koltuğa oturan kıza döndü. "Nasıl bu hale geldin? Nasıl Hilal ile aynı anda hasta olabilirsin? Aklım almıyor." Burak, bir şey söylemeden halsiz bakışları ile Nisa'ya baktı. "İyi gözükmüyorsun Burak!" "Çünkü iyi değilim Nisa..." Böyle bir cevap beklemeyen Nisa, adama baktı. Buraya gelirken içinde çok büyük bir öfke vardı. Ama şimdi... "Anlayamıyorum Burak... Seviyorsan neden duruyorsun, sevmiyorsan neden bu haldesin?" "Ben..." "Sen?" diye sordu Nisa. Derin bir nefes alan Burak başını iki yana salladı. "Ne söylemeye geldiysen söyle ve git!" "O seni bu halde bulmadan önceydi. Yastığın altından gözüken bileklik... Hilal'in bilekliği değil mi? Bankta bıraktığını söylemişti. O zaman... Sen de onunla aynı nedenden hastasın. O bankta, öylesine bir yağmurda durduğun için!" Öne eğilen Burak, dirseklerini bacaklarına yasladı ve karşısındaki kıza baktı. "Birincisi o bir bileklik değil takip cihazı, ikincisi kafanda kurup da..." "Yeme beni Burak! İkimiz de o bilekliğin asıl amacının takip olmadığını biliyoruz... Kafede söylediklerin olmasaydı sazan gibi atlar, sana ağzıma geleni söylerdim. Ama o gün yaşananlar... Hilal'i gerçekten seviyorsun. O zaman? O kız sana gelmek için kendisiyle onca savaş vermişken, nasıl gitmezsin?" Burak, sessiz kalarak ellerine baktı. "Gittin değil mi?.. Oraya gittin ama yanına gitmedin. Neden?" "Nisa gider misin?" diyen Burak'ın ses tonunda rica değil emir vardı. "Gitmeyeceğim Burak! Sen sorularımı cevaplaya..." "Sevgilin bu saate, benimle burada yalnız olduğunu biliyor mu?" Nisa, duyduğu cümleyle birlikte şok içinde karşısındaki adama baktı. "Sen... Böyle bir şeyi söyleyecek kadar mı... Sevdiğini iddia ettiği kızın ıslanmasına ve hasta olmasına bile isteye göz yuman bir adamdan ne bekliyorsam gerçi?" "Hayrunnisa!" diyerek dişlerinin arasından tıslayan adam sabrının son sınırlarındaydı. "Merak etme sevgilimin burada olduğundan haberi var. Beni buraya o getirdi, şu an aşağıda bekliyor. Eeee... Sıradaki iğrenç hamlen ne Burak?" "Nisa benden ne istiyorsun?" diye soran Burak yorgun bir şekilde arkasına yaslandı. "Konuşmanı... Sorularıma cevap vermeni!" "İkisi de olmayacak. Üzerine vazife olmayan şeyleri yapmayı bırak artık! Ben odama gidiyorum. Çıkarken kapıyı kapatırsın!" diyen Burak ayağa kalktı ve salonun çıkışına doğru yürüdü. "Hilal'e söylerim!" Duyduğu cümle karşısında duraksayan Burak, arkasını dönerek kıza baktı. "Hilal'e yatak döşek hasta yattığını ve bunun tek nedeninin de kendini cezalandırmak için o yağmurda, o bankta saatlerce oturmak olduğunu söylerim." "Gerçekleri bilmeden güzel çarpıtı..." "Gerçekleri bilmeme gerek mi var? Koskoca Yüzbaşı'nın sadece yarım saat yağmur altında beklemek ile bu şekilde hasta olacağını hiç zannetmiyorum. Bu da demek oluyor ki o bankta bayâ uzun bir süre kaldın. Bu da Hilal'e değer verdiğin anlamı..." "Değer vermek?.. Kelime seçimlerin gerçekten yanlış!" Adamın alaylı sesi karşısında ayağa kalkan Nisa sinirle güldü. "Hilal'e değer vermediğini mi söylüyorsun? 3 yaşındaki çocuk bile buna inanma..." "Ben Hilal'e sadece değer vermiyorum. Ben Hilal'i seviyorum... Ona deliler gibi aşığım!" Duyduğu cümle ile gözlerini kocaman açan kız karşısındaki adama baktı. Burak, onun tepkisini umursamadan konuştu. "Ve Hilal de bunu herkesten daha iyi biliyor. Bizzat söylemesem de... Yüzlerce kez söyledim çünkü. Yani... Gidip benim de onun gibi o bankta saatlerce oturup hasta olduğumu söylemen hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Çünkü ben... Ona gitmedim. Bana her şeye hazır mısın diye sordu... Ve ben gitmedim!" Dudaklarında acı bir gülümseme beliren adam devam etti. "Hazır olduğumu zannetmiştim... Fakat sanırım hayatımda hiç bu kadar çok yanılmamışım!" "Neden?" diye sordu Nisa bir şeyleri çözmeye çalışırcasına. "Hangi nedeni söyleyeyim Nisa... Nereyi tutsam elimde kalıyor. Her şey çok zor!" "O da böyle söylemişti... Nereyi tutsam elimde kalıyor." Kelime seçimlerini bile aynı yapacak kadar birbirlerine bağlanmışlardı. Yere bakan Burak'ın kalbi özlemle sızladı. Papatyasını çok özlemişti. "Haklı mıydı o zaman?" diye mırıldandı Nisa. "Ne?" diye sordu kaşlarını çatan Burak. "Hilal, yanında olduğunda sana daha fazla zarar verdiğini söyledi." "NE?" diyen Burak büyük bir şok içerisinde arkadaşına baktı. Nisa, usulca başını salladı. "Neden? Neden böyle bir şey söyledi?" diye fısıldayarak sordu adam. "Oturalım mı?.. İyi gözükmüyorsun." diyen Nisa'nın sesi endişeli çıkmıştı. Koltuğa oturan Burak, karşısına oturan kıza baktı. "Hilal... Eğer o olmasaydı senin..." diyen Nisa duraksadı. Genç kız 'Bunu söylemem doğru mu? Belki gerçekten de üzerime vazife değildir.' diye düşünmeye başlamıştı. İçindeki ses tehlikeli sulara girmek üzere olduğunu söylüyordu. "Benim?" Burak'ın sorusu üzerine ona baktı. "Eğer kendisi olmasaydı senin bu kadar kötü kabuslar görmeyeceğini söyledi. Kabuslarının değiştiğini ve bunun nedeninin de kendisi olduğunu söyledi. Senin... Senin sözsüz olarak sevgini itiraf ettiğin günden beri bakışlarında bir şeylerin değiştiğini, şekil değiştiren kabuslarının başrolleri olduğunuzu ve bunun da yaşanmamış olanların yaşandığı anlamına geldiğini söyledi." Burak, duydukları ile kesik bir nefes aldı. "5 gün boyunca seni aramamasının nedeni buydu. Seni kaybetme korkusu, o bomba olayı elbette onu sarstı ama... Asıl nedeni buydu Burak. Sana iyi gelmediğini, sana daha fazla zarar verdiğini söyledi. Günlerce kabus gördü. Ve kabuslarından uyandırıldığında... Tek düşündüğü senin bu hayata nasıl devam edebildiğin oldu." "Bu da var..." "Ne?" dedi Nisa anlamayarak. Derin bir nefes alan Burak, elini ağrıyan başına götürdü. Bedenindeki halsizliğin hafiflemesi ve ateşinin düşmüş olması içtiği ilacın etkisini göstermeye başladığının işaretiydi. Ama düşünceleri öylesine çok aklını kurcalıyordu ki aldığı hiçbir ilaç başının ağrısını engelleyemiyordu. "Benim tek bir nedenim yok ki... O kadar çok sarsıntıda olan şey var ki!" diye söylendi adam esefle. "Ne demek istiyorsun?" diye sordu genç kız. Ona bir bakış atan Burak istemsizce güldü. "O da bu ses tonunu kullanıyor... Psikolog moduna girdiğinin farkında mısın?" "Üzgünüm... İsteyerek yaptığım bir şey değil." "Biliyorum. Gerçekten trajikomik durum. Yıllarca psikologlardan, psikiyatrlardan kaçtım. Şimdi aşık olduğum kız da, arkadaşlarımdan biri de psikolog." "Belki de böylesi daha iyidir. Hilal'in psikolog olması..." Burak, Nisa'nın sözünü keserke başını iki yana salladı. "Bilemiyorum Nisa. Bazen... Kendimi onun hastası gibi hissediyorum." Nisa, büyük bir şaşkınlıkla adama baktı. "Öyle olmadığını biliyorsun!" "Biliyorum aslında ama... Bilmiyorum da. Ben..." Duraksayan Burak, karşısındaki kıza baktı ve bir anda sordu. "Şu an bir seans yaptığını düşünelim mi?" Böyle bir teklifi beklemeyen kız, şaşırarak başını salladı. "O zaman... Anlattıklarım doktor-hasta gizliliği olarak kalacak. Hilal'e hiçbir şey söylemeyeceksin!" Adamın seans demesinin nedenini anlayan Nisa itiraz etmek için ağzını açmıştı ki Burak'ın bakışları ile karşılaştı. Bu teklifi reddettiği an Burak'ın mutlak bir sessizliğe bürüneceğini fark etti. "Anlaştık. Hilal'e de başkasına da hiçbir şey söylemeyeceğim. Neden... Neden Hilal'in hastası gibi hissediyorsun?" Sıkıntıyla öne doğru eğilen adam, dirseklerini dizlerine yasladı. Parmaklarını birbirine geçirdikten sonra derin bir nefes alarak gözlerini ellerinden çekmeden konuşmaya başladı. "Ben... Küçüklüğümden beri, o olaydan sonra, hep el üstünde tutulan bir çocuk oldum." Başını kaldıran Burak, Nisa'ya baktı. "Büyük ihtimal bu konuyu sen de benim gibi yaşadın. Sen babaannen tarafından, ben ise çevremdeki herkes tarafından! Ne yaparsam yapayım sustular, sineye çektiler. Ben de o yüzden yaptıklarımın derecesini büyüttüm... Bir gün gittim bir kavgaya karıştım, diğer gün bile isteye kendimi dövdürttüm, millete sataştım, gece yarılarına kadar eve gelmedim. Tüm bunları yaptığımda liseye gidiyordum. Hatırlarsın birkaç kere sınıfın ortasında öğretmene laf attım, beden derslerinde olay çıkardım, deneme sınavlarında tek kalem oynatmadan kağıdı geri verdim, saatlerce uğraştığım proje ödevimi makasla kesip mahvederek verdiğim bile oldu." "Hatırlıyorum. İlk yıllardı... Sonrasında biraz daha sakinleştin." "Sakinleşmedim... Ne yaparsam yapayım istediğime ulaşamayacağımı anladım." "Ne istiyordun ki?" diye sordu Nisa meraklı bir sesle. "Onca davranışı ilgi çekmek için yaptığımı düşündüler. Beni tanımayan, yaşadıklarımı bilmeyen uzmanın birisi bu davranışların ilgi ihtiyacından olduğunu söylemiş. Ne kadar da doğru(!). Ben sadece... Bana kızmalarını istediğim için yaptım onca şeyi." "Sana kızmaları için?" diye sordu Nisa şaşkınlık dolu bir sesle. "Merak etme mazoşist olduğumdan değildi bu isteğim. Ben sadece... Normal olmak istedim Nisa. Normal muamele görmek istedim. Yaptıklarımı herhangi bir çocuk yapsa okkalı bir azar işitirdi. Ama.... Bana kimse kızmadı. Dayım, bakışlarındaki kızgınlık bariz belliyken tek kelime etmedi. Ya yaptığımı yok saydı ya da bir daha yapmamam için söz aldı. Ben de söz verdim ve o davranışı bir daha yapmadım. Böyle sürdü gitti. Enver babam kızacakken Sevda annem araya girer, bir süre bakışırlar sonra da Enver babam hafif nasihat verir gibi konuşur olay biterdi." Başını öne eğen Burak acıyla güldü. "Gerçekten kızmalarını isterdim. Bağırıp çağırarak değil ama... Sözleriyle kızmalarını isterdim. Yaptıklarım normal değildi ama normalmiş gibi tepki verdiler. Çünkü ben... Yetim, öksüz biriydim. Bana kızarlarsa vicdanları sızlayacaktı. Halbuki Emre benim yaptığımın çok çok daha hafifini yapmış olsa azar yiyordu. Onun azar yemesini kıskanırdım biliyor musun? Anne, baba azarı... Öyle durumlarda kendimi dışlanmış hissediyordum. Ben onlara göre... Her an kırılacak bir dal parçasıydım. Söyledikleri herhangi bir şey yüzünden kendime zarar vereceğimi düşündüler. Bu yüzden de farkına bile varmadan gerçek düşüncelerini benden gizlediler. Emre bile bunu yaptı... Bu yüzden de kendimi hiçbir zaman onların dünyasına ait hissedemedim. Ben bir şey yaptığımda, çevremdekileri hiç kızdırmadım, hep üzdüm biliyor musun? Askerdeyken tehlikeli bir şey mi yapacağım, dayım hemen 'Sevda annen duyarsa çok üzülür' derdi. Ama bir benzerini Emre yaptığında 'Ne yaptığını sanıyorsun sen? Annen duyarsa ne kadar kızar haberin var mı?' olurdu. Şu hayatta yaptıklarım için bana kızan tek bir kişi oldu. O da... Babam. Salih babam! Yaptıklarımı öğrendikten sonra, İstanbul'da olmamasına rağmen telefonda bana öyle bir fırça çekti ki..." Başını kaldıran Burak kızarmış gözlerini Nisa'ya dikti. "O gün o azaları dinlerken gözyaşlarım usulca yanaklarımdan süzülmüştü. O gün ben, annesi babası olmadığından sürekli acınan, alttan alınan çocuk değildim. O gün, yaramazlık yaptığı için babasından azar yiyen bir çocuktum. Sonrasında Sevda annem, babama 'Çocuğa neler söyledin?' diyerek kızdı. Babam da beni İzmit'e göndermelerini, İzmit'e geleceğini söyledi. Neyi neden yaptığımı anlamış. Hiç kimse beni anlamazken... O anlamıştı. Haftasonunu beraber geçirdik. Benimle konuştu. Sonrasında, en azından askeriyeye kadar, bir daha böyle saçmalıklar yapmadım." Derin bir nefes alan Burak arkasına yaslandı. "Sanırım dayım, Sevda annemler, anneannemler... Benim geçmişimi bildiklerinden içten içe hep o çocuk olmamı beklediler. Kızmazlarsa, alttan alırlarsa bir gün düzeleceğimi umdular. Bir insanın bir