Yeni Üyelik
54.
Bölüm

54. Bölüm- Sevdanın Diğer Adı; Salih Ege Aslan

@yasminiesa

⚠ UYARI ⚠ 


Lütfen bölüme başlamadan önce peçetelerinizi hazırda tutun ve mümkünse bölümü yalnız okuyun 😅. Acının dozunu arttırmak istiyorsanız aşağıdaki şarkılar eşliğinde okuyabilirsiniz. Bölümün ilk 10K'sını Ahmet Kaya şarkılarıyla devamını da diğer şarkılarla yazdım. Moda uygun hüzün...


⚠ DİKKAT ⚠ 


Bu bölüm yazarın Salih Ege Aslan'ın hikayesine girip çıkamamasıyla sonuçlanmıştır. Hem ruhen, hem bedenen hem de kelime bakımından çıkamadım valla 🙈. Bölüm taslaktayken bile açıp açıp defalarca kez okumama bakılırsa binlerce kez okuyacağım bir bölüm olacak. Neden? Çünkü ben kendine acı çektirmeye bayılan bir mazoşistim 🙄🤧🤣.


Bölüm 27.855 kelime ve baştan uyarayım bunun yarısından fazlası Salih. Kesinlikle bu kadar detaylı yazacağımı tahmin edemiyordum (her zamanki gibi.). Ciddi anlamda çıkamadım hikayeden biliyor musunuz? Bir an 'Yeter artık kızım hadi Burak ve Hilal yaz.' dedim. Burak'ın bakış açısına geçtim sonra bir baktım yine Salih'e dönmüşüm. İstemsizce hep ona döndüm. Öylesine derin bir karakter ki... O babacan gülüşünün arkasında ne acılar gizli ne acılar 😭.


Bölüm bittiğinde eminim ki multimedyadaki şiirin ve şarkının anlamını iliklerinize kadar hissedeceksiniz 🤧.


Bir gün 'Nereden bileceksiniz?' şarkısının Burak için yazılmış olduğunu söylemiştim. Yanılmışım! Burak'a da oldukça fazlaca hitap etse de, şarkı bizzat Salih Ege Aslan için yazılmış. Durup durup sözlerine dikkat kesiliyorum ve nasıl böylesine denk gelebilir tüm kelimeler diye hayrete düşüyorum.


Bu bölüm sürüyle hikayeye uyan şarkı var. Her şarkı ayrı ayrı çağrışım yaptırdı.


Bölümü yazarken sıkça dinlediğim şarkılar;


-Ahmet Kaya 'Nereden Bileceksiniz?'

-Ahmet Kaya 'Penceresiz Kaldım Anne'

-Sezen Aksu 'Seni Kimler Aldı?'

-Sezen Aksu 'Sorma' 

-Sezen Aksu 'Yalnızca Sitem' (Doymadım Doyamadım)

-İzel 'Kızımız Olacaktı'

-Burcu Güneş, Selami Şahin 'Ben Bir Tek Kadın Sevdim'

-Eylem Aktaş 'Söyleyemedim'

-Zeynep Dizdar 'Vazgeç Gönül'

-Deniz Seki 'Adaletsiz Seçim'


Hikayeyi Melek'in ağzından kısmen biliyoruz. Bir kadın olarak empati yaptığımızda canının ne denli yandığını, neler yaşadığını hatırlayıp üzülüyoruz. Hatta Salih'e kızıyoruz. Ama kızmayın benim Ege'me. O sadece sevdiğini korumaya çalışıyordu.


İşte karşınızda sevdanın kitabını yazmış o adam.


SALİH EGE ASLAN! 


🌙


Yatsı namazını kılan Hilal, duasını ettikten sonra soluğu mutfakta almıştı.


Salih Aslan o kadar düzenliydi ki Hilal ihtiyacı olan her şeyi anında bularak çayı demlesi. Çay bardaklarını hazırlayıp, dolapta bulduğu ve çok sevdiği fındıklı gofretleri tabakalara alırken gülümsedi.


Bir ortak nokta daha...


Yarım saat önce parkta yaşananları hatırlayan genç kız, dudaklarındaki tebessümün silindiğini hissetti. Adamın canının yanması canını yakmıştı. O acı dolu sesi ve hüzünlü gözleri gördüğünde, canı acımasın istemişti. Bunun için ne yapabileceğini düşünürken aklına gelen tek şey sarılmak olmuştu.


En büyük teselli olan sarılmak...


Eve geldiklerinde genç kız, hızlıca ocağa çay suyunu koyarak namaz kılmaya geçmişti. Amacı, duygu karmaşasıyla dolu Salih Aslan'ı biraz kendi haline bırakmaktı.


'Ne diye hitap edeceğimi bilemediğimden, düşüncelerimde bile Salih Aslan diyorum.' diye düşündü Hilal derin bir nefes alarak.


Parkta o anki duygusallıkla 'Salih baba' demişti adama. Dudaklarında gülümseme beliren Hilal gözlerinin parladığını hissetti. Sevmişti bu hitabı. Bir ağaca benzettiği Salih Aslan'ın kendi ağacı olması düşüncesi hoşuna gitmişti. Adamın kendisini koruduğu hissi çok güzel gelmişti. Bir de bunu 'Oğlunun sevgilisi' olduğu için değil de 'Hilal' olduğu için yapması ayrı anlamlıydı.


Diğer taraftan bakıldığında, Hilal de Burak'tan dolayı değil o an istediği için söylemişti o 4 harfli kelimeyi.


Peki şimdi Hilal, adama Salih amca demeye devam mı edecekti yoksa Salih baba mı diyecekti?


Genç kız, ânın getirisiyle söylediği hitabı devam ettirmek istese de tereddütte kalmıştı. Kendisi istiyordu da, Salih Aslan istiyor muydu acaba?


"Hayırdır Karadeniz'de gemilerin mi battı?"


Kulağının dibindeki ses ile yerinden sıçrayan genç kız, elini hızla atan kalbinin üzerine götürdü ve isyanla konuştu.


"Ödüm koptu Salih Bab..."


Cümlesini yarıda kesen Hilal, çekinerek yanındaki adama bir bakış attı.


"Tam şu an emin oldum. Bana bir yabancıymışım gibi çekingen bakışlar atmandan hiç hoşlanmıyorum. Tamam şunun şurasında birkaç kez görüşmüş olabiliriz ama ikimiz de birbirimizi tanıyoruz. Burak'tan, Sinan'dan, Emre'den seni çok dinledim ve senin bana karşı herhangi bir durumda çekingenlik ya da mahcubiyetlik hissetmeni istemiyorum. Ayrıca... Parkta bana öyle seslenmeni sevdim kızım." diyen Salih sevgiyle gülümsemişti.


Adamın dolu dolu, içten bir şekilde kızım demesi karşısında Hilal gülümsedi. Geldiğinden beri Ferdi dede ayrı, Sultan nine ayrı kızım diyordu. Sinan dayının da öyle hitap ettiği çok olmuştu. Yine de, hiçbirinde karşısındaki adamda hissettiği mutluluğu hissetmemişti. Hilal'in içinde, adama karşı beslediği ve gün geçtikçe çoğalan bir muhabbet(sevgi) vardı.


"Ben de sana öyle seslenmeyi sevdim Salih baba." diyerek gülümseyen Hilal aklına gelen şeyle gülmeye başladı.


"Burak kesin 'Bana ait olan her şeye el koyuyorsun.' diyerek uğraşacak benimle."


"Bak bu konuda hemfikiriz onunla. Seninle uğraşmak çok eğlenceli."


Salih'in cümlesi üzerine Hilal gözlerini kısarak ona baktı.


"Bence hiiç değil! Benimle niye böylesine uğraşıyorsunuz onu da anlamıyorum ya."


"İnsan sevdiğiyle uğraşırmış ya. Biz de bu yüzden seninle çokça uğraşıyoruz işte."


Duyduğu cümle Hilal'in dudaklarında kocaman bir gülümsemeye neden olmuştu.


"Eee Gelin Hanım. Hazır değil mi çay?"


"Az önce kızındık, şimdi Gelin Hanım olduk ha? Tarafını çok güzel belli ediyorsun Salih baba. Gerçekten." dedi Hilal tripli bir sesle.


"O Burak hergelesi olur da seni üzmeye kalkışırsa o zaman tarafımı görürsün sen."


Bunu duyan Hilal gülen gözleriyle adama baktı.


"Diyorsun?"


"Diyorum tabii. Hadi sen gofret tabağını al ben de çaydanlıkla beraber tepsiyi alayım."


"4 yaş varsayımı devam yani?"


"Ben varken ağır işi kendinizin yapabileceğinizi düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz Hilal Hanım."


Hilal, dudaklarındaki kendini beğenmiş gülümsemeyi gizlemek için uğraşmadı. Salih babası tarafından şımartılmak hoşuna gitmişti.


"Tamam o zaman." diyerek cıvıldayan genç kız gofret tabağını eline alarak salona doğru yürümeye başlamıştı.


Salih neşeyle yürüyen kıza baktıktan sonra gülerek laf attı.


"Hayırdır Asena, ceylan gibi sekiyorsun? Hatlar mı karıştı?"


"Kelebek gibi oradan oraya konan Asena sekişi o bir kere." dedi Hilal bilmiş bir şekilde.


"Hiç de altta kalmazmış. Burak'ın işi zor valla."


"Asıl benim işim zor! Bir Alfa'yı evcilleştiriyorum ben." diyen Hilal koltuğa oturdu. Tepsiyi önlerindeki sehpaya bırakan adam da kızın yanına oturarak bedenini ona doğru döndürdü.


"Çok da iyi altından kalkıyorsun kızım. Şu an burada olduğunuza gerçekten de inanamıyorum."


"Sanırım o inanamamazlık hâli hepimizde mevcut. En çok da Burak'ta." diye mırıldanan Hilal'in gözleri boşluğa dalmıştı.


Şu an ne yapıyordu acaba? 


"Ferdi babamlardan gelmek için herkesi karşına aldın ama aklın orada sanırım."


"Yalnız aklım değil. Kalbim ve ruhum da." diye fısıldadı Hilal hafif bir tebessümle.


"Güzel sevenlerdensin kızım. Kimden öğrendin böyle güzel sevmeyi?"


Çayına yarım çay kaşığı şeker atan Hilal ona gülümseyen adama baktı.


"Bilmiyorum. Şahit olduğum öyle büyük bir aşk yok aslında. Burak'taki gibi bir durum yaşamadım. Annem ve babam, yani beni büyüten babam, iki aşık değil de iki dost gibiydiler. Anneannem, dedemden büyük bir sevgiyle bahsederdi ama dediğim gibi şahit olmadım." diyen Hilal düşünceli bir şekilde fısıldadı.


"Annem... İnkar etse de babamı, öz babamı, çok sevmiş. Ben annemden babamı dinleyerek büyüdüm aslında. Sesinde hissedilen sevgiyi saklayamıyordu. Şimdi anlıyorum ki gözlerindeki acıyı da saklayamıyormuş. Bu yüzden de her zaman 'Anlatacağım ama önce gözler! Uyku moduna geçiyoruz Çok Bilmiş.' derdi. Gözlerini görmeyeyim diye. Ama sanırım bu 'Büyük Aşk' kategorisine girmiyor."


"Neden girmiyor?" diye sordu Salih, kızın hüzünle bakan gözlerini incelerken.


"Aşk karşılıklı olan bir şey. O adamın annemi aynı şekilde sevip sevmediği belli değil. Bu yüzden girmiyor."


"O adam... Lafın gelişi söylerken baba diyorsun ama ondan bahsederken baba diyemiyorsun sanki?"


Gözlerini kaçıran Hilal ellerine baktı.


"Bazen insanların psikolog modumdan neden bu kadar nefret ettiğini anlıyorum. Can yakan konuları eşelemek acı veriyor."


"Bu durumu öğreneli uzun bir süre olmadı mi? Hâlâ mı öteliyorsun?"


"Ötelemeyip de ne yapacağım Salih baba? Annem zamanında, hamile olduğunu öğrendiğinde onu çok aradığını söyledi ama bulamamış."


"O zamanlardan bu zamana çok şey değişti, başta teknoloji. Ayrıca sıradan bir insanın aramasıyla bizim gibilerin araması farklı olacaktır."


Başını önüne eğen Hilal parmaklarıyla oynarken mırıldandı.


"Burak da öyle dedi. Ama hazır hissetmiyorum."


"Ne zaman hazır hissedeceksin? Ya da şöyle sorayım... Bu tarz durumlarda hazır hissediliyor mu ki?" diye sordu Salih şefkatli bir yaklaşımla.


Hilal, kızaran gözlerini kırpıştırarak fısıldadı.


"Şimdi en azından 'Belki beni tanısa sever.' diye düşünüyorum. Ya gerçekte tanıştığımda bu umut da elimden giderse? Çok saçma belki ama... Tanımadığım adamın beni sevmeme ihtimali canımı yakıyor. Şu zamana kadar hayatımda değildi, varlığını bile bilmiyordum ama şimdi ona çok değer biçtim. Yaptığım bir davranışta 'Acaba o da böyle yapar mı? Bir benzerliğimiz var mı?' diye düşünürken buluyorum kendimi. Böyle yaparak kendi kendime kurdum da kurdum. Ve bu kurgularım gerçekleşmediğinden ortaya çıkacak hayal kırıklığını yaşamak istemiyorum."


"Bu şekilde kendini çok yıpratmıyor musun? Bilmeyerek onlarca kurgu yazmak yerine öğrendikten sonra duruma ayak uydurman daha kolay olmaz mı?" diye sordu Salih düşünceli bir şekilde.


"Öyle. Zaten bu ilk round'du. Onun savaşını verdim."


"Nasıl yani?" 


"Tam bir şeyi aşıyorum, tamam diyorum hazırım. Öğreneceğim! Hiç düşünmediğim bir şey geliyor aklıma. Her şeye sil baştan başlıyorum. Korktuğum için bahaneler uyduruyorum belki de ama..." diyen Hilal başını öne eğip mırıldandı.


"Oldukça gerçekçi ve can yakan bahaneler."


"Mesela? Örnek vermek ister misin?"


Elindeki çay bardağıyla oynayan Hilal iç geçirdi. Burak bu konuyu açmaya kalktığında bir şekilde öteletmişti ama Salih'e aynısını yapamadı.


"Geçenlerde fark ettim. Babamı hiç tanımasam da annesi ve babası boşanan çocuklar gibiyim ben de." diyen Hilal fısıldayarak devam etti.


"Bir gün ikisinin tekrardan evlenmesinin ve birlikte bir aile kurmanın hayallerinde boğuluyorum."


Gözünden bir damla yaşın düştüğünü hisseden Hilal, Salih'in teselli edercesine elini tutmasıyla birlikte kızarmış ela gözlerini ona çevirdi.


"Ve bu çok saçma! Evlenmiş olabilir hatta... Belki çocukları bile vardır. Adamın beni isteyip istememesinden çok daha farklı bir konu bu. Benimle alakalı değil. Yine de ister istemez düşünüyorum. Ya evlenmişse? Ben onu bulduğumda hayatıma dahil olacak. Sık sık annemle karşılaşacaklar. Annem, onun evlenmiş olmasını kaldırabilir mi? Nefret ettiğini söylese de öyle olmadığını biliyorum. Hâlâ onu unutamamış, hâlâ onu deliler gibi seviyor. Evlenmemiş olsa bile, adamın onun sevgisine karşılık vermemesi de onu ayrı yıkar. Fakat hiçbiri bu hayalin imkansızlık nedeni değil. Tam olarak neler yaşandı bilmiyorum ama... Annem onu asla affetmez! Benim annem çok despottur. Kuralcı, katı, siyah-beyaz düz bir insan. Ama geçen gün bana eskiden rengarenk olduğunu ve o adamın ondan renklerini çaldığını söyledi. Kendimden pay biçiyorum. Burak, New York'tayken ne hâle gelmiştim. Sonra annemi düşünüyorum. Tüm ömrünü, gençliğini yitirmiş, acılarla büyümek zorunda kalan genç bir kız. Bunu düşününce buna sebep olduğu için o adama kızıyorum. Sonra da diyorum ki bu onların arasındaki bir mesele. O adan benden değil annemden boşandı. Benim varlığımı bilseydi belki de gerçekten de çok sevinirdi."


Tüm düşüncelerini karışık bir şekilde sıralayan genç kızın içinde yaşadığı fırtına hissediliyordu.


"Ve sonra da bu durum canımı yakıyor." diye mırıldandı Hilal.


"Hangi durum? Sevinecek olması mı?" diye sordu Salih kaşlarını çatarak.


Kısık bir sesle "Evet." diye mırıldanan Hilal devam etti.


"Ben çok mutlu bir çocukluk geçirdim Salih baba. Korktuğumda kollarına koştuğum bir babam vardı. Ne olursa olsun onun arkamda olduğunu biliyordum. Bana olan yoğun sevgisini her zaman hissettim. İnkar edilemeyecek bir gerçek var ki o benim ilk aşkım. Son yıllarda giriştiği işlerden dolayı birkaç kısıtlama getirmesi ya da küçüklüğümden beri eve bir yabancı aldırmamış olması bana yaptığı babalığı değiştirmez. Aslı çok eleştirirdi bazen paranoya düzeyine gelen kısıtlamalarını. Yabancılara karşı çok hassastı mesela. Çoğunlukla bunun işinden dolayı gelen bir hassasiyet olduğunu düşünürdüm. Ortada çok büyük bir meblağ dönerdi ve beni kaçırmalarından korkardı. Küçükken böyle bir şey yaşanmış çünkü."


Duyduğu şeyle Salih araya girdi.


"Küçükken kaçırıldın mı?"


"Yok kaçırılmadım ama denemişler. Hayal meyal hatırlıyorum. 6 yaşındaydım. Evde misafir vardı, biz çocuklar da dışarıdaydık. En büyükleri 13 yaşında diye dışarıda oynamamıza bir şey dememişlerdi. Ben yine biraz daha kendi halimde takılıyorum. Fark etmeden bahçe çıkışına fazla yaklaşmışım o sırada da yabancının birisi bana yaklaştı. O olaydan sonra daha dikkatli oldum ama o zamanlar herkese büyük bir sevgi pıtırcığıydım. Elinde poşetler vardı ve az ilerideki eve kadar yardım edebilir miyim diye sordu. Ben de topallıyor diye kıyamadım. Halbuki küçücük çocuğun taşıdığı poşet en fazla ne olabilirdi ki? Çocuğum işte anlamadım. Amaçları beni kaçırıp babamdan fidye istemekmiş. Gerçekten de o poşeti aldım, bahçe sınırından dışarı çıktım. Diğer çocuklar her şeyden bihaber. Birkaç adım gitmiştim ki babamı gördüm. Öyle bir geliyordu ki... Hem öfkeli hem korkmuş. Hayatım boyunca o kadar çok korktuğu bir ânı hatırlamıyorum. Yanımdaki adam onu görünce kaçmaya çalıştı. Ben de babamı öyle görünce bir şey olduğunu anladım ve 'Lalin!' diye bağırdım. Lalin bizim komşu köpeğiydi ama kendi köpeğim gibiydi. Beni çok severdi. O adamı işaret ettiğimde anında adamın yolunu kesti hırladı falan. Sonra babam yetişti zaten. Sonuç olarak polis falan derken fidye olayını öğrendik. O günden sonra başladı babamın bu aşırıya kaçan kontrolü. Evin her yerine kameralar takıldı, evin bahçesini korumalar kapladı. Beni servisten aldı, özel bir şoför ile okula gidip gelmeye başladım. Ben o olayı unutsam da o asla unutmadı. Hatırlıyorum da uzun bir süre geceleri yanıma gelip yanımda sabahlamıştı. Dışarıdan bakıldığında sadece parasını umursayan, mal varlığı için korumalarla gezen bir adam gibi gözüküyordu fakat olay asla öyle değildi. Bu imajı bilerek oluşturduğunu fark ettiğimde liseye yeni başlamıştım. Babam bana verdiği değer anlaşılır da bana bir zarar gelir diye çok korkuyordu. Gözünden bile sakındığıydım ben onun."


Derin bir nefes alan Hilal biten çaylarını doldurdu.


"Geçenlerde onu ziyarete gittiğimde bu konu açıldı. O gün yanımdaki adamı bir anlığına öz babam zannetmiş. Doğduğum andan itibaren o adamın gelip beni ondan ayıracağı korkusuyla yaşamış. 'Bencillik ama durum bu. Benim bu hayattaki tek varlığım sensin kızım.' dedi bana. Sırf bu yüzden annemle yıkılmış olan evliliklerini sürdürmeye devam ettiğini söyledi hatta. Annemle boşanırlarsa ve bir gün gerçeği öğrenirsem onunla ilişkimi keserim diye."


"Sen böyle bir şey yapmazdın." diyerek araya girdi Salih. Hilal'in karakterini, neye ne tepki vereceğini bilebilecek kadar çok dinlemişti onu Burak'tan, Sinan'dan.


"Yapmazdım. O da çok iyi biliyor bunu zaten. Yine de korkuyordu. Kimsesizdi o. Annesini daha 4 yaşındayken kaybetmiş. Babası desen paragözün teki. Sevgi sıfır. Bizzat söylemedi ama annemden önce hayatına biri girmiş sanırım. Yani girememiş daha doğrusu. Çok sevmiş birisini ama hayat onlardan yana değilmiş ve sevdiği başkasıyla evlenmiş."


"Fazla ortak noktamız var babanla." diye mırıldandı Salih. Sesindeki acıyı duyan Hilal ona bir bakış attı. Konunun kendine döneceğini hisseden Salih hemen konuşmanın başını hatırlatarak sordu.


"Peki öz baban hakkında söylediğin şey. Onun varlığını öğrendiğinde sevinmesinin hikayedeki yeri ne?"


"Ben bir baba özlemi çekmedim. Ama o..."


Başını önüne eğen Hilal gözlerini kapattı. Hiç tanımadığı bir adam ile empati yapıyordu.


"Benim ne doğduğum günü gördü, ne ilk adımımı, ne ilk dişimi, ne de ilk kelimemi..."


Gözlerini açarak karşısındaki ela gözlere bakan Hilal hüzünle buruk bir şekilde gülümsedi.


"Biliyor musun? Benim ilk kelimem 'Baba'ymış. Mesela biz tanıştık, öyle konuşuyoruz. Bunu öğrendiğinde yanmaz mı? 'Kızımın ilk kelimesi babaymış ama bana karşı değil.' diye düşünüp üzülmez mi? Bu en küçük örneği Salih baba. Doğum günlerimde, mezuniyetimde, üniversite sınavımda, tercihlerim açıklandığında... Benim için önemli olan günlerin hiçbirinde yoktu. Benim bir babam vardı ve bu yüzden o günlerde hiçbir eksiklik hissetmedim ama o gerçeği öğrendiğinde hissedecek. Onca yıl! Nedeni ne bilmiyorum ama dediğim gibi. O annemden boşanmıştı, benden değil. Bazı şeylerin telafisinin olmadığını düşünecektir ve bu beni üzüyor. Ona göstereceğim çocukluk fotoğraflarımın hiçbirinde yer almıyor. Bir kızı vardı ama o kızının varlığını bile bilmiyor. Bu yüzden de... Onu bulma konusunda sürekli tereddüte düşüyorum. Bir ara 'Kötü biri olsun, iyi biri olup acı çekmesin.' diye düşünecek kadar kafayı yemiştim."


"Tamam da güzel kızım bu onun sorunu. Onun, onların duygularını kontrol altına alamazsın. Annen ve babanın hikayesi onları ilgilendirir. İkisinin de kendi hisleriyle baş edebilmesi gerek. Babanın kaçırdığı zamanı telafisi olamaz maalesef ama bunun savaşını vermesi gereken de yine kendisi. Bak kaç dakikadır konuşuyoruz ve sen kendi hislerinden neredeyse hiç bahsetmedin. Burada vermen gereken normal tepki bu olmamalı Psikolog Hanım. Bunu en iyi sen biliyorsun. Başka insanları düşünmek yerine biraz da kendini düşünmelisin. Yaptığın bu diğergamlık biraz fazla kaçmıyor mu?"


Gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü hisseden Hilal, Salih'in elalarına bakarak fısıldadı.


"Ama o başka insan değil ki. O benim babam."


Salih, kızın kızarmış gözlerine bakarken samimiyetle tebessüm etti.


"Senin ne kadar güzel bir kalbin var. böyle."


Eli hâlâ kızın elinin üzerindeydi. Hilal teşekkür edercesine adamın elini sıktı.


"Bence her şeyi bir kenara bırakıp babanı bulmalısın kızım. Geçmişteki tüm her şeyi kaçırmış olsa da, geleceğiniz hâlâ sizinle. Daha kız istemen vaar, düğünün vaar. Onlardan önce babanı bulup tanımalısın ki hayatının en önemli gününü gerçekten de kaçırmasın."


Hilal, titrek bir nefes aldıktan sonra başını salladı. Salih haklıydı.


"Tamam. Bu konuyu ciddi bir şekilde düşünüp anneme söyleyeceğim. Psikolojikmen hazırlasın kendini. Sonra da Burak ile görüştürürüm bilgileri alırız ve umarım bulabiliriz."


"Umarım." diyen adam çayından bir yudum daha içti. Gözleri her çay içtiğinde olduğu gibi dalarken fark etmeden acı dolu bir nefes almıştı.


Onun bu durumu Hilal'in dikkatini çekmişti. Bir süre sessiz kaldıktan sonra dayanamayarak sordu.


"Ne oldu Salih baba?"


Adamın kendisine dönen hüsran dolu düşünceli gözlerini gördüğünde işi şakaya vurarak konuştu.


"Hayırdır beğenmedin mi gelininin çayını?"


Onun niyetini anlayan Salih gülümsemeye çalıştı.


"Kızımın çayını beğenmez olur muyum? Sadece..." diyen adam sustu.


"Anılar hatırlandı sanki?"


"Hiç çıkmıyorlar ki hatırlansın."


Salih'in kederli mırıltısını duyan Hilal'in elalarını hüzün bürümüştü.


"Anlatmak ister misin?"


Kızın sorusu Salih'in derin bir nefes almasına neden olmuştu.


"Pek sayılmaz."


"Ama bana sözün var. Hastanedeyken, bir gün anlatacağını söylemiştin." dedi Hilal. Bu ısrarı yapmaması gerektiğini bilse de Burak'ın 'Bir gün onunla geçmişi hakkında konuşmanı isterim.' dediği zamandan beri tek düşüncesi bu yaralı adamla konuşmak olmuştu. Belki yaralarını iyileştiremezdi ancak çok çok az da olsa merhem olabileceğini düşünüyordu.


"Evet. Söylemiştim ama kısmen anlatırım demiştim."


"Tamam. Sen de kısmen anlat."


"Nedense seninle konuşmaya başlarsam kısmen ile kalmayacağını hissediyorum."


Duyduğu cümle, Hilal'in adama bir bakış atmasına neden olmuştu.


"O zaman kısmen anlatma..."


Kızın çekingen bir sesle kurduğu cümleyi duyan Salih derin bir nefes aldı.


"Söylemiştim. En son anlattığımda ciddi anlamda dağılmıştım."


Sessiz kalan Hilal, adama öylece baktı.


"Anlatırsam ne değişecek? Hiçbir şey! Bu yüzden gere..."


"Seni tanımış olacağım. Gözlerin bir yere daldığında nedenini bileceğim ve ona göre teselli etmeye çalışacağım."


"Beni tanımak..." diye mırıldanan Salih hüzünle kıza baktıktan sonra devam etti.


"Beni tanımanı istemiyorum sanırım. Yaptıklarımı öğrenmeni..."


"Burak bana çok büyük bir vicdan yorgunluğun olduğunu söylemişti. Hikayeni ilk duyduğunda 'Ben bunu yapamam' dediğini ama asker olduğunda seni anladığını söyledi. Senin binlerce kişinin hayatını kurtardığını. Yaptıklarım derken... Askeriyeyle alakalı bir şey değil mi?"


Salih, kendisine bakan ela gözleri inceledi. O gözlerdeki duygu merak değil, endişeydi. Çok yoğun, saf bir endişeyle harmanlanmış büyük bir hüzün.


Salih, elindeki çay bardağını bıraktıktan sonra acı dolu bir sesle konuştu.


"Ben hiçbir zaman çay seven bir insan olamadım. Tercihim hep kahveden yanaydı. O ise... O tam bir çaykolikti."


Dudaklarında bir gülümseme beliren adam derin bir nefes aldı


"Tek başına oturup kocaman bir demlik çayı bitirdiğine defalarca kez şahit oldum. Bana koyduğu bardaktan birkaç yudum aldıktan sonra yarısını anca içerdim. Tabii her seferinde sitem. 'Bir insan nasıl çay sevmez. Çok saçma!' derdi."


Salih'in sesinde, büyük bir acıyla harmanlanmış kocaman bir özlem vardı. Bunu duyan Hilal konuyu yumuşatma isteğiyle konuşmaya dahil oldu.


"Haklı bir sitemmiş. Ben de anneme yıllardır aynı şeyi söylüyorum. Benim gibi bir çay aşığının, çaydan zerre hoşlanmayan bir kadının kızı olduğunu biliyor muydun?"


Salih, Hilal'in muzip bakışlarına baktı ve şefkatle konuştu.


"Görüyorum biliyorsun değil mi? O muzipliğin arkasına saklanan acıyı görüyorum. Şu an aklında 'Acaba çayı seven kişi babam mıydı?' sorusu dolaşıyor."


"Sen de her şeyi görme be Salih baba. Ayrıca ben söyleyeceklerimi söyledim anlatma sırası sende."


"Canım yanıyor..." diye fısıldadı Salih.


Onun fısıltısını duyan Hilal, tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Hayatında bu denli ızdıraplı çıkan bir ses duymamıştı. Tam 'Anlatma istersen.' diyecekti ki Salih çay bardağını eline alarak konuşmaya başladı. Gözleri bardaktaki çaydaydı.


"Onun için bu hiç sevmediğim çayı sevmeye çalıştım. Kısa sürede de başarılı oldum. Onun için yapabileceklerimin bir sınırı yoktu. Ben onu, onun için ondan vazgeçecek kadar çok sevdim."


Bardağındaki çayı başına dikleyen adam düğümlenen boğazıyla devam etti.


"Bizim hikayemiz, sizin hikayenize benziyor. En büyük fark, sonunun aynı bitmemesi. Diğer bir fark ise... Ben ona kavuşmanın ne demek olduğunu bile bile ondan gittim."


Aklını gül kokulu Meleği dolduran Salih titrek bir nefes aldı.


"Kavuştuğun birini kaybetmek... O hissi anlatamazsın Hilal. Kavuşmadığında hayallerin esiri olursun. Kavuşup kaybettiğinde ise o hayallerde boğulursun. Her salise! Elinin tersiyle ittiğin o hayat her an, tokat gibi yüzüne çarpar. Unutmak istesen... Hangi anıyı unutabilirsin ki? Hayatındaki en mutlu olduğun anları nasıl unutabilir ki insan? Hele de her şeyini kaybetmişsen... Ailemi kaybettiğim gün bir daha asla içten bir şekilde gülemeyeceğimi düşünmüştüm. 18 yaş kendini tanımaya çalıştığın, kişiliğini bulduğun yaşlar ve ben tam o dönüm noktasında bir başıma kalmıştım. Sonraki yıllar bomboştu hayatım. Kendimi hep bir şeylere verdim. Önceleri akademi sonra ise askerlik, çıktığım operasyonlar... Başka hiçbir gayem olmadığı için mesleğimi en iyi şekilde yapmaya çalıştım ve bu gayretimi fark eden komutanlarımın, özel ekip kurulduğunda önerdiği ilk kişilerden oldum. Ekibin en genç iki üyesinden birisiydim. Diğeri de akademiden bir arkadaşımdı... Fetih."


Sesi titreyen Salih elindeki boş bardağı sıkarak gözlerini kapattı.


"Ben 24 yaşlarındayken bir görev aldık. O zamanlar çok ses getiren bir örgüt vardı. Adı Dara'ydı... Hükümdar anlamına geliyor ve ülkemize hakim olarak hükümdar olacaklarını söylüyorlardı. Yaptıkları birçok patlama yüzünden onlarca insanımız şehit oldu. Patlamalar genelde doğuda oluyordu ve oradaki insanları artık evlerinden dışarı çıkmaya korkar hale gelmişlerdi. Amacımız o örgütün liderini bulup indirmekti. Daha doğrusu dağdaki liderini bularak şehirdeki finansçısını öğrenmek ve tüm örgütü yok etmekti. Ekibimiz 7 kişiden oluşuyordu. Hayat, yaşanacaklar için altyapı hazırlıyor olacak ki... Operasyon günü ailemin kaza yaptığı güne denk geldi. Hepsi biliyordu yılın o günü nasıl delirdiğimi. Komutanım izin vermedi göreve gitmeme. Karşı çıktım ama nafile. Zaten ruhumun hasta olduğunu hisseden bedenim de hastalandı. Önceleri halsizlikle başladı, sonrasında da ağır bir gribe yakalandım. Aklım sürekli bizimkilerdeydi ve geçen günler ciddi anlamda bir işkenceydi. Sonunda... Haber geldi! Fakat beklediğimiz iyi haber değildi. Bizimkiler yakalanmış. Dara bunu tüm meydanlarda duyurup hakimiyetlerinin başlangıç günü saydı ve Türkiye Cumhuriyeti ile anlaşma yapmaya kalkıştı. Komikti(!). Onlara istediklerini vereceğimizi düşünmeleri gerçekten de çok komikti. Onlara istediklerini veremezdik ama askerimizi de ellerine bırakamazdık elbette. Kör sağır bir şekilde izlerini sürmeye gitmek istedim ama izin vermediler. Tam o esnada bir haber aldık. Ailesini Dara yüzünden kaybeden bir adamdan... Emmi'den."


