Yeni Üyelik
55.
Bölüm

55. Bölüm (Sezon Fi̇nali̇)- Hasretinle Yandı Gönlüm

@yasminiesa

VE SONUNDA KİT SERİSİNİN İLK KİTABI OLAN CEVAPSIZ SORULAR'IN FİNALİYLE KARŞINIZDAYIM 🎊 🎉🎊 👏 👏 👏

 

KİT serisi... Ne de hoşuma gidiyor böyle söylemek 😍.

 

Daha önce de defalarca kez söylediğim tamamen yazma aşkıyla başladığım kurgumun bu denli büyümesini ve karakterlerimi benim kadar seven siz naif okuyucularıma sahip olacağımı asla tahmin edemezdim.

 

Şu son yılım yaşadığım onca zorluğa rağmen öylesine güzel geçti ki. Bana abla, kardeş, dost, arkadaş olan sizler sayesinde 'Düştüm.' dediğim anda ayağa kalkabildim.

 

İYİ Kİ VARSINIZ 💙

 

Bu bölümü toplu olarak hepinize ithaf ediyorum. (Hayaletleri bundan hariç mi tutsam acaba? aasdsdsdsdsddd)

 

Toplu olarak hepinize ithaf etsem de 3 özel ithafım daha olacak.

 

-İlk İthafım;

Medyadaki şiirin sahibine. İsmini vermek istemeyen okuyucum, kısa zamanda yalnızca okuyucum olmakla kalmadı benim için bir arkadaş, kardeş oldu. İnşaallah her daim hayırlı insanlarla karşılaşır ve hayallerini gerçekleştirebilir 🌼.

 

Olur da bir gün yazdıklarını yayınlamaya karar verirsen ben hep yanındayım 😍.

 

-İkinci İthafım;

10/10 okuyucuma AysuKn 😁

Geçen bölümün başına yazdığım şarkıları tek tek indirerek bölüme hazırlık yapmış ve böylelikle gönlümü fethetmiştir 🤣.

Ona finali sana ithaf edeceğim dediğimde beni ciddiye aldı mı bilmiyorum ama görüldüğü üzere gayet de ciddiydim 😎 😏 🤣.

 

-Ve Üçüncü İthaf...

Yaa ben onun hakkında konuşmaya başlarsam susamam sanırım. Bendeki değerini, bu kitapta şu zamana kadar yazdığım her kelimeyi toplayıp milyonlarla çarpsam bile anlatamam çünkü.

 

Tanışalı bugün tam bir yıl oldu. Garip tesadüfleri çok severim ve beni/ kitabımı KİT'in ilk yılında tanımış. O kendini çoktan anladı biliyorum. Size de tanıtayım kendisini liferules7

 

Yalnızca 1 yıldır tanıdığın bir insanı doğduğundan beri tanıyormuş gibi hissetmek çok ilginç bir duygu. Her cümlenin peşine 'Aaa bu ben.' demek, sürüyle ortak nokta bulmak, her telden konuşabilmek, konuşmadığında özlemek ve evde sürekli bahsettiğin için ailenin bile onu tanıması... Hilal ve Aslı'nın dostluğu hesabı. Hep aradığım ve sonunda bulduğum kardeşlik 💙.

 

Kaç gece konuşurken sabahladık Allah bilir. Valla nereden girip nereden çıktığımız belli olmuyor çoğu zaman. Çoğu zaman kuzey kutbundan konuşmaya başlayıp güney kutbunda buluyoruz kendimizi. Dediğim gibi yazsam roman olur da sizi daha fazla tutmayayım. O biliyor zaten neler diyeceğimi 😁😍.

 

Bu arada Maşaallah diyelim lütfen 💙 Tahtalara vur Life nazar değmesin🤣

 

İthaf etmek istediğim birkaç kişi daha (aslında birçok kişi) var ama onları da İhtilal'in ilk bölümüne saklıyorum 😍.

 

Hadi bakalım sizi son rekorum olan 34593 Kelimelik bölüme alayım. Keyifli okumalar dilerim 💙.

 

🌙 

 

"Hazır mısın Hilal?" diye soran Sinan dayısına baktı genç kız.

 

'Hayır dayım. Hiç hazır değilim bu yüzleşmeye.' diye düşünen Hilal zoraki bir şekilde gülümsedikten sonra soruyu "Kısmen." diyerek yanıtladı.

 

"Benden ayrılacağın için bu denli üzgün olma kızım. Bundan sonra sık sık görüşeceğiz."

 

Salih'in kurduğu yarı şaka yarı ciddi cümle Hilal'i elalarını ona çevirmesine neden olmuştu. Kendisi gibi ela gözlere sahip adamın yapmak üzere olduğu şeyi anladığını fark ettiğinde afalladığını hissetti.

 

Salih babası nereden bilebilmişti ki bunu?

 

Adamın gözlerini güven verircesine açıp kapatması Hilal'e güç verirken yutkundu genç kız.

 

Yapacağı şey, yapılması gereken bir şeydi. Başka bir çare yoktu.

 

"Hayırdır Ayçiçeği? N'oldu?" diye soran Emre'ye döndüğünde Burak'ın odaya girdiğini fark etti.

 

"Ne oldu? Bir şey mi olmuş? Kelebeğim eldivenlerini de giy istersen. Araba hemen ısınmayacaktır. Üşürsün."

 

Hilal, kendisini bu denli düşünen adama yapacağı şeyin ağırlığıyla sessiz kaldı.

 

"Ne oluyor? Güzelim bir şey mi oldu?" diye soran Burak'ın endişeli bir şekilde yanına gelmesiyle birlikte bakışlarını ondan kaçırdı genç kız.

 

Gözlerine bakarsa anlardı Burak. Elalarını görürse... Anlardı.

 

"Hilal?"

 

Belki de görmese de anlardı.

 

Burak'ın ses tonunda büyük ihtimalle kendisinin bile fark etmediği bir uyarı tınısı vardı. Adam geçen günlerde bilinçsiz bir şekilde hep diken üstündeydi. Hilal'in bunu yapacağını herkesten daha iyi biliyordu çünkü Burak.

 

Bu yüzdendi 'Kelebeğim?' değil de 'Hilal?' diye seslenmesi. Bu durum genç kızın yutkunmasına neden olurken titrek bir nefes aldı Hilal.

 

Salonda kapının sesi yankılandığında Burak dahil herkes kimin geldiğini öğrenmek için başını kapıya doğru çevirmişti. Hilal'in bakmasına gerek yoktu. O kimin ve neden geldiğini herkesten daha iyi biliyordu ne de olsa.

 

"Emre Yankı?"

 

İsmini duyan Emre, kaşlarını çatarak kapıda duran tanımadığı adama baktı.

 

"Benim. Siz kimsiniz?"

 

"Ben araba kiralama şirketinden geliyorum. Arabanızı getirdim. Şuraya imza attıktan sonra anahtarı size teslim edeceğim. İstanbul'a vardıktan sonra da arabayı İstanbul'daki şubemize en geç 3 gün içerisinde teslim etmeniz gerekiyor. Eğer etmezseniz işlem başlatmam gerekecek haberiniz olsun."

 

Adamın söyledikleri salonda kısa süreli bir sessizliğe neden olurken Emre başını iki yana salladı.

 

"Anlamıyorum. Ben araba kiralamadım Beyefendi."

 

"Nasıl? Bize adınız ve adresiniz verilmiş. Arabayı buraya getirmemiz söylendi." dedi kapıdaki adam.

 

Emre "Bunu kim, neden yapaca..." diye cümleye başlamıştı ki yarıda keserek Hilal'e döndü.

 

Odadaki herkes gibi...

 

"Oooooo. 'Dayı ben sevgilimle baş başa yolculuk edeceğim. Size bu yüzden başka bir araç tuttum.' mu diyorsunuz Hilal Hanım?"

 

Sinan'ın neşeyle çıkan sesi Burak'ın üzerinde pek de etkili olmamıştı. Hilal'den birkaç adım uzaklaşan Burak donuk bakışlar ile ona baktı.

 

'Sonunda inkar edemeyeceğin, kabulleneceğin somut delilini buldun ha Alfa'm?' diye düşünen Hilal, Sinan dayısına döndü.

 

"Pek öyle değil dayı."

 

"Nasıl?" diye soran Emre olayı anlamaya çalışıyordu.

 

İçten içe anlamışken...

 

Adamın mavi gözlerine bakan Hilal derin bir nefes aldı.

 

"Arabayı alır mısın Emre? Lazım olacak."

 

"Hayır." diye fısıldadı Burak. Sesinde hafiften bir öfke seçiliyordu.

 

Hilal'in dediğini yapan Emre, hızla belgeleri imzaladıktan sonra kapıyı kapattı.

 

"Neler olduğunu anlamıyorum Hilal." derken Emre'nin bakışları genç kızın değil de kardeşinin üzerindeydi.

 

'Lütfen tahmin ettiğim şeyi yapıyor olma Ayçiçeği. Bunu yapmaya kalkarsan Burak tahmininden çok daha büyük bir tepki verir.'

 

Hilal'in "Biz sizinle gelmiyoruz Emre. Olan bu." dediğini duyduğunda hüsranla gözlerini kapattı.

 

Yapacaktı... Hilal, Burak'a rağmen Burak'ı olay mahalline götürecekti.

 

Burak'ın "Hayır!" demesi üzerine tüm bakışlar ona doğru döndü.

 

Hilal'in elaları hariç!

 

"Ne hayırı? Ne olduğunu söyler misiniz? Hadi böyle bir şey vardı diyelim... Neden tam yola çıkmak üzereyken söylüyorsunuz?" dedi Sinan kaşlarını çatarak. Neler döndüğünü hâlâ anlayamamıştı. Hilal'in bu denli ileri gidebileceğine ihtimal vermiyordu. Gerçi o da haklıydı. Bilmiyordu ki adam...

 

Yeğeninin her şeye şahit olduğunu ve yıllardır nasıl bir cehennemde yandığını bilmiyordu.

 

"Çünkü önceden söylesem kabul etmeyecekti." dedi Hilal sesini sert çıkartmak için çabalarken.

 

"Sanki şimdi edeceğim!"

 

Burak'ın dişlerinin arasından kurduğu öfkeli cümle, Sinan ve Emre'nin şok dolu bakışlarla ona bakmasına neden olmuştu.

 

Emre'nin bakışları anında Hilal'i bulurken 'Yapma.' dercesine başını iki yana salladı genç adam. Kızın ela gözlerini gördüğünde bu çabasının boşa olduğunu fark etmişti.

 

Hilal, Burak'ın tepkisinin şiddetini bile bile devam edecekti.

 

Öyle de oldu. Gözlerini kendisine inanamayarak bakan yeşillere diken Hilal kararlı bir sesle konuştu.

 

"İster et, ister etme... Ben hiçbir yere dönmüyorum."

 

Bedenindeki titremeyi kontrol altına almaya çalışan Burak, başını kaldırarak ona baktı.

 

"Blöfünü görüyorum ve reddediyorum."

 

Hüzünle tebessüm eden Hilal başını iki yana salladı.

 

"Blöf değil Burak. Gerçeğin ta kendisi."

 

Alayla gülen Burak sert bir sesle konuştu.

 

"Ne zamana kadar burada durabilirsin ki? Eninde sonunda İstanbul'a dönmek zorunda kalacaksın."

 

Bedeni öfkeden titrerken sakinleşmeye çalıştı genç adam.

 

'Karşındaki Kelebeğin Alfa. Sakin ol!' diyen iç sesi, kızın söylediği cümle ile en karanlık köşelere kaçmıştı.

 

"Doğru! İstanbul'a döneceğim ama bu senin yanına döneceğim anlamına gelmiyor."

 

Burak'ın içinden onlarca duygu geçerken en ağır basanı korku olmuştu.

 

"Bana bunu yapma. Affetmem!" diye mırıldanırken korku duygusundan hiç haz etmeyen öfkesinin sahaya çıktığını hissetti Burak.

 

İşte bu hiç iyi değildi.

 

"Sevince her şey affediliyor merak etme. Tecrübeyle sabit."

 

Hilal'in acımadan kurduğu cümle, Burak'ın kalbine bir ok misali saplanmıştı.

 

Bel altı oynuyorsun Kelebeğim. Beni yaptıklarımdan mı vuracaksın yani?

 

"Gençler bir durun. Sakin. Sakin! Neler oluyor söyler misiniz bize de?" diyerek araya girdi Emre. Neler olduğunu bal gibi anlasa da o da Burak gibi inkar ediyordu. Kardeşinin o eve gidip acıyla yanmasını istemiyordu. Olması gerekenin bu yüzleşme olduğunu bilse de kabul edemiyordu işte.

 

"Bir şey olduğu yok Emre. Gidiyoruz şimdi."

 

Burak'ın söylediği cümle Hilal'in başını iki yana sallamasına neden olmuştu.

 

"Gitmiyoruz!"

 

Adamın yeşil gözlerinde beliren acı ifade, Hilal'in sözlerindeki keskinliğin bumerang misali dönüp kalbine saplanmasına neden olmuştu.

 

Gözlerini kapatan sevdiğinin "Yapma." diyen aciz fısıltısı tüm ruhunda yankılanırken acımasız bir şekilde konuştu genç kız.

 

"Yapmak zorundayım ve yapacağım."

 

Ne sesindeki ton gibi acımasız ne de gözlerindeki ifade gibi güçlüydü Hilal. Genç kız, hayatının en büyük rolünü oynuyordu şu an.

 

En can yakan rolünü...

 

Gözlerini açan Burak yeşillerini elalara dikerek "Hayır!" dedi.

 

Sesindeki acizlik kaybolmuş olsa da gözlerindeki acizlik her geçen saniye artarak çoğalıyordu.

 

"Evet." diye karşılık verdi Hilal boğazındaki yumruyla.

 

"Yapma. Bana bunu yapma. Yapma. Yalvarıyorum sana Kelebeğim... Yapma!"

 

Gözleri dolan Hilal başını iki yana salladı. Ne olursa olsun bu kararından vazgeçmeyecekti.

 

"Benden oraya gitmemi, o günü anlatmamı bekleyemezsin." diye fısıldadı Burak titreyen sesiyle.

 

"Benden kaçmana izin vermemi, susmana göz yummamı bekleyemezsin." dedi Hilal aynı titreyen sesle.

 

Genç kızın tüm hücreleri isyan ediyordu. Burak'a bunu yapmayı hiç istemese de buradan yüzleşmeden giderse tekrar gelemeyeceğini biliyordu Hilal.

 

Olay mahalline gitmekten ödü kopuyordu Burak'ın. O günü anlatmaktan ödü kopuyordu... Bu kaçışı bir 14 yıla daha neden olabilirdi ve Hilal'in buna izin vermeye niyeti yoktu.

 

Böyle bir konuda güzel bir şekilde konuşmanın faydasız olduğunu bilen genç kız, zorlukla başını dikleştirdi ve kesin bir şekilde konuştu.

 

"Ya o eve giderek birlikte geçmişinle yüzleşiriz ve hayatımıza devam ederiz ya da sen kaçarsın ve bensiz İstanbul'a döndükten sonra yaşanacaklara katlanırsın. Karar senin Burak Kılıç! Seç!"

 

Sol gözünden bir damla yaş süzülen Burak başını iki yana sallayarak fısıldadı.

 

"Bana bunu yapma..."

 

Adamın gözünden düşen damlaya eş olarak kızın gözünden de bir damla yaş düşmüştü. Burak'tan düşen yaş bir tane ile sınırlı kalırken Hilal'in elalarından ikincisi de düştü.

 

"Yapmak zorundayım. Yüzleşeceğiz." derken sesi titriyordu genç kızın. Tüm bedeni gibi...

 

"Hayır." diye fısıldadı Burak. Elleri yumruk olan adam, tüm gücüyle dişlerini de sıkmıştı. Şu an böyle bir ânı yaşadığına inanamıyordu.

 

Titrek bir nefes alan Hilal, sevgilisine doğru bir adım attı.

 

"Gelme! Şu an çok... Ne hissettiğimi bile bilmiyorum. Az önce bana dayattırdığın şeyi uzun bir süre sindirebileceğimi zannetmiyorum. Bu yüzden bu konuşmayı şimdi yapmayalım." diyen Burak çıkışa dönerek yürümeye başlamıştı ki Hilal'in söyledikleriyle durdu.

 

"Şimdi yapacağız. Ayrıca yalnızca az önce değil şu anda da dayatıyorum."

 

Gözlerini kapatan Burak'ın dudaklarında acı dolu bir gülümseme belirirken Salih, Sinan ve Emre sessiz adımlarla salondan çıkıp mutfağa geçtiler. Adamların hepsinde de aynı şok vardı. Hilal'in böyle bir şey yaptığına inanamıyorlardı.

 

Emre, usulca yanındaki dayısına doğru bir bakış attı.

 

'Ya Burak onun burada olduğunu unutarak her şeyi gördüğüyle alakalı cümleler kurarsa?'

 

Aklındaki bu düşünceyi yok sayan Emre, içerideki ölüm sessizliğini bozan Burak'ın sesini duydu.

 

"Bak hâlâ devam ediyorsun. Yapma! Beni kendinle tehdit ettiğinin farkında mısın Hilal?"

 

Başını hafifçe öne eğen Hilal'in gözünde bir damla daha yaş düştü.

 

"Farkındayım." diye mırıldandı genç kız çatlak bir sesle.

 

"Ve hâlâ devam mı ediyorsun? Bırakalım bu saçmalığı ve İstanbul'a dönelim hadi."

 

"Hayır!"

 

Sinirle ve acıyla dolu bir nefes alan Burak gerilen bedenindeki kasılmayı hissediyordu. İçindeki aşırı öfkeyi dizginlemeye çalışarak ela gözlüsüne baktı.

 

"Yapma dedim! Aramızdaki ilişkide tarifi imkansız bir çatlak oluşturursun. Yapma!"

 

"Anlamlıyor musun? Burak gerçekten anlamlıyor musun? O günle yüzleşmediğin sürece bu çatlak hep var olacak. Şimdi küçük olsa da gelecekte büyüyecek bu çatlak. Sen söyledin. Sen söyledin Alfa'm! Kabuslarının şekil değiştirdiğini söyledin."

 

Hilal'in son cümlesi Burak'ın bir adım geriye gitmesine neden oldu.

 

"Oraya girme..." diye fısıldarken titrek bir nefes almıştı genç adam.

 

"Nereye girmeyeyim? Beni kökten ilgilendiren bu konuya nasıl dahil olmayayım?" diye fısıldayarak karşılık verdi genç kız.

 

"Bu konuşmayı neden şu an yapmak zorundayız?" diyen Burak öfke ve isyanla aynı cümleyi tekrarladı.

 

"Bu konuşmayı neden şu an yapmak zorundayız?"

 

"Bahsettiğin konuşmayı yapmıyorum ben Burak. Bunun için senin önce kaçtığın o adımı atman gerekiyor. Eğer o eve gitmezsen asla atmayacağın o adımı."

 

"Nereden biliyorsun atmayacağımı? Nedir bu evlenme merakı Hilal?"

 

Adamın söylediği cümle genç kızın alayla gülmesine neden oldu. Bu tepki kesinlikle Burak'ın beklediği bir tepki değildi. Hilal'in kendisine bu şekilde güldüğü bir ânı hatırlamaya çalışan genç adam öyle bir an bulamadı. Çünkü yoktu!

 

"Yüzünde neden şaşkın bir ifade var Burak Kılıç? Çiftler zamanla birbirine benzermiş. Ben de senden öğrendim işte bir şeyler. Evlilik merakımın(!) yanı sıra hareket de kopyalıyorum. Bu arada..." diyen genç kız sır verir gibi parmaklarını dudaklarına götürerek sesindeki duygusuzlukla konuştu.

 

"Kimseye söyleme ama bu evlilik merakımın tek sebebi paran. Fakirlik beni çok yıprattı. Paran olduğunu duyunca seni tavlayayım dedim(!)."

 

Öfkeli bir nefes alan Burak "Kastettiğimin bu olmadığını biliyorsun!" diyerek çıkıştı.

 

"SEN DE KASTETTİĞİMİN BU OLMADIĞINI BİLİYORSUN!" diye bağırdı Hilal.

 

Gözlerindeki yaşlarla ellerini iki yana açan genç kız, elalarını aşık olduğu yeşillere dikti.

 

"Ya ben dayanamıyorum. Acılar içinde kıvranmana dayanamıyorum! Kabus dolu gecelerine dayanamıyorum. Gözlerindeki acıya dayanamıyorum! Dayanamıyorum Burak. Canın yanınca canım yanıyor."

 

"Şu an canımı yakan sensin ama. Onu ne yapacağız?"

 

"Olması gerekiyor. O günü atlatman gerekiyor."

 

"Hangi s*ktiğim atlamasından bahsediyorsun sen Hilal? Ben..." diyen Burak, Hilal'in bakışlarının mutfağa doğru döndüğünü fark ederek genç kızın yanına doğru yaklaştı ve sessiz bir şekilde devam etti.

 

"Ben canım olan insanların öldürülmesini izledim. Daha 11 yaşında küçücük çocuktum... Televizyonda şiddet sahnesi geldiğinde bile zarar görmeyeyim diye kanalı değiştiren babamın kurşunlarda boğulmasını izledim. Ruhumda yara açar diye kitaplarımı okumadan önce kontrol eden annemin, hamile annemin, kendini korumak için bıçağı kalbine saplayışını izledim. Sen hangi atlatmasından bahsediyorsun ha? 50 yaşındaki bir insan bile ölü bedenler gördüğünde darmadağın olurken ben küçücük yaşımda ölülerle dolu bir mahallede, ellerimin altında buz gibi olan anne-babamın ölü bedenleriyle sabahladım. Bana o günü unutturamazsın Hilal. Seni ne kadar seversem seveyim, beni ne kadar seversen sev, o gün benden kopan o parçayı onaramazsın. Hiç kimse yapamaz. Sen o yaranın merhemi olabilirsin ama hiçbir merhem, bedeni yaradan önceki haline döndüremez. Boşuna uğraşma!"

