Yeni Üyelik
53.
Bölüm

53. Bölüm- Tüm Dünyaya Sağır Kesilen Adam

@yasminiesa

"Komutanım acilen gelmeniz gerekiyor."


İç geçiren Cevat, önce karşısındaki askere sonra da Tornado'nun sorgusuna yeni girmiş olan Burak'a baktı.


Albay, sabahtan beri her işe kendisi koşuşturuyordu.


Üsse gelen yol üzerinde büyük bir kaza gerçekleşmiş, kilitlenen trafiğe takılan Sinan ve Ataşehir'deki üssün Albayı Kazım daha gelememişti.


'Ankara'dan gelecek üst düzey yetkili de daha gelmedi. Kesin o da kazadan dolayı tıkanan trafiğe takıldı.' diye düşünen Cevat, konuşmaya başlayan Burak'a tekrardan bir bakış attıktan sonra Turan Alp ve Emre'ye döndü.


"Burası sizde. Ben birazdan geleceğim... Yani umarım."


"Anlaşıldı Komutanım!"


"Anlaşıldı Albayım!'


Cevat Albay'ın çıkmasıyla birlikte odadakiler sorguyu izleme işine geri döndüler.


"Bizimki adamdan gerçekten de nefret ediyor." diye mırıldandı Yağız, sorgu odasındaki Burak'ın kaskatı duruşuna bakarken.


"Öyle! Sevilecek bir adam da değil zaten." diyen Turan Alp 16 günlük operasyon boyunca sürekli diken üzerinde durduğu için yorgun gözüküyordu.


Sorguya izlemeye devam ettiklerinde Tornado'nun 'Hayattaki en büyük ikinci pişmanlığımı da söyleyeyim mi?' demesiyle Tuncay bıkkın bir nefes aldı.


"Bu adam niye boş yapıyor?"


Burak da onun gibi düşünüyor olacak ki umursamaz bir şekilde 'Söyleme.' diye yanıt vermişti.


'Yerinde olsam hemen reddetmezdim. Bence anlatacaklarım oldukça ilgini çekecek.'


Tornado'nun cümlesiyle kaşlarını çatan Hilal, ne olduğuna anlam vermeye çalışarak duraksadı. Tornado'daki rahatlık ve dudaklarındaki sinir bozucu gülümseme kızı çok rahatsız etmişti.


"Bir hikaye anlatacağım... O*ospu çocuğunun birisi zamanında beni kandırdı. Neyse ki güç bendeydi ve bunu önceden fark ederek işini hallettim. Sana söylemiştim. İlk pişmanlığım onun geberip gitmesini izleyememek, ikinci pişmanlığım ise bir konuda onun kazanması oldu. En büyük isteğim onun acı çekmesini sağlamaktı. Ama p*ç herif acı çekmeden gitti. Halbuki gözlerinin önünde karısının tecavüze uğradığını izlemesini isterdim.' diyen şerefsizin sesindeki tını karşısında Hilal kesik bir nefes aldı.


Düşündüğü şey... Olamazdı değil mi?


Burak'ın masanın üzerindeki elinin yumruk olduğunu gördüğünde Emre'ye bir bakış attı. Emre'nin yüzü kireç kesilmişti.


O da hissetmişti. O da anlamıştı Tornado'nun dudaklarındaki iğrenç gülümsemenin nedenini o da fark etmişti.


Konuşmaya devam eden Tornado'nun söylediklerini duyan genç kız, başının dönmeye başladığını hissetti.


'Hatta... Oğlunun da aynı şekilde neden olmasın? Eğlenceli olurdu bak. Karısında mı daha çok tepki verirdi oğlunda mı merak ettim şimdi...'


Hilal, tüm bedeninin buz kestiğini hissetti. Tüyleri diken diken olan genç kız 'Eğer o gün Yiğit Kılıç olayı fark ederek oğlunu o dolaba saklamasaydı neler olurdu?' sorusuna teorik olarak bir cevap aldığını farkındaydı.


Ve bu cevap öylesine ağır gelmişti ki gözü kararan Hilal, sendelediğini hissetti. Düşmesin diye onu tutan Emre de en az Hilal kadar berbat görünüyordu.


Tüm bunlar saniyeler içinde olmuştu. Öyle ki odada bulunanlardan Hilal ve Emre haricinde hiç kimse Tornado'nun bahsettiği kişilerin Burak ve ailesi olduğunu anlamamıştı. Emre ve Hilal ise Tornado'nun Bukalemun olmasının şokuyla donakalmışlardı. Eğer o an ikisinden biri harekete geçebilseydi, ilerleyen dakikalarda yaşananlar asla yaşanmayacaktı.


Aslında ikisi de içten içe yaşanacakları tahmin etmiş fakat bunun önüne geçmek istememişlerdi. Çünkü bilinçaltları, Burak'ın o şerefsize hiçbir şey yapmazsa hayatı boyunca her güne büyük bir öfkeyle uyanacağını biliyordu. Bu yüzden de adam konuşmaya devam ederken ne Hilal hareket etti ne de Emre.


'Ama hep merakımla kalacağım sanırım. Maalesef iş için yanlış adam seçmişim. Gitmişler ilk o iti öldürmüşler. Oğlunun varlığından bile haberleri olmamış hatta aptalların. İlk o eve baskın yapmalarını, gözdağı için diğer evlere sonra girmelerini söylemiştim halbuki."


Camın arkasındakiler Burak'ın yavaş hareketlerle ayağa kalkarak sakin bir şekilde kapıya doğru yürümesini bir film karesini izliyormuşçasına izlediler.


"Ne yapıyo...."


Cümleye başlayan Yağız, Burak'ın kapıyı kilitlediğini görmesiyle birlikte "Hayır!" diyerek başını iki yana sallamaya başladı.


Onur "Neler oluyor?" diye korkuyla sorarken, Turan Alp telefonu eline alarak içeriyi aramaya başlamıştı bile.


Telefon sesi sorgu odasında yankılanmaya başlarken masayı kapıya dayayan Burak, sakin adımlarla telefonun yanına gelerek bir hamlede kabloyu söktü.


"Si*tir!" diyerek küfreden Yağız, Burak'ın duygudan yoksun bir şekilde 'Nerede kalmıştık?' diye sormasıyla kesik bir nefes aldı. Onun ses tonunun duyduğunda kocaman açılmış gözleriyle yanındaki Emre'ye dönmüştü.


"Hayır. Durdurmamız lazım. Durdurmalıyız. Öldürecek!"


"Öldürsün!" diyen Emre büyük bir nefretle tekrarladı.


"Öldürsün!"


İnanamaz gözlerle Emre'ye bakan KİT üyeleri, onun çoktan mantık sahasının dışına çıktığını anlamışlardı.


"Koşun!" diyerek diğerlerine bakan Yağız, Turan'a döndü. O hengamede adamın kendisinden rütbe olarak büyük olduğunu unutan Yağız emir verdi.


"Anahtarlar! Sorgu odasının yedek anahtarlarını getir."


Odadakiler sorgu odasının kapısına doğru koşarken Hilal ve Emre kıpırdamadılar. Bukalemun iti ise konuşmaya devam ediyordu.


'Hayır baban yüzünden onca masum insan da öldü. Bunun vicdan azabıyla nasıl yaşayabildin yaa?'


"Bir de gevşek gevşek konuşuyor?" diye hayretle konuşan Emre yumruklarını sıktı. Etrafa yaydığı hava ve hızlı hızlı aldığı nefesler öfkesinin ne denli büyük olduğunun göstergesiydi.


Hilal ise sadece duruyordu. Adamlar kapıyı açana kadar hiçbir şey yapamayacağının farkında olan kız, hareket edecek güce sahip olduğunu sanmıyordu.


'Duyduğuma göre annen de çok güzel kadınmış. Ama vermemiş o*osp...'


Burak'ın yanındaki sandalyeyi adama fırlatmasıyla Emre'nin masanın üzerindeki her şeyi yere dökmesi aynı anda gerçekleşmişti.


Burak yavaş hareketlerle itin yanına gitti ve kırılan kaburgasına dizini koyarak Bukalemun'u yakalarından tuttu.


'Seni öldüreceğim!'


"Öldür!" diye mırıldandı Emre.


Az önce masanın üzerindekileri dağıtırken masanın üstündeki bardağı kırmış ve kırık parçalarının eline batmasına sebep olmuştu fakat bundan bihaber görünüyordu.


"Öldürürse geçecek mi?"


Hilal'in alçak sesli fısıltısı karşısında Emre ona döndü. Genç kız, gözlerindeki yaşlarla sevdiğini izliyordu.


"Öldürürse geçecek mi Emre? Öldürürse o günü unutacak mı? Öldürürse kabusları bitecek mi? Öldürürse... Korkuları sonlanacak mı? Eğer tüm bunlara cevabın 'Evet!' ise, parmağımı bile oynatmayacağım. Ama ikimiz de soruların cevabının evet olmadığını biliyoruz. Onu azıcık tanıyorsam... Elleri bağlı olan birini bile isteye intikam uğruna döverek öldürdüğü için her gün kendi kendini yiyecek. Kimsenin yüzüne bakamayacak, askerliğe layık olmadığını düşünerek o üniformayı bir daha asla giyemeyecek. Hatta... Yine ailesinin mezarına gidemeyecek. Annesine ve babasına 'İntikamınızı aldım. Hayatımı mahveden katilinizi döverek öldürdüm. Gerçi bunu yaparak kendi hayatımı da mahvettim, değerlerimi hiçe saydım ama olsun!' mu diyecek?"


Emre, Burak'a doğru baktı. Bukalemun'un yüzünü darmadağın eden kardeşi, karnına doğru bir yumruk atmıştı.


"Haklısın..." diye mırıldanan Emre isteksiz bir nefes aldıktan sonra gürültü patırtının olduğu sorgu odasının kapısına doğru yürümeye başladı.


Onun gitmesini fırsat bilen Hilal, etrafına bakındıktan sonra telefonunu çıkarttı ve monitörün başına doğru yürüdü. Şu ana kadar kontrolünü kaybetmemesinin tek sebebi buydu... Şimdi yapacağı şey!


Kamera kaydını kapatan Hilal, telefonunu monitöre bağlamaya çalışırken titrediğini hissetti. Titreyen bedenini kontrol altına almaya çalışan genç kız, camın öte tarafındaki sevdiğine bir bakış attı. Burak kontrolünü kaybetmişti. Ve hiç kimse onu durduramazdı.


'Senden başka hiç kimse.' diye araya girdi iç sesi.


"Benden başka..." diyerek onaylayan Hilal bakışlarını sorgu odasının kapısına doğru yönetirken sakinleşmeye çalışarak derin bir nefes aldı.


Bakışlarını hem sorgu odasının kapısıda hem de önündeki monitörde gezdiren genç kız sabırsız bir şekilde "Hadi!" diye mırıldandı.


Telefonundan gelen sesle birlikte rahat bir nefes alan Hilal, hızla klasöre girerek ilgili kaydı silmek için fareye tıkladı.


'Kayıt silinsin mi?' sorusuyla bir an bile duraksamayan Hilal 'Silinsin!' şıkkını seçti.


Kamera kayıtları sonsuza dek dünya üzerinden silinecekti.


Delil yoksa hiçbir şey ispatlayamazlardı. Hep öyle demiyorlar mıydı... Şimdi bu bahaneyi askerleri için kullanmalılardı. Burak'ı itin tekini dövdü diye ihraç edemezlerdi.


"Yapamazlar." diye mırıldanan genç kız korkuyla titredi.


Askeri kuralların çok katı olduğunu biliyordu. Yapma ihtimalleri vardı ve Hilal, Burak'ın bu durumu kaldıramayacağını herkesten daha iyi biliyordu. Bu yüzdendi herkes Burak'ı durdurmak için koşarken geride kalması. Genç kızı sevdiğini kurtarmak için bir suç işliyordu şu an. Çok önemli bir askeri üsdeki sorgu kayıtlarını siliyordu. Bunun cezasının hapse kadar yolu vardı. Peki bu Hilal'in umurunda mıydı?


Değildi! 


Kelebeğin, Alfa'sı için yapabileceklerinin sınırı yoktu. Asla da olmayacaktı...


%86...

%87...


Kayıtın silinmesine çok az bir süre kalmıştı ki odada ayak seslerinin yankılanmasıyla birlikte Hilal monitörün önüne siper oldu.


Gelen kişi Turan Alp'ti. 


Turan Alp'e bakan Hilal usulca yutkundu. Eğer Turan burada görevli olmasaydı Hilal'in içinde herhangi bir korku olmazdı. Turan, Burak'ın arkadaşı olduğu için Hilal'i durdurmak için bir şey yapmazdı. Ama Yüzbaşı hem bu üsde görevliydi hem de komutanı gitmeden önce sorgunun komutasını ona emanet etmişti. Bu yüzden de Hilal delicesine korkuyordu.


Turan Alp'in yanına doğru geldiğini gören genç kız başını iki yana salladı.


"İzin vermem! O kayıt silinecek."


"Birincil delili ortadan kaldıracaksın yani?" diye sordu Turan Alp.


Kızarık ela gözleriyle adama bakan Hilal, kendinden emin bir şekilde başını aşağı yukarı salladı.


"Ne olursa olsun!"


"O zaman..." diyen Turan, Hilal'in yanına ulaşmıştı. Genç kız masanın üzerindeki cam parçalarından birini kavrarken ne kadar ileri gidebileceğini merak etmeye başladı.


"İzin ver de otomatik yedeklenen dosyayı sileyim."


Turan Alp'in cümlesi Hilal'in şaşkınlıkla "Ne?" diyerek tepki vermesine neden olmuştu.


"Silinme, kaybolma ihtimaline karşılık her zaman yedek bir klasör bulunur. Şu an telefonunla bağladığın uygulamanın amacı seçtiğin klasörü geri dönüşü olmayacak bir şekilde bozup silmek. Aynı dosyadan bir tane daha var mı diye inceleyemez. Yedek dosya da gizli. İstesen bile yerini bulamazsın. En azından... Şu an!"


Turan'ın bakışlarını takip eden Hilal, açılan sorgu odasının kapısından KİT üyelerinin içeri girmesini izledi.


Yağız, hızla Burak'a doğru giderek kolunu tuttu. Burak ise bir an bile duraksamadan kendisini durdurmaya çalışan Yağız'ı tüm gücüyle itti.


"Git Hilal! Durdur onu. Burası bende." dedi Turan Alp büyük bir kararlılıkla.


"Ama senin de başın belaya girec..."


"Burak, Vatan'ı olmadan yapamaz Hilal. O it oğlu it yüzünden çok şeyini kaybetti zaten. Bir de askerliğinden olmasın. Git!"


Burak'ın, koluna dokunan Tuncay'a haykırarak "BIRAAAK!" demesi ve dirseğini Tuncay'ın karnına geçirmesi saniyeler içerisinde gerçekleşmişti.


Bunu gören Hilal bir kez daha 'Onu benden başka kimse durduramaz.' diye düşünerek sevdiğine doğru koşmaya başladı.


Sorgu odasına girdiğinde üsde bulunan birkaç askerin temkinli bir şekilde Burak'a yaklaşmaya çalıştığını fakat başarılı olamadığını gördü.


Bu esnada Yağız, Onur ve Tuncay sürekli olarak "Burak gözünü seveyim yapma, abi bırak lütfen, abi o it için katil olmaya değmez." vb. cümlelerle adamı durdurmaya çalışıyorlardı. Fakat Burak hiçbirini duymuyordu. Gözü dönmüş sevdiğine yaklaşan Hilal, elalarından dökülen yaşların farkında bile değildi. Yağız'ın önüne geçmesiyle durmak zorunda kaldı.


"Abicim şu an çok öfkeli. Sen geride dur olur mu?"


Abisine bakan Hilal başını iki yana sallayarak Burak'a doğru bir adım attı. Yağız'ın kolunu tutmasıyla birlikte bakışlarını Burak'tan çekmeyerek konuştu.


"Onu durdurabileceğinizi düşünüyor musun gerçekten?"


Tam bu esnada iki asker Burak'ın kollarından tutmaya kalkmış Burak da sertçe silkelenerek ellerinden kurtulmuştu. Askerlerden birisi Hilal'in olduğu yere doğru sendelerken Yağız Hilal'i kendisine doğru çekti.


Yağız ne yapacağını, Burak'ı nasıl durduracağını bilmiyordu. Bildiği tek şey kardeşine (Hilal'e) zarar gelmesini engellemesi gerektiğiydi. Her şeyden önce Burak o anki ruh haliyle sevdiğine herhangi bir zarar verirse, ömrünün sonuna kadar bunun vicdan azabıyla yaşardı.


"Şu an gözü hiç kimseyi görmüyor bu yüz..."


"Ama ben hiç kimse değilim!" diyen Hilal kolunu Yağız'dan kurtararak sevdiğine doğru yaklaştı. Burak'ın etrafa yaydığı aurasında öylesine güçlü bir öfke vardı ki bu durum Hilal'i korkuttu. Burak ona zarar vermezdi bunu çok iyi biliyordu elbette ama onu ikna etmem gerekirse ne diyeceğim diye korkmuştu genç kız.


Tüm duyguları allak bullak olan Hilal, titreyen bedeniyle sevdiğine yaklaştı.


Burak, bayılmak üzere olan şerefsize diğer yumruklarından çok daha güçlü bir yumruk attı. Bu darbeyle zaten ağzından kan gelen Tornado'nun burnundan da oluk oluk kan akmaya başlamıştı. İç kanama geçiriyor olma ihtimali çok yüksekti fakat şu an önemli olan bu değildi. Eğer Burak'ı durdurmazsa zaten iç kanaması geçiren bir beden kalmayacak, Bukalemun geberip gidecekti.


Yumruk atmak için kolunu yukarı kaldıran Burak'ı gören Hilal öne doğru atıldı ve sevdiğinin kolunu tuttu.


Kolunu tutan el ile adam duraksadı. Ne diğerlerine yaptığı gibi 'BIRAK!' diye çıkıştı, ne de diğerlerine yaptığı gibi kolunu tutanı itti.


Alfa sadece öylece durdu. 


Hissetmişti! O olduğunu hissetmişti. Sevdiği hissizleştiği bu anda bile Kelebeğini hissedebilmiş, ruhunu kaybettiği bu zamanda bile ruhuna dokunanı tanımıştı.


Burak'ın acıyla incelemesiyle birlikte Hilal'in gözlerinden düşen yaşlar hızını arttırdı.


Keşke bir çaresi olsaydı da sevdiğinin acılarını kendine alabilseydi...


"Gidelim mi Alfa'm?" diye sordu Hilal. Biliyordu kimseyi duymayan adamın onu duyacağını. Öyle de oldu...


Tüm dünyaya sağır kesilen adam, ruhunun diğer yarısını duyarak başını kaldırdı.


Aşık olduğu yeşil gözlerdeki duygusuzluk çok büyük bir acıya dönüşürken ela gözlü kız gülümsedi. Andaki ağırlığa rağmen içten bir gülümsemeydi kızın dudaklarındaki. 'Ben buradayım. Yanındayım. Seninleyim. Bana gel. Benim için gel.' diyordu.


Adamın kolunu tutan elini yavaşça adamın avcunun içine bırakırken parmaklarındaki yaraları tek tek öperek iyileştirmek istedi Hilal. Ama şu an ruhdaki yarayı iyileştirme sırasıydı. Beden sonraya kalsa da olurdu.


Sevdiğinin elini tutmasıyla birlikte Burak'ın gözlerinden bir damla yaş firar etti. İkinci yaş da ilkinin yanında yerini alırken kızın elini tuttu Burak. Sımsıkı... Sımsıkı!


Ve küçücük bir Kelebek, koskoca Alfa'yı yerden kaldırarak oradan uzaklaştırdı.


İkilinin peşinden bakan Yağız, derin bir nefes alarak arkasındaki duvara yaslandı.


Burak, intikam duygusuyla az daha katil olacaktı.


Onur ve Tuncay yaşananların şokunu hâlâ atlatamamışken Emre, kilitlenmiş bir şekilde karşısındaki ite bakıyordu. Acı içinde inleyen Bukalemun'un gözlerini açmaya çalışmasını izlerken aklında, takılmış bir plak gibi, aynı cümleler yankılanıyordu.


'En büyük isteğim onun acı çekmesini sağlamaktı. Ama p*ç herif acı çekmeden gitti. Halbuki gözlerinin önünde karısının tecavüze uğradığını izlemesini isterdim. Hatta... Oğlunun da aynı şekilde neden olmasın? Eğlenceli olurdu bak. Karısında mı daha çok tepki verirdi oğlunda mı merak ettim şimdi...'


Elleri yumruk olan Emre, nefesinin kesildiğini hissetti.


Şu an tüm bunlar gerçekten de yaşanıyor mu? O it herif... Annemle babamı benden alan kişi mi?


Bedeni orada olan adamın aklı o günde dolaşmaya başlamıştı. Koşuyor, koşuyor, koşuyor ve o kırık kapıdan içeri giriyordu. Önce salonun ortasında kanla kaplı krem poları görüyor sonra da o polardan dışarı taşan babasının kanla kaplı ayaklarını...


Yüzündeki tüm kan çekilmişken titreye titreye o örtüye yaklaşması, babasının onu durdurarak 'Bakma!' deyişi, poları açtığında Burak'ın buz gibi bakışları, annesiyle babasının buz gibi ve morarmaya yüz tutmuş bedenleri, odanın/evin her tarafına sinmiş yoğun kan kokusu...


Elini boğazına götüren Emre'nin aklında yine aynı cümle yankılandı.


Halbuki gözlerinin önünde karısının tecavüze uğradığını izlemesini isterdim. Hatta... Oğlunun da aynı şekilde neden olmasın?


Gözlerinden yaşlar peş peşe dökülürken sendeleyen adam, düşmemek için duvara tutundu. Yüzü kanla kaplı Bukalemun şişmiş gözlerini hafifçe açarak bayık bakışlarla tavana baktı.


Halbuki gözlerinin önünde karısının tecavüze uğradığını izlemesini isterdim. Hatta... Oğlunun da aynı şekilde neden olmasın?


Bu cümlenin sürekli beyninde yankılanmasını daha fazla kaldıramayan Emre kendi kendine gülmeye başladı. Onun delirmişçesine güldüğünü duyan odadakiler ne yapacağını anlamışlar fakat çok geç kalmışlardı.


Yerde yatan adamın üstüne çıkan Emre ellerini adamın boğazına sararken buz gibi bir sesle mırıldandı.


"Seni öldüreceğim!"


"Abi..." diyerek yanına koşan Onur, Emre'nin kolundan tutarak çekmeye çalıştı ama faydasızdı. Kaskatı kesilen adamım tek gayesi adamın nefesini kesmekti. O it, küçük kardeşinin dünyadan bir nefesi bile içine çekmesini çok görmüştü. Bir de yetmemiş iğrenç bir sesle pişkin pişkin o cümleleri kurmuştu. Azıcık pişmanlık duysaydı, şu an Emre'nin ellerinin altında kıvranıyor olmazdı.


Boğazına sarılan parmaklarla gözlerini kocaman açan Bukalemun, nefes alamadığından çırpınmaya kalkışsa da kısa süre sonra bilincini kaybetmişti.


"Kardeşim... Bırak!" diyerek onu durdurmaya çalışan Yağız ne yapacağını ciddi anlamda bilemiyordu. Ne söylerse onu durdurabilirdi? Onunla deliler gibi empati yaparken onu nasıl durdurabilirdi?


Emre ne Yağız'ın ne de diğerlerinin yalvaran sesini takmadı. Kulaklarında aynı cümle yankılanmaya devam ederken ellerini biraz daha sıkılaştırdı.


Halbuki gözlerinin önünde karısının tecavüze uğradığını izlemesini isterdim. Hatta... Oğlunun da aynı şekilde neden olmasın?


Bu cümleyle böylesine yanan Emre, hamile annesinin kendisini korumak için kalbine bıçak sapladığını öğrense ne yapardı acaba?


"Onlar bunu yapmanı ister miydi? Dilek annen, Yiğit baban... Küçük kardeşin Güneş, bu p*ç yüzünden katil olmanı isterler miydi? Katillerini boğarak öldürdüğün için teşekkür mü ederler zannediyorsun?"


Yağız'ın cümlelerini duyan Emre, ellerini hafifçe gevşetse de çekmedi. Bayılan ite duygusuz gözlerle bakarken ellerinin altında atan zayıf nabzı hissediyordu.


Halbuki gözlerinin önünde karısının tecavüze uğradığını izlemesini isterdim. Hatta... Oğlunun da aynı şekilde neden olmasın?


Emre, serbest bıraktığı ellerini tekrardan sıkılaştırdı.


Bu it burada ölecekti! Başka bir seçenek yoktu.


"Tamam... Öldür! Öldür kardeşim! Baygın yatan bu p*çi ellerinle boğarak öldür. Eve gittiğinde de bu iti öldürdüğün ellerinle kız kardeşini kucaklarsın. Sevgilinin ellerini tutarsın, annenin yemeklerini yersin, babanla satranç oynarsın, Burak'a el şakaları yaparsın... Öldür! Öldür ve mezarlığa gidip annenle babanın toprağına dokun. Öldür ve git eline silahını al, üniformanı giy göreve çık! Öldür!"


Gözlerindeki yaşların ardı arkası kesilmeyen Emre, ellerini yavaşça adamın boynundan çekerken haykırdı.


"AAAAAAAAAAAAAHHH..."


Emre, Hilal'in 'Hiç avazın çıktığın kadar bağırdın mı? Kendine o bağırma iznini verdin mi?' sorusunu cevaplarcasına bağırdı.


Yağız, Emre'yi kendine doğru çekip sımsıkı sarılırken, Onur yumruk yaptığı elini yanındaki duvara sertçe geçirdi. Tuncay ise olduğu yere öylece çökmüş oturuyordu. Adamların hepsinin ortak özelliği... Gözlerindeki yaşlardı.


Felaketin en dibinden dönen adamlar kelimenin tam anlamıyla dağılmışlardı.


Kapıda kızarmış gözleriyle onları izleyen Turan Alp, duyduğu seslerle birlikte sağ tarafına baktı. Tabip askerin koşarak kendilerine doğru geldiğini görünce derin bir nefes aldı.


Başları çok büyük beladaydı...


Yanına gelen Tabip Barış başını iki yana salladı ve fısıldarcasına konuştu.