günde değişebileceği gerçeğini reddettiler. Her sözümün altında geçmişteki benden bir parça aradılar... Bunu hissediyordum. Tüm bu süreçte de beni kırmamaya çabalarlarken, aslında beni binlerce parçaya böldüler." Sehpaya uzanan adam kendisine bir bardak su doldurarak birkaç yudum içti. Fakat elindeki bardağı yerine bırakmadı. İki eliyle bardağı saran adam düşünceli bakışlarını bardağa çevirdi. "Ben... Birilerinin bana acımasından nefret ediyorum. Ve ailemin öldürüldüğünü duyan herkesin gözlerinde beliren ilk duygu acımaydı." "Hilal..." diye cümleye başlayan Nisa sustu. "Ulaş aileni kaybettiğini duyduğunda sana acıdı mı?" "Asla!" dedi Nisa kesin bir sesle. "Çünkü seven kişi sevdiğine asla acıma duygusunu hissetmez. Acıma sevgiden, şefkatten kaynaklansa da... O sevgi aşk gibi bir sevgi değil. Hilal bana acımadı, Hilal, acımı acısı yaptı. Gözlerinde acıma duygusu değil, benim gözlerimde olan acı vardı... En başından beri! Onun herkesten özel olması da bu yüzdendi zaten. Ama bazen... İçimde, her şeyi kötüye vuran o ses saçmalıyor." Derin bir nefes alan Burak, hoşnutsuz bir şekilde güldü. "Mesela birilerine muhtaç olmaktan da nefret ediyorum, aciz hissetmekten de. Fakat Hilal'in yanına dünyanın en aciz insanıyım. Kendimi çok güçsüz hissediyorum ve bu durum çoğu zaman hoşuma gitmiyor. Hele de muhtaçlık..." "O yüzden 'Hastası gibi hissediyorum' dedin. Öyle hissettiğin anlarda böyle düşünüyorsun. Bir terapide olduğunu ve karşısındakin de seni dinlemek zorunda kaldığını mı hissediyorsun?" "Saçma değil mi?" dedi Burak acı bir gülümsemeyle. "Şu an önemli olan düşüncenin mantıklı olması değil. Neden böyle hissettiğin..." Burak, Nisa'ya bir bakış atarak elindeki bardaktaki suyu kafasına dikledi. Boş bardağı bırakmayarak elinde oynayan adam sessiz bir şekilde konuştu. "Ben... Geçenlerde bir yerlerde okudum. 'Birini ona dayanmadan ya da muhtaç olmadan sevmek için önce kendinize değer vermelisiniz. Yani Seni seviyorum diyebilmek için önce Kendimi seviyorum demelisiniz.' diyordu. Sağlıklı bir ilişkinin anahtarının kendini sevmek ve tanımak olduğunu söylüyordu." Başını kaldıran Burak, arkadaşına baktı. "Ben kendimden nefret ediyorum Nisa. Bu hayatta... En çok nefret ettiğim kişi kendimim! O gün korkup sesimi çıkarmadığım için, herhangi bir yardım getiremediğim için, yıllar geçmesine rağmen ailemin asıl katilini bulamadığım için, annemin beni korumak için öldüğünü düşündüğüm için, kendimi suçlamamak için yıllarca babamı suçlayıp onu deliler gibi sevmeme rağmen sevmiyormuş gibi yaptığım için, yıllar geçmesine rağmen onların mezarına gidemediğim için, o gün... O evden, o mahalleden kurtulan tek kişi olduğum için kendimden nefret ediyorum." Nisa duyduğu son cümle ile adama baktı. O mahalleden? Burak'ın herhangi bir soruyu kaldıramayacağını farkında olan kız, aklındaki sorulara rağmen sessiz kaldı. "Ben mutlu olmayı hak etmediğimi düşünüyorum Nisa. Hilal bana 'Benimleyken mutlu değil misin?' diye sorduğunda... 'Mutluyum' diyemedim biliyor musun? Mutluyum demek aileme ihanet gibi geldi... Gerçekten de kendimden nefret ediyorum. Yaşamayı hak etmediğimi düşünüyorum." "Sen kendinden böyle nefret ederken... Hilal'in seni sevmesini mi mantıklı bulmuyorsun?" "Beni neden sevdi ki?'... Aklımda sürekli bu soru var. Ben bir yalanım. Yıllarca sahte birisiydim. Ben bile kendimi tanımıyorum ki. Ama... Bunları söyleyen içimdeki yaralı kısım. Düşününce onun yanında her zaman gerçek ben oldum. Öldüğünden emin olduğum kendim oldum! Yıllardır kullanmadığım soyadımı söyledim ona mesela. O kütüphane günlerinde... Her şey çok daha kolaydı. Orada sadece Burak Kılıç'tım. Time girdiğinde ise... Alfa oldum. Yüzbaşı Burak Aslan. Uzun süre tek nedenin geçmişimi anlatamamak olduğunu düşündüm. Geçmişimden bahsettiğimde ve... Ona hala onu sevdiğimi söyleyemediğimde ise bahanem onu tehlikelerden korumaktı. Sonra sırf istediği için kendi ellerim ile onu, benim olmadığım, bir operasyona gönderdim. İşte o zaman elimde bahane kalmadı." Burak'ın hızına yetişmeye çalışan Nisa elini hafiften ağrımaya başlayan başına götürdü. Tüm bu söylenenlerin anlık bir şey olmadığı, uzun bir zamandır düşünüldüğü belli oluyordu. "Peki bunlar bahaneyse... Asıl neden ne?" Ellerinin titrediğini hisseden Burak, bardağı yavaşça sehpaya koydu. "Sence Hilal'in en büyük hayali ne?" Burak'ın fısıltıyla sorduğu soru üzerine Nisa kaşlarını çattı. "Psikolog olmayı çok istiyordu. Oldu! Küçükken bir ara, neden bilmem, asker olacağım diye tutturmuştu. Şu an ekibe girmesi teknik olarak bu hayalini de gerçekleştirdi. Bir ara... Aşkı yaşamak istiyorum diyordu. O da oldu. Yani... İstediği hayallerin hepsi, öyle ya da böyle gerçekleşti." "Gerçekleşmeyen bir tane var! Ve benimle olursa asla gerçekleşmeyecek." "Burak anlamıyorum..." Derin bir nefes alan adam, kıza baktı. "Hilal, dediğinde kısmen haklı. Kesinlikle bilinçli yapılan bir şey olmasa da... O geldiğinden beri kabuslarım değişti. Hayatım boyunca dile bile getiremeyeceğim kadar berbat kabuslar görüyorum. Başrolleri... Biziz. Ve bir de... Hayatımda hiç görmediğim küçük bir çocuk. Bazen erkek, bazen kız..." Burak'ın kastettiği şeyi anlayan Nisa, kocaman açtığı gözleri ile adama baktı. "Kastettiğin..." diyen kız yanlış bir şey söylemek istemediği için sustu. "Tekrar soruyorum... Sence Hilal'in en büyük hayali ne?" Bakışlarını ellerine çeviren Nisa, Burak'ın cevap beklediğini hissettiğinden sessizce mırıldandı. "Anne olmak..." "Karşında... 11 yaşından beri, uyandığı her güne 'Bir aile kurmayacağım, aşık olmayacağım' diyerek başlayan birisi duruyor Nisa. Hilal, hayatıma girdiğinde sözlerimden birisini bozdu. Onun elini tutarken hiçbir sorun yok ama diğer mesele... Şu an bizi geçmişten ayıran tek şey o. Her şey o kadar çok benziyor ki çıldıracağım! Bu seferki yağmur kötü bir sonla bitmeyecek demiştim. Ama yıllar önce annem ve babamı ayıran yağmur bizi de ayırdı. Yine sorular cevapsız kaldı. Ve ben ona bir adım dahi atamıyorum. Ben... Deliler gibi aşık olduğum kızı hayatıma alarak, hayalini çalamam. Şu an bile birbirimize böylesine bağlıysak, gelecekte böyle bir konuyla karşılaştığımızda..." "Fazla ilerisini düşünmüyor musun?" diye mırıldandı Nisa. "Fazla ileri? Onun elini bir kere tutarsam, bunun evlilikle sonuçlanacağını bilmiyor musun? Evlendik, bir çift olduk... Sonunda herkes bir aile kurmamızı beklemeyecek mi? Diğerleri, hiç kimse umurumda değil. Ama o da bunu isteyecek. Arkadaşları, sizler tek tek bir aile kurduğunuzda ne olacak? O... O küçük bebeklere bakan Hilal kendi çocuğu olmasını istemeyecek mi? Çocuklarla o kadar iyi anlaşan o kız... Ben ondan böyle bir geleceği nasıl çalabilirim." Nisa, yeşil gözleri acı ile dolu olan adama baktı. Genç kız, her türlü şey ile karşılaşmayı beklerdi ama böyle bir konuyu asla beklemiyordu. "Burak bunu... Hilal ile konuşmalı..." "Hilal ile konuşmak?" diyen adam alayla güldü. "Nisa sence Hilal ne der?" diye soran adamın bakışları feryat ediyordu. Nisa, cevap verme ihtiyacı ile fısıldadı. "Kabul eder. 'Şimdiye bakalım... İleride ne olacağını da zaman gösterir. Beraber olursak her şeyi çözeriz' der." "Peki... İleride ikimizin de kırmızı çizgisi olan bir konuda şimdiki gibi davranabilecek mi? Sana Hilal ile olan ilişkimizi özetleyim mi?" Acı dolu bir nefes alan adam konuşmaya devam etti. "Ben, yüzde yüz haksız olduğum bir öküzlük yaparım. Bu öküzlüğün tek sebebi geçmişim, korkularımdır. Sonrasında pişman olduğumda Hilal'den af dilerim. O da benim özel durumumun bilinciyle beni affeder." Elini yumruk yapan Burak, dişlerini sıktı. "Onu bilemem ama ben bu ilişkiden nefret ediyorum Nisa. Sürekli onu kırmaktan, sürekli onu ağlatmaktan nefret ediyorum. Sırf benim tepkilerimden dolayı arkamdan iş çevirmesinden de, sırf beni incitmemek için susmasından da nefret ediyorum... Hilal, yıllarca bana yapılmış olan şeyi yapıyor. Bana acımasa bile sürekli kendini sansürlemek zorunda hissediyor ve bu yüzden de susuyor. Senin benden nefret etme sebebin de bu değil miydi zaten? Bildiğin Hilal'in sevgisini kullanıyorum. Onu yavaş yavaş tüketiyorum. Sadece kendi istediklerini yapan şımarık bir çocuktan farksızım. Şu an bile aynısını yapıyorum. Dediğin gibi kararın ikimize ait olması gerek, ama ben her zamanki gibi bencillik ediyorum." Düşünceli bir şekilde iç geçiren Burak, yastığın altındaki bilekliği aldı. "Saçma gelecek ama... Bu bilekliği çıkardığı için sevindim. Onu takip eden sapık saykopat kimliğinden çıktım en azından." "O bilekliği gerçekten de sırf takip için mi aldın?" diye soran Nisa soruyu sırf formalite için sormuştu. Adamın bilekliğe gerçekten de değer verdiği her halinden belli oluyordu çünkü. "Alırken takip cihazı takmak aklımda bile yoktu. Ama bir anda kendimi cihazı takarken buldum." "Peki son zamanlarda... Bakmış mıydın o cihaza? Yoksa sadece ilk zam..." Adamın bakışlarını gören Nisa cümlesini tamamlamadı. Bakmıştı! "Şimdi anlıyor musun beni? Bu halde ona nasıl gidebilirim? Yılların zehri var içimde... Hilal yanımdayken, panzehirim varken, hiçbir sıkıntı yok. Hiçbir kötü şey düşünmüyorum. Ama o yanımda değilken, paranoyalarım beni ele geçiriyor. Tüm kötülükleri kulağıma, ruhuma fısıldıyor. Tekrardan Hilal'in yanına gittiğimde, tek yaptığı o paranoyalarımı iyileştirmeye çalışmak oluyor. Öyle ki... Yaşadığımız güzel anların öncesi hep acı. Hep kötü olaylar olmuş ve mutluluğumuzu da onların gölgesinde yaşıyor oluyoruz. O bunu haketmiyor. İlişkimizde sürekli verici kısmında olmayı haketmiyor. Sorun şurada ki... Benim ona acılarımdan başka verebileceğim bir şey yok!" Nisa, derin bir nefes aldı. Karşısındaki adam dağılmış bakışlar ile elindeki bilekliğe bakıyordu. "Yok mu? O zaman Hilal'in gözleri nasıl ay gibi parlıyor? Aslı'yla birlikte içten içe sizin ilişkinizi kıskanıyoruz biliyor musun?.. Senin Hilal'e davranışlarını." Duyduğu cümle karşısında büyük bir şaşkınlıkla başını kaldıran adam şok içinde fısıldadı. "Ne?" "Ne ne?.. Geçen gün bizim öküz sevgililerimiz herkesin içinde iki kelimeyle bize veda ederken, sen değil miydin Kelebeğini herkesten uzağa çekip vedalaşan?.. Bizimkiler akşam operasyon bitti diye ararken, operasyon bittiği an mesaj atan, akşam da sevdiğini görmek için gelen sen değil miydin peki?.. Ki daha öncesinde de bunu yapmışsın. Bunlar sadece gördüklerimden birkaç kesit. Elbet görmediklerim de vardır." Derin bir nefes alan Nisa, öne doğru eğilerek devam etti. "Anlattıklarının birçoğunda haklı olabilirsin. Kendi içinde çözmen gereken şeyler olduğu doğru. Ama... Hilal'e verdiğin tek şeyin acı olduğunu söyleyemezsin Burak. Bunu kabul edemem! Ben bu hayatta... Senin kadar güzel seven bir adam görmedim. Dışarıdan bakan bir göz olarak ben bile bu sevginin büyüklüğünü hissettiysem, Hilal'in bunu hissetmemesinin imkanı yok. Bu yüzden... Çözmen gerekenleri çöz ve Kelebeğinin yanına koş." "Çözmem gerekenleri çözebilmem için, öncelikle ona koşmayı bırakmalıyım." "Bu ne demek?" "Bu sabah biraz daha iyiydim aslında ama... Gün içinde iki kere dışarıya çıktım." "Nede... Hilal'in yanına gitmek için?" Nisa'nın şaşkın bir sesle yaptığı yorum karşısında Burak başıyla onu onayladı. "İki kere de apartmandan geri döndüm... Geçen hafta defalarca kez olduğu gibi." "Bir dakika bir dakika... Geçen hafta? Birkaç kere bizim mahallede senin arabanı gördüğüm gibi yanlış bir düşünceye kapılmıştım ki... Bakışlarına bakarsak yanlış değilmiş!" "Geldim. Belki... Bakkala