 

"Bilmiyor muyum? O günün yarasını asla geçiremeyeceğimi bilmiyor muyum? Mümkünü olsa... O yeşillerin gördüklerini unutabilmesi için elalarımı feda ederdim ben. Ömrümden ömür verirdim, çocukluğunun ölmemesi için. Kahkahalarımı uğruna feda ederdim, kahkahalarının sönmemesi için." diye fısıldayan Hilal kızarmış yeşil gözlerden düşen yaşları silerek devam etti.

 

"Hiçbir şey yapamasaydım bile ağla diyen omuz, gözyaşlarını silen el olmak isterdim. Ama olmadı. Sen 17 yıl boyunca her güne acıyla uyanırken, ben ruhumun diğer yarısının acısından bihaber kahkahalarla güne başladım."

 

Adamın yanaklarını şefkatle okşayan genç kız hüzünle gülümsedi.

 

"Benim de kabuslarım var Alfa'm. Sana geç kalmış olduğumdan korkarak, haykırarak uyandığım kabuslar. Asla iyileştiremeyeceğim o yaraya merhem olamayacağımı gördüğüm kabuslar. Ben neredeyse her güne 'Neden Mardin'deyken peşinden gitmedim? Neden ona 4 yıl erken koşabilecekken bu kadar geç kaldım?' diyerek başlıyorum."

 

Başını iki yana sallayan adam, kızın yanağının üzerindeki ellerini aşağı indirerek sıkıca tuttu.

 

"İzin vermezdim ki. İstesem de veremezdim. Korkularımın esiri olmuşken olmazdı."

 

"Peki şimdi de aynı değil mi durum? Yine korkularının esirisin, yine bana izin vermiyorsun. Ne fark etti?"

 

Birkaç saniyeliğine gözlerini kapatan Burak iç geçirdikten sonra isyanla konuştu.

 

"Benden istediğin şeyin oluru yok. Canımı iste vereyim ama benden oraya gitmemi isteme."

 

"Oraya! Nefretle söylüyorsun bu beş harfi."

 

"Ne bekliyorsun? Mutlulukla mı söyleyeyim? Hayatımı cehenneme çeviren yer orası."

 

"Yanlış! Sana hayat veren yer orası." dedi Hilal yumuşak bir sesle.

 

"Senin doğduğun ev orası Burak. Kütüphanede bana 'Prematüre doğduğumu söylemiştim. Gecenin bir yarısı, ailemin hiç beklemediği bir anda aniden gelmişim dünyaya. Öyle ani olmuş ki hastaneye bile gidememişler. Komşular gelene kadar çoktan doğmuşum. Beni babam doğurtmuş. Dünyaya gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm yeşillerimin eşi olan yeşiller, ikinci gördüğüm ise bal gözler olmuş. Belki de yabancı bir yerde, yabancı birinin kollarında değil de evimde doğmak için o kadar acele etmişim.' diyen sen değil miydin? Emin olmak için Sultan nineme sordum. O evmiş! Tüm mutlu anılarının olduğu o evmiş."

 

"Ve en büyük kabusumun olduğu o ev." diyen Burak, Hilal'in konuşmak için ağzını açtığını gördüğünde kızın ellerini bıraktı.

 

"Sakın bana bir gün için 11 yılını çöpe atıyorsun demek gibi bir hataya düşme Hilal! O bir gün benim 11 yılımı hiçe saydı. O bir gün yüzünden ben ailemi kaybettim."

 

"Hangi aileni?" diye sordu ellerinin üşüdüğünü hisseden Hilal. Burak'ın ellerini bırakmış olması canından can almıştı.

 

"Ne?"

 

"11 yılını hiçe saydıysan bu bir ailenin olmadığı anlamına geliyor."

 

Dişlerini birbirine bastıran Burak işaret parmağını havaya kaldırarak kıza doğru salladı.

 

"Laflarına dikkat et! Bu konu evirip çevirip afili sözler söyleyebileceğin bir konu değil."

 

"Sen de hareketlerine dikkat et! Ben öyle parmağını sallayıp tehditler savurabileceğin bir insan değilim!"

 

Sakinleşmeye çalışan Burak bunu başaramadığını fark ettiğinde içinde bir korkunun belirdiğini hissetti.

 

"Şu an gerçekten çok öfkeliyim. Kalbini kıracağım. Gerçekten tarifi imkansız bir şekilde kalbini kıracağım. İstanbul'a gidelim bu konuyu konuşalım ve sonrasında..."

 

"S*tir git!"

 

Şok içinde "Ne?" diye mırıldanan Burak duyduğunun doğruluğunu ciddi anlamda sorguluyordu.

 

"Sen istediğin yere s*tir olup gidebilirsin ama ben gelmiyorum. Madem beni kaale almıyorsun... Hadi bakalım hodri meydan!"

 

"HİLAL BU SAVAŞ İLAN EDİLECEK BİR KONU DEĞİL!" diye haykıran Burak artık iyice çileden çıktığını hissediyordu.

 

"BANA BAĞIRMA!" diye çıkıştı Hilal.

 

İkili hızlı hızlı nefesler alırken gözlerini birbirlerine dikmiş öylece duruyorlardı.

 

"Ben seni senden daha iyi tanıyorum Burak Kılıç. Gidersen bir daha asla gelmeyeceksin. Buraya geldiğimiz andan itibaren geri plana atıp durduğun bir korku var içinde. Herhangi birinin seni o eve götürmesinden korkuyorsun. Sırf bu yüzden gezdiğimiz gün, evinin yakınlarındaki mekana gitmemek için onlarca neden uydurdun başka yere götürdün beni. Hadi ikimiz de rol yapmayı bırakalım. Sen o gün benim seni sınadığımın bilincindeydin, ben de senin bahane uydurduğunun."

 

İşaret parmağını adamın göğsüne bastıran Hilal kararlı gözlerini kızarmış yeşillere dikti.

 

"Sen en başından beri iki nedenden dolayı benden kaçıyorsun. Birisi aile kurmaktan korktuğun için, diğeri de bu. O günü anlatmak! Bunu yapacağımı biliyordun. Daha tanıştığımız ilk günlerden beri biliyordun hatta. Ve istiyordun da. Sen bana sordun Burak. Kütüphanede daha tanışalı 10 gün bile olmuşken sen bana sordun. 'Birisi var mesela. Küçük yaşlarda gerçekten de çok kötü bir şey yaşadı. Hatta bu durum Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve... Ve İnsomnia gibi hastalıklara yol açtı. Onun o yaşadığı şeyi anlatmasını istiyorsun. Ne yaparsın?' diye sordun. Sana olması gereken cevabı verdiğimde 'Peki ya o mekan onun için gerçekten de çok önemliyse. Yine aynı şekilde ofisteki koltukta mı anlatmasını sağlarsınıç yoksa... Yoksa oraya giderek mi anlatmasını sağlarsın?' dedin. Bunun etiğe pek uygun olmadığını söylediğimde etiği bir kenara bırakmamı söyledin. O hastayla şahsi bir ilişkim olsa ve bunu yaparsam o kişinin kabuslarından sıyrılıp o mekanla barışıp barışamayacağını sordun. Anlayamadım o zamanlar. İki-üç günde bir böyle varsayımlı hasta hikayeleriyle geliyordun bana. Anlayamadım! Öncesinin ve sonrasının sırf bu soru için düzenlenmiş kurgular olduğunu anlayamadım. Benden yardım talep ettiğini, seni iyileştirmem için çığlıklar attığını anlayamadım. Ama artık anlıyorum. Bu yüzden... Şu an yaptığım şey için beni suçlayamazsın. En başında benden yardım isteyen sendin çünkü."

 

Sözlerini bitiren genç kız, birkaç adım geriye giderek adamdan uzaklaştı.

 

"Tüm bunları düşün taşın, akşama geldiğimde cevabını verirsin. Eğer cevabın 'Ben senden yardım falan istemedim. Yine uydurmuşsun kafandan.' olacaksa hiç gelmene gerek yok. Direkt İstanbul'a yollan. Ben anlarım cevabını, bundan sonraki hayatımı ona göre idame ederim. Ve evet... Seni bu konuda kendimle tehdit ediyorum. Çünkü o içindeki yaralı kurt bana başka çare bırakmıyor. Beni seven Alfa mı galip gelecek yoksa o yaralı Küçük Alfa mı hep beraber göreceğiz. Ben geleceğimizi ellerine verdim. Bundan sonrası sende... Alfa'm." diyen genç kız, Burak'ın konuşmasına izin vermeden koltuğun üzerinde duran çantasını aldı ve adamın yanından hızla geçerek çıkışa doğru yöneldi.

 

Salondan çıkmak üzereydi ki duyduğu 'ŞLAK' sesiyle adımlarını durdurdu.

 

Yine kendisine zarar vermişti.

 

Gözyaşları akmak için tetikte beklerken yumruklarını sıkan Hilal arkasını dönmedi.

 

Burak'ın istediğini yaptırmak için ağlayan bir çocuktan hiçbir farkı yoktu şu an. Şu zamana kadar defalarca kez bu yola başvurmuş ve her seferinde de istediğini elde etmişti. Alışkanlıktandı yani bu kendine zarar verme durumu.

 

"O yaptığın bende yemez Burak Kılıç! Ben ne dayın gibi seni alttan alırım, ne de Sevda annen gibi kıyamayıp yaptığına göz yumarım. Salih baban gibiyim ben de. Yaptığın yanlışsa yanlış olduğunu söylerim ve hakkettiğin cevabı veririm. Bu şekilde yaptığın naz bana sökmez... Yaptığın canımı acıtmaktan öteye gitmiyor Alfa'm. Bilgine!"

 

Hilal, tüm bunları söyledikten sonra arkasına dahi bakmadan dış kapıya doğru yürüdü ve kapıyı arkadasından çarparak evden çıktı.

 

Bahçe kapısına zorlukla ulaşan Hilal daha fazla güçlüymüş rolüne devam edemeyerek yıkılırmışçasına kaldırıma oturdu

 

Hıçkırıklarını daha fazla tutamazken titreyen eliyle montunun (teknik olarak Burak'ın montunun) cebinden telefonunu çıkarttı. Zorlukla ekranın kilidini açan genç kız hızla mesajlar bölümüne girmişti.

 

'Abi yalvarırım yarasına bak. Ciddi bir şeyi yok değil mi? Bana rağmen ciddi bir şey yapmadı değil mi? Yapmamıştır. Bakamadım ona. Bakarsam gidemem diye bakamadım ama biliyorum ben onu. Alfa'm ben hayatındayken kendisine çok ciddi bir şey yapamaz... Biliyorum. Ona güveniyorum. İtiraz edecektir ama mutlaka pansuman yap. Dikiş gerekiyorsa da dikiş at. Buna daha fazla devam edebilmem için ona göz kulak olman gerekiyor abi. Şimdi istediğini yaparsam bir daha asla Sakarya'ya ayak basamayacak. Ben bir 17 yıl daha ailesinin mezarından ayrı kalmasına dayanamam. Lütfen. Lütfen ona iyi bak! Ben pes edersem bu ikimizin de sonu olur. Yalvarıyorum saçma bir şey daha yapmasına engel ol..'

 

Gözlerindeki yaşlardan dolayı telefonun ekranını buğulu gören Hilal, yazım yanlışlarıyla dolu mesajı tamamlayarak Emre'ye attı. Geri karşılık için çok beklemesine gerek kalmamıştı.

 

Panter; Merak etme iyi. Aynaya yumruk atmış bu yüzden parmakları kesilmiş ama dikişlik bir durumu yok. Pansumanı kabul etmeyecektir ama o iş bende. Halledeceğim bir şekilde. Sen şimdi yüzde yüz gözlerinde olan yaşları sil ve ayağa kalk. İlk başta anlamadım kızdım ama sen doğru olanı yapıyorsun Ayçiçeği. Burak'ın şu an öfkeden gözü dönmüş olması gerekiyordu ama oldukça düşünceli gözüküyor. Her ne söylediysen saldırmak yerine düşünmesini sağlamış. Bu iyi haber.

 

Emre'nin mesajıyla gözlerini kapatan Hilal titrek bir nefes aldı. Doğru olanı yaptığını bilse de içinde, sevdiğine kıyamayan o yer, kendisini sürekli eleştiriyordu. Emre'nin tasdiki içinin az da olsa rahatlamasına neden olmuştu.

 

Zorlukla ayağa kalkan genç kız, eve doğru endişeli bir bakış attıktan sonra Sakarya sokaklarında başıboş bir şekilde gezinmeye başladı.

 

Aynı esnada yanındaki aynayı parçaladığı için sağ elinden kanlar akan Burak, yaşananların etkisiyle öylece kalakalmıştı. Gözünden bir damla yaş firar ederken bakışlarını kırdığı aynaya çevirdi.

 

Paramparça bir ayna, yarılmış kanayan bir el ve çaresizlikle dolu bir adam...

 

'Soygunu yaptığım o günkü gibi.' diye düşündü Burak büyük bir hüsranla.

 

Bakışları, evden çıkıp giden kıza kayarken bugünün de o günkü gibi çok önemli bir yol ayrımı olduğunu fark etti. Aklı yıllar önce yağmurun altında yaşanan bir diğer yol ayrımına giderken istemsizce mırıldandı.

 

"Nem néztünk vissza, s már külön utakon jártunk

Csend lett, s újra elbújt a hold

S ami maradt: ezernyi, megválaszolatlan kérdés

Vajon ki fogja eloször meglátni a holdat?

Ki fogja megvalósítani félbehagyott álmomat?"

 

Geriye bakmadık, ve zaten farklı yollarda yürüyorduk

Bir sessizlik oldu, ve ay saklandı yine

Ve geriye tek bişey kaldı.

Binlerce cevapsız soru

Ayı ilk kim görecek?

Kırık düşlerimi kim fark edecek?

 

Ailesi için değerli olanı, kendileri için de değerli kılmıştı Burak. Hem de en başından, bile isteye gönüllü bir şekilde yapmıştı bunu. Bu durum böylesine berbat anlarda, sonlarının da aynı olup olmayacağına dair bir korku düşürüyordu gönlüne. Gönlüne düşen korku bir çığ misali büyüyor ve tüm ruhunu istila ederek felç ediyordu genç adamı. Onu bu felç halinden çıkarabilecek tek kişi de 'Düşün ve karar ver. Geleceğimiz senin ellerinde.' diyerek çekip gitmişti.

 

Yeşillerinden çaresizlik gözyaşları akmaya başlayan Burak gözlerini kapatarak fısıldadı.

 

"Ayı ilk kim görecek

Kırık düşlerimi ilk kim fark edecek?"

 

🦋 

 

Düşüncelerinde boğulan genç kız, iskelenin ucuna geldikten sonra yavaşça oturdu. Daha birkaç gün önce Burak'la mutlu bir şekilde geldikleri bu yere tek başına üzgün bir şekilde gelmek ruhunu acıtmıştı.

 

"Gerçekten de doğru olanı mı yapıyorum?" diye mırıldandı tekrardan.

 

Sevdiğinin acı içindeki yeşil gözleri aklından çıkmıyordu. Evden çıkmak üzereyken duyduğu kırılma sesi aklına gelirken hüsranla gözlerini kapattı genç kız. Bu hareketi kıpkırmızı olan elalarından bir damla daha düşmesine neden olmuştu.

 

Yaklaşık bir saattir aralıklarla ağlıyordu Hilal. Birçok kez Alfa'sının yanına gitmek için çabalayan ayaklarına kızmış sonunda da fark etmeden soluğu burada almıştı. Birlikte mutlu oldukları bu mekanı hüzne boğmak istemese de Alfa'sının kahkahalarını duyma isteği ağır basmıştı. Anılarda da olsa...

 

Adamın onu bırakmayacağını çok iyi bilse de içindeki küçük bir yer deliler gibi korkuyordu. Bu yüzden de Burak'ın onu sevdiğinin canlı şahidine ihtiyacı olan Hilal soluğu bu iskelede almıştı.

 

"Özür dilerim Alfa'm." diye fısıldadı Hilal pişmanlık her hücresini kaplarken. Bu gidişle yaptığı şeyden pişman olup Burak'ın isteğini kabul ederek İstanbul'a dönecekti.

 

Çalan telefonu genç kızın düşüncelerinin önüne geçerken arayana baktıktan sonra buruk bir tebessümle telefonu açtı.

 

"Olumsuz düşüncelerimi mi hissettiniz Profesör?"

 

"Ne halde olduğunu tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok Hilal. Nasıl geçti?"

 

Önünde sakince uzanan göle doğru baktı Hilal. Profesör Richard ile yaptığı ilk konuşma, Burak New York'tan geldikten kısa bir süre sonra yaşanmıştı. Profesör genç kız kendisini aradığında bu telefonu beklediğini söylemişti. Hilal hem bir psikolog hem de bir danışan olarak adamdan danışmanlık almıştı.

 

Bu yüzleşmeyle ilgili.

 

"Ölüm gibi..." diye fısıldadı Hilal titreyen sesiyle.

 

"Kolay olmayacağını biliyordun Hilal. Burak'ın savunma mekanizmasının ne denli güçlü olduğunu en iyi bilen kişi sensin."

 

"Öyle ama yine de..."

 

"Kimlik karmaşasını bir kenara bırakın Psikolog Hanım... Şu an aradaki dengeyi oturtturman gerekiyor Hilal. Sakın geriye dönüp pişman olduğunu söylemeye kalkma."

 

Yanaklarından yaşlar süzülmeye başlarken Hilal titrek bir nefes aldı.

 

"Ama bana öyle bir baktı ki. Gözlerindeki inanamamazlık ve hayal kırıklığı canımı çok yaktı. Özellikle de yeşillerindeki o acı... Ben bunu başarabilecek miyim emin değilim Hocam. Realist düşünemiyorum. Tamamen duygularımla hareket ediyorum ve kesinlikle etik düşünemiyorum. Hangi psikolog danışanını tehdit ederek travmasını anlattırmaya zorlar?"

 

"Bahsettiğim denge bu Hilal. O tehditi yapan kişi sendin. Bunun psikolog olmanla alakası yok."

 

"Bu daha kötü değil mi? Hangi seven, sevdiğinin bile isteye canını yakar? Ben onu orada bırakarak çıktım gittim Hocam. Kendine zarar verdiği halde arkama bile bakmadan çıkıp gittim."

 

"İşte burada Psikolog Hilal sahnede. Burak niye kendine zarar verdi Hocam?"

 

Hocasının kendisine karşı kullandığı hitap egosunu okşarken derin bir nefes alan Hilal konuşmaya başladı.

 

"İstediğini yaptırmak için. Öğrenilmiş bir davranış. Burak şu zamana kadar hep kendine zarar vererek, çevresini kendisiyle tehdit ederek yüzleşmesi gerekenlerden kaçmış. Bana da aynısını yapmaya kalktı. Ben ise 'O bende yemez.' dedim ve çıktım gittim. Ama Hocam yalan söyledim. Asıl bende yer o durum. Canının yanmasından nefret ediyorum. İşin içine siz girmemiş olsaydınız çoktan vazgeçmiştim bu yaptığımdan."

 

"Yanılıyorsun. Ben olsam da olmasam da sen bunu sürdürecektin Hilal. Bunun ilk ve tek şansın olduğunu biliyorsun. 'Eğer şu an yüzleşemezse bir daha tekrardan Sakarya'ya gelemez Hocam.' diyen sen değil miydin? İkimiz de bunun kolay olmayacağını biliyorduk. 17 yıl! Hilal 17 yıldır kaçan bir adamdan bahsediyoruz burada. İlk kaçışı bilinçsiz olmuş. O küçük yaşında yaşadıkları ağır geldiği için kaçmış. Çevresindekiler doğru ya da yanlış yapmış diyebileceğim bir pozisyonda değilim şu an. Bir gecede büyümüş bir çocuğa zorla bir şey yaptırmaya kalkmak gerçekten de çok ters tepebilirdi. Yine de büyüdüğünde, bile isteye kendisi kaçmış. Bunu ona da söylemiştim. Ben, bu branşı okumadan psikolojik donanıma onun kadar hakim bir insana daha rastlamadım şu hayatta. Ona rağmen kaçış mekanizmas öyle güçlü ki tüm her şeyi siliyor. Senden bile kaçacak kadar siliyor hem de. "

 

Burak'ın gittiği o günleri hatırlayan Hilal kalbine yerleşen korkuyla fısıldadı.

 

"Ya bir daha aynı şey olursa? New York'a gittiği zaman da böyle bir şeyi hiç beklemiyordum. O gün, o yağmurda gelir diye düşünmüştüm ama gelmedi. Beni bıraktı."

 

"Bıraktı doğru. Ama sana gelebilmek için seni bıraktı. Burak o savaşı verdiyse bu savaşı da verecektir Hilal. Gönlün rahat olsun."

 

"Aynı şey değil Hocam. Bu konu çok hassas ve..."

 

"Yanılıyorsun Hilal. Aynı konu. Hatta sen çok daha hassas bir konusun. Sen onun geleceğisin. Ruhundaki yarayı iyileştirebilecek tek kişisin. Burak her şeyin farkında. New York'ta verdiği savaş yalnızca geleceği için değildi. Geçmişinin hayaletiyle de savaştı burada. O seninle ilk karşılaştığı andan itibaren bir gün bugünün geleceğini biliyordu. Gelmesin diye kaçtı ya zaten senden. Sen de tüm bunları biliyorsun. New York'tan döndüğünde bir gün sana o günü anlatacağını bilerek geldi o. Sonunda beklenen gün geldiğinde pes edemezsiniz."