"Ne yaptınız oğlum siz? Az önce iki asker geldi rapor vermeye. Albay çıldırdı... Umarım bu olayla bağlantın yoktur. İşin içinde MİT de vardı! Tüm teşkilatlarla birleşip son 10 yılın en büyük operasyonlarından birini gerçekleştirdik ve o Alfa denen adam ele başlarını öldürmeye mi kalkıştı?"


"KONUŞMA! Şu andan itibaren konuşma yasağı getirilmiştir. Kimse diğerine bu olayla alakalı tek kelime etmeyecek."


İkili, başlarını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Sesin sahibinin üssün Tuğgeneral'i olduğunu görmeleriyle, 'Hazır ol'a geçmeleri bir olmuştu. Burnundan soluyan adam yanındaki askerlere baş işareti verdi. İki teğmen Turan Alp'in yanına gelirken oldukça çaresiz ve mahcup görünüyordu. Turan Alp'in koluna doğru uzanırlarken teğmenlerden biri kısık bir sesle konuştu.


"Yüzbaşım izninizle..."


"Yüzbaşı olarak kalıp kalmayacağı yaptığı işbirliğine göre değerlendirilecek. Ayrıca Tabip... Tornado'nun durumunu incelediğini umuyorum?"


Yutkunan Barış "Hemen gidiyorum Komutanım!" diyerek hızla sorgu odasına daldı.


Bu süreçte KİT üyeleri az biraz toparlanmış olsalar da hiç iyi gözükmüyorlardı.


Barış telaşlı bir şekilde şaftı kaymış Tornado'ya baktı.


Durum sandığından çok daha ciddiydi!


"Bakma öyle. Yaşıyor p*ç! Maalesef." dedi Yağız öfkeyle. Az önce gönülsüzce nabız kontrolü yapmış ve it herifin nabzının, zayıf da olsa, attığını teyit etmişti.


"Benim ekibi çağırmam lazım. Şu oksijen maskesini adama taka..."


Yağız, kendisine uzatılan maskeye baktıktan sonra alayla gülmeye başladı.


"Bu ite nefes vereceğim öyle mi? Ben o p*çe günahımı bile vermem. Kardeşlerim katil olmasın diye, o p*ç yıllarca inim inim inleyip sürünsün diye geberip gitmesine engel oldum!"


Tabip Barış ne olduğunu anlamaya çalışırken içeriye Tuğgeneral girdi. Onu gören KİT üyeleri hızla ayağa kalkıp 'Hazır Ol'a geçtiler. Emre hariç...


Emre'nin yerde hareket etmeden durması karşısında Tuğgeneral kaşlarını çattı. İlk defa durumun gerçekten de ciddi olduğunu düşünse de o da emir kuluydu. Bu yüzden de sertçe konuştu.


"Kalk ayağa! Bu ne terbiyesizlik? Sen de ciddi soruşturmadan geçmek istiyorsun anlaşılan!"


Emre ayağa kalkıp 'Hazır Ol'a geçtiğinde Tuğgeneral devam etti.


"Rahatta dinle!.. Konuşma yasağı ilan edildi. Şu andan itibaren yaşanan konu hakkında tek kelime konuşmuyorsunuz. Hepinizi farklı odalara alacağız. Amir geldiğinde ona hesap vereceksiniz."


Tuncay şaşkınlıkla karşısındaki Komutana baktı. Tuğgeneral'den daha büyük bir amir mi gelecekti yani? Onur'a hafif bir bakış attığında onun da aynı olaya takıldığını fark etmişti.


Tornado'nun halini inceleyen Barış, sıkıntılı bir nefes aldı.


"Adam bitik Komutanım. Şu an iç kanama geçiriyor olabilir."


"Yani... Ölecek mi?"


Herkes nefretle bu soruyu soran sese döndü. Emre mimik bile oynatmadan önüne bakmaya devam ediyordu.


"Sanmıyorum. Ama iyileşmesi çok uzun sürec..."


"Sürsün, sürünsün! Bu saatten sonra aldığı her nefeste sürünmesini garantileyeceğim."


Tuğgeneral dilinin ucuna kadar gelen 'Ne bu nefret? Bu adam ne yaptı?' sorusunu zorlukla yuttu. Konuşma yasağı herkesi kapsıyordu. Hiçbir plan yapılmaması için kimse konuşamaz, Amir geldiğinde de uygun gördüğü şekilde herkesi sorgulardı.


"Komutanım adamın hastaneye gitmesi gerekiyor."


Emre dakikalar sonra ilk defa başını yerden kaldırarak Barış'a doğru baktı. Bakışları kısa sürede kanlar içindeki bedene dönerken elleri yumruk olmuştu.


"O iti karargahtan çıkarmaya kalkarsanız öldürürüm. Vatanım üzerine yemin olsun ki öldürürüm!"


Askerin bu kesin çıkan sert sesi karşısında Tuğgeneral kaşlarını çattı.


"Sen hangisinin?"


"Panter, Komutanım!"


Emre, karşısındakinin bir Tuğgeneral olduğunu takabilecek psikolojiye sahip olamadığından fazla rahat hareket ediyordu. O itle aynı havayı solurken, kendine zorlukla hakim olabiliyorken, hiyerarşiyi takabilecek bir durumda değildi.


"Panter mi?" diye sordu Tuğgeneral büyük bir şaşkınlıkla.


KİT'in en sessiz sakini, kurallara uyan Panter'i bu adam mıydı yani?


İncelediği raporlarda Panter'in aklı başındalığını fark eden Tuğgeneral, geçen 3 yılda defalarca kez komutanın Alfa'dan alınıp Panter'e verilmesini istemişti. Alfa'nın, Tornado'ya saldırdığını duyduğunda garipsemeyen adamın aklına bir kez daha aynı soru üşüştü.


Panter'i bile bu hale getirecek ne olmuş olabilir?


"Diğer tabip şehir dışında. Tek başına ilgilenemem diyorsan bize bağlı doktorlardan birisini çağır." diyen Tuğgeneral, Panter'in isteğini yerine getirerek Tornado'yu üsden çıkarmayacağını belirtmişti.


"Komutanım karargahta bu düzeydeki bir adamı iyileştirecek yeterli malzememiz yok. Geçen gün yaralı arkadaşlarımız için kullanıldı tüm malzemeler. Narkoz bitti. Bu yüzden de çok acı çeke..."


"Çeksin! Duymuyor musun beni Tabip? Ben o adamın sürünmesini istiyorum!"


"Ben doktorum Panter. Benim işim acısız bir şekilde insanları tedavi etm..."


"İnsanları diyorsun işte. Bu p*ç insan değil. İNSAN DEĞİL!"


Tüm bedeni titreyen Emre, sakinleşme isteğiyle nefesini kontrol altına almaya çalıştı.


Barış, aldığı bu tepkiyle birlikte şaşkınca sordu.


"Kim o ad..."


"Tabip! Yasak var dedim. Adamı revire götür. Narkoz öyle çok da önemli değil. Yıllardır insanları sömüren/öldüren bir herif için beş yıldızlı bakıma gerek yok. Yıllarca peşindeydik. Şimdi bulmuşken kaçabileceği bir hastaneye nakletmeyeceğiz."


"Anlaşıldı Komutanım!" diyen Barış ellerindeki sedyeyle sorgu odasına giren askerlere işaret etti.


"Siz de sorgu odalarına!" diye emir verdi Tuğgeneral.


Emri alan KİT üyeleri koridora çıkmıştı ki sedyeyi taşıyan askerlerin gelmesiyle birlikte kenara çekilmek zorunda kaldılar.


Sedyedeli Bukalemun yanından geçerken Emre başını duvar tarafına doğru çevirdi. O itin yüzünü görmek istemeyen adam, içindeki öfkenin dakikalar geçtikçe azalmak yerine çoğaldığını fark etmişti.


Tam bu sırada kolunda hissettiği el ile gözleri kocaman olan Emre, koluna dokunan adamın elini tiksinerek tutup bükerken, nefret dolu bakışlarla kanlı yüze baktı.


"Öldür beni." diye fısıldadı Bukalemun. Sesi zorlukla çıkıyor, kırılan dişlerinden dolayı kelimeleri tam anlamıyla seçilmiyordu. Fakat Panter söylediğini anlamıştı.


Bukalemun'un gözlerindeki yalvaran bakışlar ve duyduğu cümle karşısında Emre delirmişçesine gülmeye başladı. Tek bir hamleyle tuttuğu elin bileğini çevirip kırarken it herif acıyla bağırmış, orada bulunanlar ise büyük bir şokla kalakalmışlardı. Misafir oldukları bu üsde, sorguya girmeden önce silahlarını emanet odasına bıraktıkları için Emre'nin silahı yanında değildi. Fakat madem Bukalemun iti bu denli ölmek istiyordu... Emre bir an bile duraksamadan sedyeyi taşıdığı için elleri dolu olan askerin silahını aldı ve Bukalemun'un boğazına dayadı.


"Kardeşim!" 


"Panter!" 


"Abi!" 


"Asker!" 


Hep bir ağızdan onu engellemeye çalışanları umursamayan Emre, silahın horozunu havaya kaldırdıktan sonra parmağını tetiğin üstüne getirdi.


"Öldüreyim seni öyle mi?" derken sesi tüyler ürpertici derecede sakin çıkmıştı.


"Öldür..." diyen Bukalemun öksürmeye başlamıştı. Emre ağzından kanlar çıkan adama bakarak güldü.


"Neden? Cehenneme bir an önce git diye mi?"


Bir süre öylece Bukalemun'un korku dolu bakışlarına bakan Emre'nin dudaklarında buz gibi bir gülümseme belirdi.


"İyi ki bunu söyledin! Sayende, seni gebertmek için büyük bir arzu duyan içimdeki adam artık bunu istemiyor. Sen ölmeyeceksin! Ben nefes aldığım sürece ölümün huzuruna kavuşamayacaksın. Değer verdiğim tüm şeyler üzerine yemin ederim ki her güne 'Öldürün beni!' diye yalvararak uyanacaksın. Hatta uyanamayacaksın çünkü uyumayacaksın. Sana özel, sadece senin için bir koğuş hazırlatacağım. Tek tek, ellerimle seçeceğim o koğuşa girecek adamları. Hepsine neler yaptığını anlatacağım. Neler yapmayı planladığını da! O planladıklarını günlük dozlar halinde almanı sağlayacağım. Bir koğuşta birkaç ay geçirdikten sonra yine aynı şartlar altında hazırlanan diğer bir koğuşa aldıracağım seni. Sil baştan yaşayacaksın aynı şeyleri/daha beterlerini. Günün birinde tüm bu yaşadıklarından dolayı, her an arkanı kollamaktan dolayı delireceksin. Ve ben, delirdiğinde de rahat nefes almana izin vermeyeceğim. Şimdiden yaşayacaklarını hayal etmeye başlayabilirsin İt Herif. Söz veriyorum o hayallerinin kat be kat fazlasını yaşamanı garantileyeceğim. Söz veriyorum!"


Yanaklarından korku dolu yaşlar süzülen Bukalemun başını iki yana sallamaya başlamıştı. Soğuk bakışlarla adama bakan Emre silahın horozunu geri indirdi.


"Hiç endişelenme olur mu? Öldürülmene de, kendini öldürmene de izin vermeyeceğim."


Adamın şakası olmadığını anlayan Bukalemun, başını iki yana sallayarak çaresizlikle çırpınmaya başladı. Yaşayacaklarını düşündüğünde acıyan kaburgalarına rağmen bağırmaya çalıştı. Ama faydasızdı. Ne kadar çırpınırsa çırpınsın geleceği değişmeyecekti.


"Dur daha başlamadı şimdiden bağırmaya başlama. Çırpınışlarını/bağırışlarını geleceğe sakla lütfen. Önünde uzuuun bir yol var. Hiçbir zaman sonu gelmeyecek olan! Dünyadaki Cehennem'inde başarılar. Haa unutmadan, Ahiret Cehennem'inden küçücük bir ön izleme sunduğumuz için bize teşekkür etmelisin. Başka kimse sana bu iyiliği yapmazdı bak!"


Askerin silahını askerin askısına geri yerleştiren Emre derin bir nefes aldı.


"Götürün! Ellerinden ve ayaklarından kelepçelemeyi unutmayın. Kaçamaz ama kendini öldürmeye kalkışacak gibi duruyor."


Bunu diyen Emre soğuk bakışlarını Barış'a çevirdi.


"O adam kendini öldürüp kolay bir şekilde bu dünyadan giderse... Neler yapabileceğimi tahmin dahi edemiyorum. Bu yüzden sakın böyle bir şeye izin verme Tabip!"


Barış, başıyla Emre'yi onaylarken yaşananları sindirmeye çalışıyordu. Ortada çok büyük bir olay olduğundan artık emin olmuştu.


"O iş bende. Ne oldu bilmiyorum ama... Bende."


Barış, askerlerle birlikte Bukalemun'u revire götürürken, konuşmanın başında gelen ve duvar kenarından her şeye şahit olan Korkut kısık bir sesle sordu.


"Düşündüğüm şey olamaz değil mi abi?"


Onun sesini duyan Emre, gözlerinin dolduğunu hissetti. 4 yıl önce mağarada, gerçekleri öğrendiğinde, onunla birlikte gözyaşı döken Korkut'un mavi gözlerine baktığında duvarları çatlamış ve gözünden bir damla yaş süzülmüştü. Emre'nin soruya cevap vermesine gerek yoktu. Onun kıpkırmızı olan gözlerini gören Korkut cevabını almıştı.


"Abim nerede?" diye fısıldarken zorlukla nefes aldığını hissetti.


Soruyu duyan Emre, Korkut'a baktı.


"Nerede olabilir?.. Onu bul ama şimdi değil."


"Hiyerarşiyi bu denli çiğnediğiniz için ceza alabilirsiniz. Farkında mısınız?"


Emre, bakışlarını 60'lı yaşlardaki Tuğgeneral'e çevirdi.


"Komutanım siz benim ne halde olduğumun farkında mısınız? Düşünemiyorum ben şu an. Başım çok ağrıyor, zaman kavramını kaybettim. Geçmiş, gelecek arasında gidip gidip geliyorum ve siz bana hiyerarşi diyorsunuz. Umurumda değil biliyor musunuz? Şu an ne hiyerarşi ne de askerlikten uzaklaştırma hatta ihraç umurumda değil. Ben hayatımda ilk defa şu üstümdeki üniformayı hakederek taşıdığımı hissediyorum. Sonunda hakkıyla nefes alabildiğimi hissediyorum. Bugün... Benim en huzurlu günüm. Sonunda başım dik durabiliyorum. Sonunda gece başımı yastığa koyduğumda, vicdanım beni rahat bırakacak. Bu yüzden üzgünüm ama hiyerarşiyi si*kleyemiyorum."


Tuğgeneral karşısındaki askere baktı. Bedeni gibi sesi titreyen Panter'in söylediği her kelimeyle gözlerindeki acı artmış, ayakta durabilmek için yanındaki duvar korkuluğundan destek alması gerekmişti. Tuğgeneral, küçük oğluyla yaşıt olan bu gencin dağılmak üzere olduğunu fark etmişti.


Panter'in dağılmamasının tek sebebi yanındaki insanların varlığıydı. Yumruk yaptığı elleri ve titreyen bedeniyse bu duruma daha fazla dayanamayacağını haykırıyordu.


Derin bir nefes alan Tuğgeneral, olayın nedenini bilmese de, oldukça geçerli bir neden olduğunu anlamış ve rütbesini kısa bir anlığına kenara alarak konuşmuştu.


"Tamam... Vampir sen Panter'in dediği gibi Alfa'yı bulmaya git! Telsizin açık olsun. Amir geldiğinde haber vereceğim o zaman dediğim yere getirirsin onu. Sizden biri daha vardı. Psikoloğunuz. O nerede?"


"Alfa'nın yanında Komutanım." diye cevap verdi Yağız. Ona bir bakış atan Tuğgeneral başını aşağı yukarı salladı.


"Tamam. Onu da getirirsin Vampir. Ortalıklarda dolaşma. Kimseye bu durum hakkında tek kelime etme!.. Siz de ilerideki sorgu odalarına."


Emir üzerine harekete geçmişlerdi ki Emre'nin sendelemesi üzerine Tuncay yanına gidip koluna girdi. Bu temas karşısında Emre'nin gözünden bir damla yaş düşerken titrek bir nefes aldı.


Dağılmaya son 10... 9... 8...


Köşeyi döndüklerinde yan yana bulunan sorgu odaları açığa çıkmıştı. Sorgu odalarının önü asker kaynıyordu. Onları gören Emre kolunu çekerek yürüyüşünü güçlendirdi. Yine de kıpkırmızı olan gözlerini kimsenin görmesini istemediği için başını yerden kaldırmamıştı.


Tuğgeneral, telefonlarını topladığı KİT üyelerini sırasıyla sorgu odalarına dağıttıktan sonra odaların içerisine ve kapı önlerine asker koydu. Koridordaki askerler büyük bir şaşkınlık ve kınama ile onlara bakarken bu küçük düşürücü davranışlar KİT'in umurunda bile değildi.


Düşündükleri tek şey Burak, Emre ve gerçeği öğrendiğinde Binbaşı'larının nasıl hissedeceğiydi.


Emre, boş sorgu odalarını es geçen Tuğgeneral'e doğru baktı. Herkesi yerleştirmiş fakat Emre'yi yerleştirmemişti. Tuğgeneral hiçbir şey söylemeden yürümeye devam ettiğinde, herhangi bir şey sormayarak onu takip etti.


Koridorun sonuna geldiklerinde Tuğgeneral bir kapının önünde durdu. Kapının üzerindeki boş isimliğe bakan Emre anlamsız gözlerle Tuğgeneral'e döndü.


"Bir Yüzbaşı'yı sorgu odasına almak büyük terbiyesizlik olur bence. En iyisi zen burada dur Panter!" diyen adam kapıyı açtı.


İçerisi küçük, camsız bir yerdi. Boş odadaki tek eşya, tepeden sarkan kum torbasıydı.


"Bizim iş zor bilirsin. Bizimkiler şerefsizin tekine ağız burun dalmasın diye bu boş odayı böyle değerlendirdik. Biraz küçük ama Amir gelene kadar idare edersin. Dediğim gibi Yüzbaşı'nı sorgu odasına almak pek yakışık kalmaz."


Emre, kızarmış gözleriyle karşısındaki adama bakarken iki gözünden de birer yaşın düştüğünü hissetti.


Dağılmaya son 3...


"Teşekkür ederim." diye fısıldarken yaşlıca adamın bakışlarındaki şefkatte Ferdi dedesini görmüştü. Aklına dedesinin düşmesiyle birlikte ağzında bir hıçkırık kaçtı.


Yakaladık Dedem... Ninem. Sonunda kızınızın, torununuzun, damadınızın katilini yakaladık.


Dağılmaya son 2...


Tuğgeneral bir baş işareti vererek arkasını döndüğünde, Panter kendisini odaya attı ve hızla kapıyı kapattı.


Kapanan kapıya doğru bakan Tuğgeneral derin bir nefes aldı.


"N'oldu evlat? Sizi bu denli çıldırtacak/yıkacak ne olmuş olabilir?"


"Komutanım?" diyerek yanına gelen asker ile dikkatini ona yönlendirdi Tuğgeneral.


"Yüzbaşı'na refakat etmem ger..."


"Gerek yok! Sen dışarıda dur. Kapının yanına yaklaşma, kimseyi yaklaştırma. Az ilerideki şu banka oturabilirsin."


Bu duruma pek anlam veremeyen asker, başıyla onayladıktan sonra bankın yanına doğru gitti.


Sıkıntıyla iç geçiren Tuğgeneral ise Kartal'ı (Sinan'ı) aramak için telefonunu çıkarttı. Telefon açıldığında karşı tarafın özür dolu sesi yükseldi.


"Kusura bakmayın Komutanım! Kaza olmuş, yol yeni açıldı. En kısa zamanda Tornado'nun sorgusuna katılacağım."


"Burada işler karıştı Kartal. Acele et!" diyen adam başka bir şey demeden telefonu kapattı ve odaya son bir bakış attı.


'Umarım bu iş bir şekilde çözüme kavuşur!' diye düşünen adam, Amir'e vermek için sorgu odasının kayıtlarını almaya gitti. O kayıtların artık olmadığını bilmeden...


Karanlık odadaki Emre ise kum torbasına hızla bir yumruk savurdu. İkinci, üçüncü, dördüncü, beşinci yumruğu savuran adam nefesinin kesildiğini hissederek duraksadı.


Dağılma... Başladı! 


Havadaki elini yavaşça indiren Emre alnını kum torbasına yaslayarak ağlamaya başladı. Ayakları kendisini daha fazla tutamadığından sertçe yere düşen adam, hıçkırıklara boğulmuştu.


Sonunda, kendilerinden en değerlilerini çalıp hayatlarını mahveden o şerefsizi yakalamışlardı.


🦋


Çatı kapısını açan Hilal, koluna girdiği adamla birlikte kendilerini ısıtan kış güneşine çıktı. Kızarmış elalarıyla bir süre güneşe bakan genç kız, sevdiğine dönerek yalnızca tek bir kelime söyledi.


"Yakaladın!" 


Bu cümle Burak'ın gözlerinden olanca kuvvetiyle acıya neden olurken Hilal kısık bir sesle aynı cümleyi tekrar etti.


"Yakaladın Alfa'm. Ailenin katilini, çocukluğunun katilini yakaladın!"


Sağ gözünden bir damla yaş düşen Burak, hiçbir şey hissetmediğini fark etti. Bomboştu!


Genç asker nasıl bir tepki vermesi gerektiğini bilmiyordu. Şu an mutlu olmalıydı değil mi? Peki neden içindeki tek duygu öfkeydi? Neden diğer duygularını kapatmıştı? Neden tüm vücudu çok kötü bir şey olmuşçasına kaskatı kesilmişti? Neden bulduğu ilk dolaba koşup saklanmak istiyordu? Neden?


"Alfa'm?" 


Düşünme yetisini kaybeden adam, kalp atışlarını hızlandıran kıza baktığında acı duygusunun gün yüzüne çıktığını hissetti. Nefes kesen acıya dayanamayıp anında gözlerini kızdan kaçırırken, sol gözünden de bir damla yaş düşmüştü.


Hilal, hislerini kapatmış olan sevdiğine baktı. 'Burak'ın en sevmediğin huyun ne?' diye sorsalar bir an bile düşünmeden 'Acısı ağır geldiği için kendisini tüm duygulara kapatması.' derdi.


Genç kız bu Burak'tan nefret ediyordu. Kendisine yabancıydı bu Burak. Buz gibiydi... Üşütüyordu Hilal'i.


Burak, yavaş adımlarla çatının kenarına doğru yürüdü. Aşağıdaki küçük insanlara boş gözlerle bakan adamın başında çok büyük bir ağrı vardı. Düşünmesi gereken fakat ötelediği şeylerin baskısıydı bu.


"Artık bahanen kalmadı."


Duyduğu cümleyle gözleri kocaman olan adam başını iki yana salladı.


Şimdi değil... 


"Artık mezarlığa da, Sakarya'ya da gidebilirsin Alfa'm."


Duyduğu hitap gözünden bir damla daha yaşın düşmesine neden olurken Burak kesik bir nefes aldı.


"Kaçındığın yüzleşmeler tek tek gün yüzüne çıkıyor."


"Yapma..." diye fısıldadı Burak çatlak bir sesle.


Burak, Sakarya'ya giderse Güneş'i öğrenen anneannesi ve dedesiyle ilk defa yüzleşmiş olacaktı. Geçen yılların pişmanlığı ayrı, oradaki anılar ayrı yakacaktı. Hele de mezarlık...


Burak, 14 yıldır gitmediği mezarlığa gitmekten korkuyordu. Eskiden 'Bukalemun'u yakalayamadım. Bu yüzden...' bahanesine sığınırken artık o bahaneyi kullanamayacaktı. Burak'ın Sakarya'dan ayrıldıktan sonra bir daha mezarlığa gidememesinin asıl sebebi, babasıyla annesini suçlamasıydı. Onu bu dünyada yalnız bıraktıkları için kızgındı onlara. Onların kaybıyla yanan canı bu kızgınlıkla baş edememiş ve gidememişti.


1 gün, 1 ay, 1 yıl, 10 yıl... Zaman geçmiş ve Burak her geçen gün daha fazla gidememişti. Ayrı geçen ilk bayram, ayrı geçen ilk doğum günü, ayrı geçen ilk mezuniyet... Böyle günlerde ailesine koşması gereken adam, olanca gücüyle ailesinden kaçmıştı. Bu yüzden de onlara gitmeye yüzü yoktu.


'14 yıldır sizin yanınıza gelemedim. 5113 gündür sizden uzaktayım. Bu süreçte yaptıklarımı gören sizi çok üzdüm mü? Hani beni hep 'Benim uslu, akıllı oğlum.' diye severdin ya anne... Yokluğunda çok yaramazlık yaptım ben. Vücudum bu yaramazlıkların yaralarıyla doldu taşıyor. Bulduğum her fırsatta ölmek istedim. Çok azıcık ateşi çıktığında bile olanca endişeyle üstüne düştüğünüz oğlunuz, defalarca kez intihara yeltendi defalarca kez tehlikeye atladı.' diyebilir miydi onlara?


Sevdiğinin kendisini dünyadan soyutlamasını kalbindeki ağırlıkla izleyen Hilal, derin bir nefes aldı.


Sevdiği, vatanına gitmekten kaçıyordu çünkü en büyük kabusunu orada yaşamıştı. Büyüdüğü mahalleye büyüdüğü eve gitme fikri aklını çıkarıyordu Burak'ın. Olay mahallinin yaşandığı o şehre gitmemek için her şeyi yapardı. Farkındaydı Hilal.


"Düşüncelerini benimle paylaşır mısın?" diye soran Hilal, Alfa'sının tüm bu düşünceler arasında boğulduğunu biliyordu aslında.


"Düşünmüyorum. Düşünmediğim düşünceleri nasıl paylaşabilirim?"


"Yavaş yavaş gidelim mi Alfa'm?"


"Yıllardır peşinde olunan Tornado'yu sorgu sırasında öldüresiye dövdüm. Bu yüzden de dava açılacak. Belki de ihraç edileceğim..."


Hilal, başını iki yana salladı. Bu durum şu an düşünülecek son şeydi. Burak'ın bu kaçma mekanizmasının gücü karşısında genç kız ciddi anlamda dumura uğramıştı.


"O Tornado değil." diye mırıldandı usulca.