falan çıkar da onu görürüm diye. Zamana ihtiyacı olduğunu bildiğim için hiçbir şey yapamıyordum. Düşünmeye ihtiyacı vardı... Gerçi benim de düşünmeye ihtiyacım vardı ama tek düşündüğüm onu tekrar ne zaman göreceğimdi. Bilmem, belki de düşünmekten kaçıyordum, kaçıyorum. İnsan üzgünken hep mutlu olduğu bir ana kaçar ya işte... Benim mutlu olmamı sağlayan da o. Bu yüzden de ondan kaçarken bir bakmışım yine ona kaçıyorum." Düşüncelere bürünen Nisa bir süre sonra başını kaldırdı. "Peki şehir dışına falan çıksan? Ona gidemeyeceğini bilirsen, düşüncelerinden kaçamazsın. Bu sayede de adam akıllı düşünüp, hislerini yoluna koyabilirsin." "Araba denen bir şey var bilir misin Nisa? Böyle dört tane tekerleği var, direksiyon, gaz, fren falan..." Gözlerini deviren kız istemsizce gülerek söylendi. "Ben de diyorum Burak uzun zamandır ortalıklarda yok başına bir iş mi geldi..." Hafifçe gülümseyen Burak, bir süre sonra bir anda konuştu. "Aslında... Dediğin pek de mantıksız değil." "Araba gerçeğine rağmen?" "Okyanusu arabayla geçemezsin..." "Okyanus? Ne okyanusu?" Cebinden telefonunu çıkartan Burak, notlar bölümünü açarak kıza uzattı. "Rotayı yaz kaptan!" derken aklındaki fikir gittikçe mantıklı gelmeye başlamıştı. Hatta içinde günlerden sonra az da olsa bir heyecan hissetmeye başlamıştı. Kelebeğinin hayranlıkla anlattığı kitap kafelere, kütüphaneye, parklara ve diğer mekanlara gideceği düşüncesi ile gülümsedi. "Ne rotası Burak?" "Kelebeğimin New York'taki uğrak yerlerini." "New York'a mı gidiyorsun? Vur dedim ama öldür dememiştim..." "Ben vurursam öldürürüm Nisa! Hadi mekanları yaz da git. Eve gidince Hilal'imin ne durumda olduğunu da söylers... Ya da şu an söylem. Yarın söylersin." diyen Burak ayağa kalktı ve laptopunu alarak açtı. "Neden yarın?.. Şu an ne yaptığını sorabilir miyim Burak?" "Sence?" diyen adam hızlı hareketlerle siteye girdi ve gördüğü biletle derin bir nefes aldı. Yarına boş bir bilet bulmuştu. "Gerçekten yarına bilet mi alıyorsun?" "Bir dakikaaa... Aldım bile!" "Yuh! Ama çok pahalıdır." Kızın tepkisi üzerine şaşkınca Nisa'ya bakan adam güldü. "Gerçekten mi? Ben yarın ülkeden ayrılmaya karar verdiğimi söylüyorum ve verdiğin tek tepki çok pahalıdır mı?" "Refleksti... Herkes senin gibi milyarder değil." diyen kız utanmıştı. "Neyse! Sen birkaç ay daha benim gibi bir milyarder olan sevgilinle vakit geçir... O zaman bu reflekslerin kaybolur." "Ahhh... Ulaşkım kaç saattir aşağıda. Ben ona 'Dur şu Burak salağına sayıp söveyim hemen geliyorum. Sonra da sahile gideriz.' demiştim." "Maç varmış zaten. Telefonundan onu izliyordu." dedi Burak rahat bir hareketle. "Peki sen bunu nereden biliyorsun?" Burak, omuz silkti. "Ben mutfaktayken mesaj mı attı?" "Sen kapıdayken mesaj attı. Senin çok öfkeli olduğunu ve hıncını kapıdan çıkarmanın can güvenliğim için iyi olduğunu söyledi." "Ciddi olamazsın! Onu öldüreceğim." dedi Nisa dişlerinin arasından. Burak'ın gülmeye başlaması üzerine gözlerini kısarak ona baktı. "Ciddi değilsin!" "Ciddi değilim tabii. Kapıyı açamayacak kadar halsizdim. Dedim kimse gider ama... Gitmedin!" "Ee maç olayı da mı gerçek değil?" "Hee yok o doğru. Az önce telefonu alınca gördüm, mesaj atmış. Büyük ihtimal maçın uzatmaları oynuyordur. Yazdıysan ver de... Sevgilini daha fazla bekletme. Sonra o da gelir falan... Üzgünüm ama şu an hiç misafir modumda değilim." Aklına gelen mekanları yazan Nisa, ayağa kalkarak telefonu adama uzattı. "Aklıma gelen yerler... Devamını mesaj atarım. Bu da telefonu kapatmaman gerektiği anlamına geliyor. Hilal hakkında da... Eğer istersen yazarım." Burak, başını güçsüzce salladı ve ayağa kalkarak telefonu aldı. "Hayır anlamıyorum. Bu halde nereye gitmeyi düşünüyorsun acaba?" "Yarın gidemezsem bir daha gidemem Nisa. Şimdi bile... Pişman olmaya başladığımı hissediyorum. Ondan uzakta olmak istemiyorum. Zaten New York olmasaydı, gidemezdim." Ceketini giyen Nisa çantasını aldı ve kapıya doğru gitti. Kapıya vardıklarında Burak güçsüz bir şekilde gülümsedi. "Her şey için teşekkürler. Bir karar verdiğim için daha iyi hissediyorum kendimi. Gerçi sonu ne olur bilmiyorum..." diyen Burak'ın sesi sonlara doğru azalmıştı. "Bu ne demek? Geri dönmeyebilirim gibi şeyler saçmalamayacaksın değil mi?" diye sordu kaşlarını çatan Nisa. "Tek yön aldım... Bilmiyorum." "Bileti tek yön alman sanki geri dönmeyeceğinin işareti... Bir gün buraya da, düzelteyim... Kelebeğine de tek yön bir bilet alırsın olur biter." "Döneceğimden çok eminsin!" "Döneceğini biliyorum Burak." Nisa'nın kesin sesi karşısında acı bir şekilde gülümseyen Burak mırıldandı. "Sanırım yaşadıklarımı bilseydin bana bu kadar güvenmezdin." "Yaşadıklarını bilsem de bir şey değişeceğini sanmıyorum. Ben sana değil... Sevdana güveniyorum Alfa!" New York "Ahh" diyerek inleyen Burak gözlerini açtı. Birkaç saniye etrafı buğulu gören adam, görüşü düzeldiğinde yerde yattığını fark etmişti. Zorlukla ayağa kalkan adam, ağrıyan bedeni üzerine bir dizi küfür sıraladı. Elini başına götürdüğünde ateşinin biraz düşse de hâlâ olduğunu fark edince başını duvara yasladı. Acaba kaç saat baygın kaldım? Saatine baktığında yaklaşık bir saattir yerde baygın yattığını hesaplamıştı. Yerdeki şişeye, yere dökülmüş olan suya baktı. 'İlacı içmeseydin ölüyorduk be Alfa? Verilmiş sadakamız varmış!' "Biz deme demedim mi?" 'Biz dememe karşısın, delilik olduğunu düşünüyorsun yaa... Sesli konuşmak da ayrı bir delilik türü değil midir?" Haklı diye düşünen adam zorlukla ayağa kalktı. İlacın etkisi kendini göstermiş olsa da... Sadece ilacın, ateşini düşürmeye yetmeyeceğini anlayan adam banyoya doğru gitti ve kıyafetleri ile kabine girdi. Kıyafetlerini çıkarmaya bile hali yoktu. Her yeri ağrıyor, başı ise çatlıyordu. Bir an, sırf düşüncelerini susturmak için, aklından suyu full soğuk açmak gibi bir düşünce geçse de, bunu yaparsa otelin karşısındaki kitap kafeye gidebilme süresinin uzayacağını fark ederek suyu ılık açtı. Yere oturan adam, başından aşağı akan suyla titrerken mırıldandı. "Keşke, burada olup bana sarılarak 'Her şey geçecek oğlum!' diyebilseydin be baba..." 13 gün sonra Uzunca bir süre karşısındaki butiğin vitrinine bakan Burak, en sonunda kararını vererek içeriye girdi. "Welcome. Have you finally made up your mind?" (Hoş geldiniz. Sonunda kararınızı verdiniz mi?) "Not yet." diyerek mırıldanan Burak'ın kastettiği şey, vitrindeki ürün değildi aslında. Satış elemanı kız anlamayan bakışlar ile kendisine bakarken, vitrine yürüyen Burak oradaki fuları aldı. Bakışları mavinin tonlarını barındıran fularda dolaşırken gözlerindeki özlem bariz seçiliyordu. "Günler sonra fuları almak için mağazama girmen, aslında karar verdiğinin bir işareti değil mi?" Duyduğu aksanlı Türkçe ile sağındaki kadına dönen Burak, hafifçe gülümsedi. "Tahmin ettiğim gibiymiş... Türksün!" "Evet Türküm... Bu fular ne kadardı acaba?" diyen adam fuları havaya kaldırmıştı. "Bilmem sen söyle. Günlerdir bir şekilde buraya gelip vitrinime bakıyorsun. Sence ne kadar fiyat biçmeliyim?" Gülümseyen Burak bakışlarını fulara çevirdi. Aklını onlarca anı doldururken 50'li yaşlarındaki minyon kadına geri döndü. "Benim için herhangi bir fiyatı kapsayamayacak kadar değerli. O yüzden... Sonsuz Dolar?" Aldığı yanıttan memnun kalan kadın, karşısındaki adama baktı. "Bu fuların hikayesini biliyor musun genç adam?" "Bir hikayesi mi vardı?" diye sordu Burak şaşkınca. "Elbette... Mağazamdaki her nesnenin bir hikayesi var. Ama... İtiraf etmeliyim ki en çok sevdiğim bu fuların hikayesidir. Ayakta kaldık oturalım. Ne içmek istersin?.. Çay?" "Çay?" dedi Burak şaşkınca kadına bakarken. "Çay... Sizin Rize'den olandan. Eşim ile İstanbul'da tanışmıştık. O güzel şehirde! Burada yaşasak da... Çocuklarımız tam bir Türk gibi yetişti. Damarlarında Türklük dolaşan kocam ve çocuklarımdan çok daha fazla çaykoliğimdir." "Çaykolik kelimesini kullandıysanız... Siz bir Türküsünüz. Boş verin damarda akan kan muhabbetini." dedi Burak gülerek. "Sana gülmek çok yakışıyormuş genç adam. Günlerdir hep hüzünlü görüyordum seni. Bence sık sık gülmelisin." Cümleyi duyan Burak'ın aklına aylar öncesinden bir anı geldi. 🌙 "شما همیشه می خندید! خندیدن به کسی مثل شما مناسب نیست." (Sen hep gül! Gülmek hiç kimseye senin kadar yakışmıyor.) Bunun üzerine gülümsemesi büyüyen Burak konuştu. "کسی نیست؟ شما یکی هستید" (Hiç kimseye? Sen varsın ya.) İltifat karşısında yanakları kızaran kız dudaklarındaki tebessümle birlikte başını önüne eğdi. Onun bu hali karşısında gülen Burak mırıldandı. "واقعاً چه چیزی را دوست دارید ، پروانه؟ بی باک ، اما خجالتی ..." (Gerçekten de sen nasıl bir şeysin Kelebeğim? Korkusuz fakat bir o kadar da utangaç...) شما به من بگویید! بعلاوه ، من ... پروانه آلفا هستم. (Sen söyle! Ne de olsa ben... Alfa'nın Kelebeğiyim.) Bu sahipleniş, bu sıfat kızın ela gözlerine kilitlenen adamın o kadar hoşuna gitmişti ki gözlerindeki parıltılarla kendi kendine mırıldandı. "پروانه آلفا" (Alfa'nın Kelebeği) 🌙 "Genç adam?" Burak, özlem dolu gözlerini kadına çevirdi. "İyi misin?" Başını sallayan Burak, az ilerideki tahta masaya oturan kadının karşısındaki sandalyeye geçti. Fuları az ilerisindeki sehpanın üzerine bıraktıktan sonra butiği incelemeye başladı. Bir süre sonra satış elemanı olan kız, iki tane çay ile yanlarına gelmişti. Bardağı eline alan Burak, burnuna götürerek çayın kokusunu içine çekti. "Birileri memleketi özlemiş sanırım!" "Çoook!" diye mırıldanan adam çayından bir yudum aldı. "İlk yurt dışın mı?.. Normalde tecrübeli Türkler yurt dışına çıkarken çay alır." "Birçok kez yurtdışına çıktım ama... Hepsi iş içindi. Ayrıca gittiğimiz yerlerde mutlaka çay sevdalısı bir Türk olurdu. Olmasa bile... Kardeşim mutlaka çantaya bir paket çay atardı. Ben... Biraz ani bir şekilde ülkeden ayrıldım. Yani öyle ki... Yanıma sadece birkaç parça kıyafet ve benim için çok önemli olan iki nesneyi aldım. Birçok eksiği buraya geldiğimde satın alarak tamamlamak zorunda kaldım." "Fular da bu eksiklerden biri mi?" Duyduğu cümle ile bakışlarını fulara çeviren Burak, uzun bir süre bakışlarını çekemedi. "Bir fular almak istiyordum ama... Hiç buradan olacağını düşünmemiştim." diye mırıldandı Burak sonrasında bakışlarını kadına çevirdi. "Hikayesi demiştiniz?" "Farkettiysen mağazamda başka bir fular yok." "Evet... Şaşırdım bu duruma. Yani sadece bunun elinizde olması." "Aslında bunu... Hikayenin sahibi için saklıyorum. Satıldığında yine aynı modelden sipariş veriyorum. Ve... Gerçekten de hak ettiğini düşündüğüm insanlara veriyorum." "Şu an... Hak edip etmediğimi mi ölçüyorsunuz?" "Sen, 12 gün önce mağazamın yanına yavaş adımlar ile yaklaştığın o gün, fuları gördüğün anda yüzünde beliren ifade ile hak ettiğini kanıtladın zaten oğlum." Burak bir şey söylemedi. Nisa, Hilal'in sık uğrak yerlerinden birisinin de Adela Boutique olduğunu söylemiş, sahibi Adela ile oldukça iyi anlaştığından bahsetmişti. Butiğe doğru yürüyen Burak'ın son beklediği şey, vitrindeki mavi fuları görmekti. Onu gördüğü anda kalbine büyük bir sızı saplanmış, yaşanan tüm anılar ruhunda dolaşmıştı. Her gün, butiğin yanına kadar gelip içeri girmeye niyetlense de ancak bugün girmeyi başarabilmişti. "Kendimi böylesine açığa vurduğumu tahmin etmemiştim." diye mırıldandı Burak. "Açığa vurmak değil de... Yaşımın ve görmüşlüğümün bir hediyesi diyelim. Bu arada adını öğrenebilir miyim genç adam?" diye sordu Adela tebessüm ederek. Gülümseyerek "Burak!" diye mırıldanan adam çayından bir yudum daha aldı. Sallama çay olmayan bir çayı içmeyi gerçekten de çok özlemişti. "Hikayemin başkarakteri güzel bir kız olan Hazel. Hazel ile yaklaşık 3 yıl önce tanıştım. Dışarıdan bakıldığında çok uysal, sessiz sakin hatta çekingen bir kızdı. Senin gibi onu da birçok kere butiğin vitrinine bakarken yakalamıştım. Ve yine o da uzun bir süre içeri girmemişti. İlk başlarda 'Acaba parası mı yok?' diye düşünmüştüm. Fakat giyinimi ve duruşu hiç de öyle demiyordu. Sonrasında çekingenliğine vurdum bu durumunu. Dedim ya dışarıdan bakınca gerçekten de içe kapanık duruyordu. Fakat tüm bu sessizliğine rağmen, dışarıya verdiği öyle bir enerjisi vardı ki... Bir bakanın, dönüş bir daha bakmak istemesine neden oluyordu. Onunla konuştuğum ilk an, kesinlikle göründüğü gibi birisi olmadığını anlamıştım... Bir gün yine vitrine baktı, geri döndü gidiyor, dayanamadım peşinden seslendim. Her şeyden öte... Vitrinimdeki neye bu kadar dikkatli baktığını merak ediyordum. 