 

"Bu şekilde yapmasa mıydık acaba? Yani belki eve gitmek yerine..."

 

"Onun isteğinin bu olduğunu sen söylemedin mi güzel kızım?" dedi Richard yumuşak bir sesle.

 

Gözlerini kapatan Hilal hıçkırmamak için dudaklarını ısırdı.

 

"Korkuyorum. Ben onu teselli edemem Hocam. Bana o günü anlattığında ben ona teselli sözleri söylemem. Ondan daha fazla yıkılacağım çünkü. Onu o halde görürsem dayanamam. Onun beni toplaması gerekir."

 

"Peki bundaki sorun ne?"

 

"Nasıl sorun ne Hocam? Ben..." diyen Hilal duraksadı. Konuşmanın başından beri Profesör'ün bahsettiği dengeyi sonunda anlamıştı. Hocasının devamında söylediği sözler düşüncesinin doğruluğunu kanıtladı.

 

"Sen onun sevgilisisin Hilal, psikoloğu değil. O da sevdiğin adam, danışanın değil. Bunda bir anlaşalım önce. Psikolojik deneyiminden dolayı bilgilerini kullanıyor olman sizi hasta-danışman ilişkisi içine sokamaz. Burak, sevdiği kadına o günü anlatacak. Psikolog Hilal'e değil! Hilal, sevdiği adamdan o günü dinleyecek. Danışanından değil! İşte tam burada çok ince bir ayrıntı giriyor işin içine. Her şey bittiğinde, içindeki psikoloğun devreye girmesi ve gereken sözleri söylemesi gerekiyor. Yalnızca ona değil kendine de. Ama o zamana kadar yalnızca Burak'ın sevgilisi olacaksın Hilal. Yıkılabilirsin. Dağılabilirsin. Ondan daha fazla gözyaşı dökebilirsin. Ondan daha fazla 'Keşke' diyebilirsin. İkinizi de tanıyorum ben. Büyük ihtimalle bir noktada teselli eden değil de teselli edilen olacaksın sen. Burak bu durumdan şikayetçi olmayacaktır. Onun istediği teselliyi sen yanında durarak, varlığınla veriyorsun çünkü. Onun için döktüğün gözlerindeki yaşları silmek onun için bir teselli. Yalnız olmadığını, bu dünyada onu kendisinden çok seven birisinin olduğunu bilmek en büyük teselli. Ayakta durmaya mecbur değilsin. Kimse senden böyle bir şeyi istemiyor. Bu ikinizin savaşı olacak. O eve gittiğinizde sen de en az Burak kadar yıpranacaksın. Kimse 'Neden ağladın?' diyerek seni yadırgayamaz Hilal. Hangi seven, sevdiğinin canı yanarken öylece durabilir ki?"

 

Richard'ın söyledikleri Hilal'in farkındalık dolu bir nefes almasına neden olmuştu.

 

"Burak'ı zorladığın için kendini suçlama. Başka çaren yoktu. Sen de, ben de, o da bu yüzleşme için hazır oluğunun farkındayız. Bu kadar büyük bir yüzleşmeye direkt gönüllü olması ve anında kabul etmesi abes kaçardı zaten. Bekle, sabret. Burak sonunda kabullenmiş bir şekilde yanına gelecek. Bunu ona da söylemiştim. En sevdiğim huyu kaçtığı şey gerçek anlamda karşısına çıktığında çözüm için çabalaması. Burak kaçışının sonuna geldiğini anladığında önündeki o duvarı yıkıp sorunuyla yüzleşiyor Hilal. Şimdi de öyle olacak. Burak'ı azıcık tanıdıysam bu yüzleşmeyi senin tahmin ettiğinden çok daha kısa bir zamanda yapmak isteyecektir hatta. Sen sadece sevdiğin adama güven ve düşüncelerini berraklaştırmış bir şekilde sana gelmesini bekle. Onun sana olan sevgisine bizzat şahit oldum ben. Sen yanındayken tüm kaçışlarından feragat edecektir o. Sana olan sevgisi yıllarının kaçışından çok daha üstün çünkü. Sevginize güven."

 

Bileğindeki yıldızlı bilekliğe bakan Hilal saatler sonra ilk defa içten bir şekilde gülümsedi.

 

"Haklısınız Hocam. İçten içe tüm bunları biliyordum fakat birinden duymam gerekiyormuş. Çok teşekkür ederim."

 

"Bizim işimiz zaten bu değil mi Hocam? Farkında olan insanlara, farkında olduklarını göstermek. İkinizin de üstesinden başarıyla geleceğini biliyorum ancak aklım sizde. Gelişmelerden beni haberdar edersen sevinirim. Sağlıcakla kalın."

 

"Siz de sağlıcakla kalın Hocam." diyerek telefonu kapatan Hilal önündeki göl manzarasına baktı. Bu sefer az önceki gibi depresif bir ruh halinde olmadığı için manzara gözüne çok güzel gelmişti.

 

"Sevgimiz her şeyin üstesinde Alfa'm. Her şeyin üstesinde." diyerek gülümseyen genç kız içinde yeşermeye başlayan umutla gölün üstünde uçuşan kuşları izlemeye başladı.

 

🦋

 

Her daim tıka basa dolu olan meşhur çorbacıdaki Hilal, mercimek çorbasından bir kaşık daha alırken gülümsedi. Çorba kaşığıyla bakışarak gülen bir deli izlenimini verdiğinin farkında olsa da gülümsemesini durduramıyordu genç kız.

 

"Ben gülmeyeyim de kim gülsün ama." diye mırıldandı Hilal mutlulukla.

 

Yaklaşık yarım saat önce genç kızın telefonuna bir mesaj gelmişti. Böyle bir mesajı gerçekten de beklemeyen Hilal'in içi bir anda sıcacık olmuştu.

 

Alfa'm 🐺 : Kesin dışarıda bir yerlerdesindir. Hava biraz soğuk, üşüyeceksin. Ayrıca acıkmışsındır da. Geçen gün çorba içtiğimiz çorbacıya adına rezerve yaptırdım. Afiyet olsun...

 

Yaptıkları büyük tartışmadan sonra adamdan gelen bu hamleyle Hilal'in gözleri mutlulukla dolarken bir mesaj daha gelmişti.

 

Alfa'm 🐺 : ...Kelebeğim

 

İlk mesajın sonundaki üç noktanın Kelebeğim kelimesine ait olduğunu zaten anlayan Hilal, hitabın bizzat yazıldığını görmesiyle huzurla gözlerini kapatmıştı. Demek attığı mesaj Burak'a da eksik hissettirmişti ki dayanamayarak bizzat yazmıştı o kelimeyi.

 

Sevgilisinin kendisine çok kızgın olmasına rağmen onu düşünmesi ve onu düşündüğünü göstermesi karşısında Hilal yeniden gülümsedi.

 

"Seni o kadar çok seviyorum ki Alfa'm." diye sevgiyle mırıldanırken çorbasından bir kaşık daha almıştı genç kız.

 

Büyük kase çorbayı bitirdiğinde arkasına yaslanan genç kız, mekana girip adını söylediğinde gözlerden uzak olan bu masayı gösterdikleri ânı hatırladı. Geçen gün Burak'la birlikte oturdukları masa olduğunu gördüğünde şaşırmamıştı. Yine de kendisi daha söylemeden önüne gelen mercimek çorbasının biraz şaşırmasına yol açtığını inkar edemeyecekti.

 

"Doydunuz mu Hanımefendi? Herhangi bir yemek ister misiniz?"

 

Yanına gelen adamın mekanın sahibi olduğunu fark eden Hilal, artık şaşırmayı bırakması gerektiğini düşündü.

 

"Doydum teşekkür ederim. Öğlen yemeğini sıkı yemiştim zaten de... Mekanınızda yalnızca çorba var zannediyordum?"

 

"Öyle zaten. Fakat siz özel bir müşterimizsiniz. Sizden önce bu masada çorba içen Beyefendi istediklerinizin mutlaka karşılanmasını isteyerek bizi sıkıca tembihledi."

 

Sesindeki gülümsemeyle "O da mı buradaydı?" diye soran Hilal istemsizce karşısındaki sandalyeye baktı.

 

"Doğru tahmin. Tam da orada oturdu. İkiniz de geçen günküne zıt sandalyelerde oturdunuz."

 

Hilal, Burak'ın oturduğu sandalyeye oturmuştu. Demek, Burak da kendi oturduğuna oturmuştu.

 

"Tok olduğunuza göre..." diyen adam eliyle bir garsona işaret etti.

 

Kendilerine doğru gelen garsonun taşıdığı tepsideki profiterol tabağını, küçük poşeti ve yanlarındaki bir adet papatyayı gören Hilal, gözlerinin hafifçe dolduğunu hissetti.

 

"Afiyet olsun Hilal Hanım. Ayrıca Burak Bey üst katta bir mescidimiz olduğunu da size iletmemi istedi. Siz gelmeden önce mekandaki sıcaklığı arttırmamızı da istediğine göre... Sanırım sizi sıcak bir yerde tutabilmek için tüm koşulları zorluyor."

 

Adamın gidişine eş olarak Hilal'in sol gözünden bir damla yaş düşmüştü. Papatyayı usulca eline aldığında altındaki kağıdı gördü. Kağıdı açarak okumaya başladığında elaları usul usul gözyaşı dökmeye başlamıştı.

 

🌙 İçimde bir duygu seli... Ne hissettiğimi, ne yapmam gerektiğini bilemediğim.

Dilimde onlarca kelime... Nasıl dile dökeceğimi, nasıl anlatacağımı bilemediğim.

'Bana alıntılarla değil de kendi sözlerinle gel.' demiştin ama bugünlük bir istisna yapacağım... Kelebeğim.

Bugün ben susayım. Onlar anlatsın sana hislerimi.

 

'Ben sana kızsam, kendime küserim' demiş Cemal Süreya.

 

'Sana kızgın değilim. Sana kızmayacak kadar seni iyi tanıyorum. Sonra seni seviyorum. Neden sevdiğimi bilmeden seviyorum. Bu sevgiyi her gittiğim yere beraber götüreceğim. Allahaısmarladık.' demiş Sabahattin Ali

 

'Küsmek nedir bilir misin?

Küsmek dürüstlüktür.

Çocukçadır ve ondan dolayı saftır,

Yalansızdır.

Küsmek "Seni seviyorum"dur,

Vazgeçememektir.

Beni anlatır küsmek.

"Kızdım ama hala buradayım"dır, "Gitmiyorum"dur, "Gidemiyorum"dur.

Küsmek nazlanmaktır, yakın bulmaktır, "Benim için değerlisin"dir.

Küsmek, "Sevdiğini söyle!" demektir, "Hadi anla!" demektir.

Küsmek umuttur, acabaları bitirmektir, emin olmaktır.

Yani, diyeceğim o ki:

Ben sana küstüm!' demiş Nazım Hikmet.

 

'Sana gitme demeyeceğim.

Üşüyorsun ceketimi al...

Ama gitme Lavinia.' demiş Özdemir Asaf.

 

'Aklımdan çıkmıyor... Aklım çıkıyor ama o çıkmıyor.' demiş Oğuz Atay.

 

'Seni anlatabilsem seni. Yokluğun, cehennemin öbür adıdır. Üşüyorum, kapama gözlerini.' demiş Ahmet Ar

 

'Gözyaşının bile görevi varmış. Ardından gelecek gülümseme için temizlik yaparmış.' demiş Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri.

 

Elalarının geçen saatlere rağmen şu anda bile kıpkırmızı olduğuna eminim. İsterdim... Bu şiirleri elalarına bakarak söylemeyi. Ama hâlâ karmakarışığım. Yine vermem gereken bir savaşın tam ortasındayım. Hayatımın en büyük iki savaşından birisinde...

 

Vermem gereken bir savaş var ama ben silahımı bir kenara bıraktım, elime kalemi aldım sevdiğime methiyeler diziyorum. Çünkü bilmesini istiyorum. Ne olursa olsun, ne denli büyük kavgalar edersek edelim benim ona olan sevgim asla geriye değil, hep ileriye gidecek. Bunu bilmesini istiyorum.

 

Ben seninle sende yanmışım. Ben, beni sende bulmuşum Kelebeğim. Hiç bırakır mıyım seni? Hiç vazgeçebilir miyim senden? Hiç gitmene izin verir miyim? Hiç gidebilir miyim? Sana söylemiştim. 'O gidiş yalnızca bir kere olur.' demiştim. Elini tuttuğumda bunun ömürlük olacağını söylemiştim. Sana 'Seni seviyorum.' dediğim gün bir daha asla senden gitmeyeceğime dair söz vermiştim. Sözlerimin arkasındayım.

 

Prematüre olan sabırsız ben, postmatüre olan sabırlı senden beklemeni istiyor... Bir kez daha. Beklerken de endişeyle bekleme diye bu kağıdı yazıyor.

 

Söyle o beni seven aptal kalbine :)

Alfa, Kelebeğin'den asla vazgeçmez.

 

Benim bütün dönüşlerim sana Asena'm. Nefesim sen iken ben senden asla gidemem Papatyam.

Seni çok seviyorum Kelebeğim. Seni, beni kendinle tehdit ettiğin anda bile sana kızamayacak kadar çok seviyorum. Bu yüzden lütfen kızarmasın o elaların. Sana söylemiştim. Yanında olup teselli edemediğim bir anda ağlamandan nefret ediyorum.

 

'Aykızım lütfen artık ağlama

Kal yanımda dokun yarama

Aykızım lütfen artık ağlama

Ben ölürüm bir göz yaşına'

 

Seni her şeyden çok seven Alfa'n. 🌙

 

Gözlerindeki yaşları silen Hilal, oturuşunu dikleştirdi. Alfa'sına güveni tamdı elbette ama ondan bizzat duyduğu -okuduğu- bu sözler içini rahatlatmış, korkularından sıyrılmasını sağlamıştı.

 

Kağıdı katlayan genç kız, masanın üzerine bıraktığı papatyayı alarak kağıdın arasına sakladı ve kağıdı çantasının içine koydu. Küçük poşeti açtığında, içinden eldivenlerinin çıkmasıyla gözlerinde mükemmel bir parlaklık belirdi.

 

Profiterolü yemek için tatlı kaşığını eline alan Hilal hafifçe tebessüm etti. Madem Alfa'sı gözyaşlarını sileceği zamana kadar ağlamasını istemiyordu, o zaman Kelebeği de onun isteğine uyarak ağlamayacaktı.

 

🦋 

 

"Neden buraya geldiğimi gerçekten bilmiyorum Dilek anne." diye mırıldandı Hilal elinin altındaki toprağı sevgiyle okşarken.

 

"Ruhumu dinleyen ayaklarım beni size getirdi. Sanırım yaptığımı onaylamanızı istediğimden geldim. Onaylardınız değil mi? Kızmazdınız bana onu o eve götürmeye zorladığım için."

 

Gözünden bir damla yaş süzülen Hilal diğer mezara doğru baktı.

 

"Çok inatçı bir oğlun var Yiğit baba. Sana çekmiş öyle diyor. İlk başlarda sana benziyor diye canı yanıyordu. Her aynaya baktığında sana bakıyor gibi hissettiğinden olsa gerek. Ama artık öyle değil. Sana benzediği için öylesine gururlu ki... Sana benzediği için öylesine mutluyum ki. Oğlunuz acılar içinde büyümüş olsa da mükemmel bir insan oldu. Mükemmel bir sevdalı. Bana kızdığı halde beni düşünecek kadar büyük bir sevdalı. Evet doğru. Hakiki aşık, sevdiğine kızdığında bile onu düşünendir zaten. Fakat çok azı bunu, aralarındaki sorun tatlıya bağlanmadan önce karşısındakine gösterir. Burak da o nadir bulunan kesimden işte."

 

Derin bir nefes alan Hilal düşüncelere büründü. Şu son birkaç hafta çok hareketli geçmiş, ger şey üst üste gelmişti. Genç kız uzun süren operasyon bitiminde rahata ereceklerini düşünüyordu, ki o operasyon failinin Bukalemun olduğu ortaya çıkmış ve kendilerini Sakarya'da bulmuşlardı.

 

Şimdi ise hayatının en zorlu günündeydi...

 

"Belki de öz babamı bulmak bile beni bu kadar çok korkutmuyor." diye mırıldandı Hilal kesik bir nefes alarak. Bu yüzleşme en az Burak kadar korkutuyordu genç kızı.

 

"Hayırdır? Beni annemle babama mı şikayet ediyorsun?"

 

Duyduğu sese hızla dönen Hilal, kendisine ilgiyle bakan yeşil gözleri gördüğünde kesik bir nefes aldı.

 

"Suç üstü yakaladım seni. Ne diye şikayet ettin bakalım beni? Yaptığım hangi öküzlüğü anlattın onlara. Bir de annemin yanına oturmuşsun. O seni daha iyi anlar diye mi düşündün? Bence babam da seni haklı bulacaktır Ay Kız." diyen Burak, genç kıza doğru yürümeye başlamıştı.

 

'Ona düşünmesi için zaman verdikten sonra ailesinin mezarına geldim resmen. Düşünmek için tabii ki de buraya gelecekti. Benim ne işim varsa burada?' diye düşünen Hilal ayağa kalktı.

 

"Özür dilerim. Düşünmek için buraya geleceğini tahmin etmeliydim. Ben sadece... Kendimi birden burada buldum."

 

Hilal'in gideceğini anlayan Burak başını iki yana sallayarak konuştu.

 

"Gitme."

 

Adamın yumuşak sesi ruhuna işlerken Hilal elalarını yeşillerle buluşturdu.

 

"Düşünmen gerekiyor." derken bariz isteksizdi aslında. Burak'ın yanından ayrılmak istemiyordu.

 

"Beraber düşünelim." dedi Burak hafifçe tebessüm ederek. Onun tebessümü Hilal'in de dudaklarında bir tebessüm belirmesine neden olmuştu.

 

"Olur mu ki öyle?" diye sordu kız.

 

"Olmaz mı ki öyle?" diye karşılık verdi adam.

 

İkili, gözlerindeki sevgiyle birbirlerine baktılar bir süre. Saatler önce söylenenler adına dilenen sessiz bir özür vardı bu bakışlarda.

 

"Olmaması için bir sebep yok gibi." diye mırıldanan Hilal tekrardan mezarın yanına otururken elaları mutlulukla parıldamaya başlamıştı.

 

"Bence de." diyen Burak'ın yeşilleri, elalarda beliren parıltı sayesinde mutlulukla dolmuştu.

 

Yanına ulaşan sevdiğinin babasının yanına geçeceğini düşünen Hilal, omuzlarında hissettiği ağırlıkla adama doğru baktı.

 

"Burak?"

 

"Hilal?"

 

"Montunun neden omuzlarımda olduğunu sorabilir miyim acaba?"

 

"Sorabilirsin elbette." diyen Burak babasının mezarının yanına giderek taşa oturdu.

 

Sevdiğinin ailesine dua etmesini sabırla bekleyen Hilal, Burak'ın tek kelime etmediğini görerek derin bir nefes aldı.

 

"Montun neden omuzlarımda Burak?"

 

"Ben de kaç dakikadır bu soruyu bekliyorum. Niye bu kadar geç kaldın?"

 

Gözlerini deviren Hilal istemsizce gülümsedi. Yeşillerini kızın gülümsemesine diken Burak huzur dolu bir nefes aldı.

 

"Ağlamandan mı daha çok nefret ediyorum yoksa gülmemenden mi merak ediyorum."

 

Burak'ın sözleri Hilal'in elalarını adamın yeşillerinde gezdirmeye başlamasına neden olmuştu.

 

"Soruna gelirsek... Cevabı bariz değil mi? Üşüme diye verdim."

 

"Üzerinde kazakla oturmana izin vereceğimi mi düşündün gerçekten? Alır mısı..."

 

"Cık cık cık. Beni hep hafife alıyorsunuz Asena Hanım."

 

"Burak..." diye cümleye başlayan Hilal adamın yumuşak bakışlarını görerek sustu.

 

"Kızıyorsun bu duruma ama cidden fiziksel acı ya da soğuk umrumda değil. Acı eşiğim de beden ısım da normal insanlara göre çok daha dayanıklı. Beni yaralayan fiziksel değil ruhsal olaylar. Senin üşümen, üşümeme neden oluyor mesela. Üşümemem için, üşümemen gerekiyor. Yine de çok istersen birazdan geri alırım montumu. Şimdilik kalsın ama. Lütfen!"

 

Sevdiğine bakan genç kız, kabullenişle başını aşağı yukarı salladı.

 

"Beraber düşünelim dedin... Ne düşüneceğiz? Yani, nasıl olacak o?"

 

Hilal'in çekingen sesi karşısında memnuniyetsiz bir nefes alan Burak kısık bir sesle mırıldandı.

 

"Ben çoktan kararımı verdim."

 

Burak'ın yazdığı kağıdı okuduğu an zaten bunu anlamış olan Hilal, adamın ağzından bizzat duyduklarıyla derin bir nefes aldı.

 

"Haklıydın. Yine! Her zamanki gibi... En başından beri senden yardım isteyen aslında bendim."

 

Boğazındaki yumruyla birlikte yutkundu genç kız.

 

"Kütüphane günlerimiz bir rüya gibi Kelebeğim. Bu durum, yıllarca rüya görmeyen birisi olarak mutlulukla havalarda uçmama neden oldu. O zamanlar aşk sarhoşluğundaydım. Her şey çok kolay geliyordu, her şeyle savaşacak kadar güçlü hissediyordum kendimi. Cesurdum! Sormaktan da kaçmıyordum, aşktan da. O rüyanın bir gün biteceğine ihtimal vermek istemedim ben. Sonsuza kadar sürmesini istiyordum çünkü."