Elindeki bardağı biraz daha sıkan adamın gözünden bir damla yaş düşmüştü. Dişlerini birbirine kilitleyen Salih hüsranla konuştu.


"Emmi adıyla muhbirlik yapmıştı. Sonrasında bende öyle kaldı ismi. O benim hem amcam, hem abim hatta... Babam oldu. Görev sırasında konuşabileceğim tek kişiydi. Gerçi... Konuşmama gerek yoktu. O sıcacık gözleriyle bana baktı ve sustuklarımı duydu hep."


Kulaklarında yıllar önceki o günde patlayan silah sesi yankılanırken elinin titrediğini hisseden Salih bardağını tepsiye bıraktı.


"Askerler Emmi'nin yaşadığı yerde dağa kaldırılmış. Daha önce de yardım etmişliği varmış ve o zaman da korkusuzca ihbarda bulunmuştu. Tam o an baskın yapıp askerlerimizi kurtarabilirdik ama Emmi büyük bir şeyler, büyük bir patlama, peşinde olduklarını söylemişti. Bu yüzden de en iyi seçenek... Aralarına sızmaktı. Buna direkt gönüllü olduğumu söylememe gerek yok sanırım?"


Duraksayan Salih acı dolu bir nefes aldıktan sonra mırıldandı.


"Yıllar boyu 'Yaşanacakları bilsem ve o güne geri dönme şansım olsa yine gönüllü olur muyum?' diye sordum kendime."


"Peki cevap neydi?" diye soran Hilal gelecek yanıtı tahmin edebiliyordu. Salih onu şaşırtmadı ve çatlak bir sesle konuştu.


"Olurdum. Onunla geçirdiğim o mutlu günleri yaşamak için, onsuz geçirdiğim ölüm gibi yılları yaşamaya razıyım.' Cevap her seferinde buydu. Onu yaşamama düşüncesi her şeyden daha acı geliyor. Sadece, ona tüm bunları yaşatmak istemezdim. Gerçi... Sanırım o bundan pek de etkilenmedi. Benim onu sevdiğim kadar sevmiyormuş demek ki!"


Salih'in son cümlelerini duyan Hilal, soru dolu gözlerle adama baktı. Adamın sesinde acının yanı sıra hayal kırıklığı ve öfke de seçiliyordu.


Düşünceli bakışlarla çayını dolduran Salih, bir süre sustuktan sonra anlatmaya devam etti.


"Emmi'nin yeğeniydi. Daha gördüğüm ilk an, anneme benzetmiştim onu. O hayat dolu bakışları, meraklı ama utangaç gözleri... O an her şeyin değişeceğini anlamıştım aslında. Hep onu izlerdim. Gözlerim hep onun üzerindeydi. Ama hiçbir zaman bir adım atamadım ona karşı. Ne de olsa görevdeydim. Fakat bir gün... Çok kötü bir şey oldu. Ruhumun buza büründüğü bir olay."


Başını hüsranla önüne eğen adam bardağındaki sıcak çayı eline aldı ve yana yana içti. Şimdi anlatacaklarını hiç anlatmak istemese de yanındaki kızın sessiz sempatisi, dilinin çözülmesine neden olmuştu.


"Gizli görevlerin, içeriye sızmaların, çok büyük bir laneti vardır. Her askerin, polisin bir numaralı kabusu! Başına gelmemesi için her şeyi yapacağı ama... Çoğunlukla yaşadığı bir durum. Seni denerler. Bu da, önüne bir kağıt verip iki soru sormakla olmaz tabii ki. Eline bir silah verilir, karşına da birisi çıkartılır ve... 'Vur!' denilir. Şanslıysan silah boştur ve sen eline aldığında hafifliğinden bunu anlar ve gönül rahatlığıyla tetiğe basarsın. Ve yine şanslıysan karşına çıkarttıkları kişi kötü bir düşmanları olur ve... Az da olsa vicdanını rahatlatırsın." duraksayan adam çatlak bir sesle fısıldadı.


"Ama ben bu dünyadaki en şanssız insandım. O Newroz dene p*ç..."


Hissettiği öfkeyi kontrol altına almaya çalışan Salih kelime seçimlerine dikkat etmesi gerektiğinin bilinciyle sustu. Bir süre sonra boğazındaki yumruyla gözlerini kapatan adam, o güne tekrardan dönmüştü.


"Newroz beni bir mağaraya götürdü. Daha girmeden o mağaranın bizimkilerin tutulduğu mağara olduğunu anlamıştım. İçeri girdiğimde elleri ayakları bağlı, yüzleri gözleri dağılmış arkadaşlarımı gördüm. Newroz pür dikkat yüzümü inceliyor bir açığımı arıyordu. Ama ben bir gün bunun yaşanacağını bildiğim için hazırlıklıydım. Mimik oynatmadım! Buna rağmen tüm hücrelerim Newroz'u ve adamlarını indirip arkadaşlarımı kurtarmak için çırpınıyordu. Fakat planlarını öğrenmeden bunu yapamazdım. Bu yüzden de o itin suyuna gitmek zorundaydım. O kanı bozuk soysuz da elime silahı verdi ve 'Vur!' dedi."


"Kimi?" diye fısıldayan Hilal alacağı cevaptan korkmuştu.


Düşündüğü şey olamazdı değil mi?


"Fetih..." diye fısıldadı Salih büyük bir hüsranla.


"Yaralıydı. Yarasının birkaç haftalık olduğu belliydi. Öylesine uyduruk bir dikiş atılmış, bu yüzden de enfeksiyon kapmıştı. Mantığımın o günle alakalı yüzlerce bahanesi var. Berbat bir haldeydi. En yakın hastane kilometrelerce uzaklıktaydı. O dağdan inip hastaneye yetişmesi imkansızdı falan filan. Fakat hiçbir bahane, hayatına son veren şeyin göğsüne aldığı mermi olduğunu değiştirmiyor. Bu ellerle tetiğine bastığım silahtan çıkan mermi..."


Ellerine nefret dolu bir bakış atan Salih sol gözünden bir damla yaşın düştüğünü hissetti.


"O itin bana silahı ateşle dediği an ile silahı ateşledim an arasındaki süre maksimum 2 dakikadır. Ben o iki dakikada... Aynı anda o kadar çok şeyi düşündüm ki. Silahı elime aldığımda yapmak istediğim tek şey, başıma dayayıp tetiği çekmekti. Her gün ölmektense, bir gün öldürdüm. Ama... Yapamadım. Newroz'un yanında durduğum süreçte planladıkları saldırının ne denli büyük olduğunu çok daha iyi idrak etmiştim. Benim ölümüm, yüzlercesinin ölümü demekti, arkada kalan binlerce kişi demekti. Yapamadım. O insanların katledilmesine göz yumamadım. Bu yüzden de kendimi katlettim. Namlunun ucundaki kardeşimle birlikte..."


Titrek bir nefes alan Salih acı dolu bir sesle devam etti.


"Ben bu düşünceler içindeyken Fetih gülen gözlerle bana bakıyordu. Ölümü o itlerin elinden olmayacak diye seviniyordu. Daha mağaraya girdiğim an bunun olacağını anlamıştı. En başından beri gözleri bas bas 'Yap!' diye yalvarıyordu. Onun yerinde olsam ben de aynısını isterdim. Keşke onun yerinde olsaydım..."


Gözlerinden birkaç damla yaş daha düşen Salih acıyla gülümsedi.


"Bizimki az değildi. Benim yaşayacağım ızdırabı çok iyi biliyordu bu yüzden kurşun kalbine gelse de o an ölmedi. O Newroz denen o*ospu çocuğu 'Ondan kurtul! Bataklığa mı atarsın, uçurumdan aşağı mı atarsın ne yaparsın bilmem cesedi bulunmasın.' dedi ve gitti. Benimle göz göze gelemeyen silah arkadaşlarıma bakmadan Fetih'i sırtlandım. Yoldayken bir şey söylemeye çalıştığını fark ederek durdum. Yaşadığının farkındaydım aslında ama... Son dakikalarını yaşıyordu ve ona bakmayı kaldıramazdım. Konuşmaya çalıştığındaysa göz ardı edemedim. Etrafa bakındıktan sonra onu hızlıca gözden uzak bir yere götürdüm ve yere bıraktım. Çok fazla kan vardı."


Hilal, hıçkırmamak için dudaklarını birbirine bastırırken, yanındaki adam onun bu durumunu fark etmemişti. Salih Ege Aslan o an Sakarya'daki evinde değil, o gündeydi.


"Gözlerini açarak bana baktı. Hani insan çok acı çektiğinde ya da ölmek üzereyken bakışlarını sabitleyemez ya, Fetih öyle değildi. Tam gözlerimin içine bakıyordu. Ruhuma bakıyordu. Benden özür diledi. Katilinden özür diledi! Bana 'Hastanelere bombalı saldırı düzenlemeyi planlıyorlar. 3 büyük şehirdeki en büyük hastanelere. Nerede, nasıl, ne zaman bilmiyoruz. Sen yüzlerce hatta binlerce insanı kurtardın Teğmenim. Sakın kendini suçlama ve o saldırıyı mutlaka durdur Salih.' dedi. Deliler gibi acı çektiği belliydi ama gülümsüyordu. Nefes nefese kalmasına rağmen devam etti. 'O şerefsizlerin elinden ölmeme izin vermediğin için çok teşekkürler kardeşim. Rabbime şükürler olsun ki şehitlik nasip etti. Vatan sağ olsun da gerisi mühim değil.' Son sözleri buydu. Anamla, babama iyi bak bile diyememişti. Bazen diyorum onları bana emanet etmek mi istemedi diye ama... Öyle olmadığını biliyorum. Zaten ailesine gözü gibi bakacağımızı biliyordu. Bilinen bir şeyi söylemeyi lüzumlu görmedi. O an önemli olan Vatan'dı. Masum insanlar... Vurmak zorunda kaldığım kardeşim kollarımda öldüğünde tepki bile veremedim. O an normal bir insanın bağıra çağıra haykırması gerekirdi. Gerçi normal bir insan en başında o tetiği asla çekemezdi. Normal bir hayatta insan katiline teşekkür eder miydi? Etti! İnsan maktulünü kendi elleriyle gömer miydi? Gömdüm. Kendimi de onunla birlikte gömdüm. Fakat Gül Kokulum beni o mezardan çekip çıkarttı. Yani büyük bir kısmımı. Ömrümün sonuna kadar bir parçam hep o mezarda gömülü olarak kalacak."


Başını önüne eğen Hilal'in gözyaşları peşi sıra düşerken Salih derin bir nefes alarak devam etti. Adam, kızın ağladığının hâlâ farkında değildi.


"Eve dönerken bir çeşmenin yanında durdum ve elimdeki kanları, toprağı yıkadım. Ya da durmadım... Bilmiyorum. Belki de köye kadar geldim ve orada yıkadım elimi, evde bile yıkamış olabilirim. Hatırlamıyorum. O mağaradan çıktıktan sonra kaç dakika geçti, ne kadar yürüdüm, ne yaptım hiç bilmiyorum. Onu gömdüğüm yerden eve nasıl geldim, evi nasıl buldum onu bile bilmiyorum. Hatırladığım tek şey irkilerek, kan ter içinde yatağımda uyandığım. O an... Kısa bir an her şeyin korkunç bir rüya olduğunu düşündüm. Tüm bedenimin baştan ayağa sızlıyor olmasının bir anlamı yoktu. Her şey bir kabustu. İnandım biliyor musun? Gerçekten de her şeyin bir kabus olduğuna inandım. Başka türlüsü nefes aldırtmıyordu çünkü. Fakat kaçışım uzun olmadı. Banyodaki kanlı ve topraklı kıyafetler gerçekleri ruhuma ruhuma sapladı. Haftalar sonra, onu ziyarete gitmeye cesaret edebildiğimde, 3 gün boyunca mezarını aradım. Bütün tepelere baktım ama hiçbiri o gün gittiğim yer değildi. 3. günün sonunda buldum. Diğer köye kadar gitmişim. 15 km! O günü hatırlamaya çalışıyorum da... Neredeyse 6 saat yol yürümüşüm ama bende hiçbiri yok. Tamamen bir pus."


Hüzünle gülümseyen adam, o günlerinde sürekli yanında olan 19 yaşındaki genç Meleğini hatırlayarak özlem dolu bir sesle mırıldandı.


"Ben böylesine bir haldeyken geldi o. İtiraz edemedim, gül kokusuna teslim oldum. O gün teslim olmuş olsam da görevdeydim ve o Newroz itinin ne denli cani olduğunu herkesten daha iyi biliyordum. Bu yüzden de ondan uzak durmaya çalıştım. Taa ki... Onun zaafım olduğu anlaşılana kadar."


Hilal, kalbindeki acıyla adamı dinlemeye devam etti.


"Fetih'i gömdüğüm o an demiştim ki 'Hayatımın en berbat günü bu olmalı. Daha fazlası olamaz."


Alayla gülen Salih başını iki yana sallayarak acıyla konuştu.


"Nereye olamazmış. O an aslında bir başlangıçmış. Meğer o gün sonsuz ızdırabımın başlangıç noktasıymış! Bilemedim. Aklımda tek şey Gül Kokulum'u, o Newroz itinden korumaktı. Aslında tam o an, onu başka bir şehre göndertmeliydim. Ama... Yapamadım. Benden uzakta olduğu sürece onu koruyamam bahanesine sığındım. Gitmesini istemiyordum. Beni hayatta tutan da, o berbat görevde insan olarak kalmamı sağlayan da oydu. Gitmesin istedim. Beni bırakmasın... Ve bu kararla ikimizi de yaktım."


Yanındaki çaydanlığa bakan Salih dakikalar sonra bakışlarını Hilal'e çevirdi. Onun kırmızı gözlerini gördüğünde buruk bir şekilde gülümsedi.


"Daha hikayeye yeni başlamıştım halbuki Ay Kız. Hemen de ağladın mı?"


"Hikayenin yeni başlamış hâli buysa ileride neler olacağını tahmin bile edemiyorum." diye fısıldadı Hilal.


Kendi kendine gülen Salih ızdıraplı gözlerle kıza baktı


"Ben de edemezdim. Aldığım kararın sonuçlarının bu kadar yıkıcı olacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Yine de az önce de dediğim gibi... Her şeyi değiştirme şansım olsa ben yine onu yaşamayı seçerdim."


Hilal, yanındaki adamın aşkının büyüklüğü karşısında hayrete düştüğünü hissetti. Kendisine 'Ne güzel seviyorsun.' diyen adam, resmen sevginin kitabını yazmıştı.


"Peki aldığın karar ona asker olduğunu açıklamak mıydı?"


Soruyu duyan Salih kahırla iç geçirdi.


"Bunu ona söyleyemezdim. Sırrımın onunla güvende olacağını bilsem de o kansızların yanına her gittiğimde tetikte durmasını istemiyordum. Hatta bilseydi, büyük ihtimal onların yanına gitmemi istemezdi. Daha çok gençti ve ben ona durumu anlatsam bile anlayamazdı. Herkes Asker Yâri olmayı kaldıramıyor, o da kaldıramazdı. Ölme ihtimalimi bile bile beni o itlerin yanına gönderemez, beni kaybetme tehlikesiyle baş edemezdi. Bu yüzden söyleyemedim. Ne olursa olsun... Operasyonu tehlikeye atmayı göze alamazdım ben Hilal. Kardeşlerim aylardır mağarada işkence görüyordu. Fetih bu uğurda şehit düşmüştü. Benim ellerimde! Ayrıca bahsedilen 3 büyük şehir İstanbul, Ankara ve İzmir'miş. Patlama hastane binasında yapılacak, çevre de zarar görecek... Ölü sayısı kaç olurdu bilmiyorum ama yaralı sayısı binler olacaktı. Yani benim 'Aşık oldum, görevi falan boş verip yoluma devam edeyim.' deme lüksüm yoktu. Onca canın sorumluluğu ruhumu kaplarken günümü gün edemezdim."


Hilal, yanındaki adama baktı. Bu hikayede, Salih Aslan baştan sona çaresizdi.


"Peki o karar neydi?"


"Onunla evlendim." dedi adam çatlak bir sesle.


Genç kız, büyük bir şokla adama baktı.


"Karın mıydı yani?"


"Karımdı." diye fısıldadı Salih büyük bir hüsranla. Aklını, onunla yaşadığı onlarca anı doldurmuştu yine.


Hilal, şaşkınlık dolu bir nefes aldı. İkisinin yalnızca birbirlerini sevdiklerini ve sevgili olup ayrıldıklarını düşünmüştü. İşin ucunun evliliğe vardığını hiç düşünmemişti. Şimdi neden Salih'in 'Kavuştuğun birini kaybetmek...' dediğini anlıyordu. Adam gerçekten de kavuşmuş fakat kaybetmişti.


Hikayenin sonunun hüzünlü bittiğini bilen genç kız, neler yaşandığının merakıyla adama baktı. Onun bakışlarını geri çevirmeyen Salih, sesindeki gülümsemeyle konuştu. Onu, onunla geçirdiği günleri hatırlamak bile adamın mutlu olmasına yetiyordu.


"Her şey fazla hızlı gelişmişti fakat ikimiz de birbirimizi sevdiğimiz için bunu önemsemedik. Derme çatma eski bir evi tuttuk. Öyle yanımda bir para da yoktu. Emmi yardım etti, köydekiler yardım etti. Bir şekilde içinde soba yanam 'Bizim' diyebileceğimiz bir evimiz oldu. Adam akıllı bir yatak, tek bir divanımız vardı. Dolabımız bezden, kap kacak hep birilerinden yardım. Çamaşır makinesi ya da bulaşık makinesi mi? O da ne?.. Yine de tüm bunlara rağmen bir kere bile şikayetçi olduğunu duymadım. Her zaman mutlaka bardağın dolu tarafını görürdü. İnsan ömrünü şerefsiz kovalamaya adayınca hep olayın en kötüsünü düşünüyor. 18 yaşından beri hep bu tarz insanların yanındaydım ve bu yüzden de onun neşesi her zaman beni şaşırtırdı. Ne olduğunu bile anlamadan bir aileye sahip oldum. O karım, annesi annem, Emmi de babam oldu. Her şeyin bir ilizyon olduğunu bilsem de âna kaptırmamak elde değildi. Onlara olan duygularım yalan değildi ve her şey bittiğinde gerçekleri açıklayıp af dileyecektim. Ona hak ettiği şekilde bir ev alacak, istediği gibi üniversiteye gitmesini sağlayacaktım. Ama hiçbiri olmadı."


Titrek bir nefes alan Salih elini yumruk yaptı.


"Bir gün Newroz iti geldi ve ondan boşanmamı söyledi. Hedeflerimiz büyükmüş bizim yerimiz aile evi, kadın koynu değil; dağlar, tepelermiş."


"Ne?" diye fısıldadı Hilal kocaman açtığı gözleriyle.


"Bu da ikinci sınamaydı. Değerlimi daha değerli yaptıktan sonra benden almak! Rica ya da istek değildi. Düpedüz bir tehditti. Eğer ben kendi isteğim ile onu boşayıp dağa çıkmazsam onu dağa çıkaracağını ve her türlü çıkmak zorunda kalacağımı söyledi. O itler karımla karşılaşmasın diye her şeyi yaparken o or*spu çocuğu bana böyle söyledi. Yine hiçbir şansımın olmadığı bir durumdaydım. Tepki versem durum anlaşılacak. Yani elbette tepki verdim ama bu tepki karımı da alıp oradan si*tir olup gitmek olamıyordu."


Başını öne eğen Salih dişlerini sıktı.


"Küfürler için gerçekten çok üzgünüm kızım ama... Aradan geçen yıllara rağmen o ite olan nefretim de, dayattırdıklarına olan öfkem de geçmiyor. Geçemez de zaten. Yaşattıklarının kahrını hâlâ çekiyorum."


"Önemli değil." diye mırıldandı Hilal kısık bir sesle.


Konuşmanın başında 'Anlat!' diye ısrar eden genç kız şimdi anlatılanları sindiremediğini hissediyordu.


"Böyle bir hikaye beklemiyor muydun?" diye sordu Salih onun bu durumunu fark ederek.


Gözleri kıpkırmızı olan genç kız boğazındaki yumruyla başını iki yana salladı.


Başını öne eğen Salih "Muhteşem finali duymadan bu haldeysen..." dedikten sonra derin bir nefes alarak devam etti.


"Yapmak zorunda kaldığım son şeyi duyduğunda bana yine baba diyebilecek misin bakalım?"


Bunu diyen adam, hikayeye devam etmek için ağzını açmıştı ki Hilal çakmak çakmak gözleriyle araya girdi.


"Bir dakika, bir dakika!"


Onun bu ani ve keskin çıkışı Salih'in başını kaldırarak ona bakmasına neden olmuştu.


"Oradan bakınca zorunda kalınan bir şey için sevdiğim bir insanı eleştirecek birisi gibi mi görünüyorum? Zorunda kalınılmasa dahi insanlara yaptıklarından dolayı etiket yapıştırıp, hitap değiştirecek biri miyim ben Salih baba?"


Gözlerinde çok yoğun bir sevgi beliren Salih, dolan elalarıyla birlikte kıza baktı ve başını iki yana salladı.


"Kesinlikle değilsin. Sen karşındaki insanı asla yargılamadan dinleyen ve o kocaman kalbine o kişiyi yaptıklarıyla/hatalarıyla alabilen koca yürekli bir kızsın."


"Ahh ne de kızını tanıyan bir baba." dedi Hilal dudaklarındaki kocaman gülümsemeyle. Onun gülümsemesini gören Salih'in dudaklarında da bir tebessüm belirmişti. İsteği zaten bu olan kızın dudaklarındaki gülümseme mümkünmüşçesine daha çok büyüdü.


Demlikteki çaydan kendisine bir bardak daha çay koyan Salih çayından birkaç yudum aldıktan sonra hüsran dolu bir nefes aldı. Hikayenin en boktan kısmına gelmişti. Elindeki bardağı bırakmazsa elinden bir kaza çıkacağını hisseden adam usulca bardağı tepsiye bıraktı ve anlatmaya devam etti.


"O itin söylediklerini duyduğumda ilk düşündüğüm şey onu köyden göndermekti. Emmi'ye ulaşırsam her şeyi halledebilirdim. Ama Newroz kafasına koymuştu. Mutlaka onu boşamamı sağlayacaktı. Köy yerindeydik ve her şey aceleye gelmiş resmi nikahımızı daha gerçekleştirememiştik. Bu biraz bahanemdi aslında. Resmi nikah gerçek kimliğimin deşifre olması anlamına geliyordu ve ben buna izin veremezdim. Bu yüzden de bu şartlarda boşanma için o iki kelimeyi 'Boş ol!' kelimesini 3 kere söylemek yeterliydi. Şu zamana kadar onca şey yaşadım... Asıl yangınım o gündü. Cayır cayır yandım ama dışarıdan bakıldığında gaddarın önde gideniydim. Newroz elime bir telsiz tutuşturdu. 'Git onu boşa! Herhangi bir katakulli yapmaya kalkarsan o güzel karına neler yapabileceğimizi tahmin edersin.' dedi. Orada bir yumruk patlattığım doğrudur. Tercihim cebimdeki çakıyla ciğerini delmekti ama etrafta adamları vardı ve... Ölümüm hem patlamadaki insanların hem de ailemin ölümü anlamına gelirdi. Benden sonra intikam için Newroz'un onlara ne yapacağını bilmezken böyle bir şeyi yapamazdım. Hani dedim ya Fetih'i öldürdüğüm gün gittiğim o yoldan bihaberim diye... O günde tam tersi oldu. Attığım her adımı hatırlıyorum. Gerçekten aradım Hilal. Beynim patlayana kadar düşündüm. Bir çare aradım, başka bir yol aradım. Ama yoktu. Yok! Yok! O işin içinden sıyrılabileceğim hiçbir durum yoktu. Önce evimiz girdi görüş alanıma sonra da evin 3 metre uzaklığında duran adamlar. Newroz ona olan, davama(!) olan bağlılığımı ölçecekmiş yaa... Her şeyi hazırlamış."


Salih tüm bedeni buz keserken devam etti.


"Dışarıda çamaşır asıyordu. Beni gördüğünde gülerek yanıma doğru yürümeye başladı. Daha yanıma ulaşmadan bende bir gariplik olduğunu fark ederek hızlandı. Elimi uzatsam dokunabilirdim. Kendime çekip sımsıkı sarılabilirdin. Ya da... Son bir veda öpücüğü verebilirdim. Hiçbirini yapamadım. Onu boşadıktan sonra her şey bitecekti, biz diye bir şey kalmayacaktı. Ben de gidip o Newroz itinin planlarını baltaladıktan sonra da beni öldürmesini izleyecektim. Bu yüzden de benden sonra onun hayatına devam etmesini istedim. Benden nefret ederse, bir şekilde yeni bir hayat kurabilirdi."


Hilal, Burak'ın da kendisine aynı şeyi yaptığını hatırladı. O da bu düşüncelerle soygunu onun üzerinden gerçekleştirmişti. Tek fark geçmişinin esiri olan Burak'ın hür iradesi ile gitmeye karar vermesiydi. Salih Aslan'ın ise gitmekten başka hiçbir çaresi yoktu.


"Ona, onu aldattığımı söyledim. Beni kısıtladığını, onun yüzünden hayatımı yaşayamadığımı, o kutu kadar köyde evli olduğum bilindiği için istediğim kızla birlikte olamadığımı... Daha niceleri. Şu an sana söylemeye bile hayâ edeceğim imalarda bulundum ve gözlerimin önünde bakışlarının değişmesini izledim. Önce büyük bir şok, sonra inanamamazlık sonra da büyük bir acı."


Gözlerini kapatan Salih'in gözünden bir damla yaş düştü.


"O an öyle bir andı ki, benden uzaklaşması için her şeyi yapabilirdim. Deliler gibi korkuyordum ve tüm hücrelerim de bu korkunun esiri olmuştu. Gül Kokulum'un saçının teline zarar gelse dünyayı yakacakken, kendi ellerimle onu o itlerin yanına yaklaştırmıştım. Onu korumalıydım. Ne olursa olsun! İkimizi yakıp yıkmış da olsam çok daha kötü şeylerin önüne geçmek için yapmıştım bunu. Newroz'un hiçbir zaman şakası olmamıştı. Dediğini yapardı. Bu yüzden de tüm o sözleri söyledim. İşin garip yanı... Söylediğim her şey hem çok büyük bir yalan hem de safi gerçekti. 'Bırak artık peşimi!' derken ciddiydim. Bırakmalıydı yoksa zarar görecekti. 'Bu saatten sonra seninle olamam.' derken de doğruları söylüyordum, 'Beni unut!' derken de. Bu yüzden afalladı ya zaten. Sözlerimin arkasındaki doğruluğu görmüştü. O gün ona tonlarca şey söyledim. Söylemediğim... Söyleyemediğim tek bir cümle vardı. 'Seni sevmiyorum.''


Yumruklarını sıkan Salih yanındaki kıza bir bakış attı. İkisinin de ela gözleri kırmızıydı.


"Diyemedim! Onun gözlerinin içine baka baka 'Seni sevmiyorum!' diyemedim. Onu istemediğimi, onu aldattığımı söyledim ama o kelimeyi, o yalanı söyleyemedim. Sonrası apar topar gerçekleşti zaten. Tüm bunların şokunu atlatmamışken Newroz'un istediğini gerçekleştirdim ve karımı boşadım. Sonra da telsizi her şeyi dinleyen o itin... Eline verdim. Newroz'un adamları bile böyle bir şey beklemiyordu biliyor musun? Adamlar çok uzun bir süre bana bakışlar attılar, tetikte beklediler. Newroz'a bir zarar vermemden korkuyorlardı. Belki de hayatımın tek şanslı olduğum ânı o zamanlarda gerçekleşti. Newroz ile aynı söz hakkına sahip Adar adında bir adam geldi. Newroz ile birbirlerinden de pek hazetmiyorlardı. O gelir gelmez ilk işim ona bid'at etmek ve onun adamı olmaktı. Newroz tek kelime edemedi. Adar ise davam uğruna yaptığımı öğrenmiş beni sağ kolu haline getirmişti. Davam uğruna yapmıştım doğru. Ama ikimizin hiçbir zaman aynı davadan bahsetmediğini anladığında, son nefesini veriyordu."


Soğuyan çayını dikleyen Salih derin bir nefes aldı.


"O günden sonra ruh gibi dolaştım etrafta. İstenileni istenildiği şekilde yapıyordum ve gerisinde suskunluk. Arkadaşlarımın bulunduğu mağarayı ayda bir değiştiriyorlardı bu yüzden de onlara hiç ulaşmaya çalışmamıştım. Fakat Adar mağaraya giderken beni de alıyordu. Hiç unutmam. O mağaraya ilk girdiğim gün benimle göz göze gelen komutanımın irkilişini... Gözlerimde nasıl bir ifade vardı bilmiyorum ama gözleri fal taşı gibi açılırken başını önüne eğmişti. O günden sonra mağaraya gittiğimde bir kez bile olsun başımı çevirip onlara bakmadım. Adar gerçeği çakar diye değil, arkadaşlarımın gözlerindeki ifadeyi görmemek için. Aylar birbirini kovaladı. Onu boşadığım gün, Emmi'nin yanına berbat bir halde gitmiş 'Newroz beni tehdit etti. Karımı boşadım. Onu bu köyden gönder. Mümkünse yurt dışına. Bir süre onunla iletişimini kesersen sevinirim. Sonra da, sen de git buradan. Aklımın sende kalmasını istemiyorum... Baba.' demiştim. Bu yüzden de odaklandığım tek şey görevimdi."


Kullandığı baba lafzı tüm tüylerini diken diken ederken, bir kez daha kulaklarında patlayan silah sesi yankılandı.


"Sonunda Dara'nın planını öğrendim. Finansçılarının da birden fazla olduğunu, kimler olduğunu çözdüm. Sonrası çorap söküğü. Emmi gittiği için başka bir muhbire ihtiyacım vardı ve aşağı köyde yedek bir muhbirimiz vardı. Eski askerdi hatta. Adar bana artık tamamen güveniyordu. Bu yüzden hiç sorun olmadan ona ulaştım, planlarını anlattım ve Ankara'ya iletmesini sağladım. Patlamanın yapılacağı gün büyük bir hevesle hücre evinde haberleri takip eden adamların, patlama yaşanmadığında yüzlerinde görülen ifade... Kesinlikle görülmeye değerdi. Bundan sonrası çok hızlıydı. Finansmanlarının yakalanması karşısında tam anlamıyla kaçacak delik aradılar. Diğer şehirden Dara'nın hatrı sayılır bir üyesi geldi. Kimin hain olduğunu araştırdıklarını ve en yeni üyenin ben olduğumu, benden şüphelendiklerini söylediler. Adar, büyük bir şokla bana baktı. Gözlerime baktığı anda gerçeği anladığını biliyordum. Tam o an onu delil deşik ettiler. Sıra bana gelmişti ki... Bir anda kendimi bir çatışmanın ortasında buldum. En son hatırladığım şey bacağımdaki yanmaydı."


"Bizimkiler miydi?" diye sordu Hilal duraksayan adama bakarak.


"Maalesef hayır. Bulunduğum yer o zamanlar terörün çok aktif olduğu bir yerdi ve askerlerin oraya girmesi teknik olarak intihardı. Ayrıca benim yerimi bilmiyorlardı. O sıralarda çok yer değiştirdik."


"Kimdi peki?" 


"Newroz." dedi Salih büyük bir nefretle.


"Nasıl? Neden seni kurtard... Senden intikam almak için." dedi Hilal gerçeğin farkına vararak.


"Dara'nın finansal çöküşü hayallerinin suya düşmesine neden olmuştu ve tüm Dara üyeleri buna neden olanları bulmak için çırpınıyordu. Beni Adar'ın yanında bulsalar da örgüte ilk alan kişi Newroz'du ve arananlar listesine girmiş, başına ödül konmuştu. İntibasını kaybetmeyi geçtim, hayatını kaybetmek üzereydi. Bu yüzden o da... Tüm bunlara sebep olan benden intikam almaya çalıştı. Aldı da."


Son cümlesini büyük bir hüsranla kuran adam yanındaki kıza baktı. Sonunda hikayenin berbat ötesi finaline ulaşmıştı.


25 Yıl Önce


"İyi misin?"


Salih soruyu soran Nadir'e bıkkın bakışlarla baktı.


"Bu soruyu sormaktan bıkmadın mı?"


"Hiç iyi gözükmüyorsun Salih."


"Bu saatten sonra lügatımda o cümleye yer yok. Boşuna soruyorsun. Hiçbir zaman 'İyiyim!' cevabını alamayacaksın benden."


Aradan geçen 2 ayda Salih'in günlük konuştuğu kelime sayısı maksimum 50'ydi. Zaten adamın tüm günü Newroz'un ve adamlarının yaptığı işkencelerle ve dövülmekle geçiyordu. Onun bu hâli tim arkadaşları tarafından büyük bir endişeyle karşılanıyordu fakat Salih'in bunu umursadığı söylenemezdi.