"Yapma..." dedi Burak sakin bir şekilde. Gözlerini izlediği denizin ufuk çizgisinden çekmeyerek Güneş'e bakamayan adamın her hücresi, kendini ısıtan güneşteydi aslında.


"O Bukalemun. Ailenin kati..."


"Yapma yapma yapma! Aşağı inip yarım bıraktığım işi tamamlamamı istemiyorsan yapma!"


Sevdiğinin olanca aciziyetiyle çıkan sesi, aralıklarla sessiz gözyaşı döken Hilal'in tekrardan gözlerinin dolmasına neden olmuştu.


Adama doğru yürüyen Hilal, ona bir adım kala durdu.


"Bana bakar mısın Alfa'm?"


"Hayır..." diye fısıldadı Burak. Gözlerinden birkaç damla yaş daha firar ederken gözlerini kapattı.


"Şu an tüm bunların gerçek olduğuna inanamıyorum. Gözlerimi açacağım ve her şeye sil baştan başlayacağım sanki. 17 yıl... Ben 17 yıldır bu anı bekliyorum. 17 yıl boyunca düşündüğüm tek şey o iti gebertmekti."


Burak'ın sesindeki ciddiyet genç kızı korkuturken büyük bir inançla konuştu.


"Sen intikam duygusuyla birini öldüre..."


"Sonrasında da kendi kalbime sıkacaktım."


Duyduğu cümleyle gözlerini kocaman açan Hilal, nefesinin kesildiğini hissetti.


"18 yaşıma girdiğimde annemle babamın yanındaki boş mezarı satın almıştım. O mezarın boş kalması için bekçiye para ödediğimde ise yalnızca 14 yaşındaydım. Benim kendime verdiğim liseye geçiş hediyesi buydu. Kenardaki paralarımı karne paralarımla birleştirerek bekçinin karşısına dikilmiştim. Sus payı da vermiştim hatta. Kimseye bir şey söylemesin diye... Sakarya'dan ayrılmadan önce yaptığım son şey buydu."


Gözlerini açarak denize diken adam, derin bir nefes aldıktan sonra acıyla gülümsedi.


"Doğum günü kutlamasam da kendime 18. yaş günü hediyesi olarak o mezarı almıştım. Sakarya'ya, mezarlığa tabut içinde gidecektim ben Hilal'im. Yıllarca... Her şeye rağmen yaşamamın asıl sebebi buydu. O p*çi bu dünya üzerinden silmeden ölmeyecektim. Asker olmamın gizli sebebi bile bu olabilir biliyor musun? Yani... Eğer küçüklüğümden beri hayalim askerlik olmasaydı bile, o olaydan sonra her türlü asker olacaktım. Çünkü düşündüğüm tek şey o iti gebertmekti. 4 yıl önce Ziyar'ı öldürmememin sebebi onun piyon olduğunun bilincinde olmamdı. O gün Ziyar olmasa başka biri olacaktı ve ben her şeye sebep olan Bukalemun p*çini bulmadan, Ziyar'ı öldürerek vicdan azabı çekmek istemiyordum. Bukalemun'u intikamım uğruna öldürdüğümde, aynada babama benzeyen kendime bakamayacağımı herkesten daha iyi biliyordum bu yüzden de planım hazırdı. O iti bulacağım kafasına sıkacağım, bir an bile duraksamadan kendime sıkacağım. Emre, dayım, ninem ile dedem, Salih babam, Sevda annem, Enver babam... Hepsine yazılmış bir veda mektubum var biliyor musun? 18 yaşında o mezarı aldığım gün yazdığım! Onca seneye onlar için katlandığımı ama... Ama annemle babamı çok özlediğimi ve artık onların yanına gitmek istediğimi yazdığım bir mektup."


Yanağından yaşlar dökülen Hilal, adama sarılmak istese de yerinden kıpırdayamadı. Burak'ın anlatacakları olduğunun bilincinde olan kız, sessizce adam dinlemeye devam etti.


"Yıllarca her operasyonda ölüme koştum. Doğru! Ama ölme niyetinde değildim. En sınıra kadar gitsem de, ölmek istesem de yapmam gereken bir işim vardı ve ölemezdim! Bu yüzden dışarıdan bakıldığında tehlikenin en göbeğine atlıyor olsam da, hep bir planım vardı. Yaşayacağımdan emin atladım o tehlikelere." diyerek duraksayan adamın bakışları parapetin üstüne kaymıştı. Aylar önce başka bir çatıda (hastane çatısında) o günü anlatmıştı Hilal'e. Onsuzluğa dayanmayarak ölüme koştuğu o günü...


"Taa ki o güne kadar."


Burak'ın fısıltısını duyan Hilal, gözlerini kapattı.


"Hayatımda ilk defa bir operasyona kat'i ölüm niyetiyle çıktım. Yaşama nedenim olan, ailemin katilini bulma isteğimi unutmuştum. Tek istediğim kalbimdeki acıya bir son vermekti. Canım yanarsa, azalır zannettim. 4 yıl önce o mağarada bile isteye işkencelere gidiyordum ve... Bir noktadan sonra gerçekten de düşünme yetimi kaybetmiştim. Çok kısa süreliğine de olsa, kaybetmiştim. Bu sefer öylesine de gerek yok diye düşündüm. Yani... Ben 11 yaşında ailemin öldürülmesini izlemiştim ve nefes almaya devam edebiliyordum. Ona dayanabiliyorsam, buna da dayanabilirdim."


Kendi kendine acıya gülen adam fısıldayarak devam etti.


"Dayanamadım... Bana can verenlerden ayrı kalmaya bir şekilde dayansam da bana hayat veren senden ayrı kaldırmayı kaldıramadım. Bile isteye her şeyi elimle itmiştim. Geçmişim yaralarla doluyken, geleceğimi de kendi ellerimle paramparça etmiştim. Ve ben... 17 yıllık yaşam amacımı tam o an değiştirmiştim aslında. Herhangi bir görevde yaralandığımda içimden 'O şerefsizi öldürmeden ölemem.' derken, o görevde tek düşündüğüm seni görmeden ölemeyeceğimdi. Öyle ki... Bu sadece düşünceyle de kalmadı. Söylemiştim. O gün adını sayıklayıp durmuşum Ay Kızım."


Hilal'den kopan hıçkırığı duyan Burak kesik bir nefes aldı.


Düşünmeden yaptığı şeylerin sonucu, sevdiğinden dökülen yaşlar olmuştu.


Hilal'e sığınıp her şeyi boş vermek istese de bu konunun çözüme ulaşması gerektiğinin bilincindeydi Burak. İçindeki tarifi imkansız öfkenin ve acının sonlanması gerekiyordu. Kaçarak/saklanarak bunu yapamayacağını anlayacak kadar çok kaçmış/saklanmıştı. Bu yüzden de bir çare bulabilmek umuduyla konuşmaya devam etti.


"Peki şimdi ne yapacağım ben? Ben 17 yıl boyunca aklımda hep bu ânı kurup durdum. Fakat hiçbiri... Hiçbiri böyle değildi. Tuttun beni çıkarttın Kelebeğim. Onu öldürmeme engel oldun. Buraya kadar her şey yolunda ama... Ama ben nefes alamıyorum. O itin aşağıda nefes aldığını bilirken nefes alamıyorum! Ne yapacağım şimdi ben? Ne yapmam gerekiyor? Bir insan, böyle bir durumda ne yapmalı? Beni küçücük bir çocukken cehennemin kör kuyusuna atıp cayır cayır yakan kişi 4 kat aşağımda. Ailemden nefes hakkını çalan, o dehşet gününün canisi sadece adımlar ötemde. Ve ben hiçbir şey yapamıyorum. Ailemin katilini öldürmek mi, seninle bir hayat yaşamak mı?.. Bu bir seçim bile değil. Ve şimdi, 17 yıllık intikamımı ellerimle çöpe attıktan sonra ne yapmam gerektiğini bilmiyorum ben. Gerçekten bilmiyorum! İçimde olanca gücüyle kaynayan bir öfke var ve ben tekrardan kontrolümü kaybederek o iti öldürmeye gitmekten korkuyorum. Ne yapacağım?"


"Öncelikle... Bağırmak ister misin?" diye sordu Hilal sesindeki olanca anlayışla.


"Bakmaktan kaçındığın güneşe bakarak tüm acınla, öfkenle bağırmak..."


Hilal'in cümlesini duyan Burak gözlerini kapattı.


Güneş. 


Güneş'im. Kardeşim...


Kalbine kocaman bir acı saplanırken bağırdı adam. Olanca acısıyla, olanca öfkesiyle yana yana bağırdı. 17 yıl önce o gece, o sokakta bağıran küçüğün çaresizliğiyle bağırdı. Acıyla geçen 17 yılın özlemiyle bağırdı. Yıllarca ailesinin mezarına gidememenin pişmanlığıyla, gördüğü kabuslarda aldığı yaralarla, tekrardan bir sevdiğini kaybetmenin korkusuyla bağırdı. Boğazları bağırmaktan tahriş olana kadar, nefesi bağırmaktan kesilinceye kadar bağırdı.


Adam öylesine büyük bir acıyla bağırdı ki, İstanbul'un canı yandı.


Adam öylesine büyük bir öfkeyle bağırdı ki, İstanbul kaçacak delik aradı.


Kuşlar kaçıştı, bulutlar yerinde sindi, deniz dalgalarını sahilden çekti... Bir tek güneş korkmadı bu bağırıştan. O, hüzünle gülümsedi sadece. Bir daha adamın canı yanmasın diye yılların acısını kendisine çekti. Adının, görevinin hakkını vererek olanca ışığıyla parladı ve adamın sımsıcak olmasını sağladı.


Hilal, sevdiği adamın haykırışını gözlerinden düşen yaşlar eşliğinde izlerken titrek bir nefes aldı. Kendisine sürekli olarak hatırlatıyordu.


Bir yaranın iyileşebilmesi için dezenfekte edilmesi gerekiyor.


Burak, öyle bir şey yaşamıştı ki kimseyi yarasının yanına yaklaştırmamakla kalmamış, yaranın üzerine bir örtü örtmüştü. Gizlediği yara gün geçtikçe iyileşmek yerine enfekte olmuş ve onu zehirlemeye başlamıştı. Hilal'in gelmesi yaranın üzerindeki örtüyü hafifçe uçurmuş yarayı açığa çıkartmıştı. Bu duruma dayanamayan adam, ilk başlarda karşı çıksa da sonrasında yenilerek kızın yarayı iyileştirmesine izin vermişti.


Ve şu an, örtünün tamamen yok olduğu andı.


Boğazları acıyan Burak, gözlerinden yaşlar düşmeye başladığında yutkundu. Arkasındaki Hilal'in ona doğru yaklaştığını hissettiğinde kızdan önce davranarak arkasını döndü. Ela gözlere bakarken fısıldadı.


"Sıradaki, papatya kokunla sakinleşmek mi? Omzunda ağlarken..."


Burak'ın çatlayan bir sesle kurduğu cümle karşısında ağzından küçük bir hıçkırık dökülen Hilal, kollarını iki yana açtı.


Sevdiğinin aşk dolu ela gözleriyle nefesini geri kazanan adam, en büyük sığınağına -sevdiğinin kollarına- sığındı.


🦋 


"Sana eğer birini döveceksen eldiven giymeni söylemiştim."


Hilal'in serzenişini duyan Burak istemsizce gülümsedi.


"Acımıyor..."


Burak'ın sevdiğine sımsıkı sarılıp hıçkırıklara boğulmasından sonra sakinleşen ikili, her zamanki gibi parapetin üzerine oturmuşlardı. Kış mevsiminde olmaları dışında her şey normaldi fakat üşümek şu an ikisini de ayakta tutan etkenlerden birisi olduğundan içeri geçememişlerdi.


"Nasıl acımıyor? Kendi adına konuş! Ellerini bu halde gördükçe tüm ruhum çekiliyor benim. Sana bir şey olursa bana bin şey oluyor. Anlamadın mı hâlâ?"


"Anlattın..." diye fısıldadı Burak sevgiyle. Sonrasında gözlerini kısarak kıza baktı.


"Anlamamak mümkün mü? Elaların yeşillerimden daha kırmızı resmen. Senin gözlerinle ciddi bir konuşma yapmamız lazım."


"Bu sefer 'Söyle onlara bu kadar çok ağlatmasınlar seni!' yok mu?"


Burak, kızın hafif iğneleme barındıran sesini duyduğunda içten bir şekilde güldü. Kelebeği yanındayken tüm acılar, gerçekler ikinci planda kalıyordu. Bu bir kez daha kanıtlanmıştı.


"Aylar önceki bu mevzuyu açtığına göre... Bir anı güncellemesi istiyoruz sanırım?"


Omuzlarını silken Hilal sırıttı.


"Yeri geldi. Bilirsin fırsatları asla kaçırmam."


"Bilmez miyim?" dedi Burak sevgiyle kıza bakarken.


İkili, yaşanan konuyu kısa bir süreliğine rafa kaldırmaya karar vermişlerdi. Bu yüzden de az önce yaşananlar sanki hiç yaşanmamış ve günlük sıradan bir çatı muhabbeti yapıyormuş gibiydiler.


"O gün iyi öküzdün." diye söylendi Hilal.


"Ben hep 'Kurt'um. Şunda bir anlaşsak mı önce?"


"Valla bilemem kurdunu murdunu. Gözlerine söyle ağlatmasınlar seni demek yerine ağlamanı istemiyorum dese..."


"Çünkü ben söylemem. O güzel gözlerine buse kondurarak anlatırım."


Duyduğu cümle karşısında şaşıran genç kız şaşkınca konuştu.


"Ne?" 


"O gün içimden söylediğim şey buydu. Bu yüzden... Anı güncellemesini başka zamana ertelememiz gerekli. Şu an burada otururken sana güvenemiyorum. Heyecandan dengeni falan kaybetmeye kalkarsın. Durduk yere ekşına gerek yok şimdi."


Burak'a ters bir bakış atan Hilal iç geçirdi.


"Konuşmaya gayet de güzel başlamıştın aslında.'


"Gerçekleri söyledim diye taşlanıyorum yani? Şimdi gözlerinden öpmeye kalksam heyecanlanmayacak mısın?"


Burak'ın dudaklarındaki hafif ukala gülümseme Hilal'i gülümsetti. Saçma bir şekilde onun bu ukalalığını çok seviyordu.


Ukalalığını suya düşürmeyi de...


Bu düşünceler içindeki genç kız, çatıya çıktıklarından beri yapmak istediğini yapmaya karar verdi.


"Yalanı yok ama senin benden bir farkın yokken ukalalık yapmana sinir oluyorum."


"Nasıl farkım yok? Ben yıllardır çatı tepe..."


Burak, Hilal'in sağ elini kendi eline alması üzerine cümlesini tamamlayamadı. Parmaklarını Burak'ın elindeki yaraların kenarlarında gezdiren genç kız sonrasında o eli dudaklarına doğru götürerek öptü. Tek tek bütün parmaklardaki yaraları...


Aslında kıyamayıp yaraların kenarını öpme niyetindeydi ama dayanamamıştı genç kız.


"Yaralarımdan öpmeyi iyice alışkanlık haline getirdin Kelebeğim." diye fısıldadı Burak boğuk bir sesle.


"Kim için alışkanlık Alfa'm?" diye fısıldayarak karşılık veren Hilal, adamın sol elini de aldıktan sonra tek tek bütün parmaklarını öptü.


Bu temas Burak'ın kesik bir nefes alarak gözlerini kapatmasına neden olurken mırıldandı.


"Sanırım benim için."


Hilal, sol elinin parmaklarını Burak'ın sağ elinin parmaklarının arasından geçirerek ellerini kilitledi. Kızın parmak uçları adamın yaralarına değse de Burak bu duruma şikayet etmek şöyle dursun hoşuna gitmişti.


Kelebeği sihirli parmak uçlarıyla onu iyileştiriyordu.


"Şimdi söyle bakalım Ukala Bey? Heyecandan dengesini kaybedip ekşına neden olacak tek kişi ben miymişim?"


İsyan dolu bir nefes alan Burak aynı isyanla konuştu.


"Ben askeriyede tepkilerini en iyi kontrol eden askerdim!"


"Yaa öyle mi? Tüh! Üzüldüm senin adına."


Hilal'in sahte hüzün dolu bir sesle kurduğu cümle, Burak'ın kahkaha atmasına neden olmuştu.


"Cık! Üzülme. Bu durumdan oldukça memnunum."


"Diyorsun?" dedi Hilal şımarık bir sesle. Dudaklarında mutlu bir gülümseme vardı.


Kızın parlayan ela gözlerine bakan Burak, sol elinin parmaklarıyla kızın yanağını okşadıktan sonra fısıldadı.


"Dedim bile."


İkili, yoğun bir sevgiyle birbirlerine bakarken çatı kapısının çalmasıyla birlikte aynı anda derin bir nefes aldılar. Kendilerine ayrılan sürenin sonuna gelmişlerdi. Öteleyip, rafa kaldırdıkları o acı konuyu raftan indirme vaktiydi.


Burak'ın gözlerini tekrardan acı bürürken gülümsemeye çalışarak kıza baktı ve parapetin üzerinden inerek kızın da inmesine yardım etti. Çatı kapısı açılıp Korkut içeriye girerken Hilal, Burak'a bir bakış atmıştı.


Kamera kayıtlarını sildiğimi öğrenince nasıl bir tepki verecek acaba?.. Umarım ikimiz de sağ salim şu beladan kurtuluruz.


Kapıya doğru yürüyen Burak, Korkut'un kısık bir sesle "Abi..." demesi üzerine adımlarını durdurdu. Mağara günlerindeki yoldaşına bakan adam, yeşil gözlerinin dolduğunu hissederek derin bir nefes aldı.


"Abim!" diyen Korkut, Burak'ın yanına gelerek sımsıkı sarıldı. Burak bu sarılışa karşılık verirken tüm öteledikleri tekrardan aklına üşüşmüştü.


Emre ne haldeydi? Tutabilmişler miydi onu?


Dayısı olanları öğrendiğinde ne tepki verecekti?


Bundan sonra ne olacaktı? Burak, o iti dövdü diye ceza alacak mıydı? Davayı inceleyecek kişi nedenini öğrenince cezai indirim uygulatacak mıydı yoksa gaddar bir şekilde Burak'ı direkt ihraç mı edecekti?


Burak, böyle bir durumda kalırsa ne yapacağını bilemedi.


Yapmazlardı değil mi? 


Kamera kayıtları izlendiğinde Tornado bayıldığı halde vurmaya devam ettiğini ve öldürme kastı ile saldırdığını göreceklerdi. Tam da bu yüzden en hafifi uzaklaştırma olmak üzere çok ağır cezalar alabilirdi.


Bu düşünceler içindeki Burak geri çekildikten sonra kısık bir sesle sordu.


"Dayım geldi mi?"


Korkut başını iki yana salladı.


"Daha gelmedi."


"Kim çağırıyor peki? Cevat Albay mı?" diye sordu


"Ortalık çok karıştı abi. Tuğgeneral, konuşma yasağı ilan edildi diyerek herkesi sorgu odalarına aldı. Cevat Albayım da kendi odasında. Onu bu olaydan muaf tuttular. Hatta Tuğgeneralimiz bile olayın dışında. Ankara'dan milletvekilleri ve hakimlerin sorgusu için üst düzey bir yetkili gelmiş. Şu an olay onun kontrolünde. Herkesi Tuğgeneralin odasına toplattı. Sizi bekliyorlar."


Hilal, endişeli gözlerle kendisine bakarken kızın elini tutan Burak 'Endişelenme bir şey olmayacak!' dercesine gözlerini açıp kapattı.


İçinde kocaman bir korku olan Hilal, sevdiğinin haklı olduğuna deliler gibi inanmak isteyerek başını aşağı yukarı salladı.


Hiçbir şey olmayacaktı...


🐺 


"Batikon alabilir miyim?"


Yaklaşık 10 dakikadır çıt çıkmayan odada yankılanan sesle birlikte kapının önündeki Üsteğmen, konuşan kişiye bir bakış attı.


"Hayır!" 


Onun sert çıkan sesi karşısında Burak başını hızla yerden kaldırırken, Yağız 'Sakin ol!' dercesine adamın koluna dokundu.


Hilal, kendisine küçümseme bakışları atan Üsteğmen'e bakarak kaşlarını kaldırdı ve "Hayır?" diye tekrarladı. Onun ses tonu, Emre'nin ona bir bakış atmasına neden olmuştu.


Bu kız ciddi anlamda Alfa olup çıkmıştı.


"Kelime anlamını bilmiyorsanız bir sözlük getireyim."


"Asla, yok, olmaz, öyle değil anlamında olumsuzlama, onamama, yadsıma belirtisidir. Genellikle soru tümcelerine yanıt olarak kullanılır. Ayrıca olumsuz tümcelerdeki olumsuz anlamı pekiştirir."


Tek nefeste bunu söyleyen Hilal, adama gözlerini dikti.


"Sizin aksinize ben kullandığım kelimelerin anlamını öğrenmek için sözlüğe ihtiyaç duymuyorum."


Üsteğmen, sinirle bir nefes aldıktan sonra psikolog bozuntusuna baktı.


"Konuşma yasağı var ve..."


"Konuşma yasağı var diye batikon isteyemez miyim? Konuşma yasağının yalnızca yaşanan olayı kapsadığını biliyorum. Sizin gibi asker değilim diye beni sindirebileceğinizi düşünmek gibi bir hataya düşmemenizi tavsiye ederim. Zararlı çıkan siz olursunuz!"


Üsteğmen, yanındaki teğmenin şaşkınlık dolu nidasını duyduğunda daha çok öfkelendiğini hissetti.


"Yaşanan olayın faili için batikon istiyorsun ve haklıymış gibi üste çıkmaya mı çalışıyorsun? Ekip liderinizin(!) ne denli büyük bir soruna neden olduğunu farkında değilsin anlaşılan. Misafir olduğu bir üsde çok önemli bir zanlıyı öldüresiye dövdü. Ekip liderliğinden alınmayı geçtim, askerliği bile kalmayacak."


"Allah aşkına bir şey bilmeden konuşmaz mısınız? Her şeyi geçtim, şerefsizin birini dövdü diye bir Yüzbaşı hakkında böyle konuşma hakkını nereden buluyorsunuz?"


"Peki sen bir Üsteğmen ile bu şekilde konuşma hakkını nasıl bulabiliyorsun?"


"Sizin göreviniz biz halktan insanları korumak değil mi? İstediğim korumayı alamayınca haklı olarak çıkışıyorum ben de."


"İstediğin koruma batikon mu yani?"


"Evet!"


"Onu kendin için istemiyorsun. Ayrıca..."


"Yanılıyorsun! Kendim için istiyorum."


Hilal'in cümlesini duyan Burak gözlerini kapattı. Adam, odaya girdiğinden beri ne tel kelime etmiş ne de başını kaldırıp birisiyle göz teması kurmuştu. Göz teması, dağılmak anlamına geliyordu ve Burak'ın şu an dağılmaması gerekiyordu.


Sorguyu falan boşverip gitsem mi acaba?


İç sesi bu düşüncesine cevap vermekte gecikmemişti.


'Yine kaçacağım diyorsun yani?'


Bu kaçmak değil. Şu an çok kötü durumdayım ve gelecek Komutan'la...


'Cık! Yanlış. Gelecek Komutan ile değil gelecek dayınla yüzleşmekten kaçıyorsun. Bir yandan ona bu haberi veren kişi olmak isterken, diğer yandan haberi aldığında ondan kilometrelerce uzakta olmak istiyorsun. Gözlerindeki o ifadeyi görmeyi kaldıramazsın çünkü. Senin yaptığını yapıp o adamı öldürmeye kalkarsa ona engel olmak istemezsin çünkü.'


Yanağından bir damla yaşın süzüldüğünü hisseden Burak başını biraz daha öne eğdi.


Adam, kelimenin tam anlamıyla bitmiş durumdaydı. Düşünceleri bir o yana bir bu yana savruluyordu. Düşündüğü her şey bir diğerinden daha ağırdı. Artık kaldıramayacağı bir noktaydı.


Birinin ellerine dokunduğunu hisseden Burak gözlerini açtı ve batikonlu pamuğu yaralarına süren ellere baktı.


"Tek sorunumuz buymuş gibi..." diye mırıldanırken istemsizce gülmüştü.


Hilal, bu oldukça samimi gülüş karşısında gülümsedi.


"Seni bilemem ama benim tek sorunum bu şu an."


Ela gözlere deliler gibi bakmayı istese de bakamayan adam gülümsedi.


Sevdiğine bakarsa olmayan kontrolünü de yitirirdi ve bunca insanın karşısında küçük bir çocuk gibi gözyaşlarına boğulmak istemiyordu.


Kapının yanındaki 3 asker haricinde odadakilerin hepsi dostu-kardeşiydi aslında. Ve Burak'ı durduran neden de bu durumdu. Belki yanlış bir düşünceydi fakat Burak onların karşısında en aciz haliyle durmak istemiyordu. Dünya üzerinde bu aciz halini tüm yalınlığıyla göstereceği tek kişi Kelebeğiydi. Başka kimse değil...


Burak, bunları düşünürken Hilal'in batikonun üstüne doğru hafifçe üflemesiyle birlikte iç geçirdi ve isyanla söylendi.


"Ve Alfa'nın karizma yerlerde. Şu ilgili Komutan gelsin 'Siz beni kovamazsınız ben kendim istifa ediyorum.' diyeceğim. Bu batikon söylentisini durdurup, karizmamı geri kazandıracak tek şey ancak bu olabilir."


"Şu an tek sorunumuz senin yerlere düşen karizmanmış gibi..." diye mırıldanan Hilal, Burak'ın sol elini eline alarak batikonu bu sefer de oradaki yaralara sürmeye başladı.


"Ayrıca bir şey diyen olursa bana yönlendiriniz lütfen Alfa Bey. Ben güzelce empati yaptırarak ağız burun dalarım."


"Empatiden anlamıyorlarsa?" diyerek soran Burak, Kelebeğinin büyüsüne bir kez daha kapılmış ve tüm olumsuzlukları unutmuştu.


"Bu da soru muydu Alfa'm? O zaman büyük bir zevkle Asena'nın pençeleriyle tanıştırırım onları."


"Konuşmasanız?"


Az önceki Üsteğmen'in konuşması üzerine Burak öfkeli bir nefes aldı.


"Sakin ol Alfa'm. O da bir emir kulu. Az önceki gereksiz çıkışını da bizzat gidip batikonu getirerek ödedi zaten."