'Hey! One minute... 'diye seslenişime şaşırarak refleksle önce Türkçe sonra da İngilizce 'Ben?' diye yanıt verdi. Türk olduğunu öğrendiğimde sevinmiştim. Onu içeri davet ettim. Tam senin oturduğun sandalyede oturdu... O günden sonra geldiği her seferinde olduğu gibi. O gün, fuları neden almadığını sorduğumda bana ne dedi biliyor musun?.." "Sevdiğim şeyleri kendim almaktansa, sevdiğim birisinin alarak, bana hediye etmesini isterim. Böylelikle o nesne benim için çok daha kıymetli oluyor ve her baktığımda o özel insan aklıma geliyor." Adela gülümsedi. Tahmininde yanılmamıştı. "Hazel'ı, ela gözlü Hilal'imi tanıyorsun." "Ela göz..." diye mırıldandı Burak özlemle. O ela gözleri, deliler gibi özlemişti. "O gün Hilal'e fuları hediye etmek istedim ama... Onun o gün bahsettiği sevdiğinin sıradan birisi olmadığını anladığım için farklı bir teklifte bulundum. Ona bu fuları almasını, aynı fulardan tekrardan isteyeceğimi ve... O fuların o özel insanla geleceği güne kadar vitrinimde duracağımı söyledim. Bunu söylediğimde, gözleri istemsizce üzerindeki monta takıldı. O montun sahibi sen olabilir misin acaba?" Duyduğu cümle karşısında Burak'ın dudaklarında mükemmel bir gülümseme belirdi. "Demek mont! Kelebeğim kütüphanede bu hikayeyi anlatırken bu detayı unutmuş sanırım. Gerçi..." O zamanlar benim kim olduğumu bilmiyordu. "Bu hikayeyi bilerek geldin demek buraya?" diyen kadının sesi soru doluydu. "Bu kadar detaylı bilmiyordum. Sadece size söylediği cümleyi ve sizi, Adela teyzesini biliyordum. Anlattığı sıralarda çok da yakın değildik. Sonrasında ise... Öylesine şeyler yaşadık ki böyle konular hakkında konuşmaya fırsatımız olmadı." "Peki... Neden tek başınasın? Yani... Onun şehrindesin ama onsuz." Bu cümle, Burak'ın kalbine saplanmıştı. Bu yüzden de kendini bir anda "Burada olduğumdan haberi yok!" derken bulmuştu genç adam. "Ayrıldınız mı?" Bu cümle üzerine Burak acıyla güldü. "Ayrılmamız için önce birlikte olmamız gerekirdi!" "Ayrılığın da birlikteliğin de asıl öznesi sevgidir. Sevgi varsa, kalbin onun için atıyor demektir. Kalbin onun için attığı sürece de onunlasın, onunla aranda hep bir bağ olacak demektir... Bu gönül bağını kilometrelerce öteye gitmekle bitiremezsin genç adam. Ancak sevgin bittiğinde biter. O yüzden tekrar soruyorum... Ayrıldınız mı?" Yeşil gözlerinin kızardığını hisseden Burak başını öne eğdi ve fısıltıyla cevap verdi. "Ayrılmadık. Öyle bir seçenek, ihtimal bile olamaz." "O zaman neden buradasın?" "Düşünmeye ihtiyacım vardı." diyen Burak, kendisini annesinden azar yiyen bir çocuk gibi hissetmişti. "Ne zamana kadar düşüneceksin peki?" Adela'nın sesindeki tını Burak'ın başını kaldırıp ona bakmasına sebep oldu. "İnsan var olduğu sürece düşünecektir oğlum. İyi ya da kötü... Herhangi bir anda düşünceler aklına üşüşecektir. Bizim tek sorunumuz... İyiyi hiçbir zaman görmeyip, hep kötüye bakmak. Aslında iyi düşüncelerimiz, kötü düşüncelerden daha fazla. Sevgi ne kadar büyükse... İyi düşünceler o kadar fazladır çünkü. Aynı şekilde korku ne kadar büyükse, kötü düşünceler o kadar fazla. Şimdi... Söyle bakalım. İyi düşüncelerin mi yoksa kötü düşüncelerin mi daha fazla?" "Ben..." diyen Burak duraksadı. Hiç bu şekilde düşünmemişti. "Sanırım düşünmen gereken bir şey daha verdim." dedi Adela keskin mavi gözlerini Burak'a dikerek. "Hayır... Sevgim, korkumun üstünde. Bunu düşünmeme gerek yok." "Eee o zaman niye hâlâ buradasın oğlum?" "Ben... Sorun Hilal'e olan sevgim değil ki. Başka bir şey..." "Hangi şey?' Kadına bakan Burak, ne diyeceğini düşündü. Hikayesini anlatmaya gücü de isteği de yoktu. "Kendimle olan bir savaşım vardı. Çözmem gereken bazı şeyler vardı. O yüzden geldim buraya." "Peki savaşın bitti mi? Çözmen gerekenleri çözdün mü?" Adela'nın hiç duraksamadan sorduğu sorular karşısında bunaldığını hisseden Burak derin bir nefes aldı. Başkası olsa bu sorularını defederdi ama karşısındaki kadının buna izin vermeyeceğini anlamıştı. Ayrıca Burak, kadına sert çıkmak istemiyordu. Çünkü karşısındaki kadın, Hilal'e New York'u katlanır kılan yegane sebeplerden birisiydi. Bu yüzden de Burak, kadına minnet borcu hissediyordu. "Sanırım bitti." "Bitti mi, bitmedi mi?" diye sordu Adela. "Bitti dersem 'Niye hâlâ buradasın?' diyeceksiniz!" dedi Burak hafifçe çıkışarak. "Ne de haklı diyecekmişim ama! Karın ağrın ne senin oğlum? Gözlerinden özlem akıyor resmen! Neyin inkarındasın?" "Çok uzun hikaye Adela." "Hilal mi bir şey yaptı?" "Asla!" dedi Burak kesin bir şekilde. Bir süre sonra derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı. "Ben... Onu çok üzdüm. Birçok hata yaptım. Birçok şeyi inkar ettim." "Yani şu an yaptığını yaptın!" "Hiç yardımcı olmuyorsunuz!" dedi Burak dişlerini sıkarak. "Senin kendine yaptığından daha kötüsünü yapmıyorum. Geldiğinden beri sürekli hatanın sende olduğunu söylüyorsun." "Öyle ama..." "Sana göre... Hilal kusursuz değil mi?" "Öyle bir söylediniz ki... Hilal'i sevmediğinizi bilsem çok fena tepki verirdim." "Siz Türklerin sevdiği bir hikaye vardır. Aşk deyince akla gelir her zaman. Aşık Mecnuna sormuşlar 'Uğruna öldüğün Leyla bu mu?' diye... Mecnun ne demiş?" Burak, kadının gelmeye çalıştığı noktayı pek anlamasa da cevap verdi. "Siz onu bir de benim gözümle görün' demiş." "Peki aynı soruyu Leyla'ya sorsak? Farklı bir cevap mı verirdi?" "Vermezdi." diye mırıldandı Burak "Mesele bu değil mi? Kendini Hilal'in yanına yakıştıramıyorsun. Çünkü... Kendini kusurlu görüyorsun. Ama neden?" "Ben... Fazla yaralıyım." "Geçmişte, hayatından başka biri mi geçti?" diye soran Adele, adamın başını iki yana sallaması ile yeni tahminini ortaya serdi. "O zaman... Ailenle mi sorunlar yaşıyorsun?" Duyduğu cümle karşısında Burak, acı bir nefes aldı. "Ailemle sorunlarım olmasını isterdim. En azından... Sorunlarım da olsa bir ailem olurdu." Burak'ın cümlesi üzerine Adale'in gözlerini hüzün bürüdü. Onun bakışlarını hisseden adam, gözlerini ona dikti. "Düşündüğünüz gibi yetimhanede falan büyümedim... Bazen 'Böyle olsaydı belki de daha az canım yanardı.' diye düşünüyorum. Belki de saf sevginin ne olduğunu bilmeseydim, kaybettiğimde bu kadar canım yanmazdı. Mutluluğu tüm ruhumda hissetmemiş olsaydım, onların gitmesiyle dünyam böylesine kararmazdı." "Bu..." diye mırıldandı Adale. "Ne?" diyen Burak kızarmış gözlerini kadına çevirdi. Düşüncelerin sesi öylesine yüksekti ki, kadının ne söylediğini duyamamıştı. "Asıl korktuğun şey bu oğlum. Sen... Mutlu olmaktan korkuyorsun. Mutlu olursan peşine mutsuzluk gelecekmiş gibi hissediyorsun." Duyduğu cümle ile nefesi kesilen Burak, nefes alma ihtiyacı ile elini boğazına götürdü. Haklıydı! O gün... En mutlu olduğu gündü. Bir kardeşi olacağını öğrenmiş, aynı zamanda babası da uzun zaman sonra gelmişti. Babasının kucağına atladığında hissettiği huzuru düşündü Burak. Gülerek yaptıkları kıskançlık konuşmasını, mutlulukla yankılanan kahkahaları, annesinin 'Getireceği gelini sevmem lazım.' deyişi. Sevememişti!.. Annesinin karnındaki kardeşine ilk ve son kez dokunuşu geldi aklına...'Kız da olsa erkek de olsa ben... Miniğim çok seveceğim' demişti. Sevememişti!.. Miniği yerine bir toprak parçasını sevmek zorunda kalmıştı Burak. Ailesine sarılmak yerine, soğuk mermere sarılmak zorunda kalmıştı. Bazı geceler kabuslarında o günü görmüyordu adam. Belki de o günden bile daha çok canını yakan bir şey görüyordu. 'Abi çok karanlık. Çok korkuyorum.' diyen bir ses duyuyor ve zifiri karanlıkta o ağlayan sesi bulmaya çalışıyordu. Bazen hiç bulamadan haykırarak uyanıyordu. Bazen ise, buluyor kurtarmak için elini uzatıyor fakat elini bir anda kan bürüyordu. Kendisine kalan tek şey kıpkırmızı kan oluyordu. O günde de olduğu gibi... Sonra da bir ses yankılanıyordu ruhunda. 'Beni kurtaramadın abi!' "Oğlum?.. Burak?" Adale'nin uzaktan gelen sesini duyan Burak, acı dolu bakışlarını ona çevirdi. Adamın gözündeki yaşları silen kadın pişmanlıkla fısıldadı. "Özür dilerim oğlum. Özür dilerim!" Kadının ellerini tutarak onu durduran Burak, onun tekrardan yerine oturmasını sağladı. "Haklısın..." diye mırıldanan adamın sesi çatallı çıkmıştı. "Ben... En mutlu günümde, beni en mutlu eden insanların öldürülmesini izledim. Bu yüzden yıllarca, nedenini bile anlamadan, hep mutluluktan kaçtım. Kahkaha atmaya korktum mesela. Kahkaha sesimin peşine bir felaket yaşanacakmış gibi geldi hep. Her zaman kısas yaparak yaşadım hayatı... Mutsuz ânımın peşine, mutlu bir an oluşturdum. O mutluluğun kefaretini, öncesinde yaşadığım mutsuzlukla ödemiş olduğumu varsaydım... Mutluyum demekten hep korktum. Sanki mutlu olduğumu itiraf edersem, beni mutlu eden şey elimden alınacakmış gibi hissettim. Çünkü o zaman öyle olmuştu. Mutluluk kaynağım... Onu bir kere bile göremeden, ona bir kere bile sarılamadan gitmişti. O yüzden Eftalya doğacağı zaman sevinmeye çok korkmuştum. Aslında haberi öğrendiğimde en çok mutlu olan kişi bendim ama Deniz Kızım doğana kadar mutlu değilmişim gibi rol yaptım. Ben... Sevda annemin karnına bir kere bile dokun(a)madım. Sanki ben dokunmazsam... O küçük yaşayacakmış gibi geldi. Dokunursam... Onu da kaybedecekmişim gibi." Gözyaşlarının arasından alayla karışık acı bir kahkaha atan adam devam etti. "Şimdi bile... Sırf ben dokunmadığım için Eftalya'nın yaşadığını düşünüyorum. Bunun çok paranoyakça olduğunu, normal bir düşünce olmadığını bilsem de... Böyle düşünmekten kendimi alamıyorum. Ben... Ben bir kaybı daha kaldıramam. Bir miniğimi daha kaybedemem. Hele de... Bunun kendi çocuğum olma düşüncesi... Kim benim gibi bir adamı ister ki? Karısının bir gün yanına 'Hamileyim' diyerek gelmesinden ödü kopan bir adamı... Dokuz ay boyunca sürekli tetikte olacak, sürekli karısını sıkboğaz edecek, hiç atlatamayacağı travmaları olan bir adamı. Düşünüyorum da... Çocuğum 11 yaşına gelse... O 365 günün her anında... Deliririm sanırım. Başıma gelenin, başına geleceği düşüncesi..." Ellerini yumruk yapan adam, acı dolu bir nefes aldıktan sonra devam etti. "Ama en kötüsü... Tepkilerimi kontrol edememekten korkmam. Hilal bir gün yanıma 'Hamileyim' diyerek gelse... Ya ben... Ya yanlış bir tepki verirsem ve istemediğimi düşünürse? Ya da... Ya... Ya mutlu olursam ve... O küçüğü de kaybedersem? Bu sefer de 'Beni kurtaramadın baba!' diyen kabuslar mı göreceğim? Hem... Korkar ki... Çocuklar karanlıktan çok korkar. Miniğim korkuyor mesela şu an. Ben... Ben bir kez daha böyle bir şeyi yaşayamam. " Titrek bir şekilde nefes almaya çalışan adam ellerini yüzüne götürdü. Gözyaşları kendisinden izinsiz dökülüyordu. Genç adam, ağlamaktan nefret ediyordu. 