"Nerede olduğumuzu öğrendiniz mi? Yahya iyileşir iyileşmez gidiyoruz." dedi komutanları olan Soner.


Salih, komutanına bir bakış attıktan sonra önündeki konserveye dönerek yemeğine devam etti.


"Salih?"


"Hmm?" 


Salih'in bu cevabı karşısında askerler bakıştılar.


"Neredeyiz?" diyen Soner öfkelendiğini hissediyordu.


"Gideceğiniz zaman söylerim."


"Gideceğimiz?" diye tekrarladı Soner üstüne bastıra bastıra.


"Heee. Gideceğiniz. Ben dönmeyeceğim. Benim gitmeyi planladığım yer başka."


"Hadi yaa! Neresiymiş orası?" diyen Soner artık iyiden iyiye çileden çıkmıştı. Salih'in yaşadıkları zor diye alttan almıştı ama genç Teğmen'in karşısındakinin bir Yüzbaşı olduğunu ve o yüzbaşının da komutanı olduğunu hatırlaması gerekiyordu.


"Yeter artık! Bir kendine gel Salih. Fetih'i vurmak zorundaydın. Sen vurmasan da ölecekti zaten. Günlerce yanımızda inim inim inlemesini dinledik biz. Sen acısına son verdin. Aynı zamanda yüzlerce, binlerce insanı kurtardın. Başka çaren yoktu."


'Başka çaren yoktu.' cümlesi kulaklarında yankılanırken ruhunu Gül Kokulusu doldurmuştu.


'Hayır. Söylediklerine inanmıyorum. Sen... Sen beni aldatmazsın.'


'Beni ne kadar tanıyorsun da bu yorumu yapıyorsun acaba? Tanışalı 1 yılı bırak yarım yıl bile olmadı.'


'Hayır. İnanmıyorum Ege. Yalan söylüyorsun. Sen bana bunu yapmazsın.'


'Sıkıldım Melek. Tek eşlilik hiç de benlik değilmiş. Her çiçekten bal almak varken bir çiçekte takılı kalmak çok sıkıcı. Hayır bir de o çiçek işe yarasa bari. Çoğu zaman yatağımdaki kütük mü yoksa kadın mı anlayamıyo...'


Ege yanağında hissettiği tokatla birlikte buz gibi olan bakışlarını Melek'e çevirmişti. Karısının gözlerinde nefret ve iğrenme vardı.


İşte böyle! Bana böyle bak. Nefret et benden. Gittiğimde, peşimden gelmeye kalkma ve git bu köyden. Hayatında hiç olmamışım gibi... Eğer beni aramaya kalkarsan zarar görürsün. O şerefsizlerin sana bakışları bile beni çıldırtırken sana herhangi bir şey yapmaları düşüncesi... Git Meleğim. Git Gül Kokulum. Git benden. Sana daha fazla zarar vermeden... Git!


"Evet! Başka çarem yoktu." diye fısıldadı Salih. Sesi kendini ikna etmeye çalışırcasına çıkmıştı. Karısını boşadığı andan itibaren tek düşündüğü şey 'Belki de başka çarem vardı.' cümlesiydi.


"Tamam işte! Sen de diyorsun. Başka çaren yoktu. Fetih'i vurmak zorundayd..."


Salih, boş gözlerle Nadir'e baktıktan sonra alayla güldü.


"Siz benim neden yandığımı

nereden bileceksiniz?" 


Elini yumruk yapan adam her zaman yaptığını yaparak konserve kutusunu ezmişti. Konservenin keskin kenarlarının elini kesmesiyle birlikte gülümsedi.


Elini kesen konserve kutusuyla Fetih'i öldürmenin bedelini, gördüğü işkencelerle de karısına o sözleri söyleyerek boşamasının bedelini ödüyordu.


Kendisine saf endişeyle bakan arkadaşlarını umursamayan Salih, ayağa kalktı ve her zamanki köşesine giderek kabuğuna çekildi. O saatten sonra mağarada bomba patlasa duymazdı adam. Yine, yeni ve yeniden vicdan mahkemesinde boğulmaya başlamıştı çünkü.


🌙


Salih, sabırsız bakışlarla mağaranın diğer kısmına baktı. Newroz 3 gündür ortada yoktu.


"Ne karıştırıyor bu p*ç?" diye mırıldanan adam öfkeli bir nefes aldı. Adamları bugün geleceğini söylemişti. Ayağa kalkan Salih mağarada volta atmaya başladı. 3 gündür saat başı bu voltaya maruz kalan arkadaşları derin bir nefes aldılar.


"Bize neler olduğunu anlatacak mısın?"


Nadir'in sesi mağarada yankılanırken Salih'in adımları durdu.


"Ne olmuş?" 


"Ben de onu soruyorum. Bu hâle gelmene ne neden olmuş olabilir?"


Bakışlarından büyük bir acı geçen Salih kesik bir nefes aldı. Ruhu yine geçmişteki günlerden birine giderken öylece durdu.


'Ege'm. Kocacığım. Aşkım. Bitanem.' diyen Melek yatakta uyuyan kocasının yanına geldi.


'Ne istiyorsun Melek?' diye sordu Salih gözlerini açmadan.


'Yuh. Öküz! Gidiyorum ben.'


Bu tepkiyle kahkaha atan Salih, karısını elinden tutarak yatağa doğru çekti. Yatağa düşen kadının üzerine çıkması saliselerini almamıştı.


'Kalk.' 


'Ups. Yanlış kelime Gül Kokulum.' diyen adam, karısının dudaklarına bir öpücük bıraktı.


'Kızdım. Kalk! '


'Duble mi? Hem yasaklı hem de yanlış kelime Gül'üm.' diyen adam bir kez daha karısının dudaklarına yönelmişti.


Adam geri çekildiğinde gülümsememeye çalışan Melek, gözlerini ela gözlere dikerek bir kez daha 'Kalk!' dedi.


'Ama karıcığım böyle bakmamalısın. Bir de inadına inadına yanlış kelimeyi söylemiyor mu? Bak böyle yaparsan annem geldiğinde bizi yatakta bulur. Demedi deme.'


Derin bir nefes alan Melek, adama bir bakış attı.


'Ya senin bakışlarını yanlış okuyorum ya da sen şu an ciddi ciddi 'Umurumda değil.' diyorsun Meleğim.' dedi Ege büyük bir hayretle.


Melek, kocasına baktıktan sonra gülerek mırıldandı.


'Gerçekten de diyorum sanırım.'


'Gerçekten mi? Annemleri arayıp evin çatısının çöktüğünü söylüyorum o zaman.'


Melek, kahkaha attıktan sonra başını iki yana salladı.


'Hayır ama ben sana kızgın...'


Kadın, dudaklarında hissettiği dudaklarla birlikte cümlesini tamamlayamadı. Kısa süre sonra karısının dudaklarından ayrılan Ege sevgiyle ona baktı.


'Yasaklı kelimeyi kullanıyorsun yine. Kocaya kızılır mı hiç?'


'Kızmama izin vermiyorsun ki zaten!' diye mırıldanan Melek bu durumdan gram şikayetçi değildi.


'Vermem tabii! Kocaya kızılmaz Melek Kız.'


'Ama kızdırıyorsun!' dedi Melek isyanla.


'En büyük stratejik silahım o benim. Sana 'Ama ben sana doyamadım hadi gel yanıma.' deseydim Bana 'Annemler gelecek Ege saçmalama lütfen.' diyecektin. Ehh yasaklı kelimeyi kullanmanın cezası belli olduğundan ben de seni kızdırdım Meleğim, Şimdi senin de saçmalamanı sağlıyorum işte.' diyerek sırıtan adam tekrardan karısına doğru yaklaştı.


Melek'in elini göğsüne koyarak kendisini durdurması ile şaşkınca ona baktıktan sonra hafifçe geriye çekildi.


'Ne oldu?'


'Annemlere çatının çöktüğünü ve yarın gelmelerini söyleyeceğim.'


'Ne?'


'Çatı çöktü desem tüm köyü toplar gelir büyük ihtimalle. Neyse ben bulurum bir şey."


Karısının ciddi olup olmadığını çözmeye çalışan Salih yavaşça onun üstünden kalktı. Bir yandan da oyuna getirilip getirilmediğini anlamak için kadını inceliyordu.


'Ciddiyim.' diyen Melek, Ege'nin dudaklarına bir öpücük bıraktıktan sonra gözlerindeki muziplikle fısıldadı.


'Bekle beni kocacığım.'


"Salih? Salih? Beni duyuyor musun?"


Gözlerini kapatan Salih titrek bir nefes aldı. Yine bir anı girdabına düşmüştü. Hep böyle mi olacaktı? Çağrışım yaptıracak herhangi bir şey olmasa bile onu mu hatırlayacaktı sürekli?


Aklına Nazım Hikmet Ran'ın şiiri geldi.


🖋 Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,

Dünyanın en güzel sesinden

En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...

Fakat artık ümit yetmiyor bana,

Ben artık şarkı dinlemek değil,

Şarkı söylemek istiyorum. 🖋


Salih ne ümit edebilirdi, ne de o şarkıyı söyleyebilirdi. Bu yüzden de şarkıyı dinlemek, yanmaktan başka bir anlama gelmiyordu.


"Yine de, onda yanmak da güzel..." diye mırıldandı adam kendi kendine.


Sürekli kendi kendiyle çakışması yorucuydu. Acı çeken tarafı 'Onu unutmalısın.' diye haykırırken, seven tarafı 'Yansam da, acıdan gebersem de onu unutmayacağım. Onu yaşadığım için pişman değilim.' diyordu.


"Salih?" 


Salih, kaybolmuş bakışlarıyla kendisine seslenen adama döndü.


"Efendim Komutanım?"


Soner, aylar sonra kendisine komutanım diyen askerine baktı.


"Aşırı kaybolmuş gözüküyorsun. Korkutuyorsun bizi."


"Kaybolmak... Sanırım doğru kelime bu." diye mırıldanan Salih'in aklına biraz önce hatırlamış olduğu anı gelirken zorlukla yutkundu.


Yanlış kelime... 


"Ne oldu bilmiyorum ama bizimle paylaşırsan..."


Salih, büyük bir alayla karışık acı dolu bir kahkaha attı.


"Kusura bakmayın tutamadım kendimi. Ne diyeceksiniz acaba? Bir çözüm buluruz mu? Kötü haber! Yaşananları düzeltecek hiçbir si*imkolik çözüm yok."


Arkadaşları birbiri ile bakışırken mağaraya Newroz girdi. Newroz'un arkasından, adamlarının sürüklediği başına siyah bir çuval geçirilmiş elleri bağlı bir adam getiriliyordu. Tüm askerler anlamsız gözlerle neler olduğunu anlamaya çalışırken Newroz, Salih'e p*çlikle dolu bir gülüş fırlattı ve adamın kafasındaki siyah çuvalı tek bir hamlede çıkarttı. Salih, ağzı gözü burnu kan içinde kalan adama bakarken nefesinin kesildiğini hissetti.


"Emmi?" 


"Sürpriiiiiiiiiz." diyen Newroz hevesle alkışlarken dudaklarında iğrenç bir gülümseme vardı.


"Ulan pe*evenk, ulan o*ospu çocuğu... Gebertirim lan seni!" diyen Salih büyük bir öfkeyle Newroz'un yakalarına yapıştı.


"Gebertirim Newroz. Ona bir şey yaparsan seni öldürürüm!"


"Sakin ol! Ona bir şey yapmaya niyetim yok. Çünkü sen yapacaksın."


Newroz'un adamlarına verdiği baş işaretiyle birlikte Salih'in yanına iki adam gelmiş ve onu kollarından tutarak Newroz'un yakasından ayırmışlardı.


"Bırakın beni s*ktiğimin o*ospu çocukları!" diyen Salih ikisinden de kurtularak tekrardan Newroz'a yönelmişti ki Newroz elindeki ses kayıt cihazına bastı.


Mağarada neşeli bir kahkaha sesi yankılanırken Salih donakaldı.


'Allah aşkına anne yaa. Yeter artık. Valla pekmez ağacı çıkacak içimden.'


'Olsun olsun. Zararı olmaz pekmezin.'


Tüyleri diken diken olan Salih, korkuya esir olurken Newroz'a baktı.


"Ne zaman..?" diye mırıldanırken alacağı cevabı tahmin ediyordu.


"Sıcacık fırından. Daha dün kaydedildi.'


Tüm bedeni buz kesen Salih hüsranla gözlerini kapattı.


Koruyamamıştı... Meleğini, bu itten korumayı başaramamıştı.


"Ne istiyorsun?" diye sorarken sesinde çok büyük bir kabulleniş vardı.


"Asker olduğunu ilk öğrendiğimde bir anlığına sırf ben şüphelenmeyeyim diye o kadınla evlendiğini düşünmüştüm. Sonra ondan boşan dediğimde verdiğin tepkiyi hatırladım. Görevine rağmen bana saldırmıştın. Demek ki onu gerçekten seviyordun. Bu haberi veren olmak istemezdim(!) ama karın seni, senin onu sevdiğin kadar sevmemiş. İstanbul'a gittiğinde ilk işi paralı birini bulup evlenmek olmuş."


'Evlenmek' kelimesini duyan Salih afalladığını hissetti. 'Yalan söylüyor!' düşüncesiyle Emmi'ye bir bakış attığında onun gözlerini kaçırmasıyla yalan olmadığını anlamıştı. İçindeki alev harmanlanırken nefes almaya çalıştı.


"Eeee? Hâlâ 'Ne istiyorsun?' sorusunda kararlı mısın? Yoksa 'Evlenmiş zaten istediğinizi yapın. Özellikle de kocasına!' mı diyeceksin?"


Salih kendi kendine güldü.


'Ne halin varsa gör Melek! İstersen git başkasıyla evlen umurumda değil.'


'Yapacağım! Sana söz Ege. Gidip başkasıyla evleneceğim! Bizi bitiren sen değil ben olacağım. Günün birinde köpekler gibi pişman olup gelmeye kalkarsan evim de dolu olacak yatağım da!'


Verdiği sözü tutmuş muydu gerçekten? Bu kadar mıydı? Salih aylardır ölü gibi yaşarken o gerçekten de başkasıyla evlenmiş miydi?


Kıza onca hakareti saydıran senken bir de mağdur moduna mı girdin Salih Ege Aslan? Ayıp günah!


"... Hoooop. Kime diyorum? Bana odaklanma sırası Asker. Bırak geçmişe dönmeyi. Cevap vermiyorsan, söylüyorum adamlarıma sıksınlar."


Salih, bir kabusta olduğundan emin bir şekilde Newroz'a baktı.


''Ne istiyorsun?"


"Vayy be! Aşka gel. Şu an başkasının karısı olan eski karın için bana teslim oldun ha? Ne dersem yapacak mısın?"


"Ne istiyorsun it oğlu it!" diye tısladı Salih büyük bir nefretle.


"Emmi'ni vurmanı. Tam alnının çatından."


Adamın söylediği cümleyi duyan Salih, delirmişçesine gülmeye başladı. Alaycı kahkahaları gittikçe öfkeye dönüşürken Newroz'un gözüne bir yumruk patlattı. İkinci yumruk için elini havaya kaldırmıştı ki Newroz elinde tuttuğu fotoğrafları Salih'in bedenine doğru fırlattı. Fotoğraflar önce Salih'in kalbinin üzerine çarptı, sonra da yere düştü.


Onlarca fotoğraf arasından ilk seçtiği resim gelinlikler içerisindeki kadın ve damatlık içerisindeki adamın bulunduğu resmi olmuştu. Sonraki fotoğrafı gören Salih havaya kalkmış elinin usulca aşağıya düştüğünü hissetti.


Gün batımında, deniz kenarında duruyordu Meleği. Turuncumsu güneş ışığı yüzüne vururken özlemle denize doğru bakıyordu. Dudaklarında bir tebessüm vardı. Tebessümü görenlerin söyleyeceği tek şey 'Mutlu ama hüzünlü.' olurdu. Kalbine koca bir bıçak saplanan Salih'in elaları ise, ne özlem dolu bakışları ne de hüzünlü tebessümü görüyordu. Adam, kadının eline kilitlenmişti.


Şiş karnının üzerinde duran eline...


'Melek bunlar çok küçük ama.'


Mağarada yankılanan sesi duyduğunda gözlerinin karardığını hissetti. Tüm bunlar aşırı değil miydi? Diri diri mezara girmesi yetmemiş, diri diri yakmışlardı. Şimdi sırada nefessiz kalıp boğulmak mı vardı?


'Küçük mü? Bu mu küçük? Allah aşkına Kadir. Küçücük çocuğa 3 yaş kıyafetleri mi aldın sen?'


'Bunlar mı 3 yaş? Küçücükler ama. Hem asıl senin elindekiler ne öyle Melek? Eline mi giyecek bu çocuk o kıyafetleri?'


Salih, arkasındaki adamın elindekinin video kaydı olduğunu fark etmişti. Karşılaşacağı manzarayı kesinlikle görmek istemese de kendisine söz geçiremeyerek arkasını döndü.


Melek'in hamile karnını bir kez daha gördüğünde kesik bir nefes aldı. Video ve resim farklı zamanlarda çekilmiş olacak ki videoda karnı daha belirgin duruyordu. Salih'in gözleri sevdiği kadında kilitli kalmışken, videodaki ikili konuşmaya devam ediyordu.


'Yani Kadir, işim var seninle. Ne bekliyorsun bilmiyorum ama 1 metre boyunda bir şey bekliyorsun unut sen onu.'


'Ya tamam o kadar da cahil değilim de... Bu da çok küçük değil mi?'


Salih, nefes alış-verişlerini düzene sokmaya çalıştı. Sanki bir hedef tahtasıydı ve her yönden yüzlerce ok üzerine atılıyordu. Gözünden usulca bir yaşın süzüldüğünü hisseden adam bacaklarının kendini zorlukla taşıdığını hissediyordu. Bakışları Melek'in şiş karnı ile elindeki elbise arasında gidip geliyordu.


Kızdı! Hep istediği gibi bir kız...


'Hem ben bunu giydirmem kızıma. Bu ne minicik eteği var.'


'Ya sen sosyete adamı değil misin Kadir? Ne ara bağcılar moduna girdin acaba?'


'Kızımın cinsiyetini öğrendiğimde. Şimdi usulca onu yerine bırakıyorsun Melek. Onu giyerse el kadar bebeğin üşür bacakları. Yoksa niye karışayım ki ben? Yılını doldurmayan erkek bebekler, kızımın bacaklarına bakacak diye mi?'


'Çözemiyorum seni Kadir. Gerçekten bak! Çocuğa külotlu çorap giydireceğim zaten. Hayır seninle alışverişe gelmek hayatımın en büyük hatasıymış resmen.'


'Ayy yesinler hayatının en büyük hatasını! Koskoca şirketler zincirine sahip beni, alışveriş merkezine üstüne üstelik bebek mağazasına sokmayı başarmışsın bir de üstüne söyleniyor musun Karıcığım?'


Salih gözlerini kapattı. Genç adam gerçekten de boğulduğunu hissediyordu. Melek'in güldüğünü duyduğunda gözünden ikinci bir yaşın daha düştüğünü hissetti.


Oradaki kişi ben olabilirdim...


Bu düşünce, adamın içindeki yangını arttırırken acı dolu bir nefes aldı.


"Onu vururum." dedi Newroz sesindeki neşeyle.


Yumruklarını sıkan Salih gözlerini açarak, öldürücü bakışlarıyla Newroz'a bakmaya başladı.


"Ya dediğimi yapıp Emmi'yi vurursun, ya da ben karını vururum."


Alayla gülen adam dudaklarındaki p*ç sırıtışla devam etti.


"Ahhh çok özür dilerim(!. Eski karın! Çok büyük pot kırdım Affet lütfen(!). Şu 2 ayda çok iyi anladığın üzere yara eşelemekte üzerime yoktur. Hepsi alışkanlıktan valla bak."


"Şu an onun yanında adamının olduğunu nereden bileceğim?" diyen Salih, Newroz'u boş konuşmayacağını bilecek kadar iyi tanıyordu. Fakat vakte ihtiyacı vardı. Düşünmeye ihtiyacı vardı.


Hahahaha. Düşünmekmiş(!). Sen düşünme yetini sevdiğin kadını boşadığın gün yitirdin. Kalan zerresi de az önce yok oldu.


İç sesinin söylediği cümle %1000000 doğruydu. Salih yaşananlar karşısında öylece kalakalmış, hiçbir şey düşünemiyordu.


"Ahh istediğin bu olsun Biricik Askerim." diyen iğrenç sesi duyduğunda ellerinin karıncalandığını hissetti. Yeniden Newroz itine saldırmak üzereydi ki telsizden yükselen onun sesini duydu.


'Annem ayrı sen ayrı... Doydum diyorum Kadir. Yeter ama!'


'Tamaaaam. Zaten ben sana değil kızıma veriyorum.'


'İnan bana doğmuş olsaydı, o da 5 dilim reçelli ekmeği aynı anda yiyemezdi.'


'Sadece 5 miymiş? Azmış. Doktor Hanım sağlıklı beslenmeni söyledi. Öğün atlamamalıymışsın.'


'Atlamıyorum zaten! Siz kendi kendinize yeni öğünler oluşturuyorsunuz. Bu piknik de nereden çıktı bu arada?'


'Dedim 'Kızım biraz hava alsın.'. Kötü mü yapmışım?'


'Vayy be. Kadir Alacalı'ya bak sen. Şirketin en yoğun olduğu saatte şirketi boşlayıp pikniğe geldi ha? Büyük olay bu. Çok büyük olay.'


'Tarih at bir kenara. Bu olaylar silsilesinin yalnızca bir başlangıcı. Küçük Aşkım bir gelsin... Ahh şimdi fark ettim de ben o doğunca hiç şirkete gitmek istemeyeceğim. Biz şimdiden kenara para ayıralım Melek. Ben bu gidişle şirketi batırırım.'


'Şaşırtıyorsunuz Alacalı Bey... Bu ufaklık seni gerçekten de çok değiştirdi. İlk tanıştığımızdaki adamla şu anki adam arasında ciddi anlamda dağlar kadar fark var.'


'Geldin ve rüzgarda savrulan yaprağa bir dur dedin. Bana hayat amacımı hediye eden sensin. Değiştiysem sayende Melek.'


Salih bu konuşmaya daha fazla katlanmayacağını fark ederek Newroz'a baktı.


"Tamam. İstediğin gibi olsun." derken sesinde gram titreme yoktu.


"Hangi istediğim? Vuralım mı flörtleşen karı-kocayı?"


"Silahı ver Newroz!"


"Vayyy. Sizi boşattığım için pişman olmaya başlıyorum. Yapma ama böyle! Ne diyeyim? Sendeki de iyi mideymiş. Boşadıktan 1 ay sonra başkasının yatağına gire..."


"Silahı ver Newroz!"


Salih'in olanca nefretiyle kurduğu cümle üzerine Newroz gülerek ellerini havaya kaldırdı.


"Tamam sakin sakin. Demedim bir şey. Dememe gerek yok zaten. Karının karnı her şeyi söylüyor. Ayyy özür dilerim(!). Yine karın dedim."


Bedenindeki titremeyi kontrol altına almaya çalışan Salih alev alev yanan gözleriyle Newroz'a baktı.


"Çöktürün!" diyerek Emmi'yi işaret eden Newroz, elindeki silahla Salih'in yanına geldikten sonra telsizdeki adamına hitaben konuştu.


"Telsiz açık her şeyi duyuyorsun. Silah sesinden sonra 'Kadını bırakın!' emrimi ve kararlaştırdığımız parolayı duymazsanız kadını öldürüyorsunuz. Hazır el atmışken kocasını da vurursunuz. Ahirette ayrı kalmasınlar."


Telsizden "Anlaşıldı Newroz!" sesi yükselirken Newroz, Salih'e bir bakış attı. Bu bakışıyla 'Yanlış bir hareketinde kadın ölür.' diyordu.


"Al!" 


Salih, kendisine uzatılan silahı aldı ve bir an bile duraksamadan kafasına götürüp tetiği çekti.


Adamın tek amacı ona zarar vermekti. Konuşmalardan anladığı kadarıyla adam nüfus ve prestij sahibi birisiydi. Newroz dediğini yapardı. Doğru! Ama Salih ölmüş olursa o tehlikeyi göze almaya değer görmezdi. Eğer Salih ölmüş olursa sevdiği, yeni ailesiyle, hayatına devam edebilirdi.


Mağarada tetiğin düşme sesi yankılanırken Salih isyanla bağırdı.


"AAAAAAAAHHHH!" 


"6 aydır yanımdasın. Sence böyle bir şey yapacağını tahmin etmemiş miydim?" dedi Newroz cebinden çıkardığı mermileri havaya kaldırarak.


Elindeki silahı yere atan Salih, büyük bir öfkeyle Newroz'un boğazına yapışıp onu duvara yapıştırırken 'İstediğini yerine getirmeyeceğim!' dedi.


Newroz'un adamları harekete geçmişken, adam sol elini kaldırarak onları durdurdu ve sağ elindeki telsizi dudaklarına götürdü.


"Hedef değişti. Bebeği vurun!"


Gözleri kocaman açılan Salih başını iki yana sallamaya başladı.


"Hayır..." diye fısıldarken sesindeki çaresizlik hissediliyordu.


"Kadın sağ kalsın yalnızca bebeği nişan alın. Yanındaki adamı da vurabilirsiniz. İlk önce kadının karnına kilitlenerek bebeği vurun. Sonra da adamı birkaç yerinden. Kadına unutmayacağı bol kanlı bir gün yaşatın. Tekrar söylüyorum. Kadın kesinlikle ölmeyecek. Ona göre yapın ayarınızı."


Ellerini Newroz'un boynundan çeken Salih başını tekrardan iki yana salladı.


"Yapma..." 


"Seç! Sevdiğinin amcası mı, çocuğu mu?"


"Yapma. Yapma! Senin derdin benimle. Bana ne istersen yap. Her şeyimle seninim. Ama bırak onları."


"Gerçekten de onları bırakacağımı düşünüyor musun? Sen benim neler yapacağımı herkesten daha iyi biliyorsun Salih. O yüzden boşamadın mı zaten o kadını? Söylediklerimi fazlasıyla yapacağımı biliyordun. Bu yüzden ona onca hakareti saydın. Telsizin diğer tarafından her şeyi dinledim unutma! Ona verdiğin değerin ne kadar büyük olduğunu ona o cümleleri söylediğinde anlamıştım. Hakkını yemeyeyim. Güzel saklanmış. 2 aydır onu arıyorum. Tam göz önünde, ama bulunmayacak bir yerde. Tesadüfen bir magazin haberinde Kadir Alacalı ile ikisini görmesem daha da arardım. Neyse ki buldum. Şimdi... Benim çektiğim acıyı, sana ödetme zamanı. Senin yüzünden bütün intibam yerlere düştü. Tüm örgüt, Dara'nın dağılmasından beni suçluyor. Hepsi peşimde. Başıma kocaman bir ödül koymuşlar, dost dediklerim bile beni öldürme peşinde. Ben, Dara'nın en büyük yetkilerinden biri olan ben, senin yüzünden yerlerdeyim. Başımı şu lanet mağaralardan dışarı bile çıkaramıyorum. Hayatımı si*tin. Sıra bende!"


"Yapmadın mı zaten? Yapmadın mı s*ktiğimin herifi? YAPMADIN MI? Ben senin yüzünden arkadaşımı vurdum. Senin yüzünden karıma türlü hakaretler sayıp onu boşadım. Yetmedi mi? Daha benden ne istiyorsun?" dedi Salih büyük bir isyanla.


"Söyledim istediğimi. Seç! Adam mı, bebek mi?"


"Benden bunu isteme."


"Neden? Amcasını vurursan içindeki tüm ümit ölür mü? Günün birinde ona gidebilme hayalin sıfırın altına mı iner?"


Newroz'un kurduğu cümle Salih'in bir adım geriye gitmesine neden oldu. Asla itiraf etmek istemediğini yüzüne çarpmıştı o it.


Salih, günün birinde ona gidebilme hayalleri kuruyordu. Bu yüzdendi aylardır çektiği işkencelere katlanması...


"Ben o hayalini bugün elinden alacağım. Ya amcasını vurduğun için ya da bebeğinin ölümüne sebep olduğun için gidemeyeceksin o kadına! İki ucu boklu değnek. Sonuç iki tarafta da aynı olacak. Her türlü ona gidemeyeceksin."


Başını öne eğen Salih, gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü hissetti.


"Ama çok düşündün. Sıkıldım. Yeni anlaşma! Emmi'yi mi öldüreceksin yoksa..."


Newroz'un duraksamasıyla birlikte adamları işaret almışçasına silahlarını mağaradaki askerlerin kafasına dayadılar.


"Yoksa karının... Aahh sorry eski karının bebeği ve kocası ile birlikte arkadaşlarını mı öldürelim?"


Başına kocaman bir ağrı saplanan Salih, nefesinin kesildiğini hissetti. Fetih'i vurmak zorunda kaldığında arkadaşı zaten ölmek üzereydi. Ayrıca bu vatan içindi. Tüm bunlara rağmen her gece kabus görüyor, her saniye vicdan muhasebesini dürüyordu. Şimdi karşısındaki sapasağlam adamın beynini havaya mı uçuracaktı yani?


Bunu yapamazdı!


"Başka bir şey iste." dedi Newroz'a bakarak.


"Hayır. Neden? Böylesi çok eğlenceli."


"Yalvarırım Newroz... Yapma!" diye fısıldadı Salih. Bu boktan durumdan kurulduğunda, sırf bu anda bu ite yalvardığı için kendisini öldürecekti.


"Boşuna uğraşıyorsun Biricik Askerim. Bu böyle olmayacak anlaşılan." diyen Newroz telsizi tekrardan dudaklarına götürdü.


"Diğerini dinletin."


Newroz öyle bir sistem hazırlamıştı ki göreni hayrete düşürürdü. Piknikteki Melek ve Kadir'in yanına telsizli bir adam yerleştirmiş, telsizin öte tarafında evde bulunan adama da İstanbul'dan Urfa'yı aratarak telsizdeki sesin Urfa'ya gelmesini sağlamıştı. Urfa'daki sabit hattan da yine telsiz bağlantısı ile mağaraya ulaşıyordu konuşmalar. Tamamen canlı bir şekilde.


Diğer ses dediğiyse Seher'in yakınlarına yerleştirdiği telsizlidendi.


'Ay Melahat bir heyecanlıyız ki sorma. Küçük kız uğruyla geldi. Gidip gelip Melek'in karnını seviyorum. Melek artık isyanlarda. 'Anne resmen torununu kızından daha çok seviyorsun.' diyor.'


Bakışlarını mağaranın tavanına çeviren Salih'in elalarından bir gözyaşı daha firar etmişti.


Annesini çok özlemişti...


Ailesini kaybettikten sonra bir daha asla evlat olamayacağını düşünse de yanılmıştı. Annesi (Seher annesi) 'Oğlum.' diyerek onu bağrına basmıştı. Şimdi yanında olsa sımsıkı ona sarılsa olmaz mıydı? Belki geçerdi o zaman her şey.


Bu imkansız dileği kenara bırakan Salih bakışlarını Emmi'ye çevirdi. Kendisine baba olan bu adamı öldürmesini istiyorlardı. Bunu nasıl yapabilirdi ki? Baba saydığı, baba dediği adamı nasıl vurabilirdi?


"Yetmedi mi? Tek bir adamı vurmamak için onlarca kişinin ölümüne göz mü yumacaksın? Sen sırf vicdan azabı çekme diye, onlar ölecek mi yani?"


Salih, boş gözlerle Newroz'a döndü. Genç adam ipin ucunu kaçırmış, yaşananları yakalayamıyordu.


"Hâlâ mı düşünüyorsun?" diyen Newroz yere eğilerek Melek'in bir fotoğrafını aldı.


Fotoğrafı onun elinde gören Salih, öfkeyle elinden çekti.


"Fotoğrafına bile dokunmamı kaldıramıyorsun ama bebeğinin ölümüne göz yumacaksın ha? Niye bu kadar nazlanma Salih? Eninde sonunda isteğimi kabul edeceksin."


Salih, fotoğraf olmayan elini yumruk yaparken fotoğrafa bir zarar gelmesin diye diğer elini yumruk yapamamıştı.


Onun fotoğrafına bile bir zarar gelmesini istemiyordu.


"Hızlandırayım mı kabulünü?" dedi Newroz büyük bir mutlulukla.


"Daha ne yapacaksın a*mına koyduğumun çocuğu? Daha ne yapacaksın?"


"Ya o bebek sendense?"


Duyduğu cümle, Salih'in geriye doğru sendelemesine neden oldu. Bakışları, elindeki fotoğrafa kayarken tuttuğu resmin, deniz kenarındaki o resim olduğunu gördü. Az önce bu resimle öğrenmişti sevdiği kadının hamile olduğunu. Ve aklına gelen ilk şey de bu düşünce olmuştu.


'Ya babası bensem? Ya ikimizin bebeğiyse?'


Sonrasında gördüğü video ve duyduğu konuşmalar bu ihtimali yavaş yavaş çürütmüştü. İhtimali çürütse bile içindeki yangın harlanarak yanmaya devam etmişti.


"Seninki iddet müddetini beklemeden evlenmiş gördün mü bak? Ya bebek seninse? Ne mâlum o adamdan olduğu? Belki de senin kızın!"


Başı dönen Salih, midesinin bulanmaya başladığını hissetti. Tüm bedeni tir tir titreyen adamın aklına yine geçmişten bir anı gelmişti.