"Konuşmayın demesi gereksiz. Her iddiasına varım ki şu an bu oda dinleme cihazlarıyla dolu ve o Amir konuştuklarımızı dinliyor. Konuşma yasağını çiğneyen kişiye anında işlem yapacak. Eline bir koz daha geçmesini bekliyor sadece."


"Boşuna bekliyor ve bekletiyor. Buradaki kimse eline o kozu vermez. Daha doğrusu veremez. Konuşma yasağını asıl koyan kişi o değil çünkü." diye mırıldandı Emre.


Onun sesini duyan Burak titrek bir nefes aldı. Gözleri dolarken sadece elini sıkan kız sayesinde ayakta durabiliyordu.


Şu an her şeyi s*ktir edip kardeşine sarılarak ağlasa mıydı?


Bu düşüncesinin üzerine kapının açılmasıyla birlikte odadaki tüm askerler 'Hazır ol'a geçerken, Hilal elindeki batikonu sehpaya bırakarak gelen kişiye baktı.


Karşısındaki adam sert görünüşlü, yüzü yaşanmışlıklarla dolu, güçlü bir enerjiye sahip yaşını belli etmeyen birisiydi.


Kuralcı!


Hilal'in adam hakkındaki ilk izlenimi bu olmuştu. Amir, kurallara uymak için doğmuş gibiydi. Bu yüzden de genç kız, onun nedenlere/niçinlere önem verip vermeyeceğini kestirememişti.


Bu durum içinde bir korku oluşmasına neden olurken adam 'Rahat!' dedi.


Askerler, rahata geçmiş olsalar da başlarını yerden kaldırmamışlardı. Sanırım üst düzey bir yetkilinin yüzüne bakıp onu incelemek/analiz etmek pek de akıl kârı değildi. Yine de Hilal bakışlarını amirin yüzünden çekmedi. Her daim 'Ama ben asker değilim.' diyerek savunma yapabilirdi değil mi?


Adam, kendisine korkusuzca bakan kızın ela gözlerine baktı. O ela gözlerdeki korkuyu görüyordu fakat bu korkunun kendisine karşı olmadığını biliyordu. Dinleme cihazından dinlediği konuşma sayesinde Alfa ile aralarında duygusal bir ilişki olduğunu anlamıştı. Bu yüzden de kızın tek korkusu adamın zarar görmesiydi.


Avcı kod adlı Komutan öylece kıza baktı. 'Suçlu olanlar cezasını çekecek.' diyordu bu bakışıyla.


"Sorgu odasının kamera kayıtlarını hanginiz sildi?


Cümleyi duyan askerler büyük bir şaşkınlıkla nefes aldılar.


Emre, hızla başını kaldırarak komutana baktı.


Böyle bir şeyi yapmaya kim cesaret ederdi? Ayrıca zaten hepsi Burak'ın yanında...


Hepsi Burak'ın yanında değildi. Hilal'e bakmamak için özel bir çaba harcayarak başını tekrardan önüne eğdi.


Beni o yüzden sorgu odasından gönderdin di'mi Ayçiçeği?


"Ben sildim Komutanım."


Hilal'in cesur bir sesle söylediği cümleyi duyan Burak yumruklarını sıktı.


Ahh be Kelebeğim. Ne yaptın sen?


Onlarca duyguyu aynı anda hisseden adam, dişlerini kilitleyerek duygularını kontrol altında tutmaya çalıştı.


"Kim istedi senden böyle bir şeyi? Eğer söylersen ceza almazsın." diyen Komutan aslında genç kızın doğruyu söylediğini biliyordu. Neden sildiğini de bildiği gibi... Kız onu şaşırtmayarak konuşmaya başladı.


"Sevdiğim adamı korumak için birinin benden bir şey mi istemesi gerekiyor Komutanım? Tamamen hür irademle, kendi isteğimle sildim o görüntüleri. Hiç kimse istemedi, hiç kimsenin haberi bile yok hatta. Öyle bir anda kimsenin aklına o görüntüler gelmedi."


Burak "Senden başka..." diye fısıldamasına engel olamamıştı.


Alfa'sını korumak için her şeyi yapabilecek Kelebeğinden başkası böyle bir şeyi düşünebilir miydi?


"Ne kadar zamandır ekibin psikoloğusun?"


"5 aydır Komutanım."


"Bu 5 ay içerisinde kurallarımızı öğrenemedin mi? Aslında öğrenmene bile gerek yok. Küçük bir çocuk bile böyle bir şeyi yapmaması gerektiğini bilir."


"Ben de yapmamam gerektiğini biliyordum Komutanım. Ama yine olsa yine aynısını yaparım. Milyonlarca kez hem de."


"Asena..." diye mırıldandı Yağız.


'Devam etme!' diyordu. Söylenilen her şey kayıt altına alınıyor, pişman olmadığını ve yine yapacağını söylemen zararına olur.


"Durumu hâlâ tam olarak kavrayabildiğinizden emin değilim Psikolog Hanım!"


"Uzun bir süre gözetim altında tutulabilirim. Ekipten atılabilirim. Hatta... Hapis cezası bile alabilirim. Biliyorum Komutanım."


Burak öfkeli bir nefes aldı. Bunu fark eden Emre, onun bileğini tutarak sakin ol dercesine sıktı. Fakat bu temas Burak'ın sakin olmasına değil güçten düşmesine neden olmuştu. Kızarık yeşil gözlerinden bir damla yaş düşerken titrek bir nefes alan adam bileğini kendine doğru çekti.


Her şeyi bir kenara bırakıp sana sımsıkı sarılsam mı kardeşim?


"Tüm bunların farkında olmana rağmen böyle bir şeye nasıl cesaret edebildin? Hiç mi korkmadın?"


Avcı, soruşturma dışına çıktığının farkında olsa da bu gözü kara kızın vereceği cevabı merak ettiği için bu soruyu sormaktan kendini alamamıştı.


"Korktum... Ama kendi başıma geleceklerden değil onun başına geleceklerden korktum. Canı olan mesleğinden ihraç edilmesinden korktum. Ve böyle bir şeye nasıl mı cesaret ettim? Siz beni çok hafife alıyorsunuz Komutanım. Aşık bir kadının, sevdiği adam için yapabileceklerinin bir sınırı olduğunu zannetmiyorum. İki düğmeye basarak kamera kayıtlarını silmekten çok çok daha fazlasını yaparım ben onun için."


"Senin yaptığın ayrı, onun yaptığı ayrı suç. Sorguda gözetimimiz altında olan bir adamı dövemez! Adamı neredeyse öldürüyormuş."


"Gebersin..." diye mırıldandı Burak.


Bu tepki komutanın gözlerini dikip ona bakmasına neden oldu. Fakat Burak başını kaldırmadı. Çaresizlik, acizlik ve acıyla dolmuş kırmızı gözlerini kimsenin görmesini istemiyordu.


"Bu yaptığınızla cezanızı arttırdığınızın farkında mısınız?"


"Oradan bakınca bana vereceğiniz cezayı umursuyormuş gibi görünüyor muyum?" diye fısıldadı Burak. Başındaki ağrı iyice artmış, tüm telaşının yanına bir de Hilal'in kamera kayıtlarını sildiği için alabileceği ceza eklenmişti.


"Senin değil ama ekip psikoloğunuzun umrundaymış ki kamera kayıtlarını silmiş. Onun bu yaptığı yüzünden de orada yaşananları izleyemiyoruz. Nasıl bir ceza vereceğiz şimdi sana? Neyi neden yaptığını teyit edemiyoruz."


"Öncelikle konuşma yasağını kaldırabilirsiniz Komutanım." dedi Hilal adama bakarak.


Tuncay ve Onur bakıştı. Birisinin, gemileri yakmış bu kurt çiftine karşısındakinin üst düzey bir yetkili olduğunu hatırlatması gerekiyordu. En acilinden!


Adamın sert bakışı karşısında Hilal derin bir nefes aldı.


"Ben kendimi halktan biri olarak görüyorum Komutanım. Askeriye için çalışıyor olmam bu gerçeği değiştirmiyor. Ömrümün sonuna kadar herhangi bir tehlike anında sizin (askerlerin) beni korumasını bekleyeceğim. Bu da beni askeri ilişkilerin dışında tutuyor bence. Size yaptığım şeyler ya da verdiğim cevaplar saygısızlık gibi gözükebilir ama öyle değil. Ben sadece anlam veremiyorum. Yıllardır canını dişine takıp ülkesi için savaşan, canını, tüm hayatını ortaya koyan askerinize gösterdiğiniz bu muameleyi anlamlandıramıyorum. Onun/onların sözlerine güvenmeyeceksiniz nasıl vatanımızı onlara emanet edebiliyorsunuz? En başında kamera kaydına bakmadan önce onları dinlemeniz gerekmiyor muydu zaten?"


Avcı, kızın çakmak çakmak olan gözlerine baktı. Kızın haklı olduğunun farkındaydı ama o da bir diğer başa bağlıydı. Olayı duyan Amiri konuşma yasağı getirerek delil toplamasını ve eksiksiz bir tam rapor hazırlamasını söylemişti.


"Tamam. Onun için konuşma yasağını kaldırıyorum. Savunsun kendini!"


Burak, bir an ağzını açtıktan sonra tekrardan geri kapattı. Konuşursa gider o iti öldürürdü. O itin kim olduğunu, nelere sebep olduğunu tekrardan hatırlarken kesik bir nefes aldı.


Şu an ciddi ciddi ailesinin katili bir kat aşağısında duruyordu değil mi?


"Konuşmayacak mısın?" dedi Avcı sert bir sesle.


Karşısındaki asker hiçbir tepki vermezken odanın kapısı açıldı. Avcı, gelen adama baktı. Sanırım tahmin ettiği kişiydi.


"Sen KİT'in kurucusu musun? Kartal?"


"Evet Komutanım!"


Dayısının sesini duyan Burak titrek bir nefes alarak gözlerini kapattı.


Gelmişti... 


"Duyduğuma göre aynı zamanda Yüzbaşı'nın dayısı oluyormuşsun doğru mudur?"


"Doğru Komutanım!" dedi Sinan, yeğenine bir bakış atarken. Burak'ın başının yerde olması kaşlarını çatmasına neden olmuştu.


Alfa, %100 hatalı da olsa asla başını yere eğmezdi. Neler oluyordu?


Bakışlarını Emre'ye çevirmişti ki Komutanın konuşması üzerine tekrardan ona döndü.


"Peki Kartal, buraya yeğeninin dayısı olarak mı geldin yoksa askerinin komutanı olarak mı?"


Sinan, karşısındaki adamın kahverengi gözlerine bakarken bir an bile duraksamadan cevap verdi.


"Ben her zaman onun dayısıyım Komutanım. Askerim olması bu gerçeği değiştirmiyor. Gerekli cezayı almasını sağlayacağım elbette ama önce nedenini öğrenmem gerek. Alfa asla durduk yere böyle bir şey yapmaz."


"Az önce kendini savunmasını söyledim ama tek kelime etmedi. Bir de sen dene." dedi Avcı elini askere doğru uzatarak.


Aldığı izinle birlikte Sinan yeğeninin yanına yürüdü. Burak başını hâlâ yerden kaldırmamıştı.


"Neler oluyor?" diye sorarken tekrardan kaşlarını çatmıştı Sinan.


Burak'ın gözleri kapalı mıydı?


"Alfa?"


Duyduğu hitap Burak'ın kalbine saplanırken başını biraz daha önüne eğmişti. Yine bir damla gözyaşı usulca firar etmişti çünkü.


"Bana neden yakalamak için deliler gibi çabaladığın Tornado'yu öldüresiye dövdüğünü söyler misin Alfa?"


Yakalamak için deliler gibi çabaladığın...


İkinci gözyaşı da ilkinin yanında yerini alırken Burak hıçkırığının tutmak için dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı.


"Sinirleniyorum ama... Bana cevap ver! Her şeyi geçtim kameraların önünde nasıl böylesine fütursuzca davranabilirsin? Nerede olduğunu unutacak kadar mı dellendin?"


'Evet..." diye fısıldadı Burak. Onun ses tonunu duyan Sinan ağladığını anlayarak gözlerini kocaman açmıştı.


"Ne?" diye tepki veren adam neler olduğunu anlamaya çalışarak Emre'ye döndüğünde, onun da Burak'tan bir farkı olmadığını fark ederek yutkundu.


"Oradaki erlerin dediğine göre sen de adamın boğazına yapışmışsın az daha öldürüyormuşsun. Neden?"


Gözyaşları hızlanırken titrek bir nefes alan Emre soruya cevap vermedi.


Bir Burak'a bir Emre'ye bakan Sinan bir adım geriye gitti.


"Bana bakar mısın Alfa?" diye sorarken sesindeki korku hissediliyordu.


"Annemin gözleriyle eş değer olan gözlerine mi? Bakarsam... Dağılan parçalarımı toplayabilecek misin?"


Burak'ın acı dolu kısık sesini duyan Sinan bir adım daha geriye gitti.


"Anlamıyorum..." diye mırıldanan adamın titreyen sesi kendini ele veriyordu aslında. Anlamıştı...


"Ben de hâlâ anlayamıyorum. O p*çi öldürmedim diye bana plaket vermeleri gerekirken beni neden sorguya çekiyorlar? Hem de bu haldeyken! Ölüyorum ben! Bunu gören yok mu? Ölüyorum! O itle aramda kaç adım var? 100 falan m..."


"113..." diye mırıldandı Emre.


Onun sesini duyan Burak'ın vücudun alenen titremeye başlamıştı.


"O it sadece 113 adım ötemde. Nefes alıyor. NEFES ALIYOR! Ben bana nefes verenleri onun yüzünden kaybettim ama o it hâlâ nefes alıyor. Ben alamıyorum. Ben nefes alamıyorum dayı. Alamıyorum! Kendimden korkuyorum. Her şeyi si*tir edip o iti öldürmeye gideceğim diye korkuyorum. Kelebeğime rağmen bunu yapacağım diye korkuyorum. Ben canımın pazarındayım siz hâlâ neden neden neden neden! Neden mi istiyorsunuz? Alın size neden!" diyen Burak başını yerden kaldırdı.


Yeğeninin acıyla dolu kıpkırmızı gözlerini gören Sinan geriye doğru sendeledi.


"O it benim ailemin katili! O p*ç yaşlı-genç dinlemeden 33 kişiyi katlettiren kişi! O Allah'ın cezası herif benim yıllarca kabuslar içinde kavrulmamın sorumlusu! Öldürmeye kalktım diye beni sorguya çektiğiniz o insan dışı mahlukat benim hayatımı s*ken kişi! Nasıl buldunuz nedenimi? Yeterli geldi mi? Yetti mi? 17 yıldır deliler gibi aradığım Bukalemun'un karşımda oturduğunu anladığımda sakin duramadığım için çok özür dilerim(!). Halbuki insan gibi konuşmalıydım onunla. O a*ına koyduğumun p*çi bana o günle alakalı planlarını pişkin pişkin anlatırken 'Yaa öyle mi canım eee sonra?' demeliydim. Doğru haklısınız(!). O s*ktiğimin herifi, benden aldığı anneme küfrederken nasıl olur da böylesine fütursuzca davranabilirim ama değil mi?"


Sinan, tüm bedenin buz kestiğini hissederken nefes almaya çalıştı.


Aklına, o gün hıçkırıklarla 'Sinan... Eve gel. Çok çok kötü bir şey oldu.' diyen Sevda gelmişti. Ne olduğunu anlayan Sinan o şokla 'Hepsi mi?' diye mırıldanmıştı sadece. 'Burak iyi.' diyen kadını duyduğunda gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı.


Komutanlarına haber dahi vermeyen Üsteğmen bulduğu ilk askeri araca atlayarak son hızla Bilecik Osmaneli'den Sapanca'ya gitmişti. Altındaki askeri aracın da yardımıyla 1 saatlik yolu sadece 20 dakikada aşan adam mahalle başına geldiğinde polis şeridini görerek afallamış, tüm mahallenin öldürüldüğünü öğrendiğinde ise yıkılmıştı.


Şeridi geçmeye kalktığında polislerin kendisini engellemesiyle birlikte gözü dönmüş adam silahını çıkartmış ve onlara doğrultarak 'Benim yeğenim, ikizim, abim içeride. Bir cinnet ânının kurbanı olmak istemiyorsanız çekilin!' demişti.


Eve girdiğinde önce yerdeki kanlı poları sonra ise polara gözlerini dikmiş bir şekilde duvar kenarında duran yeğenini görmüştü. O an bir daha asla hiçbir şeyin aynı olmayacağını anlamıştı.


Yerdeki parkeye bakan Sinan, soğuk otopsi odasında sesi titreye titreye 'Tecavüze uğramış mı?' diye sorduğu zamanı hatırladı. Elini kağıt kestiğinde bile nazlanarak canının yandığını söyleyen ikizinin kendi kalbine bıçak saplamasının başka bir nedeni olamazdı çünkü.


Hamile olan ikizinin... 


Gözlerindeki yaşlar birbiri ardına düşerken Sinan kapıya doğru yürüdü.


"Hayır... Hayır dayı!" diyen Hilal, Sinan'ın önüne geçerek onu engellemeye çalıştı.


"Çekil önümden!"


Sinan'ın oldukça sert çıkan sesi genç kızın kesik bir nefes almasına neden oldu. Adam, kendisiyle daha önce asla böyle bir ses tonuyla konuşmamıştı.


"Dayı şu an mantıkl..."


"Çekil kızım! Çekil!" dedi Sinan ses tonunu biraz yumuşatsa da bakışları buz gibiydi.


"Çekilmeyecek..." diye mırıldanan Burak, Hilal'in yanına gelerek kapıyla dayısı arasında durdu.


"Bunu yaptığıma inanamıyorum ama... Ben de çekilmeyeceğim. O iti deliler gibi öldürmek istiyorum ama bunu yapmayacağım."


"İyi. Senin yerine de bir tane kafasına sıkarım. Çekil şimdi!"


Onun kararlı bakışlarını gören Burak mırıldandı.


"Dayı..." 


"Sen sadece 11 yaşında bir çocuktun Burak. Onları zaten koruyamazdın ama ben bir Üsteğmendim! Ya babanı en başında durdurmalıydım ya da izin alıp sizinle birlikte kalmalıydım. Eğer..."


"Babam o gün oradaydı dayı. Tamamen hazırlıksız bir andı ve çok kişiydiler."


"Çok kişiydiler?" diye tekrarladı Sinan soru dolu bakışlarla.


Kalp atışları hızlanan Burak, tepkisiz kalmaya özen göstererek dayısına baktı.


"Öyle olmasaydı babam hepsini haklayamaz mıydı?"


Sinan 'Haklısın!' dercesine başını sallayıp yeğenini onaylarken Burak çaktırmadan tuttuğu nefesini bıraktı.


Dayısı az daha o gün orada olduğunu, her şeyi gördüğünü anlayacaktı.


"Benden onu öldürmemi istedi." diyerek araya girdi Emre. Onun mavi gözleri de kıpkırmızı olmuştu. Burak ile göz teması kurmayarak devam etti.


"Ölümü kurtuluş olarak görüyor. Buna izin veremezsiniz. O o*ospu çocuğu hayatının sonuna kadar çekecek. Her gün acılar içinde kıvranacak. Öyle hemen geberip gitmek yok!"


Adamların hepsi de birbirine bakmamak için çabalıyor, sanki yıllardır peşinde oldukları kişiyi yakalamamış gibi davranıyorlardı. En ufak bir şefkat yaklaşımı un ufak olmalarına neden olurdu ve hiçbiri buna hazır değildi.


"Ben Avcı! Beni Komutan'a bağlayın."


Duydukları cümleyle nerede olduklarını hatırlayarak Komutan'a döndüler. Adam, elindeki sabit telefondan arama yapıyordu.


"Tamam. Daha iyi. Beni toplantı odasına bağla rapor vereceğim." dedi adam sert bir sesle.


Komutan'ın söylediklerini duyan Hilal, korkuyla yutkundu.


Avcı ise elindeki ahizeyi sıkıca tutmuş hızlı hızlı nefesler alıp veriyordu. Karşı tarafın konuştuğunu duyduğunda bakışlarını masanın üzerine dikti.


"Avcı? Raporu bu kadar çabuk mu hazırladın? Eeee ihraç mı yoksa ekip liderliğinden alındıktan sonra uzaklaştırma mı?"


"İkisi de değil!" dedi Avcı kesin bir şekilde.


"Nasıl ikisi de değil? Asker kurallara karşı gelmiş. Dövdüğü şerefsizin teki olsa da sorgu odası kuralları belli. Kınama şu an hafif kalır."


"Kural... Hangi kural? Yıllar önce denetiminizdeki askerlerin çiğnediği koruma kuralı mı?"


Ahizenin diğer tarafından öfkeli bir nefes geldi.


"Konumuzun bununla hiçbir alakası yo..."


"Var! VAR! O Tornado iti Bukalemun'muş."


Karşı taraftan yükselen çeşitli şaşkınlık nidaları mikrofonun açık olduğunun göstergesiydi. 'Böylesi daha iyi!' diye düşünen Avcı devam etti.


"Kod adını bile anamadığım asker ise Alfa'nın oğluymuş. Hani benden habersiz göreve geri çağırdığınız askerim. Hani sizin hatanız yüzünden şehit olan kardeşim/oğlum. Tanıdık geldi mi?"


"Avcı..." 


"Şu an soruşturduğum olay yok! Böyle bir şey gerçekleşmedi. Çok ceza vermek istiyorsanız en fazla 2 aylık bir maaş kesintisine izin veririm. Fazlasına asla!"


"Bu söylediğin imkans..."


"Derdimi anlatamadım sanırım ben Komutanım! Alfa'nın kılına zarar gelirse hepimizi yakarım. Giderim en prestijli haber ajanslarına Hayalet Mahalle olayının MİT'in hatası olduğunu söylerim. İçlerindeki hainleri fark etmedikleri için olayın yaşandığını ve ana arşivden tüm bilgiler silindiği için de katilinin bulunamadığını söylerim. Şahıslar yüzünden teşkilatımız karalanmamalı ama değil mi?"


"Bunu yapamaz..." 


"Kimler var orada Komutanım? Söz konusu Alfa olduğunda nasıl delirdiğime şahit olanlardan birisi var mı? Tekrar ediyorum! Tornado Bukalemun'muş ve bizim 17 yıl önce o p*çi parmaklıklar arkasına tıkmamız gerekiyordu. Öyle olsaydı şu an böyle bir olay da yaşanmazdı. Alfa ile Bukalemun'un asla aynı odaya girmemiş olması gerekiyordu! Ailesinin katilini dövdü diye dava mı açacağız çocuğa? Öldürmediğine şükredin. Ben onun yerinde olsaydım binlerce kez öldürmüştüm çünkü."


"Kolay olmayacak Avcı. Üstünü kapatamayacağın kadar çok kişi şahit oldu olaya."


Avcı, diğer bir komutanının konuştuğunu duyarak derin bir nefes aldı.


"Bir siz, bir de bu üsdekiler... Eminim ki buradaki askerlere durumu söylediğimizde 'Kural, kural!' diye tutturmazlar. İnsan olan halden anlar çünkü."


"Avcı kaşınıy..."


"Gemileri çoktan yaktığımın farkında değil misin? Şunun şurasında emekliliğime ne kaldı? Olmadı erken emekliliğe ayrılırım. Ayrıca dediklerimde haklı olduğumu herkes farkında Komutanım(!). Söz konusu kurallarsa karşılıklı konuşalım biz bunu. Söyleyeceğim çok şey var!"


"Tamam. İkiniz de sakin olun. Dediğin gibi yapalım Avcı. 2 ay maaş kesintisi veriyoruz. Sorana zamanını söylemeyin sadece maaş kesintisi deyin. Neden bu kadar az bir süre diye sorun çıkarmasınlar."


"Anlaşıldı Komutanım! Teşekkürler." diyen Avcı telefonu kapattı.


"Sen... Babamın komutanı mısın?"


Duyduğu soru kalbine bir ok gibi saplanırken başını kaldıran Avcı karşısındaki genç adama baktı.


"Babana o kadar çok benziyorsun ki..." diye fısıldayan Mehmet, karşısındaki kişinin Yiğit olduğuna yemin edebilirdi.


Burak'ın yanağından bir damla yaş daha süzülürken isyan dolu bir nefes aldı.


Bu boğazındaki yumrudan da, dökülüp duran aptal gözyaşlarından da nefret etmişti.


Anda kalmaya çalışarak karşısındaki adama baktı Burak. Az önce kendisi için herkese rest çekmiş olan bu adama...


"Evet. Babanın komutanıyım Burak."


Titrek bir nefes alan Burak sessiz bir şekilde sordu.


"Peki ben tanıyor muyum?"


"Seni son gördüğümde 5 yaşındaydın. Hatırlamazsın beni."


İçinde onlarca duygu çalkalanan Burak öğrendiği bu yeni bilgiyi sindirmeye çalıştı.


Şu an yaşanan her şey baştan sona gerçek dışı geliyordu.


"Görevden haberiniz yok muydu?"


Sorulacak onlarca soru vardı ama Burak'ın dudaklarından yalnızca bu cümle dökülmüştü.


Avcı (Mehmet) acıyla gülümsedi ve başını iki yana salladı.


"Ben o zamanlar KKTC'de görevliydim. Haberim olduğunda... Her şey için çok geçti."


Burak, başını önüne eğdi. Karşısındaki adamın pişmanlığını hissedebiliyordu. 'Babamın Komutanı' diye düşündü. Babam hakkında onlarca bilgiye sahip, Alfa'yı en yakından tanıyan kişilerden.


"Hiçbirimizin başaramadığını sen başardın Evlat. Kendi ellerinle yakaladın o şerefsizi."


Komutanın büyük bir gururla söylediği cümle yeşillerden düşen bir yaşa daha sebep olmuştu.


"O olduğunu bilmiyordum." diye mırıldanırken ayakta zorlukla durduğunu hissetti Burak.


"Tornado'yu da yıllardır kimse yakalayamıyordu. Her türlü bu meslek için doğmuşsun Yüzbaşım... Aferin Alfa!"


Burak, adamın kahverengi gözlerine bakarken bir anlığına bu cümleleri onun değil de babasının kurduğunu hissetti. Sanki Yiğit Kılıç'tı 'Aferin Alfa!' diyen kişi...


Oldukça sarsılmış gözüken adamlara bakan Mehmet buruk bir şekilde tebessüm etti.