 

Derin bir nefes alan Burak hüsranla başını iki yana salladı.

 

"Bu yüzden de Alfa'yı hep saf dışı bıraktım. Âna, role kendimi kaptırmış, asker olduğumu unutmuştum. Kendimi bile inandırmıştım biliyor musun? Sanki ailemin katlini hiç izlememiştim. Sanki gerçekten de sıradan bir fabrika sahibiydim. Hal böyle olunca... Sana sorduklarım da kendi hayatımdan değil gibi geliyordu. Alfa'yı öteleyince o yaralı Küçük Alfa da kenarda kalmıştı ve bu durum çok güzeldi. Yıllar sonra ilk defa içime sürekli zehrini akıtan birisi yoktu."

 

Genç adam, sevdiği kıza bakarak gülümsedi.

 

"Hayatımın en unutulmaz günleri olacak o günler. Seni tanımanın zevki o kadar güzeldi ki. O elalarındaki parıltının her geçen gün kalp atışlarımı daha çok hızlandırması, hakkında öğrendiğim her yeni şeyle sana yavaş yavaş aşık olmak... 42 gün, 42 yıla bedel geçmişti bizim için. Sevgi paylaştığın kadar ya hani. Tanımak da aynı. Paylaştığın kadar! Ve biz seninle öylesine çok şey paylaştık ki..."

 

Dudaklarında bir gülümseme beliren Hilal başını aşağı yukarı salladı. Öyleydi!

 

Düşünceli bir nefes alan Burak parmakları elinin altındaki toprakta gezinirken konuşmaya devam etti.

 

"Sana o gün öyle bir soru sormayı beklemiyordum. Tamamen spontane gelişen bir şeydi. Bilinçsizce hazırladığım bir altyapı. Her örnek vaka sorusunu, seni tanımak için sorduğumu söyleyerek kandırıyordum kendimi. Seninle her telden münazara yapmak hoşuma gidiyordu nasıl olsa. Ağzımdan 'Birisi var mesela. Küçük yaşlarda gerçekten de çok kötü bir şey yaşadı...' cümlesi çıkana kadar anlamadım. Hatta TSSB ve İnsomnia'yı söyleyene kadar bile idrak edemedim bahsettiğim kişinin kendim olduğunu. Kendimden bahsettiğimi anladığım an sana güvendiğimden emin olduğum andı. Sana tüm yalınlığıyla yaşadıklarımı anlatmak istediğimi anladığım an." diyen Burak, kızın oturduğu mezarın üzerindeki Dilek Kılıç ismine bakarak fısıldadı.

 

"Annemin duası olduğunu anladığım an."

 

Gözünden bir damla yaş düşen Hilal, elinin altındaki toprağı usulca okşadı.

 

"Ötelediklerimin bir tokat gibi suratıma çarptığı o güne kadar her şey çok güzeldi. O gün... Rüyadan uyandırıldım. Gerçekliğin, o toz pembe hayallerden ibaret olmadığını hatırladım. Bu, korkularımın sonsuz başlangıcı oldu. Hissettiğim tüm güç bir anda söndü, o cesaret yalan oldu. Tek istediğim arkama bile bakmadan kaçmaktı. 17 yıl önce yaşananlardaki gibiydim. Kimseyi görmek istemiyordum. Bu kişi sen olsan bile demeyeceğim. Asıl seni görmek istemiyordum. Asıl senden kaçıyordum Kelebeğim. İçimdeki o çocuk ötelenmekten çok sıkılmıştı. Bu yüzden de onu geri plana attığım, hayatıma devam etmeye kalktığım için tüm silahlarıyla saldırdı bana. Kendimi koruyacak ne bir kalkanım ne de siper alacağım bir yer vardı. Bu yüzden de yaralandım, yaralandıkça öfkelendim, öfkelendikçe kendimi yaraladım. Yıllar önceki o günden sonra ömrüm bu tarz paradokslara hapis bir şekilde geçti. Bu da onlardan farklı değildi."

 

Adamın acı dolu çıkan ses tonu, Hilal'in sağ gözünden bir damla yaşın firar etmesine neden olmuştu.

 

"Sonra geldin. Geldin ve ne yaparsam yapayım gitmedin. Yaralarımı yavaş yavaş sardın. Ama dedim ya... Ben o günlerdeki cesur adam değildim. Kabuslarım şekil değiştirmişken de bu imkansızdı. Aylar önce attığım o adım, artık bana binlerce ışık yılı uzaklıktaydı. Tüm savaşlara sil baştan başlamak çok yorucu oldu." diye mırıldanan Burak, Hilal'in elalarına baktı.

 

"Ruhu yaralı insanlar; terapi yönetimini kendileri seçtiğinde bu terapi çok daha faydalı olur, aşılması çok daha kolay olur. Bunu biliyorum! Olur da bir gün birine o günü anlatacaksam bu olay mahallinde olacaktı. Öyle olmalıydı! Hiçbir zaman kolay yolu seçen birisi olmadım ve yansam da oraya gitmem gerekiyordu. O evi görmem gerekiyordu Hilal. O evi görmem gerekiyor. O salonun artık kanlar içinde olmadığını görmem gerekiyor. O evdeki mutlu köşeleri hatırlamam gerekiyor. Dediğin gibi orası benim doğduğum ev, tüm kahkahalarıma ev sahipliği yapan yer. Benim hayatımın en değerli mekanı. Nasıl ki hatırlamak acı verdiği için yıllarca babamdan kaçtıysam o evden de kaçtım. Nefret ettim o yerden, o salondan, sevdiğim her şeyden. Bugün dedin ya bana hani 'Hangi ailen? 11 yılını hiçe saydıysan bu bir ailenin olmadığı anlamına geliyor.' diye..."

 

İşaret parmağıyla göğsüne birkaç kez vuran Burak titrek bir nefes aldı.

 

"Tam şuram... Tam şuram cayır cayır yandı. Nefesim kesildi, ölüyorum zannettim. Yıllarca onlar yokmuş gibi yaşamamın acısı sardı her yanımı. Onlar asla böyle bir muameleyi hak etmediler. Onlar benim onları bu şekilde yok saymamı asla hak etmediler. Seninle onları hatırlamaya, yaşatmaya başlasam da o eve gitmek farklı. Hak verirsin ki... Deliler gibi korkuyorum." diye fısıldayan Burak'ın son cümlesinde kızarmış yeşillerinden bir damla yaş düşmüştü.

 

"Kalbim sıkışıyor. Olay canlandırması falan değil direkt olay mekanına gideceğim. En ufak bir çağrışım bile beni o güne götürüyor diye birçok şeyden kaçarken ben bizzat o günün yaşandığı yere gideceğim. Bu düşünce delirecek gibi hissetmeme neden olsa da... Gerekli olduğunu biliyorum. O eve bir kez gittiğimde, kahkahalarımın gözyaşlarıma ağır basacağını biliyorum. 1 günüm, 11 yılımı silemez. Beni ben yapan her şey o evde. Her köşesinde onlarca mutlu anı... Buram buram annem ve babam kokuyor o ev. O gün gördüklerimi asla unutmayacağım ama... O günün cezasını o mekana atfetmeyeceğim. O konsolun kardeşimle oyunlar oynadığım dolap olduğunu, o halının babamla futbol oynadığım halı olduğunu ya da o sehpanın annemle ders çalıştığım sehpa olduğunu unutmayacağım. Unutmayacağım!" diyen adamın sesi kendini ikna etmeye çalışırcasına çıkmıştı.

 

Bu söylediklerinin hiç kolay olmayacağının farkında olsa da yine de bunu başaracaktı.

 

"Sabah söylediklerim için çok özür dilerim Kelebeğim." dedi Burak tüm yalınlığı ile kıza bakarken. Yeşilleri onlarca duygu barındırıyordu.

 

"Ben de özür dilerim." diye fısıldadı Hilal. "Seni kendimden vurmamalıydım."

 

"Doğruya doğru. O durum çok ağır geldi ama... Bu kaçışı başka türlü engellemen imkansızdı. Geleceğimiz için, geçmişimle yüzleşmeliyim. Eğer o günü anlatırsam, şekil değiştirmiş kabuslarımdan sıyrılacağımın farkındayım. Bir kabus göreceksem de bu yalnızca o güne ait olacaktır. Korkularım olduğu gibi kalacak olsa da hiç yaşanmamışların kabuslarından sıyrılacağım. Bu düşünce huzur verici. Yine de... Hâlâ bunu yapıp yapamayacağımdan emin değilim."

 

"Ben de emin değilim. Sana yardımcı olabilecek miyim ya da...."

 

"Bir dakika bir dakika. Bana yardımcı olabileceğinden emin değil misin? Adını duyduğumda, aklıma geldiğinde, gökyüzünde seni gördüğümde ya da aramızda anlamı olan herhangi bir nesneyle karşılaştığımda bile beni sakinleştiren sen... Bana yardımcı olamamaktan mı korkuyorsun? Kelebeğim sen olmasaydın ben şu an ölü bir adamdım. Aileme bunu yapan, onlarca insanı katleden o iti geberttikten sonra kendime sıkacaktım. Ama sayende, yaşarken geldim buraya. O gün, o sorgu odasında hiç kimse beni durduramamışken senin bir dokunuşun beni durdurdu. Dünyaya karşı sağır kesilen ben, senin senini duydum. Endişelendiğin noktayı biliyorum Hilal. Beni teselli edememekten korkuyorsun sen."

 

Bunu duyan Hilal bakışlarını kaçırdı. Burak çok doğru bir noktaya parmak basmıştı.

 

"Elinin elimde olması, en büyük tesellim benim Kelebeğim. Ne herhangi bir söz ne de herhangi bir şey... Benim en büyük terapim elaların, sesin ve kokun. Hani Caner abimlerin otelinde 'Ayışığım' şarkısını söylemiştik ya. Orada 'Düşe kalka yalpa yalpa vardım hanene.' sözleri geçmişti. O misal. Düşe kalka yalpa yalpa varacağız hanemize. Büyük ihtimal anlattıklarım seni benden daha fazla dağıtacak. Şey gibi bu. Babamla annemin ayrıldığı o gün babam, annem kendisini teselli etsin diye o görevde yaşadıklarından az biraz bahsetmiş, annem de dayanamamış susturmuş ya onu... Onun gibi. Babam teselli edilen olmak isterken teselli eden olmuş o gün. Sonrasında da birçok kez olduğu gibi. Ben 9 yaşındayken babama araba çarpmıştı... Aniden yola fırlayan 5 yaşındaki bir çocuğu arabanın altından kurtarmak isterken. Çocuğa hiçbir şey olmadı ama babamın üç kaburgası çatladı. Nefes alıp verirken zorlanan babam o gün bile 'İyiyim ben endişelenme.' diyerek annemi teselli ediyordu. Bundan da gayet memnundu. Benim de memnun olduğum gibi." diyerek kıza bir bakış atan Burak hafif bir suçlulukla omuzlarını havaya kaldırdı.

 

"Bu beni kötü birisi mi yapar bilmiyorum ama benim için endişelenmen hoşuma gidiyor... Hele de acımı acın yapmana aşığım. Sevildiğimi iliklerime kadar hissettiriyor bu durum. Sevdiğim kadar çok sevildiğimi." dedi Burak dudaklarında beliren nefis gülümsemeyle. Genç kızın ela gözlerine sevgiye baktıktan sonra devam etti.

 

"Bu olay tek benim değil ikimizin savaşı olacak. O eve girmeden önce 'Bunu böyle yapalım. Şurada şöyle diyelim.' diyerek planlar yapmanın esprisi yok. Bu planlarla gerçekleşemeyecek bir durum. Kendimizi akıntıya bırakacağız, akıntıda kaybolmayalım diye de sıkıca birbirimize tutunacağız. Başka türlü bugünden sağ çıkamayız."

 

Burak'ın son cümlesi Hilal'in şaşkınlıkla nefes almasına neden oldu.

 

"Mecazen bugün. Değil mi?"

 

"Hayır! Bugün gidelim. Evime bugün gitmek istiyorum Kelebeğim. 17 yıldır kaçıp durduğum yeter. Bu yüzleşmeyi daha fazla uzatmanın bir anlamı yok. Bu durumun stresi ve heyecanıyla doluyken bu geceyi atlatamam. Yara bandını bir anda söküp atalım. Sonunda yapmaya cesaret etmişken yapalım. Bugün gidelim, sonrasında da birkaç gün daha kalıp İstanbul'a döneriz."

 

Hilal'in dudaklarında şaşkınlıkla dolu mutlu bir tebessüm belirdi.

 

"Şu an... Gerçekten de yaşanıyor mu?"

 

"Bence söylediklerim hayal olamayacak kadar uzundu. Çok konuştum. Ağzım ağrıyor."

 

"Sen tam bir gevezesin Burak. Biliyorsun değil mi?"

 

Dudaklarında içten bir gülümseme beliren Burak mezar taşlarına baktı.

 

"Görüyor musunuz gelininiz nasıl da iftira atıyor bana? Ben kiim gevezelik kim halbuki."

 

"Konuşmaya başlayınca susmak bilmiyorsan bu geveze olduğun anlamına gelmiyor mu?"

 

"Hayır. Ayrıntılı düşünen mükemmelliyetçi bir insan olduğum anlamına geliyor."

 

"Ve egoist. Bolca egoist!" diye söylendi Hilal kendi kendine.

 

Sessiz bir şekilde gülen Burak bakışlarını mezar taşına çevirdi.

 

"Baba inanma valla Hilal'e. Hep yalan. Ben çok mütevazi birisiyim. Egoistlikle yakından uzaktan alakam yok."

 

"Bu tam da bozacının şahidi şıracı modu değil mi Dilek anne? Sana değil de Yiğit babama soruyor soruyu. Sana sorsa cevap belli ne de olsa."

 

Duyduğu hitaplar Burak'ın kalp atışlarını hızlandırırken sesi titreyerek sordu adam.

 

"Ne dedin sen?"

 

"Dilek annem ve Yiğit babam dedim." dedi Hilal sevdiğinin gözlerine büyük bir aşkla bakarken.

 

Yeşilleri dolarken ruhu titredi Burak'ın. Sevdiğinin, hiç görmediği anne ve babasını bu denli sahiplenmesi ona bir kez daha aşık olmasına neden olmuştu.

 

Oturduğu yerden kalkarak kızın yanına gelen adam, sevgilisinin yanına oturarak onu kendisine doğru çekti.

 

"Seni çok seviyorum Kelebeğim." diyen Burak aldığı derin nefesle papatya kokusunu içine çekmişti.

 

"Ben de seni çok seviyorum Alfa'm." diyen Hilal hissettikleri sevginin her şeyin üstesinden geleceğinin bilinciyle kollarında durduğu adama doğru sokuldu.

 

🐺

 

Hilal, Burak'ın kendisini şaşırtmasının bir sınırı olmadığını hissediyordu. Bakışlarında büyük bir şaşkınlık ve hayranlık varken yeşil gözlü adamı izlemeye devam etti.

 

"Neden öyle bakıyorsun?" diye soran sevgilisini duyduğunda şaşkınca omuzlarını silkmişti.

 

"Ben kendimi arabayı kullanmaya hazırlamıştım. Kararlı bir şekilde 'Ben sürerim.' demene ve direksiyon başına geçmene şaşırdım."

 

"Ben bu mahalleden ayrıldığım günden beri bir gün buraya geri döneceğimi biliyordum Kelebeğim." diye mırıldandı Burak gözlerini mahallesinde dolaşırken.

 

"Çok farklı gözüküyor. Yani aslında aynı ama... O gecekinden çok farklı. Hayat dolu şu an."

 

İkili mahalleye geldiklerinde, arabayı mahallenin başında durdurmasını istemişti Hilal. Burak onun sözünü ikiletmemişti. O da farkındaydı... Kabusu yalnızca o evle sınırlı değildi.

 

Şu an mutlulukla mahallede futbol oynayan, ip atlayan çocukları gördüğünde böylesine güzel bir yerin nasıl kabusu haline gelebildiğini düşündü Burak.

 

"Deden ve ninen iyi ki de engel olmuş." dedi Hilal gülen gözlerle, annelerine biraz daha oynamak için yalvaran çocuklara bakarken.

 

O gün yaşananlardan sonra uzun bir süre mahalle boş durmuş. İnsanların çoğu mahallenin bir daha kullanılmaması taraftarıymış. Ta ki Ferdi Kor ve Sultan Kor vefat edenlerin aileleriyle toplanıp konuşana kadar. Her yerde Hayalet Mahalle olarak adlandırılan bu yeri tabu haline getirmemek gerektiğini söylemiş bilge çift. Onları anmanın en güzel yolunun, onların değer verdiklerine sahip çıkmak ve yaşatmak olduğunu söylemiş...

 

Sonunda şehitlerin yakınları kararlaştırmışlar ve mahalleye hayat vermeye karar vermişler.

 

Bunun için 2 numaradaki yaşlı çiftin torunu Ankara'dan Sakarya'ya taşınmış. 4 numaranın sahibi, köydeki işleri başkasına devrederek Ferdi Kor'un referansıyla bir işyerinde çalışmaya başlamış ve kızının evine sahip çıkmış. 5 numara, kardeşinin çok sevdiği evini yaşatmak için Hollanda'daki tüm düzenini terkederek Türkiye'de kendisine yeni bir hayat kurmuş.

 

Onlarca hikaye... Hepsi de kendilerinden fedakarlık yaparak, sevdiklerinin sevdiklerini yaşatmayı seçmişler. Mahallede boş kalan yalnızca bir ev varmış.

 

15 numara!

 

Ev iki ayda bir temizlense de boş kalmış. 'O evi birisi kullanacaksa bu torunum olacak. Onun geleceği güne kadar hep hazır duracak, onu bekleyecek... Bu ev de, bu mahalle de.' demiş Sultan Kor.

 

Her güne o küçük çocuğa dua ederek, onu anarak başlayan mahalle sakinleri 'Bir gün gelecek. Merak etme sen nine/anne/teyze.' diyerek kadına tesellilerde bulunmuşlar.

 

Hepsi olayı haberlerden öğrenmişken, o çocuk olayın bizzat yaşandığı yerde bulunmuş, bulunmakla da kalmamış ailesini o şekilde görmüştü. Bu durum hepsinin içinde bir yerin sızlamasına neden oluyordu. Eğer mahalleye giren Burak'ın o çocuk olduğunu bilselerdi, genç çifti evlerinde ağırlamak için hepsi sıraya dizilirdi.

 

"Hadi gidelim!" diyen Burak derin bir nefes aldıktan sonra kapısını açarak arabadan indi.

 

"Ben en başında Mardin'deki Alfa'nın cesurluğuna vurulmuştum. Bir kez daha ne denli cesur ve güçlü olduğunu kanıtladın Alfa'm." diye mırıldanan Hilal adamın peşinde inerek Burak'ın yanına geldi.

 

Sevdiğinin gözleri sokağın başındaki tabeladaydı.

 

Şehit Yüzbaşı Yiğit Kılıç Caddesi

 

Gözleri sokağın isminde takılı kalan Burak'ın ruhunda hissettiği gurur, tüm hücrelerinde gezinmeye başlamıştı. Sakarya'ya geldiklerinin ertesi günü Özel Sakarya Gazete binasına giden Burak, babasının Sakarya halkı tarafından ne denli sevilip kabul edildiğini büyük bir mutluluk ve şokla öğrenmişti.

 

Yıllar önce gittiği operasyon sırasında Bukalemun'un elinden kurtardığı çocuklardan biri büyümüş ve gazeteci olarak kendisini kurtaran adamı tüm Sakarya'da resmen kahraman ilan etmişti. Yaklaşık 2 yıl önce de topladığı imzalarla gerekli yerlere başvurmuş ve sokağın adını değiştirtmişti.

 

Gözlerinden akan yaşları silmek için uğraşmayan Burak, yeşillerini mahalleye doğru çevirdi. Elini sevdiğine uzattığında, zaten bunu bekleyen Hilal hiç duraksamadan adamın elini tutmuştu. İkili sessizce yürürken bir yandan da gözleriyle çevrelerinde olup biteni inceliyorlardı. Doğduğu eve yalnızca iki ev kalmıştı ki Burak duraksadı. Hilal anında ona ayak uydururken endişeli bakışlarını adama çevirmişti.

 

"Büyük ihtimalle delicesine gelecek ama az ilerimde, yıllar önce korkuyla haykıran o küçük çocuğu görüyorum sanki."

 

Burak'ın sessiz fısıltısı Hilal'in başını hafifçe iki yana sallamasına neden oldu.

 

"Delicesine değil. Bu mahallede geçirdiğin son gün o gündü. Hatırlamandan, böyle hissetmenden daha doğalı yok."

 

Hilal'in cesaret verircesine elini sıkmasıyla birlikte derin bir nefes alan Burak sevdiğinin aşık olduğu ela gözlerine baktı.

 

"Demek o gün ruh eşinin yaşadığı acıyı hissederek hastalanmıştın."

 

Duyduğu cümleyle hüzünle gülümseyen Hilal sağ elini sevdiğinin yüzüne götürerek adamın gözünden düşen bir damlayı usulca yakaladı. Bu temas Burak'ın gözlerini kapatmasına neden olmuştu.

 

"Evet... Kendime bir sözüm var. Bundan sonra asla öyle hastalanmayacağım çünkü ruh eşimin asla o denli acı çekmesine izin vermeyeceğim."

 

"Sakın verme." diye fısıldayan Burak birkaç saniye daha gözleri kapalı durduktan sonra gözlerini açtı.

 

"Gidelim mi Kelebeğim?" derken sesi titriyordu adamın. Bakışlarında, hissettiği yoğun korkunun yanı sıra kararlılık da vardı.