'Ne de güzel oynuyorlar değil mi Ege'm?' dedi Melek az ilerlerinde oyun oynayan çocuklara bakarken.


'Çooook.' dedi Salih dudaklarındaki mükemmel tebessümle.


'Daha çok erken biliyorum ama... Kız mı erkek mi?'


Soruyu duyan Salih'in dudaklarındaki tebessüm gülümsemeye dönüşmüştü.


'Kız! Hep kız babası olmak isterdim. Yani... Bilmiyorum. O baba-kız ilişkisini yaşamak isterdim. Bana hayran gözlerle bakan, onu her şeyden koruduğum bir kızım olmasını istiyorum Meleğim. Sana benzeyen!'


Melek, büyük bir sevgiyle kocasına gülümsedi.


'İçimden bir ses senden mükemmel bir kız babası olacağını söylüyor Ege'm. Zamanı geldiğinde mükemmel bir baba olacaksın sen. Yalnız bir konuda anlaşalım. Kızımız sana benzesin. Senin gibi korkusuz, senin gibi güzel seven birisi olsun. Ve en önemlisi... Gözlerini senden alsın Ela Gözlüm. Ona her baktığımda senin beni ne kadar sevdiğini, seninle ne kadar mutlu olduğumu hatırlatsın bana. Onda seni görmek istiyorum.'


"Şüpheli durum kabul et. Tekrar sorayım o zaman. Baban mı, kızın mı?"


Gözlerinden usulca yaşlar akan Salih, öylece durdu. Düşünemiyor, hareket edemiyordu. Sanki suyun altındaydı ve iki el de omuzlarından bastırarak yukarı çıkmasını engelliyordu. Havasız kalan ciğerlerinin suyla dolduğunu hissetti. Boğuluyordu... Bedenindeki tüm kan çekilmiş, baş dönmesi de artmıştı. Kesinlikle ölüyor olmalıydı.


İt oğlu itin bir şeyler söylediğini hissetse de duymuyordu. Ya da duyuyor ama anlamlandıramıyordu ki onu duydu.


"Yap!"


Duyduğu ses gözlerini kapatmasına neden olmuştu.


"Niye düşünüyorsun anlamış değilim. Sana defalarca kez ailemi ne kadar özlediğimden bahsettim. Bitir bu hasretliği oğlum. Karıma ve çocuklarıma kavuşayım."


Titrek bir nefes alan Salih gözlerini açıp yere baktı. Yerde onlarca fotoğraf duruyordu.


Alışveriş yapan Meleği, parkta bankta oturan Meleği, arkadaşıyla konuşan Meleği, hamakta uyuyan Meleği, arabaya binen Meleği, kitap okuyan Meleği... Fotoğraf karelerinin tümünün tek bir ortak noktası vardı.


Genç kadının eli fotoğrafların hepsinde karnının üzerindeydi. Bebeğinin üzerinde...


Yanağından bir yaş daha süzülürken bir kez daha Emmi'nin konuştuğunu duydu.


"Bana bakar mısın oğlum?"


Ben bir kez daha sevdiğim birini öldüremem. Olmaz!


"Ben yeğenimin çocuğunun ölmesini istemiyorum. Yeğenimin daha fazla acı çekmesini istemiyorum. Ben yaşamışım yaşayacağımı zaten. Yap şunu. Vur beni!"


Hıçkırığını yutmak isteyen adam dudaklarını birbirine bastırdı.


"Oğlum?"


Duyduğu sevgi dolu hitap, tutmaya çalışıldığı hitabı dudaklarından dökülmesini sağlamıştı.


Ve Salih Ege Aslan başını kaldırarak babası bellediği adamın gözlerine baktı. Newroz iti 'Emmi'ni vur!' dediğinde bu ânın geleceğini içten içe biliyordu.


Emmi, gözlerindeki teselliyle başını aşağı yukarı salladı ve samimiyetle gülümsedi.


"Ben, senin yüzünden ölmüyorum. Ya da o küçük ufaklık yüzünden. Onu ihbar ettiğim için zaten Newroz beni öldürecekti. Bu yola bunu bilerek çıktım ben."


"Valla iyi güzel teselli veriyorsun da sonuç olarak seni gebertecek mi gebertecek. Sonra da o çocuk kendi çocuğuysa bile bu vicdan azabıyla yanına gidemeyecek... Filmi artık sonlandıralım. Çok uzadı bu iş."


"İsteğini yerine getirdikten sonra onlara zarar vermeyeceğine nasıl güveneceğim?" diye sordu Salih buz gibi bakışlarıyla.


"Sözlerimi tuttuğumu bilirsin. O zamanlar boşarsan karına zarar vermeyeceğimi söylemiştim ve dediğimi de yaptım değil mi? Onun köyden gitmesine sesimi çıkartmadım. Taa ki... Aramıza sızan bir hain, bir asker olduğunu öğrenene dek!" diyen Newroz dolu silahı Salih'e uzattı.


Silaha uzanan Salih, Newroz'un bırakmamasıyla birlikte dişlerini sıktı.


"Bana zarar vermeye kalkarsan olacakları biliyorsun. Kendine sıkarsan Emmi ile başlayıp az önce saydığım herkesi öldüreceğim. Karın hariç! O kadın tüm sevdiklerini kaybetmenin acısıyla sonsuz acıya hapsolacak."


"Ver!" dedi Salih sadece.


Newroz silahı bıraktığında titreyen eliyle birlikte silahı Emmi'ye doğrulttu.


"Hadi yap oğlum. Sonunda ailemin yanına gidiyorum."


Salih, kıpkırmızı olan ela gözleriyle adama baktı. Tüm hücreleri çaresizliğini yansıtırken gözlerinden yeni bir yaş silsilesi düşmeye başlamıştı. Titrek bir şekilde hıçkıran adam başını pişmanlıkla iki yana salladı.


"Özür dilerim baba."


"Özür? Aileme kavuşturacağın için teşekkür etmem gerekiyor. O itin eline kalmadığım için şanslı sayıyorum kendimi."


Tüm zerrelerinde Fetih'in sözleri yankılanırken Salih isyan dolu bir nefes aldı.


"Ben bu filmi yaşadım. Ben bu acıyı yaşadım. Nasıl aynı yerden bir kez daha vurulabilirim?"


"Her şey Vatan için. Tüm savaşımız bu değil miydi? Durdurduk oğlum. Durdurdun! Yüzlerce kişinin ölümün durdurdun. Binlerce benim gibi yaslı aile olmasını engelledin. Seçim şansım olsaydı; evde kalp krizinden ölmektense, p*çin birini ihbar ederek ülkemi kurtardığım için şehit olmayı tercih ederdim. Şimdi... Vur beni!"


Tekrardan "Çok özür dilerim... Baba." diye fısıldayan Salih gözlerini kapattı ve tetiğe bastı.


BOM! 


1 Ay Sonra


"Komutanım bir aydır tek kelime etmiyor. N'apacağız?" diye sordu Nadir, işkence için götürülen Salih'in arkasından bakarken.


Soner hüsranla iç geçirdikten sonra başını iki yana salladı.


"Ne yapabiliriz ki Nadir? Böyle bir durumda ne yapılabilir?"


"Hiçbir şey." diye mırıldandı Raif. Tüm tim, geçen ay yaşananların etkisindeydi. Ömürlerinin sonuna kadar unutmayacakları bir gündü o gün. Kendileri bu haldeyken, Salih'in nasıl büyük bir cehennemde olduğunu tahmin dahi edemiyorlardı.


"İlk geldiğinde Fetih'den dolayı öyle olduğunu düşünmüştüm. O it neler yaşatmış çocuğa? Ben onun yerinde olsaydım... Karımı boşayamazdım." dedi Remzi acı dolu bir sesle.


Timdekilerden Yahya hariç hepsi evliydi. Yahya'nınsa sözlüsü vardı. Bu yüzden adamların Salih ile empati yapmaları kaçınılmaz olmuştu.


"Emin misin?" diye sordu Soner, Remzi'ye bakarak.


Komutanların keskin sesi askerlerinin ona dönmesine neden olmuştu.


"Salih, karısını korumak için boşadı. Operasyon tehlikeye girecek endişesinden dolayı değil. Kendine bile itiraf edemeyecek olsa da, o an düşündüğü şey vatanı değil sevdasıydı. Operasyonu boş verip karısını da alıp ortadan kaybolsaydı tüm Dara peşine düşerdi. Salih %50 o bombayı durdurmak için onu boşadıysa, %50 de bu duruma düşmemek için boşadı. Karısını Dara'dan korumanın tek yolu ondan ayrılmaktı. Yaşananlardan da görüldüğü üzere... Bu bile onu korumaya yetmedi. Dara'nın kendisini geçtim yalnızca bir üyesi bile onu kolaylıkla bulabildi. Yine tehlikeye girdi sevdiği. Eğer kadın gerçekten de ünlü bir iş adamıyla evlenmemiş olsaydı o gün bu mağarada olan kişi yalnızca Emmi olmazdı. Salih'i çok daha farklı, çok daha kötü bir şekilde tehdit etmeye kalkardı o it. Yani kadın, nüfus sahibi biriyle evlenerek ikisini de bilmeden çok kötü olaylardan kurtardı."


Mağaradaki adamlar, komutanlarının söyleyemediği o kötü olayların ağırlığı ile yumruklarını sıktılar.


"Salih bu durumun farkında. Yansa da..

Karısının o adamla evlenmiş olmasına şükrettiğine eminim." diye mırıldandı Soner.


"Bu nasıl iş a*ına koyayım? Her köşesinde ayrı bir acı var." dedi Raif öfkeyle.


"Onu bunu bırakın da... Ya o bebeğin babası Salih'se?" dedi Nadir arkadaşlarına bakarken.


Bu cümle, mağarada uzun bir sessizliğe yol açmıştı.


"Abi ben empati yapmaya kalktığımda bile deliriyorum. Hangi durum daha kötü? O bebeğin Salih'in çocuğu olması mı yoksa olmaması mı?" diye sordu Remzi isyan dolu bir sesle.


"Kendi çocuğuysa... Tüm bu yaşananları sindirip onlara gidebilir mi ki?" diye sordu Yahya.


"Giderken şüpheleri olsa da... Gittiğinde hepsi toz olup uçacaktır. O küçüğün küçücük elleriyle parmağını tutması, minicik ağzıyla sana gülüş atması, ağzının içinden garip sesler çıkartması, her şeyi geçtim o Cennet kokusu... Unutturur! Yaşananları unutturacak biri varsa, o kişi yalnızca kızı olacaktır."


Komutanlarının dolu dolu gözleriyle ve titreyen sesiyle kurduğu cümle karşısında askerleri başını önüne eğdiler. Soner ise yanağında bir damla yaş süzülürken ayağa kalktı ve mağaranın ucundaki bir noktaya çekildi. Göreve geldiğinde 5 aylık kızını geride bırakmıştı. Şimdi 1.5 yaşını geçen kızını...


Komutanına bakan Remzi de bir köşeye çekilerek karısı Füsun'a olan hasretinde boğuldu. Evleneli daha 1 yıl olmamıştı görev emri geldiğinde. 'Allah'a emanet ol. Yakında geleceğim Yarim.' demiş ve çıkmıştı yola. Ama o yakın pek de yakın olmamıştı. 15 aydır uzaktaydı evinden, Füsun'undan. İlk 4 ayı Dara'nın peşinde, geri kalan 11 ayı da bu mağarada geçmişti. Remzi iyiydi iyi olmasına ama karısının bundan haberi dahi yoktu. En çok da bu yaralıyordu genç askeri. Karısının, kendisinin yaşayıp yaşamadığını bile bilmeden geçirdiği kahırlı günler.


Karısını düşünürken yanağından usul usul yaşlar dökülen Remzi, aynı esnada karısının da onu düşünerek ağladığından bihaberdi. Füsun elindeki deftere gözyaşları içinde yazmaya devam ederken beyaz kağıdın üzerine bir damla gözyaşı düşmüştü. Defterin her sayfasında mutlaka bir gözyaşı izi vardı. Özellikle de ilk sayfasında.


'Bugün doktora gittim. Hamile olduğumu söyledi. Baba oluyorsun aşkım. Anne oluyorum. Evimizin neşesi geliyor. Bu haberi sana yüz yüze vermek isterdim. Yüz yüze olmasa bile telefonda... Ama neredesin ne yapıyorsun onu bile bilmiyorum. Korktum biliyor musun? Bir an dedim ki 'Ya bu sefer sonsa ve şu an karnımdaki senden bana kalan son hediyeyse' diye. Neyse! Olumsuzu düşünmek yok. Yakında, geldiğinde nefes bile almana izin vermeden müjdeyi sana vereceğim. Eve gidip uyumana kabul etmeyip doktorun yanına götüreceğim seni. Gerçi sen benden önce davranırsın kesin. Sağ salim dön bize Remzi'm. Seni her şeyden çok seven karın ve bebeğin.'


Sayfalarca yazı doluydu defterde. Tek yazı da değil. Ultrason fotoğrafı, Füsun'un gün geçtikçe büyüyen karnıyla dolu fotoğrafları. Her resimde kadının karnıyla birlikte gözlerindeki ifade de büyümüştü. 23'ünde 53 olmuştu Füsun. Televizyondaki her şehit haberiyle ağlamış, bir haber için yalvarır hâle gelmişti. Olumsuz da olsa bir haber... Gidebileceği, dertleşebileceği bir mezar. Yoktu ama. Bu yüzden de tüm müjdeleri, korkuları defterine sığdırmıştı Füsun.


'Oğlan! Bir oğlumuz olacakmış. Gel artık Remzi'm. Ben kahramanlıklarını, oğlumuza tek başıma anlatmak istemiyorum. Özür dilerim. İsyan etmek istemedim. Sadece oğlan olduğunu duyduğumda ben... Sanki hiç gelmeyecekmişsin de onu, beni koruması için göndermişsin gibi hissediyorum. Annen bize taşındı geçen gün biliyor musun? Sen otur, her şey bende diyor. Annemle ikisi hamilelikte stres iyi değil diye beni neşelendirmeye çalışıp duruyorlar. Nasıl neşeli olabilirim ki? Her gece yatağımızda yalnız uyuyup, yalnız uyanıyorum. Ahh oğlumuz söylediğimi hissetmiş gibi tekme attı şu an. 'Ben buradayım ya anne. Ne yalnızı?' diye trip atıyor sanki. Biz buradayız da... Sen neredesin Remzi'm? Bir güvercin uçursan ya bana? 'İyiyim.' desen yeter. Yaşadığını bileyim yeter. Yaşıyorsun değil mi? Geleceğim dedin bana. Allah'a emanet ettim seni. Geleceksin. Biliyorum. Yaşıyorsun onu da biliyorum. Sana bir şey olsaydı hissederdim ben. Geleceksin ya hani... Doğuma yetişsen olmaz mı? Sanırım biraz korkuyorum. Elimi tutsan, oğlumuz gözlerini dünyaya açtığında ikimizi de görse? Olmaz mı Remzi'm?'


Deftere bakan Füsun'un eli, yine aynı sayfayı açmıştı.


'Remzi Ümit Keskin. Geldi... Sabırsız beyimiz beni korkuttu. Doktor 2 hafta var diyordu ama içeride sıkılmış olacak ki erkenden geldi. Son günlerde baban da bizde kalmaya başlamıştı. Gecenin bir yarısı sancılanınca apar topar hastaneye gittik. Allah razı olsun ikisinden de. Beni hiç yalnız bırakmadılar. Annen korkumu anlamış, doğumda yanıma girmek için izin istedi. Senin elini tutamadım belki ama seni bana verenin elini tuttum. Ümit ismini cinsiyetini öğrendiğimden beri düşünüyordum ama kucağıma ilk aldığımda Remzi diye fısıldadım istemsizce. Ağzı gözü burnu aynı sen biliyor musun? Gözlerini benden almış ama. Onu da kısa süreliğine gördüm ha. Uykucu, çıkmak için o kadar şey yaptı şimdi açmıyor gözlerini. Yani yalan olmasın ama bir yeşil gördüm gözlerini açtığı o kısacık anda. Bugün onunla ilk gecemiz. Küvezinde uyuyor. Doktor üniteye almaya gerek yok dedi. Herkesi de gönderdim. Şu an o, ben ve sen kaldık. Yine sana oğlumuzu anlatıyorum. Adım kadar eminim bu defteri sana verdiğimde bu gözyaşı izlerini gördüğünde beni fena haşlayacaksın. Şu an 'Kıyamam ki ama ben sana Füsun'um.' dediğini duydum resmen. Sen de beni duy. 'Gel artık Remzi'm. Lütfen. Seni çok özledik.'


Gözlerindeki yaşlarla yanındaki oğluna bakan Füsun bugününü yazmaya devam etti.


'... Ahh bu çocuk! Bugün aklımı çıkarttı. Kapı çaldı. Kapıya gittim geldim bir baktım yok. Bu arada gelen ablandı. Ayy bu haberi benim verdiğimi duyunca kızacak ama dayanamıyorum. Hamileymiş! Bugün doktordaydı. Yaa evet doğru duydun. Millet üçüncüyü yapıyor benim kocam ortaklıklarda yok. Yalnız Refiye abla uçuşlarda gel kurtar beni Remziii. Diyor ki 'Bu seferki kız olacak hissediyorum. Kızım olursa oğlunu alacağım.' Taktı yeşil gözlü oğluşumuza. Beşik kertmesi yapar diye korkmuyor değilim valla. Neyse işte, konumuza geri döneyim. Odaya bir girdim çocuk bıraktığım yerde değil. Büyük çaplı bir kalp krizi geçirdiğim doğrudur. Ben tüm odalarda çocuğu ararken kıkırtısını duydum. Beyefendi bu aralar emekleme çalışmalarındaydı da. Sen git masanın altına gir! Aklımı çıkarttı valla. Bir de sessiz sessiz duruyor anlamadım valla saklandığını. Annen 'Çokça geçmiş olsun kızım. Aha bu aynı bizim uşak. Çok çektirdi bana Remzi. Çok yaramazdı. Ama yaşının dolmasını beklemişti. Bizim bu küçük uşak onu bile beklemeden başladı ya yaramazlıklara' diyor... Ahh bu arada geçen söylemeyi unuttum. Annenler alt katımıza taşındı. Gerçekten de beklemiyordum bunu. Baban araba için biriktirdiği parayı alt katımızı almak için kullanmış. 'Benim güzel kızım senin de bir özel hayatın var. Daha fazla sende kalmayalım. Biz aşağıdayız. Herhangi bir sıkıntında seslensen yanındayız.' dedi. Ahh çok ağladım. Onlar olmasaydı ne yapardım hiç bilmiyorum. Senin emanetine, emanetlerine çok güzel sahip çıkıyorlar. Artık emanetleri sahibine teslim etme zamanı gelmedi mi Remzi'm? Söylemiyorlar ama herkes ümidini yitirdi. Oğlumuza Ümit adını koyan ben hariç! Gel artık Kara Gözlüm. Gel! Gözlerim kapılarda, kulaklarım telefonlarda bekliyorum seni. Bu arada... Geçen gün oturdum ciddi ciddi düşündüm. Seni karşılamaya kesinlikle Remzi ile gelmeyeceğim. Sen şimdi adaşını görürsün, Füsun'unu unutursun. Az sırasını beklesin sıpa. Önce biz bir hasret giderelim sonra onunla tanışırsın. Haa bu arada... Sen onunla tanışmadın ama o seni, senden bile iyi tanıyor. Her gün her saat seni anlatıyorum. Ona söylediğim herhangi bir şeyde 'Bak baban olsa böyle derdi.' diyorum. Evimizin her yerinde fotoğrafların var. Özellikle de beşiğinde. Geçen kuzenlerinden birisi beşiğinde bulunan fotoğrafına dokundu diye ortalığı birbirine kattı. Seni o kadar çok seviyor ki. Halasına gittiğinde senin fotoğrafını görüp, gülerek işaret ediyor hemen. Hadi gel artık Remzi'm. Gel de oğlumuz artık bir fotoğrafa değil de sana sarılsın. Gel de oğlumuzun dünyalar güzeli gülüşünü gör. Seni çok özledik. Seni çok seven karın ve adaşın oğlun.'


Salih ile empati yapan Remzi, arkasında hamile bir eş bıraktığından ve şu anda 6 aylık bir oğlu olduğundan bihaberdi. Karısının yalnız biri hamilelik geçirdiğini, oğlunun babasız doğduğunu ve büyüdüğünü bilmiyordu. Bu yüzden de genç asker evine gidip kapıyı çaldığında, kendisine benzeyen adaşını gördüğünde hayatının en büyük şokunu yaşayacaktı. Acı yönleri bir kenara bırakarak bolca mutlu ve sevinçli bir şok...


🌙 


"Sen de iyi suskun çıktın. 1 aydır bağırmak için bile olsa ağzını açmıyorsun. Ve bu hiç eğlenceli değil Biricik Askerim. Bilesin!"


Havanın buz gibi olduğu bir aralık gecesiydi. Newroz mağaranın bulunduğu dağın tepesinde,Salih'i ellerinden ve ayağından çarmıha germiş, elindeki bıçakla kendince adamın bedenine çizikler atıyordu. Salih, bayık gözlerle adama bir bakış attıktan sonra gözlerini kapattı. Sanki -2 derecede üzerinde yalnızca bokser ile durmuyormuş gibi. Sanki karşısındaki adam derisine çizikler atmıyormuş gibi.


"Çok sıkıcısın Salih. Bu sefer tuzla değil de yine ateşle geldim. Onu daha çok sevdiğini fark ettim. Dağlayalım yaralarını da mikrop kapmasın. Bak bu kadar da iyi niyetli bir insanım görüyor musun?'


Son cümle Salih'in adamın yüzüne doğru tükürmesine neden olmuştu.


"Seni or*spu çocuğu!" diyen Newroz Salih'in yanağına bir tane tokat patlattı.


Gözlerini açan Salih, buz gibi bakışlarıyla Newroz'a baktı. Karanlık geceye rağmen onun elalarındaki bakışları seçen Newroz ürperdiğini hissetmişti.


Bu bakışlardan kurtulma isteğiyle arkasını dönen adam, elindeki demiri yaktığı ateşe doğru tutup kızarttıktan sonra Salih'e döndü. Çarmıhtaki boş ipleri gördüğünde, elindeki demiri korkuyla düşürmüştü.


Arkasından yediği tekme ile sendelerken, az önce kızarttığı demirin yüzüne yapıştırılmasıyla acıyla bağırdı.


"AAHHH. GÖZÜÜÜÜÜM."


Salih, adamın bu boşluğunu fırsat bilerek dizini karnına geçirdi. Bu hareketi Newroz'un iki büklüm olmasına neden olmuştu. Salih karşısındaki iti yere doğru iterek öylesine büyük bir nefretle dövmeye başlamıştı ki kendi elindeki kemikler bu darbelerde kırılacaktı neredeyse.


Salih'e kalmış olsaydı, son nefesine kadar bu işkencelere gıkını çıkartmadan katlanırdı. Fakat tek değildi. Aşağıdaki arkadaşlarının gözlerindeki, gün geçtikçe artan, özlemi görüyordu. Onlar Salih gibi ailesiz, yuvasız değildi ki. Onları merakla bekleyen, endişelenen, gözyaşı döken kişiler vardı artlarında bıraktıkları. Bu yüzden de Yahya'nın iyileştiğini fark etmesiyle buradan kurtulma zamanlarının geldiğini anlayarak harekete geçmişti.


Newroz'un karnındaki yaraya bastırmasıyla dişlerini sıkan Salih bir anlığına duraksamıştı. Karşısındaki aşağılık pislik, bu duraksamayı değerlendirerek Salih'i altına almaya çalıştı. İkili büyük bir öfkeyle boğuşurken dağın sonundaki uçuruma yaklaştıklarının farkında bile değillerdi.


Newroz, Salih'e doğru saldırdı ve ne olduysa tam o an oldu. Salih saldırıyı savuşturup Newroz'u itti ve Newroz bir anda boşluğa savrulduğunu hissetti. Can havliyle bir şeye tutunmak için elini attığında orta boydaki bir taşı yakalamayı başarmıştı. Başarmıştı başarmasına ama...


Salih, donuk gözlerle uçurumdan sarkan adama baktı. Newroz'u karaya bağlayan tek şey tutunduğu taştı. Birazdan sağ eli tüm bedenini taşıyamayacak ve o taş da yalan olacak, kendini uçurumun dibinde bulacaktı. Hakkettiği yerde!


"YARDIM ET!" diye bağırdı Newroz.


Duyduğu cümleyle birlikte kaşlarını havaya kaldıran Salih alayla güldü.


Susma yeminindeki adamın bir şey söylemesine gerek yoktu. Bakışları her şeyi açıklıyordu.


"Salih kurtar beni. Lütfen!"


İçinden 'Gerçekten mi?' diyen Salih, kendisine korku dolu gözlerle bakan Newroz'a hissiz bakışlarla baktı.


"Askersin sen. Senin işin insanları kurtarmak değil mi? Kurtar beni! Söz veriyorum bırakacağım sizi."


Duyduğu cümleler Salih'in gözlerini devirmesine neden olmuştu. 'Dediğin gibi insanları kurtarmak.' diye düşünen adam arkasına döndü ve yürümeye başladı.


"Yalvarırım Salih... Gitme!" diyen sesi duyduğunda duraksadı. Aklını bir ay önce yaşananlar doldururken hüsranla gözlerini kapattı.


'Bom'


Salih'in gecesi gündüzü bu silah sesini duymakla geçiyordu. Beyni sürekli sil baştan o ânı çeviriyordu. Genç asker kocaman bir paradoksun içine düşmüş, yemeden içmeden kesildiği gibi konuşmaktan da kesilmişti. Sanki o gün kendi boğazına da sıkarak ses tellerini yok etmiş gibiydi.


Gerçi ses tellerinin varlığı geceleri kendisini çok güzel belli ediyordu. Uyuyakaldığı nadir anların hepsinden haykırarak uyanıyordu genç asker. Mağara duvarları, gecelerce acı dolu sayıklamalarına sahip olmuştu.


Hepsi o p*ç yüzünden!


Bu düşünceler içindeki Salih, yerde duran demiri eline alarak mağaraya doğru yürümeye başladı. Elinde tuttuğu demirle 1 ay içerisinde oldukça haşır neşir olmuştu. Newroz sağ olsun(!).


"Hayır hayır. Yapma! Gitme. Lütfen. SALİİİİH!"


Newroz'un korku dolu sesine içinden 'S*ktir!' diyerek karşılık veren Salih arkasına bakmadan yürümeye devam etti. Birkaç adım daha atmıştı ki dağların arasından acı dolu bir haykırış yankılandı.


Bu haykırışı duyan Salih, adımlarını yavaşlatsa da durmamıştı. O p*ç için vicdan azabı çekmeye de, insan kalmaya da gerek yoktu. O it, ondan insanlığını çalan kişiydi. Sonuçlarına da, uzun soluklu bir hava yolculuğu ve bedenindeki tüm kemiklerinin kırılmasına da, katlanmalıydı.


'Umarım düşer düşmez ölmemiştir. Tüm kemikleri kırık bir şekilde nefes almaya çalışmış ve acıdan inim inim inlemiştir. Umarım...' diye düşünen Salih mimik bile oynatmadan karlı dağın girişine doğru yürüdü. Elindeki demirle karşısına çıkan adamları büyük bir soğukkanlılıkla yere seren Salih, içten içe hepsinin öldüğünü/öleceğini biliyordu.


Mağaradaki tüm adamları hallettiğinde arkadaşlarının tutulduğu yere doğru gitmek üzereydi ki duraksadı. Adımlarını ters tarafa çevirerek Newroz'un oda niyetine kullandığı yere yönelen adam, elindeki demir parçasını sıkmıştı. Odaya girdiğinde ilk başlarda sakin bir arayışla etraftaki bez dolapları karıştıran Salih, bir noktadan sonra oldukça hırçın bir şekilde bulduğu her şeyi dağıtmaya başlamıştı. Ve kısa bir sürenin sonunda aradığını buldu.


Gün batımında deniz manzarasını izleyen Meleği...


Salih'e işkence çektirmeye bayılan Newroz, defalarca kez elinde bu fotoğraflarla (Meleğinin fotoğraflarıyla) gelmişti işkence odasına. Her seferinde farklı bir hakaret, her seferinde farklı bir damara basma. Yine de... İstediğini alamamıştı. Salih Ege Aslan'ın dudaklarından tek kelime dökülmemişti.


Titreyen eliyle fotoğrafı alan Salih, 1 aydır dökülmeyen yaşlarının yanaklarından süzüldüğünü hissetti. Newroz'un yatak niyetine kullandığı saman yığının üzerine çökerken ağzından bir hıçkırık kaçmıştı.


Bom! 


O günden sonra ilk kez, bu ses canını o kadar da yakmadı Salih'in. Baş parmağı kadının hamile karnının üzerinde duruyordu. Küçüğü kurtarmıştı... Bedeli çok ağır olsa da kurtarmıştı. Artık ne Meleği, ne de ailesi zarar görmeyecekti.


İçinde onlarca duygu fırtınası koparken gözlerini kapattı Salih. Kalbinin üzerinde kocaman bir his vardı. Aklında 'Ya...' düşüncesi yankılanırken ne yapacağını bilemedi.


Bebeğin ondan olması mı daha iyiydi, yoksa olmaması mı?


Kızarmış ela gözlerini açan adam hüsranla ayağa kalktı.


Bilmiyordu. 


Genç adam bu soruya nasıl bir cevap vermesi gerektiğini bilmiyordu.


Melek'in diğer fotoğraflarını alma isteğine zorlukla karşı koyan Salih, elindeki fotoğrafı bırakmaya kıyamayarak yataktan kalktı. Genç asker kıyafetlerini almak için odadan çıkmak üzereydi ki, kandil ışığında gözüne çarpan parlaklıkla duraksadı.


Parlayan nesnenin ne olduğunu adı gibi bilen Salih kesik bir nefes almıştı. Darmadağın olmuş odanın ortasına zorlukla ilerlerken yeni bir gözyaşı dalgasına kapılmıştı. Yıldızlı künyeyi eline alırken ondan geriye sadece bu künyenin kaldığını fark ederek dizlerinin üzerine çöktü.


Sadece buydu.


Bir kolye ve bir fotoğraf...


Ve anılar...


Bedenindeki izleri bile kaybolmuştu. Karısından kendisine yadigar, yalnızca bu künye/kolyeydi.


Melek, her zaman ona aldığı hilalin ve kendisine aldığı yıldızın nedeninin gökyüzü olduğunu düşünmüştü. Değildi... Bayrağının aşkıyla yanıp tutuşan asker bayrağının en değerlilerini hediye etmişti ikisine.


'Denklemin tamamlanması için eksik olan tek şey kan kırmızısıydı. O da tamamlandı.' diye düşündü Salih ellerine bakarken.


Ellerinde, ömrünün sonuna kadar unutamayacağı kanlar vardı askerin. Dışarıdan bakan birisi için eli bembeyazdı. Salih'in gördüğü tek şeyse kıpkırmızı kandı.


Güçlükle ayağa kalkan adam, öldürdüğü teröristlerin yanından geçerek aylardır işkence gördüğü odaya gitti ve kıyafetlerini giydi. Elindeki yıldızı boynuna takarken aklında yalnızca bir düşünce geçiyordu.


Sana verdiğim hilali ne yaptın Meleğim? Hangi kuytu köşeye fırlattın?


Şimdiki Zaman


Hilal, sakinleşme isteğiyle gözlerini kapattı.


"Sen tüm bunlara nasıl katlanabildin?" diye fısıldarken sesi gibi tüm bedeni de titriyordu.


Kızın darmadağın haline kıpkırmızı gözleriyle bakan Salih titrek bir nefes aldı.


"Şu an her şey büyük bir rüya gibi geliyor. Sanki izlediğim bir filmi anlatıyor gibiyim. Film olmadığını hatırlatan tek şey, şuramdaki geçmek bilmeyen acı. Zamanla azalır diye ümit etmiştim ama... Olmuyor! Ben her gün daha fazla özlüyorum onu. Bir de şimdi..."


Gözlerini açan Hilal, duraksayan adama baktı.


"Şimdi?"


"Kocası öldü." diye mırıldandı Salih gözlerini kaçırarak. Kocasının ölmesi içindeki ümidin başını çıkartmasına neden olmuştu. Ki bu çok saçmaydı. Salih'in Meleğine asıl gidememe sebebi kocasının olması değil, yaşananlardı. Yaptığı şey!


Adamın aklından geçenleri tahmin eden Hilal sessiz kaldı. Salih babası tüm hikayeyi isim vermeden anlatmıştı. Gül Kokulum dediği eski karısının adını anamadığını fark etmesi için müneccim olmaya gerek yoktu. Aynı durumun, anne dediği kadın için de geçerli olduğunu fark etmişti Hilal. Salih Aslan yalnızca karısını değil, sonradan sahip olduğu anne ve babasını da kaybetmişti.


Genç kız, acı dolu gözlerle derin bir nefes aldı. Kocası diye bahsettiği adamın da ismini söylememişti adam. 'Gerçekten de benim bile bilebileceğim kadar yüksek mertebeli bir iş adamı mı?' diye düşündü Hilal. Adamın kim olduğunu bilseydi kadını bulabilirdi ve zeki olan Salih bu yüzden isim kullanmamıştı. Adamın kim olduğu da, karısının kim olduğu Salih'in kendisinde saklıydı. Belki bir de mağaradaki arkadaşlarında. Ama onların da bu tabu konudan konuşmayacaklarından emindi Hilal.