"Konuşacak çok şey var ama ne yeri ne de zamanı şu an. Akşamüstü Ankara'ya geri uçağım var. Kendini toparladığında, bir gün seninle uzun uzadıya konuşmak isterim oğlum." diyen Mehmet sıcak bakışlarını Hilal'e çevirdi.


"Tabii ki bu Cesur Hanım'la da."


Gülümseyen Hilal, Burak'ın durumunun bilinciyle ikisi adına konuştu.


"Çok isteriz Efendim. O zaman geldiğinde sizin bize ulaşacağınızı düşünüyorum?"


Gözlerini açıp kapatarak kızı onaylayan Komutan tebessüm etti. Kapıya doğru yürürken Burak'ın yanına geldiğinde duraksadı. Burak başını önüne eğmiş öylece duruyordu. Mehmet, genç adama sarılmak istese onun dağılmamak için verdiği çabanın farkındaydı. Aklına yıllar önce Yiğit'in darmadağın karşısında durduğu o gün gelmişti.


Ateşler içinde yansa bile göreve giden Yiğit, verdiği sınır dışı görevini erteletmek istemişti. Kitap kafede tanıştığı kıza veda etme isteğiydi buna neden olan. [bkz. YAĞMUR ADAM 3. Bölüm :)]


O gün elini dağılmış askerinin omzuna koymuş ve destek vermek istercesine omzunu sıkmıştı Mehmet. Şimdi de (yıllar sonra) elini aynı yeşil gözlere sahip Alfa'nın omzuna koyarak sıktı. Genç adamın bedeninin tir tir titrediğini bu temas sayesinde fark etmişti. Onun dayanma sınırının sonuna geldiğini hisseden Mehmet, hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Peşine de diğer askerler...


Askerler kapıyı kapatırken bekleyenlere baktı Avcı. Tuğgeneral, Cevat adındaki Albay ve bir Üsteğmen (Korkut) duruyordu. İleride ise birkaç er vardı.


"Cezası nedir?"


Tuğgeneral dururken konuşan Albay'a baktı Avcı.


"Neyi oluyorsun?"


Cevat, gizlemenin gereksizliğiyle konuştu.


"Babasının arkadaşıyım Komutanım."


Duyduğu cümle karşısında Mehmet kaşlarını kaldırdı.


"Nereden?" 


Cevat bu soruya cevap vermekte bir süre tereddüt etse de "Harp okulundan." diye cevap verdi. Burak'ın babasını Salih olduğunu zannettikleri için bu durumu garipsemezlerdi.


"Kod adın neydi?"


"Afşin, Komutanım?" diyen Cevat olayın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.


"Bulduğu her anda Afşin Tava yapılması için istekte bulunan Afşinli sensin demek."


"Ne?" diye tepki veren Cevat karşısındaki adama baktı. Evet Harp Okulu'ndayken sürekli bunu yapardı bu yüzden de Afşinli olarak anılırdı. Askeriyeye girdiğinde bunu değiştirmeye çalışsa da sadece 'li' kısmını attırabilmiş ve ismi 'Afşin' olarak kalmıştı. Afşin 'Zırh ve Silah' anlamlarına da geldiği için Cevat bundan şikayetçi olmamıştı.


"Siz bunu nereden biliyorsunuz Komutanım?"


"Alfa ve İşlemci'den... Maraş'ta bir göreve gitmiştik.' Afşin'e kadar gelip ona uğramadığımızı ve tavasından yemediğimizi öğrenirse Dürdane ana bizi gebertir Komutanım.' diye yalvar yakar bizi sizin eve sürüklemişlerdi."


"Nasıl?" diyen Cevat karşısındaki adama baktı ve büyük bir şaşkınlıkla devam etti.


"Siz Avcı mısınız? Onların komutanı."


Komutanın başını sallamasıyla birlikte Cevat derin bir nefes aldı. İçeride neler yaşandığını bilmiyordu ama bildiği tek şey, karşısındaki adamın Alfa'nın oğlunu askerlikten ihraç ettirmeyeceğiydi.


"Peki kınama mı aldı? Ya da... Daha büyük bir şey."


"Bilmiyorsun. Gerçi bilseydin bu kadar sakin duramazdın." diye mırıldanan Mehmet kendi kendine devam etti.


"İşlemci'ye ve diğerlerine de haber vermek gerek."


"Neyi Komutanım?" diye soran Cevat sabırsızlanmaya başladığını hissetmişti. Burak ne cezası almıştı artık söylese miydi?


Onun bu durumunu fark eden Mehmet konuştu.


"Maaş kesintisi aldı."


"Maaş kesintisi mi?" diyerek araya girdi Tuğgeneral. Sesi şaşkınlıkla doluydu. Sadece maaş kesintisi mi almıştı? Bu... Çok saçmaydı!


Mehmet, karşısındaki Cevat'a bakarak tek nefeste konuştu.


"Tornado, Bukalemun'muş!"


Duyduğu şeyle gözleri kocaman olan Cevat birkaç saniye öylece kalakaldı.


Tornado, Bukalemun muydu? Kardeşinin ve hamile karısının ölümüne sebep olan, onlarca kişiyi öldüren Bukalemun mu?


Onlarca düşünceye aynı anda kapılan Cevat'ın elleri yumruk halini alırken, yanındaki Tuğgeneral'ine bakarak konuştu.


"Komutanım çok yoğunuz biliyorum ama... Sanırım benim biraz dışarıya çıkmam lazım. Bu ruh haliyle aşağı inip Alfa'nın yarım bıraktığı işi tamamlayabilirim çünkü."


Tuğgeneral, olayı tam anlamıyla bilmese de Cevat'ın nefret yüklü sesini duyduğunda başını aşağı yukarı salladı.


Cevat'ın arkasından bakan Mehmet ona seslendi.


"Afşin?" 


Duraksayan Cevat arkasını döndü.


"Efendim Komutanım?"


"İşlemci'ye sen mi söylersin yoksa ben mi söyleyeyim?"


"Ben söylerim Komutanım!" diyen Cevat arkasını döndü ve hızlı adımlarla çıkışa doğru yürümeye başladı. Bu esnada aklında Orhan Gencebay'ın sesi yankılanıyordu.


🎶 Yazıklar olsun, yazıklar olsun

Kaderin böylesine, yazıklar olsun

Her şey karanlık, nerde insanlık

Kula kulluk edene yazıklar olsun. 🎶


Kara Harp Okulu'nun ilk günlerinde tanışmıştı Yiğit ile. Kuytu kenarda bu şarkıyı mırıldanan sesi duymuş ve bir Gencebay aşığı olarak soluğu o güzel sesli gencin yanında almıştı. Günler geçmiş ikili boş vakitlerinde aynı köşede buluşmuş ve gizlice içeri soktukları çekirdek-kola eşliğinde Gencebay şarkılarıyla kafa bulmuşlardı. Bir gün yine 'Batsın Bu Dünya'yı söylerlerken üçüncüleri katılmıştı aralarına... Batu.


'Batacak tabii bu dünya. 'Siz nasıl Batu reisi almadan ortam yaparsınız?' Neyse ki 'Hatasız Kul Olmaz.' Geç olsun da güç olmasın ama değil mi?' diyerek izin dahi almadan yanlarına oturmuştu Batu.


Üçlü, o ânın yılların dostluğunun başlangıcı olduğunu hissetmişlerdi.


Yiğit'in sesinin güzel olduğunu öğrenenlerin izinlerde Yiğit'in yanına gelerek istek şarkı istemesiyle tüm askeriye onları tanımış ve kısa sürede Gencebaylar olarak anılmaya başlanmışlardı. Sonrasında ise CeBaY olmuşlardı. İsimlerinin Cevat, Batu ve Yiğit olmasının tesadüfiliği, hikayesini duyanları her seferinde şaşkına çevirmişti. Bir süre sonra istek şarkılar küçük çaplı bir konsere dönüşmüş ve oldukça gürültü patırtı yapmışlardı. Sonradan öğrenmişlerdi Batu'nun milletten para toplayıp Yiğit adına konser verdirttiğini.


"Başımızı yakıyordu az daha salak herif." diye söylenen Cevat, rehberdeki İşlemci ismine baktı uzun uzun.


Kısa süre sonra anıların etkisinden sıyrılmaya çalışarak numaranın üzerine tıkladı.


"Ooooo siz beni arar mıydınız Afşin Beyciğim?"


"Yakalandı..."


Başka söze gerek yoktu.


Cevat'ın söylediği kelime ayaktaki Batu'nun sendelemesine neden olmuştu. Zorlukla yanındaki sandalyeye otururken titreyen sesiyle sordu.


"Nasıl?"


"Tornado, Bukalemun'muş."


"Burak..." diye fısıldayan Batu'nun yanağından bir damla yaş süzülmüştü. İkinci damla da ilkinin yanında yerini alırken gözlerini kapattı.


"Az daha öldürüyormuş. Hilal engel olmuş." dedi Cevat yumruğunu biraz daha sıkarken. Bukalemun denen oro*pu çocuğunu öldürmemesinin tek sebebi, acısız gebermesine izin vermek istemeyişiydi.


"O kız iyi ki hayatına girdi... Buluşalım mı Cevat?"


"CeBaY usulü anma ve kutlama mı diyorsun?" diye karşılık verdi Cevat eski dostuna.


"Çekirdek ve kola bende. Bizim eski tepede buluşalım."


"Kasetleri ve teybi alıp geliyorum. Yiğit Bey'e haykıra haykıra Orhan Baba nasıl söylenirmiş gösterelim." diye mırıldanan Cevat gözlerindeki yaşlara rağmen tebessüm etti.


Bugün hayatlarının en mutlu günüydü. Bugünden sonra gönül rahatlığıyla her akıllarına estiğinde Sakarya'ya kardeşlerinin kabrine ziyarete gidebileceklerdi.


Hasretlik sona ermişti.


🐺


Odadakilerin çıkmasıyla birlikte Burak, titrek bir nefes alarak dayısına baktı. Kıpkırmızı olan bal gözlerden süzülen gözyaşlarını gördüğünde ağlama fikrinin pek de kötü olmadığını düşünmeye başlamıştı.


"Gel buraya." diyen dayısının onu kendisine çekmesiyle birlikte gözyaşları düşmeye başladı.


"Yakaladın Küçük Alfa'm. Yılların azabını sonlandırdın."


Kendisine sımsıkı sarılan dayısına sığınan Burak gözyaşlarına boğuldu. O gün dökemediği gözyaşlarını o an döktü. Sinan bilmiyordu belki ama Burak o anda dayısının omzunda ailesinin katilini yakaladı diye değil, ailesi öldürüldüğünde o dolapta her şeyin şahidi olmasına ağlıyordu.


Yıllar önce o lanet günde dayısı kendisine sarılarak ağladığında hiçbir tepki veremeyen Burak sonunda en değer verdiğinin (annesine benzeyenin) kollarında o günün yasını tutuyordu.


Onları izleyen Emre, bacaklarının tutmadığı hissettiğinde arkasındaki duvara yaslandı. Koluna dokunan elle birlikte onun da mavi gözlerinden usul usul yaşlar süzülmeye başlamıştı.


"Şimdi o şerefsiz yakalandı mı Ayçiçeği?" diye mırıldandı Emre yanındaki kıza bakarak.


"Yakalandı. Artık annene ve babana gitmek için bir engelin kalmadı abi."


Hilal'in samimi bir şekilde abi demesi Emre'nin hafifçe tebessüm etmesine neden olmuştu. Genç kızın en kilit anlarda arkadaşlıktan sıyrılıp küçük kardeşi olmasını çok seviyordu. Kolunu Hilal'in omzuna atan adam derin bir nefes aldı.


"Evet. Sonunda onlara gidebileceğim kardeş. Keşke o da... Gidebilse."


Gözleri sevdiğinin üzerinde olan Hilal gülümsedi.


"Gidecek. Merak etme!"


Burak ile Sinan'ın birbirlerinden ayrıldığını gören Emre kolunu Hilal'in omzundan çekti. Sıra ona gelmişti.


Ve Burak, odaya girdiğinden beri bakmaya korktuğu mavi gözlere baktı.


Emre'nin mavilerinde, yeşillerindeki ifadenin aynısı vardı. İkili o anda gözleriyle onlarca kelime konuştular, hiç ses çıkarmadan acılarını-mutluluklarını haykırdılar.


Burak, gözlerindeki yaşlarla kardeşine bakarken buruk bir şekilde gülümsedi ve kollarını açtı. Emre, bir an bile duraksamadan kardeşinin yanına giderek ona sıkıca sarıldı.


Bu sarılış, 17 yıl önceki sarılıştan farklıydı çünkü bu seferki tek taraflı değildi.


Burak da Emre'ye sımsıkı sarılmıştı. Yeşiller o zamanki boş bakışlardan çok daha farklıydı. Emre, bir an bugünün senaryosunun başka türlü yaşlandığını düşündü.


Hilal'in olmadığı bir senaryo...


Tüm ruhunun buz kestiğini hisseden Emre, kardeşine sarılışını biraz daha sıkılaştırdı.


"Haber verme ihtiyacı hissettim. Biraz daha sıkı sarılırsan nefes alamayacağım."


Emre, adamın muzip sesini duyduğunda kendi kendine güldü.


"Burak Kılıç da yine bildiğimiz gibi. Salya sümük ağlıyor ama hâlâ alaycı."


"Alaycılık çok mühim bir meslektir. Her anda icraası şarttır. Bilmez misin?" diye mırıldanan Burak gözlerini kapatarak kardeşine biraz daha sıkı sarıldı.


Gözlerindeki yaşlarla gülümseyen Emre başını iki yana salladı.


"Bu duygu karmaşalarından bir gün delireceğim."


"Hâlâ delirmedin mi?" diyerek karşılık veren Burak da gülümsemişti.


Kısa bir sürenin sonunda iki kardeş geriye çekildi. Burak, diğerlerine baktığında Hilal'in başını dayısının omzuna yaslayarak bir şeyler anlattığını fark etmişti.


"Dedikodumu mu yapıyorsunuz?" diye laf attığında sevgilisi gözlerini kocaman açarak elini ağzına götürdü.


"Eyvah yakalandık! Nereden anladın?"


Kızın sahte bir korkuyla verdiği tepki Burak'ın samimiyetle gülümsemesine neden olmuştu.


Kızın ela gözlerine bakan adam mırıldandı.


"Gel buraya."


Hilal, bu isteği anında yerine getirerek sevdiğinin kolları arasında yerini aldı. Çenesini Kelebeğinin omzuna koyduktan sonra gözlerini kapatan Burak, derin bir nefes alarak aşık olduğu papatya kokusunu içine çekti.


"Ömür boyu böyle kalabilirim."


Adamın fısıltısını duyan Hilal, ona biraz daha sokulmuştu.


"Hiç şikayet etmem."


Birkaç dakika sonra -hiç ayrılmak istemese de- şahitlerinin olduğunun bilinciyle kızdan hafifçe uzaklaştı Burak.


Konuşulması gereken çok konu vardı.


Elini Hilal'in belinden çekmeyen Burak bir kez daha dayısına baktı. İlk şoku atlatmış olan adam, biraz daha iyi duruyordu.


Yeğenine bakan Sinan aniden "Sana bir şey vereceğim." dedi.


Onun hafif çekingen ses tonunu duyan Burak kaşlarını çattı.


"Nedir?" 


"Oturalım mı?" 


Burak duruma pek anlam veremese de başını sallayarak dayısını onayladı.


İkili, odadaki tekli koltuklara karşılıklı otururken Emre 'Ne oluyor?' dercesine Hilal'e baktı. Genç kız ona hafifçe tebessüm etmekle yetindi.


"Ne oldu dayı?" 


Burak'ın kaşlarını çatarak sorduğu soruyla birlikte cüzdanını çıkartan Sinan, yıllardır sakladığı emaneti aralarındaki sehpanın üzerine koydu.


Burak, sehpanın üzerine bırakılan kimliğini gördüğünde bir kez daha ağlama isteğiyle dolup taştığını hissetti. Titreyen elleriyle kimliğine uzanırken, dayısı kimliğinin yeni versiyonunu da eskisinin yanına bırakmıştı.


Burak, gözlerinden yaşların süzüldüğünü hissederken iki kimliğine de baktı. Önce eski kimliğini aldı eline. Aklından geçen ilk düşünce 'Annem ve babam bu kimliğe defalarca kez dokundu.' olurken, 32 diş sırıtarak kadraja bakan resmini gördüğünde 'Gerçekten de ne kadar da mutlu bir çocukmuşum.' diye düşünmüştü.


Burak, mutlulukla kendisine gülen küçük Burak'ı incelemeye başladı. 9 yaşında isyan bayraklarını çekip 'Ben de istiyorum kimliğimde fotoğraf!' diye diretmiş ve kimliğine fotoğrafını yapıştırtmıştı. Gözleri TC Kimlik numarasını bulduğunda, aklına yine o zamanlarda 'Siz ezbere biliyorsunuz kendi numaralarınızı. Benim sizden ne farkım var?' diyerek 11 haneli numarayı ezberlediği gün geldi.


İş bu ya, 11 yaşından sonra küçük yaşta ezberlediği o numaranın esamesini bile anamamıştı o çocuk.


Burak Kılıç, Burak Aslan'a dönüştüğünde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık numarası da değişmişti haliyle.


Burak kesik bir nefes aldı. 


Aradan geçen yıllara rağmen hiç eksiksiz hatırladığı bu numarayı artık kullanabilecek miydi yani?


Artık Burak Kılıç olarak yaşayabilecek miydi?


Buna inanamadığını hissederken bakışlarını usul usul aşağı kaydırdı.


SOYADI: KILIÇ


ADI: BURAK


BABA ADI: YİĞİT


ANA ADI: DİLEK


İşte tam o an, Burak'ın dudaklarından bir hıçkırık firar etti. Parmaklarını babasının ve annesinin isimlerinin üzerinde gezdirirken yıllar sonra ilk defa bu kimlik işinin kendisini ne denli çok yaralandığını fark etti Burak.


Şu an cebinde taşıdığı kimliğindeki tek gerçek şey, ismiydi. Soyadında Aslan, baba adında Salih, anne adındaysa anneannesinin ismi olan Sultan yazıyordu.


Ve bu durum Burak'ın kalbinde tarifi imkansız bir yaraya yol açmış da, adam bunu fark etmemiş bile.


Parmaklarını doğum yeri ve doğum tarihi yazısının üzerinde gezdirdi adam.


DOĞUM YERİ DOĞUM TARİHİ

SAKARYA 11.08.1991


17 yıldır kullandığı kimlikte doğum yerinde Salih'in doğum yeri olan Samsun, doğum tarihinde ise 24 Temmuz yazıyordu. Defalarca kez 'Ooo hemşerim Karadeniz'li misin? Samsun'lu musun? Neresinden?' sorularıyla karşılaşan Burak'ın içindeki o küçük her seferinde 'BEN SAKARYA'LIYIM. Sapanca'da doğdum!' diye bas bas bağırmıştı da kimse duymamıştı.


Lisenin ilk yılında her şeyden bihaber rehberlik hocasının ve sınıfın 24 Temmuz'da kendisine sürpriz bir doğum günü hazırladığı günü hatırladı. Emre çaktırır diye ona söylememişler, Enver babasına ise o kişinin Burak olduğunu söylemeden bir öğrencinin doğum günü diyerek izin almıştı Işıl ismindeki genç öğretmen. Amacı; içine kapanık olan Burak'ın, Emre'den başka kişilerle de arkadaş olmasıydı. Olay ultra ters tepmişti tabii ki. Çünkü Burak'ın doğum günü 24 Temmuz'da değildi ki...


11 Ağustos'ta kutlamış olsalardı da tepki gösterecek olan Burak, sahte bir tarihte kutlanan doğum gününde çok daha büyük bir tepki göstermişti. Burak'ın ne denli sahte olduğunu hatırlatmışlardı ona. Baştan sona sahteydi Burak. Ne soyadı, ne anne babasının adı, ne doğduğu yer ne de doğum günü... Hepsi yalandı.


Tüm bedeni titrerken sehpanın üzerindeki diğer kimliği de eline aldı.


Şu an cebindeki sahte kimlikte bulunan resim duruyordu fotoğraf kısmında. TC kimlik numarasının kendi numarası, soyadının da Kılıç olduğunu gördüğünde kalbinin heyecanla çarptığını hissetti Burak. Hızla kimliğin arkasını çevirdiğinde Yiğit ve Dilek ismini gördüğünde yanağındaki yaşlarla tebessüm etmişti.


Artık sahte Burak olmayacaktı...


Başını kaldırıp kendisini kızarmış gözleriyle izleyen dayısına baktı.


"Bugün bunların olacağını hissetmiş gibi bunları yanında mı getirdin?"


Sinan, buruk bir şekilde yeğenine gülümsedi


"Bugün değil, her gün."


Burak "Ne?" diyerek şaşkınca bir tepki verdi.


"Eski kimliğin, o günden beri cüzdanımda. Kendi kimliğimi yanıma almayı unuturum ama onu unutmam. Yeni olan ise çıkarttırdığım günden beri benimlr. Yani bugüne özel değil. Her gün benimleydi emanetlerin. Sahibine kavuşacağı günü bekliyorlardı. Ve sonunda kavuştular."


Ağlamaktan artık gözleri acıyan Burak'ın yeşillerinden yine usul usul yaşlar düşmeye başlamıştı.


Tekrardan kimliklerine bakan adam küçük bir çocuk gibi onları alıp kalbinin üzerine bastırdı. Burak'ın bilinçsizce yaptığı bu hareket odadaki herkesi kahretmişti.


Sessiz geçen dakikalardan sonra biraz toparlanan Burak hafifçe gülerek dayısına baktı.


"Peki bu yeni kimlik nasıl oldu? Üstünde imzam var. Bendeki kimliği çıkarttırırken fazladan belge imzalamadığıma da eminim."


"KİT için imzaladığın dosyaların arasına sıkıştırdım gerekli evrakları. Verdiğim belgeleri incelemeden imza atmanı kullandım anlayacağın. Böyle devam edersen bir gün üzerine kayıtlı arsaların bana devrinin kağıdını sıkıştıracağım araya haberin olsun. Oh mis. Havadan arsa/para alırım."


Dayısına bakan Burak güldü.


"Herkesin gözü de paramda. Cık cık cık. Yazık yazık."


"Benim değil Alfa'm. Daha geçen güne kadar abarttığını düşünüyordum hatta."


Hilal'in sesini duyan Burak ona döndü. Gözleriyle uzun uzun konuşan çift, Emre'nin konuşmasıyla birlikte ona döndüler.


"Sana bir şey söylemem gerekiyor. Ben 5 yıldır..." diyen Emre duraksadı. Sanırım bu itirafın vakti bu an değildi.


Ona kalsa hiçbir an değildi fakat Hilal söylemesi gerektiğini, Burak'ın Sakarya'ya gitme niyetinde olduğunu söylemişti az önce.


"Mezarlığa gitmediğini mi söyleyeceksin?"


Duyduğu cümle Emre'nin büyük bir şaşkınlıkla ona bakmasına neden olmuştu.


"Doğduğumuzdan beri beraberiz Emre. Seni açık bir kitap gibi okuyabiliyorum... Anladım ama kendim 14 yıldır gitmezken sana bir şey söylemeye yüzüm yoktu. Sevda annemlere bir şey söyleseydim de işin ucu kesinlikle bana da dokunurdu. Ben de yanlış olduğunu bile bile sessiz kaldım."


Emre, Burak'a baktı. Diliyle soramadığını gözleriyle soruyordu.


Peki şimdi her şey bittiğine göre, onları ziyarete gidecek miyiz?


Burak, hafifçe başını salladı. Kalbinin üzerinde korku ile heyecan vardı ama daha fazla kaçmak yoktu. Bakışları ela gözleri bulurken sevdiğine gülümsedi.


O kaçmaya kalksa bile Kelebeği buna izin vermezdi.


Tüm bunların düşüncesiyle dayısına bakarak konuştu.


"Telefonun yanında mı? Bizimkileri almışlardı da."


"Yanımda, al! Ne oldu?"


Sinan, telefonunun kilidini açtıktan sonra yeğenine verdi. Telefonu alan Burak rehbere girdikten sonra kısa bir an duraksasa da aramak istediği numaranın üzerine bastı. Karşı tarafın açmasını beklerken ayağı heyecanla sallanıyordu


"Biricik oğlum beni mi aramış? Sen gün ortasında pek fırsat bulup arayamazsın. Hayırdır inşaallah? Bir şey mi oldu? Burak iyi değil mi? Yoksa göreve falan mı gidiyorsunuz?"


"İstediğim sorudan başlayabiliyor muyum Sultanım?"


Karşı tarafta şaşkınlık dolu bir duraksama olurken Sinan ve Emre de aynı şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.


Burak, anneannesini mi aramıştı?


"Burak?" 


"Ta kendisi. Biricik oğlun değil de biricik torunun aradı ama sorun olmamıştır umarım."


"Ne oldu?" diye sordu Sultan sessiz bir şekilde. Onun sesi Burak'ın boğazında bir yumruya neden olmuştu.


"Anneannemi aramak için bir şey mi olması gerekiyor?"


"Hayır ama bariz zoraki bir neşeyle konuşuyorsan, bu bir şey olduğu anlamına geliyor."


"Telefondan onu bile mi anladın?" diye mırıldandı Burak arkasına yaslanarak.


"Annen de bir şey olduğunda o ses tonunu kullanırdı. Her şeyin yolunda olduğuna kendini ikna etmek için..."


Burak, hafifçe gülümsedi.


"Bak işte bunu çok seviyorum. Herkes babamla olan benzerliğimi anlatırken, sen anneme benzediğim anları anlatıyorsun. Sen böyle yapınca yapbozun eksik parçaları tamamlanmış oluyor. Kendimi tam bir bütün hissediyorum."


Sultan, yanındaki koltuğa yavaşça otururken Ferdi karısının bu durumunu fark ederek yanına gelmişti.


"Sesin gülüyor ama gözlerin ağlıyor. Neden?"


Burak, anneannesinin söylediğini duyana kadar ağladığının farkına bile varmamıştı.


"Sanırım yıllar sonra ilk defa mutluluktan ağlıyorum. Gerçi ağlama kelimesi zaten Kelebeğime kadar yabancıydı ama bu ayrı konu."


"Ne olduğunu söyleyecek misin oğlum?" diye fısıldadı Sultan. Torununun söylemek istediği şeyi ertelemeye çalıştığını hissetmişti.


"Hazırlıklara başla Sultanım! Akşama ağır bir misafir ağırlayacaksın."