 

Bugün o eve girecek, o günü anlatacaktı!

 

"Gidelim Alfa'm. Gidelim."

 

Kalan yolu kaçmak isteyen bacaklarına söz geçirmeye çalışarak yürüyen Burak doğduğu evin bahçe sınırlarına ulaştığında istemsizce durdu.

 

Boştaki elini boynuna götüren adam, yıllar önceki o çocuk gibi boynundaki muskayı sıkmıştı.

 

Yine içinde korku duygusu vardı. Bu korku geçmişteki gibi bir korku olmasa da... Korkuydu işte.

 

"Ben yanındayım sevdiğim." diyen kızın sesiyle birlikte bakışlarını sevgilisine çevirdi adam.

 

"Sen varken aşamayacağım hiçbir şey yok Kelebeğim." diye mırıldanan Burak karalılıkla elini pantolonun cebine attı ve evinin anahtarını çıkardı.

 

Genç adamın içindeki bir yer, heyecanlıydı aslında. Yıllar sonra bu eve geldiği için, sevdiği kıza doğduğu/büyüdüğü evi göstereceği için oldukça heyecanlı.

 

İçindeki korkan tarafı değil de heyecanlı tarafı dinleyen Burak, derin bir nefes alarak anahtarı kapının kilidine soktu ve tek hamlede kapıyı açtı.

 

Açılan kapı tüm salonu gözler önüne sererken, Hilal yaşananların başından beri ilk defa bir adımı Burak'ın atmasına izin vermedi ve eve önden girdi. Burak'ın o adımı atamayacak kadar çok dağıldığını fark etmişti genç kız. Bu yüzden de yönlendirme yapma gereksinimiyle o adımı kendisi atmıştı.

 

Elinden tutarak sevgilisinin eve girmesini sağlayan genç kız kapıyı arkalarından kapattı.

 

Sonunda olay mahalline gelmişlerdi.

 

[Yazar Notu: Şu zamana kadar bu kitaba içime sinmeyen hiçbir kelime yazamadım. Olmuyor. İstesem de yaşayamadığım sahneyi yaşatamayacağımı bilerek yazamıyorum. Bu yüzden de bu kapanan kapının arkasındaki sahneyi, öncesini ve sonrası ikinci kitapta flashback'ler şeklinde yazacağım. Son birkaç bölümdür bunu sıklıkla yaptığımın farkındayım ve sizden bunun için özür diliyorum. Yine de... Benim için zulmet gibi gelecek ve 'Hadi ya bitsin artık.' moduyla yazacağım hiçbir sahneyi kitabımda barındırmayacağım. Özellikle de böylesine önemli bir sahneyi. Şu an tarih 24 Mart 2021. Saat gece 02.22. Sabah 6.40'da anaokuluna gitmek için kalkacağım ve uyumam gerekiyor. Her şeyden önce söz verdiğim gibi bölümü paylaşacaksam bu sahnelerin ikinci kitaba sarkması gerekiyor. İnsta'mı takip edenler bölümü yazmaya sondan başladığımı bilirler. Oldukça uzun bir bölüm oldu. Şu an yarısı düzenli haliyle 29K olmuş durumda. Haliyle tüm bu yazım işinde oldukça yıprandım. Size karşı biraz/bariz mahcubum ama elimden ancak bu kadarı geliyor. Söz veriyorum ikinci kitapta oldukça tatmin edecek şekilde yazacağım buraları. Yalnız bu Sakarya sahnelerinin Flashback'i sayesinde ben şimdiden ikinci kitabın bölüm sınırını aştım sanırsam asdadadss.]

 

🦋 

 

Hilal, mutlu gözlerle yanındaki adamın iki yana doğru kıvrılmış dudaklarına baktı. Genç adamın yılların yükünden kurtulduğu her halinden belli oluyordu. Geçen iki günde yüzünden ve gözlerinden asla tebessüm eksik olmamış, en ufak bir sözle bile gülümsemişti.

 

Özellikle de bu sözün sahibi Kelebeği'yse.

 

Bu durum, ailesinin yıllar sonra ilk defa ciddi anlamda huzurla nefes almasına neden olmuştu.

 

Dün sabah, yani o zorlu gecenin sabahında, doğduğu evde sevdiğiyle birlikte uyanmıştı Burak. Çocukluğunun geçtiği odasında... Hilal'i uyurken usulca kalkmış, abdestini alarak küçük odaya geçmişti. Genelde namaz kılmak ve Kuran'ı Kerim okumak için kullandıkları odadaki dolabı açan Burak en üst raftaki Kuran'ı Kerim'lere bakmıştı. Parmakları kocaman olan Kuran'ı Kerim'in üzerinde gezinirken istemsizce tebessüm etmişti. Dedesinin hediyesiydi bu Kuran'ı Kerim. Elif Be'yi öğreten kişi, ilk öğretmeni olan annesi olsa da öğrendiklerini pekiştirmesini sağlayan kişi dedesiydi.

 

Elini babasının Kuran'ı Kerim'ine atan adam onu aldıktan sonra gözlerindeki yaşlarla okumaya başlamıştı. Kısa süre sonra sevdiğini sabah namazına kaldırmaya gitmiş ve onunla tatlı tatlı uğraşmıştı. Öylesine doğal anlardı ki... İkisi de bir gece önce anlatılanlar hiç yaşanmamış gibi, bulundukları ev yılların hüznüyle boğulmuyormuş gibi huzurluydular.

 

Sabah evden ayrılmayı düşünen Hilal, Burak'ın 'Kahvaltı hazırlayalım.' demesiyle büyük bir şoka uğramıştı. O gün, yıllar sonra ilk kez o evde bir hayat belirtisi olmuştu. Kılıç ailesinin mutlu anıları duvarlarda yankılanırken kah duygulanmış kah kahkaha atmıştı genç çift.

 

Dün akşamsa Sultan nine ve Ferdi dede ile birlikte Salih babasında yemek yemişlerdi. İyice evin kızı moduna giren Hilal hazırlamıştı tüm yemekleri. Kimseye izin vermeyerek tüm servisi de kendisi yapmıştı genç kız. 'Ben bu evin gelini değilim kızıyım.' demeye getirmişti.

 

Bulaşıklarda ve çay servisinde Burak'ın kendisine yardım ettiğini hatırlayarak tebessüm etti Ay Kız. Bulaşıkları yıkarken içeride olan diğerlerini pek takmayarak iki çocuk gibi köpük savaşı yapmışlardı genç aşıklar.

 

"Eğlenceliydi ama."

 

Burak'ın kurduğu cümle Hilal'in şaşkınca ona bakmasına neden olmuştu.

 

"Ne?'

 

'Köpük savaşı diyorum... Eğlenceliydi."

 

"Burak? Beynime dinleme cihazı mı yerleştirdin?"

 

Soru üzerine kahkaha atan Burak, kıza yandan bir bakış atarak mırıldandı.

 

"Farkında değilsin."

 

"Neyin farkında değilim?"

 

"Kendi kendine konuştuğunun... Az önce 'Her yeri köpük izi yaptık.' diye mırıldandın."

 

"Gerçekten mi?" diyen Hilal kendi haline güldü. Aklından neler neler geçmişti halbuki.

 

"Müneccimlikte o kadar da ilerlemedim Kelebeğim. Gerçi beni düşündüğünü anlamıştım bak."

 

"Sevdiğim adamı düşündüğümü yoldan çevirdiğimiz birisi bile anlardı Alfa'm." dedi Hilal dudaklarındaki sırıtışla.

 

Bakışlarını yola çevirdiğinde otoyoldan ayrıldıklarını fark ederek adama döndü

 

"Nereye gidiyoruz? İstanbul yolundan çıkmışız." diyen Hilal bir dejavu yaşadığını hissetmişti. Bu adama direksiyonu vermemek gerekiyordu. Her seferinde haber vermeden bambaşka yerlere sürüklüyordu onu.

 

"Görürsün." diyerek göz kırptıktan sonra sırıtan sevgilisini gördüğünde istemsizce gülümsedi genç kız.

 

Vazgeçmişti. Direksiyona hep o geçmeliydi.

 

"Görürsün kelimesinden nefret ediyorum." diyerek gözlerini devirdi Hilal.

 

"Göreceksin?" diyen muzip sesi duyduğunda gülüşünü gizlemek için bakışlarını camdan dışarıya çevirdi. Kısa süre sonra dayanamayarak yine adama dönmüştü.

 

"Söyle daa."

 

Hilal'i duyan Burak gür bir kahkaha attı.

 

"Da mı? İki gün babamla konuştun diye Samsun ağzını mı kaptın? Hahahahaha olaya gel. Doğuştan yatkınmışsın bu şiveye. Uzatılan 'E'leri de kaptın mı tamamdır bu iş. Seni Samsun'lu ilan edeceğim o zaman."

 

"Her işin dalga resmen. Hoşuma gitti ne yapayım? Karadeniz güzel yer. Bizim İstanbul'un taşı, toprağından bol malum. Orada her yer dağ, ova, çimen. Salih babam öyle bir anlattı ki... Samsun'un tüm yolları denize çıkar diyerek iyice güzelledi. Merakım kabardı. Söz verdirttim köyüne götürecek bir gün beni. Gerçi inek sağdıracağım falan dedi ama... Şaka yapmıştır değil mi?"

 

Kızın ses tonundan seçilen korkuyu duyan Burak bir kez daha kahkaha attı.

 

"14 yaşındayken götürdüğünde ben de şaka yapıyordur diye düşünmüştüm. İneğin birinden az daha tepik yemek üzereyken anladım şaka olmadığını. Arada inzivaya diye köydeki evlerine çekiliyor. Çevrede kimse yok desem yeridir. Zamanında babası yazlık misali köyde tepeye ev yaptırmış... İnsanlardan ve şehir hayatından kaçmak için. Köyün merkezinin üst tarafında. Kışın mükemmel ötesi kar oluyor, araba yolun yarısında kalıyor hatta. Özellikle kışın gideriz babamla. Soba çıtırtısı eşliğinde sobada pişen kestaneler ve çayla birlikte mükemmel sessizliğin ve beyazlığın tadını çıkartırız."

 

"Canım çekti. Zaten kar dedin kalbimden vurdun beni. Tam bir kar aşığıyım. Daha önceden söylemiş miydim bilmiyorum ama doğduğum gün kar yağmış. Annem diyor sürekli camdaydı gözün diye. Yani el kadar bebektim adam akıllı görmem bile yerinde değildi nereden anlayacağım tabii de, gelecekte de pek değişen bir şey olmadı. Her kar yağdığında dışarı çıkacağım diye darlardım bizimkileri."

 

"Fark ettim kar aşkını." dedi Burak dudaklarında beliren gizemli gülümsemeyle. Adamın kendisine bakarak gülen gözleri Hilal'in kaşlarını havaya kaldırmasına neden olmuştu.

 

"Neler oluyor?"

 

"Bak bakayım neler oluyor. "

 

Burak'ın sorusu üzerine bakışlarını işaret ettiği yere, camdan dışarıya, çeviren Hilal neşeli bir çığlık attı.

 

"Burak sana inanamıyoruuuum." diyen genç kızın gözlerinde önlerinde uzanan beyazlıktaydı.

 

"Emre mi söyledi?"

 

"Emre'nin söylemesine gerek mi var? Dağlardaki karı gördüğünde verdiğin tepkiyle uyandırmıştın beni."

 

"Gerçekten mi?" diye sordu Hilal gözlerini kocaman açarak.

 

Sakarya'ya gelmek için yola çıktıkları gün Burak'ın bitap haline dayanamayan Hilal omzunu göstermiş ve şefkatle 'Gel.' demişti adama. Sevgilisinin omzuna başını koyan Burak yol boyu uyumuştu. Yani Hilal öyle zannediyordu.

 

"Uyumuyor muydun sen?"

 

"Bilmem. Bir ara daldım sonra papatya kokunu hissederek uyandım. Sonra yine daldım, yine uyandım. Kokunda sarhoş olmuşken uykuyla uyanıklık arasında gittim geldim. Buradan geçerken dağlarda gördüğün kara verdiğin mutlu tepki, yol boyu ruhumu gülümseten tek şeydi. Ben de beni gülümseten kızı gülümseteyim dedim."

 

Hilal, girdikleri köy yolundaki karlara bakarken mutlulukla adamın boynuna doğru atladı ve yanağından öptü. Bu hareket, arabanın ani bir frenle durmasına neden olmuştu.

 

"Ne yapıyorsun?" diye fısıldayan Burak dibinde duran genç kızın elalarına baktı.

 

"Yoksa yine mi gazla frenin yerini karıştırıyordun?"

 

Hilal'in kısık bir sesle kurduğu cümle Burak'ın kesik bir nefes almasına neden olmuştu.

 

"Evet. Bu yüzden biraz..." diye mırıldanan adam, Hilal'in kollarını boynundan çekmek için hiçbir hamlede bulunmamasıyla birlikte düşüncelerini toparlamaya çalıştı.

 

Düşünce neydi, toparlanma neydi?

 

"Biraz ne?" diye soran Hilal sırıtmıştı. Burak'ın üzerindeki etkisi sandığından daha fazla hoşuna gidiyordu. Adamın sınırı koruyacağının bilinci, rahat hareket etmesine neden oluyordu. Pardon, Burak'ı rahat kışkırtmasına!

 

'Evet Burak Efendi. Hadi yiyorsa bir daha benimle dalga geç.' diye düşünen Hilal elalarını adamın gözlerine dikti.

 

Gerçi Burak'ın gözlerini gözünde değildi.

 

Yeşillerini kızın dudaklarında gezdiren Burak, bakışlarını zorlukla elalara çevirdi. Kızın gözlerindeki bilinçli hainlik titrek bir nefes almasına neden olmuştu.

 

"Beni delirtiyorsun."

 

Çatlayan sesiyle fısıldayan adam güç bela yutkundu.

 

"Ne yapıyorum ki?" diyen Hilal adamı koyulaşan yeşilleriyle birlikte daha fazla ileri gitmemesi gerektiğini fark eden Hilal adamı öylece bırakarak koltuğuna oturarak arkasına yaslandı.

 

"Gülüyor musun bir de?"

 

'Koskoca Alfa'nın feleğini şaşırttığım için mi? Evet tabii ki gülüyorum.' diye düşünen Hilal gülümsemesini saklamaya çalıştı. Burak ona hayret dolu bakışlarla bakıyordu.

 

"Sevgilim, seviyorum diye kar oynamaya getirmiş. Neden gülmeyeyim ki?" dedi Hilal masum bir sesle.

 

Kızın salağa yatması karşısında inanamamazlıkla gülen Burak başını koltuğunun arkasına yasladı. Hâlâ toparlanamamıştı, üstüne üstlük yanındaki kız yaptığının bilinciyle kıs kıs gülüyordu.

 

"Neden?" diye isyanla mırıldanan Burak, Hilal'e doğru bir bakış attı.

 

"Sana 'Görürsün!' kelimesinden nefret ettiğimi söylemiştim." dedi Hilal gayet olağan bir şekilde.

 

"Sırf nereye götürdüğümü söylemedim diye benden intikam almaya mı kalkıştın yani? Tehlikeli sularda yüzüyorsun Hilal."

 

"Kalkışmak? Bence aldım. Bundan sonra bana 'Görürsün.' demeden önce yüzlerce kez düşünürsün artık." dedi kız gözlerindeki kin dolu bakışla.

 

Kıza bir bakış atan Burak bir anda emniyet kemerini çıkartarak Hilal'e doğru uzandı.

 

Kollarıyla kızı abluka altına alan Burak "Öyle mi dersin?" diye fısıldadı. Adamın dudakları neredeyse kızın dudaklarına değiyordu.

 

Dibinde duran Burak yüzünden nefes almayı unutan Hilal öylece kalakaldığını hissetti. Çok çok çok yakınındaydı. Daha önce hiç olmadığı kadar. İkisinden birinin en ufak bir hareketinde resmen öpüşüyor olacaklardı. Düşünme yetisini kaybeden Hilal, adamın uzaklaşmasıyla tuttuğu nefesi verdi. Taşıkardinin dibini yaşıyordu şu an.

 

Bakışlarını yan koltuktaki Burak'a çevirdiğinde adamın gözleri kapalı bir şekilde koltukta oturduğunu gördü.

 

"Bundan sonra bana savaş ilan etmeden önce trilyonlarca kez düşünürsün artık." diye mırıldanan adam, kendisini izleyen elalara baktı ve arsız bir şekilde güldü.

 

"Ama düşünmemeni tercih ederim. Sevdim bu Asena'yı."

 

Burak'ın kısık sesi Hilal'in kalp atışlarının bir kez daha hızlanmasına neden olurken genç kız usulca yutkundu. Konuşabileceğini zannetmiyordu şu an.

 

İkili bir süre birbirlerine bakarak sessizce oturdular. Kısa süre sonra Burak'ın inanamamazlıkla kahkaha atmaya başlaması, Hilal'in de gülmeye başlamasına neden olmuştu.

 

"Ciddi anlamda söylüyorum. Seninle hayatım oldukça eğlenceli geçecek Asena'm."

 

"Sayende kendimi tanıyamıyorum. Ben az önce ne yaptım?" diye mırıldandı Hilal bakışlarını cama çevirirken. Resmen adamı, kendisini öpmesi için tahrik etmişti. 'Bu iki oldu.' diye düşündü genç kız.

 

"Ya da kendini yeni yeni tanımaya başlıyorsun. Sen şimdiden böyleysen gelecekte beni ultra parmağında oynatmaya kalkarsın. Yandım ben yandım."

 

"Konuşma sen konuşma." diyen Hilal adama bir bakış attı.

 

"Ne? Alfa'yım kızım ben. Sen kiminle aşık attığını zannediyorsun?"

 

"Aşık atmakmış. Öpüyordun az daha beni." diye söylenen Hilal çok değil bir ay önce bu sahne yaşasaydı domates gibi kıpkırmızı olarak sessizlik yemini edeceğinden emindi.

 

Burak da bunun farkında olacak ki kaşlarını havaya kaldırdı.

 

"Sen iyice bana benzemeye başladın. Allah sonumuzu hayretsin. Ayrıca Papatya Hanım başlatan sendin hiç söylenme. Öpmeyeceğimi de çok iyi biliyorsun. Yine de bir dahakine beni başka konularda kışkırtırsan sevinirim. İrade savaşımda pik noktaya ulaştım az önce."

 

"Şuna bak ya. Ben mi dedim dibime gir diye. Kendin kaşındın!" dedi Hilal umursamazca omzunu silkerken.

 

İç geçirerek sevgilisine bakan Burak başını iki yana salladıktan sonra yalnızca kendi duyacağı bir şekilde mırıldandı.

 

"En kısa sürede evlenmek farz oldu."

 

İç sesi bu cümlesine cevap vermekte gecikmemişti.

 

'Lafa değil icraate bakıyoruz Alfa Bey. Evlilik teklifini et sen önce.'

 

🦋

 

"Hayır dur dur." diyen Hilal kahkahalar atarak ona kar atan adamdan kaçıyordu.

 

Daha doğrusu kaçamıyordu.

 

Nefes nefese kalan kız "Alfa'm yapma etme." derken yerden aldığı karı, adama attı.

 

Burak bundan da kaçmıştı.

 

"Yaa offf. Bir kere. Yalnızca bir kereliğine kaçmas... Ahh! Acıdı."

 

"Yalancı! Sert olmasın diye adam akıllı yuvarlamıyorum bile. Bırak şimdi duygu sömürüsünü. Pes mi?"

 

"Hayır!" diyen Hilal elindeki taş gibi kartopunu tüm hıncıyla adama doğru attı.

 

"Yuh ama! Ondan nasıl kaçtın?" diyen kız artık çıldırmanın eşiğindeydi.

 

"Ben yıllardır küçücük kurşunlardan kaçıyorum. Ayı kadar olan kartopundan kaçamazsam yazık bana."

 

"Yazık olsun sana. Lütfen bir tanecik atayım. Lütfen daa."

 

"Yine mi daa? Eelli beşlere ne zaman başlıyoruz Ay Kız?" diyen Burak, kızın kendisine attığı kar topunu yine usta bir hareketle savuşturmuştu.

 

"Zaten sana sinirliyken bir de dalga mı geçiyorsun?" diyen Hilal gülen gözlerle bir kartopu daha attı. Burak, kartopundan kaçtığı yetmiyormuş gibi bir de üstüne koluna kartopu atmıştı.

 

"Pes mi?"

 

"Rüyanda görürsün!" diyen Hilal yerden aldığı karları gelişigüzel Burak'a atmaya başladı.

 

"Yalnız o karları benden ziyade kendine atıyorsun Kelebeğim. Ama yine de sen bilirsin tabii."

 

"Ahhh çıldırtıyorsun beni, Nerede centilmenlik nerede feraset? Seni ukala egoist megolaman narsist herif. Yeter artık. Ayrılıyorum senden!"

 

Hilal'in atkısı ve beresi arasında kalan ela gözleri çakmak çakmakken Burak neşeli bir kahkaha attı.

 

"Ayrılamazsın benden!"

 

"Ayrılmamam için taleplerimi kabul etmelisin. Bir 5 dakika hareket etmeden dur sana birkaç tane(!) kar topu atayım. Eğer kabul etmezsen ayrılırım bak."

 

"Ayrılamazsın benden. Ayrılırsan ben de giderim. Sen de bu dağ başında vahşi kurtlara yem olursun."

 

"Senden daha vahşi kurt mu var?" diye söylenen Hilal atkısının altından sırıtırken gözlerini devirmişti.

 

"Ooo vahşi falan yanlış anlayacağım bak."