Hikayenin daha bitmediğini bilen kız, adama baktı.


"Peki oradan kurtulduktan sonra ne yaptın?"


"İlk işim o mağarayı patlatmak oldu. Yok olsun istiyordum. Yaşanan her şey silinsin. Mağara tam sınırdaydı. Irak tarafından da görülmüş patlama. Oldukça riskli bir hamleydi. Bizimkiler gibi diğer taraf da görebilirdi. Biraz kestirmeden gideyim dedim. Askerler gelirse hızlıca şehre ulaşırdık. Arkadaşlarımın haberi yoktu bu patlamadan. Bir süre ilerledikten sonra patlayan mağarayla birlikte Komutanım büyük bir şokla bana baktı. Ben de öylece baktım. O zamanlar yaptığım tek şey öylece bakmaktı zaten. Dilim lal olmuş, tek kelime konuşmuyordum."


Hilal, adamın nasıl tekrardan konuşmaya başladığını merak etse de soramadı. Asıl merak ettiği soruyu 'O bebek senin bebeğin miymiş?' sorusunu da soramadığı gibi...


"Teröristlerden önce bizimkiler geldi. Geldiklerini anlar anlamaz ellerimizi havaya kaldırıp teslim olduk. Askeriz dedik ama elbette inanmadılar. Yine de böyle bir yalan söylemeyeceğimizi tahmin eden ve halimizin farkında olan komutan gayet de nazik davrandı bize. Şehir merkezindeki karakola gelene kadar iyi ağırladılar, ."


Duraksayan Salih dudaklarındaki hüzünlü gülümsemeyle kıza baktı.


"Dışarıdan bakıldığında nasıl görünüyordum bilmiyorum ama beni gören kişi öylece kalakalıyordu. Bana sorulan sorulara boş gözlerle bakıyordum. Sonunda bizimkiler 'O konuşmuyor.' deme ihtiyacı duymaya başladılar. Kimlik numaramı yazdım. Sordukları soruların cevaplarını yazdım. Hiçbirinde tek kelime etmedim. Yanında bir not defteri ve kalem taşıyan bir dilsiz haline geldim. Toparlanalım diye birkaç gün orada misafir ettiler bizi. Tabii ki herkes evine dönme derdinde. Ben ise mükemmel bir şekilde Ruhsuz ve Dilsiz rolündeydim. Sonra son hazırlıklar için İstanbul'dan bizi aradıklarını söylediler. Hepimizi komutanların söylediklerini duymamız için bir odaya aldılar. Önce bir komutan konuştu. Sonra ise... Sinan."


Son kelimesini fısıldayarak söyleyen Salih yanağından bir damla yaşın süzüldüğünü hissetti.


"Sesi o kadar endişeliydi ki... Peşimden kimse üzülmez diye düşünürken onu unutmuşum. Abimi... Yıllar önce hayatımın en berbat gününde beni tutup kurtaran adamı. Onun sesini duyduğumda ilk kırılmayı yaşadım. Böyle küçük küçük iğneler tüm bedenime batıyormuş gibi hissettim. Sonra o iğnelerin yerini baltalar alarak tüm bedenime yarmaya başladı. Sinan 'Salih iyi misin?' derken de sesim çıkmadı. 'Bir şey söyle!' diye bas bas bağırırken de. Yine komutanım araya girerek benim konuşmadığımı söyledi. O zamana kadar karakoldaki herkes yapılan işkencelerden dolayı, fiziksel nedenlerden konuşmadığımı düşünüyordu. Komutanım, Sinan'ın ne denli delirdiğini görünce açıklamak zorunda kaldı. 'Hiç hoş şeyler yaşanmadı ve... Salih susmayı tercih etti. Fiziksel hiçbir şeyi yok. Ruhsal olarak ise enkaz."


Derin bir nefes alan Salih başını önüne eğdi.


"O gece yaptım. Kaldığımız evden ayrıldım, sabahında yola çıkacaktık ve... Ben İstanbul'a gidemezdim. Biliyordum Hilal. İstanbul'a gelirsem ilk işim onun yanına gitmek olurdu. Yaşadığını, yaşadıklarını, bizzat görmek isteyecektim. Kocasıyla onu birlikte görmeyi kaldıracak kadar güçlü değildim. Hayal ettiğim yerde başka bir adamın durduğunu görmeyi kaldıracak kadar güçlü değildim. Öylece yürüdüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ölmek istiyordum ve mezarımı seçiyordum aslında. Ayaklarım zaten hazır olan mezarıma götürdü beni. Her şeyin başladığı, ilk kez toprağın altına girdiğim o yere. En büyük dert ortağım olan Fetih'in yanında almıştım soluğu. Onunla dertleştim, her şeyi Fetih'e anlattım. Ağzımdan tek bir sözcük dökülmeden... İçimden destanlar döküldü fakat ağzımdan bir harf bile çıkmadı. Sesimi duymaya tahammülüm yoktu, konuşmaya mecalim yoktu. Konuşmaya hakkım yoktu. Yaşamaya da olmadığı gibi. Günün ilk ışıklarını gördüğümde ayağa kalktım. Aşık olduğum kadının resmindeki kızıllık kaplamıştı gökyüzünü. Elimi cebime atıp resme dokundum ama çıkartıp bakmaya cesaret edemedim. Diğer elimse boynumda, ondan kalan künyedeydi." diyen Salih elini kazağının altındaki yıldızın olduğu noktaya götürdü.


Hilal'e boynundaki künyenin yıldız olduğunu ve hilalini de ona verdiğini söylememişti. Daha doğrusu söyleyememişti. O kolyeler canını deliler gibi yakıyordu çünkü. O hilal ve yıldızı hatırladığında, karısının boynuna taktığı ilk an geliyordu aklına. Düğün gününde hediye etmişti kendilerine o kolyeleri. Bir oldukları o ilk günde...


Boğazını temizleyen adam yeni bir anı tufanına düşmemek için anlatmaya devam etti.


"Atacaktım kendimi Hilal. Her şey çok üstüme geliyordu. Fetih'in yanına gelmek bana iyi gelmemişti. En son o hayatımdayken gelmiş, kardeşime; karımı ve ailemi anlatmıştım. Şimdi ise... Ölüyordum. Aldığım her nefesle hem de. Aklımda daha öncesinde duyduğum bir şiir bozuk plak gibi dönüp duruyor. 'Yüzünde göz izi var, sana kim baktı Yârim."


Başını önüne eğen adam hüzünle güldü.


"Kaldıramıyordum. Kendi ellerimle her şeyi yakıp yıkan bendim ama kaldıramıyordum! Başka bir adamla evlenmiş olmasını kaldıramıyordum. Başka bir adama gülüyor olmasını... Kızgındım ona. Hiç hakkım yoktu ama kızgındım. Ve de kırgın. Hikayeye onun tarafından bakıldığında haklı olan oydu. Kızgın ve kırgın olması gereken de oydu. Daha gencecik yaşında böyle bir şey yaşamıştı. Ve sevdiği adam, ona onlarca iğrenç ithamda bulunmuş ve boşamıştı. Haklıydı işte. Ama... Ben de haklıydım be kızım. Benim tek derdim onu korumaktı. Ben o zarar görmesin diye yaptım her şeyi. Elim kolum bağlı kaldığı için yaptım, onu korumak için. Ve ben onu ondan vazgeçecek kadar çok severken onun başkasıyla evlenmesini kaldıramadım. En uca kadar geldim. Son adımı atmak için ayağını kaldırmıştım ki savrulduğumu hissettim. Komutanımdı... Soner. Deliler gibi çırpındım beni bırakması için, bırakmadı. Sonra tek bir cümle söyledi, ben çırpınmayı bıraktım."


"Ne söyledi?" diye soran Hilal, aslında sorunun cevabını biliyordu.


"Ya o senin kızınsa ve sen şu an kızını babasız bırakıyorsan?" diye fısıldadı Salih çatlayan sesiyle.


"Peki senin kızın mıymış?" diye sordu Hilal sessiz bir şekilde. Bunun da cevabını biliyordu aslında.


Salih kendisinin kopyası olan ela gözlere bakarak 'Hayır.' diye fısıldadıktan sonra ekledi.


"İyi ki... İyi ki de değil. Ben bu yaptığımı ona nasıl anlatırdım? Bir katil olduğumu..."


Hilal başını iki yana salladı.


"Sen katil değilsin. Başka çaren yoktu."


"O tetiğe bastım ben Hilal. Çarem olsun, olmasın fark etmez. Ben babam saydığım insanı öldürdüm."


Tekrardan başını iki yana sallayan Hilal gözlerinden yaşlar akarken aralarındaki tepsiyi sehpanın üzerine koydu ve acı dolu gözlere sahip adama sarıldı. Sarılışı karşısında Salih'in titrek bir nefes aldığın hissettiğinde sarılışını sıkılaştırmıştı.


"Sen bir bebeğe yaşama hakkını vermişsin. Koşma, gülme, büyüme hakkını vermişsin. Hiç kimse seni katil olmakla suçlayamaz. Senin verdiğin o karar, omuzlarına aldığın o yük çok çok büyük. Ve bunu hiç tanımadığın küçük bir yaşam için gönüllü olarak almışsın. Eminim ki o küçük bunu bilseydi sana minnettar olurdu. Hayatını ona verdiğin için..."


Kızın sözleri kalbine saplanırken, gözlerinden yaşlar düşmeye başladı adamın. Saçma gibiydi ama sanki ihtiyacı olan yalnızca bu sözler, bu sarılıştı. Yıllar sonra ilk defa vicdan azabı geriye çekilmiş ve nefes alabildiğini hissetmişti Salih.


Bir süre sonra geri çekilen Hilal, adama baktı. O an, ikilinin gözleri aynı kızarıklıkla aynı renge bürünmüştü. Onları, yaşantılarını bilmeyen birisi anında baba-kız olduklarını anlayabilirdi.


Fakat ne Hilal ne de Salih bu gerçeği anlayabilmişti.


Çünkü Salih'in tarif ettiği Melek ile Hilal'in annesi olan Melek arasında tek bir benzerlik bile yoktu.


Salih'in tarif ettiği kadın çaya aşık, gül kokulu birisiyken; Hilal'in annesi çaydan zerre hoşlanmayan, gül kokusunu aldığında baydığını söyleyen birisiydi.


Salih'in gülümseyerek anlattığı kadın etrafına neşe saçarken, Hilal'in annesi hep agresif, hep despottu.


Salih'in bahsettiği kadının kocası ölmüş ve bebeği de kocasındandı; Hilal'in annesinin kocası ise ölmemiş ve Hilal'in babası da, annesinin kocası değildi.


Bu yüzden de ikili, hayatlarındaki en değerli kadının aynı kadın olduğunu asla anlayamazlardı.


Salih'in elini tutan Hilal, gözlerindeki yoğun sevgiyle gülümsedi.


"Bu el; yüzlerce, binlerce insanı kurtaran birinin eli. Bu el; küçük bir bebeğin doğmasını sağlayan, silah arkadaşlarını ailelerine kavuşturan birisinin eli. Bu el, sevdiğim adamı yıllarca koruyan adamın eli. Bu el, az önce hüzünlenen kızını teselli eden adamın eli. Bu yüzden... Lütfen nefretle bakma ona."


Salih, elini tutan ele bakarken "Çok küçük... "diye mırıldandı. Hilal cümleyi pek anlam veremese de güldü.


"Benim elim küçük değil seninki büyük bir kere."


Salih, kızın ela gözlerine bakarken buruk bir şekilde tebessüm etti.


"Onun elinin yanında da çok büyük kalmıştı." diye fısıldadı Salih çatlak çıkan sesiyle.


Hilal, olayı anlamaya çalışarak adama baktı.


"Aylar sonra... Lal olan dilimi çözen o oldu. Dudaklarımın arasından çıkan ilk söz 'Çok küçük!' olmuştu."


"Ne? Nasıl?.. Kim?"


24 Yıl Önce


Hastane kapısının önündeki adam bir kez daha geriye doğru döndü ve çıkışa doğru yürümeye başladı. Etraftaki birkaç kişi ona deli gözüyle bakarken Salih bir kez daha durdu. Öğrenecekti! Öğrenmeliydi...


Bir kez daha hastaneye doğru yürümeye başlamışken duraksadı.


Ya benim kızımsa? 


Ya benim kızım değilse?


İkinci ihtimal çok daha fazlaydı. Tarihler göz önüne alındığında Melek'in geçen ay doğum yapmış olması gerekiyordu. Ama olmamıştı. Bu da demek oluyor ki bebeğin babası o değildi.


'Nereden biliyorsun? Belki bebek geç doğdu. Her çocuk 9 aylıkken doğacak diye bir kural mı var?'


Gözlerini kapatan Salih, nefes almaya çalıştı. Geçen ay boyunca bu düşünceyle yatıp kalkmıştı. Şimdi gerçeği öğrenme vaktiydi.


'Ya değilse? O küçüğün babası değilsen? Ne yapacaksın o zaman? Onların mutlu aile tablosunu yine uzaktan mı izleyeceksin? Dayanabilecek misin buna? Kaldırabilecek misin olman gereken yerdeki adamı görmeye?'


İşte bu düşünce Salih'in tekrardan arkasını dönmesine neden oldu.


3 ay önce İstanbul'a ayak bastığında yaptığı ilk şey o eve gitmek olmuştu. Her adımında yapma diye diye kendini yumruklasa da yapmıştı. Ve görmüştü de...


Kapalı balkonda, mutlulukla kahvaltı eden kişileri.


Seher annesinin kahkahasını duymasa da duymuştu. Adamın konuştuklarını anlamasa da anlamıştı. Fakat gözü yalnızca onu görmüştü.


Kocasının ağzına verdiği ekmeği gülerek geri çeviren onu.


Hamilelik çok yakışmıştı. Durduğu yerden yanaklarının şiştiğini görmüş, karnının daha çok büyüdüğünü fark etmişti. .


Oradaki kişi ben olabilirdim...


Bu düşüncedeki Salih kaçarcasına evden uzaklaşmıştı. Yalnızca 1 gün!


Ertesi gün kendini yine orada bulmuştu Salih. Sonraki 2 ay boyunca da olduğu gibi.


Kadir'in işe gidiş saatinden sonra geliyor olsa da adam gün geçtikçe işe gitmeyi bırakmıştı. Salih, her gün heyecanla konuşan ikiliyi izlerken konunun dünyaya gelecek olan küçük olduğunu her zaman biliyordu.


Oradaki kişi ben olabilirdim...


Ve 9. ay gelmişti. Her güne 'Bugün doğacak mı?' düşüncesiyle başlayan adam, günden güne erimişti. Çünkü bebek doğmamıştı. Bu da... 9. ayında değil de 8. ayında olduğunun göstergesiydi.


Daha fazla gidememişti. Daha fazla mutlu aile tablosunu görmeyi kaldıramamıştı. Sonraki ay kendini eve kapatmıştı Salih. Dışarıya tek bir adımını dahi atmamıştı. Yine de düşünceleri onu rahat bırakmamış ve içindeki ümidin bir kısmı bebeğin babasının kendisi olduğunu düşünmeye devam etmişti.


Gün, bu gerçeği öğrenme günüydü.


Dün sabah, gazetede gördüğü haber ile başlamıştı güne.


Alacalı şirketinin varisi bugün mü doğuyor?


Verilen bilgiye göre Melek hastaneye yatmıştı. Çabalamıştı. Gerçekten! Gelmemek için her şeyi yapmıştı. Ama olmamıştı.


İşte şimdi buradaydı. 


Bu bahçede sabahlamıştı. Gece 12 sularında kar yağmaya başlamış, herkes içeriye kaçarken, Salih oturduğu banktan bir santim hareket etmemişti. En sonunda güvenlik görevlisi yanına gelerek içeri girmesini, hasta olacağını söylemişti. Salih boş bakışlarla ona baktığında da iç geçirerek içeri geçmiş ve kısa sürede bir battaniye ve sıcak bir içecekle geri dönmüştü. Salih baş işaretiyle teşekkür etmişti yalnızca. Görevli garip bakışlarla ona baksa da usulca uzaklaşmıştı.


Salih tüm o süreçte uzun uzun hastaneye bakmıştı. Çok büyük bir ironiydi.


Bombalı saldırıyı durdurmak için boşamak zorunda kaldığı kadının, saldırının yapılacağı hastanede çocuğunu doğurması... Çok büyük bir ironiydi.


Salih, tüm gece gelen gidenlere bakmış ve patlama gerçekleşseydi yaşanacak kaybın tahmininden çok daha fazla olduğunu fark ederek afallamıştı.


Ve saat 3 civarı eline tutuşturulan lokum ile bebeğin doğduğu haberini almıştı.


'Alacalıların kızları doğdu. Tüm herkese lokum dağıtılıyor.' demişti lokumu veren adam.


Salih ne yapacağını düşünmüştü. Nasıl gerçeği öğrenecekti? Meleğin karşısına çıkamayacağına göre... Nasıl?


Tam o an gece nöbetinde hava almak için dışarı çıkan hastane personelinin yaptığı dedikoduları duymuştu.


'Duydun mu? Kemal Alacalı torunu için DNA testi istemiş.'


'Yalandır o. Niye böyle bir şey yapsın ki?'


'Kızım koskoca şirketler zincirini verecek çocuğa. Hem evlenir evlenmez çocukları oldu. Çok şüpheli değil mi durum? Adam zaten şirketi, parası söz konusu olduğunda deliriyor. Beklerim ben ondan her şeyi.'


Fırsatın ayağına geldiğini düşünen Salih, temkinli bir şekilde içeriye girmişti. Bu test işinin doğru olup olmadığını öğrenme isteğiyle gizlice laboratuvara girmişti. Gecenin 3'ünde laboratuvar bomboştu, nöbetçi de uyuyordu. Salih, askerliğini kullanarak sessizce hareket etmiş ve gördüğü notlarla da dedikodunun doğru olduğunu ispatlamıştı.


'Kemal Alacalı DNA testinin sonuçlarının yarın öğlene kadar çıkmasını istiyor Ceyda. Ona göre mutlaka hazır olsun.'


Yanında da tıbbi terimlerle dolu kağıtlar.


Laboratuvardan çıkan Salih, çıkışa doğru yönelirken o yazıyı görmüştü.


Yeni Doğan Ünitesi 


Engel olamamıştı kendine adam. O an babası olup olmadığını bilmediği bebeği görmeye değil de, kurtardığı bebeği görmeye gitmişti aslında.


Etrafını gözlemlerken, olur da yakalanırsam ne yapacağım düşünceleriyle ilerlemişti. Ve sonunda hedefine ulaşmıştı. Camı gördüğünde adımları yavaşlasa da devam etmişti.


O 5 adımı atarken kalbi yerinden çıkacak gibi artmıştı adamın. Sonunda o camın önüne gelmişti. İçeride 4 bebek vardı. Salih'in gözleriyse şeffaf beşiğinde 'Alacalı Bebek.' yazana kilitlenmişti.


O an bir damla yaş usulca süzülmüştü yanağından. Fetih'in yanında bıraktığını düşündüğü gözyaşları yine kendisine dönmüş ve aylar sonra ilk defa ağlamıştı adam. Gözlerinden düşen ikinci yaş da ilkinin yanında yerini alırken bir hareketlilik fark etmiş ve düşüncelerinden sıyrılarak bebeğe bakmıştı.


Bebeği yerinde göremediğinde telaşlanırken kapı açılmış ve genç bir hemşire şeffaf beşiği iterek dışarı çıkmıştı.


Salih, bebeğe öylece bakakalmıştı... O kadar küçüktü ki.


Adamı ve adamın bebeğe bakışlarını fark eden hemşire duraksamıştı.


"Siz babası mısınız?"


Soru Salih'i yakıp yıkarken zorlukla başını iki yana sallamıştı. Bir gözyaşı damlası yeniden firar ederken kalbinin etrafını saran el sımsıkı sıkmıştı onu.


Salih, uzansa dokunabileceği ufaklığa bakarken aylar önce Meleğini boşadığı gün de böyle hissettiğini düşünmüştü.


Karısına dokunamadığı gibi kurtardığı bu küçüğe de dokunamayacaktı.


Bu düşüncenin hüsranlığıyla arkasını dönüp birkaç adım atmıştı ki 'Beyefendi?' diyen hemşire ile duraksamış ve onlara bakmıştı. Daha doğrusu küçüğe...


Genç hemşire, etrafına bakındıktan sonra bebekle birlikte Salih'in yanına gelmişti. Üç yıl önce Yeni Doğan servisinde görev almaya başlayan hemşire, yıllar içerisinde bu üniteye gelenlerin çocuğu olanlar değil de olmayanlar olduğunu fark etmişti.


Babalar ya da akrabalar genelde bebeklerine bir bakar sonra da hevesle annenin yanına giderler ve bebeğin kontrolden çıkıp odaya gelmesini beklerlerdi. Bu yüzden de o camın önünde duranlar, çocuğu olmayanlar ya da çocuğunu kaybetmişler olurdu. Defalarca kez şahit olmuştu hemşire. Bebeğini kaybeden bir babanın, buraya gelip küçük bebeklere (yitirdiği hayallerine) gözyaşları içinde baktığına... Fakat hiçbirinde bu adamda hissettiği yoğun acıyı hissetmemiş, hiçbirinin bakışlarında bu adamın gözlerinde olan özlemi görmemişti.


Bu yüzden de kurallara aykırı olduğunu bilse de sormaktan alıkoyamamıştı.


"Bakmak ister misiniz?"


Soruyu duyan Salih, dolu gözlerinden bir gözyaşının daha düşmek üzere olduğunu hissetmişti. Ruhu soruya bedeninden önce tepki vermiş ve başını sallarken bulmuştu kendini.


"Bu küçüğümüz ünitenin en yenisi. Annesiyle doğum anında görüşeli daha bir saat bile olmadı. Ailesinin diğer fertleriyle görüşemeden yapılması gereken bazı tetkikler olduğu için getirdik buraya. Annesi kızına kavuşmada fazlaca sabırsız. Tektikler biter bitmez hemen yanında istedi. Ben de şimdi annesine götürüyordum."


Tektik kelimesini duyan Salih, gözlerini bebekten çekerek kadına bakmıştı. Hemşire sorulmayan soruyu duyarak cevaplamıştı.


"Maşaallah sizin de gördüğünüz gibi çok sağlıklı. Biraz da açız sanki. Ağlamadı ama annesini aranıyor belli."


Salih bir adım daha yaklaşmıştı bebeğe. Annesi, Salih'in en değerlisiydi.


Değerlisinin değerlisi duruyordu karşısında.


Berceste diye düşünmüştü Salih, babası olup olmadığını bilmediği küçük bebeğe bakarken.


Berceste 'Güzel, latif, seçilmiş, beğenilmiş, sanat değeri yüksek olan beyit ve dizeler' anlamına geliyordu. Bu hitabı kullanmasının nedeni, güzel bebeğin güzel olması ya da seçilmiş bebeğin seçilmiş olması değildi.


Bir şiirin en güzel, en akılda kalan bir dizesi demekti Berceste.


Onun şiiri Meleğiydi. Şiirinden akılda kalanı da Berceste...


Değeri her şeyin üstünde olan Berceste.


Bir adım daha attığında bebeğin yanına gelmişti adam. Gözlerini daha açmamıştı ama etrafını dinliyor gibiydi küçük. Minicik bebeğe bakarken derin bir nefes almıştı Salih.


Gözlerinden düşen yaşlar dinmek yerine çoğalmış ve yanağından düşen bir göz yaşı bebeğin yanağına damlamıştı. Yanağındaki soğukluğu hisseden bebek, minik burnunu kırıştırarak hafifçe hareket etmişti. Bu hareket gözyaşları içindeki adamın gülmesine neden olmuştu. Aylar sonra ilk defa içten bir şekilde gülümseyen adam dayanamayarak elini bebeğe uzatmıştı.... Az önceki kımıldanışıyla birlikte sarılı olduğu kundağın dışına çıkan, yumruk olmuş küçük ellere.


Bebeğe dokunduğunda titrek bir nefes alan Salih, dudaklarını birbirine bastırmıştı. Küçücüktü, sıcacıktı. Bebeğin hızla atan kalbi pembe kundağa rağmen belli oluyordu. Bu durum Salih'in tekrardan gülümsemesine neden olmuştu. Çok hızlı atıyordu küçük kalbi.


Her şey o kalp atabilsin diyeydi...


Bu düşünceler içerisindeki Salih parmağı kadar olan küçük eli yavaşça okşamıştı. Tam o an, bebek onun varlığını hissetmiş gibi elini açmıştı.


Hemşire, yeni doğanların yumruklarını nadiren açmaları karşısında şaşırarak kaşlarını kaldırsa da, bu durumu bebeğin postmatüre olmasına bağlamıştı.


Ve küçük bebek ikisini de çok şaşırtan bir şey yaparak adamın parmağını tutmuştu. Onun bu hareketi Salih'in ağzından bir hıçkırık kaçmasına neden olmuştu.


Küçük, tetiğe bastığı parmağını tutmuştu.


Parmağındaki küçük el, yaralı adamın aylar sonra sesini bulmasına neden olmuştu.


"Çok küçük..."


O an sesini duyan bebeğin dudaklarının iki yana kıvrıldığına yemin edebilirdi Salih.


"Güldü mü o?" diyen hemşire ile gördüğü hareketin hayal olmadığını anlamış ve hıçkırmamak için dudaklarını birbirine bastırmıştı.


"Bebeklerin bilinçli gülümsemeleri 2. ayının sonunda gerçekleşir normalde ama arada güzel zamanlamalar yapabiliyorlar. Bence bu güzel hanımefendinin ilk gülümsemesini siz aldınız Beyefendi. Elini ilk tutan da siz oluyorsunuz hatta. Gerçi o sizin elinizi tuttu... Şimdiden belli. Elini veren kolunu kaptıracak buna."


Gözyaşları artan Salih hıçkırıklarını içine içine yutarak bebeğe bakmıştı.


"Bebeklerin cennet koktuğu söyleniyor. Şu zamana kadar bunun hep halk söylentisi olduğunu düşünmüştüm. Ama tam şu an... Bunun saf gerçeklik olduğuna inanıyorum. Baksana şuna. Cennetin ta kendisi değil mi? Can feda ona."


Hemşire, gözyaşları içindeki adamın bebeğe yönelttiği sevgi dolu bakışları gördüğünde hüzünlendiğini hissetmişti. Yaptığının yanlış olduğunu bilse de, yakalanırsa kovulacağının farkında olsa da koskoca adamın iyileştirilmeye muhtaç hâli konuşmasına neden olmuştu.


"Saf gerçekliği teyit etmeye ne dersiniz?"


Duyduğu soru, Salih'in kıpkırmızı elalarıyla ona dönmesine neden olmuştu.


"Ne?" diye fısıldarken sesi neredeyse çıkmamıştı.


"Yasak aslında ama... Çok kaybolmuş görünüyorsunuz. Bu ufaklık da sizi sevdi. Bunu kimseye söylememeniz şartıyla, gözetimimle kucağınıza almanıza izin vereceğim sanırım. İçimden bir ses, sorununuz her neyse... Bu küçüğün ona merhem olacağını söylüyor."


Bakışlarını daha gözlerini bile adam akıllı açmamış bebeğe çeviren Salih "Ama çok küçük. Ya bir zarar verirsem." diye mırıldanmıştı.


'Klasik baba endişesi.' diye düşünerek tebessüm eden hemşire gülmüştü.


"Merak etmeyin bir şey olmaz."


Adam, kalbindeki heyecanla bebeği beşikten alan kadına bakmıştı.


"Açın kollarınızı."


Salih, hiç duraksamadan bu emri yerine getirirken kollarında hissettiği hafiflik ile gülmüştü.


"Kaç kilo bu Allah aşkına? Eve aldığım incir, bu küçükten daha ağır."


Benzetme karşısında gülen hemşire, adamın gülen yüzünü hüznün kaplamasını izlemişti.


Salih, gözlerini küçük bebeğin yüzünde gezdirdikten sonra fısıldamıştı.


"Sen ne kadar da güzelsin böyle."


Salih, o an bebeğin babası olup olmamasının bir önemi olmadığını fark etti. Bebeğin babası değilse bile kurtarıcısıydı. Gerçi... Bu küçük onun kurtarıcısı olmuştu.


Bebeği kendisine doğru yaklaştıran Salih, burnunu küçük bebeğin küçücük boynuna doğru götürdü ve derin bir nefes aldı. Aldığı muhteşem ötesi kokuyla gözyaşları bir kez daha düşmeye başlarken tüm ruhunda hissettiği cennet kokusunu bir kez daha içine çekti.


Yanağında bebeğin sıcak nefesini hissederken, kulağına doğru fısıldadı.


"Her şey senin içindi Cennet Kokulum. Değdiğini biliyordum ama... Şimdi yaşıyorum da. Yine olsa yine aynı kararı verirdim. Dipsiz bataklığa batacağımı bilsem de, bu karar beni sonsuz suskunluğa hapsetse de... Yine aynı kararı verirdim. Trilyonlarca kez seni kurtarmayı seçerdim. Çok güzel bir hayatın olsun Berceste. İyilikle dolu bir kalbin olsun. Şu an bu küçücük halinle bana sesimi kavuşturduğun gibi iyileştir çevrendekileri. Az önce elimi tuttuğun gibi sımsıkı sarıl hayata. Asla vazgeçme. Asla korkma. Sabah sonuçlar ne çıkacak bilmiyorum ama... Bildiğim tek bir şey var. Sonuç ne çıkarsa çıksın hayatımın en merkezinde olacaksın. Ömrümün sonuna kadar seni bir daha görmeyecek olsam da, benim en değerlim olacaksın. Kahkahalarla mutlu olman için dua eden bir kurtarıcın olacak bu hayatta. Ruhunu senin uğruna feda etmiş ve seni gördüğü anda da 'Değer!' diyen bir kurtarıcı..."


Küçük bebeğin kulağına bunları fısıldayan Salih, son bir kez daha cennet kokusunu içine doğru çekti ve bebekten uzaklaştı. Bir kez daha 'Aaa gülümsüyor.' denebilecek bir an yaşanmıştı.


"Sizi gerçekten çok sevdi."


"Ben de onu çok sevdim. Her şeyden çok..." diye fısıldayan Salih, hiç istemese de bebeği hemşireye doğru uzatmıştı.


"Annesine götürün. Özlemiştir." diye fısıldamıştı yumuşak bir sesle.


Hemşire, düşünceli gözlerle adama bakarken neler olduğunu anlamaya çalışmıştı.


"Kimsiniz siz?"


Bebeğe bir bakış atan Salih, dudaklarındaki hüzünlü tebessümle omuz silkmişti.


"Hiç kimse." derken gözlerini bebekten ayıramamıştı.


"Tanıyor musunuz annesini?"


Soruyu duyan adamın sessiz kalması, bebek doğar doğmaz bebeğin küçücük saçlarından örnek almaya gelen laboratuvar görevlilerini hatırlamıştı hemşireye. O da herkes gibi bu durumun Kemal Alacalı'nın garantici yapısından kaynaklandığını düşünmüştü. Fakat şu an... Pek de öyle düşünmüyordu.


"Yoksa bebeğin... Babası mısınız?"


Gözlerini bebekten ayırmayan Salih dürüstçe mırıldanmıştı.


"Bilmiyorum."


Hemşire, bir bebeğe bir de adama bakarken Salih bakışlarını hemşireye çevirmişti.


"Sakın... Sakın ona tek kelime etme. Burada olduğumu bilmesin. İkimiz de yandık zaten yeterince. Daha fazla yakma onu."


"Tamam da eğer bab..."


"Bilmiyorum dedim ya. O kelimeyi kullanmasan? Aylardır kendimi 'Olmamam daha iyi.' diye kandırırken şu an kandıramıyorum." demişti Salih acı dolu gözlerle kıza bakarken. Sonrasında da kısık bir sesle devam etmişti.


"Eğer dediğin ihtimal varsa yarın belli olacak. O zaman kızım için onunla yüzleşmeye çalışacağım. Ama o ihtimal yoksa... Ortadan kaybolacağım. Bu yüzden az önce şahit olduğun ânı ona anlatman, onun kafasını karıştırmaktan ve acı çekmesini sağlamaktan başka bir işe yaramaz. Yeterince acı çekti zaten. Bırak da en mutlu gününde, mutlu olsun."


Tüm bunları söyleyen Salih, küçüğe sevgiyle gülümsedikten sonra sağ elinin işaret ve orta parmağının arkasıyla küçük bebeğin yanağını hafifçe okşamıştı.


"Hoşça kal Bercestem. Allah'a emanet ol."


Şimdiki Zaman


Tüm bunları hatırlayan Salih, detaya girmeden o günü anlatmıştı Hilal'e. Detaylı anlatması, bağlandığı bebeğin (Berceste'nin) babasının olmadığını hatırlatıyordu ona. Aradan 24 yıl geçmesine rağmen bu durum canını yakmaya devam ediyordu. Anlattığı onca şeyden sonra bir de bunun yangınıyla yüzleşmeyi kaldıramamıştı adam.


"Sonuçlara göre... Bebeğin babası değilsin yani." diye mırıldandı Hilal büyük bir hüzünle.


"Tarihler çakışıyordu. Doğması gereken zamanda doğmadığında bu ihtimale hazırladım kendimi. Yine de o küçüğü görmek bir kez daha 'Keşke...' dedirtti. Sonra da zaten İstanbul'a bir daha gidemedim. Biliyorsun hikayenin geri kalanını."