'Ağlamaktan değil, Kelebeğin yanında yokken ağlamaktan nefret ediyorsun.' Adale, adamın düşüncelerini duymuş gibi konuştu. "Oğlum... Arka tarafta lavabo var. İstersen oraya geç. Sakinleşmeye ihtiyacın var gibi." Başını yavaşça sallayan Burak, lavaboya gitti. Yüzüne olanca suyu çarpan adam başını kaldırdı ve aynadaki kıpkırmızı gözler ile karşılaştı. Yeşillerinde, yıllar sonra ilk defa acıdan daha yoğun bir duygu vardı. Özlem ve özlenilen kişiye duyulan sevgi! 🐺 Elindeki fuları cebine koyan Burak, saniyeler sonra tekrardan cebinden çıkardı. Mavi fuları görür görmez aklına dolan anılar, huzurlu ve mutlu olmasını sağlıyordu. Bu yüzden de saatlerdir sürekli eline alıyordu. Gerçi Kelebeğini hatırlaması için bir fulara ihtiyacı yoktu. Eline baktığında, eli elinde olan kız geliyordu aklına... Gözlerine baktığında yeşillerine aşkla bakan elalar, nefes aldığında da papatya kokusunu içine çektiği anlar geliyordu. Dakikalar öncesinde o lavaboda kriz geçirmemesinin tek sebebi de buydu. Kelebeği kilometrelere rağmen onu kolluyordu. Düşündükleri ile bir anda duraksayan adamın aklına yıllar önce bir makale geldi. 'Travma sonrası stres bozukluğunu iyileştirme yöntemlerinden biri, güvenli bölge ya da emniyet bölgesi denen şeyden geçer. Acı verici hatıralar geri döndüğünde yahut kişi olumsuz bir düşünceye kapıldığında, kendisini sakinleştirmek için en sevdiği mekanı ya da yapmaktan hoşlandığı şeyi düşünür. Bu... O kişinin güvenli bölgesine sığınmasıdır.' Burak'ın, kendisini sakinleştirmek için düşündüğü en sevdiği mekan, Kelebeğinin içinde bulunduğu herhangi bir mekandı. Yine aynı şekilde yapmaktan hoşlandığı şey, Kelebeği yanındayken yaptığı her şeydi. Adamın güvenli bölgesi bizzat Kelebeğiydi. Ve Burak, o bölgeden kaçıyordu. Düşünceli adımlar ile ilerleyen adam, az ilerisindeki banka oturdu. 12 gündür yaptığı gibi... New York'a geldiği gününü yatarak geçiren Burak, akşama doğru otelin sağlık odasına giderek serum yemişti. Bir sonraki gün kendini daha iyi hissettiğinde, önce Hilal'in gittiği tüm mekanlara uğramış, akşama doğru ise kendini bu kampüsteki bu bankta bulmuştu. Kampüs kapısına ilk geldiğinde içeri giremeyeceğinden emin kimliğini uzatan Burak, kapının açılmasıyla afalladığı anı hatırlayınca istemsizce gülümsedi. Sonradan öğrenmişti... Kampüse girebilmesinin tek sebebi Nisa'nın, Profesör Richard'a kendisinden bahsetmesiydi. İki günün sonunda Profesör de yanına oturmuştu. İlk söylediği cümle 'Hilal'in iki yıl boyunca bu bankta oturduğunu biliyor muydun?' olmuştu. Bilmiyordu... Burak sadece kendini, ağacın hafiften gizlediği, gözlerden uzak olan bu banka gelirken bulmuştu. Herkesi inceleyebileceği fakat dikkatli bakmayan gözler tarafından fark edilmeyecek bu bank... Hilal'in de aynı düşünceler içinde bu banka oturduğunu biliyordu Burak. Kelebeği ile birbirlerine olan benzerliklerini bu durum bir kez daha gözler önüne sermişti. "Bugün çok düşüncelisin?" Duyduğu ses ile hafiften gülümseyen Burak, yanına gelen adama baktı. Profesör Richard'ın hakkını zor ödeyecek, dostluğunu çok özleyecekti. Profesör, 10 gün boyunca her gün yanına uğramış, sessizce Burak'ı dinlemişti. Gayrı resmi seanslar gerçekleştirdi demek daha doğru olurdu gerçi. Burak, o ilk gün bu banka oturan kişi olmadığını hissediyordu. Artık kendine her konuda güveniyor, paranoyalı düşüncelere de neredeyse hiç kapılmıyordu. Hayatın doğal akışının bilinciyle hareket eden adam, ruhunda bir hafiflik hissediyordu. "Farkındaydın değil mi Profesör?" diye sordu Burak adamın oturması için kenara kayarken. "Oldu bu soru fazla genel. Yetmiyor Türkçe benim." İçindeki tüm karmaşaya rağmen Burak gülümsedi. "Yeme beni Profesör! Biraz daha ders alırsan aksanı bile kaybedecek, biz Türkler gibi konuşacaksın." Bacak bacak üstüne atan adam, Burak'a bir bakış attı. "Sırrımı ifşalamak yok evlat. Türk öğrencilerin benim yanımda, anlamadığımı düşünerek Türkçe konuşmasını seviyorum. Sene sonunda onlara Türkçe veda ettiğimde yüzlerindeki şok ifadesini görmeyi ise daha çok seviyorum." Bunu duyan Burak kahkaha attı. "Çok fenasın Profesör." "Kahkaha attın... Sonunda düğümü çözdün ha?" Durgunlaşan Burak yanındaki adama döndü. "Farkettin değil mi?" "Neyi?" diye sordu Profesör Richard derin bakışlarla. "Mükemmel bilmemezlikten geliyorsun!" "Şu 10 günde... Direksiyonda hep sen vardın Burak. Ben sadece seni dinledim. Sana terapi yaptığımı düşünüyorsun ama yanılıyorsun. Ortada bir terapi olduğu doğru ama bunu yapan ben değildim sendin. Sen kendine terapi yaptın. Normalde bu durum bir psikiyatrın asla yapmaması gereken bir şey. Ama sen... Normal bir insan değilsin. Mesleğin için onlarca konferansa, eğitime katılan, bununla da yetinmeyip kendini geliştirmek için onlarca gelişim, psikoloji kitabı okuyan birisin. Geçen gün 'Sıkıldım ben!' diyerek bizim ders kitaplarından birisini okudun resmen! Bu yüzden... Kendine koyduğun tanıyı söyle. Doğru mu yanlış mı bakalım." Derin bir nefes alan Burak sessiz bir şekilde konuşmak üzereyken durdu. Neden sessiz söyleyecekti ki? Daha neyden kaçıyordu? Buraya gelmeden önce kütüphanede onlarca kitabı karıştırarak düşüncelerini doğrulamamış mıydı zaten? Bu düşünceler içindeki adam gözlerini Profesör'e dikerek keskin bir dille konuştu. "Cherophobia*" [*Çerofobi: Mutluluk Korkusu. Çok fazla mutlu olunca başına bir şey gelmesinden korkmaya, neşeli olmaktan kaçınmaya denir.] "Nasıl fark ettin?" diye sordu Profesör merakla. "Adela sayesinde... Tanıyor musun? Oğlu burada öğrenciymiş. Adela Honçak." "Adela Hanım'a rastladıysan iyi kurtulmuşsun. İkinci Hilal olur kendileri. Mükemmel bir gözlem gücü var. Gerçi ona göre hayat tecrübesi... Ailecek görüşürüz. Böyle bir şey olacağını bilseydim daha önce yönlendirirdim diyeceğim ama... Bir şey değişmezdi. Bugün olması gerekiyordu." "Bugün olması gerekiyordu?" diye sordu Burak şaşkın bakışlarla. "Sana seni anlatayım mı Burak?" Soru üzerine kısa bir süre düşünen Burak "Çok da kötü şeyler söyleme bari." dedi alaycı bir sesle. "O alaycılığın altında, hafif bir tehdit seziyorum sanki Yüzbaşı?" "Bilerek yaptığım bir şey değil. Hoşuma gitmeyecek durumlara karşı istemsiz bir tepki." dedi Burak savunmacı bir sesle "Merak etme. Kötü şeyler söylemeyeceğim. Az önce bahsettiğim direksiyon meselesi... Ben, hayatının kontrolünü senin kadar elinde tutan birisine rastlamadım." "Sözünü balla kesiyorum Profesör ama hangi direksiyon? Şu an Hilal'in elinde olan direksiyon mu?" Serzenişi duyan Richard güldü. "Hilal'in elindeki kalbinin ve your soul (ruhunun) direksiyonu. Ben beyninin direksiyonundan bahsediyorum." "Hani iyi şeyler söyleyecektiniz? Beyne, düşüncelere girersek çıkamayız." "Burak!" "Tamam kızmayın Profesör... Sizi dinliyorum." Richard, sevgiyle yanındaki adama baktı. Burak gibi birisiyle tanıştığı için kendini çok şanslı hissediyordu. "Bahsedeceğim durum normal bir insan için oldukça sıkıntılı olsa da... Senin gibi geçmişinde acı olan insanlar için iyi bir şey. Sen... Hazır olduğunu hissetmediğin durumlardan kaçıyorsun. Hazır olduğun güne kadar... Hazır olduğunu hissettiğin an ise yüzleşiyorsun. O zamana kadar içten içe bildiğin, hissettiğin hatta araştırmalar yaparak teyitlediğin durumu o gün kabulleniyorsun. Yani, aslında bir bekleme süreci yaşıyor ve zamanı geldiğinde de prangalarından kurtuluyorsun." Burak "Kelebekler gibi..." diye mırıldanırken buldu kendini. "Ahhh yes. Çok iyi bir örnek. Bir hikaye var bilir misin? 'Bir gün, bir adam ormanda gezerken bir kelebeğin kozasından çıkmaya çalıştığını görür. Kozasındaki küçük delikten çıkmaya çabalayan kelebeği saatlerce izleyen adam, kelebeğin kozadan çıkmak için çabalamaktan vazgeçtiğini, gücünün kalmadığını düşünür. Kelebeğe yardım edeyim de kolayca çıksın düşünceleri ile kozadaki deliği büyütür. Bu sayede kelebek kozasından kolayca çıkar. Fakat çıkmaya daha hazır olmayan Kelebeğin bedeni hala kuru ve kanatları buruş buruştur. Adam, kelebeğin gücünü toplayıp, kanatlarını açıp, uçacağını düşünür. Fakat Kelebek kozasından zamanından önce çıkmıştır. Bu yüzden de ne kadar çabalasa da uçamaz ve buruşmuş kanatlarıyla yerde sürünür. Sonra da bu duruma dayanamaz ve hayatını kaybeder." Duraksayan Richard, Burak'a baktı ve yeşil gözlü adama hafif bir tebessüm gönderdi. "Aslında adam iyi niyetli bir şekilde kelebeğe yardım etmeyi istemişti ama bilmediği nokta; kelebeğin kozadan çıkmak için çabalaması, bedenindeki sıvının kanatlarına gitmesini ve bu sayede doğru zamanda kozasından çıkarak uçmasını sağlayacağıydı... Hayat akarken sarf edilen çabalar, uğraşlar bizi hayatımızdaki bir sonraki adıma hazırlar, gerekli güce ulaşmayı sağlar. Sen bunun bilincindesin. Hani dedin ya geçen gün 'Birisi bana istemediğim bir şeyi söylediğinde sert çıkışıyorum, kalbini kırıyorum. O kişiyi sevsem de buna engel olamıyorum' diye... Bu çıkışının sebebi eleştiri kabul etmemek ya da yüzleşmekten kaçmak değil aslında. Sen kozadan erken çıkıp ölmek istemiyorsun. O olayı o anda kaldıramayacağın için karşındakini susturuyorsun. Kendini o kadar iyi tanıyorsun ki... Hazır olduğunu anladığında en ufak bir uyarıcı bile gerçeği kendi ağzınla itiraf etmeni, anlamanı sağlıyor. O zamana kadar ise bildiğin gerçekleri, zihin sarayının en derinlerinde kilitliyorsun. Bu da senin kozan! Belki bazılarına göre bu tutumun yanlış gelebilir fakat... Hiç kimse kabullendikten sonra yaptıklarını hafife alamaz. Sorunu bulduğun anda direkt çözüm yolu arıyorsun. Bir asker olduğunu her şekilde belli ediyor ve o savaşı kazanmadan bırakmıyorsun. Şu an içinde bulunduğun savaşı kendin için değil, sevdiğin için vermen de çok hoş. Sen Hilal'e daha iyi bir sevgili olmak için çabalıyorsun... Günlerdir dur durak bilmeden çalışıyorsun Evlat. Buraya gelip benimle seansımsı sohbetlerinin haricinde, her gün kütüphaneye gittiğini ve onlarca kitap okuduğunu biliyorum. Burada çözümlediğin sorunları, oraya giderek nihayete erdiriyor aklında hiçbir soru kalmaması için çabalıyorsun." Derin bir nefes alan adam, kendisini ilgiyle dinleyen Burak'a baktı. "Yıllardır psikoloğa gitmemek için her şeyi yaptığını söyledin ama... Zaten kendi kendinin psikoloğu olmuşsun sen. Bu yüzden de birine ihtiyaç duymamışsın. Tabii geçmişteki olay hâlâ olduğu yerde duruyor. Onun için bir gün gerçekten ciddi tedavi alman gerekebilir ama... Hilal hayatındayken bu konuda endişelenmene gerek yok... Ne de olsa sevgi; Hayatın 'çukurlarından' geçerek araba sürerken, birbirinizin 'tekerleklerini' kontrol etmektir... İkiniz de birbirinizi kollayacak, ikiniz de mutlu, mutsuz her ânınızda birlikte olacaksınız. Yine de tüm bunlara rağmen... Bu cherophobia'yı kendi başıma çözümlemem gerek dersen, bir Profesör olarak saygı duyarım. Ama geldiğinden beri elindeki fulara bakıp bakıp tebessüm eden sana, Richard olarak söylemek istediğim bir şey var. İzninle..." diyen Richard gözlerini kısarak karşısındaki adama baktı. "Burak sen gerizekalı mısın? Neden hâlâ buradasın?.. Koşsana sevdiğine!" Duyduğu cümleyle gülümseyen adam mırıldandıktan sonra ayağa kalktı. "Bu, bunu ilk ve son itiraf edişim olacak. Gerçekten de gerizekalıyım!" "Sonunda!.. Gönlünü alman gereken bir kız var, tersi de çok pis... Şimdiden bolca geçmiş olsun." dedi gülen Richard ayağa