"Kim geliyor? Bir arkadaşın falan mı buralarda? Evimiz evidir elbette. Gelsin buyursun. Sen ne sever onu söyle..."


"Mercimek çorbası, dolma, mantı, ıslama köfte, balkabağı ekmeği, sütlaç, erik suyu."


Hiç duraksamadan bu yemekleri sayan Burak'ın aklında annesinin sesi yakılanmıştı.


'Küçük Alfa'm hepsini yiyemezsin zaten. Bak anneanneni yormayalım.'


'Ama anne, anneanne dolması denilen bir gerçek var. Sonraaa anneannemin mantısı da çoook güzel. Ayrıca kusura bakma ama sen ıslama köfteyi onun gibi yapamıyorsun. Hele de balkabağı ekmeği! Sakarya'daki kimse ninem gibi yapamıyor o ekmeği. Ahh bak kokusu bile burnuma geldi. Erik suyu olmazsa tüm o yiyecekler boğazımda kalır. Erik suyu da şart. Sütlaç konusuna girmiyorum bile. SÜTLAÇ O! Yani isterse mercimek çorbasını yapmayabilir sen onu çok güzel yapıyorsun ama çorbasız da yemek olmaz ki. Ne yapacağız?"


Sahi Çilek Kız ve Küçük Alfa arasındaki bu diyalog kaç kez yaşanmıştı? Onlarca kez... Belki de yüzlerce?


Burak'ın saydığı menüyü duyan Sultan sessiz gözyaşlarına boğulurken, olayı anlamaya çalışan Ferdi endişeli gözlerle karısına bakıyordu.


"Sen..." diyen Sultan sesinin titremesi üzerine duraksadı.


"Ben... Eve geliyorum anneannem. Sonunda vatanıma dönüyorum."


Sultan hıçkırıklara boğulurken Ferdi telefonu eline aldı.


"Ne oluyor oğlum? Kötü bir şey mi oldu? Anneannen niye ağlıyor?"


"Sizin için kötü bir şey olmadı ama kendimden emin değilim bak. Geldiğimde '14 yıldır neredesin lan sen Kurt Sıpası?' diyerek kötekle beni kovalamayacaksın değil mi dede? Öyle olacaksa şimdiden söyle de spor ayakkabılarımı giyip öyle geleyim."


Burak'ın söylediğini duyan Ferdi'nin telefonu tutan eli titredi.


"Geldiğinde mi?" 


Dedesinin ses tonunu duyan Burak, hıçkırığını gizlemek için dudaklarını birbirine bastırdı.


"Geldiğimde..."


Karşısındaki koca adamın aldığı titrek nefes, boğazındaki yumrunun artmasına neden olmuştu.


"Yakaladın mı?"


Soruyu duyan Burak şaşkınlıkla öylece kaldı. Dedesi 'Yakalandı mı?' diye değil 'Yakaladın mı?' diye sormuştu.


'Nasıl anladın?' sorusunun cevabını yüz yüze almak isteyen genç adam, kendi kendine başını salladı ve sesinde hissedilen gururla konuştu.


"Yakaladım!" 


"Teşekkür ederim Yüzbaşım."


Dedesinin cümlesini duyan Burak, bu sefer hıçkırığını tutamamıştı.


"Durun bir şimdi, gelince konuşup ağlaşırsınız. Ne zaman geliyorsun torunum? Bu akşama mı yarına mı hazırlık yapayım?"


Anneannesinin telaşlı sesini duyan Burak, istemsizce güldükten sonra kendisini gözlerindeki yaşlarla izleyen Kelebeğine baktı.


Hayatındaki kadınların öncelik sıralarının garipliği onu gerçekten de şaşırtıyordu.


Gözlerini elalardan ayıramayan adam anneannesinin sorusunu "Bugün geliyorum!" diyerek cevapladı.


"Tatlıyı fazla yapsın. Anneannemin sütlacını özledim"


Emre'nin cümlesi üzerine ona bakan Burak gülümsedi.


"Tatlıyı fazla yapacakmışsın. Sütlaç delisi de geliyor."


"Erik suyundan da büyük üç konserve açsın. Hatta dört mü olsa ki? Hiçbir erik bizim bahçe eriği kadar lezzetli olmuyor."


"Erik sularını sakla Sultanım. Dayım yine konservelerin yarısını içecek, diğer yarısını da arabaya atıp İstanbul'a getirecek anlaşılan."


"Kurban olsun kuzum size her şey." dedi Sultan sıcacık bir sesle.


"Benim için bir şeyi fazla yapmasına gerek yok. İstediğimde herkesin etrafımda pervane olacağına eminim."


Hilal'in sesini duyan Burak kızın ela gözlerine kilitlendi.


"Sen de mi?" diye mırıldanan adamla birlikte Hilal sahte bir şekilde iç geçirdi.


"Ahh bu da soru muydu Yüzbaşım? Çok kırıldım ama. Hiç Kelebeksiz Alfa olur mu?"


"Olmaz..." diye fısıldayan Burak sevgi dolu gözlerle sevdiğine bakmaya başlamıştı.


"Her şeyden fazla fazla yapacağım zaten. Salih oğlum için de mantıyı iki katına çıkartıyorum. Benim hazırlıklara başlamam gerek hadi telefonu kapatıyorum. Dikkatli gelin."


"Geliriz Sultanım. Endişelenme. Kendini de çok yorma. Hepsini yapmak zorunda değ..."


"Sus bakayım hergele. Sana mı sordum ben ne yapıp yapmayacağımı? Torunum yıllar sonra evine/evime geliyor. Karışma!" diyen Sultan telefonu Ferdi'ye verdikten sonra paytak adımlarla mutfağa yöneldi.


"Ayak üstü azarı da yedim iyi mi? Bana sormuştu ama ne yapacağını..."


Ferdi, yumuşak bir şekilde güldü.


"Kadınların işine karışılmaz oğlum bilmiyor musun?"


"HOCAAAA. Bırak laklakı da gel yardım et bana. Çocuk gelince konuşursunuz."


"Benim komutan beni çağırıyor oğlum ben kaçar. Dayını ver diyecektim ama anneannen sofra hazır olana kadar beni rahat bırakmaz şimdi. Dikkatli gelin. Haa bu arada müstakbel gelinimiz de geliyor değil mi?"


Soruyu duyan Burak dudaklarındaki gülümsemeyle Hilal'e baktı.


"Geliyor."


"İyi iyi. Tanışmayı çok istiyordum güzel kızımla. Nasipte evimizde ağırlarken tanışmak varmış. Daha iyi oldu böylesi. Senin yaptığın yaramazlıkları yerinde anlatırım."


"Ne? Bu durumu önce baş başa konuşsak mı?" dedi Burak sesindeki hafif endişeyle. Dedesi Allah bilir hangi yaramazlıklarını anlatacaktı.


"HOCAAAAAA. Eksik listesini hazırladım. Hadi gel artık!"


"Bak bu gidişle nöbet yazacak bana. Şimdi gidersem sadece eksik alma, konserve açma ve sofra hazırlamayla yırtarım. Eğer gitmezsem dolma sarmaya oturtturur beni. Bence hiçbirimiz koli kalemi kalındığında dolma yemek istemeyiz."


Dedesinin gülen sesiyle birlikte Burak da güldü.


"Tamam tamam. Hadi Allah'a emanet olun."


"Asıl siz Allah'a emanet olun. Dikkatli gelin."


"Tamaaam. Dikkatli olacağız dede." diyen Burak dedesiyle vedalaştıktan sonra telefonu kapattı.


"Evvet ekip, Sakarya yolcusu kalmasın!" diyen Burak'ın yeşilleri, elalara kilitlenmişti.


Sevgilisinin mutlu olduğu kadar, korktuğunun da farkında olan Hilal cesaret verircesine gülümsedi. Onun gülümsemesi Burak'ın da gülümsemesine neden olmuştu.


"Nasıl gidiyoruz?" diye sordu Sinan. Onun sorusunu duyan Burak hafifçe başını iki yana salladı.


"Ben bu durumda araba kullanamam. Bakmayın böyle durduğuma. Başımı çatlıyor, sürüyle şey düşünüyorum." diye mırıldanan adam, Kelebeğine bakarak devam etti.


به هر حال وقتی رانندگی می کنم نمی توانم به پروانه ام "نگاه کنم و واقعا باید حضورش را در حال حاضر احساس کنم."


(Her şeyden öte araba kullanırken Kelebeğime bakamıyorum ve şu an onun varlığını hissetmeye çok ihtiyacım var.)


Onların bu kendilerine özel dili Sinan'ın gülümsemesine neden oldu. Yiğit ve Dilek de başkasının duymasını istemediği konuları kendi aralarında Macarca konuşurlardı. Burak ve Hilal bu konuda bile onlara benziyorlardı. İşin hoş tarafıysa bu yaptıklarını bilinçli yapmamalarıydı. Burak'ın bu durumdan haberi olduğunu zannetmiyordu Sinan. 'Bir ara bu durumu anlatmalıyım.' diye düşünen adam, yeğenine baktı.


"Tek araba gitsek daha iyi olur sanki?"


"Bence de öyle yapalım. Arabayı ben kullanmak istiyorum." dedi Emre kesin bir sesle. Ona bakan Hilal gülümsedi.


Emre, yıllar boyu Sakarya'ya kadar arabayı sürse de mezarlığa gidememişti. Fakat bugün mezarlığa gitmek için sürecekti o arabayı.


"Tamamdır. Biz Hilal'in evine uğrarız önce. Sonra da Sevda annemlerde buluşuruz. Onlara da söylememiz gerek. Babam da var..."


Derin bir nefes alan Burak, baş ağrısını tekrardan şiddetle nüksettiğini hissetti.


Onun bu durumunu fark eden Hilal, adamın yanına oturarak parmaklarını adamın parmakları arasından geçirdi.


"Salih'e ben haber veririm." dedi Sinan yeğenine bakarken.


"Ben de annemlere söylerim." diyen Emre'nin aklında Buse'si vardı. Olayı öğrendiği ilk andan itibaren olduğu gibi.


Onun bu durumunu fark eden Sinan karşısındaki gençlere baktı.


"Şöyle yapalım en iyisi. Öyle çok da acelemiz yok daha ikindi olmadı. Emre sen Buse'nin yanına git. Siz de Hilal'in evine uğrayacaksınız zaten Melek'e de haber verirsiniz bu arada. Benim valize falan ihtiyacım yok bizim evde var her şeyim. Bu yüzden kafeye geçip Sıla ile konuşurum. Enver de okuldaydı ona da kafeye uğramasını söylerim. Sonra da durumu Sevda'yla ikisine açıklarım. Siz kıyafet almak için eve uğradıktan sonra kafeye gelin. Hem Eftalya'nın okulu da orada. Onunla da görüşüp oradan yola çıkarız."


🐺


Birkaç adım atan Burak, gözlerini kapatarak durdu. Nefes alış-verişleri hızlanan adamın tüm bedeni tir tir titriyordu.


"Ben... Ben bunu yapamayacağım sanırım." diye mırıldanan adamın sesi çatlak çıkmıştı.


"Sen değil, biz yapacağız Alfa'm. Gözlerini açıp bana bakar mısın lütfen?"


Kelebeğinin yumuşak sesi Burak'ın gözlerini açarak ona bakmasına neden olmuştu. Ela gözleri görür görmez, yeşillerinin dolduğunu hissetti.


"Mezardan çıkıp 14 yıldır neredesin sen?' diye soracaklarmış gibi hissediyorum. Utanıyorum. Karşılarına çıkmaya yüzüm yok."


Gözyaşları birbiri ardına akan Burak titrek bir nefes aldı. Mezarlığın kapısına kadar gelmişlerdi fakat Burak'ın o eşiği geçmeye cesareti yoktu.


Burak'ın elinden elini kurtaran Hilal, iki elini adamın yanaklarına koyarak şefkatli hareketlerle adamın gözyaşlarını sildi. Onun dokunuşu karşısında tekrardan gözlerini kapatan Burak alnını kızın alnına yaslamıştı.


"Şu an kendime çok kızgınım. Ben cidden 14 yıldır ziyaret etmeyerek onları cezalandırıyor muydum? Onlara bunu nasıl yapabildim? Onlar benim için canından olmuşlarken ben..."


"Bir dakika bir dakika. Kesinlikle öyle değil! Gözlerini açar mısın Alfa'm? Bana bakmanı istiyorum. Kaçma benden. Gitme o karanlık kuyuya." diyen Hilal geri çekilerek sevgilisinin yüzüne baktı. Bu esnada adamın yanağında bulunan ellerini aşağı indirerek elleriyle buluşturmuştu.


"Ağlamaktan yoruldum. Yoruldum! Gözlerim yanıyor, başım çatlıyor. Durup durup gözlerimden yaşlar düşüyor ve ben bu durumdan çok yoruldum. Bu kadar aciz düşmekten ve..."


"Aciz düşmek mi? Yaşadıklarına karşı verdiğin bu tepkiyi aciz düşmek diye mi adlandırıyorsun? Ağlaman güçsüzlük mü yani? Değil ama hadi diyelim ki öyle... Burada benden başka kimse var mı Alfa'm? Bak bir etrafına! Benden başkası var mı? Bana karşı mı aciz olduğunu düşünüyorsun?"


Gözlerini açan Burak başını iki yana salladı.


"Öyle değil! Sana değil, kendime karşı. Bu Burak bana yabancı ve sürekli ağlamak kontrolümü kaybetmişim gibi hissetmeme neden oluyor. Ben çok alışmışım o ipleri sımsıkı tutmaya. Bırakırsam çok büyük bir felaket olacakmış gibi hissediyorum."


"O ipleri benim elime bırakacaksın sen. Ben senin yerine, seninle birlikte tutacağım ve..." diyen Hilal adama bakarak sıcacık gülümsedi.


"Bazen birazcık da yaramazlık yapacağım. Seni oradan oraya falan sürükleyeceğim. Üzerindeki gücümü kullanarak yapmaktan korktuklarınla, yüzleşmekten korktularınla yüzleştireceğim seni. Şu anda da yaptığım gibi."


Sevgilisine ciddi gözlerle bakan Hilal, cesaretlendirmek istercesine ellerini sıktıktan sonra devam etti.


"Seni bekliyorlar Alfa'm. Annen, baban ve kardeşin onları ziyaret etmeni bekliyorlar."


"Yıllardır beklettiğim için gidemiyorum ya zaten."


"Belki de yıllardır beklemiyorlardır da sadece bir süredir bekliyorlardır." diye mırıldandı Hilal düşünceli bir şekilde.


"Ne?"


"Hani dedin ya Emre'ye 'Seni açık bir kitap gibi okuyorum.' diye... Sence annen ve baban senin böyle davranacağını tahmin etmemişler miydi? Onlardan sonra bu hale geleceğini bilemezler miydi?"


"Anlayamıyorum Hilal'im. Ne demek istiyorsun?" diye sordu Burak soru dolu gözleriyle kıza bakarken.


"Sen söylemedin mi annenin seni iyileştirecek bir hayat arkadaşı için dua ettiğini ve benim de o duanın karşılığı olduğumu?"


"Söyledim..."


"Onlar, o günün üzerindeki etkisinin ne denli büyük olacağını anlamışlar ki, son nefeslerinde seni iyileştirecek birisi için dua etmişler. Bu yüzden de duaları kabul olana kadar, ben gelene kadar, yaptığın her şeyi affetmişlerdir. Sen yaralarından dolayı mezarlığa gelemedin Alfa'm. Kesinlikle onlara seni bırakıp gittikleri için verdiğin bir ceza değildi bu. Senin canın yanıyordu! Deliler gibi sevdiğin ailenin adını dahi anamayacak kadar çok canın yanıyordu hem de. Bana kadar onlar hep tabu konunundu. İlk tanıştığımız zaman seni buraya getirmek istesem ne tepki verirdin? Sen şu an Sakarya'dasın Burak. O zamanlar sana 'Sakarya'ya gideceksin, mezarlığın kapısının önünde içeri girmek için bekleyeceksin.' deseler ne derdin?"


Burak, kıza bir bakış attıktan sonra istemsizce güldü.


"Bu soruyu, cevap vereyim diye değil de formalite icabı sorduğunu farz ediyorum Kelebeğim. Yüzüne karşı küfür etmek istemiyorum da."


Ona bayık bakışlarla bakan Hilal derin bir nefes aldı.


"Hani şu ciddi ortamlarda her şeyi dalgaya vuran tipler var ya... Aynı onlarsın Burak. O kızıp durduğun Onur'dan, Ateş'ten de hallicesin sen."


"Kaldıramıyorum... Bu yüzden de işi alaya vuruyorum. Başka türlü baş edemiyorum. N' apayım?" diyen adam, önce kızın başında uçuşan yazmayı düzeltti sonra da yüzündeki atkıyı biraz daha yukarıya çekti.


"Hava soğuk ve seni burada böyle tutuyorum. Sırf bu yüzden şu an içeri girebilirim sanırım." diye mırıldandı Burak, kızın ellerini tekrardan ellerinin arasına alırken.


"Üşüdüğüm için değil de istediğin için atacaksın o adımı. Benim için değil de kendin için."


"Sen hayatıma girdikten sonra ben tüm adımlarımı senin için atıyorum ama. Onu ne yapacağız?"


Sevdiğinin gözlerine bakan Hilal, kendisine sevgiyle bakan yeşillerde kaybolduğunu hissetti.


Sonsuz bir sevgi vardı o gözlerde.


Burak, hayatını Hilal için yaşıyordu. Ve bu öylesine söylenen lafın gelişi bir cümle değildi.


"Eğer bugün giremeyeceksen yarın gelelim."


Hilal'in cümlesi üzerine adam çok büyük bir şaşkınlıkla ona baktı.


"Diyeceğimi düşünüyorsan çok yanılıyorsun Alfa'm." diye devam etti Hilal şaşkın yeşillere tebessüm ederken.


"Diyeceğini düşünmediğimden bir afalladım ya zaten. Girmek istiyorum, yanlarına gitmek istiyorum ama... Hani böyle aramızda sessizlikler oluyor ya o zamanlarda anında düşünmeye başlıyorum. Konuştuğumuz ya da gözlerinde geçirdiğim vakitlerin haricinde beynim dopdolu. Aynı anda sürüyle şey düşünüyorum. Bu durumdan gerçekten yoruldum. Susmayan düşüncelerimden korkmaya başladım artık."


"Bu dediğin anormal bir durum değil ki Alfa'm. Son günlerin operasyon stresinden kurtulamamışken bugün aniden tüm hayatını değiştiren bir gerçeği öğrendin. Düşünmenden daha doğalı yok. Düşüncelerini/hislerini benimle paylaşmanı isteyeceğim senden ama... Bence annenle babanın yanında anlatman, onlara anlatman, daha iyi gelecek. Bu yüzden şu an düşünmeyelim ve onların yanına gidelim olur mu?"


"O zaman..." diyen Burak derin bir nefes aldıktan sonra kızın tek elini bıraktıktan sonra tuttuğu elin parmaklarını parmaklarının arasından geçirdi.


"Düşüncelerimi bir kenara bırakıyorum, senin elini sımsıkı tutuyorum ve seninle birlikte şu eşiği geçerek annemlerin yanına gidiyorum."


Adamın kararlı bir sesle söylediklerin duyan Hilal onun elini sıktı.


Ve ikili o eşikten geçerek mezarlığa girdiler.


Önceleri güçlü ve normal adımlar atan Burak, annesiyle babasının mezarına yaklaştıkça istemsizce yavaşlamıştı. Hızlı hızlı nefes alan adam, sevgilisinin elini sıktı. Yaklaşık 10 adım sonra sağa dönecekler ve...


Burak, tüm gün boyunca onu yalnız bırakmayan gözyaşlarının bir kez daha akmaya başladığını hissederken duraksadı. İçi titriyordu. Bir yanı yaramazlık yapan bir çocuk gibi başını önüne eğip orada öylece durmak isterken, diğer yanı tüm gücüyle ailesine koşmak istiyordu. O gün babasına koştuğu gibi...


Sessiz gözyaşları döken sevdiğinin adımlarını durdurmasıyla birlikte Hilal de durdu. Hiçbir şey söylemedi, hiçbir şey yapmadı. Bu savaşı Burak'ın kendisinin vermesi gerekiyordu. İkili bir süre öylece durdular. Burak'ın gözlerini kapattığını gören Hilal, onun yeniden yüzlerce düşünceyle boğuştuğunu anlayarak mırıldandı.


"Bana beni sevdiğini söylediğin gün bir şey söylemiştin. Bir pişmanlığını. Hatırlıyor musun?"


Kızın cümlesini duyan Burak gözlerini açarak kızarık yeşilleriyle ona baktı.


"O gün çok fazla pişmanlığım vardı." diye mırıldandı çatlak bir sesle.


"Başı çeken de, daha öncesinde beni sevdiğini söylememiş olmandı."


Burak o gün söylediği cümleyi hatırladı. 'Yalnız... Bu çok güzel bir şeymiş. Şu an daha önce yapmadığıma pişmanım.'


Ela gözlere bakan Burak'ın dudakları hafifçe yukarı kıvrılmıştı.


"Yani diyorsun ki 'Onların yanına gittiğinde de aynı şeyi söyleyeceksin. Bu yüzden de pişmanlığını daha fazla uzatma ve kalan 10 adımı da at artık!'


"Ben demedim. Sen dedin!" dedi Hilal ona tebessüm ederek.


Ela gözlere bakan Burak, derin bir nefes aldı.


"Sen olmasaydın, ben ne yapardım acaba Kelebeğim?"


"Ben varım. Bu yüzden de diğer ihtimalleri düşünmek gereksiz Alfa'm." dedi Hilal adamın elini bir kez daha sıkarak.


Sevdiğinden güç alan Burak önüne dönerek bir adım daha attı. Onu ikinci adım izlemişti. Üçüncü adımı atarken kaçmak değil de koşmak istediğini fark etti adam.


Özlemişti.... Çok çok özlemişti hem de!


Onuncu adımını atan Burak sağa doğru döndü. 3 kabristan sonra ailesinin yanındaydı. İlk mezarı geçerken hızla atan kalbinin sesini kulaklarında duyuyordu. İkinci mezarı geçtiğinde heyecandan karnı sıkışan adam, üçüncü mezara geldiğinde bacaklarının bedenini taşıyamadığını hissetti. Birkaç adım daha attıktan sonra duraksayan adam, yanındaki kabrin ailesininki olduğunun bilinciyle yerdeki başını kaldırdı.


ŞEHİT YÜZBAŞI YİĞİT KILIÇ

RUHUNA FATİHA 


D.T. 30.07.1962 Ö.T. 26.05.2003


ŞEHİT


DİLEK KILIÇ 

VE

MİNİK GÜNEŞ


RUHLARINA FATİHA


D.T. 01.06.1967

Ö.T. 26.05.2003 


Gördüğü Yüzbaşı yazısıyla ayrı, Güneş yazısıyla ayrı afallayan Burak sendeledi. Hilal, anında onu tutarken düzensiz nefesler alan adam gözlerini kapatmıştı.


"Bunu sen yaptın değil mi?" diye sorarken kızın ellerini sımsıkı tutmuştu Burak.


Hilal "Evet." diye fısıldarken Burak, kızı kendisine çekip sıkıca sarıldı.


Burak'ın yıllarca mezarlığa gelememe sebeplerinden bir diğeri de buydu.


O gün, o mahallede hayatını kaybedenler Ülke genelinde şehit olarak anıldığından mezar taşlarında da ŞEHİT olarak geçiyorlardı. Yine de bu durum Burak'a yetmemişti. O küçük çocuk, babasının kahraman bir asker olduğunu herkesin bilmesini istemişti.


O vatanı için can veren adamın oğluydu ama bunu kimseye söylememişti.


'BEN KAHRAMAN BİR ASKERİN OĞLUYUM!' diye haykırmak istemiş, ama bunu yapamamıştı.


Ve miniği... Onun o karanlık toprağın altında olduğunu kendisine bile itiraf edemezken, oradaki varlığını bilen tek kişi olmak canını apayrı yakmıştı.


Bu durumu fark eden sevdiği, bir şekilde her şeyi ayarlamış ve hak edileni yerine getirmişti.


Kelebeğinden ayrılan Burak, titreyen bacaklarıyla annesini ve babasını görebilecek şekilde mezar taşına oturdu. Ailesinin ruhuna 1 Fatiha 11 İhlas-ı Şerif okuyan adam usulca fısıldadı.


"Ben geldim..." 


Gözlerindeki yaşlar yüzünden etrafını buğulu gören Burak titreyen elini uzatarak annesinin ve babasının toprağına dokundu. Toprağa dokunmasıyla birlikte dudaklarından büyük bir hıçkırığın fırlaması bir olmuştu.


"Özür dilerim... Çok geç geldim. Çok istedim aslında size gelmeyi ama... Cesaret edemedim. Sanırım beni hep gülerken hatırlamanızı istedim. Sizden sonra bakışlarıma yerleşen buz gibi ifadeyi görmenizi istemedim."


Titrek bir nefes alan Burak, ellerinin altındaki toprağı avuçladı.


"Ben sizi çok özledim."


Büyük bir isyanla bu cümleyi fısıldayan adam, hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Sabahtan beri döktüğü yaşlar, bu içten haykırışlarla dökülen yaşların yanında bir hiç kalmıştı.


Hilal, kısa bir süre ağlayan sevdiğine uzaktan eşlik etse de dayanamayarak yanına gitti ve elini sırtına koydu. Bu temas, Burak'ın daha çok ağlamasına neden olurken genç kız kıpkırmızı olan elalarını kapatarak adama sımsıkı sarıldı.


Aradan dakikalar geçmiş Burak'ın hıçkırıkları dinerek yerini sessiz gözyaşları almıştı. Adam, kendisine sarılan kızı elinden tutarak yanına oturttu ve ağlamaktan boğuk çıkan sesiyle konuştu.


"Tanıştırayım montumu çalan hırsızım Ay Kız."


"Burak!" diyerek adama çıkışan Hilal, onun dudaklarında beliren gülümsemeyi gördüğünde derin bir nefes aldı. Sevdiği gülümsesindi varsın onu yanlış tanıştırsındı... Diyememişti.


"Yanlış oldu o. 'Kalbimi çalan hırsızım.' demeliydin."


"Yani o da var ama... Üzerinde benim montum varken önceliği ona veremiyorum. Üzgünüm Kelebeğim."


Sahte bir şekilde iç geçiren Hilal, gözlerini devirerek mezar taşlarına baktı.