Bir kez daha 'Keşke benim kızım olsaydı.' diye düşünen adam, Kadir Alacalı'nın babası Kemal Alacalı'yı kandırmak için laboratuvardaki teknisyenle anlaşıp sahte rapor hazırlattığından bihaberdi.


O sonuçların aslının yakıldığınının ve ilk görüşte vurulduğu o küçüğün aslında kendi kızı olduğunu bilmiyordu Salih Ege Aslan.


Yıllar önce İstanbul'a geldiğinde yine soluğu o evde aldığını ve üzgün görüntüsüne dayanamayarak parkta yanına gittiği, konuşurken çok keyif aldığı Berceste'nin, öz kızı olduğunu bilmiyordu adam.


O Berceste'nin karşısındaki Hilal olduğunu ve yaşadığı tüm o ızdırabı öz kızına anlattığını bilmediği gibi.


🐺


Dudaklarındaki huzurlu tebessümle yürüyen Burak şu an Sakarya sokaklarında olduğuna inanamıyordu. Geçmişte, Salih babası ve anneannesinin evinin arasındaki bu yoldan kaç kez geçmişti acaba?


Bakışlarını sokakta dolaştıran adam, parkı gördüğünde gülümseyerek oraya yöneldi. Küçükken ne de çok gelirdi bu parka ama. Bazen sırf parka gelebilmek için anneannesine gelmek isterdi hatta. Salih babası buraya taşındığında defalarca kez 'Hadi gel! Sen de sallan.' demişti fakat hiçbirinde sallanmamıştı Burak. Yaşadığı olaydan sonra salıncaklara küsmüştü o. Fakat hayatına giren salıncak aşığı Ay Kızı, onu salıncaklarla/parklarla en çok da içindeki çocukla barıştırmıştı.


Salıncağın yanına gelen adam elindeki küçük valileri kenara bırakarak, salıncağa oturdu. Salih babasının hep bindiğine değil de diğer salıncağa oturmuştu genç adam. Saatler önce sevdiğinin de bu salıncakta kahkahalar atarak sallandığını bilmeden, yavaş yavaş hızlanmaya başladı.


Salıncağın ulaşabildiği son hıza geldiğinde gözlerini kapatan Burak, dudaklarındaki mutlu gülümsemeyle bir süre sallandıktan sonra gözlerini açmıştı. Son hızla sallanmaya devam eden adam, yüzüne çarpan havayla birlikte gökyüzüne bakarak neşeyle güldü.


Anneannesinin evine gitmişti. Sakarya'ya gelmişti. Ailesini ziyaret etmişti...


"Şükürler olsun Rabbim. Şükürler olsun. Onu karşıma çıkarttığın için binlerce kez şükürler olsun Sana."


Bir süre sallandıktan sonra bindiği salıncaktan hızlı bir atlayış gerçekleştiren Burak kendi kendine güldü.


"Annem bunu görseydi kesin keserdi beni. Gerçi asıl yıllar içinde defalarca kez helikopterlerden yaptığım keyfi ve fuzuli atlayışları görseydi keserdi."


Hilal'e ve kendisine ait olan küçük valizleri eline alan adam, eve doğru yürümeye başlarken özlemle mırıldanmıştı.


"Kim derdi ki yokluğunuzda Sakarya sokaklarında gülümseyerek gezeceğim..."


Evin önüne gelen Burak, zile basmak üzereyken duraksadı. Yıllar sonra geldiği evine anahtarıyla girmek istiyordu. Eski günlerdeki gibi...


İstanbul'daki evinden çıkmadan önce valizinin iç cebine attığı ev anahtarını çıkartan Burak eve girdi. Mesleki deformasyonundan dolayı oldukça sessiz hareket eden adam, valizleri kenara bırakırken içeriden gelen konuşma seslerini duyuyordu. Hızlı hareketlerle merdivenin altındaki el lavabosunda elini yıkayan Burak konuşmanın yapıldığı salona doğru ilerledi.


"... Anlayacağın o zamanlar benim de bizim hergeleden pek bir farkım yoktu kızım. Her operasyonda işaret fişeği çakıp vurun beni diyordum resmen."


"Bunu mecazen söylediğini bilsem de gerçek mi acaba diye düşünmeden edemedim Salih baba."


Sevdiği kızın babasına kullandığı hitap, odaya girmek üzere olan Burak'ı duraksatmıştı. Dudaklarında kocaman bir gülümseme beliren adam kendi kendine mırıldandı.


"Hanımefendi de iyi alıştı benim olanları sahiplenmeye."


İkilinin konuşmasını bölmek istemeyen Burak, yanındaki merdivenin ilk basamağına oturdu ve onları dinlemeye başladı. Gönül isterdi ki böyle usulca kapıya yaslansın iki sevdiğini izleyerek konuştuklarını dinlesin... Ama bu imkansızdı tabii ki. Hisleri kuvvetli olan ikili, anında onun orada olduğunu anlayarak ilgilerini ona yöneltirlerdi.


"Bir kere yapmışlığım var. İşaret fişeği değildi ama bir çatışma sırasında büyükçe bir taşın üzerine çıkarak havaya ateş etmiştim birkaç kez. Bahanem, diğer tarafta yaralanan arkadaşımı bizim bulunduğumuz sipere gelirken korumak için dikkat dağıtmaktı. Gerçek neden ise tabii ki ölüm isteği. Offf ne ateşli bir gündü. Gelen ayrı, giden ayrı sövdü. Tüm komutanlarımdan tek tek azar yedim. Beni o durumdan kurtaran kişi yine Sinan olmuştu. Beni tutup öyle bir hınçla çekti ki üzerine düştüm. Kolunu incitti, 1 hafta boyunca sargıyla dolaştı. Ama ben... Tabii ki de akıllanmadım."


Bu hikayeyi daha önce birçok kez dinlemiş olan Burak, iç geçirerek arkasındaki basamağa yaslandı.


"Burak gibi ölümlere koştun sen de yani?"


"Öyle! Sinan bir an bile beni yalnız bırakmadı. Benimle aynı eve çıktı ve ölmek istediğim her seferinde engel oldu. Tüm operasyonlarda ensemdeydi. Sonunda formülü buldum. Yurt dışı operasyonları! Sinan ailesini bırakıp yurtdışı operasyonlarına gönüllü olmayı pek istemiyordu. Sultan annem o süreçte çok endişeli oluyordu. Dilek de aynı şekilde... Ben de bu yüzden kendimi yurt dışı operasyonlarına yazdırmaya başladım. Bir an bile durmadan! Bir operasyon bitiyor diğerine. Komutanlarım bir şey söylediğinde, itiraz etmeye kalktıklarında çok pis çıkışıyordum. Bir şekilde mutlaka yine o operasyona gidiyordum. En sonunda beni operasyonlara göndermezlerse münferiden dağa çıkıp tek başıma terörist avlayacağımı söyledim. Yapacağımı biliyorlardı, mecbur isteklerimi kabul ettiler. Sinan birkaç operasyona geldi ama hızıma tek başına yetişmeyeceğini anladığında diğerlerini işin içine sokmaya başladı. Önce eski timim (mağaradaki arkadaşlarım) dönüşümlü olarak bana eşlik etmeye başladılar. Remzi hariç. O başlarda yalnızca kısa süreli operasyonlara çıkarken sonrasında bir süreliğine askerlikten iznini istemişti. Karısı kızlarına hamileydi o zamanlar. Onun başından bir salise bile ayrılmamakla meşguldü o yüzden."


İçindeki buruklukla gülümseyen Salih, Meleğinin hamileliğine uzaktan şahit olduğu anları hatırlamıştı. Anılardan sıyrılma isteğiyle devam etti.


"İşte Cevat ile yakınlaşmamız da bu sıralarda oldu. Cevat aslında bizim komutanımız, hatta askeriyede de görevli eğitmenimizdi. Gerçi benim hiç hocam olmadı. Sadece 1 yıl, onda da son sınıflara eğitmenlik yapmıştı. Benim askeriyedeki ilk yılımdı, o akademiyken. Sinan'ın eğitmeni olmuştu. Gerçi Cevat bu. Rütbeyi yalnızca yerinde önemser, herkesle samimidir. Özellikle de canını emanet ettiği silah arkadaşlarıyla. Cevat, Yiğit'in akademiden en yakın arkadaşıymış. Sinan da yıllar içinde Yiğit sayesinde Cevat ile yakınlaşmış. Dağda Komutan-Asker, sivilde ise iki arkadaşlardı. Sinan'ın ricasıyla Cevat peşime takıldı. 'Benden önce hangi kurşuna atlayacağımı tahmin ediyor, kurşunu sıkacak adamı gebertiyordu.' desem o günleri sana özetlemiş olurum sanırım. Off Cevat'la ne kavgalar ettik. O canımı tehlikeye attığım için yumruklar attı, ben ölmeme izin vermediği için boğazına yapıştım. Rütbe olarak benden 2 rütbe büyüktü ama rütbe kimin umrunda. O, benim için huzura kavuşmamı engelleyen kişiydi."


"Oldukça haşin birisiydin yani?"


Bu yorum karşısında Salih istemsizce güldü.


"Bilir misin? Askeriyede bir kere bir isim alındığında o asla yakandan düşmez. Kalır. Üzerine yapışır."


Başını sallayan Hilal "Burak söylemişti." dedi.


"İşte ben, bu kuralı yerle bir eden kişiydim."


"Nasıl?" 


"Askeriyeyi çok sakin bitirdim. Dediğim gibi işim gücüm vatandı. Bu süreçte kimseyi kırmadım, kimseye ters davranmadım. Daha akademiydeyken Hâlim Salih denmeye başlanmıştı. Hâlim 'Yumuşak huylu, uysal.' demek. Özel time girdiğimde de bu isimle devam ettim. Bizim boşboğaz Fetih daha salisesinde 'İşte bu da bizim Hâlim.' demişti. Öyle kaldı. Şikayet edeceğim bir durum yoktu. Ben etliye sütlüye karışmazdım. Karakterime uyuyordu. Yine de Hâlim ismine rağmen tersim çok pisti ve bunu bilen bizimkiler bana ters düşmezdi. Bir kere bile benden rütbece büyük birine saygısızlık yaptığım olmamıştı. Taa ki yaşananlara kadar! Sonrasında bir operasyona gittiğimizde 'Bu da Hâlim.' diyemediler. O kadar öfkeliydim ki tüm hayata... Bir gün bir komutanım 'Yeter artık! Dinsin şu fırtınan Salih.' demişti. O günden sonra Fırtına oldum. Yıktım, geçtim her şeyi. Bir enkaz olarak, önüme gelen her şeyi de enkaza çevirdim."


Derin bir nefes alan Salih, kıza bir bakış attı.


"İşte böyle yıllar geçti. O operasyondan, diğer operasyona... Operasyonların vazgeçilmez ismi oldum. Herkes Fırtına'ın namıyla da, kendisiyle de bir şekilde tanışır oldu. Onlarca operasyona gittim ama asla gizli bir göreve gitmedim. Başımdaki üst düzey Komutan, yaşananları bilmese de bir şeyler yaşandığının bilinciyle bana asla gizli görev teklif etmedi. Fakat bir gün komutan değişti ve yeni gelen komutan meşhur Fırtına'yı gizli göreve göndermek istedi. Reddettim. 'Nasıl reddedebilirsin?' diye çıkıştı. Gitmek istemediğimi söyledim. 'Sen nasıl askersin? Gizli göreve çıkamayan asker mi olurmuş? Vatanın için bunu yapmayacak mısın yani? Söz konusu vatan olduğunda canını feda etmeli bir asker.' dedi."


Alayla gülen Salih, o günü yeniden hatırlayarak öfkelenmişti.


"Etmiştim. Ben canımı feda etmiştim. Onu (sevdiğimi) kendi ellerimle diri diri ateşe atmıştım. Kendi ruhumu da bir uçurumdan aşağı fırlatmıştım. Karşımdaki adamsa kalkmış bana ahkam kesiyordu. O an yanımda Soner Komutanım vardı. Laf anlamayan komutana laf anlatmaya çalıştı ama nafile. Komutan bana ithamlarda bulunmaya devam etti. Normal birisi için çok da yaralamazdı belki o sözler ama... Ben karımı, canımı, deliler gibi sevdiğimi bu uğurda feda etmiştim. Tüm hayallerimi, tüm hayatımı, yaşam sebebimi bu uğurda harcamıştım. Yıllar sonra ilk defa, sımsıkı kilitlediğim o geçmiş tüm yalınlığıyla yine açığa çıkmıştı. Kendimi kaybetmişim. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Mantığım tekrardan bana döndüğünde darmadağın olan bir odanın ortasında buldum kendimi. Komutanlar, odaya girenler... Hepsi şok bakışlarla bana bakıyorlardı. Hepsinin gözlerinde de çok büyük bir korku. Komutanın odası var ya... Hiçbir şey kalmamış Hilal. Hani derler ya altını üstüne getirmek diye, tam öyle bir durum. Tüm cam nesneleri kırmışım. Duvarlara bir şeyler atmışım. Alçıpanlar tuzla buz. Pencerelerden buz gibi soğuk giriyor çünkü sandalyeleri dışarı atmışım. Kapıda bile hasar vardı. Çelikten yapılmış dekoratif kılıçı atmışım oraya da. Mışım mişim diyorum çünkü ben hiçbir şey hatırlamıyordum. Neyi nasıl yaptığımı, ne söylediğimi... Hiçbir şey! Fetih'i gömdüğüm gün yürüdüğüm 6 saat gibi o an da yok bende. Asıl korkutan da bu oldu ya zaten beni. O günkü gibi hissediyordum kendimi. Çaresiz, yıkık, yanık... Bir süre odaya baktım. Öyle. Boş bakışlarla! Odanın ortasından gerçekten de bir fırtına geçmişti. Bu kadar delirmemin asıl sebebi... O günlerde olmamdı. O küçüğün doğduğu aylardaydım. Doğum günü gelmek üzereydi. 5 yıl! 5 yaşına girdiği zamanlar. Aklımda sürekli kaybettiklerim. Niye bu kadar etkiledi gerçekten bilmiyorum. Yaşadığım evin oralarda bir anaokulu vardı. Sanırım buydu etkileme sebebi. Babasının almaya geldiği, babasına koşan küçük sırt çantalı kızları gördükçe... Acaba o ne yapıyordur diye düşünüyordum. Mutlu ailelere bakıyordum, kaybettiğim aileyi düşünürken. Ben zaten içten içe bunlarla yanarken bu olay yaşanmıştı. Tam o an, nefes alamadığım hissettim. Daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı. Silahımı çıkarttım, tam başıma yönlendirmiştim ki birisi kolumu yukarı kaldırdı. Silah patladı, tavandan küçük parçalar döküldü. Cevat'mış! Tüm askeriyenin gözünün önünde böyle bir şey yaşandığında psikiyatr kliniğine yönlendirildim haliyle. Doktorla bakıştık saatlerce. Tek kelime etmedim. Bu yüzden ya... Burak psikoloğa gitmeyeceğim diyerek beni tehdit ettiğinde elim kolum bağlanmıştı. Biliyordum çünkü. Benim yaptığımın aynısını yapacaktı. Gözlerinde benim gözlerimdeki acı, vazgeçmişlik vardı."


Derin bir nefes alan Salih, arkasına yaslanarak bir süre öylece durdu.


"Böyle oldu işte. Psikiyatr bana ilaç vermeye kalktı ama ben o ilaçların şişesine bile dokunmadım. Saçma sapan ilaçlar bana ne fayda edecekti ki? Bir gün bana 'Unutman için yüzleşmen gerekiyor.' dedi. Neyi unutacaktım? Yaşananları mı yoksa değerlimle değerlisini mi? Ben unutmak istemiyordum ki. Gül Kokulumu da o Cennet kokulu küçüğü de... Unutmak istemiyordum. Canım çok yanıyordu doğru, ama onları hatırladığımda gözlerimde sevgi, dudaklarımda tebessüm, kaybettiğim ruhumda da kocaman bir sıcaklık hissediyordum. Bu hisler, o kahreden acının her zaman önüne geçiyordu. Bu yüzden de unutmak istemiyordum. Doktor, benim konuşmayacağımı anladığında raporuna 'Aşırı hareketleri var ve bu hareketleri boş kaldığında artarak nüksediyor. Çeşitli uğraşlar bulması gerek.' yazdı ve beni azad etti. Sonraki iki yıl yine aynı görevden göreve temposuydu. Dönüşümlü olarak bizimkiler yine benim başımda nöbetteydi. Sonra... O olay oldu."


Duraksayan Salih acı dolu bir nefes aldı.


"Yurtdışı görevinden yeni dönmüştüm. Çok uzun soluklu bir görevdi ve niyetim yatıp zıbarmaktı. Helikopterden indiğim an haberi aldım. 2 gün olmuş, defin gerçekleşmiş. Yiğit ile, Cevat'ın ve Sinan'ın da vasıtasıyla çok görüşmüşlüğümüz vardı. Dilek'i de çok iyi tanıyordum ama söz konusu Salih'in ailesi olduğunda genelde kendimi geri planda tutardım. Dilek de, Sultan anne ve Ferdi baba da o operasyondan önceki Salih'i tanıyorlardı ve bu yeni Salih her zaman afallamalarına neden oluyordu. Bu durum canımı yakıyor, kaybettiklerimi hatırlatıyordu. Buna rağmen, Yiğit'in ısrarıyla yıllar içinde birçok kez onunla buluşmalarımız oldu. Burak 10 yaşındayken de onlara yemeğe katılmıştım. Sonuç olarak ikisini de çok iyi tanıyordum ve yıkıldım. Herkes gibi... Sinan büyük bir enkaz halindeydi ama Burak için güçlü durmaya çalışıyordu. Aklındaki tek düşünceyse o iti bulmaktı. Burak için geri dönecek diye ödü kopuyordu. İşte tam o an değişti tüm hayatım. Teklif Cevat'tan geldi. 'Sinan senle ben o iti bulmaya gidelim. Salih de geçici bir süreliğine Burak'a göz kulak olur. Olursun değil mi Salih?"


Gülümseyen Salih, Hilal'e bir bakış attı.


"O an Sinan bana öyle bir hızla dönmüştü ki ister istemez kendimi 'Olurum.' derken buldum. Aslında mantıklı düşündüğümüzde Cevat'ın eşi vardı. Burak'ın orada durması çok daha doğru bir seçenekti. Ben zaten görev arıyorum. O iti aramaya da Sinan ile ben gitmeliydim... Cevat sonradan itiraf etti. O göz kulak olmanın asla 'geçici süreliğine' olmayacağını biliyormuş. 2 yıl önce hakkımda yazılan rapordaki 'Çeşitli uğraşlar.' maddesindeki uğraşı bulmuştu Cevat. Bana 'Onu gördüğüm ilk an... Yeşil gözlerindeki ifadede seni gördüm. O kaybolmuşluk vardı bakışlarındı. İki yarım, belki de bir bütün edersiniz dedim. Bu hayatta o çocuğu anlayacak biri varsa... O da yalnızca sen olabilirdin.' dedi. Öyle de oldu. Beraber yaşamaya ilk başladığımızda Burak tek kelimelik cevaplar veriyor, ben tek kelimelik sorular soruyordum... Aynı evin içerisindeki iki yabancıydık. Ona karşı hislerim, o küçüğe hissettiklerim gibiydi. Bana çok büyük bir yabancı, ama benim bir parçam."


Sesindeki sevgiyle iç geçiren adam, gözlerin evinde dolaştırdı.


"Burak anlatmıştır. Yanıma geldikten 7 ay sonra gittiğim görevi."


"Anlattı. Baba-oğul olduğunuz o günü."


"Ben yıllar sonra ilk defa bir görevde korku hissettim kızım. Adamlar bizi yakaladığında tek düşündüğüm 'Bana bir şey olursa Burak ne yapar?' oldu. Normal zamanda adamları beni öldürmesi için kışkırtacakken o gün yaşamak için her şeyi yaptım. Sonunda da oğluma kavuştum. O günden sonra kendimden geçtim, onu düşündüm. Kendi acılarımı bir kenara bıraktım, onun acılarını iyileştirmeye çalıştım. Bunda senin kadar başarılı olamasam da... Ben de kendimce onu iyileştirdim. Onun da beni iyileştirdiği gibi. Biz birbirimize yoldaş olduk, dost olduk, baba-oğul olduk... Bazen o baba oldu, ben oğul." dedi Salih dudaklarındaki gülümsemeyle.


"Burak bana 'Yaşadıklarımdan sonra ben içimdeki çocuğu öldürmeyi seçtim. Babam ise yaşatmayı.' demişti. Bu Burak hayatına girdikten sonra oldu sanırım. Az önce parktaki salıncak sevdası falan da mı öyle?"


Salıncak kelimesini duyan Salih'in boğazına kocaman bir yumru oturdu. Aklına bu sevdanın başladığı o gün gelmişti.


🌙Aralarında yalnızca metreler duruyordu. Yüz ifadelerini seçebilecek kadar yakın... Ama yüzlerce ışın yılı uzak.


"Aptalsın Salih. Niye geldin yine buraya? Yetmedi mi kendine çektirdiğin işkence?"


Yetmemişti... Cevat'ın yaralandığını ve İstanbul'daki bir hastaneye yatırıldığını duymasıyla gelmişti bu şehre. Cevat'ın yattığı hastanenin Avrupa'da olması gönül rahatlığıyla İstanbul'a ayak basmasın sağlamıştı. Sağlamıştı sağlamasına ama aradaki deniz durduramamıştı ki adamı. Ne yaparsa yapsın, duramamıştı. Yine soluğu onun evinin orada almıştı. Uzun bir süre uzakta öylece durmuştu. Yazın en sıcak günleriydi ve bahçede kahvaltı yapıyorlardı. Yerinden milim bile hareket etmeden izlemişti saatlerce. Gözleri küçük kız ile sevdiği kadın arasında gidip gelirken...


Berceste'nin ilk doğduğunda siyah olan saçları, açılarak sarıya dönmüştü. 4 yaşındaki küçük bir an bile yerinde duramıyor, bir annesine bir babasına dönerek bir şeyler anlatıyordu.


''Çenebaz seni.'' diye mırıldandı Salih sesindeki büyük sevgiyle. Küçük kızı böyle görmek, gözlerinin dolmasına neden olmuştu. Aklında 'Hedef değişti... Bebeği vurun.' cümlesi yankılanırken yanağından usulca bir damla yaş süzüldü.


''Beni ağlatmaya ant içmiş gibisin Berceste. Ne zaman seni görsem kuruyan gözlerime yaşlar iniyor."


İkinci damla da ilkinin yanında yerini alırken bir kez daha aynı şeyi düşündü adam.


Oradaki kişi ben olabilirdim...


Onları izleyen Salih, Berceste'nin söylediği cümleyle birlikte Kadir ve Melek kahkaha attığını gördü. Genç adam, yanındaki ağaca yaslanırken acıyla iç geçirdi.


"Ne derler bu durumlar için... Kendi düşen ağlamaz!"


Kendi kendine mırıldandığı cümleye iç sesi hiç duraksamadan cevap vermişti.


'Sen düşmedin ki Ege. Sen balıklama atladın. Sevdiğini uçurumun kenarına getirip' Ya dediklerimizi yaparsın ya da onu atarız.' dediler. Sen de onu atmasınlar diye balıklama atladın uçuruma. Sonunu bile bile atladın hem de. Yeter ki o zarar görmesin diye. Görmedi de. Bak! Mutlu o. Gülüyor, bir ailesi var. Tüm çaban o mutlu olsun diyeydi ve başardın. Sen başardın Salih. Cayır cayır yansan da... Başardın. O mutlu!'


Bu mutluluğun kendisiyle olmadığını bilse de gülümsedi Salih.


"O mutlu olsun da, varsın yerim yanı olmasın." diye mırıldandı Salih derin bir nefes alarak.


Adam, tam tamına 3 saat orada kaldı ve öylece evi izledi. Kendini bir röntgenci gibi hissetse de gidememişti Salih. Başkasının çocuğuna, başkasının karısına baktığını bilse de, gözlerini çekmemişti o evden.


Bilmiyordu adam. O çocuğunun başkasının değil kendi çocuğu olduğunu, karısının o zamanlar Kadir Alacalı ile arasında hiçbir şey olmadığını bilmiyordu.


3 saatin sonunda kapı açılmış ve mutlu aile, dudaklarındaki gülümsemeyle dışarı çıkmıştı. Melek ve Kadir'in gülümsemesinin sebebi "YAŞASIN PAAAAYK!" diye şakıyan küçük olmalıydı. Çünkü Salih'in dudaklarında beliren gülümsemenin nedeni oydu.


Salih onları izlerken Melek'in bir anda duraksayarak başını kaldırmasıyla birlikte adamın kendini yaslandığı ağacın arkasına atması aynı anda gerçekleşmişti. Gözlerini kapatan genç adam, başını birkaç kez arkasındaki ağaca vurdu.


"Salaksın! Salaksın Salih. S*ktir olup git buradan. Hemen şimdi!" diyen adamın sesinde olanca öfke vardı.


"Beni uçuyacaksın di'mi baba? Böyle taaaaaaaaaaaaaaaaaa gökleye. Gökyüzüne."


Duyduğu küçük ses, adamın titrek bir nefes almasına neden olmuştu. Sesinde öylesine büyük bir neşe ve öyle büyük bir heyecan vardı ki...


"Ahh be Berceste. Sen böyle yaparken ben nasıl gidebilirim ama?" diyen adam gözlerini kapattı.


4 yıl boyunca o günü hatırladığı her seferinde eline, tetiği sıkan parmağına bakmıştı. Aklında parmağını tutan küçük varken... Gözlerini kapatarak o Cennet kokusunu almıştı tekrardan. Defalarca kez 'Değer.' diyebilmesinin, dayanabilmesinin nedeni olmuştu bu durum.


Şimdi de farklı değildi. 


Özellikle son zamanlarda, yaşadığı ızdırap tekrardan kendisini göstermeye başlamıştı. Bunun en büyük nedeniyse iki ay önce bir bataklıkta bulunan iskelet kalıntılarıydı. Yıllardır deliler gibi Emmi'yi, Hüseyin Uysal'ı, arayan adam sonunda onu bulmuştu. Onu bulmuştu bulmasına da... Kendini kaybetmişti. Yeniden!


Vurduğu adam, babası, 4 yıl boyunca bataklık köşelerinde sürünmüştü. Hayattayken yaşadığı işkence, öldüğünde de peşini bırakmamıştı. Ölüm bile huzura kavuşturamamıştı onu.


Salih, haberi aldığı andan beri kendinde değildi. Sinan olayın basına yansımamasını sağlamış, sessiz sedasız bir cenaze töreni yapılmıştı. Akrabalarına bile, Melek ve Seher'e bile, haber verememişlerdi. Kafatası parçalanmış adamın öldürüldüğünü anlamak için tabip olmaya gerek yoktu çünkü. Bu gerçeği öğrenirlerse soruşturma açarlardı ve Kadir Alacalı'nın gücü sayesinde işler hiç istemedikleri yerlere varabilirdi. Bu yüzden de kimseye bir şey söyleyememişlerdi. Cenazede sadece, o gün o mağarada her şeye şahit olan askerler ve Sinan ile Cevat vardı.


Salih ilk başlarda gidemeyeceğini düşünmüştü. Sonra da fikrini değiştirmiş ve soluğu Urfa'da almıştı.


Cenazesi ancak 4 yıl sonra kalkabilen adamın cenaze aracının önünü kesmişti ve kesin bir dille konuşmuştu.


'Onu mezarlığa gömmeyeceksiniz.'


Bu cümle görevlilerin şaşkınca ona bakmasına neden olurken Salih 'Benim arabamı takip edin!' demiş ve aracına binmişti. Sonra da o tepeye götürtmüştü cenazeyi.


Öldürdüğü diğer kurbanının yanına...


Sinan ve diğerlerinin tepeye ulaştığında fark ettikleri ilk şey kazılmış boş mezardı. Salih, kimsenin tek kelime etmesine izin vermeden defnin tamamlanmasını sağlamıştı. Kemiklerle dolu kefen mezara indirilirken de, o kefenin üzerine toprak atılırken de en başı çekmişti Salih.


İkinci kez, elleriyle öldürdüğü sevdiğini elleriyle gömmüştü genç adam.


O tepede, ruhu yatıyordu Salih'in. Tüm gülümsemeleri, tüm mutluluğu, tüm hayalleri, tüm geçmişi, tüm geleceği...


O günden sonra dudakları kazara bile olsa yukarı kıvrılmayan adam, sabahtan beri gülümserken buluyordu kendini.


O bıcır bıcır küçük kız içindi her şey.


"Değer..." diye fısıldadı Salih bir kez daha. Ela gözleri dolu dolu, kalbi hançerli, vicdanı ise paramparçaydı ama dudaklarında bir tebessüm vardı adamın. Değerdi!


"Sen hep gül Berceste. Gül Kokulum'un değerlisi. Sen gül... Ben gülmesem de olur."


Yanağındaki yaşları silmek için uğraşmayan adam, boğazındaki yumruyla yutkundu. Yükü çok ağırdı. Çok çok ağır...


'O küçük o yükü hafifletiyor. Az daha dursan ya. Parkta oynarkenki kahkahaları o günü biraz da olsa unutturur belki?'


Ayakları bunu bekliyormuş gibi iç sesinin komutana uyarak onları takip ederken Salih kendine sövüyordu.


"Sakın Salih. Sakın! Dön geri! Berceste tek değil. Meleğin de orada. Onu o adamla bir kez daha göremezsin. Kaldıramıyorsun oğlum o manzarayı. Dön geri!"


'Dön geri!' diyen bas bas feryat eden adam son sürat ilerliyordu.


Meleğini o adamla görmeyi kaldıramasa da, Berceste'yi görmeye ihtiyacı vardı. O küçüğün onu iyileştirmesine ihtiyacı vardı. Yoksa gidip o tepeye kendi için üçüncü bir mezar daha kazacaktı.


'Öyle hemen ölmek yok! Canını aldıklarının kefaretini ödedin de mi ölmeyi düşünüyorsun?'


Bu düşünce, Salih'in zamk gibi yere yapışmasına neden olmuştu. Son günlerde uğraştığı bir diğer lanet de buydu. O tepedeki mezarlar ve uçurum arasında bakıştığı bir anda gelmişti bu düşünce aklına. Kalakalmıştı öylece. Hiçbir savunma yapamamıştı.


"Doğru... Kefaretini hâlâ ödeyemedim. Gencecik Fetih'ten çaldığım kocalık, babalık ve dedelik hakkını ödeyemedim."


"AHAHAHAHAHAHA. BABAAAAA. Uçuy demiştim ama. Bu uçmuyoy. Yüyüyo yüyüyo."


Onu bu berbat ruh halinden ve can yakan düşüncelerinden kurtaran yine Berceste olmuştu. Öldü sandığı ruhu, kızın kahkahasını duyduğunda mutlulukla başını çıkartırken huzurla bir nefes almıştı Salih.


"Kahkahalarını duyan büyük amcan, bana karşı azıcık bir kızgınlık hissediyorsa bile artık hissetmiyordur di'mi? Neşesi annesine benzeyen... Sen Allah'ın nasıl bir lütfusun böyle?"


Parktaki ağaçların arkasına gizlenen Salih, bir süre gözlerindeki sevgiyle küçük kızı izledi.


O küçük kızı sallayan adamın yerinde olmayı dileyerek...


Sonra da bakışları usulca bankta oturan sevdiğine kaydı. Aklında Sezen Aksu'nun şarkısı...


🎶 Yürüyorum hasretin, acının üstüne

Sığmıyorum dünyaya, dar geliyor

Geceler mi uzadı, bu karanlık ne?

Gönlümün bayramları, şenliği söndü


Seni kimler aldı, kimler öpüyor seni

Dudağında, dilinde 

Ellerin izi var


Deli gözlerin, gelir aklıma

Gülüşün, öpüşün, iç çekişin gelir


Seni kimler aldı, kimler öpüyor seni

Dudağında, dilinde; ellerin izi var 🎶


"Bizim için yazılan onlarca şarkı buldum biliyor musun Meleğim? Ama... En çok yakanı bu. Acım da, haksız sitemim de gizli şu kısacık satırlarda. Özlemim ise... Gizli olamayacak kadar büyük. Şu aramızdaki on adımı atmayı o kadar çok istiyorum ki. Her şeyi s*ktir edip bunu yapmayı. Ama o kadar bencil olmadım hiçbir zaman. Gerçi oldum! O gün tüm bencilliğimle korktum. Bir daha asla bana uğrama diye sana çok ağır ithamlarda bulundum. Bir kadının asla hak etmeyeceği sözler. Neyse... Merak etme. Bir kez daha yuvanı yıkmayacağım. Her şeyden öte Berceste'me bunu yapamam. Karşına çıkıp kafanı karıştıramam. Eşinle aranı açıp, onu babasız koyamam. Ayrıca... Yaşananları hiçbir zaman öğrenmemeniz gerekiyor. Bu hikayede suçluluk çeken birisi olacaksa o kişi yalnızca ben olmalıyım. Siz değil. Asla değil!"


Meleğine biraz daha bakmaya devam ederse bedenine söz geçiremeyeceğinden korkan Salih bakışlarını tekrardan küçüğe çevirdi. Park, bu süreçte kalabalıklaşmış, salıncaktaki küçük de babasının onu sallamasının keyfini çıkartmaya başlamıştı.


"BABAAAA."