kalkarken. "Olsun... Ben Asena'yı ayrı seviyorum. Ondan gelecek her şey başım gözüm üstüne. İstediğini yapabilir, tüm ömrüm boyunca bu yaptığımı başıma kakabilir. Gıkım çıkmaz!" Richard gülümsedi. "Hilal'in sevdayı bilen ve sonuna kadar hak eden bir adama sevdalanmasına çok sevindim. Ondan da daha azı beklenemezdi zaten. Kendine çok iyi bak evlat. Bir gün, bu sokaklarda... Onunla birlikte gezmeye gel. Evimde büyük bir zevkle sizi misafir ederim. İletişimi de kesmeyelim... Seninle tanıştığıma çok memnun oldum Yüzbaşı." Burak, tebessüm ederek başını salladı. "Her şey için çok teşekkürler. Bana yaptığın arkadaşlık benim için çok değerliydi. Bunu unutmayacağım Profesör. Sen de eşini, çocuklarını al Türkiye'ye gel bir gün. Gönüllü tur rehberiniz olurum. İstanbul'u benden daha iyi bilenini bulamazsın bak. Bu teklifimi kaçırma derim." Richard, neşeli bir kahkaha attı. "Hayatımda senin kadar ukala biriyle tanışmadım Burak. Ama saçma bir şekilde bu ukalalığın, sevilesi. Hakkında tez yazılmalık bir adamsın gerçekten... Milletin hayata karşı tüm önyargılarını bir şekilde yıkıyorsun." "Habersiz tezimi yazarsanız telif isterim bilesiniz Profesör." dedi Burak sırıtarak. "Telif istermiş... Sen zengin değil miydin? Daha fazla para koparma derdindesin bakıyorum da." "İnsanları sömüreceğim hiçbir anı kaçırmam." diyerek gülen adam, elini Profesör'e uzattı. Bakışlarında var olan minnettarlık bariz bir şekilde seçiliyordu. "Gel buraya gel." diyen Richard adamın elini es geçerek ona sarıldı. Bu babacan sarılma karşısında Burak mutlulukla dolu bir nefes aldı. Bu yolculuğunda hayatına çok önemli iki insan dahil olmuştu. İşin en güzel tarafı ise bu iki önemli insanın, sevdiği için de çok değerli olmasıydı. "Gerçekten çok teşekkür ederim." diye fısıldadı Burak. "Ben hiçbir şey yapmadan. Bütün marifet senindi. Hilal kıza ve Nisa hanıma benden çok selam söyle. Sen gelmesen Nisa Hanım beni arama bile aramayacaktı." Geri çekilen Burak, arkadaşını savundu. "Nisa'nın da temposu çok yoğun. Kız İstanbul'a gelir gelmez işe başladı. Sonra bir anda aşka atıldı falan... İyi koşuşturuyor anlayacağın." "Öyle olsun bakalım. Umarım bugüne uçak vardır." "Var... 3 saat sonraya." "Var? Bilet aldım demeyeceksin değil mi?" Burak, suçlu bakışlarını adama çevirdi. "Kampüse girmeden hemen önce aldım ama... Biraz kararsızdım. Gerçekten de hazır mıyım diye düşünüyordum ki... Sen yardımıma yetiştin Profesör." "Hadi o zaman acele et. Daha eşyalarını hazırlayacaksın." "Cık! Hiç yerleşmedim ki..." "Eee oğlum madem hiç yerleşmedin o zaman ilk günden beri neden 'Geri dönmeyebilirim!' diyordun?" Başını kaşıyan Burak, omuzlarını silkti. "Yani... Öyle işte. Bilmiyorum Profesör yaa. Yaptım bir gerizekalılık işte. Hadi gidiyorum ben... Ancak işlemlerden geçerim." diyen Burak karşısındaki adama bir asker selamı çaktı. Richard, onun bu haline güldükten sonra asker selamıyla karşılık verdi. "Görüşmek üzere Yüzbaşı. Tabii sevdiğin ile olmak şartıyla... Hilal'siz gelirsen seni sınır dışı ettiririm!" "Anlaşıldı Profesör. Bir daha onsuz asla zaten... Görüşmek üzere. Daha güzel bir günde." diyen Burak koşar adımlarla kampüsün çıkışına doğru gitmeye başladı. Kampüsten çıkan adam koşar adım gitmeyi bırakmış, bariz koşmaya başlamıştı. Deliye sormuşlar 'Bu halin nedir? Neden sokaklarda koşup duruyorsun, senin evin yok mu?' Deli gülümsemiş ve eklemiş 'Siz beni deli sanırsınız ama ben divaneyim. Âşık oldum içim içime sığmaz oldu, koşmadan durduramıyorum kendimi.' Aklına gelen bu hikaye ile gülümseyen Burak, biraz daha hızlanırken bir eklemeyi de kendisi yaptı. 'Evime koşuyorum, yaşama sebebime. Papatyama, Kelebeğime, Asenama... Sevdiğime!' 🦋 "Oooo Hoş geldiniz! Hilal, Aslı çok uzun zaman oldu görüşmeyeli." dedi Damla karşısındaki kızlara bakarken. Saudade isimli kafeyi işleten genç kız Nisa'nın liseden arkadaşıydı. Bu durumda Burak, Emre ve Ulaş'ın da arkadaşı oluyordu. Yıllar önce Nisa sayesinde tanıştığı kızların, lisedeki meşhur üç silahşörler ile sevgili olduğunu öğrenince bir hayli şaşırmıştı. Gerçi Nisa ve Ulaş'a şaşırmamıştı. Onların kaderlerinin bir olduğu o zamanlarda bile belliydi. "Ne vereyim size? Kafe bugün biraz dolu maalesef size katılamayacağım. Canlı müzik olduğunu duyan geldi." Canlı müzik sözünü duyan Hilal, yüzünün beyazladığını hissetti. Aklına anılar doldururken başını önüne eğerek kesik bir nefes aldı. Kafe, canlı müzik, yeşil gözler, Kelebek... Evden çıkmakla çok büyük bir hata yapmıştı. "Hilal?" "Efendim?" diyen genç kız gülümseyerek Nisa'ya baktı. Hilal'in dudaklarından günlerdir gülümseme eksik olmuyordu. Tek sıkıntı, bu gülümsemenin sahte olması ve yüzü gülümseyen kızın gözlerinin saf acıyla dolu olmasıydı. Nisa ve Aslı birbirlerine bir bakış attı. Onların bakışını yakalayan Hilal hoşnutsuz bir nefes aldı. "İyiyim ben. Ama siz biraz daha bu bakışlar ile bana ve birbirinize bakarsanız siz iyi olmayacaksınız!" Aslı, bir şey söylemek üzereydi ki Nisa koluna dokunarak onu durdurdu. "Tamam canım. Özür dileriz." Aslı, anlamsız gözlerle Nisa'ya baktı. Günlerdir Hilal'e hiçbir şey söylemeyerek susmasın izin veren arkadaşının amacının ne olduğunu anlayamıyordu. Yine de, Nisa'nın mutlaka bir bildiği vardır diyerek sessiz kaldı. Ortamdaki gerilimi hisseden Damla gülümseyerek kızlara baktı. "Siparişlerinizi alayım. Hilal sana her zamanki gibi profite..." "HAYIR!" Damla, şaşkın bakışlar ile karşısındaki kıza baktı. "Ben... O dediğinden almayacağım." "O zaman frambu..." "Sadece kek getir Damla... Sadece kek!" diyen Hilal önündeki suyu içmek için eline aldı. Ellerinin titrediğini fark ettiğinde bardağı masaya geri koyan kız acı bir nefes aldı. Her şeyden nefret ediyordu. İçinde ucu bucağı olmayan bir nefret vardı. Gözünün gördüğü her şeyden nefret ediyordu! 'Hayır. Canın yanıyor... Nefret etmiyorsun sadece gördüğün her şey onu hatırlatıyor ve bu yüzden de canın yanıyor.' "Hilal? Canım?" diye seslendi Aslı endişeyle. Hilal, boş bakışlarını arkadaşına çevirdi. "Seni böyle görmek..." "Sırf istediniz diye buraya geldim. İstemediğim konuları konuşursanız giderim!" dedi Hilal sert bir şekilde. Hüzünlü bir nefes alan Aslı usulca başını salladı. Nisa'ya baktığında endişeli olmadığını görünce kaşlarını çattı. Bu kız ne çeviriyordu? Kısa süre sonra gelen kek ile bakışan Hilal, çatalını eline aldı ve oynamaya başladı. O sade kek sevmezdi ki! Bir süre düşüncelerinde boğuşan Hilal, dünyadan kendini soyutlamıştı. Aklında o adam olduğundan olsa gerek kalp atışlarının hızlandığını hissediyordu. Sanırım artık iyice delirmişti. O yakınındayken hissettiği gibi hissediyordu. "Oha!" diyen Aslı'yı duyduğunda bakışlarını kaldırarak arkadaşına baktı. Aslı, Hilal'in arkasındaki sahneye şok bakışlar ile bakıyordu. Hangi ünlü geldi acaba da bu halde bu kız? diye düşünen Hilal arkasını dönmek için herhangi bir hamlede bulunmadı. Tam o anda, gitar ile çalınan şarkının melodisini duydu. Kadife 'Aykızım' Bir anlığına genç kızın aklını saçma düşünceler doldursa da, bunun olmayacağını bilerek acı bir şekilde güldü ve önündeki kekiyle oynamaya döndü. İşte tam o sırada, onun sesini duydu. Çatalı elinden kayıp düşerken, boğazı düğümlendi. Duyduğu sesin ona ait olduğuna inanmıyordu. Saçma bir hayalin içinde olduğundan emin, hızla arkasını döndü. Ve genç kızın elaları, haftalar sonra özlemiyle yanıp tutuştuğu yeşillere değdi. Aklı kendisine bakarak gitar çalan adamı hayal ettiğini söylese de, ona bakarken hızlanan kalbi bu ânın gerçek olduğunun habercisiydi. Burak şarkıyı söylemeye devam ederken, şarkıdaki sözlere inat Hilal'in gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. 🐺 Nisa ile konuşan Burak telefonunu kapattı ve özel kargo şirketini aradı. "Geldi mi?" "Evet Burak Bey. İstediğiniz gibi oldukça özenli bir şekilde getirttik." "Tamam. Ben geliyorum." diyen Burak arabadını o tarafa çevirdi. İçindeki garip heyecanı hisseden adam derin bir nefes aldı. Sonunda Kelebeğine kavuşacaktı. 'Sen Kelebeğini düşünedur ben hâlâ aldığın karardayım. Gitar çalmaya karar verdin. Buraya kadar hadi biraz olağan da... Bunun için babanın gitarını İstanbul'a getirttin. İşte burası ultra anormal. Ve sen bu normal bir şeymiş gibi davranıyorsun. Sana gerçekten inanamıyorum Alfa.' İç sesinin isyan eden sesi karşısında Burak kendi kendine güldü. "Ben sevdiğime ailemi anlatmış insanım. Onun için babamın gitarını mı çalamayacağım?" diye mırıldandı adam. 'Sen çok değiştin Alfa çoook.' "Şükürler olsun biz değil bu sefer!" diyen adam, kargo şirketine geldiğinde arabayı durdurdu. Kapıda kendisini karşılayan adamlara baş selamı verip ödemeyi yaptı ve gitar kutusunu eline aldı. Bakışları kutunun üzerinde gezinen adam, gitarı Kelebeğinin yanında açma ihtiyacı ile arabasına koydu ve hızla Saudade Kafe'ye doğru yola çıktı. Kafeye vardığında arka girişten içeri giren adam elinde kepçeyle kendisini karşılayan Damla ile karşılaştı. "Seni öldüreceğim Burak!" "O kepçeyle o dediğin imkansız gibi. Bari bir tava alsaydın!" dedi Burak alayla gülerken. "Nasıl alay edip, gülebiliyorsun? Hilal'i berbat bir hale getirmişken nasıl bu kadar rahatsın?" Duydukları karşısında bakışları hüzünlenen Burak acı bir nefes aldı. "Burak? Ben... Sen onu gerçekten seviyorsun!" diye mırıldandı Damla karşısındaki adamın acı dolu gözlerine bakarken. "Yalancıktan sevmek mi varmış? Varsa da adı sevgi değildir... O nerede?" "Sahnenin karşısındaki masada. Bilerek sahneye arkası dönük oturmasını sağladı Nisa... Siz ikinizin ortak olacağını asla düşünmezdim. Gerçi... Asıl seni bu şekilde göreceğimi düşünmezdim. Aşık Burak ha?" "Sevdiğim kız hariç herkese aşkımı ilan ettim resmen. Önümde gerçekten çok uzun bir gün var. Ve ben bir an önce Kelebeğime kavuşmak istiyorum Damla. O yüzden... Rica etsem sahneye gidebilir miyiz?" Damla, başını sallayarak Burak'ı onayladı ve onu sahneye doğru yönlendirdi. Sahneye çıkmak üzereyken duraksayan adam, bakışlarını Kelebeğine çevirdi. Onu o kadar çok özlemişti ki... Bu özlem nefesini kesti. Kumral saçlı güzeli önündeki kek ile oynuyordu. Hilal, sade kek sevmezdi ki! Kızın neden başka bir tatlı almadığını herkesten daha iyi bilen Burak, bakışlarını zorlukla önüne çevirerek sahneye çıktı. Yalnızca kendisinin titrediğini fark ettiği elleri ile gitar kutusunu açan adam, gördüğü gitar ile gözlerinin dolduğunu hissetti. Parmaklarını hafifçe gitarın üzerinde gezdirirken özlem dolu bir nefes aldı. Keşke bu özlemin de geçebilme ihtimali olsaydı. Bu düşünceler içindeki adam, Kelebeğine çevirdi bakışlarını. O olduğu müddetçe, içindeki özlemin azalacağını bir kez daha fark etti. Kelebeği onun acısı gibi özlemine de sahip çıkar, kalbindeki özlemin yarısını kendi özlemi yapardı. Oturan adam gitarı, gitarını, eline alarak tellerini kontrol etti. Dedesi, gitara gözü gibi baktığını söylerken yalan söylememişti. Derin bir nefes alan adam gözlerini sevdiğine dikti. Mekandaki tüm insanlar silinmiş, yalnız Kelebeği kalmıştı. Ve adam, yıllarca boynu bükük bir şekilde çalınmayı bekleyen gitarın tellerine dokunarak çalmaya başladı. Yıllar önce babasının da annesine yaptığı aşk itirafını, bu gitar ile yaptığını bilmeden...  🎶Birden bire girdin sen kalbime Sözler bile yetmez oldu içimde Gözlerin kanıyor, oysa ki güzeldi hayallerin Güller açsın ürkmüş sağ gamzende Aykızım lütfen artık ağlama Kal yanımda dokun yarama Aykızım lütfen artık ağlama Ben ölürüm bir göz yaşına Gökler aymaz, çığlıklar duyulmaz Dünler geçmez, yarınlar çekilmez Ağlıyor melekler sen karanlıklara giderken Güller açsın ürkmüş sağ gamzende ... 