 

Yerden aldığı kar topunu yeniden adama atan Hilal yine eli boş dönerken olduğu yerde tepindi.

 

"Karın altındaki çimenlere yazık. Yapma etme Kelebeğim."

 

Adamın ukala ve alaycı sırıtışı son olmuştu.

 

"Gel lan buraya!" diyen Hilal, Burak'a doğru koşmaya başladı.

 

"Lan mı?" diyerek kaşlarını kaldıran Burak, Hilal'in son sürat kendisine geldiğini görerek kaçmaya başlamıştı. Bir yandan da kendi kendine söyleniyordu.

 

"Kızın fabrika ayarlarıyla iyice oynadım iyi mi? Papatya gibi kızı ne hale getirdim."

 

"Kaçma Burak!" diye tıslayan Hilal adamın peşinde koşarken Burak'ın kahkahaları bulundukları dağda, karın izin verdiği ölçüde yankılanıyordu.

 

Hilal'in nefes nefese kaldığını fark eden Burak ona acıyarak hızını yavaşlattı. Bunu beklemeyen Hilal hızını alamayarak adama çarptı.

 

Düşeceklerini anlayan Burak oldukça hızlı hareket etmiş ve Hilal yerde kalmayacak şekilde düşüşlerini ayarlamıştı.

 

Yerle buluşacağını düşünerek gözlerini kapatan Hilal, beklediği çarpışma yaşanmadığında gözlerini açtı ve sevgilisinin üzerinde boylu boyunca uzandığını fark etti.

 

Başının adamın göğsüne denk geldiğini görmesiyle gözlerini tekrardan kapatan Hilal, adamın göğsüne yaslanarak hızla atan kalp atışlarını dinlemeye başlamıştı.

 

"Rahatmış."

 

"Öyleyimdir." diyen Burak kollarını başının altına alarak sevdiği kıza baktı. Hilal, istediği tepkiyi hiç vakit kaybetmeden vermişti. Bu durum adamın bıyık altından gülümsemesine neden oldu.

 

Burak'ın ukala sesini duyan Hilal sahte bir bıkkınlıkla başını kaldırdı ve bayık bakışlarla ona baktı.

 

"Sen sadece egoistsin Burak. Baştan ayağa egoist!"

 

"Niye dişlerini gıcırdatarak konuşuyorsun Asena? Hiçbir zaman egoist olmadığımın iddiasında bulunmadım ki ben."

 

"Bıktım gerçekten yaa."

 

"O zaman pes." dedi Burak dudaklarında beliren gülümsemeyle.

 

İkili, Burak'ın önceden aldığı kar tulumlarını kıyafetlerinin üzerine giydikleri sırada atışmışlardı. Burak Hilal'in kendisine tek bir kartopu bile isabet ettiremeyeceğini söylemişti, Hilal ise onlarcasını atacağını.

 

Sonunda iş inada binmiş ve iddiaya dönmüştü. Hilal kartopu atamayıp pes ederse Burak'ın bir isteğini yerine getirecekti. Eğer bir tane bile atarsa da Burak onun isteğini gerçekleştirecekti.

 

"Pes falan etmiyorum!" diyen Hilal adamın üzerinden kalktı.

 

"İyiydi böyle yaa." diye mırıldanan Burak da isteksiz bir şekilde ayağa kalkmıştı.

 

"Ayrılıyorum ben senden. Yürüyerek gelirsin artık sen de."

 

"Ne?" diyen Burak daha ne olduğunu anlamadan Hilal arabaya doğru koşmaya başlamıştı.

 

Kaşlarını çatarak montunun cebine kontrol eden Burak kızın peşinden koşmaya başladı.

 

"Hilaaaal. Gel buraya. Arabanın anahtarını ne ara yürüttün Allah aşkına?"

 

Hilal, Burak olayı ayana kadar çoktan arabaya ulaşarak sürücü koltuğuna yerleşmiş ve kapıları kilitlemişti.

 

"Aç kapıyı."

 

"Banane!" diyen Hilal cama vuran adamı yok sayarak arabayı çalıştırdı ve klimayı açtı.

 

"Tamam anlaşma yapabiliriz. Aç şu kapıyı."

 

Adamın sesini duyurmak için bağırması, yarım saattir Hilal'in kar atmak için verdiği çabayla eşdeğerdi. Bu durum genç kızın keyifle gülmesine neden olmuştu. Birkaç dakika sonra camı az bir şekilde açan Hilal, Burak'a bakarak konuştu.

 

"Kapıyı değil camı açacağım. Ama bir şey yapmayacaksın."

 

Hilal'in cümlesini duyan Burak olur anlamında başını salladı.

 

'On saniye falan uslu dururum sonra kilidi açarak onu çıkartırım.'

 

Adam öyle düşünedursun istediği vakti alan Hilal dudaklarındaki sırıtışla camı açtı ve elindeki kartopunu adamın yüzünün ortasında patlattı.

 

"Ahhhh."

 

Aldığı darbe ve ağzına gözlerine hatta burnuna giren kar suyuyla afallayan Burak birkaç adım geriye giderken arabadan inen Hilal, kollarını birbirine bağlayarak arabanın kapısına yaslandı.

 

"Ben kazandım!"

 

"Vicdansızsın. Hile yapmanı falan geçtim... İnsan sevgilisine bunu yapar mı?"

 

"İnsan sevgilisini yarım saat boyunca peşinden koşturur mu? Oh olsun sana. Ben kazandım."

 

Yüzündeki karları temizleyen Burak başını iki yana salladı.

 

"Cık cık cık. Bu ne kazanma hırsı? Hiç yakıştıramadım sana... Hem sen sevgiliye komplo kurarak yüzünde kartopu patlamanın cezasının olduğunu bilmiyor musun?"

 

Burak'ın kendisine doğru geldiğini gören Hilal ufak bir çığlık atarak kaçmaya başladı.

 

"Gel burayaaaa. Çok acıtmayacağım." diyen Burak kahkaha atarak, kahkaha atan kızın peşine düştü.

 

Hilal'in kaçışı kısa süreli olmuştu. Kızı belinden tuttuğu gibi yere yatıran Burak yerden aldığı karları kızın boynuna ve yüzüne sürmeye başladı.

 

"AHAHAHAHAHAAHAHA. Yapma! Dur ahahahah. Yapma Burak. AHAHAHHAH. Yaaa soğuk. BURAAAAAAAK."

 

Kahkahalarla gülen sevgilisinin her kahkahası Burak'ın da gülmesine neden olurken sonunda duran adam yere kızın yanına yattı ve onu kendisine doğru çekti.

 

"Gel hadi acıdım. Isıtayım biraz."

 

"Ayy lütfettiniz Beyefendi!" diye söylenen Hilal, Burak'ın kolunu yastık niyetin kullanmaya çoktan başlamıştı bile.

 

"Vaaay be. Ne gündü! Bunun acısı eve gittiğimizde çıkacak ama. Öyle bir yoruldum ki." diyen Hilal yumruk yaptığı elini adamın göğsüne geçirdi.

 

"Pislik! Hiç acımadın bana."

 

"Yüzüm hâlâ sızlıyorken konuşmamalısın bence Kelebeğim." diyen adam, kızı biraz daha kendisine doğru çekmişti.

 

Bir süre sessiz bir şekilde gökyüzünü izleyerek öylece yatan genç çiftin dudaklarında çok mutlu bir gülümseme vardı.

 

"İlk tanıştığımızda oynayamadığımız kar yerine de oynadık he?"

 

"Kar oynamak? Ben bunu öyle adlandırmazdım Alfa'm. Sürekli attığım kardan kaçtığın için!"

 

Hilal'in memnuniyetsiz sesini duyan Burak neşeli bir kahkaha attıktan sonra ayağa kalktı.

 

"Hadi gel iddiayı hileli yollardan kazanan sevgilim. Adam akıllı bir kartopu savaşı oynayalım."

 

Adamın kendisine uzattığı eli sırıtarak tutan Hilal ayağa kalktı.

 

Genç çift kahkahaları bulundukları dağda yankılanırken, neşeyle yeni bir kartopu savaşına başladılar.

 

3 Hafta Sonra

 

Hızlı hareketlerle montunu giyen adam, hiçbir şey düşünmemeye çalışarak derin derin nefesler alıp vermeye devam etti.

 

Düşünürse, yapmak üzere olduğu şeyi yapamazdı.

 

Ayakkabılarının bağcığını bağladıktan sonra başındaki kepi tekrardan düzelten adam, ani bir kararla montunun altındaki sweatshirt'ünün kapşonunu da kafasına (kepin üzerine) geçirdi. Neredeyse kör edecek kadar siyah camları olan büyük çerçeveli güneş gözlüğünü de takarken kalbi hiç olmadığı kadar hızlı çarpıyordu.

 

"Delirmiş olmalıyım." diye mırıldanan Doğukan bir kez daha hayretle aynı cümleyi tekrarladı.

 

"Gerçekten de delirmiş olmalıyım."

 

Sakinleşme isteğiyle gözlerini kapatarak birkaç saniye durduğunda, kalp atışlarının yavaşlamak yerine hızlandığını hissetti.

 

Aldığı kararı yeni idrak etmiş bedeni kendisine tepki gösteriyordu.

 

'Bana ihtiyacı var!' diye düşünen Doğukan kararlı bir şekilde portmantonun üzerine bıraktığı büyük bluetooth kulaklığını alarak kapşonun üzerine taktı.

 

Dışarıdan bakıldığında deli gibi görüldüğüne emin olsa da umrunda değildi. Hiçbir şey duymaması gerekiyordu. Ayrıca kimsenin yüzünü görmemesi gerekiyordu.

 

'Ve mümkünse hiçbir şey görmemem gerekiyor.' diye düşünen adam durumun ironiliği karşısında alayla güldü.

 

Araba görmemek için kör olmayı, araba sesi için duymamak için sağır olmayı dileyen adam kapıda kendisini bekleyen taksiye binecekti.

 

"Yapabilir miyim?" diye mırıldandırken sesi öylesine aciz çıkmıştı ki kendi sesinden ürktü Doğu.

 

Aldığı nefesler titrek çıkıyor, tüm bedeni zangır zangır titriyordu. Yine de... Yapmalıydı. Başka çaresi yoktu.

 

"Yapacağım!" diye tısladı kendi kendine. Sonrasında bedelini nasıl öderdi, hangi kabuslarda boğulurdu bilmiyordu ama bunu yapacaktı.

 

Elini kapının koluna atan Doğukan açmak için hiçbir hamle yapamayarak gözlerini kapattı.

 

"Tek seferde! Pizzacı pizzanı bırakmış da onu almak için kapıyı açıyormuşsun gibi. Hadi Kadavra!"

 

Yerdeki çantasını sol eliyle alan adam, dişlerini bastırarak kapıyı tek bir hamlede açtı.

 

İlk adım; Tamamlandı!

 

Kapıyı açtıktan sonra gerisinin kolay olacağını düşünmüştü. En azından apartmanın çıkışına kadar... Fakat hiç de öyle olmamıştı.

 

Kapının eşiğine büyük bir canavarmış gibi bakan Doğukan bir adım geriye çekildi.

 

"Nefesini düzene sok Kadavra. Krize girme lüksün yok!"

 

Kendi kendini azarlayan adam, kulaklığının düğmesine basarak son ses Rock'n Roll açtı. Yüksek ses bir anda tüm beynine işlerken gözlerini kapattı.

 

Görmezse, korkmazdı değil mi?

 

Bir kör misali ilerleyen Doğukan eşiği geçtiğinde derin bir nefes verdi.

 

İkinci adım; Tamamlandı!

 

Arkasını dönen adam kapıyı kapatmak üzereydi ki duraksadı. Elini cebine atarak ev anahtarını çıkarttıktan sonra yutkundu.

 

Bir kez daha "Bu yaptığım delilik!" diye isyan eden adam tek bir hamlede evin anahtarını içeriye fırlattı ve kapıyı tutup çektiği gibi kapattı.

 

Şimdi istese bile o eve tekrardan geri dönemezdi.

 

'Aptalsın! Krize girersen ne yapacaksın? Ölümü mü bekleyeceksin?'

 

Hayır! O s*ktiğimin krizine girdiğim gibi çıkacağım ve yoluma devam edeceğim.

 

'Nah çıkarsın, nah yoluna devam edersin! 8 yıldır bu evden dışarıya adımını atmadın sen. Bir günde hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gidebileceğini mi düşünüyorsun?'

 

Hiçbir şey olmadı değil! Bir şey oldu. Bu yüzden çıkıyorum ya zaten!

 

Arkasını dönen Doğukan, apartmana doğru baktı. Herkesin işte olduğu bir vakitte olması oldukça şansınaydı.

 

'Hehe şans(!). Bu arada o dediğinin anlamı neydi?'

 

İç sesine söven Doğukan, derin bir nefes aldıktan sonra asansörü es geçerek merdivenlere doğru yöneldi. Kendisiyle savaş içerisinde olduğu bu anda en üst kattan aşağıya kadar yürümek tam bir işkence olacaktı. Fakat o kutu(asansör) ölümün ta kendisi demek oluyordu. Asansöre bindiği anda krize girerdi ve asansör aşağı vardığında cesedini bulmaları kaçınılmaz olurdu.

 

Sanki her gün merdivenlerden iniyormuşçasına rahat hareketlerle aşağı inmeye başlayan Kadavra acıyla güldü.

 

Baştan aşağı korkularla doluydu.

 

8 yıllık hayatını hiç çıkmadan bir evde geçiren adamın ağır klostrofobisi vardı. O gün o arabada sıkışıp kaldığı günden hatıra... Daha doğrusu hatıralarından yalnızca birisi.

 

Bacağında hafif bir sızı hisseden adam adımlarını hızlandırdı.

 

"Hayır hayır. Şimdi olmaz!"

 

Neredeyse koşarak merdivenleri inen Doğukan 3. kata geldiğinde duvarda asılı olan yangın söndürücü tüpü görmesiyle birlikte zınk diye durdu.

 

Yangın... Alev... PATLAMA!

 

Sendeleyen adamın aklında 'BOOOM!' sesi yankılanırken zorlukla yanındaki merdivenin trabzablanlığına tutundu.

 

Tüm bedeni zangır zangır titreyen Doğukan'ın zaten hızlı olan nefes alış-verişleri daha da hızlanmış, alamadığı nefeslerden dolayı da başı dönmeye başlamıştı.

 

Elinin altındaki korkuluğu tüm gücüyle sıkarken kendine gelmeye çalışan adam sakinleşmeye çalıştı.

 

İşte ne olduysa tam o an oldu.

 

"AAAHHHH!" diye inleyen Doğukan sağ bacağını tutarak yere düştü. Yüzü kıpkırmızı olmuş, acıdan aklını kaybetmişti.

 

11 yıl önce yaşadığı kazanın psikosomatik ağrısı yeniden nüksetmişti.

 

Ağzından bir kez daha acı dolu bir inleme dökülen Doğukan'ın aynı esnada gözlerinden de yaşlar dökülmeye başlamıştı. Bu seferki ağrı, yıllar boyu sıklıkla kendini yoklayan o ağrıların en şiddetlisiydi!

 

"AHHHH... AHHHH!"

 

Acıdan bayılma raddesine gelirken iki eliyle bacağını tutarak cenin pozisyonunu aldı.

 

"A-a-acıyor..." diye fısıldayan adam inlemeye devam ederken gözlerini kapatmıştı.

 

Başının dönmesi pik noktaya çıkarken gözlerinin karardığını hisseden Doğukan, öylesine berbat bir durumdaydı ki kulaklığında son ses çalan rock müziği dahi duymuyordu.

 

Bacağının acısı yetmiyormuş gibi parmakları ve yüzü de sızlamaya başladığında gözlerinden düşen yaşlar hızlandı.

 

Çatlak bir sesle "Ha-hayır..." diye fısıldayan adam bacaklarını biraz daha kendine doğru çekti.

 

Bundan sonra gelecek olan şeyle yüzleşemezdi.

 

O güne geri dönemezdi!

 

Yıllar içinde birçok kez yaşamıştı bu durumu. Herhangi bir şey kendisini tetiklediğinde, bedeni o gün yaşadığı fiziksel acıları hatırlıyordu. O acılar aklına düşünmek istemediği o berbat günü getirirken kendisini o günde buluyordu Doğukan. Yıllardır dışarı çıkamıyor olmasının en büyük nedeni de buydu. Her araba gördüğünde önce bacağı hafifçe sızlamaya başlıyor, sonra da kaza anı geliyordu aklına. Özellikle de sonrasında yaşanan o patlama...

 

"Hayır!" diye inledi Doğukan isyan dolu bir fısıltıyla.

 

O güne dönemezdi.

 

Şimdi değil!

 

Bacağına bir kez daha keskin bir acı saplanan Doğukan, yaşadığı acıdan dolayı bilincini kaybetmek üzere olduğunu hissetti.

 

Birkaç kez daha acıyla inleyen adamın bayılmadan önce dilediği tek şey, kabusunda o güne gitmemekti.

 

Genç adamın verdiği bu zorlu savaş olumlu sonuçlandı.

 

Gittiği gün, o kaza günü değildi.

 

Hayatının en büyük ikinci laneti olan güne gitmişti Doğukan.

 

11 Yıl Önce

 

Sağ elindeki çakmağa uzunca bir süre bakan Doğukan çakmağı usulca masaya bıraktı.

 

Bunu yapmayı deliler gibi istiyordu ama yapamayacaktı.

 

"Böyle olmaz! Senin büyük bir mutlulukla boyadığın mutfak dolaplarını ya da annemin hevesle aldığı oda takımlarını, onlarca anıya sahip emek emek işlediğiniz onlarca şeyi... Patlatamam baba. Buna hakkım yok."

 

Hüsran dolu bir nefes alan 18 yaşındaki delikanlı ciğerlerine gelen gazdan dolayı öksürmeye başlamıştı. Soluduğu gazı bertaraf etme isteğiyle sol elini masadaki sürahiye götüren Doğukan refleksle inledi.

 

"Ahhh..."

 

Bakışlarını sarılı eline götüren genç adamın dudaklarında acı dolu bir gülüş belirmişti.

 

"S*ktiğimin hayatı! İyi ki sağ elin değil diyenler, ben solağım!"

 

Doğukan'ın bu öfkesi yarım saat önce yaptığı zorlu yolculuğaydı aslında. O kadar çok kişi bakmıştı ki ona, o gözlerde öylesine büyük bir acıma vardı ki... Sırf bundan dolayı kendini öldürebilirdi Doğukan. Ömrünün sonuna kadar bu bakışlara maruz kalamazdı. Yol boyu onu gören herkes önce büyük bir şokla sol gözündeki büyük bandaja, ardından sargılı sol eline ve son olarak da sağ bacağını tümden kaplayan alçıya bakmıştı.

 

'Doktorlar yanık izlerini silmemiş olsaydı ciddi anlamda öcü görmüş gibi bakarlardı sanırım."

 

Tek başına yürümeye çalıştığını gören birkaç dolmuş durmuş, isterse gideceği yere bırakacağını söylemişti. Arabaya binme fikri anında kazayı aklına getirirken başını hızla sallayan genç adam zor çıkan sesiyle onları geri çevirmişti.

 

Karşıdan karşıya geçeceği sırada kadının birinin kurduğu cümleler ise ciddi anlamda delirtmişti Doğukan'ı.

 

'Çok geçmiş olsun Delikanlı. N'oldu? Kaza mı geçirdin? Ayy iyi ki de sağ eline zarar gelmemiş. Zaten bacağın da kırılmış, çok zorlanırdın o zaman. Niye dikkatsizlik ediyorsun be çocuk? Bak ne hale gelmişsin! Eğer...'

 

Patavatsızlığın da bir sınırı olmalıydı ama. Kadının saçmalamaya devam edeceğini anlayan Doğukan yayalara yeşil yanmadığı halde kendisini yola atmıştı.

 

Onu gören çevredekiler geri çekmese kamyonun birinin ona çarpması kaçınılmaz olurdu.

 

'Çevredekiler engelliyor bu yüzden son hızla gelen araba işi yaş. Hem şoföre de yazık. Araba kazası olmaz.' diye düşünen genç, ilk hedefinden şaşmayarak evlerinde patlamaya gelmişti. Gelmişti gelmesine ama... Anılarla dolu evlerini patlatmaya kıyamamıştı.

 

"Patlama da olmadı." diye mırıldandırken genzine dolan gazla tekrardan öksürmeye başladı Doğukan.

 

'Böyle mi gebersem acaba? Ama o zaman da beni bulacak kişilerden gelen en ufak bir kıvılcım patlamaya neden olur. Onlar da yanar. Hem... Çevreye sıçrarsa sıkıntı. Patlama hiçbir türlü olmaz.'

 

Sürahiyi sağ eliyle alan Doğukan biraz zorlanarak suyu döktükten sonra bardaktaki suyu başına dikledi ve kana kana içti. Bardağı masaya geri bıraktıktan sonra yanındaki değneği eline alarak alçısının üzerine basan genç, bu şekilde yürüye yürüye ocağın başına kadar gitti ve düğmeleri kapattı.

 

"Kıvılcım işi hala sıkıntı." diye mırıldanan Doğukan camın yanına doğru gitmeye başlamıştı ki bacağında hissettiği hafif ağrıyla duraksadı.

 

"Si*tir!"

 

Aldığı, daha doğrusu çalarak yaptığı morfin etkisini yitirmeye başlamıştı.

 

Tüm bedenini buz gibi bir korku kaplayan Doğukan titrek bir nefes aldı.

 

O s*ktiğimin lanet acısını bir daha yaşayamazdı. Olmazdı. Olmayacaktı!

 

Nefesini düzenlemeye çalışan Doğukan, pencereyi açmak için elini camın kulbuna götürdü. Görüş açısına giren bandaj, delirmişçesine gülmeye başlamasına neden olmuştu.