Bu tatlı sesleniş, Salih'in dudaklarındaki izini kaybetmiş gülümsemenin tekrardan ortaya çıkmasına neden oldu. Kesin bir şey isteyecekti. Kadir de bunu anlamış olacak ki soru dolu bir sesle cevap vermişti.


"Efendim Küçük Aşkım?"


"Hadi sen de bin."


Bu istek Salih'in kaşlarını kaldırmasına neden oldu. Adamın ne tepki vereceğini merak ederek ona döndü. Kadir Alacalı ise etrafına bir bakış attıktan sonra kızına geri döndü.


"Ama bu salıncaklar küçükler için."


"Hıh. Niye? Bak senin otuyacağın kaday büyük. Demek ki büyüyükley için de. Yoksa sen sığamazdın."


"Bilmiş şey seni." diye mırıldanan Salih hayretler içerisinde kalmış '4 yaşındasın sen az kendine gel.' dememek için kendini zor tutmuştu. Dikkatini tekrardan konuşmaya verdiğinde, kızın trip atan sesini duyarak güldü.


"Binmeyecek mişin yani? Ama ben seninle sallanmak istiyoyum."


"Güzelim bak şimdi..."


"Yani binmeyeceksin. Hiç boşuna bayate üyetme."


"Bayate? Bahane mi demek istedin?" diyen Kadir gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu.


Derin bir nefes alan Salih, bakışlarını gökyüzünü çevirdi.


Oradaki kişi ben olabilirdim...


Düşüncelerinde boğulan adam, bir hareketlenme hissederek başını kaldırdı. Babasına küsen küçük kız, annesinin yanında almıştı soluğu. Ayağa kalkan Melek, kocasına gülerek bir bakış atmış ve kızını kucağına alarak bir şeyler demişti. Salih, durduğu yerden kızın omuz silktiğini görebilmişti. Sonrasında Kadir araya girmiş ve kızının gönlünü almıştı. Küçük, küseli beş dakika bile olmamışken babasını affetmiş ve onun kucağını geçmişti.


Aile, yürümeye başlamışken küçük kız tekrardan babasına bir şey söyledi ve bunun üzerine gülen adam karısının elini tuttu. Salih, birbirine kenetlenmiş parmakları gördüğünde acı dolu bir nefes alarak yumrukları sıktı.


İşler kaldıramayacağı noktaya gelmişti. Berceste için dahi olsa bu manzaraya daha fazla katlanamazdı. Boğazındaki koca yumru, kalbindeki ağır sancı, ruhundaki hüsran eşliğinde gözlerini mutlu aile tablosundan ayırdı Salih.


Sonrasında yaşananlar, tamamen adamın bilinçaltının gerçekleştirdiği bir şeydi. Küçük kız bilmese de Salih onun isteğini gerçekleştirmiş, Kadir'in kalabalık diye binmediği salıncağa binmiş ve gözlerini kapatarak sallanmaya başlamıştı.


Sanki o küçük de diğer salıncakta sallanıyormuş gibi...


O günden sonra Salih ne zaman boğulduğunu hissetse kendini bir salıncağa atmıştı. Aklını Berceste'sinin yanı sıra abisi ve ailesi doldururken dakikalarca sallanmıştı. Salih'in ruhundaki bu hafif iyileşmeler Berceste ile başlamış, hayatına giren Burak ile de devam etmişti.


Yıllar sonra yine aynı parkta o Berceste ile konuşma imkanı olmuştu Salih'in. O gün adını sormamıştı kıza. O küçük, onun Berceste'siydi, diğerlerinin ona nasıl seslendiği umrunda değildi.


Kızın gözlerini görmemek istememesi ise tamamen kendi isteğiydi. Öyle ki... Eğer o gün kız güneş gözlüğü takmıyor olsaydı Salih asla onun yanına gitmezdi. Daha doğrusu gidemez..


Kızın gözlerini annesinden almış olmasından korkmuştu adama. Eğer o gözler Meleğinin gözlerine eşdeğerse Salih'in dağılan parçalarını hiçkimse toparlayamazdı çünkü.


Salih o gün boşuna korkmuştu aslında. Çünkü kız gözlerini annesinden değil babasından almıştı.


Kendi gözleri gibiydi kızının gözleri de. Eşsiz bir muhteşemliğe sahip Ela.🌙


"Salih baba?" 


Hilal'in endişeli çıkan sesi, Salih'i anılarından sıyıran şey olmuştu. Adam, kendine gelmeye çalışarak yanındaki kıza baktı.


"O salıncak... Başka bir günün hikayesi olsun kızım. Bugün sınırlarımı gereğinden çok daha fazla zorladım."


"Farkındayım." diye mırıldandı Hilal sesinden akan özürle.


"Anlatmak istemeseydim anlatmazdım. Kendini suçlama o yüzden."


"Burak da benzer bir cümle kurmuştu. Babasına çekmiş bu konuda da."


"Ohh. O hergelenin bana çeken iyi bir yönünü bulduk mu sonunda?" diyerek güldü Salih. Adamın sesi oldukça zorlama çıkıyordu. Anlattıkları ve hatırladıkları haddinden daha fazla dağıtmıştı onu.


"Arasak buluruz elbette. Kimin kime çektiği tartışılır ama." diye araya girdi Burak ukala bir sesle.


Kurduğu cümleyle birlikte babası ve sevdiği aynı anda ona dönmüştü. Burak, birbirine eş kızarık ela gözlere baktı. 'Gözleri ne kadar da çok benziyor.' diye düşünen adam, bu tesadüf karşısında istemsizce gülümsemişti.


"Ne kaçırdım? Yalnızca 2-3 saatliğine sizi yalnız bırakmıştım halbuki. Şu an üzerinize yüzlere asteroit düşmüş gibi görünüyorsunuz."


"Bin yapalım mı biz bunu?" diyen Hilal ayağa kalkarak kendisine doğru gelen sevdiğine doğru yürüdü. Bir yandan da adamın yeşil gözlerini inceliyordu.


Sevdiğinin gözlerinde gördüğü ifade Burak'ın iç çekmesine neden olmuştu.


"İyiyim ben Kelebeğim. Bakma öyle endişeli endişeli. Bu kadar endişeyi bu küçücük bedeninde nasıl barındırıyorsun anlamış değilim."


"Küçücük? Duyan da 1.50 kızım zannedecek. Ayrıca endişe, bedende değil kalpte ve ruhta barınır."


Sevgilisinin yanına ulaşan Burak, kızın kızarık elalarına baktı.


O elalar bugün çok fazla kızarmıştı ve Burak bu durumdan hiç hoşnut değildi.


"Barınmasın işte. Kızarık elaların canımı yakıyor." diye fısıldadı adam gözlerindeki yoğun sevgiyle.


"Aaaa niye öyle diyorsun ama? Elalarım kızarınca muhteşem bir yeşile dönüyor."


"(به یاد داشته باشید؟ اون خودمون هميشه سبز هستن وقتي دارن به من نگاه ميکنن."


(Unuttun mu? O elalar bana bakarken hep yeşil.)


Burak'ın cümlesi üzerine genç kızın dudaklarındaki gülümseme büyümüştü.


"İşin içine başka dil de girdiğine göre...

Bana müsaade gençler." dedi Salih, genç aşıklara bakarak. İkilinin baş başa kalmaya ihtiyacı olduğunu hissetmişti. Burak'ın bugün yaşadığı şeyler fazlaca ağırdı ne de olsa.


Adamın arkasından "Salih baba..." diye mırıldanan Hilal kolundan tutan Burak'a döndü.


"Ayıp oldu ama." 


"Bizi yalnız bırakma isteği biraz bahanesi. Asıl kendisinin yalnız kalmaya ihtiyacı var." dedi Burak bahçeye çıkan adama bakarak.


"Hava soğuk. Montunu almadı."


Hilal'in endişeyle söylediği cümle Burak'ın iç geçirmesine neden olmuştu.


"Düşüncelerini soğukla bastırmaya çalışacak. Maalesef hiçbir zaman işe yaramıyor. Yaramadığının o da farkında ama yapacak bir şey yok. İşe yaramasa da bir şeyler yapmak zorunda."


"Ben... Bilmiyordum. Yaşadıklarının böylesine ağır olabileceğini asla tahmin edememiştim. Kavuşamadığı, sonu kötü biten bir sevdası var zannetmiştim. Öyle şeyler anlattı ki... Hâlâ hayatta olmasına şaşırıyorum."


Burak, boğazındaki düğümle başını aşağı yukarı salladı.


"Ben de... Sana tüm hikayeyi anlatmasını beklemiyordum."


"Beni de şaşırttı. Ama bir o kadar da mutlu oldum. Bana güvenip yaralarını açtı. Farkında değil ama konuşmak iyi geldi ona."


"Seninle konuşmanın iyi gelmediği bir an var mı ki?" diyen Burak, ellerini kız arkadaşınım beline götürdü. Onun bu hareketi genç kızın adama sarılmasına neden olmuştu.


Burak bu sarılışa anında karşılık vererek Hilal'e sarıldı. Gözlerini kapatan adam, aşık olduğu papatya kokusunu içine çekerken fısıldadı.


"Teşekkür ederim."


Bu teşekkür yüzlerce anlamı barındırıyordu. Hilal içlerinden yalnızca bir tanesini (âna uygun olanını) seçerek cevapladı.


"Teşekküre gerek yok ki. Salih babamı iyileştirme isteğiyle konuştum onunla."


Duyduğu kelime karşısında gülen adam geriye çekildi.


"Farkında mısın Kelebeğim bana ait olan her şeye el koymayı büyük bir alışkanlık haline geldiği getirdin. Babam ne ara baban oldu acaba? Yanlış anlama bu durumdan hiç şikayetçi değilim de... Sizi sadece 3 saatliğine yalnız bıraktım. İlişkiniz ne ara bu kadar ilerledi haliyle merak ediyorum."


Omuzlarını silken Hilal muzip bir şekilde dudaklarını ısırdı.


"Hiçbir fikrim yok. Tamamen kendiliğinden gelişti. Ona karşı büyük bir sevgi beslediğimden bahsetmiştim zaten randevuya çıktığımız o gün. Sanki yıllardır tanıdığım biriymiş gibi bir sıcaklık, aşinalık hissediyordum. Eve gelmeden önce parka uğradık. Orada sallanırken... Ne oldu?"


Burak'ın gözlerinde beliren hafif şaşkınlık ve bolca memnuniyet Hilal'in duraksamasına neden olmuştu.


"Ben de gelmeden önce parka uğradım. Babam her zaman soldaki salıncakta sallandığına göre... Aynı salıncakta sallanmışız. Bilmem. Hoşuma gitti bu durum. Seninle bilmeden aynı şeyleri yapmak hoşuma gidiyor. Birbirimize ne denli benzediğimizi ve birbirimizi nasıl tamamladığımızı şahit olmak güzel şey."


"Öyle... Ben de bayılıyorum bu duruma."


"Salıncak diyordun?"


"Sallanırken ailesinden bahsetti. Kazada kaybettiğinden." diye mırıldandı Hilal hüzünlü gözlerle.


"Sana ailesinden mi bahsetti?"


"Evet. Çok üzgün görünüyordu ben de kendimi birden ona baba derken buldum."


Duyduğu cümle karşısında genç adam gülümsedi.


"Benden dolayı değil de gönlünden dolayı... Anlamlı!"


"Valla arada bana Gelin Hanım deme gafletinde bulunsa da kızıyım ben onun. Bu yüzden ayağını denk al Burak Bey. Arkamda tapu gibi Binbaşı babam var benim. Yanlış bir hareketinde vurur seni bak."


"Beni vurmak için babana ihtiyacın yok ki Kelebeğim. Gayet iyi silah kullanıyorsun. Valla bu dünyada beni senden başkası korkutmuyor. İsterse Mareşal'i gelsin bir Asena olamaz. Bu yüzden de yatıp kalkıp beni çok sevdiğin için ve kıyamadığın için dua ediyorum." dedi Burak gülerek. Aralarında oluşan sessizlikte ikisi de Salih Aslan'ı düşünüyordu. Sonunda Hilal konuştu.


"Hadi sen babana bak. Ben de buraları toparlayayım. Sonra da anneannenlerde ne yaptığını anlatırsın. Olur mu Alfa'm?"


"Olur Kelebeğim. Olur."


🐺


"Ah bu yangın beni öldürüyor yavaş yavaş

Kor kor ateşler yanıyor içimde

Aşk beni kül ediyor

Kor kor ateşler yanıyor içimde

Aşk beni kül ediyor 

Sorma ne haldeyim sorma kederdeyim

Sorma yangınlardayım zaman zaman

Sorma utanırım sorma söyleyemem

Sorma nöbetlerdeyim başım duman..."


Derin bir nefes alan Burak, şarkıyı mırıldanan babasına doğru yaklaştı ve elindeki montu adamın omuzlarına koydu. Onun bu hareketi karşısında adam hareket dahi etmezken ellerini ceplerine sokan Burak, babasının yanında yerini aldı.


Kısa süre sonra omuzlarına konulan montu kastederek "Gerek yoktu." diye mırıldandı Salih.


"Biliyorum. Ama Kelebeğim oldukça endişeli. Az biraz endişesini dindireyim dedim."


Burak'a gülümsemeye çalışarak bakan Salih, elindeki sigaradan bir nefes daha aldı.


Adamdan yayılan yoğun sigara kokusunu alan Burak "Kaçıncıyı içiyorsun acaba?" diye sordu.


"Bilmem. 5'ten sonra saymayı bıraktım."


Cevabı duyan Burak derin bir iç geçirdi. Salih babası normalde sigara içmezdi. Ta ki yaşadıklarını hatırlatacak bir şey oluncaya dek...


O zaman, birkaç gün boyunca paketlerce sigara içer ve sonra yine içmemeye devam ederdi. Burak küçük bir çocukken merak ederdi.


'Aniden yapılan onca sigara yüklemesinden sonra, nasıl oluyor da babası sigara bağımlısı olmuyordu?'


Yıllarca bu durumun nasıl gerçekleştiğini düşünen Burak, akademiye giderken babasının yoksunluk belirtileri çektiğine şahit olmuş ve tam o an anlamıştı.


Adamın kendine çektirdiği yeni işkence buydu.


Bedenine; bir anda oldukça fazla nikotin yüklemesi yapıyor, sonrasında ise yine bir anda kesiyordu. Afallayan bedeni doğal olarak isyana bürünüyor ve tepkime gösteriyordu. Babasının istediği de zaten buydu.


Bu düşünceler içindeki Burak, Salih'in kendisine uzattığı sigarayı gördüğünde bakışlarını eve çevirdi. Daha öncesinde, gerçekten berbat günlerde, birkaç dal içmişliği vardı onun da. Nikotinin, epinefrin (adrenalin) seviyesini arttırmasını kullanarak gerginliğini azaltmayı, düşüncelerini susturmayı denemişti.


Bunun kısmen işe yaradığını anlamış olsa da bir çözüm olmadığını fark etmişti Burak. Zaten nikotinin kendisi bizzat gerginlik oluşturuyordu. Onca şeyin üzerine bunun gerginliğini, sigara bağımlılığını, almak istemeyen Burak o birkaç seferin dışında sigara içmemişti.


Bugün, o berbat günlerin başını çekiyordu.


"Eğer içersem Hilal beni yanına yaklaştırmaz. Sigara kokusundan nefret ediyor." dedi genç adam bakışlarını evden çekip babasına çevirerek.


Onun cümlesi, Salih'in içten bir şekilde gülümsemesine neden olmuştu.


"Düşüncelerimi susturup, beni sakinleştiren Kelebeğim varken neden bu merete bulaşayım diyorsun yani?"


Babasının cümlesi üzerine Burak da gülümsemişti.


"Kesinlikle öyle diyorum."


"Ben de nefret ediyorum bu zıkkımdan." diyen Salih sigarasından derin bir çekmişti.


'O zaman içmemeyi deneyebilirsin.' diye düşünen Burak bunu sesli bir şekilde dile getirmedi.


Babası içmesindi de kim içsindi ki bu zıkkımı?


"Bok gibi görünüyorsun." diye mırıldandı ileride sıralanan dağlara bakarken.


"Teşekkürler oğlum. Senin de benden pek bir farkın yok. Gözlerinde saklı kalan bakışları okuyabiliyorum."


Cümleyi duyan Burak parmak boğumlarına bir bakış attı. Yaraları hafiften kabuk bağlamaya başlamıştı.


"O iti gerçekten öldürmek istedim."


"Ben o p*çi öldürmüştüm." diye mırıldandı Salih sigarasının dumanını dışarıya salarken.


"O kendini öldürdü, sen değil. Senin yerinde olsaydım ben de kurtarmazdım Bukalemun itini."


Salih, Burak'a bir bakış atsa da sessiz kaldı. 'Ben uçurumun dibinde olmasaydı da onu öldürecektim.' diyordu bu bakışla. Bunun bilincinde olan Burak adama baktı.


"Ben de öldürüyordum baba. Kelebeğim gelmeseydi öldürüyordum o o*ospu çocuğunu."


"Öldürünce geçmiyor. Hiç geçmiyor zaten de... Onun da acı çektiği düşüncesi az biraz nefsini durduruyor. O gün tek istediğim gebermesi değil, geberip giderken acı çekmiş olmasıydı. O yüzden, öldürseydin insanlığından dolayı hissedeceğin küçücük vicdan sızısının yanı sıra, acı çekmemiş olmasının öfkesini de yaşayacaktın. Böylesi daha iyi. Bırak son nefesine kadar sürünsün oğlum. Onca insanın vebali ancak bu şekilde az da olsa hafifletilebilir."


Gözlerini gökteki yıldızlara çeviren Burak, yeşillerinin dolduğunu hissetti. Bir süre sonra kısık bir sesle konuştu.


"Baba ben hâlâ buraya gelebildiğime inanamıyorum. Bugün çok, çok değişik bir gündü. Günün başını kaçırdım. Sanki saatler değil de günler geçirmiş gibi hissediyorum."


"Doğal değil mi oğlum? Aynı gün içerisinde tüm kaçtıklarınla yüzleştin resmen."


"Doğru..." diye fısıldayan Burak titreyen sesiyle devam etti.


"Güneş konusunu hiç açmadı anneannemler. İleriki günlerde bir de bunun savaşını mı vereceğim ben?"


Salih, oğluna baktı. Güneş'in varlığından kendisinin de haberi yoktu. İşin içine küçük canlar girdiğinde hikayenin ne denli trajediye dönüştüğünü herkesten daha iyi bilen adam boğazındaki yumruyla yutkundu.


"Senin açmanı bekliyorlar."


"Ben yapamam. Olmaz!"


"Bugün olmazsa yarın. Bir gün elbette olacak. Ayrıca yüzleşmen gereken tek konu kardeşin değil. O gün orada olduğunu da söylemen gerekiyor."


Duyduğu cümle Burak'ın kesik bir nefes almasına neden olmuştu. Yıllar içinde babasıyla bu konu hakkında çok tartışmışlardı. Öyle ki bu tartışmalar birçok kez ağır sözlerle bitmişti. Bu konu Burak'ın en hassas konusu olduğundan, Burak da Salih'i en hassas noktasından vurmuştu. Sevdiği kadından...


'Senin bana konuş demeye hakkın yok. Sen de susarken bana konuş diyemezsin.' cümlesi bu tartışmaların en hafif cümlesiydi.


Burak, babasına baktı. Adam gerçekten de berbat bir haldeydi.


"Özür dilerim."


Oğlunun içtenlikle ve pişmanlıkla kurduğu cümle karşısında Salih şaşkınca ona döndü.


"Niçin?"


"Ne olursa olsun seni ondan vurmamalıydım. Özür dilerim. O zamanlar bilmiyordum, birini canından çok sevmenin ne demek olduğunu. Aile söz konusu olduğunda insanın kolu kanadı kırılıyor. Doğru! Ama sevda söz konusu olduğunda ciğeri deliniyor, kalbi parçalanıyor, ruhu yanıyormuş. Kırıklar yanlış da olsa, yavaş da olsa bir şekilde kaynıyor ama delinen ciğer nefes aldırmamaya, parçalanan kalp kan sızdırmaya ve yanan ruh da kül olmaya mahkum. Tüm bunlardan bihaberdim ve çığlıklarını hep içine içine attığın için de canının ne denli yandığını anlayamamışım. Yıllar içinde söylediğim onca can yakıcı söz için beni affedebilir misin baba?"


Salih, dudaklarında beliren içten gülümsemeyle Burak'a döndü.


"Büyümüşsün sen. O Ay Kız seni büyütmüş." diye mırıldandı büyük bir sevgiyle karşısındaki oğluna bakarken.


"Öyle. Sonunda her yere saldıran o hırçın çocuk, olgun bir adam oldu. Gerçi... O çocuk, hâlâ istemediği bir durum yaşandığında kontrolü ele geçirmeye çalışıyor."


"Sanırım şu an en istemediğin durum o gün hakkındaki gerçekleri açıklamak. Geçmişteki çıkışmalarından feragat ettiğine göre sıradaki çıkışman ne hakkında olacak?"


"Olmayacak. İstemediğim bir konu olduğu doğru ama... Haklı olduğunuzu biliyorum. Yine de, yapamam baba. Güneş'i öğrendiklerinde ne hâle geldiler, bunu öğrenirlerse hiç toparlanamazlar. En azından şimdilik... Söyleyemem. Belki zamanla o da olacak ama şu an buna hazır değilim."


"Biz ne güzel bir üçlü olduk böyle ama. Hepimizin kaçtıkları var." dedi Salih yarı şakacı yarı hüzünlü bir sesle.


Adamı duyan Burak derin bir nefes alarak eve doğru bir bakış attı. .


"Hilal, babasıyla ilgili duygularından bahsetti mi?"


"Evet. Kendinden çok çevresindekiler için endişeleniyor o güzel kalpli kız. Bu durumun kendisini fazla yıprattığının farkında olsa da sevdikleri için fazlaca fedakar."


"Öyle. Ahh o elaları çok çabuk kızarıyor. İşim var onunla." diye söylendi Burak sevgiyle.


İkili bir süre sessizce karşılarındaki dağ manzarasını izlediler. Bir süre sonra sigarası biten Salih, cebindeki paketi çıkarttı. Paketin içinden yeni bir sigara çıkartıyordu ki Burak kolundan tuttu.


"Yetmez mi?"


"Dünyaları içsem yetmez."


"İşte ben de onu diyorum ya. Dünyaları içsen dahi o kalbindeki sancı geçmeyecek. Kendini zehirlediğin yetmez mi?"


Burak'ın gözlerindeki endişe Salih'in iç geçirmesine neden oldu.


"Siz çocuklar size olan sevgimi kullanıyorsunuz gerçekten de. Tamam sil o gözündeki endişeyi. İçmiyorum daha fazla." diyen Salih paketi geri cebine atarken kaşlarını kaldırdı ve konuştu.


"Gece uyku bana haram olacak. O zaman birkaç tane içsem olur mu baba?"


Gülerek gözlerini deviren Burak, başını iki yana salladı.


"Olmaz oğlum. Evdeki tüm sigara paketlerini yaktırma bana."


"Yaparsın bilirim. Kaç yaşındaydın? 14 falan mıydı? 5 paket sigaramı tepeden aşağı yollamıştın."


"Sigara içmeyen birinin 5 paket sigarası olması garip değil mi? O gün içtiğin 3 pakete sayarsın Beyefendi." diye söylendi Burak sitemli bir şekilde.


Oğluna çok büyük bir sevgiyle ve özlemle bakan Salih tebessüm etti.


"Özlemişim... Oğlumu evimizde görmeyi."


Yeşil gözlerinin kızardığını hisseden Burak dolan gözleriyle babasına döndü.


"Ben de çok özlemişim babam. İnsanın doğduğu yer bambaşka oluyormuş. Bu aitlik hissi bambaşka bir şey. 'Benim!' demek. Yıllarca buraya gelmediğim için pişmanım ama vakti ancak bu zamanaymış. Yine olsa... Yine gelemezdim."


"Yine olsa... Yine gönderirdim." diye mırıldandı Salih de.


Cümleyi duyan Burak anlamsız gözlerle ona baktı.


"Ne?" 


"İstanbul'a gitmeden önceki halini hatırlıyor musun Burak?"


"Hatırlanacak bir şey mi vardı?"


"Yemekten kesilmiştin. Dışarı çıkmıyordun. Perdelerini bile açmıyordub. Bu şehir sana fazla gelmişti. Kaldıramıyordun. Mezarlığa dedenlerin zoruyla gidiyordun. Sırf onlar ne denli yaralı olduğunu anlamasınlar diye. Benim gibi, o gün orada olduğunu anlamasınlar diye."


Cümleyi duyan Burak yutkundu. Salih babası gerçeği anında anlamıştı aslında. Fakat ihtimal vermek istememişti. Bir gün ultra şiddetli bir kabustan sonra 'Sen o gün oradaydın.' demişti keskin bir sesle. Bakışlarında öyle büyük bir kesinlik vardı ki inkar edememişti Burak. O gün o kadar çok korkmuştu ki diğerlerine bu gerçeği söyleyeceğinden. Yaşanan birkaç olaydan sonra evlerine yakın olan dağlardan birine çıkmış ve uçurumun kenarına gelerek 'Eğer söylersen kendimi öldürürüm. Yemin ederim atarım kendimi buradan.' demişti. Söylediği cümle blöf ya da boş bir tehdit değildi. Gerçeğin ta kendisiydi. Ve bunun farkında olan Salih yıllarca susmuştu.


"Korktum Burak. Gidersen gelmeyeceğini herkesten daha iyi biliyordum ama kalırsan... Kendine bir şey yapacaktın. Gözlerinde, her geçen gün değişen bakışlarında görüyordum bunu. Aklıma gelen tek şey seni olay mahallinden uzaklaştırmaktı. Bu durum senden tüm geçmişini çalmaya neden olacaktı ama bunu yapamazsam bir geleceğin olmayacaktı. Sen daha hayatın başında, genç adam olma yolundaki bir çocuktun. Önünde yaşaman gereken kocaman yıllar vardı."


Hüsran dolu bir nefes alan Salih endişeli gözlerle Burak'a baktı.


"Hiç kimseyle konuşmuyordun. Aileni kaybettiğinde, taşınmış olmanı bahane ederek okulunu değiştirmiştin ve yeni okulunda da hiç arkadaş edinmemiştin. Ellerimin arasından kayıp gidiyordun oğlum ve ben buna seyirci kalamadım. 'Liseyi İstanbul'da okumak ister misin?' diye sorduğumda gözlerinde öyle büyük bir rahatlama belirdi ki... Sonunda kaçmak için bir bahanen olmuştu. Belki birçok yetişkine göre verdiğim kararlar çok yanlış. Her şeyin farkındaydım ve bilinçli bir şekilde kaçmana izin verdim. Eminim ki bir psikolog bunu duysa 'Ne yaptınız siz Salih Bey? Yüzleşmesi gerekiyordu. O sadece bir çocuk. Biz yetişkinlerin ona yol göstermesi, kaçmasını engellemesi gerekiyordu.' derdi. Evet! Sen sadece bir çocuktun ve yaşadıklarını bir yetişkin bile kaldıramazdı. Ben de seni yaşananların merkezinden uzaklaştırdım. Büyü ve yüzleşmeye gel diye."


Duydukları karşısında şaşkınlığa uğrayan Burak'ın gözlerinden birkaç damla gözyaşı düştü.


"Aradan yıllar geçti fakat sen hâlâ kaçmaya devam ettin. Bu yüzden de birçok kez 'Ben n'aptım?' diyerwk hayıflandım. Fakat o an verilecek en doğru karar oydu. Bu sayede Emre ile aran eskisi gibi olmuştu. Bir arkadaş grubun vardı Burak. Her seferinde söylensen de, memnun değilmiş gibi davransan da sonrasında kabullendiğin. Emre, Ulaş ve Doğukan'la geçirdiğin o günler sayesinde ayakta kalabildin yıllarca. Burada kalsaydın bir gün seni ya bir uçurumun dibinde ya boş bir ilaç kutusunun yanında ya bir ipte sarkılı ya da... Kalbinden bıçaklanmış bir şekilde bulacaktım. Bundan eminim! Ölümden korkmayı geçtim, ölümü bir kurtuluş olarak görüyordun. Yıllarca bu düşünceyle yaşayan bir adam olarak, senin bile farkına varmadığın bu düşüncelerin önüne geçtim ben. Cevat nasıl ki ben kurşuna atlamadan kurşunu sıkacak adamı indiriyordu, ben de öyle sen kendine zarar vermeden seni engelledim. Yaptığım doğru ya da yanlıştı. Umurumda değil! Benim tek derdim evladımı kurtarmaktı. O günler gerçekten... Çok fazla kaybolmuştun oğlum. Ergenliğe giriş zamanlarında olduğun için mi yoksa..."


"Sakal tıraşı..." diye fısıldadı Burak. Bunu duyan Salih ona döndü.


"Sakal tıraşı?" 


"Babam o gece bana..." sesi titreyen Burak gözlerini kapattı. Bu hareketi gözlerinden düşen yaşlar ile sonuçlanmıştı.


"O gün, olaydan hemen önce, babam bir şeyler döndüğünü anlamıştı. Beni korumak için salondaki konsola sakladı. Gerçi... Ben de kötü bir şeyler döndüğünü anlamıştım. Koskoca adam karşımda ağlıyordu. Benim babam! Dolaba girmek istemedim. Gitmesini istemedim. Her ne olacaksa beni korumasını istemedim. Biliyordum baba. Sen nasıl ki Emmi'yi o mağarada gördüğünde geri dönüşü olmayacak bir yola girdiğini biliyordun, ben de aynı şekilde o günün tüm hayatımı değiştireceğini olduğunu biliyordum. Babam bana 'Büyü ve hep istediğin gibi tüm kötüleri yakalayan bir Alfa ol!' dedi. Aşık olmamı söyledi. Anneme benzeyen birine... Sonra da 'İlk sakal tıraşını yapan ben olmak isterdim.' dedi."


Titrek bir nefes alan Burak başını iki yana salladı.


"Ben onlarsız büyümek istemedim. Ben aşık falan olmak istemedim. Öyle bir geceden sonra... Nasıl aşık olup, yuva kurup hayatıma devam edebilirdim ki? Büyüdükçe bu düşüncelerim arttı. Dediğinde sonuna kadar haklıydın. Burada kalsaydım kendimi öldürürdüm. Katlanamıyordum. Onlarsız bu şehirde olmaya katlanamıyordum! İlk sakal tıraşımı olurken... Kaç kere o jiletin bıçağıyla bakıştım biliyor musun? Sırf Emre'ye, Sevda annem ve Enver babama tekrardan aynı şeyi yaşatmamak için, bir kez daha sevdiklerinin kanlar içindeki cansız bedenini bulmasınlar diye kendimi öldürmedim. Öldürmemem zarar vermediğim anlamına gelmiyor ama. Kalbimdeki ve ruhumdaki kesikleri yüzüme yansıttım. Bile isteye yüzümü kestim."


Hüzünle gülümseyen Burak gözlerindeki yaşlarla gökyüzüne doğru baktı. O küçük çocuğun yaşadıklarını hatırladıkça üzülüyordu. İmkanı olup geçmişe gidebilseydi eğer, o çocuğa sımsıkı sarılır ve 'Ağlamaktan korkma. Ağla! Dök içindeki zehri. Sök kalbindeki acıyı.' derdi.


Bunun imkansızlığını bilen Burak boğazındaki yumruyla o günü anlatmaya devam etti.


"Gecenin bir yarısıydı. Bilerek o saati seçmiştim. Sessiz hıçkırıklarımı kimse duymasın diye. Sana ilk kez baba dediğim günkü gibi ağladım o gün. O lanet geceden sonra dökemediğim gözyaşlarımdan bir kısmını döktüm. Gözyaşlarıma kanlar karışmıştı. Gözüm kısa bir süreliğine aynaya kaydı o an. O aynada gözüken kanlı gözyaşlarıyla dolu kıpkırmızı yeşiller... Hayatımda asla unutmayacağım bir andı. Babama benzediğimi her zaman biliyordum ama o gece babamın bizzat aynısı olduğunu anladığım gündü. O geceki gibiydi. Kanla kaplı bir yüz, acıyla dolu yeşil gözler. Babamdım ben. Belki de ilk korkum o gün filizlendi. 'Ya benim sonum da babam gibi olursa? Ya ben de en mutlu olduğum anda sevdiklerimle birlikte öldürülürsem.' Ölmek s*kimde değildi ama sevdiklerime bir şey olur korkusu... Sevdiklerim değil, AİLEME, bir şey olur korkusu."


Hilal ile yaşadığı onca şeyi düşünen adam gözlerini kapatarak "Geçmedi biliyor musun?" diye fısıldadı.


"O korku geçmedi. Düşündüğümde, geçeceğine de ihtimal veremiyorum. Aylarca Hilal'i süründürdüm bu korkudan dolayı ve gelecekte de yine sorunlar yaşayacağız. Polyanna'cılığın bir anlamı yok. Ne olursa olsun, ben bir aileye sahip olmaktan korkuyorum. Hilal'e olan delicesine sevgim bile bunu engelleyemiyor. Ben hiç doğmamış çocuğumun zarar gördüğü kabuslarda boğuluyorum baba. O günden daha lanet bir gün olmayacağını düşünmüştüm ama şu an... Yaşanmayan bir gün beni o günden daha fazla yakıyor. Bazen diyorum. 'Sen nasıl bir evlatsın? Sahip olmadığın bir aileyle alakalı yaşamadığın anılar nasıl dünyana gelmene sebep olan, seni büyüten, seni koruyan ailenin öldürülmesinden daha çok canını yakabiliyor?' Bu düşünce aklıma üşüşünce kendimden nefret ederken buluyorum kendimi. Sonra da diyorum ki 'Onlar bunu istemezlerdi. Onlar asla kendime bunu yapmamı istemezlerdi. Böyle düşünmemi istemezlerdi. Onlar son nefesinde aşık olmanı, yeni bir hayat kurarak nefes almanı, iyileşmeni istediler.'''