🎶 Özlediği elalara hasretle bakan Burak, kızın döktüğü her gözyaşıyla kahroluyordu. Şu an tek hissettiği yanına gidip, ona sımsıkı sarılmaktı. Ama kızın bakışlarından, yaşanacakların bu kadar kolay olmayacağını anlamıştı. Şarkı bittiğinde tüm salon onu alkışlarken Burak'ın gözleri sadece ela gözlüsünü görüyordu. Hızlı hareketler ile gitarı toplayan adam, genç kızın yüzündeki yaşları silip ayağa kalktığını gördü. Gitarı sahnede bırakan Burak, bakışlarını köşede duran Emre'ye çevirdi. Bir şey söylemesine gerek yoktu. Kardeşi onu anlamış, gitarı emniyetli bir şekilde eve ulaştırmak için harekete geçmişti bile. Hilal'in kapıdan çıkması ile peşinden hızlı adımlarla giden Burak, Nisa'nın "Kolay gelsin!" deyişini "Sağ ol!" diyerek yanıtlamış ve koşarak kapıdan dışarı çıkmıştı. Kelebeğinin adımlarını hızlandırdığını görünce gülümsedi. Kelebek, kurttan kaçmaya çalışıyordu. Kurtun inadından da, sevgisinden de bihaberdi anlaşılan. Koşarak Hilal'in yanına giden adam, onu kolundan tutarak durdurdu. "Konuşmak istemi..." Burak'ın bir anda kendisine sarılması ile afallayan Hilal, cümlesini bitiremedi. Burak, kollarının içindeki kıza sarılışını sıklaştırırken başını papatya saçlara gömdü ve derin bir nefes aldı. Aldığı koku ile gözlerinin dolduğunu hisseden adam boğuk bir sesle fısıldadı. "Sadece... Biraz böyle duralım. Kavgamıza birazdan kaldığımız yerden devam ederiz. Ben... Seni çok özledim. Sadece biraz sana sarılayım, papatya kokunu içime çekeyim. Sonrasında bana istediğin hakareti sayabilirsin. Ama sadece biraz böyle duralım Papatyam... Kelebeğim... Asena'm. Lütfen?" Adamın kollarının arasındaki Hilal, özlemle gözlerini kapattı. Yaşlar tekrardan gözlerinden düşerken başını adamın göğsüne yasladı. Öfkeli Kelebek, kurda sarılmasa da kurdun sarılışına teslim olmuştu. Dakikalar sonra Hilal, ayrılmak istercesine geri çekildi. Biraz daha bu şekilde dururlarsa aptal kalbi tüm yaşananları unutacak ve sevdiğini affedecekti. Kollarını gevşeten adam, kızın uzaklaşmasına izin verdi. "Sırada gözlerini izlemek var sanırım. Ya da... Sesini duymak?" Burak'ın fısıltıyla kurduğu cümle karşısında Hilal kesik bir nefes aldı. "Hiçbiri... Gidiyorum ben." diyen genç kız iki adım atmıştı ki karnında hissettiği kollar ile donakaldı. Çantası elinden kayıp yere düşerken, omzundaki başın sahibinin güldüğünü hissetti. "Bırak!" diyen Hilal'in sesi o kadar kısık çıkmıştı ki, kızın kendisi bile zorlukla duymuştu. "Önce konuşacağız. Eğer ondan sonra... Yine böyle bir şeyi istersen... Yine bırakmayacağım. Yemişim eşitliğini, karara saygısını... Ona sarıldığım için hızlanan kalp atışlarını duyduğum kızı bırakmamı hiçbir güç sağlayamaz." "Olay çıkarırım." dedi Hilal sessiz bir şekilde. "Olay çıkartman için önce sesini çıkarman lazım ama yine de sen bilirsin." dedi Burak gülerek. Adamın ukala bir sesle gülerek kurduğu cümle karşısında öfkelenen Hilal, dirseğini adamı karnına geçirdi. Bu hareketi beklemeyen Burak istemsizce kollarını gevşetince, genç kız adamın kollarının arasından çıktı ve öfkeli gözlerini adama dikti. Kızın mermiden keskin bakışlarını gören adam "Teslim oluyorum Asena Hanım!" diyerek iki elini havaya kaldırdı. Onun dudaklarındaki gülümsemeyi gören Hilal dişlerini sıktı. "Gülüyor musun? Gerçekten mi? Onca şeye rağmen?" diyen kızın sesi hayret doluydu. "Evet! Çünkü onca şeye rağmen gözlerindeyim. Sen sadece iki adım ötemdesin ve ben de bu yüzden mutluyum... Söylesene ben gülmeyeyim de kim gülsün? Hilal, kesik bir nefes aldı. Pislik herifin ağzı çok iyi laf yapıyordu. 'Atma Hilal. Kalbinin hızlanmasının asıl sebebi ağzının iyi laf yapması değil. Pislik çok güzel bakıyor. Ahh kalbim... O yeşilleri gören herhangi bir kadın...' "Öyle bir şey asla olmayacak!" "Ne?" Burak'ın şaşkın bakışları karşısında kendine gelen Hilal, iç sesine dışarıdan cevap verdiğini anlamıştı. Öfkeli bakışlarını adama çevirdi. Kendisine sevgiyle bakan yeşillerle karşılaştığında ise yutkundu. "Diyorum ki... Öyle bir şey olamayacak. İki adım ötende olmayacağım. Gidiyorum ben!" diyen kız yerden çantasını aldı ve arkasını dönerek yürümeye başladı. Aklı 'Ya yine sarılırsa. Ne yapacağım o zaman?' diye düşünürken, aşk sarhoşu kalbi 'Evet evet sarılsııııııııın! Lütfeeeen!" diye çığırıyordu. "Kapa çeneni!" diye mırıldanan Hilal arkasındaki adamın kahkaha attığını duyunca duraksadı. "Yokluğumda güzel delirmişsin... Yalnız olmadığımı bilmek sevindirdi. Eee kimi susturuyordun öyle?" Sinirli bir nefes alan kız, adama döndü. "Kaşınıyorsun!" "Kaşıyabilirsin elbet. Ama önce pençelerini bir törpülesek?" diye soran Burak'ın, ne kadar tatlı göründüğünden haberi var mıydı acaba? Düşüncelerinin de kalbi ile iş birliği yapmaya başladığını fark eden Hilal iç çekti. Başı beladaydı! "Sana konuşmak istemiyorum diyorum. Niye zorluyorsun?" "Gözlerin öyle demiyor. O yüzden..." "İSTEMİYORUM!" diye bağırdı Hilal. "Ne oluyor burada? Niye kızı sıkıştırıyorsun oğlum?" Burak, bir anda yanlarında biten kadına baktı. Elinde pazar poşeti tutan kadın, birazdan poşetteki pırasalar ile Burak'a saldıracakmış gibi görünüyordu. Hayal ettiği görüntü ile gülmemeye çalışan adam, canını kurtarmak için konuşmaya başladı. "Teyzeciğim ben çok büyük bir eşeklik ettim. Şimdi de kurtlar gibi pişmanım, kendimi affettirmeye çalışıyorum." "Kurtlar? O sözün doğrusu 'Köpekler gibi pişmanım!' değil miydi oğlum? "Köpekten bize ne Teyzeciğim. Bizim işimizi kurtla." Kadın, 'Deli mi ne bu?' bakışları ile kendisine bakarken adam, bakışlarını Kelebeğine çevirdi. Hilal, başını hafiften eğmiş, yaşanan bu diyaloğa gülmemeye çalışıyordu. "Gülmemeye çalışan sen... Ayrı tatlıymış." diye mırıldandı Burak, yoğun bakışlar ile kıza bakarken. Duyduğu cümle ile bakışlarını yeşil gözlü adama diken kız, o gözlerde kaybolmuştu. Bir sorun olduğunu düşünerek yanlarına gelen kadın sessizce "Aşık atışmasıymış." diyerek kendi kendine güldü ve sessizce olay mahalinden uzaklaştı. Birbirlerinin gözlerinde kaybolan ikili, bu durumu fark bile etmemişti. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki Hilal'in aklına birden kolundaki serum izleri geldi. Delik deşik olan kolu... Aldığı ilaçlar, ateşler içinde sayıkladığı anlar. Karşısındaki adam yüzünden döktüğü litrelerce göz yaşı. Tüm bunları hatırladığında durgunlaşan kız, arkasını döndü ve hızlı adımlar ile uzaklaşmaya başladı. Arkasındaki adamın onu takip ettiğini hissettiğinde adımlarını hızlandıran Hilal, bir aşamadan sonra artık koşuyordu. Genç kız, Burak'ın peşini bırakmasını o kadar çok istiyordu ki, kendini yayalara kırmızı ışık yanmasına rağmen yaya geçidine bir adım atarken buldu. Fakat sadece bir adım... İkinci adımı atamadan, arkasındaki adam hızla onu kaldırıma çekti. "DELİRDİN Mİ?" diye haykıran Burak ile etraflarındaki birkaç kişi onlara dönmüştü. "DELİRDİM!.. SEN DELİRTTİN!" diye bağırarak karşılık verdi Hilal de. İkisinin de bakışlarında öfke dolanıyordu. Sakinleşmeye çalışan Burak, ellerini yumruk yapmıştı. Fakat kızın yapmak üzere olduğu şey öyle bir şeydi ki... Sakinleşemedi. "İyi. Gel o zaman beraber delirelim!" diyen Burak, tekrardan yaya geçidine doğru döndü. Birkaç adım atan adam, kaldırımdan inmeden önce durdu ve kıza baktı. "Ama ne var biliyor musun? Ben bugünden sonraki deliliklerimin zararsız şeyler olmasını istiyorum. Yağmurda sallanmaya çıkmak, yediğim ekmek arasına bulduğum tüm acıyı basmak, sabahın seherinde kalkıp bangır bangır müzik açmak, tüm mahallenin ortasında senin adını haykırmak... İstanbul trafiğinde takılı kalan arabamı yolun ortasında bırakıp sana koşmak..." Ellerini ceplerine sokan Burak, ela gözlüsüne baktı. "Sinirlenip kendime zarar vermek, acı çekip kendime zarar vermek, kırılıp kendimde zarar vermek, üzülüp kendime zarar vermek... Ben artık bunları yapmak istemiyorum. Tüm bu duyguları hissettiğimde yapmak istediğim tek şey var. Sana sarılmak!" Gözlerinin dolduğunu hisseden Hilal, başını önüne eğdi. Haftalardır ela gözlerden uzak kalan adamın ise o elalardan daha fazla uzak kalmaya tahammülü kalmamıştı. Bu yüzden kıza yaklaşarak çenesinden tuttu ve başını kaldırarak gözlerini birleştirdi. "Ben... Ben ölmek istemiyorum. O gün söylediğim şey buydu. Ben ölmek istemiyorum Papatyam. Yaşamak istiyorum. Seni yaşamak istiyorum, seninle yaşamak istiyorum." "Ben... Ben seni affetmek istemiyorum Burak. O kadar çok şey yaşandı ki..." Kızın cümlesi üzerine canı yanan adam, bir anlığına duraksadı. Kızın tek bir cümlesi, şu zamana kadar yapılan tüm işkencelerden daha ağır gelmiş, daha çok canını yakmıştı. "Tamam... Ben hemen affet demiyorum zate..." "Az önce gözlerin gözlerimdeyken, gitar çaldın ve şarkı söyledi. Her Aykızım dediğinde ben... Burak sen gitar çaldın! Gitarın eskiliğine bakılırsa babanın gitarı! Yıllardır gitar bile çalamazken benim için babanın gitarıyla şarkı çalman... Bana sarılman, kokumu içine çekmen, tüm o sözlerin... Ölmek için her şeyi yaparken 'Yaşamak istiyorum.' demen. Seni affetmek istemiyorum ama... Aptal kalbim sözümü dinlemiyor. Ve bu durum çok sinirimi bozuyor." Karşısındaki kıza bakan adam gülümsedi. 'Seni affetmek istemiyorum' diyen kız, affetmek için her bahaneyi kullanan kız ile aynı kişiydi. "Tamam. Sanırım şu an buna hazır değilsin... Başka bir zaman konuşuruz." "Konuşmayalım! İstemiyorum!" Gözleri ve sözleri başka konuşan kızı inceleyen Burak, kaşlarını çattı. "Neden?" "Ne neden?" diye sordu Hilal soğuk bir sesle. Kız ile normal konuşamayacağını anlayan Burak, en iyi yaptığı şeyi yaptı. Asena'yı ortaya çıkardı. Alayla gülen adam, ukala bir şekilde konuştu. "Aptal kalbin beni çoktan affetmişken bu naz neden diyorum?" "Burak!" diyen kız resmen dişlerinin arasından tıslamıştı. "Aa-aa. Yine kaşınıyorum galiba... Ama niye bana kızıyorsun ki? O aptal kalbin..." "Kapa çeneni!" "Uuuv. Birileri bayağı öfkeli anlaşıla..." "SANA ÇOK KIZGINIM!" diye haykıran Hilal, adamın göğsüne bir yumruk savurdu. "Ehh seviyorsun çünkü. Seven sevdiğine kızmazsa sıkıntı var de..." "YAPMA!" Etraflarındaki birkaç kişi Hilal'in bağırışı üzerine durarak onlara baktı. Burak, olayın ne olduğunu öğrenmek için, olayın başından beri orada olanlara sorular sorulduğunu duydu. Milletin işsizliği ne de güzel belli ediyordu kendini! "Benimle o ses tonuyla konuşma!" Hilal'in oldukça ciddi bakışlarla söylediği cümle üzerine ona dönen Burak iç geçirdi. "O zaman bana sorunun ne olduğunu söyler misin?" "Diye sordu giden adam..." "Geldim..." diye fısıldadı Burak sessizce. "Vayyy! Bravo!" diye alayla konuşan Hilal alkışlamaya başladı. Seyircileri artarken Burak, kıza baktı. "Şu an... Sinirlenip gitmemi mi bekliyorsun?" "Evet!" "O gidiş... Bir kere olur ancak. O da istediğimden değildi. Aslında bunu en iyi sen biliyorsun zaten." "Ben bilmekten yoruldum Burak! Ben artık bir şeyleri bilmekten çok yoruldum! Sana o kadar kızgınım ki, sana o kadar çok kırgınım ki ağzıma geleni saymak istiyorum. Canını nelerin yakacağını en iyi ben biliyorum! Ve tam da o noktalardan seni vurmak istiyorum. Benim gibi acı çekmeni istiyorum!" "İstediğini yap! Tek kelime edersem namerdim! Senden gelecek her şey başım gözüm üstüne." diyen Burak ellerini iki yana açtı. Sevda dünyası, görüp görebileceği en güzel teslimiyetle karşılaşıyordu. Fakat tek güzel sevdalı adam değildi. Söz konusu sevda olduğunda