 

"Her şeyi geçtim asıl bu başlıca ölüm sebebi. 18 yıllık en büyük alışkanlığımı nasıl değiştireceğim ben? Bir de doktor gayet rahat rahat 'Solaklıktan vazgeçmelisin. Sol parmaklarını bu şekilde aşırı kullanman iyi olmayacaktır. En azından birkaç yıl.' demiyor mu? Diyecektim ona 'Sen geç solak ol, ameliyatlarına sol elle gir. Yapabiliyorsan yaparım.' diye."

 

Sağ elini pencerenin kulbuna götüren Doğukan büyük bir öfkeyle camı açtı.

 

"Düşün! Düşün oğlum düşün... Bileklerimi mi kessem acaba?"

 

"Seni bilemem ama ben artık kan görmekten bıktım.'

 

"İlaç yutsam... "

 

'1,5 aydır ilaç kokan o iğrenç yerde sürekli ilaç içtim ben oğlum. Başka bir şey bul!'

 

İç sesine cevap vermek üzere olan Doğukan alayla güldükten sonra mırıldandı.

 

"Burak'la çok dalga geçerdim. İç sesiyle tartışmalar yaşıyor, onu ayrı bir kişilik sayıyor diye. Demek böyle oluyormuş. Delilik dedikleri bu demek ki. Hadi ben haklıyım delirdim de... O beyefendi neden bu halde acaba?"

 

Yaşanan bu zorlu süreçte Burak, genç adamın en büyük düşmanı olmuştu.

 

Çünkü Doğukan'ı bir saniye bile olsun yalnız bırakmamıştı!

 

Dişlerini öfkeyle sıkan genç, elindeki değnekle gidebildiği kadar hızlı bir şekilde salona doğru ilerlemeye başladı.

 

"O p*ç yüzünd..." duraksayan Doğukan derin bir nefes aldı.

 

Günlerini zindan eden arkadaşına böyle bir küfür etmek vicdanını sızlatmıştı.

 

Ameliyattan düzeltelim ameliyatlardan çıkıp gözlerini açtığında herkesin gözünde aynı şok vardı. İlk ziyaretleri sırasında Doğukan'ın verdiği ters tepkiler tüm arkadaşlarının büyük bir şokla ona bakmasına neden olmuştu.

 

O hariç!

 

Burak bu durumu fazla olağan karşılamakla kalmamış söylediklerine itiraz dahi etmemişti. Herkesi bir şekilde gönderen Doğukan onu bir türlü gönderememişti.

 

Burak ona saygı duyarak arada odadan gitse de gözü hep Doğukan'ın üzerindeydi ve bunu da her şekilde hissettiriyordu. Odadaki ölümcül silah yerine geçecek her şeyi çıkarttırmıştı mesela. Doktorlarla konuşmuş, odaya hiçbir şekilde cam girmemesini sağlamıştı. Odaya girerken eşyaları kontrol ediyor çıkışta ise eksik var mı diye bakıyordu. Burak başka bir hastanede olsa tüm bunları yapamazdı elbette ama hastane müdürü Ferman Taşkır babasının arkadaşı olduğu için gayet rahat borusunu öttürebiliyordu.

 

Geçen 1,5 ayda, bu durumdan dolayı ağır tartışmalar yaşamıştı ikili. Bir gün Doğukan'ın ciddi anlamda gözü dönmüş ve küfürler üstüne küfürler yağdırmıştı arkadaşına. Asla etmemesi gereken küfürleri ettiğinde, Burak zehir yeşili gözlerle dibine kadar gelmiş ve kulağına doğru eğilerek buz gibi bir sesle konuşmuştu.

 

"Bana her şeyi söyle, küfür et s*kimde değil. Ama işin içine ailemi karıştırırsan Doğukan Seray... İşte o zaman s*kimde olur. Susmam! Karşımdaki arkadaşımmış, dostummuş, yaralıymış dinlemem! Sen deliysen ben senden deliyim. Bir daha ailem hakkında ileri geri konuşursan karşılığını misliyle ödetirim sana. Birisi ailene küfür ettiğinde nasıl hissedildiğini gösteririm. Bence bu hissi tatmamalısın. Onları toprağın altına koyalı daha iki ay bile olmadı ne de olsa. Oradakileri rahat bırakalım olur mu?.. Ayrıca şunu sakın unutma. Ne yaparsan yap s*ktir olup gitmeyeceğim. İki adım gerinden izlemeye devam ederim belki ama gitmeyeceğim. Gözüm hep üzerinde olacak. Yoksa ne yapacağını herkesten daha iyi biliyorum ve bunu yapmana asla izin vermeyeceğim."

 

Burak gerçekten de sözünü tutmuş ve hiçbir zaman gitmemişti. Bu yüzden de Doğukan sonunda teslim olmuş hiçbir şey yapmamaya karar vermişti. Ne de olsa istese bile Burak sağ olsun(!) kendine zarar veremiyordu. Bu durumdan dolayı son 2 haftadır gayet sakindi. Gerçi etrafındakilere göre hâlâ öfkeliydi ama olsun. Doğukan kendini öldüremeyeceğini anlamış bu yüzden de kafasında bazı şeyleri düzene sokmuştu.

 

Taa ki 2 gün öncesine kadar...

 

2 gün önce bacağı çok ağrıdığı için gelen hemşireye yalvar yakar sakinleştirici yaptırtmıştı Doğukan. Günlerdir ağrıdan uyuyamadığını ve gerçekten de güzel bir uyku çekmek istediğini söylemişti. Hemşire onun bu haline dayanamamış ve kendisine zarar vermeyecek dozda sakinleştirici vererek uyumasını sağlamıştı.

 

Bu isteğinin hayatının en büyük hatası olduğunu anlaması için Doğukan'ın çok da uzun bir süre beklemesi gerekmememişti. Bilincini kaybettiği an kabuslar dünyasına adım atmıştı genç çocuk. Bozuk bir plak gibi sürekli o günü yaşamış, tüm gece acılar içinde inlemişti. İşin en kötü tarafı 'Biraz istirahat edeceğim. Bu gece lütfen odama kimse girmesin.' diyerek herkesi odasından göndermiş olmasıydı.

 

Bu yüzden ne doktorlar ne hemşireler ne de arkadaşları... Onu hiç kimse uyandırmamıştı. Sabah olup da kendine geldiğinde Doğukan'ın ilk düşüncesi 'Kendimi öldüreceğim!' olmuştu. Hastanede bunu yapmaya kalksa başta Burak ve doktorları ona engel olacağı için de bir plan yapmaya başlamıştı Doğukan.

 

Bu lanet hastaneden kaçacaktı!

 

Bu kaçıştaki en büyük iki sıkıntıdan birisi Burak, diğeri ise bacağıydı.

 

Burak'ı, Sevda annesi sayesinde atlatmıştı.

 

Kadını arayarak 'Sevda Teyze lütfen Burak ve Emre'yi eve çağırır mısın? Neredeyse 2 aydır doğru düzgün uyumadılar. Sınav haftası da başlamak üzere. Eve gelip uyusunlar, güzelce dinlensinler. Arkadaşlarımı bu halde görünce daha kötü oluyorum ben.' demiş ve kendisinin aradığını söylememesini arkadaşlarının kovulmuş gibi hissetmesini istemediğini söylemişti.

 

Sevda teyzesi oyununa çabuk kanmış ve duygu sömürüsü yaparak oğullarını eve çağırmıştı.

 

İkinci sıkıntı olan bacağındaki ağrı için de gizlice morfin çalmıştı Doğukan. Daha doğrusu morfinin bileşenlerini içeren ilaçları çalmış ve kendi morfinini hazırlamıştı.

 

Buraya kadar planı tam takır işlemişti. Bu iki sıkıntıyı çözmüş olsa da önünde en büyük ve en zorlu savaşı kalmıştı Doğukan'ın.

 

Ecem'i, Kraliçesi...

 

'Ecem konuşabilir miyiz?' diyerek sevdiği kızı çağırmıştı. Ona çok büyük bir endişeyle bakan mavileri gördüğünde bir anlığına vazgeçmek istemişti. Sonrasında aynı anda hem bacağında hem de parmaklarında keskin bir acı hissetmiş ve istemsizce inlemişti.

 

Ağzından dökülen inleme, genç kızın korkuyla yanına gelerek iyi olup olmadığını sormasına neden olmuştu.

 

Tam o an ölmesinin ikisi için de daha iyi olacağına karar vermişti Doğukan.

 

Daha hayatının başında olan bu güzel kızın, bir ömrünü kendisi gibi hem bedeni hem de ruhu yaralarla dolu bir adamla geçirmemesi gerektiğine karar vermişti.

 

Bu yüzden de planından şaşmamıştı.

 

'Odada çok bunaldım. Hava da güzel gibi. Dışarıda konuşsak olur mu? Gerçi doktorum izin verir mi bilmiyorum.' demiş ve kızın 'Ben hallederim izin işini.' diyerek çıktığını görerek derin bir nefes almıştı.

 

1,5 aydır hastanede yatan genç, birinci ayında 'Ben hastane kıyafeti falan istemiyorum artık.' diyerek isyan ettiği için üstünde kendi kıyafetleri vardı.

 

Kaçışı öylesine kolay olacaktı ki... Ölüşü!

 

Odaya mutlulukla giren kızı gördüğünde hiçbir şeyin kolay olmayacağını acıyla anlamıştı. Ecem'i günler sonra, aylar sonra, sevgilisinin kendisiyle konuşmak istediğini duyduğu için çok mutlu olmuştu.

 

Fakat bu mutluluğu hiç de uzun sürmeyecekti.

 

İkili bahçeye çıktıklarında tekerlekli sandalyedeki Doğukan karşıya bakarak konuşmuştu.

 

'Uzatmayalım daha fazla. Sen de her gün buraya gelip durma artık.'

 

Duyduğu cümlelerle başından vurulmuşa dönen Ecem şok içinde 'Ne?' diye fısıldamıştı.

 

'Ne ne? Geçen gün sana onca şey söylediğim halde neden gelmeye devam ediyorsun?'

 

Kazanın ikinci haftasında Ecem'e 'Sadece iki aydır çıkıyoruz. Seni tanımıyorum bile. Ne zannetmiştin? Seninle bir hayat kuracağımı falan mı? Bu çok çocukça bir düşünce. Böyle bir şey yaşanmasaydı bile, okul bitmeden ayrılacaktım zaten senden.' demişti. Fakat kız yalan söylediğini anlamış ve gelmeye devam etmişti.

 

'O sözlerinde ciddi olmadığını biliyorum Doğu.' diyen Ecem, Doğukan'ı görebilecek bir şekilde önüne geçmişti.

 

'Fark etmez.'

 

'Ne fark etmez? Şunu anla Doğukan. Seni bırakmayacağım.'

 

'Sen de şunu anla Ecem. İstemiyorum!'

 

Doğukan'ın mavi gözlerindeki buz gibi bakışlar ve sesindeki ciddiyet Ecem'in bir adım geriye doğru gitmesine neden olmuştu.

 

'Anlaman için ne yapmam gerekiyor? Ben bu ilişkiyi de istemiyorum, mutlu olmayı da istemiyorum. Ben yaşamak bile istemiyorum. Ne zannediyorsun? Beni iyileştirebileceğini mi? Nasıl olacakmış o?'

 

Ağzını açan Ecem, tekrardan kapattı. Gözleri dolu dolu olan kızın titrek bir şekilde aldığı nefes Doğukan'ın kalbine saplanırken genç adam acıyla gülümsedi.

 

'Doktor bacağım için bir ameliyata daha hatta belki de daha fazlasına ihtiyacım oluğunu söyledi. Ameliyatları oldum ve bacağım iyileşti diyelim peki sonra? Ultra uzun bir fizik tedavi süreci bekliyor beni.'

 

'Beklesin, ben yanındayım. Birlikte...'

 

'Ama onlar değil! Onlar yanımda değil!! Ben, bana ilk kez yürümeyi öğreten ailem yanımda yokken nasıl ayağa kalkacağım, nasıl adım atacağım? Doktor artık sol elini kullanma diyor. Ben bana kalem tutmayı ilk öğreten babam yokken, elimle elini tuttuğum annem yokken nasıl sağ elimi kullanmayı öğreneceğim. Hadi hepsini başardım diyelim... Ben bana nefes verenler, can verenler yokken nasıl yaşamaya devam edebileceğim. Hayal kurma Ecem. Yapamazsın! Başaramazsın. Benim hem sevgilim hem annem, babam olamazsın. Ben eksik kaldım. Ben öldüm! Her şeyi başarsam bile o lanet günü unutamayacağım ben. Şu içimdeki acı da yangın da geçmeyecek. Bu yüzden bitirelim artık. O günün en ağır yaralı kişisi bendim ama ben yaşadım, onlar öldü. Gözlerimin önünde patladılar! Şimdi hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edemem. İstemiyorum! Seni de istemiyorum, mutlu olmayı da istemiyorum. Ya kendi isteğinle bunu kabul edip benden gidersin, ya da ben seni göndertirim. Bence benden önce davranmalısın çünkü gitmen için her şeyi yaparım. Asla affedemeyeceğin şeyler dahil!'

 

Doğukan'ın sözleri değil, gözlerindeki bakışlardı Ecem'in pes etmesine neden olan. Genç adamın açıkta kalan sağ gözünden yaşlar süzülse de kararında kesin olduğunu anlamıştı genç kız. Söylediği her şeyi yapacaktı. Seviyorum ama istemiyorum diyordu. Sevgim, sevgin yaşananları silmeye yetmeyecek diyordu. Bu yüzden de genç kız kabullendi.

 

Ondan nefret etmektense, ondan gitmeye razı geldi.

 

Gözlerinden yaşlar akarken usulca gülümsemişti genç kız sevdiğine.

 

'Son sözün bu mu?'

 

Karşısındaki mavilere sevgiyle baktı Doğukan. Ecem'in söylediklerindeki ciddiliği anladığını ve isteğini yerine getirerek gideceğini anlamıştı.

 

'Mutlu ol Ecem. Mutlu ol!'

 

'Beni bırakıyorsun ve sensiz mutlu olmamı mı bekliyorsun benden?

 

'Benimleyken mutsuzluğun garanti. İnan bana bensiz daha mutlu olacaksın.'

 

Bu cümle üzerine Ecem hüzün dolu bir alayla gülmüştü.

 

'Olmayacağım... Ama istediğini yapıp gidiyorum. Ne yaparsam yapayım benimle olmayacağını, benden vazgeçtiğini anladım çünkü.'

 

Gözlerindeki yaşlar karşısındaki gencin bandajsız olan gözünde de dolaşırken Ecem kesik bir nefes almıştı.

 

'Fakat şunu hiç unutma olur mu?' diye mırıldanan kız, tekerlekli sandalyedeki Doğukan'ın yanına doğru yürüyerek bandajsız olan sağ gözünden düşen yaşları sevgiyle silmişti.

 

'Ben seni çok seviyorum Doğu'm. İstediğini yapıp gidiyor olmam bu gerçeği değiştirmeyecek. Olur da bir gün bana dönmek istersen ben buradayım. O kazadan sonra sana sarılmama asla izin vermedin ya hani... Günün birinde teselliye ihtiyacın olursa kollarım her daim senin için hazır. Kalbim de, ruhum da... '

 

Yanağındaki elin sıcaklığıyla gözünü kapayan Doğukan, duyduğu cümlelerle içinden bir şeylerin koptuğunu hissetmişti. Yanağındaki elin uzaklaşmasıyla gözünü açan Doğukan, aşık olduğu mavi gözlere bakmış ve hüzünle gülümsemişti. Bandajsız olan sağ gözü 'Ben de seni seviyorum.' diyordu. Bunu fark eden Ecem sakinleşmeye çalışarak adamın tekerlekli sandalyesinin arkasına geçmişti.

 

Şimdi gidemezse hiç gidemezdi çünkü.

 

'Ne yapıyorsun?'

 

'Seni odana götürüyorum.' demişti genç kız sanki az önce ayrılmamışlar gibi.

 

Bu durum, Doğukan'ın titrek bir nefes almasına neden olmuştu.

 

'Ayhan abiye söylemiştim dışarı çıkacağımızı. Birazdan beni almaya gelecek... Abin de geldi. Hadi git!'

 

Abisinin geldiğini duyan Ecem başını kaldırarak yola doğru bakmıştı.

 

'Abimi neden çağırdın?'

 

'Bu saatte tek başına eve gitmene izin vereceğimi düşündün mü gerçekten?'

 

'Evimiz iki sokak ötede ama...' diye fısıldamıştı Ecem, Doğukan'ın mavi gözüne bakarken.

 

Adam hüzünle gülümsedikten sonra omuzlarını silkerek yumuşakça konuşmuştu.

 

'Ne fark eder?'

 

Titrek bir nefes alan Ecem biraz daha burada durursa gidemeyeceğini fark ederek fısıldamıştı.

 

'Hoşça kal Kadavra'm.'

 

Hoşça kalamayacağım be Kraliçem. Kalamayacağım ki. Bu dünya bana fazla.

 

Düşüncelerini bir kenara bırakan Doğukan gözlerindeki acıyla 'Hoşça kal Kraliçem.' diye fısıldamıştı sevdiğine.

 

Kraliçem hitabını duyan Ecem'in gözlerindeki yaşlar hızlanmıştı. Doğukan ile tanışana kadar isminin anlamının bu denli anlamlı geleceğini hiç düşünmemişti genç kız. Bir daha ondan 'Kraliçem' hitabını duymayacağını hatırladığında ağzından bir hıçkırık kopmuştu.

 

Doğukan ona bir bakış attıktan sonra başını diğer tarafa doğru çevirmişti. 'Git artık!' diyordu sözsüzce.

 

Genç kız onun bu isteğine uyarak arkasını dönerek gitmişti.

 

Birkaç saat önce yaşananları hatırlayan Doğukan içindeki acıyı yok sayarak çevresine bakınmaya başladı. Bahçe kapısının önündeki halatı gördüğünde sonunda bulduğunu fark etti.

 

Kendisini asacaktı!

 

Zaten ruhen nefes alamayan delikanlı, bedenen de nefes alamadan ölecekti.

 

'Bu bacak ve o elle kendini asmak... Hep zor yolu seçiyorsun be Doğu.' diyen iç sesini takmayan Doğukan halatın yanına gidip sağ eliyle yerden kaldırdıktan sonra sol kolunun altına aldı.

 

Nasıl yapacaktı?

 

"Hmmm. Sağlam, kopmayacak bir demir ya da lamba..."

 

Genç adamın evlerinde buna uygun neresi var diye düşünmesine gerek yoktu. Değneği yardımıyla odasına doğru yürüyen Doğukan kapıyı açarak içeri girdi ve kapının önünde öylece kaldı.

 

Ne de garipti... Her şey yerli yerinde duruyordu.

 

Bakışları masanın üstündeki açık test kitabında ve yarı toplu duran yatağında gezinirken sağ gözünden usulca bir damla yaş süzüldü.

 

'Hayat... En son bu odadan çıkarken aklımdaki tek şey gideceğimiz tatil, çalışmam gereken sınavlar, almak istediğim ehliyet ve üniversite sınavıydı. Nasıl bu hale geldi her şey? Sanki hiçbir şey değişmemiş gibi. Ama her şey kökünden değişti. Onlar yok. Yok! Annem bir daha asla yemek hazır diye odama giremeyecek, babam bir daha bana matematik çalıştıramayacak...'

 

Gözünden düşen yaşlar hızını artırırken ağzından bir hıçkırık kaçtı Doğukan'ın. Bir insanın hayatının değişmesinin yalnızca saniyelere bağlı olduğunu çok acı bir şekilde öğrenmişti genç adam.

 

Bir an güldüğün insan, diğer anda olmayabiliyordu.

 

Bir an gözlerine sevgiyle baktığın canın olan kişiyi, diğer anda toprağın altına koyabiliyordun.

 

Kurduğun onlarca hayal tek bir anda resetlenebiliyordu. Ve sen öylece kalakalıyordun. Elinden hiçbir şey gelmeden yalnızca izliyordun.

 

Düşüncelerinin ağırlığını kalbinde yaşayan Doğukan kesik bir nefes aldı.

 

Her şey çok çok zordu.

 

Komşular ışığı fark edip gelmesin diye ışığı açmayan genç, gözlerindeki yaşlarla birlikte kum torbasına doğru ilerledi.

 

Bu işi bir an önce bitirmeliydi!

 

Kucakladığı kum torbasını zorlukla yayından çıkartırken bacağındaki sızı bir kez daha kendisini göstermişti. Hızlı hareket etmeliydi. İlaçların etkisi geçerse her şey çok daha boktan olurdu.

 

Çıkarttığı torbayı duvar dibine koyan Doğukan dengesini sağlayabilme isteğiyle sağ elini duvara yasladı ve soluklandı. 'İlk adım tamamlandı kaldı diğerleri.' diye düşünen Doğukan gözlerini tavana çevirdi. Sırada, yayı tepedeki tavan kancasından çıkartmak vardı ki bunun için genç adamın bir şeyin üzerine çıkması gerekiyordu. Bacağının kendisini zorlayacağının farkında olan Doğu iki işi aynı anda yapmaya karar vererek halatı eline aldı.

 

Yatağının üzerine oturan genç adam, dışarıdan gelen sokak lambalarının ışığı sayesinde hafif aydınlık olan odasında gayet rahat hareketlerle halata düğüm attı. Odanın yarı karanlık olmak ya da elinin sakat olması önemsizdi onun için. 7 yaşından beri babasıyla dağ tırmanışlarına giden Doğu için, bir halata asla kopmayacak sıkılıktaki bir dağcı düğümünü atmak çocuk oyuncağıydı.