"Sizin bu oğlunuz var ya beni delirtiyor."


"A-aa! Bu ne rahatlık? Sen annemle babama benim için delirdiğini nasıl böylesine kolayca söyleyebiliyorsun?"


Hilal, Burak'a kötü bir bakış attı. Bu bakışı gören adam gülmüştü. Onun bu içten gülüşü Hilal'in de gülmesine neden oldu.


"Ne de güzel gülüyor değil mi?" diye mırıldanan adamı duyduğunda elalarını aşık olduğu yeşillerle buluşturdu.


"O gülüşüyle dünyama ışık oldu. Halbuki ben tüm ömrümü koca bir karanlıkta geçireceğimden çok emindim. Sevdiğim birini bir kez daha kaybederim korkusuyla hayatıma kimseyi almamaya yeminler etmiştim fakat yeminlerim dualarınız karşısında çok güçsüz kaldı. Biliyor musunuz? Hilal'im o gün hastalanmış. Ruhunun diğer yarısının çektiği acıyı hissetmiş. Sonrasında da benim için gözyaşları dökmüş hatta." diye mırıldandı Burak gözünden bir damla yaş düşerken. Hilal'in elini sıktığını hissettiğinde ise gülümsedi.


"Hani demiştin ya babam 'Sen benden çok daha garip olacaksın!' diye... Oldum! Her ânımını onunla geçirmek istiyorum. Her şeyi onunla yapmak istiyorum. Yemek yerken, bir şeyler okurken, şarkı dinlerken, nefes alıp verirken... Hep yanımda olsun istiyorum. Benden başkasıyla ilgilendiğinde anında nazlanarak ilgisini bana yönlendirmesini sağlıyorum. Hiç yapmadığım şeyleri yaparken buluyorum kendimi. Ya da unuttuğum şeyleri, geçmişte kalan şeyleri, yaparken. Bugün buraya gelmemi sağlayan kişi o. Düzeltiyorum. Bugün buraya canlı bir şekilde gelmemi sağlayan kişi o. Benim hayat planlarım, kesinlikle çok daha farklıydı."


Son cümlesini fısıldayarak kuran Burak elinin altındaki toprağı okşadı.


"Bugün... Çok güzel başladı. Kollarımın arasında duran Kelebeğimin beni sabah namazına uyandırmaya çalışmasıyla, benim de kalkmamak için verdiğim uğraşlarla. O bunu bilmiyor ama size yaptığım nazı yaptım ona da. Kalkmam için çabalarkenki gülen sesi aynı sendi biliyor musun annem? Genelde de hep öyle. Çoğu zaman onu güzelce çıldırtıyorum bana kızmaya kalkıyor ama beceremiyor, gülerken ciddi olmaya çalışıyor. Senin her zaman yaptığın gibi! İşte bugüne onun o güzel sesiyle uyandım. Sonra..."


Duraksayan Burak kesik bir nefes aldı.


"Ondan ilk defa bu kadar uzun süre ayrı kaldığım bu operasyonu senin gittiğin zamana benzetmiştim baba. Defalarca kez ikisinin aynı olmadığını fısıldadım kendime. Aynıymış... Aynıymış! İlk gördüğüm andan beri ölesiye nefret ettiğim adam O'ymuş! İğrenerek elini sıktığım o it... Sizi benden alan kişiymiş. Günün ikinci yarısında bunu öğrendim ve gözüm döndü. Hayatımda ilk defa ciddi anlamda yapacaklarımın bir sınırı olmadığını fark ettim. Sonra da aslında tek sınırsızlığımın Kelebeğim olduğunu... Tüm dünyaya kör, sağır kesilsem bile ona kör sağır kesilemediğimi öğrendim. Onun için her şeyi yapabileceğimi, 17 yıllık nefretimden bile vazgeçebileceğimi öğrendim."


Sevdiğine gülümseyen Burak şükranla gülümsedi.


"Size gelmemi, bolca gülmemi ve yaşama tutunmamı sağladı o. Günün üçüncü yarısında, şu an, bugünün başladığı gibi çok güzel bir şekilde geçtiğinden emin oldum... Ahh bugün deliler gibi ağladım. Gözlerim acıyor ve yanıyor. Düşüncelerim beynimde yankı yaptığı için arada başıma ağrılar giriyor ama... Bugün hayatımın en güzel günü. Size geldim ve sevdiğimi sizinle tanıştırdım. Dediğini yaptım babam. Aşık oldum! Anneme benzeyen birine aşık oldum. Kör kütük, deli divane hem de... Senin de dediğini yaptım annem. Biraz geç oldu ama... Yaptım. Mutlu oldum! Mutlu oluyorum."


Duraksayan Burak gözlerinde beliren acıyla kısık bir sesle devam etti.


"Sizsiz eksiğim. Yalan söyleyemeyeceğim. Kolum kanadım çok kırık. Sizi hatırladığımda boğazıma kocaman bir yumru oturuyor. Fakat buna rağmen... Mutluyum! Çok mutluyum hem de. Sadece gözlerine bakarak sonsuz dakika konuşabildiğim diğer yarımı buldum çünkü. Hep istediğim, hep imrendiğim o saf aşkı buldum. Buldum da..." diye fısıldayan Burak yeni bir gözyaşı dalgasına boğulurken devam etti.


"Keşke sizinle böyle tanıştırmak zorunda kalmasaydım. Keşke şu an evde oturuyor olsaydık ve siz ikiniz Hilal ile mutfağa gittiğinizde babamla arkanızdan sizi çekiştirseydik anne, . Büyüklü küçüklü iki Alfa olarak sizi çıldırtıp sonra da gazabınızdan kaçmaya çalışsaydık mesela. Ya da... Ya da Güneşim..."


Sesi titreyen Burak dudaklarını birbirine bastırarak sustu. Gözlerini kapatırken içi yana yana mırıldandı.


"Miniğimin bir kerecik bana abi diyerek koştuğunu görebilmek için tüm servetimi bağışlardım. Aslında canımı diyecektim ama... Şu yanımdaki ela göz kendi canıma kastettiğimin imasında bile pençelerini çıkartıyor. Bakmayın böyle naif durduğuna... Tam bir Asena! Öyle olmasaydı beni zapt edemezdi zaten."


Derin bir nefes alan Burak gözlerini açarak mezar taşlarına baktı. Dudaklarında buruk bir gülümseöe belirmişti.


"Konu miniğim olduğunda sürekli bir kaçış, konu değiştirme çabasındayım gördüğünüz üzere. Ama olsun o kadar da değil mi? Yaklaşık bir ay öncesine kadar kimseye varlığını bile söyleyememiştim. En hassas karnım o çünkü. Güneşim... Gecemi Hilal'im, gündüzümü de Güneş'im aydınlatıyor. Gökyüzü sohbetlerine atfen ona güneş ismini koymuştuk ama... Düşündükçe yılların intikamını alıyormuş gibi hissediyorum. Yıllarca varlığını hatırladığımda canım yandığı için miniğimi düşünmekten hep kaçınmışken, şimdi her günüme onunla başlıyorum. Güneşi her gördüğümde dudaklarımda buruk bir tebessüm beliriyor. Günün birinde dudaklarımdaki burukluk gidecek gibi ama... Yüreğimdeki hep kalacak maalesef."


Genç adam, son cümlelerini gökyüzündeki güneşe bakarak söylemişti. Sanki en mühim işi elinin altındaki toprakla oynamakmış gibi gözüken adam bakışlarını yine toprağa çevirdi. Bir süre sonra aklına gelen şeyle birlikte gülümseyerek konuştu.


"Deniz Kızımla tanıştınız değil mi? Şu an hayattaysam onun sayesinde. Doğru söyle Güneşim! Onu sen mi gönderttin? Eftalya, senin varlığını öğrendiğinde hiç de düşündüğüm tepkiyi vermedi. Olumsuz bir şey bekliyordum ama o, senin yerine de beni seveceğini söyledi. Ben senin yerine de onu severken bu teklifini geri çevirmedim tabii ki. Sevda annem her şeker bayramında getiriyor ya onu size. Birkaç yıldır yanıma gelerek 'Yosun Prensim biz yine annemin arkadaşlarına gittik. Ben de çok çok dua ettim.' diyor. Söyleyemedim sizin annemle babam olduğunuzu. 'Sen neden bizimle gelmiyorsun?' diye sormasından korktum. Gerçi anladı. Eskiden anlayacak yaşta değildi ama bu yıl anladı. Usul usul geldi yanıma. 'Bugün annen ve babanı görmeye gittik Yosun Prensim.' dedi. Hiçbir şey diyemedim. Aklıma gelen ilk şey 'Neden mezar taşında aynı tarih yazıyor?' diye sorarsa ne yaparım oldu. Sahi ne yapacağım? Bu yıl sormadı çünkü rakamları anlayamayacak kadar küçüktü. Ya seneye? Sonraki sene? Sorduğunda... Deniz Kızıma hayatımın yalanını söylemeye karar verdim. Sizin bir trafik kazasında öldüğünüzü söyleyeceğim. Ona o günü anlatamam ki. Hiç öğrenmesin yaşadığım acıyı. O güzel deniz gözleri kırmızıya bürünmesin."


Boğazındaki yumruyla birlikte sessiz kalan Burak, mezar taşındaki ölüm tarihine baktı uzun uzun.


"26 Mayıs. Cehennemim! Hâlâ bilmiyorlar biliyor musunuz? O gün orada olup, her şeyi gördüğümü bilmiyorlar. Emre 4 yıl önce öğrendi. Bunu öğrendiğinde o mavi gözlerinde beliren ifade var ya... Beni öldürdü. O gün o deliğe gözümü ilk koyduğumdaki gibi hissettim o an. Çaresiz, ölecek gibi... Bu yüzden asla diğerlerinin öğrenmesini istemiyorum. Kelebeğim bunu onaylamıyor farkındayım ama, bunu yapamam! Her şeyi geçtim... Ben nasıl senin kendini korumak için kal- kalbine bıçak saplamak zorunda kaldığını söyleyebilirim annem? Hele de şu an, Güneş'in varlığını öğrenmişlerken."


Burak, başını iki yana salladı.


"Bunu onlara yapamam. Eğer Emre bunu bilseydi bugün o iti gebertmişti. Buna şüphem yok! Dayım ise... O biliyor. Bundan eminim. Asla bunu ona soramayacak olsam da, Biliyorum! En başından beri bildiğinden şüphelenmiştim zaten ama beraber göreve çıktığımız bir gün, yaralı bir şekilde bize sığınmaya kalkan bir adamın hain olduğunu anladığında emin oldum. Bir an bile duraksamadan adamın yarayı kendisinin yaptığını söyledi. Çok ince bir durumdu ve ben anlayamamıştım ama o dakikasında anladı. Düşününce... O gün o bıçağı senin tuttuğunu anlamaması imkansız. Başta benden olmak üzere herkesten bunu saklamaya çalışıyor kendince. Benim her şeyin şahidi olduğumu nereden bilsin? Yeminler ettim defalarca kez. Şüphelenmemeleri için her şeyi yaptım. Gün geçtikçe iyice profesyonelleştim. Anlayamadılar! Tek anlayan kişi, Salih babam oldu. Onu da... Söylememesi için tehdit ettim." diye mırıldanan Burak uçurumun kenarında durduğu o günü hatırladı.


'Eğer söylersen atarım kendimi. Eğer öğrenirlerse atlarım buradan aşağı, parçalarımı bile bulamazsınız. Yemin ederim yaparım!' dediği günü hatırladı. Gerçekten de yapardı ve ela gözlü adam, çocuğun şakası olmadığını anlamıştı. Bu yüzden de elmecbur. yıllarca susmuştu. Defalarca kez Burak'ı söylemesi için ikna etmeye çalışsa da her seferinde başarısız olmuştu.


"Salih babam geliyor değil mi sizi ziyarete? Beni adam edebilen tek kişi o valla. Ciddi anlamda korkuyorum ondan. Dediğini yaptırıyor bir şekilde. Hayattaysam etkisi büyük. 'Öldüğünün haberini alırsam seni gebertirim!' diyor bana sürekli... 4 yıl önce çok korkmuştu. O zaman bana, bu hayata benim için katlandığını ve ölürsem peşimden geleceğini söyledi. Blöfünü yemediğimi söylesem de blöf olmadığını biliyordum." diyen Burak oldukça sert esen rüzgarla birlikte Hilal'e bir bakış attı.


"Hava iyice soğudu ve Papatyam belli etmemeye çalışsa da oldukça üşüdü. 14 yıldır biriken çok havadis var. Daha dayımın aşk hayatını anlatacağım size. Emre'yle birlikte dayılı-yeğenli gittiler bir ana-kıza aşık oldular. Gerçekten de beklenmedikti. Emre'ninki tamam da... Dayım şaşırttı." diyen Burak'ın parmakları sürekli olarak toprağın üzerinde gezinmeye devam ediyordu.


"Ben birkaç gün buralardayım sanırım. Bugünlük bu kadar başınızı şişirdiğim yeter. Yarın yanınıza tekrardan uğrayıp bolca gevezelik yapacağım. Merak etmeyin." diyen adam, Kelebeğine baktı.


"Seni de konuşturmadım."


"Bugün senin için geldik. Kendim için ziyarete geldiğimde konuşacağım ben onlarla. Seni bolca şikayet edeceğim. Sen hiç merak etme!"


"Ahhh. Hiç şansım yok resmen. Kesin annem de babam da seni haklı bulacaklar."


"Eeee yani. Ben haklıyım çünkü." dedi Hilal dudaklarındaki ukala gülümsemeyle. Onun bu hareketi Burak'ın gülümsemesine neden olmuştu.


Tekrardan esen sert bir rüzgarla birlikte ayağa kalkan Burak, sevgilisini de kaldırdı.


"Biz kalkıyoruz artık. Melek abla daha yeni affetti beni. 'Sen kızımı oralara götürüp hasta mı ettin yoksa?' derse bu sefer elinden kurtulamam valla." diyen adam büyük bir mutlulukla mırıldandı.


"Geri geleceğim. Yarın görüşürüz miniğim, anneciğim, babacığım."


🐺


Arabanın sesini duyan kadın "Geldiler geldiler." diyerek kapıya doğru koşarken, karısının arkasından bakan Ferdi gülerek ayağa kalktı.


"Hafız Hanım dur bir yavaşla düşeceksin şimdi. 30 yaşında değilsin artık 70'in ilk yarı bitti 80'e merdiven dayadın. Bu ne maraton merakı?"


"Maratonmuş! Sen son zamanlarda spor ve haber kanalları arasında fazla dolaşıyorsun Hoca Efendi. Camiden mi kovuldun hayırdır?"


"Ben emekli olalı 15 yılı aştı."


"O zaman 15 yıldır camiye diye nereye gidiyorsun sen?"


Kapının önünde duran Sultan gözlerini dikmiş kocasına bakıyordu.


"Her seferinde bıkmadan aynı muhabbeti yapmalarına hayranım valla." diye mırıldandı Salih onlara bakarken.


"Hiç sorma Salih amca. Ben de aynı durumdayım." dedi Emre gülerek ikiliye bakarken.


"Ben emekli oldum da benim cemaat beni bırakmadı Hafızım. Ben n'apayım?"


"Spor ve haber kanalını izlemeyi azalt ve camiye daha sık git."


"Millet kocasını evde görmek ister, benimki hazır evde olan adamı kovuyor. Ayıp ayıp! Ayrıca 5 vakitten daha sık gidemiyorum camiye. Üzgünüm."


Sultan, gülen gözlerle kocasına baktı.


"Duha ile evvabin. Ve tabii ki de teheccüd. Araya da bir tesbih namazı ile Kuran'ı Kerim okumayı sıkıştırırsaaaak.... Oldu mu senin 5 vakit 10 vakit?"


"Giderim gerçekten bak. Özlersin sonra."


"Ben senin neyini özleyeceğim adam? 55 yıldır çekiyorum zaten."


"Çarpılacaksın hanım. El insaf, el insaf. Ne kötülüğümü gördün, seni kendimden çok sevmemden başka?"


Sultan, bal rengine çalan gözleriyle kocasına bakarken sevgiyle güldü. Bu esnada kapının çalınmasıyla birlikte gözlerini kocasından çeken kadın, hiç bekletmeden kapıyı açtı.


"Hoş geldiniiiiiz." diyerek cıvıldayan kadın, torununun karşılık vermesine fırsat vermeden ona sarıldı.


Burak, bugünkü ağlama kotasını tükettiğinden emindi. Taa ki annesinin kokusuyla donanmış anneannesinin kollarının arasına girene dek! Gözlerinden bir gözyaşı furyası daha düşerken titrek bir nefes alan adam, gözlerini kapatarak kendisine sarılan kadına sarıldı.


Nine-torunu izleyen Hilal, Ferdi dedenin kendisini inceldiğini fark ederek ona döndü. Yaşlı adamın gözlerindeki sevgiyi gördüğünde gülümsedi. Adam sanki kendisini ilk defa görmüyor, yıllardır tanıyormuş gibiydi.


Onlar için, görmeden sevdikleri birisiydi Hilal. Torunlarının ruhuna dokunarak onu hayata bağlayan bu genç kız, torunları kadar değerliydi.


"Hoş geldin güzel kızım."


"Hoş buldum Ferdi dede."


Hilal'in hitabıyla dudaklarında içten bir gülümseme beliren adam, elini uzattı. Bunu bekleyen Hilal hiç duraksamadan adamın elini öperek başına koymuştu.


Ferdi, sevgiyle kızın omzuna vururken gülümsedi. Hilal, adamın bu gülümsemesine karşılık verirken izlendiği hissiyle birlikte Burak'a baktı.


Adamın yeşillerinde öylesine yoğun bir sevgi vardı ki, bunu gören Hilal büyük bir heyecanla nefes aldı. Onun bu heyecanı Burak'ın kısık bir sesle gülmesine neden olmuştu.


Sultan, torununun daha gözündeki yaş kurumadan neden güldüğünü öğrenmek için sağına doğru baktı. Yaşlı kadın, gördüğü kızla birlikte mutlulukla iç geçirmiş torununu bırakarak bir anda Hilal'e sarılmıştı.


Hilal, böyle bir şeyi beklemediği için bir anlığına boş bulunsa da hemen toparlanarak kadının sarılışına karşılık verdi.


"Teşekkür ederim kızım. Torunumun yıllar sonra mutlu olmasını sağladığın için, onu evine/bize getirdiğin için çok teşekkür ederim."


Kadının kulağına fısıldadığı cümleler ile Hilal gözlerini kendisini izleyen yeşiller ile buluşturdu.


"Teşekkür edilecek bir şey yok ki Sultan nine. Ben sadece sevdiğim adamın iyi olmasını istedim."


Sevdiğinin dudaklarını okuyan Burak gülümsedi. Teşekkür edilecek bir şey yok muydu? En kısa zamanda Hilal'e teşekkür edilecek bir şey var mıydo yok muydu tek tek anlatmalıydı.


Kıza biraz daha sarılan Sultan, geriye doğru çekildi ve etrafındakilere baktı.


"Ayy hadi gelin girin içeri. Kapıda kaldık resmen. Yoldan geldiniz açsınızdır. Yemekler soğumadan oturalım hemen."


Dedesinin kolunun altındaki Burak güldü.


"Anneannem yine formunda."


"Bugün şu gençlerin içtiği enerji içeceğinden içmiş olmalı. Bu hallerinin başka bir açıklaması olamaz. Sabahtan beri bir oraya bir buraya koşuşturuyor hâlâ 'Ahh benim garip bacaklarım!' diyerek sızlanmadı."


Salona doğru ilerleyen Sultan bir anda durup arkasını dönerek ikiliye baktı. Dede-torunun yüzlerinde yakalanmanın verdiği suçluluk ifadesi belirmişti.


"Benim hakkımda ne konuşuyorsunuz?"


Yaşlı kadının ses tonunu duyan Hilal hafifçe kaşlarını kaldırdı. Kesinlikle Sultan ninenin içinde bir yerlerde bir Asena gizliydi.


"Seni ne kadaaar çoooook sevdiğimizi Sultanım." diyen Burak, kadının yanına gelerek yanaklarından sulu sulu öptü. Bu davranış yaşlı kadının bakışlarının yumuşamasına neden olmuştu.


"Tamam tamam. Affettim seni kurt sıpası."


"Peki beni?" 


Kocasının sesini duyan Sultan kaşlarını çatarak ona baktı.


"Seni niye affedeyim? İnsan 55 yıllık karısının arkasından konuşur mu hiç?"


"Haklısın Hafız. Ben de affetireyim kendimi o zaman. Çekil evlat şöyle bakayım karımın yanından."


Kocasını azıcık tanıyorsa kesin Burak'ın yaptığını yapmaya kalkacaktı. Başını iki yana sallayan kadın "Deli herif!" diyerek güldükten sonra arkasını dönerek salona doğru yürümeye başladı.


"Tamam seni de affettim Hoca. Ekmekleri kesip getirir misin?"


Karısının peşinden bakan Ferdi, sahte bir iç çekişle yanındaki oğluna baktı.


"Görüyor musun Sinan? Nasıl da iş kilitlemek için affetti beni? Burada o kadar genç varken o ekmekler nasıl bana kaldı onu da anlayamadım ya! Valla en iyisini sen yaptın oğlum. Bekarlık sultanlık."


"Yakında onun da sultanlığı biter sen hiç merak etme Ferdi baba." dedi Salih imalı bir sesle.


Onun bu cümlesi Sinan'ın kocaman açtığı gözleriyle önce arkadaşına sonra da babasına bakmasına neden olmuştu.


"Bu da ne demek? Hayatında biri mi var oğlum?"


"Baba yalvarırım anneme söyleme! Gider kadının yedi ceddini öğrenerek sorguya çeker, ertesi gün de beni nikah masasına oturtur."


Sinan'ın ciddi bir telaşla kurduğu cümle Ferdi'nin şaşkınlıkla kaşlarını kaldırmasına neden olmuştu.


Oğlunun hayatında gerçekten de birisi vardı!


"Bu da ne telaş dayı? Sen benim müstakbel kayınvalideciğimle gönül mü eğlendiri... Ahh! Acıdı. Niye vuruyorsun yaa?"


"Ben elimle iki geçirmeyi vurmak saymıyorum Emre. Vurmak ne görmek istiyorsan iki dakika bekle, silahımı alıp geliyorum."


Ellerini havaya kaldıran Emre başını iki yana sallamaya başladı.


"Affedin Komutanım. Özür dilerim! Ben ettim sen etmeeee. Bak ben çok gencim. Hem daha çifte düğün yapacağı... Ahh! Şimdi niye vurdun?"


"Fabrika ayarlarına geri dön diye vurdum! Senin içine Onur mu kaçtı oğlum? "


Onlar kahkahalarla konuşurken koridorun sonundaki banyoda ellerini yıkayan Hilal, kapının tıklatılıp açılmasıyla birlikte başını kaldırarak aynadan kendisine gülümseyen yeşil gözlere baktı. Yaşadığı dejavu yaklaşık bir ay önce, anneannesinde yaşanan sahneyi hatırlatmıştı.


Burak, o gün Hilal'in yaptığını yaparak sevdiğine doğru yaklaştı. Kızın yanına ulaşan adam sıkıca ona sarılmıştı.


Hilal, ellerini karnının üzerindeki ellerin üstüne koyduktan sonra huzur dolu bir nefes aldı. Bakışları aynadan gözüken yansımalarını bulurken mırıldandı.


"Yakışıyoruz ha."


Onun bu tepkisi, Burak'ın neşeli bir kahkaha atmasına neden olmuştu.


"Bunu yeni mi anladın Kelebeğim?"


"Hayır da benim gözlerim ağlamaktan yeşil olmuş, senin gözlerinin de rengi açılmış... Böyle kırmızı kırmızı güzel duruyorlar."


Çenesini kızın omzuna koyan adam da aynadan kendilerini incelemeye başlamıştı.


"Bugün yeşillerimden dökülen yaşları hiç boş çevirmediğini fark etmediğimi sanma. Ağladığım her anda itina ile nasıl ağlamayı başardığını gerçekten merak ediyorum."


"Sana söylemiştim. Acın, acım! Sen değil, biz varız. Senin canın yanarken hiçbir şey olmamış gibi davranmamı bekleyemezsin."


Başını kızın boynuna gömen Burak, papatya kokusunu doya doya içine çekti.


"Ağladığını görmekten nefret ediyorum Papatyam."


"Başın büyük dertte o zaman. Ben film izleyip, kitap okurken bile ağlayan bir kızım."


Gözlerini kapatarak kızın yanağına bir öpücük konduran Burak fısıldadı.


"Desene, ömür boyu hüzünlü film/kitap savar görevi göreceğim, dikkatini kendime çevirip ağlamanı böleceğim."


"Hmmm. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğundan emin olamadım şu an."


"Ehh arada izin veririm. Kollarımda olacaksan..."


Gülümseyen Hilal, gözlerindeki aşkla aynadaki yansımalarına baktı.


"Favori mekanımda..."


Gözlerini açan Burak, yeşillerini aynadaki elalarla buluşturdu.


"Seni çok seviyorum Kelebeğim. Biliyorsun değil mi?"


"Ben de seni Alfa'm. Ben de seni çok seviyorum."


🦋 


"Hilal kızım sen misafirsin oturur musun?"


Lezzetli yemekler yenip bitmiş, masa toplanıyordu.


"Hem kızım diyorsun hem de misafir diyorsun Ferdi dede. Evinize ilk defa geliyor olmam misafir olduğum anlamına gelmiyor. Misafir 'Bir yere veya birinin evine kısa bir süre kalmak için gelen kimse'ye deniyor. Benim kısa kalmak gibi bir niyetim yok. Üzgünüm ama başınıza kaldım."


Genç kızdan böylesine özgüvenli bir yanıt beklemeyen Ferdi şaşkınlıkla güldü.


"ولي اگر اينکارو بکني، من تو رو مي دزدم، پروانه. وقتي بقيه اينجا هستن نميتونم چشمات رو قفل کنم يا باهات حرف بزنم ما خوب ميريم، به سرمون در يه جاي ساکت گوش ميديم."


(Ama sen böyle yaparsan ben seni kaçırırım Kelebeğim. Zaten herkes buradayken ne elalarına kilitlenebiliyorum ne de seninle konuşabiliyorum. Ne güzel gideriz sessiz sakin bir yere kafamızı dinleriz.)


Sultan ve Ferdi'nin, Hilal ile Burak arasında gidip gelen bakışları karşısında utanan Hilal yanaklarınının kızardığını hissetti. Bu durum Burak'ın yüksek sesli kahkahasına neden olmuştu. Sultan, torununa dönerken titrek bir nefes aldı.