kadın da en az onun kadar büyük bir sevdalıydı. Bu yüzden de genç kız fısıldadı. "Nasıl yaparım? Zaten benim kadar acı çektiğini bilirken... Nasıl canını yakacak sözleri söyleyebilirim?" Duyduğu cümleyle adamın bakışlarındaki sevgi, mümkünmüşçesine daha çok arttı. "Bu muydu yani?" "Bu muydu? Tabii sen acı çekmeye aşık..." "Yok! Eros okları acıdan almış... Yeni hedefe vurulalı da çok oluyor." Duyduğu cümleyle nefesi kesilen Hilal, yeşil gözlere baktı. "Bu muydu derken... Sorun beni kırmamaksa ben razıyım. Söyleyeceğin hiçbir şey haketmediğim bir şey değildir. Ayrıca... Dilin ile söylediklerine değil, gözün ile söylediklerine bakarım olur biter." Hilal, başını iki yana salladı. Elleri ile oynamaya başlarken mırıldandı. "Olmaz... Canını yakarsam canım yanar. Daha fazla canımın yanmasını istemiyorum." Burak'ın dudaklarında mükemmel bir gülümseme belirdi. "Söyleyeceklerin değil de şu halin daha çok canımı yakıyor Kelebeğim. O yüzden... İş başa düştü sanırım. Alfa'yı ortaya çıkarmamak için çok uğraştım ama bana başka şans bırakmıyorsun!" "Ne?" diyerek başını kaldıran kız, anlamsız bakışlar ile adama baktı. "Anlayacağın dilden konuşalım diyorum." diyen Burak hızlı hareketlerle kıza yaklaştı ve bir anda onu kucağına aldı. Kendini bir anda havada bulan kızın ağzından istemsizce bir çığlık kaçtı. Onun bu hali Burak'ın gülmesine neden olmuştu. "Ne yaptığın sanıyorsun?.. Burak?" "Ne mi yapıyorum? Seni kaçırıyorum Papatya Hanım." "İndir beni!" diyen kız adamın bir anda hareket etmesi üzerine, düşmemek için boynuna sarıldı. Çevredeki insanlar alkışlamaya başladığında, Burak gülen gözlerini kıza çevirdi. "Bak herkes benden yana." "Kaçırılıyorum burada!.. Bir de alkışlıyorlar." "Gönüllü bir kaçırılma olduğunu hepsi fark ettiyse demek." Hilal, öfkeli bakışlarını adama çevirdi fakat bakışlarının öfkeli olmaktan çok uzak olduğundan bihaberdi. Ara sokaktaki arabasının yanına gelen Burak, yolcu kapısına geldiğinde Hilal'i yere bıraktı. Aralarındaki olmayan boşlukta adama bakan Hilal nefes almaya çalıştı. "Yine bir dejavu..." diye fısıldayan adamın sesi çatlak çıkmıştı. "Çekil." diye fısıldayan Hilal kalp atışlarının sesini kulaklarında duyduğuna yemin edebilirdi. Gözlerini kapatan genç kız, günlerdir bu adamdan uzakta nasıl yaşadığını merak etmeye başlamıştı. "Cık! Sen arabaya binmeye karar verene kadar çekilmeyeceğim." diye mırıldanan adam alnını kızın alnına yaslayarak gözlerini kapattı. İkili, nefesleri birbirine karışırken öylece durdular. Bir süre sonra Burak'ın boğuk sesi duyuldu. "Yalnız Kelebeğim... Seni bilemem ama ben... Birazdan taşikardiden diğer dünyayı boylayacağım. Bu yüzden... Biraz hızlı karar verirsen iyi olur sanırım." Titrek bir nefes alan Hilal, gözlerini açtı ve karşısındaki adamı itmek için elini adamın göğsünün üzerine koydu. Burak'ın kalp ritminin hızıyla gözlerini fal taşı gibi açarken, ona bakan adam kısık bir sesle konuştu. "Taşikardi konusunda şaka yapmadığımı anladın mı?" Hilal, gözlerini yeşil gözlere dikti. Aynı anda bu adama bu kadar çok öfke duyup, nasıl böylesine sevgi duyabilirdi? "Pişman olacaksın!" dedi Hilal kesin bir dille. "Pişman eden sen olacaksan neden olmasın?" "Yanlış karar Alfa... Sen, şu ana kadar yaralı bir Asena'nın neler yapabileceğini hiç görmedin. Pişman olacaksın! Çok pişman..." diyen Hilal adamı itti. Aslında bu itiş adamın hareket etmesini sağlayamayacak kadar hafifti. Ama zaten formalite bir durumdu bu. Genç kız, adamın kendisinin istemediği bir durumda durmayacağının bilincindeydi. Bu yüzden de ancak bir kuş tüyünü harekete geçirebilecek kadar hafif olan hareket koskoca kurtun hareket etmesini sağlamıştı. Geri çekilen Burak, kıza hüzünlü bir gülümseme gönderdi. "Ben şu üç haftamın her salisesini pişmanlıklarla geçirdim zaten Kelebeğim. Dediğim gibi... Yapmadığım hiçbir şeyi bana söyleyemezsin." diye mırıldanan adam kızın kapısını açtı. Arabaya binen ikili tüm yol boyunca susmuşlardı. O gün hayatlarının en sessiz fakat en gürültülü yolculuğunu yapmışlardı. 🦋 "Burası soğuk gibi. İstersen arabad..." Hilal, Burak'ın cümlesini tamamlasını beklemeden kapıyı açarak dışarı çıktı. Derin bir nefes alan Burak, birkaç saniye bekledikten sonra arabadan indi. O uçuruma gelmişlerdi. Kadir Alaclı hakkında konuşmak için Hilal'i getirdiği, ailesinden bahsettiği o uçuruma. O gün, Alfa'nın Hilal'e kendisini gösterdiği gündü. Burak ya da Olric değil Alfa olmuştu o gün Burak. Onu bu uçuruma getirmişti. Kendisi için çok özel olan bu yere... Buradan yıldızlar çok güzel görünüyordu. "Üşüyeceksin..." diye mırıldandı Burak esen rüzgara bakarken. "Ben günlerdir üşüyorum, bünyem alışkın! Saatlerce yağmur altında kaldığım günden sonra hâlâ yaşamaya devam ediyorsam... Bu ufacık rüzgar bir şey yapamaz!" Kızın iğneleyici sesi karşısında Burak pişmanlıkla başını salladı. "Haklısın!" "HAKLIYIM! HEP HAKLI OLMAKTAN DA YORULDUM..." Öfkeyle haykıran Hilal karşısındaki adama baktı. "Yaa ben anlamıyorum. ORADAYDIN! ORADA OLDUĞUNA EMİNİM. Ama nasıl gelmezsin? Nasıl?.. Senin için bir anlamım var mı Burak? Gerçekten bana değer veriyor musun?" "Veriyorum..." diyen Burak, kızın içindekileri dökmesini istediği için sessiz kaldı. Fakar ilk defa bir sessizliği böylesine canını yakıyordu. "AMA BEN BUNA İNANMIYORUM! GİTTİN... SEN GİTTİN BURAK!" Başı ağrımaya başlayan Hilal bir anda sustu. "Ne var biliyor musun? Ben... Ben böyle bir yaşantı istemiyorum. Kafana estiğinde gidip, kafana estiğinde 'Geldim' diyemezsin. Sen gittin ve bizi bitirdin! Sorun neyse konuşarak halledebilirdik ama sen her zamanki gibi kaçtın. En azından düşünmek istediğini söyleseydin, vakit isteseydin!" Dişlerini sıkan Burak, içinden geçen kelimeleri yuttu. "Ne oldu? İçine konuşuyor gibisin. Söyle... 'Sanki sen benden farksız bir şey yaptın! O bomba gününde bana onca şeyi saydın çektin gittin.' desene! DE!.. SÖYLE!" "Ne yapmaya çalışıyorsun?.. Kavga mı etmek amacın?" "Tek başına bağırıp çağırmak hiç zevkli değil... Neden mağdur sen, kötü olan ben oldum?" Burak, derin bir nefes aldı ve yorgunca konuştu. "İstediğin ne Hilal? Zamanı geri alamıyorum... İsteğin ne? Ne yaparsam düzeleceğiz?" "Hiçbir şey... Düzelmemiz imkansız! Bizim hiçbir zaman doğru düzgün bir ilişkimiz olmadı ki. Sen hep..." "Ben hep?" Derin bir iç geçiren Hilal başını iki yana salladı. "Boş versene. Gidiyorum ben!" "Gidiyorsun? Bu dağ başında nereye gitmeyi düşünüyorsun?" diyen Burak artık sınırlarının sonuna yaklaştığını hissediyordu. "Bilmem... Senden uzak olan her yere!" diyen kız arkasını döndü ve yürümeye başladı. Aylar önce bu tepede, bu şekilde yürüyerek arkasındaki adamdan kaçmaya kalkmıştı Hilal. Burak'ın peşinden geldiğini hissettiğinde adımlarını hızlandırdı. Fakat aylar önceki gibi Burak yine onu yakalamıştı. "Bırakır mısın?" diyen kız yine aylar önceki cevabı aldı. Hayır anlamında sallanan bir baş... "Sana o gün yanmanın çeşitleri olduğunu söylemiştim. Sayende hepsini denedim... Yaktın beni Burak. Küllerimi bile bulamıyorum artık. Öldürdün Kelebeği..." "İmkansız... Unuttun mu Kelebek burada." diye fısıldayan adam, kızın elini kendi kalbine götürdü. "Sence bu kalp böyle atarken... Kelebeğin ölmesi mümkün mü? Tamam doğru. Kelebeği kırdım. Çok kırdım... Ama sana gelirsem, senden gidemiyordum ki. Seninle bir kere konuşmaya gelsem bir daha gidemezdim. Bu yüz..." Elini çeken Hilal dolu gözleriyle derin derin nefesler almaya başladı. "Bu sefer olmaz... Beni ikna etmene, aklıma girmene izin vermeyeceğim. Yeni bir olayda yine aynısını yapacaksın. Yine kaçacaksın, yine susacaksın. Benim... Benim her şeye sil baştan başlayıp aynı şeyleri yaşamaya gücüm yok. Üzgünüm..." Arkasını dönen Hilal, gözlerindeki yaşlardan etrafını göremese de yürümeye devam etti. Sonra bir şey oldu. Öyle bir şey ki... Genç kız duyduğu şeyi, duymadığın emin bir şekilde arkasını döndü. Fakat doğru duymuştu. Çünkü adam, gözleri gözlerindeyken aynı cümleyi tekrardan söyledi. 🐺 Hilal'in 'Üzgünüm' diyerek arkasını dönmesini ve yürümeye başlamasını bir film karesindeymiş gibi izledi Burak. Şu an, bu yaşananların gerçek olduğuna inanamıyordu. Sevdiği kıza sevdiğini söyleyemeden... "Niye hâlâ susuyorsam?" diye mırıldanan adam, mutlulukla gülümsedi ve haykırdı. Aylardır kalbinde var olan sevgiyle haykırdı. Yaşanan tüm güzel anıların mutluluğuyla, hüzünlü anılardaki sarılışların huzuru ile haykırdı. "SENİ SEVİYORUM!" Duyduğu cümle ile sendeleyen Hilal, inanamaz bakışlarla adama döndü. Ela gözler, yeşil gözlerine değdiğinde Burak tekrardan konuştu. "Seni seviyorum Kelebeğim... Seni çok seviyorum Papatyam... Sana aşığım Ela gözlüm... Sana deliler gibi aşığım Asena'm." Kızın gözlerinden akan yaşlar hızlanırken, gözlerindeki inanamamazlık varlığını sürdürüyordu. "Sen... Bu..." Şaşkınlıktan konuşamayan kızın tek yapabildiği kendisine doğru yürüyen adamı izlemekti. Hilal'in karşısında duran Burak, ela gözlüsünün yanağından akan bir damla yaşı yakalayarak fısıldadı. "Ben seni, annemi sevdiğim kadar çok seviyorum Hilal'im!" Duyduğu cümle ile ağlaması şiddetlenen kızı kollarının arasına alan Burak, ona sımsıkı sarıldı. Başını adamın göğsüne yaslayan kıza bakan adam sarılışını sıkılaştırdı. "Aşk itirafı aldığında ağlayan bir sen varsındır Sevdiğim." "Onların sevdikleri, sevdiğini söylememek için kırk takla atmadığındandır o." Kızın küskün bir çocuk gibi çıkan sesi karşısında neşeli bir kahkaha atan adam geri çekilerek kızın kızarık gözlerine baktı. "Yeni lakaplarını sulu göz ve sümüklü mü yapsak acaba?" "Tabii. Burası da tam ceset gömmelik mekan. Neden olmasın?" "Ve Asena sahalarda..." diyerek gülen adam sevgiyle kızın yanağını okşadı. "Yalnız... Bu çok güzel bir şeymiş. Şu an daha önce yapmadığıma pişmanım." "Ne?" diye sordu Hilal anlamaya çalışarak. Ellerini kızın yanaklarına koyan adam, onun gözlerinin içine bakarak konuştu. "Seni seviyorum Sevdiğim. " Nefesi kesilen Hilal, yeşil gözlere bakarak gülümsedi ve aynı karşılığı verdi. "Seni seviyorum Sevdiğim." Kızın alnına bir öpücük konduran adam, onu tekrar kollarının arasına aldı ve başını papatya kokulu saçlara gömdü. "Özlemek dediğin kaç defa sarılınca geçer?" diye mırıldandı Burak alıntı yaparak. "Birilerinden alıntılar mı yapıyoruz Sevdiğim? Söz konusu sevda olduğunda... Bana sadece kendi kelimelerinle gelsen yeter. Sadece 'Sen' desen bile ben anlatmak istediklerini duyarım..." "Sen... Bana gökyüzünden gönderilen bir hediyesin Aykızım. Gökyüzümün hediyesi... Yıldızlarımın hediyesi." Geri çekilen Burak, sevgi dolu bakışları ile kızın yüzündeki saç tutamını geriye itti. "Anlatmam gereken, konuşmamız gereken çok şey var Kelebeğim. Arabadan battaniyeyi alayım." "Soğuk olduğunu düşünüyorsan arabay..." "Cık! Soğuk olsa da uçurumda konuşmak istiyorum." "Az önce arabadan çıktım diye yaygara koparan sendin. Şimdi ne değişti?" diye sordu Hilal meraklı bakışlarıyla. "Annemle babam bizi izleyecekler diye utanmıştım. Seni ne hale getirdiğimi görecekler diye..." Hilal, sözlerin gizemini çözmek istercesine adama baktı. "O zaman... İlk önce sana gökyüzü konuşmalarını anlatayım mı?" diye sordu Burak gözlerindeki heyecanla. "Olur sevdiğim. Anlat!" dedi Hilal parmaklarını adamın parmaklarının arasına geçirirken. Elini sımsıkı tutan adamla birlikte önce bagajdan kilim ve battaniyeyi alan genç kız, dakikalar sonra sevdiği adamdan, kendisinin de içinde bulunduğu 'Gökyüzünün Hikayesi'ni dinlemeye başladı. |
0% |