Burak bir yandan anlattıklarını anlatmasının şokunu yaşarken, diğer yandan bun düşüncelerini birine anlattığı için rahatladığını hissediyordu. Genç adam, bunları anlatırken bir yandan da Salih'in dile dökülmeyen 'Sen o kıza neden aylarca çektirdin?' sorusunu cevaplamış oluyordu.


Burak'ın anlattıkları tüm ağırlığıyla havada asılı kalırken ikili bir süre sessiz kaldı.


"Neden Kelebek?" 


Burak, babasının sorduğu bu soruya pek anlam veremese de gülümseyerek yanıtladı.


"Hatırlıyor musun? Bir ara bir seriye takmıştım. Gölgelerin Efendisi."


"Hatırlamaz mıyım? 13 yaşındayken okumuştun ilk kitabını. Devam kitaplarının yurt dışında çıktığını öğrenince Türkiye'ye gelmesini beklemeyerek sipariş verip getirtmiştin. Sabırsız seni. Tüm seriyi İngilizce bitirdin resmen. Buna rağmen yine de seri bayâ uzadı sanırım."


"Aynen. Düşün son kitabın orijinali 2013'de çıkmıştı. 22 yaşındaydım ama yine de aldım ve okudum biliyor musun? Alışkanlık ve... Nostalji. Seninle bu evde geçirdiğimiz güzel günlerin hatırına. Ayrıca lisedeyken okuduğum o günleri hatırlamak için. Neyse işte. Onun bir kitabında geçmişti bu hitap. Karakterin stratejik zekasına hayran kalan bir halk ona Kelebek anlamına gelen Çoco demişlerdi. Zihninde, bir fikirden diğerine önceden tahmin edilemeyecek bir hızla geçtiğinden dolayı. Düşünceleri oradan oraya bir kelebek misali gittiği için. Hilal'in yine nefessiz anlattıklarını dinlediğim bir gün, fark etmeden mırıldandım bu kelimeyi. Hoşuma gitmişti bu hitap. Kelimenin ağzımdan çıkışı. Derken bir baktım o da seriyi biliyor, okumuş! O zamanlar da, şimdiki gibi, ortak bir nokta bulduğumda heyecanlanırdım. Kelebeğim her geçen gün beni daha çok şaşırtıp dumura uğratıyordu. Gerçi şimdi de pek farklı değil. Böyle işte. Neden sordun?"


"Eski Yunanca'da kelebeğin 'Ruh' anlamına geldiğini biliyor muydun?"


Duyduğu cümle Burak'ın şaşkınca Salih'e bakmasına neden oldu.


"Ne?" 


"Ruh anlamına gelir ve çok da özel bir sembolizesi vardır."


Tüm bedenini babasına doğru çeviren Burak merakla sordu.


"Nedir?" 


"Tedavi."


Duyduğu kelime Burak'ın kesik bir nefes almasına neden olmuştu.


"Tedavi..." diye mırıldandı adam sesindeki sevgiyle.


Onu iyileştiren sevdiğine bilmeden bu hitabı mı kullanıyordu aylardır?


"Kelebek, insanları iyileştirmenin sembolizesiymiş. Onları tedavi eder, bir nevi ruhuna dokunurmuş. Pysche (ruh) ile kelebeği ciddi anlamda bağdaştırıyorlar. Nasıl ki ruh yaşadıklarıyla, verdiği savaşlarla zamanla büyür, olgunlaşır ve güzel-güçlü bir hale bürünürse; kelebek de tırtılken verdiği savaşlarla gelişip güzelleşiyor ve bir Kelebek olarak kozasından çıkıyor."


Burak'ın dudaklarında kocaman bir gülümseme belirdi.


"Ruh ve tedavi ha? Ben her Kelebeğim dediğimde aslında Ruh'um mu diyormuşum yani? Her Kelebeğim kelimesiyle 'Ruhunla ruhumu tedavi et, iyileştir. Beni olgunlaştır, büyüt ve güzelleştir.' diyor ve Hilal'imden yardım mı istiyormuşum yani?"


"Öyle yapıyormuşsun." diye yanıtladı adam dudaklarındaki tebessümle.


Soğuk hava ikiliyi iyice etkisi altına alırken Salih eve doğru bir bakış attı.


"Ay Kız hayatına girmeden önce o iti yakalamanı hiç istemez, hatta yakalamaman için dua ederdim."


Salih'in itirafını duyan Burak şok bakışlarla ona döndü.


"Anlamadım?" 


Hüzünle oğluna bakan adam derin bir nefes aldı.


"Oğlumun tabut içinde Sakarya'ya gelmesini istemiyordum."


Salih'in kısık bir sesle söylediği cümleyle birlikte Burak donakaldı.


"Nasıl?" diye fısıldarken babasının bu durumu anlamış olacağına hâlâ ihtimal veremiyordu.


"Seni en başında sen olduğun için değil de, ben olduğun için tanımadım mı oğlum? Gözlerinde, gözlerimdeki ifadeyi gördüğüm için seni korumaya çalışmadım mı? Mezarım hazırken, mezarının hazır olduğunu bilemeyeceğimi mi zannettin? Benim o p*çi öldürdükten sonra ölmememin tek sebebi... O küçüğün babası olabilme ihtimalimdi. Sonrasında ise... Bir gün onlara gidebilme umudu. Yaa işte evli bir kadına gitme hayalleri kuracak kadar da şerefsiz biriyim."


"Baba..." diyerek araya girme ihtiyacı hissetti Burak.


Gözlerini kapayan Salih, başını öne eğerek titrek bir nefes aldı. Bir süre sonra kızarık ela gözleriyle Burak'a baktı.


"Sonuç olarak benim yaşam sebebim onlardı. Sonra sen geldin ve o günden sonra ölüm düşüncesi aklımın ucundan dahi geçmedi. Ama senin aklının her zerresinde olduğunu biliyordum. Askeriye girmek istediğinde, buna izin verirsem her şeyin daha kötü olacağını da biliyordum ama... Sen başka türlüsünü yapamazdın. Bizim mayamız bu oğlum. Bazı insanlar bu vatan için doğar. Hissettikleri o vatan aşkı, yaşadıklarıyla harmanlanır. Sonrasında da bir bakmışsın üstünde o şanlı üniformayla bir çatışmanın ortasındasın. Sen de bu vatan için doğan birisiydin ve üstüne üstelik aileni bu uğurda şehit vermiştin. Sen Vatan'ın çocuğuydun ve ona koşmana hiçbir şey engel olamazdı. Yaşam sebebi arıyordun ve ben herkesten daha iyi biliyordum. En iyi yaşam sebebinin sevda olduğunu."


Duraksayan Salih karşısındaki dağlara doğru baktı.


"Vatana sevda, sevgiliye sevda ve evlada sevda... Bir insanı hayatta tutan, ayakta tutan üç sevda budur. O üçü için her şeyi yaparsın. O zamanlar diğer iki sevda senin için imkansızdı. Bu yüzden de vatan sevdasıyla yanan seni engellemedim. Yine de... Vatanın için canını versen bile o sevda yaşamana sebep olamazdı. Yaşadıklarını yaşayan birisi için olamazdı."


Olamamıştı... Burak vatan aşkıyla yanıp tutuşsa da bu her gördüğü kurşuna bile isteye atılmasını engelleyememişti.


"Biz travmalarla doluyuz oğlum. Ne kadar saklamaya çalışırsak çalışalım, en ufak bir çağrışım travmalarımızı su yüzüne çıkarıyor. Kaybın ne demek olduğunu çok iyi bilirken bir de üstüne silah arkadaşlarımızı kaybettiğimizde yıkılıyoruz. O zamanlar 'Vatan sağ olsun!' diyoruz ve acımızı kalbimize gömebiliyoruz fakat söz konusu masumlar olduğunda... Yapamıyoruz Burak! Tüm dünyayı kurtarmış olsak, yalnızca bir kişiyi kurtaramasak o bir kişinin vebalinin altında kalıyoruz. Her salise 'Kurtarabilir miydim?' diye düşünüyoruz. 'Acaba şöyle yapsaydım, biraz daha hızlı koşsaydım, olayı daha önceden fark etseydim...' Onlarca düşünce! Suçluluk, vicdan azabı, kahır, belkiler... Maalesef herkesi kurtarmıyorsun bu hayatta. Kurtaramadığın her masumla da bir kez daha yaralanıyorsun. Omuzlarımızdaki yük çok ağır oğlum. Bu yüzden de bu sevda bir yerden sonra ağır geliyor sana, bana, bizim gibilere... Can yakıyor, nefes aldırmıyor, gün geçtikçe tüketiyor. İşte o zaman, yeniden ölüme koşmalar başlıyor."


Babasının her kelimesini ruhunda duyan Burak gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü hissetti.


"Bu yüzden de Bukalemun'u bulduğunda önce onu, sonra da kendini öldüreceğini biliyordum. Daha fazla bu hayatı yaşamayı kaldıramıyordun. Nefes almanın tek sebebi ailenin katilini bulma isteğindi. Ben de bulama istedim. Bencilliğin ta kendisiydi ama oğlumu kaybetmek istemiyordum." diyen Salih fısıldayarak devam etti.


''Bir kere evlat acısı yaşamıştım zaten bir kez daha olmazdı."


Aklını parmağını tutan o küçük doldururken DNA testinin sonucunu aldığında hissettiği acıyı bir kez daha tüm zerrelerinde hissetti Salih. Evladını kaybetmiş bir babadan tek farkı, o evladın öz evladı olmayışı ve yaşıyor oluşuydu.


Zaten her şey onun yaşaması içindi...


'Umarım mutlusundur Berceste'm. Umarım babanın kaybından sonra hayata tutunabilmişsindir. Umarım gülüşlerin yüzünden hiç eksik olmaz.'


"Beyler donmadınız mı?"


Hilal'in sesi ikiliyi düşüncelerinden çıkartırken gülümseyerek kendilerine doğru yürüyen genç kıza döndüler.


"Derin konularınızı içeride konuşmaya devam edin lütfen. Daha fazla bu soğukta dışarıda durmanıza kalbim dayanamayacak."


Salih ve Burak, yumuşak bir sesle bu cümleyi kuran kızla birlikte gülümsediler.


"Hava soğuk muydu Kelebeğim?"


"Bilmem. Bakayım!" diyen Hilal, sevgilisinin elini tuttu. Bu hareket üzerine Burak kaşlarını kaldırmıştı. Az önce konuşurken bile Salih baba var diyen kız elini tutuyordu şimdi. Kelebeğini hiçbir zaman çözemeyecekti.


"Bak elin buz gibi. Demek ki soğukmuş. İçeri geçiyoruz."


Hilal'in emreden sesi karşısında adam boştaki elini havaya kaldırdı.


"Teslim oluyorum. Hep söylediğim gibi Asena sahalardaysa Alfa kaçar."


Hilal, gülerek adama baktıktan sonra Salih'e döndü.


"Sen de içeriye Salih baba." diyen genç kız onun da elini tuttu ve ikisini de hafifçe çekiştirmeye başladı.


Kızla birlikte eve doğru ilerleyen Salih ve Burak, Hilal'in arkasından birbirlerine doğru baktılar. Salih yalnızca dudaklarını oynatarak konuştu.


'Yandık desene oğlum. Kısıtlamalar şimdiden başladı.'


'Sorma baba. Güya özgür bir ülkedeyiz. Ben her gün bildiğin psikolojik şiddet görüyorum.'


Hilal'in bir anda durması üzerine adamlar hızla önlerine dönmüştü. Omzunun üzerinden onlara bakan Hilal "Bir şey mi diyordunuz Beyler?" diye sordu.


"Ne münasebet!" 


"Kesinlikle hayır!"


"Ahh ben de öyle tahmin etmiştim." diyerek onlara son bir bakış atan Hilal, dudaklarındaki kocaman sırıtmayla birlikte sürüklediği adamlarla eve girdi. Arkasındaki adamların dudaklarında da kızdaki sırıtmanın aynısı vardı.


🦋 


İki genç, bir süre konuştuktan sonra camla kaplı kapalı balkondaki koltuğa uzanarak yıldızları izlemeye başlamışlardı. Eve sonradan eklenen balkonun tavanı betondan değil de kırılmaz camdandı. Bu durum, gökyüzünün mükemmel bir şekilde gözler önüne serilmesine neden oluyordu.


"Bugün ne öğrendim biliyor musun?"


Burak'ın sorusu üzerine bakışlarını gökyüzünden çeken genç kız, soru dolu gözlerle sevdiğine baktı.


"Kelebek kelimesi Eski Yunanca'da 'Ruh' anlamına geliyormuş ve 'Tedavi'nin sembolizesiymiş."


Dudaklarında kocaman bir gülümseme beliren Hilal, hiçbir yorum yapmadan bakışlarını tekrardan gökyüzüne çevirdi.


Onun bu tepkisi karşısında şaşıran Burak "Bu da ne?" diyerek ona baktı.


"Çok anlamlıymış." diye mırıldandı Hilal gülen gözleriyle sevgilisine dönerken.


"Sen bunu biliyorsun!"


Adam hayretler içinde kalırken, genç kız güldü.


"Elbette biliyorum Alfa'm. En başından beri! Psikoloji eğitimi alan biri olarak bilmemem garip kaçardı zaten. Pysche ve Kelebek varsayımı, derslerde sürekli örnek verdiğimiz ve oldukça derin anlamlarla tartışmalar yürüttüğümüz bir konudur."


Üzerindeki şaşkınlığı atamayan Burak kollarının arasındaki kızı kendine doğru çevirdi.


"En başından beri... Neden bana hiçbir şey söylemedin?


"İyileşmekten korkan ve kaçan birisine 'Aslında bana her seslendiğinde benden seni iyileştirmemi istiyorsun.' denir miydi hiç?" dedi Hilal parmaklarını adamın yanağında gezdirirken.


"Sana inanamıyorum." diye mırıldandı Burak kıza tripli olduğunu umduğu bir bakış atarak.


"Asıl ben sana inanamıyorum. Bilmeden nasıl bu kadar mükemmel bir isim koydun bana?"


Hilal'in yumuşak sesi Burak'ın zaten atamadığı tribi sonlandırmasına neden olmuştu.


Kıza doğru dönen adam başını onun boynuna gömerek gözlerini kapattı ve papatya kokusunu içine çekti.


"Ruh'um... Üzerimde uyguladığın mucizevi tedavinin sırrı nedir? Nasıl tuttun da çıkarttın beni bulunduğum o cehennem çukurundan?"


Fısıldayarak bu cümleleri kuran adam geriye doğru çekildi ve gözlerine açarak aşık olduğu elalara baktı. Sorduğu sorunun cevabını biliyordu.


'Sevgimle.' diyecekti genç kız. Ama Hilal öyle demedi.


"Sevginle." dedi genç kız. Yeşil gözlere gülümseyerek, kocaman bir sevgiyle bakıyordu.


"Sana olan sevgim değil, bana olan sevgin çıkarttı seni o çukurdan Alfa'm. Beni seven sen, iyileşmek istedin. Benim için! Bana olan sevdan, yaşamak istemene neden oldu. Mucizevi tedavinin sırrı ise... Sevgimiz. İkimiz de birbirimizi ruhumuzla sevdik. 'Onun beni sevdiği kadar seveceğim.' diye bir kısas koşmadık hiçbir zaman. Biz hep diğerinden daha çok sevmeye çabaladık. Karşılıklık ilkesine dayalı bir sevgi değil bizimkisi. 'O iyi olsun yeter.' dedik hep. Sonuç olarak sen beni, ben seni iyileştirdik. İyileştirmeye de devam ediyoruz."


Kızın ela gözlerine bakan Burak gülümseyerek "Seni seviyorum." dedi. Gözlerinde oldukça yoğun bir sevgi vardı.


"Ben de seni seviyorum Alfa'm." dedi Hilal saf bir sevgiyle.


İkili, gökyüzünden gelen loş ışıkta öylece birbirlerinin gözlerine baktılar. Son zamanlarda sıklıkla yaptıkları gibi yalnızca gözleriyle birbirlerine methiyeler düzdüler. Bir süre sonra yorgun olan Hilal istemsizce esneyerek ânı bozdu.


"Uyuyalım mı Alfa'm?"


"Oluuuur." diyen Burak yerinden bir milim kımıldamamış, üstüne üstlük üzerlerindeki battaniyeyi biraz daha yukarı çekmişti.


"Salih babam yukarıdayken seninle birlikte uyuyacağımı düşünüyorsan çok yanılıyorsun Burak. Bizi böyle görürse çok utanırım. Burada kaldığımız müddetçe babamın yüzüne bakabilmek istiyorum ben."


"Ya tamam sen biraz uyu, bu arada ben de seni biraz izleyeyim sonra seni uyandırırım odana çıkarsın."


Hilal, baygın gözlerle adama baktı.


"Az önce kurduğun cümleye kendin bile inanmazken benim inanmamı mı bekliyorsun acaba?"


"Evet?"


"Burak..." diye söylenen kız tekrardan esneyerek isyanla çıkıştı.


"Ellerini saçımdan çeker misin Burak? Uyumayacağım seninle."


"Uyandıracağım."


Hilal, Burak'ın yeşil gözlerine baktı.


"Alıştırıyorsun. Hem kendini hem de beni. Dün gece de seninle uyudum, güne seninle başladım. Bugün de aynısı olursa... Ne zamana kadar böyle olacak?"


"Bilmiyorum." diye mırıldandı Burak dürüst bir şekilde.


Ne zaman bir yüzükle karşına çıkıp 'Benimle evlenir misin Kelebeğim?' diyebileceğimi bilmiyorum.


"Ben aylarca bu şekilde yaşayamam Burak. Her günü seninle bitirip, her güne seninle başlamak istiyorum ama bu şekilde değil. Böyle olduğunda sana çok yakın olsam da uzakmışım gibi hissediyorum."


Kızın yüzüne gelen saçlarını geriye doğru atan Burak iç geçirdi.


"Biliyorum güzelim. İnan bana, ben senden daha çok istiyorum seninle evlenmeyi. Ama... O amayı biliyorsun işte. Yaşanacak o savaşı erteleyebildiğim kadar ertelemek istiyorum."


"Sana, seni bekleyeceğimi söyledim." dedi Hilal adamın yeşil gözlerini görebilmek için geriye doğru çekilirken.


"Bu konuyu bu şehirdeyken konuşmasak olmuyor mu? Özellikle de bugün."


Burak'ın haklı isyanı karşısında Hilal yavaşça başını salladı.


"Haklısın. Özür dilerim."


"Benden özür dilememen konusunda anlaşmamış mıydık Kelebeğim?"


"Yooo. Anlaşamamıştık. Sen kendi kendine bir şeyler demiştin yalnızca. Hatalıysam özür dilerim. Nokta. Bugün zaten çok fena bir gündü ve bu konuyu onca şeyin üstüne açmamalıydım. Bu yüzden... Hadi uyuyalım."


Burak, biraz memnuniyetsiz bir şekilde Hilal'e baktı.


Bunun üzerine genç kız cevabı bildiği halde "Ne oldu?" diye sordu.


"Şu an duygu sömürüsü yaparak istediğini elde etmiş biri gibi hissediyorum ve bu durum hiç hoşuma gitmedi. Hadi kalkalım da odalarımıza geçelim."


Hilal, doğrulmak üzere olan Burak'ın kolundan tuttu.


"Sadece biraz dedin. Ben uyuyacağım, sen beni izleyeceksin, sonra da uyandıracaksın(!)."


Hilal'in son kelimesindeki alayı duyan Burak gözlerini devirdi.


"Çocuk gibisin Alfa'm. Gözlerini niye deviriyorsun?"


"Uyandıracağım dedim yaa. Niye inanmıyorsun?"


"Uyuyakalacaksın çünkü." dedi Hilal gayet doğal bir şekilde.


"Ben uyuyakalmam Hilal."


"Dedi dün anlattıklarımı bitirmemi bile beklemeden uyuyan adam."


"Acaba neden? Birileri yorgun olmamı kullanarak saçlarımla oynadığı ve beni bile isteye uyuttuğu için olabilir mi?" diye söylendi Burak sesindeki gülümsemeyle.


"Bundan." diyen Hilal ciddi bakışlarla devam etti.


"Bu yüzden bugün de uyuyakalacaksın Alfa'm. Çünkü yorgunsun. Dün, sabaha kadar çektiğin uykuyla birlikte yoğun geçen operasyonun yorgunluğunu attın ama bugün yaşananlar o 15 günden çok çok daha fazla yordu seni. Bedenen değil, psikolojik olarak. Ve şu an fark ettim ki benimki boşa naz. Salih babam bizi görse bile umrumda değil. Seni bu halde odana gönderip odama geçersem sabaha kadar yatakta dönüp duracağım. Çünkü sen sabaha kadar gözünü kırpmayacaksın. Bugün, seni yalnız bırakmak istediğim bir gün değil. Bu yüzden... Hadi uyuyalım Alfa'm."


"Sen uyu. Ben önce seni izleyeceğim." diyen Burak yine küçük bir çocuk gibiydi. Onun bu hali karşısında gülümseyen Hilal, adamın yanağına bir öpücük kondurdu.


"İyi geceler Alfa'm."


Kızı alnından öpen Burak onu biraz daha kendisine doğru çekerken mırıldandı.


"İyi geceler Kelebeğim. İyi geceler."


🌙 


Karanlık evde, bahçeye çıkmak için cam balkona yönelen Salih gördüğü bedenler ile duraksadı. Adımlarını geri çevirmek üzereydi ki, ikilinin üstlerindeki battaniyenin ince olduğunu fark ederek başını iki yana salladı.


"Üşüyeceksiniz be evlatlarım."


Kendi kendine söylenen adam, üst kata çıkarak kalın bir battaniye aldı ve sesiz adımlarla uyuyan ikilinin yanına gelerek üstlerini örttü. O kadar huzurlu ve masum uyuyorlardı ki uyanmayacaklarını bilse ikisinin de alnına birer öpücük bırakır ve saçlarını okşardı Salih.


Uyanırlarsa ikisinin de ayrı ayrı mahcup hissedeceğinin farkında olan adam, geldiği gibi sessiz adımlarla eve girdi. Arka bahçeye çıkmak için kapıyı açması gerekiyordu ve çocuklarının içeri giren soğuk ile üşümesini istememişti adam. Bu yüzden de mekan değiştirmeye karar verdi. Evin kapısına geldiğinde dışarı çıkmak üzereydi ki duraksadı.


"Ay Kız montsuz çıktığımı öğrenirse kesin benim haşatımı çıkartır." diye mırıldanan Salih portmantodaki montunu alırken gülümsüyordu. Bunu fark ettiğinde kaşlarını çatarak kendini dışarıya attı.


Bugün onları anlattığı için, yaşadıklarını anlattığı için yerlerde olması gerekiyordu ama Hilal birçok kez gülümsemesini sağlamıştı.


"Sanırım herkes için bir kelebeksin sen Ay Kız." diye mırıldanan Salih parka doğru yürürken sigarasını çıkardı. Çakmağıyla sigarayı yaktıktan sonra içine derin bir nefes çekti.


"Senden ciddi anlamda nefret ediyorum." diyerek sigaraya bakan adam sözlerinin aksine bir kez daha sigarasından bir nefes almış ve dumanını dışarıya salmıştı.


Adımları onu her zamanki gibi parka getirdiğinde aşina hareketlerle salıncağa oturdu adam. Önceleri yavaşça ileri geri giderken sigarasını bitirmesiyle birlikte hızlanmıştı.


O gün, sallanırken Salih Ege Aslan'ın aklına gelen kişi ilk defa Berceste değil de Ay Kız olmuştu.


Bu durumu saatler önce Hilal ile bu parkta sallanmış olmasına bağlayan adamın kulaklarında da Berceste'nin değil de Ay Kızın kahkahası vardı...


5 Gün Sonra 

(Yazar notu; Zaman atlaması sırasında yaşananlar KİT II (İhtilal) kitabında yaşanan flashbacklerle gösterilecektir.)


"Hazır mısın Hilal?" diye sordu Sinan genç kıza bakarak.


"Kısmen." diye yanıtladı Hilal zoraki bir gülümsemeyle.


"Benden ayrılacağın için bu denli üzgün olma kızım. Bundan sonra sık sık görüşeceğiz."


Salih'in yarı şaka yarı ciddi cümlesi bile Hilal'i gülümsetmeye yetmemişti.


"Hayırdır Ayçiçeği? N'oldu?"


Emre'nin sorusuyla Burak'ın odaya girmesi aynı anda gerçekleşmişti.


"Ne oldu? Bir şey mi olmuş? Kelebeğim eldivenlerini de giy istersen. Araba hemen ısınmayacaktır. Üşürsün."


Hilal, sesiz kaldı.


"Ne oluyor? Güzelim bir şey mi oldu?" diye soran Burak endişeli bir şekilde sevgilisinin yanına geldi. Hilal'in kendisine bakmadığını gördüğündeyse kaşlarını çattı.


"Hilal?"


Yutkunan genç kız titrek bir nefes aldı. Tam bu esnada çalan kapı Burak'ın kapıya doğru dönmesine neden olmuştu.


"Emre Yankı?"


İsmini duyan Emre, kaşlarını çatarak kapıda duran tanımadığı adama baktı.


"Benim. Siz kimsiniz?"


"Ben araba kiralama şirketinden geliyorum. Arabanızı getirdim. Şuraya imza attıktan sonra anahtarı size teslim edeceğim. İstanbul'a vardıktan sonra da arabayı İstanbul'daki şubemize en geç 3 gün içerisinde teslim etmeniz gerekiyor. Eğer etmezseniz işlem başlatmam gerekecek haberiniz olsun."


"Anlamıyorum. Ben araba kiralamadım Beyefendi."


"Nasıl? Bize adınız ve adresiniz verilmiş. Arabayı buraya getirmemiz söylendi."


"Bunu kim, neden yapaca..."


Cümlesini tamamlamayan Emre, Hilal'e baktı. Odadaki herkes gibi...


"Oooooo. 'Dayı ben sevgilimle baş başa yolculuk edeceğim. Size bu yüzden başka bir araç tuttum.' mu diyorsunuz Hilal Hanım?"


Sinan'ın neşeyle çıkan sesi Burak'ın üzerinde etkili olmamıştı. Hilal'den birkaç adım uzaklaşan Burak donuk bakışlar ile ona baktı.


Hilal düşündüğü şeyi yapmaya kalkmazdı değil mi?


"Pek öyle değil dayı." dedi Hilal, Sinan'a bakarak.


"Nasıl?" diye sordu Emre. Kapıdaki görevli hâlâ bekliyordu.


"Arabayı alır mısın Emre? Lazım olacak."


"Hayır." diye fısıldadı Burak. Başını önüne eğen adam, bedeninde gezinen ultra şiddetli voltajı durdurmaya çalışıyordu.


Hilal'in dediğini yapan Emre, hızla belgeleri imzaladıktan sonra kapıyı kapattı.


"Neler olduğunu anlamıyorum Hilal." diyen Emre'nin bakışları genç kızın değil de kardeşinin üzerindeydi.


O anlamasa bile Burak neler döndüğünü anlamış gibiydi.


"Biz sizinle gelmiyoruz Emre. Olan bu."


"Hayır!" dedi Burak bu sefer biraz daha yüksek bir sesle. Adamı duyan odadakiler ona doğru dönmüştü.


Hilal hariç!


"Ne hayırı? Ne olduğunu söyler misiniz? Hadi böyle bir şey vardı diyelim... Neden tam yola çıkmak üzereyken söylüyorsunuz?"


"Çünkü önceden söylesem kabul etmeyecekti." dedi Hilal.


"Sanki şimdi edeceğim!"


Burak'ın dişlerinin arasından kurduğu öfkeli cümle, Sinan ve Emre'nin şok dolu bakışlarla ona bakmasına neden olmuştu. Burak, karşısındakinin Hilal olduğunu farkında değil miydi?


"İster et, ister etme... Ben hiçbir yere dönmüyorum." dedi Hilal gözlerini adama dikerek. Bedenindeki titremeyi kontrol altına almaya çalışan Burak, başını kaldırarak ona baktı.


"Blöfünü görüyorum ve reddediyorum."


"Blöf değil Burak. Gerçeğin ta kendisi."


"Ne zamana kadar burada durabilirsin ki? Eninde sonunda İstanbul'a dönmek zorunda kalacaksın." dedi Burak sert bir sesle. Genç adam sesinin sert çıkmasına engel olamıyordu. Vücudunun titremesine engel olamadığı gibi.


"Doğru! İstanbul'a döneceğim ama bu senin yanına döneceğim anlamına gelmiyor."


Duyduğu cümle Burak'ın kesik bir nefes almasına neden olmuştu.


"Bana bunu yapma. Affetmem!" diye mırıldandı Burak.


"Sevince her şey affediliyor merak etme. Tecrübeyle sabit." diye karşılık verdi Hilal.


Emre olaya el atması gerektiğini hissederek araya girdi.


"Gençler bir durun. Sakin. Sakin! Neler oluyor söyler misiniz bize de?"


"Bir şey olduğu yok Emre. Gidiyoruz şimdi."


"Gitmiyoruz!" dedi Hilal kesin gözlerle sevgilisine bakarken.


Gözlerini kapatan Burak, sakinleşmeye çalışarak derin bir nefes aldı.


"Yapma." diye fısıldarken sesi oldukça aciz çıkmıştı.


"Yapmak zorundayım ve yapacağım." dedi Hilal kesin bir sesle. Güçlüymüş gibi durmaya çalışıyordu ama hiç de güçlü değildi.


Gözlerini açan Burak yeşillerini elalara dikerek "Hayır!" dedi.


"Evet." dedi Hilal boğazındaki yumruyla. O yeşillerdeki çaresizlik ve acı canını yakmıştı.


"Yapma. Bana bunu yapma. Yapma. Yalvarıyorum sana Kelebeğim... Yapma!"


Gözleri dolan Hilal başını iki yana salladı. Ne olursa olsun bu kararından vazgeçmeyecekti.


"Benden oraya gitmemi, o günü anlatmamı bekleyemezsin." diye fısıldadı Burak titreyen sesiyle.


"Benden kaçmana izin vermemi, susmana göz yummamı bekleyemezsin." dedi Hilal aynı titreyen sesle.


Genç kızın tüm hücreleri isyan ediyordu. Burak'a bunu yapmayı hiç istemese de buradan yüzleşmeden giderse tekrar gelemeyeceğini biliyordu Hilal.


Olay mahalline gitmekten ödü kopuyordu Burak'ın. O günü anlatmaktan ödü kopuyordu... Fakat bu kaçışı bir 14 yıla daha neden olabilirdi ve Hilal asla buna izin veremezdi.


Böyle bir konuda güzel bir şekilde konuşmanın faydasız olduğunu bilen genç kız, zorlukla başını dikleştirdi ve keskin bir şekilde konuştu.


"Ya o eve giderek birlikte geçmişinle yüzleşiriz ve hayatımıza devam ederiz ya da sen kaçarsın ve bensiz İstanbul'a döndükten sonra yaşanacaklara katlanırsın. Karar senin Burak Kılıç! Seç!"


Sol gözünden bir damla yaş süzülen Burak başını iki yana sallayarak fısıldadı.


"Bana bunu yapma..."


🌙


Bu nasıl bir bölümdür arkadaş? Sigaranın kokusundan dahi haz etmeyen bana bile 🚬 yaktırtacak neredeyse...


Ahh ahhh ahhhh 😭😭😭😭😭😭


Yandım yazarken yandım. Fark etmişsinizdir. Kendimi sürekli Ege'de buldum. Bu yüzden bölümde Hilal ve Burak'a pek (hatta hiç) yer veremedim ama pişman değilim. Öylesine dolu dolu bir bölümdü ki...


Favori bölümlerimin başını çekecek orası kesin. Burak'ın 4 yıl önceki görevini, mağara günlerini yazarken de böyle akıp gitmişti her şey. Oralar da oldukça sık okuduğum yerlerdir.


Bölümde yazmak istediğim çok şey vardı ama yazacak psikolojim de kalmadı. Takatim de. Bugün bütün gün başım ağrıdı. Artık bölümü paylaşmak istiyorum. Bu yüzden de o yerleri ikinci kitapta yazmaya karar verdim.


Evvet gençler. 

Bir dahaki bölüm Final Bölüm'üm 🌼. İlk kitabı sonlandıracağım.


Finali istediğim yerde bitirmem için oldukça fazla yazmam gereken yer var. Bu bölüm Salih'in hikayesi uzun bir rötara sebep oldu ve her şey diğer bölüme sarktı resmen. Bu yüzden de final bölümüm oldukça uzun olacak. Uzun olmasının yanı sıra ultra psikolojik ağırlıklı da olacak.


Hilal ve Burak'ın yaşayacakları, Doğukan ile alakalı birkaç olay ve Ege-Melek karşılaşması... Sadece başlıklarıyla bile tükeniyorum resmen. Ahh yazarken neler olacak kim bilir?


Loading...
0%