Sahi torunun böyle kahkaha attığını en sen ne zaman duymuştu?


Hilal, masanın üzerindeki örtüyü kaldırıp mutfağa götürürken Sultan da peşinden gelmişti. Genç kızın ellerinden tutan kadın, dolu gözleriyle konuşmaya başladı.


"Ahh be kızım. Sen bize Allah'ımın bir hediyesi olmalısın. Bir daha torunumun böyle kahkaha atıp gülmeyeceğinden çok korkuyordum. Buraya geldiğinde bir enkaz bulmayı beklerken, dimdik ayakta olduğunu gördüm. Hepsi senin sayende. Sana olan borcumuzu asla ödeyemeyiz."


"Ne borcu Sultan nine? Söyledim ya. Ben sadece sevdiğim adamın iyi olmasını istedim. Acı çekmesin diye çabaladım. O da bu çabamı karşılıksız bırakmadı. Sevgime, misli bir sevgiyle karşılık verdi ve şu an ayakta durmasının sebebi de bu sevgi. Yani ben bir şey yapmadım. O beni böylesine sevdiği için tekrardan kahkahalar atabiliyor."


"Bu kadar basit olmadığını biliyorum güzel kızım. Onun için ne denli çabaladığına dair çalındı kulağıma bir şeyler. Sen ondan vazgeçmediğin için, savaştığın için torunumun gözlerinin içi gülebiliyor."


"Ben sadece... Bana gösterdiği o yaralı çocuğun daha fazla acı çekmesini istemedim. Bana sığınan o çocuğun tekrardan karanlıkta kalma düşüncesiyle kahroldum. Dışarıdan bakıldığında Burak gerçekten birçok kez beni yıktı gibi gözüküyor ama... O yıktılarını öyle güçlü bir şekilde onardı ki izi bile kalmadı. Bugün yaşananlardan sonra, hiç kimse bu ilişkinin tek mimarının ben olduğumu söyleyemez. Burak beni o kadar çok seviyor ki, kendini kaybettiği zamanda bile bana gelebildi." dedi Hilal sabah yaşananları hatırlarken.


"Burak yıllarının nefretini benim için bir kenara itti, benim için buraya gelmeye cesaret edebildi. Sizin bana minnettar olduğunuz kadar ben de ona minnettarım. En mükemmel hayallerimde bile beni böylesine güzel seven bir adam yoktu ve Burak bunu gerçeğe dönüştürdü. Şu an yaşanan hiçbir olumsuzluk gözüme kötü gözükmüyor. Onlar sayesinde ilişkimiz bu denli sağlam. Onlar sayesinde sevdamız iki rüzgarla dağılıp gidebilecek kadar basit değil. Fırtınanın tam göbeğinde de kalsam, o yanımdaysa o fırtınadan kurulabileceğimi biliyorum ben. Böylesine bir sevda için çabalamasaydım ömrümün sonuna kadar eksik kalırdım. Yani... Ruhumun diğer yarısını düştüğü o kuyudan çıkarttım diye bana teşekkür etmeyin lütfen."


Şükran dolu bir nefes alan Sultan, Hilal'e sımsıkı sarıldı.


"Seni veren Allah'a şükürler olsun. İyi ki varsın güzel kızım."


"Asıl sen iyi ki varsın ninem. Burak, ben gelene kadar geçen zamanda sizin sevginiz sayesinde ayakta kalmış."


"Ahh benim garip torunum. Çok zor şeyler yaşadı. Şu an evimin çatısının altında olduğuna hâlâ inanamıyorum."


"İnşaallah bundan sonra daha sık gelecek/geleceğiz ninem."


"Geleceksiniz değil mi?" diye sordu kadın titreyen bir sesle.


"Geleceğiz tabii. Hasretliğin sona erdi ninem. Hadi sil o bal gözlerindeki yaşları."


15 dakikanın sonunda ikili el birliğiyle mutfağı toparlamıştı. Hilal'in tüm ısrarına rağmen Sultan da yardım etmiş 'Burası benim mutfağım Hilal Kız. Ayağını denk al bakayım.' diyerek Hilal'e tatlı da bir ayar vermişti.


Sonunda onu ikna eden Hilal, çayları kendisinin hazırlayacağını söyleyerek kadını torununun yanına göndermiş ve çayın demlemesini bekliyordu. Bu sırada mutfağın önünden geçen adamı görerek hızlıca kapıya yöneldi.


"Salih amca?" 


Salona doğru giden adam duraksayarak Hilal'e baktı.


"Hilal?" 


Onun muzip sesi karşısında Hilal güldü.


"Ben bir şey soracaktım da..."


"Çekingen Hilal garibime gidiyor. Senin Asena yalnız bizim Alfa'ya mı özel acaba?"


"Görüşmediğimiz zamanda benimle uğraşma hobinde azalma olmamış anlaşılan." dedi Hilal iç geçirerek.


"Azalmak mı? Aksine oldukça arttı."


"Yandım desene."


Hilal'in bu sahte hüznü karşısında Salih sevgiyle gülümsedi.


"Ben izin vermem senin yanmana. Endişelenme!"


Sırıtan Hilal kendini beğenmiş bir şekilde karşısındaki adama baktı.


"Valla benim arkam bayâ sağlam ha! Çok fazla koruyucum var."


"Olacak tabii. Bulmuşuz senin gibi nadir bulunan seçilmiş bir kişiyi. Koruyacağız elbet."


Seçilmiş kelimesini duyan Hilal'in aklına kendisine Berceste diye seslenen gizemli adam gelmişti. Kendisini istemsizce gülümserken bulan genç kız, adamın konuşması üzerine ona döndü.


"Söyle bakalım kızım ne soracaktın?"


"Şimdi biz Burak ile sende kalacakmışız ya..."


"Evet?"


Duraksayan Hilal, derin bir nefes aldı ve karın ağrısını söyledi.


"Biz seninle önceden gidelim mi Salih amca? Hatta... Şimdi!"


Bu isteğe anlam veremeyen Salih kaşlarını çattı.


"Sen istersen olur da... Neden?"


"Bugünün başrolü Burak fakat kameralar ve spot ışıkları hep benim üzerimde."


Kızın sıkıntılı bir sesle kurduğu cümle karşısında Salih mevzuyu az buçuk anlamış oldu.


"Burak'ın ailesiyle vakit geçirmesini istiyorsun ama sen varken dikkatler sende ve konu farklı oluyor. Kastettiğin bu mu?"


"Evet. Yemekte tüm mevzu bendim. Birazdan içeri girdiğimde de aynısı olacak. Beni tanımak istiyorlar ama bugünün önceliği beni tanımak olmamalı. Sıcağı sıcağına olayları konuşmalılar. Hepsinin ortak yarası olduğu için istemeden kaçıyorlar. Ve bu kaçışı da benim üzerimden yapıyorlar."


"Kaçmak istiyorlarsa, sen gittiğinde de bir kaçış yolu bulamazlar mı?" diye sordu Salih düşünceli bir şekilde.


"Evet! Ama kaçmasını engellemek için gittiğimi bilen Burak, kaçmayı bırakacak. O kaçmadığında diğerleri de kaçamayacak."


"Eğer isteğin buysa ben sana her türlü eşlik ederim. Fakat bir şartım var."


"Nedir?" diye sordu Hilal şaşkın bir şekilde. Adamın şart koşmasını hiç beklemiyordu.


"Eve gittiğimizde bana çay demleyeceksin. Çay içmeden yatarsam gece rüyamda demlikte boğulduğumu falan görürüm sonra."


Adamın gülen sesiyle söyledikleri karşısında Hilal kahkaha attı.


"Çay mühim mesele. Ben de çok severim çay içmeyi."


"Desene gözlerimizden başka ortak bir noktamız daha çıktı."


Hilal, gülümseyerek başını salladı. Karşısındaki bu adama olan sevgisi gerçekten de çok başkaydı. 'Burak'tan çok fazla hikayesini dinlediğimden olsa gerek!' diye düşündü genç kız.


"Yalnız Burak itiraz edecektir. Gerçi sen onu ikna edersin de... Sultan anam da bunu kabul etmeyecektir."


"Ben her zaman bir yolunu bulurum Salih amca. Sen hiç merak etme!" diyen genç kız mutfağa doğru yöneldi ve çayları dökmeye başladı. Salih de yanına gelerek kuruyemiş tabaklarını tepsiye yerleştirmeye başlamıştı.


Ona bakan Hilal neşeyle 'Teşekkür ederim." diye şakıdı.


"Şuna bak şuna. İsminin hakkını veriyorsun Hilal. Parıl parıl parlıyorsun resmen. İsmini kim koyduysa kesinlikle çok doğru bir seçimde bulunmuş."


Boynundaki kolyenin varlığını hisseden Hilal boğazındaki yumruyla yutkundu.


"Babam koymuş."


Onun halinden hassas bir konuya değindiğini anlayan Salih, elini kızın omzuna koyarak hafifçe sıktı. Bu temas Hilal'in omuzlarındaki tüm yükü almıştı sanki. Burak'a da dediği gibiydi. Salih amca, sevdiklerini her şeyden koruyan bir ağaca benziyordu.


İkili, huzurlu bir sessizlikle uyum içinde yapılacakları yaptılar. Hilal, daha istemeden Salih'in şekeri vermesini sevmişti. Ya da adamın koruma içgüdüsüyle ağır demliğin altını alarak çay suyunu kendisinin dökmesini...


"İstersen kuruyemişleri sen götür ben çay tepsisini taşır..."


"Heyoo Salih amca. Ben 24 yaşındayım. 4 yaşındaymışım gibi davranmasan mı?"


Kızın samimi isyanı karşısında Salih güldü.


"Vayy o kadar var mısın sen ya? Bir 19 falan bekliyordum ama 24..."


"Çok komik!" diye çıkıştı Hilal sahte bir sinirle.


"Babalar için evlatları hiç büyümez' derler. Burak benim için hâlâ 11 yaşındaki o çocuk. Ehh seni de Burak ile bir tuttuğuma göre..."


"O zaman ben de mi 11 yaşındayım sana göre?" dedi Hilal gözlerini kocaman açarak.


"Yoooo sen 4! Az önce dedin yaa."


"Off Salih amca yaa." diye söylenen kız, adamın sevgiyle gülmesi üzerine gülümsedi.


İkili, hazır olan tepsileri alıp içeri geçtiler. Hilal çayları verirken, Salih de kuruyemişleri dağıtmıştı.


Hilal, Burak'ın çayını verirken "Biraz konuşabilir miyiz?" diye mırıldandı.


Kıza soru dolu gözlerle bakan Burak, başını sallayarak ayağa kalktı. Salona çıktıklarında sevdiğinin elini tutan Burak sordu.


"N'oldu Kelebeğim?"


"Bir şey söyleyeceğim ama hemen itiraz etmek yok."


"Cümlenin başlangıcında bile meymenet yok ama... Söyle bakalım." dedi Burak temkinli bir şekilde.


Başını kaşıyan Hilal tek nefeste konuştu.


"Salih amcamla konuştum, biz birazdan ona gideceğiz."


"Bu bizin içinde ben yokum sanki?" dedi Burak kıza bakarken.


"Burak geldiğimizden beri tüm ilgi benim üstümde farkında mısın?"


"Ve ben bu durumdan şikayetçi değilim."


"Çünkü başı zaten sen çekiyorsun!" dedi Hilal yumuşak bir şekilde.


"Sevda annemlere gittiğim günkü şeyleri söyleyeceksin değil mi? Sen varken ilgimi yalnızca sana verdiğimi ama bugünün başrolünün sen olmadığını, ben olduğumu. Bu yüzden gitmek istiyorsun."


"Burak 14 yıl! Sen 14 yıldır bu eve gelmedin ve geldiğinde de konuşulan konu benim mesleğim ile hayatım olmamalı."


"Kelebeğim sen..." 


"Bugünün konusu sizsiniz! Ama konu hassas ve kaçma aracı olarak da beni kullanıyorsunuz. Senin ne tepki vereceğini bilmediklerinden konuyu da açamıyorlar. Bu yüzden de senin açman gerekiyor. Sonuç olarak... Bugün ailenle vakit geçirme günün."


Duvara yaslanan Burak, sevgilisini belinden tutarak kendisine çekti.


"İkidir aynı şeyi yapıyorsun. Benim ailem sensin Kelebeğim. Bunu anlaman için illa resmiyet mi gerekiyor?"


Sevgilisine bakan Hilal yutkundu. Kalp atışları hızlanan genç kız öylece yeşillere kilitlenmişti. Konuşamayacak kadar çok dumura uğramıştı.


"Bu sefer de bu isteğini kabul ediyorum Kelebeğim ama kesinlikle bir üçüncüsüne izin vermem. Haberin olsun!"


Hilal, başını sallayarak adamı onayladı. Onun bu hali Burak'ın gülmesine neden olmuştu. Kızın burnunu sıktıktan sonra konuştu.


"Bildiğin şeyi duyduğun halde neden böyle kal geldi. Nefes al nefes."


"İmalarda bulunup duruyorsun sonra..."


"Neyin imasıymış bu?" dedi Burak kaşlarını havaya kaldırarak. Gözleri muziplikle parlıyordu.


"Sevdiğini ilk itiraf eden kişi zaten benim! Evlilik teklifini de mi benden bekliyorsun? Eğer öyleyse söyle de hazırlık yapayım. Ben birileri gibi îmalarda bulunmam, cesurca direkt söylerim."


Ağzını açıp kapatan Burak, hiçbir şey diyemeyerek öylece kaldı. Böyle bir çıkışı kesinlikle beklemiyordu.


"Yaşadığın şeyi duyduğun halde neden böyle kal geldi. Nefes al nefes." dedi Hilal gözlerindeki intikamcı bakışlarla.


"Sen inanılmazsın Asena'm. Gerçekten inanılmaz."


"Bunu yeni mi anladın Alfa'm?"


Kızın ukala bakışlarına ukala sesinin de eklenmesiyle birlikte Burak, kısık sesli bir kahkaha attıktan sonra kızın yanağına bir öpücük kondurdu.


"Seninle hayatım hep eğlenceli Asena'm."


Sırıtan Hilal başını aşağı yukarı salladı.


"Bence de!" 


🦋 


"Sultan anamı nasıl da ikna ettin öyle? Sen çok tehlikeli bir kızsın Hilal!"


"Yani ne yaptım ki? 'Yarın kahvaltıya geleceğim!' dedim, kabul etti ve izin verdi."


"Pek o kadar da kısa olmadı gibi ama özet geçiyorsak, haklısın." dedi Salih tebessüm ederek.


İkili, bir süre sessizce sokakta yürüdüler. Kısa süre sonra Hilal sordu.


"Evinin Sultan ninelere bu kadar yakın olması tesadüf değil di'mi?"


"Değil, Burak için tutmuştum. Gerçi o hergele 14 yıldır ayak basmadı ya bu şehre."


Ellerini montunun cebine sokan Hilal iç geçirdi.


"Onu orada bıraktım ama aklım onda. Bugün gerçekten... Çok yorucu bir gündü. Şu an Sakarya'da olduğuma, tüm bunların yaşandığına inanamıyorum."


"Hangimiz inanabiliyor ki?" diye mırıldandı Salih.


Aralarında yeniden bir sessizlik oluşurken, Hilal bu sessizliğin de mutfaktakiyle aynı olduğunu fark etti. Rahatsız edici değil, huzur vericiydi. Tekrarı yaşanan bu durum, genç kızın garibine gitmişti. Normalde böyle sessizlikler, zoraki muhabbetlerle doldurulmaya çalışılırdı ancak ikisi de buna yeltenmiyordu. Çünkü tuhaf bir şekilde ikisi de yaşanan bu sessizlikten hoşlanmıştı.


Görüş alanına giren parkla birlikte Hilal'in dudaklarında kocaman bir gülümseme belirdi. Onun bu durumunu gören Salih güldü.


"Burak bir salıncak aşığı olduğundan bahsetmişti."


"Bana da, senin de benden bir farkının olmadığını anlatmıştı." dedi Hilal adama dönerek.


"Bizim benzerlik 3 oldu sanırım ha?"


"Ohoooo. O benzerlikler daha da çoğalır bence Salih amca. Sen ve Burak birbirinize benziyorsunuz. Burak ile benim de ortak çok noktam olduğuna göre... Bizim benzerlikler kesin çoğalır."


"Çoğalsın kızım çoğalsın." diyen Salih'in dudaklarından istemsizce şu cümleler dökülmüştü.


"Hep bir kız babası olmak istemiştim."


Adamın sesindeki acıyı duyan Hilal, ona bir bakış attı.


"Valla ben profesyonel bir şekilde Burak'ın çevresindekileri ele geçirdim. Seni de kendi babam yaparım ohh mis! Delirsin biraz Burak Bey." diyerek şakıyan kızın amacı, adamı içinde bulunduğu depresif ruh halinden çıkartmaktı.


Salih'in gülmesiyle görevinde başarılı olduğunu fark eden kız devam etti.


"Ama bak eğer benim babam olacaksan Burak'ı önce süründüreceksin. 'Kızıma neler yaşatmışsın vermiyorum onu sana.' falan de hatta."


"Burak'ın seni kaçırmasını mı istiyorsun Hilal? Yapar bilirsin!"


"Hain! Oğlunun tarafını tutuyorsun resmen. Evlatların arasında ayrımcılık yapıyorsun." dedi Hilal sahte bir öfkeyle.


"Şimdi gerçek olduğunu düşünelim. Burak seni istemeye gelse ve ona 'Kızıma neler yaşatmışsın vermiyorum onu sana.' desem öylece durup oturur musun yani?"


"Yooo beni kaçırmasına yardım ederim." dedi Hilal gülerek.


Bu durum karşısında Salih kahkaha atmıştı.


"Bir de kalkmış beni ayrımcılıkla suçluyorsun!" diyen Salih, elini kızın beline koyarak parka doğru yönlendirdi.


"Sallanacak mıyız?" diye sordu Hilal dudaklarında kocaman bir gülümseme belirirken.


"Evet ama çok değil. Hava soğuk. Hasta olmanı istemem. Anlaştık mı?"


"Anlaştık anlaştık!" diyen Hilal büyük bir sevinçle yeşil salıncağa doğru koşarak oturdu.


Yavaş yavaş sallanmaya başlamıştı ki arkasından itilmesiyle birlikte şaşkınlıkla güldü.


"Salih amca?" 


"4 yaş varsayımını devam ettireyim dedim." dedi Salih, genç kızı biraz daha sallarken.


"Heee öyleyse... DAHA HIZLIIIIII!"


Küçükken babasına yaptığını yapan genç kız bir kez daha bağırdı.


"ÇOOOK DAHA HIZLIIII... UÇUR BENİ AYA!"


Salih, bu çılgın kızı biraz daha sallarken gür bir kahkaha atmıştı.


"Hadi sen de bin!" dedi Hilal küçük bir çocuk gibi.


Küçükken babasına ve annesine bu cümleyi çok kurardı ama ikisi de hiçbir zaman bu isteğini yerine getirmemiş ve salıncağa binmemişti. Bu yüzden de Salih'in onu ikiletmeden yanındaki salıncağa oturması genç kızıı heyecanlandırmıştı. Koca adamın dakikalar içinde hızlanmasını izledi büyük bir eğlenceyle.


"Var mısınız yarışa Hilal Hanım?"


"VARIM!" 


İkili, kahkahalar eşliğinde uzun bir süre sallandılar. Salih bazen atak yaparak Hilal'i geçti, bazen de yavaşlayarak genç kızın öne geçmesine izin verdi. Bolca neşeyle geçen dakikalardan sonra ikisi de salıncaklarını yavaşlatsalar da inmek için herhangi bir harekette bulunmamışlardı.


"Sallanmayı sevmenin özel bir nedeni var mı Salih amca?" diye sordu Hilal merakla adama bakarak.


Kendisininki gibi ela olan gözlerdeki buruk ifade, sorusuna cevap vermişti.


"Var. Abimle çok sallanırdık. Böyle az önce seninle yaptığımız gibi yarışlar yapardık. Ondan sonra... İlk defa seninle sallandım böyle. Canımın yanacağını düşünmüştüm ama hoşuma gitti. Onu anmış gibi hissettim. Az önce şuradaki lambanın altında gülerek bizi izlediğini, izlediklerini, hayal ettiğimi söylesem beni akıl hastanesine kapattırır mısın?"


Adamın sesindeki acıyı duyan Hilal'in boğazında bir yumru belirirken fısıldadı.


"Başın sağ olsun."


"Dostlar sağ olsun. Yıllar oldu aslında ama... O acı hiç geçmiyor. Hele de tüm sevdiklerin aynı anda elinden kayıp gidince."


Hilal, acıyla dolup kızaran elalara bakamayarak gözlerini kaçırdı. Nedendir bilinmez adamı üzgün görmek canını yakmıştı. Yine de... Sormaktan kendini alamadı.


"Nasıl oldu?" 


Bu soruya sorduğuna şaşırdı kaldı. O her zaman sessiz kalıp karşısındakinin ona anlatmasını beklerdi. İlk defa bile isteye karşısındakinin özel hayatına direkt dahil ediyordu kendisini.


"18 yaşındaydım. Harp okuluna daha yeni girmiştim. Beni ziyarete geldiler. Birlikte... Birlikte mükemmel vakit geçirdik. Yola çıktıktan birkaç saat sonra..." duraksayan Salih, Hilal'e baktı. Hayatının en berbat hikayesiydi ve kimseye anlatmazdı. Yine de kendi gözlerine benzeyen kızarık ela gözleri görünce anlatmaya devam etti.


O ela gözlerdeki acıydı buna sebep olan. Yanındaki küçük kız, acısını üstlenmişti. Ve bu durumdu Salih'in anlatmaya devam etmesini sağlayan.


"Telefon geldi. Aklımın ucundan bile geçmedi biliyor musun? Bilseydim o ahizeyi aldığımda hiç kimsesiz kalacağımı... Asla elime almazdım! Sarhoş sürücünün birisi Sungurlu mevkinde... Arabamıza çarpmış! Abim ve babam..."


Sesi titreyen Salih gözlerini kapattı.


"Daha orada ikisi de can vermişler. Beni arayan hastaneden birisiydi. Annem... Annem ameliyata alınmış. 12 saat! Tam 12 saat boyunca ameliyathanenin önünde bekledim. Başaramadı. O gün her şeyden vazgeçmiştim. O morgdaki dördüncü dolaba girmeyi kafaya koymuştum. Beni Sinan kurtardı. O zamana kadar okulda birkaç kez karşılaşmış, merhaba merhaba seviyesinden öteye gitmemiştik. Ben ilk sınıfım, o ise son sınıf... O gün bana ailesinin ailem olduğunu, böyle bir saçmalık yapmamamı söyledi. Onlarca şey söyledi. Bir şekilde beni ikna etti. O günden sonra abim oldu ama... Ona asla abi diyemedim. Sadece bir kere, hayatımı değiştiren bir görevden döndüğümde söylemiştim. Onda da beni ikinci kere ölümden kurtardı zaten."


Sessiz kalan adam yanındaki kızın tüm bu bilgileri sindirmesini bekledikten sonra konuştu.


"Bu yüzden... Burak yanıma ilk geldiğinde onu en iyi anlayan kişi bendim. Onun durumu benden kat be kat beterdi. Daha 11 yaşında küçücük bir çocuktu. Üstüne üstlük öylesine bir olay da yaşamıştı. Ben de yıllar önce Sinan'ın beni kurtardığı gibi onu kurtardım. Onu kabuslarından çekip çıkartamadım belki ama yaşamasını, hayatta kalmasını sağladım."


"Benim için..." diye mırıldandı Hilal.


Gülümseyen Salih başını sallayarak kıza baktı. Onun yüzündeki ıslaklığı fark ettiğinde kaşlarını çattı.


"Ağladın mı sen?"


Hilal, küçük bir çocuk gibi başını salladı.


"Sevgilin beni vurur seni ağlattığımı duysa. Hadi kalk soğuk oldu iyice, eve gidelim." diyerek ayağa kalkan Salih dağıldığını hissetmişti.


Bu küçük kızın onun için ağlaması neden canını bu kadar yakmıştı ki?


Birkaç adım atmıştı ki kolundan tutan Hilal'le birlikte duraksadı.


"Salih baba?"


Duyduğu hitap kalbine saplanırken yavaşça arkasını döndü.


"Sarılabilir miyim?"


Soruyu duyan Salih'in gözünden bir damla yaş süzülmüştü.


Başını hafifçe sallayan Salih'in kollarını açmasıyla birlikte Hilal, adamın kolları arasına girerek sımsıkı sarıldı. Yaralarını iyileştirme isteğiyle...


Salih, kızın sarılışına karşılık verirken yıllar sonra ilk defa kalbindeki sızının hafiflediğini hissetmişti.


Nasıl ve neden bilmiyordu ama bu kız kendisine iyi hissettiriyordu. Çok iyi hem de...


Ve yine zorlanarak yazdığım bir bölüm. Psikolojik olarak beni en çok yoran bölümün New York bölümü olduğunu söylemiştim ya... Sanırım ödülü artık bu bölüm aldı. Yazarken birkaç kez tıkandım çünkü çok canım yandı. Ayrıca hayalimdeki sahneleri size geçirebilecek miyim, söze dökebilecek miyim diye çokça endişelendim. Özellikle de mezarlık sahnesinde...


Bölümü yazarken eklemek istediğim bazı yerler vardı. Mesela Burak'ın montunu Hilal'in üzerinde gördüğünde verdiği tepki, araba yolculuğu, Sinan ve Emre'nin sevdikleriyle konuşması/mezarlık sahnesi ya da Enver ve Sevda'nın gerçeği öğrendiklerinde verdiği tepki... Akşam yemeğini de detayıyla yazmak isterdim. Fakat finali istediğim gibi bitirebilmem için izlediğim bir kurgu bütünlüğü var ve ben bunun dışına çıkamıyorum.


Çıkmaya kalkarsam çok uzayacak olaylar çünkü yukarıda söylediğim her sahnenin bir giriş, gelişme, sonuç bölümü olmalı. Ve yazarsam da hakkıyla yazmak isterim, geçiştirmek hiç benlik değil.


Bu yüzden de bu sahneleri ikinci kitapta ansızın göstermeye karar verdim 😁. Küçük bir altyapı ile çağrışım yaptırıp yazarım büyük ihtimalle 😀.

Loading...
0%