 

Dişleriyle halatın bir ucunu çeken Doğukan, sol elinin bilek kısmıyla halatı tuttu ve sağ eliyle son çekişini yaparak eserine baktı.

 

Mükemmel olmuştu!

 

Yatağından doğrulan genç adam çalışma masasının yanındaki taburelerden ikisini aldı ve demirin altına gelerek ikisini yan yana koydu. 4 yılda birçok kez arkadaşlarına ev sahipliği yapan bu tabureleri, günün birinde intihar etmek için kullanacağını asla düşünmezdi genç adam.

 

Dudaklarında acı bir gülümseme belirirken geçmişteki o tasasız çocuğu hüzünle andı Doğukan.

 

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu yüzden de... Ölüm en iyi seçenek.

 

Bu düşünceler içindeki adam önce tepeye sonra taburelere baktı.

 

"İnat etmeyip iki dakika bileğimi kesseydim kesinlikle çok daha kolay olacaktı."

 

İç geçiren Doğukan elindeki değnekten de güç alarak bir şekilde taburenin üstüne çıktı. Sağlam bacağını bir tabureye koyan genç, sakat bacağını da diğerinin üzerine koymuştu.

 

Kancadaki yayı çıkartmak için elini tavana uzatan Doğukan gözünün önüne giren sargı ile bir kez daha küfretti. Sağ elindeki halatı sol kolunun altına koyan adam sağ eliyle yayı çıkarttıktan sonra halatın düğümsüz ucunu boş kalan kancadan geçirdi.

 

Yerden uzanabileceği bir noktaya geldiğinde halatı öylece bırakan Doğukan bacağına yasladığı değneğinden yardım alarak tekrardan yere indi.

 

Halatın ucunu tutan adam yere monteli yatağının yanına geldi ve yere oturarak halatı yatağın bacağından geçirdi. Gözlerini kancaya çeviren Doğukan düğümlü kısım yeterli yüksekliğe ulaştığında bir düğümü de oraya attı.

 

Yatağından destek alarak zorlukla ayağa kalkan delikanlı yüzünden akan terleri silerek bir kez daha soluklandı.

 

"Bak hap işi de olurdu. İlaç kokusuna iki saniye katlanmak bundan çok daha basitti."

 

Kendi kendine konuşan genç, birkaç saniye tavandan sarkan ipe baktı.

 

"Bir gün boks torbamın yerinde, halat sallandıracağım aklıma gelmemişti. 3 yıldır torbaya vurduğum gibi sen de bana vurdun be hayat. Bugün yapacağın son vuruş oldukça sıkı olacak!"

 

Tekrardan taburelerin yanına gelen Doğukan derin bir nefes alarak az önceki gibi zorlanarak üstlerine çıktı. Bu sefer az öncekinin aksine değneği düşmesin diye uğraşmamış hatta bile isteye onu iterek yere düşmesini sağlamıştı.

 

Bakışlarını soğukkanlılıkla halata çeviren Doğukan sargılı eli ve sağ eliyle halatı tuttu.

 

"Alnıma 'Lütfen evde denemeyiniz.' yazılı bir kağıt assa mıydım acaba? Yaşıtlarıma kötü örnek oluşturmayayım." diyen Doğukan bu cümlesiyle içinde bir yerlerde o tasasız, dalgacı çocuğun az da olsa yaşadığını hissetmişti.

 

"Yaşasa ne? Yüzde 99'u ölüyken o yüzde birin şansı mı var?"

 

Acı dolu bir sesle mırıldanan Doğukan onu ilk bulacak kişinin kim olacağını düşündü. Bunu düşündüğünde ilk defa bir korku belirmişti genç adamda.

 

"Umarım Ecem ya da bizimkilerden biri olmaz. Bir polis olsun, bir yetişkin olsun ama bizimkiler olmasını. Beni tavanda öylece asılı görmesinler."

 

Gözlerini kapatan genç, geride bıraktıklarını düşünürse tereddüte düşeceğini fark ederek dişlerini sıktı. Şu an tereddüt zamanı değil ölüm zamanıydı. Tuttuğu ipi boynundan geçiren Doğukan, gözünden düşen yaşa eş olarak titrek bir nefes aldı.

 

"Arkamdan çok ağlama olur mu Kraliçem?" diye fısıldayan genç adam sağlam ayağıyla, ayaklarının altındaki tabureleri itti.

 

Boğazında hissettiği ani baskı kesik ve son bir nefes almasına neden olurken yaşamak isteyen bedeni istemsizce çırpındı fakat beyhude bir çırpınıştı bu.

 

Ölen ruhu, bedeninin yaşama isteğini çoktan reddetmişti çünkü...

 

🐺

 

Evin etrafında dolaşan 17 yaşındaki genç, bulduğu açık camdan hızla içeri daldı. Kalbinin üzerinde öylesine büyük bir korku vardı ki bu korku dikkatsizliğine neden olmuş ve camdan içeri girer girmez yere kapaklanmıştı.

 

Bunu önemsemeyerek hiç duraksamadan ayağa kalkan Burak'ın hissettiği ilk şey gaz kokusu olmuştu.

 

"Hayır." diye fısıldayan genç adam hızla mutfaktan çıktı. Girişin oraya geldiğinde telefonunun fenerini açan Burak telefonu duvarlara tutarak ana şarteli aramaya başladı. Gazın evi patlatacak yoğunlukta olup olmadığından emin değildi ama işi riske atmak istememişti.

 

Saniyeler içinde bulduğu şartele doğru koşarak giden genç onu hızla indirdikten sonra etrafına bakındı.

 

"Neredesin Doğu?" diye mırıldandırken elindeki telefonu salonda gezdirmeye başladı. Tanıdık mobilyalar boğazının düğümlenmesine neden olmuştu.

 

Sahi 4 yıl içinde kaç kez gelmişti bu eve? Dicle Teyze kaç kere ona/onlara kek ve meyve suyu getirmişti? Remzi Amca kaç kez onlarla muhabbet etmiş, okuldaki başarılarından dolayı omuzlarına babacan bir tavırla takdir edercesine vurmuştu?

 

Gözlerinin dolduğunu hisseden Burak şu an anılara dalmanın sırası olmadığının bilinciyle derin bir nefes aldı.

 

Ne yapacaktı? Doğu nerede olabilirdi?

 

İlk önce Doğukan'ın odasına bakmaya karar veren Burak oraya yöneldiğinde duyduğu yüksek ses ile arkadaşının odasında olduğundan emin oldu. Odaya doğru yürürken bir yandan da arkadaşına sesleniyordu.

 

"Doğu? Ulan! Öldüreceğim oğlum seni! Beni bu kadar korkutmanın bedelini ödetece..."

 

Yarı aralık duran odanın kapısını iten Burak, en yakın arkadaşının tavanda asılı olan bedenini gördüğünde tüm kanının çekildiğini hissetti. Elindeki telefon parmaklarının arasından kayıp yere düşerken genç adam öylece kalakalmıştı.

 

"Hayır..." diye fısıldayan Burak dönmeye başlayan başını yok saymaya çalıştı.

 

Hayır! Olmazdı! Onu da kaybedemezdi.

 

Aklı ilk kez ölü bedenler gördüğü o güne gitmek için çabalarken başını iki yana sallayan Burak, gözlerindeki yaşlar yüzünden buğulu gördüğü odaya hızlıca baktı. Çalışma masasının üzerindeki maket bıçağını fark ettiğinde titreyen elleriyle onu alan genç adam, yerdeki tabureyi kaldırarak arkadaşının moraran yüzünü ya da hareket etmeyen göğsünü yok sayarak bıçakla halatı kesmeye başladı. Genç adam, öylesine hızlı ve tedbirsiz hareket ediyordu ki bıçakla elini kesmişti fakat bunun farkında dahi değildi.

 

Halat kopmak üzereyken, arkadaşı yere düşmesin diye onun bedenini sırtlayan Burak, halata son darbeyi vurdu. Doğukan'ın üstüne binen olanca ağırlı onu afallatsa da hızla toparlanmış, taburenin üstünden inerek arkadaşını sırt üstü yere yatırmıştı genç adam.

 

Nefes almayan arkadaşını...

 

"Sakın sakın. Ölemezsin! Ölemezsin kardeşim..." diye delirmişçesine sayıklayan Burak titreyen elleriyle arkadaşına temel yaşam desteği uygulamaya başladı.

 

Önce 'Baş geri-çene yukarı' pozisyonunu uygulayan adam solunumunun durduğundan emin olduğu arkadaşının nabzını kontrol etti.

 

Atmıyordu!

 

"Ölmeyeceksin! Beni bırakamazsın! Ölmeyeceksin Doğu! Ölmeyeceksin! Duydun mu beni? Ölmeyeceksinَ! Ölemezsin!"

 

Baştan ayağa tir titreyen Burak, ağzından bir hıçkırık kaçarken kesik bir nefes aldı. Belki de yıllar sonra ilk defa yeşillerinden bu denli çok yaş dökülüyordu.

 

"Gidemezsin..." diye fısıldayan genç adam arkadaşına kalp masajı yapmaya başlamıştı. Mantığı devre dışı kalmış olsa da şaşırtıcı bir şekilde ne yapması gerektiğini, nasıl yapması gerektiğini hatırlıyordu Burak.

 

Okuldaki ilk yardım dersinde öğrendiği gibi kalp masajı yapmaya başlayan genç, 30 bası uyguladıktan sonra arkadaşına suni teneffüs verdi.

 

Bu işlem kaç dakika sürdü, kaç kalp basısı yaptı, kaç nefes verdi hatırlamıyordu Burak. O an, yıllar önce kurtaramadığı annesini kurtarıyordu aslında genç adam. Bu yüzden de eğer Doğukan'dan gelen kesik sesi duymasaydı, birisi onu o halde bulup durduruna kadar devam ederdi kalp masajına.

 

Doğukan'dan kısık sesli bir hırıltı yükseldiğinde durdu Burak. Küçük bir hırıltının bu denli acı ve mutluluk verici olacağını hayatta tahmin edemezdi genç adam. Doğukan'ın zayıf bir şekilde almaya başladığı nefeslerle göğsü inip kalkmaya başlarken ellerini arkadaşının göğsünden çekerek nabzına baktı.

 

İlk on saniye yavaş atan atışlar zamanla yükselmeye başlamıştı. Bu durum derin bir nefes almasına neden olurken kalan son akıl zerresiyle de arkadaşının dakikadaki kalp atışını hesaplayan Burak, nabız olması gereken ritme ulaştığında elini çekti.

 

Kendine gelmek için çabalarken bunun oldukça boş bir çaba olduğunu fark etti genç adam. Bugün, hayatı boyunca unutmayacakları arasına altın harflerle kazınmıştı. Kendisinden haber beklediklerini hatırladığında hızla Ecem ve Emre'ye mesaj attı.

 

-Onu buldum. İyi...

 

'Yalan! Külliyen yalan! İyi falan değil. Bir daha asla iyi olamayacak.'

 

Bitap bir şekilde arkasındaki yatağa yaslanan Burak gözlerini kapattı. Üstü başı kan ter içinde kalmış, nefes alış-verişleri ise hayatında hiç olmadığı kadar sıklaşmıştı. Kollarında hissettiği yoğun ağrı hafifçe inlemesine neden olurken yaşananların ağırlığıyla yutkundu.

 

Gerçekten kaç dakika kalp masajı yapmıştı acaba?

 

Burak, ambulansı araması gerektiğini bilse de buna yeltenmedi. Doğukan'ın intihar ettiğini duyarlarsa tedavi için hastaneye yatırmaya kalkarlardı ve bu arkadaşının gerçekten de ölmesine neden olurdu.

 

O her şeyi bildiklerini zanneden psikolog/psikiyatr bozuntuları! Hepsinden nefret ediyorum, hiçbirine güvenmiyorum. Gerçekten de yaraları iyileştirebileceklerini zannediyorlar. Yok öyle bir dünya! Bazı yaralar asla iyileşmez.

 

İçindeki nefret harlanırken dişlerini sıktı. Psikologlardan ciddi anlamda nefret ediyordu genç adam. Yıllarca onlarca kişi karşısına geçip bilmiş bilmiş 'Bir psikoloğa gitsen?' demişti.

 

Gitmeyecekti!

 

Gitmeyecekti işte!

 

Bir psikologla aynı odada bulunmayı bırak aynı arabada aynı sokakta hatta aynı semtte birlikte olmaya katlanamıyordu Burak. Hepsi aynıydı onların. Sahte bir ilgiyle 'Anlat!' der, sonrasında da aldığı para kadar basmakalıp teselli sözcükleri kurar ve seans saatleri sona erdiğinde de seni bir paçavra gibi kapının önüne atarlardı.

 

~Psikologlardan bu denli nefret eden gencin gelecekte bir psikoloğa kör kütük aşık olacak olması, hayatın en güzel ironisi olmalıydı.~

 

Düşüncelerini bir kenara bırakan Burak, bakışlarını yerde yatan arkadaşının hareketsiz bedenine çevirdi. Duyduğu nefes sesleri olmasa adamın öldüğünü düşünebilirdi.

 

"Bana hayatımın en büyük ikinci korkusunu yaşattığın için seni öldüreceğim Doğukan." diye mırıldandı Burak sesinde hissedilen öfke, acı ve korkuyla.

 

"Bunu za... Öhö öhö. Bunu zaten ben yapıyordum... Öhö. Niye kurtardın beni?"

 

Zorlukla konuşan Doğukan tekrardan bir öksürük krizine girdiğinde Burak derin bir nefes alarak ayağa kalktı.

 

Çalışma masasının altındaki dolap kapağını açan Burak, oradaki su şişelerinden iki tanesini eline aldı. Genç adam neyin nerede olduğunu bilecek kadar çok vakit geçirmişti bu odada, bu evde.

 

Geri dönmek üzereydi ki masanın üzerindeki bir kağıt dikkatini çektiği için durdu. Odadaki loş ışığa rağmen kağıdın üzerindekileri okuyabilen Burak acıyla gözlerini kapattı.

 

"Neye bakıyorsun? Ellerimin arasından giden mükemmel hayatımın kalıntılarına mı?" diye mırıldandı yerde sırt üstü yatan Doğukan. Bakışları, tavandaki kesilmiş halattaydı.

 

Yorum yapmadan arkadaşının yanına gelen Burak yere oturarak elideki suları ortalarına bıraktı.

 

"Hiç bahsetmemiştin."

 

"Düşünme aşamasındaydım. Hayat benim yerime düşündü ama." dedi Doğukan acıyla. Bakışları hala kesik halattaydı.

 

Burak, tekrardan sessiz kaldı. Kağıt, Tff 1. Lig'teki hatırı sayılır bir İstanbul'lu takımın altyapısına giriş belgesiydi. Yaklaşık 1 ay önce okullarına izlemeye geldiklerinde Doğukan'ın oynayışını oldukça beğenmişlerdi. Doğukan 'Meslek olarak değil de hobi olarak uğraşıyorum futbolla.' palavrasını sıksa da futbolcu olma düşüncesini ciddi ciddi düşünmeye başladığını biliyordu Burak.

 

Doğukan'ın en büyük hayali günün birinde aşık olduğu Beşiktaş'ta forma giyebilmekti ne de olsa...

 

Arkadaşının ayağındaki alçıya bakan Burak, boğazının düğüm düğüm olduğunu hissetti. Artık top peşinde koşturmayı bırak, değneksiz yürüyüp yürüyemeyeceği bile belli değildi.

 

"Bana acıyarak bakma!" diye tıslayan Doğukan yavaş yavaş kendine geldiğini hissediyordu. Bir toparlansın Burak'ın ağzına sıçacaktı!

 

"Sana acıyarak bakacak son kişi bile olamam." diye mırıldandı Burak.

 

Yattığı yerden hafifçe doğrularak duvara doğru yaslanan Doğukan su şişesini eline aldı fakat açamadı. Öylesine güçten düşmüştü ki kapağı açmak için sarfettiği çaba bile elinin kolunun boşalmasına neden olmuştu.

 

"Açsana..." diye mırıldanarak su şişesini arkadaşına doğru uzattı.

 

Garipti! Tepelerindeki kesilmiş halatın yarısı yanlarında, diğer yarısı ise yatağın bacağına bağlı duruyordu fakat ikisi de sanki az önce yaşananlar olmamış gibi sakinlerdi.

 

Doğukan, Burak'ın şişeyi almasıyla çok büyük bir yanlışta olduğunu fark etti.

 

Kendisi sakin olsa da Burak kesinlikle sakin değildi!

 

Tuttuğu şişe sanki elektirik verilmiş gibi titrerken Burak zorlanarak şişenin kapağını açtı. Ciddi anlamda kolları ağrıyor, hatta saçma bir şekilde kalp masajı yapan eli acıyordu.

 

Arkadaşına bir bakış atan Doğukan içinde yükselmeye başlayan vicdan azabının sızısını hissederken suyu kafasına dikledi. Şişeyi kenara bıraktığında elinde hissettiği ıslaklık bakışlarını sağ eline çevirmesine neden olmuştu. Gördüğü kan ile hızla Burak bakan genç büyük bir şokla konuştu.

 

"Burak?"

 

"Ne?" diyen arkadaşının sesindeki öfkeyi duyan Doğukan öfkelenmesi gereken kişinin kendisi olduğunu düşünürken arkadaşını incelemeye başladı. Burak'ın sol elinde gördüğü kırmızılık korkuyla konuşmasına neden olmuştu.

 

"Elinde kan var. N'oldu?"

 

Doğukan'ın söylediği cümleyle birlikte eline bakan Burak şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.

 

'Boşuna sızlamıyormuş. Ben de kalp masajına bağlamıştım.' diye düşünen Burak loş ışıkta elindeki kanla bakıştı.

 

O gün de elleri böyle kana bulanmıştı.

 

Annesinin kalbine saplı bıçak, babasının kalbine giren kurşun aklına gelirken başını yatağa yasayarak gözlerini kapattı. Bu hareketi iki gözünden de birer damla yaş düşmesine neden olmuştu. Bir süre sonra Doğukan'ın kurduğu cümleyle gözlerini açtı.

 

"Seni daha önce hiç böyle görmemiştim."

 

"S*ktir!" dedi Burak öfkeyle.

 

Bir de konuşuyor muydu gerçekten? Hayatının açık ara farkla en berbat ikinci gününü yaşatıyordu, bir de üstüne rahat rahat konuşuyor muydu?

 

"S*tir olup gidecektim zaten ben. Eğer birileri engel olmasaydı!"

 

"Kapa çeneni Doğukan yoksa sağlam kalan gözün de benim elimde kalacak!"

 

Yaslandığı yerden hafifçe doğrulan Doğu öfkeyle karşısındaki arkadaşına baktı.

 

"Kalsın! Ben her lanet güne bu gözün gördüklerini unutma isteğiyle başlıyorum zaten. Gerçi gözümün haşatını çıkartman unutturmuyor. Öyle olsaydı yaklaşık 2 aydır dünyaya kör olan sol gözümün yaşadıklarını unuturdum."

 

Doğukan'ın söyledikleri Burak'ın dudaklarında acı bir gülümseme belirmesine neden oldu.

 

'Unutulmuyor be kardeşim. Hafızanı sildirmiş olsan bile o gün yaşadıklarını hatırlayan kalbini söküp çıkartmadan unutulmaz bu acı da, o gün de.'

 

Burak'ın sessiz bakışlarını gören Doğukan, 4 yıldır ilk defa gerçek anlamda karşısındaki arkadaşını inceledi. Burak her zaman bir tık kendini geride tutardı. Mesela bazen hiç beklemedikleri anlarda ani çıkışlar yaparak çeker giderdi. Ya da onlarlayken bambaşka yerlere gitmiş gibi dalardı. Genç adam çoğunlukla bir ergen gibi değil de tüm dünyayı sırtında taşıyan, yaşını başını almış bir adam gibi davranırdı ve Doğukan ile Ulaş onun bu durumuna asla anlam veremezlerdi.

 

Yani bir insanın böyle olmasına ne sebep olabilirdi ki?

 

Sargılı eline bakan Doğukan'ın aklında patlama sesi yankılanırken hüsranla gözlerini kapattı. Bu dünyadaki hiçbir şeyin çocuk ruhunu, yaşama sevincini, saçma sapan esprilerini öldüreceğini düşünmemişti.

 

"Beni neden kurtardın?" diye fısıldadı ölümcül sessizlikte. Bu cesaret ettiği şeye bir daha ne zaman cesaret edebilirdi bilmiyordu Doğukan. Nefesi kesilmeden önce aklındaki son düşünce Ecem'di. Ecem'ine son kez sarılmak istemişti. Kraliçesinin kahkahasını duymak istemişti.

 

Duysan ne fayda? O kahkahalara asla eşlik edemeyeceksin. Ve bu durum bir gün onun kahkahalarının da sönmesine neden olacak.

 

İçinde yükselen yoğun öfke ve acı nefes aldırmazken öfkeyle tekrarladı.

 

"Beni neden kurtardın?"

 

"Acaba neden?" diye söylendi Burak gözlerini devirerek. Doğukan'a karşı sabırlı olmaya çalışıyordu fakat aklında bir bumerang gibi arkadaşının ipte sallandığı görüntüsü varken bu sabrın mevcudiyyeti biraz zor olacak gibiydi.

 

"Bir de göz mü deviriyorsun? Beni neden kurtardın Burak? Ne zannediyorsun? 'Ayy yanlışlıkla asılmışım beni kurtardığın için teşekkürler.' ya da 'Ohh be son nefesimde pişman olmuştum. İyi ki kurtardın beni. Yaşasın önümdeki güzel mutlu günler.' diyeceğimi mi? Kusura bakma ama bunların hiçbirini söylemeyeceğim. Teşekkürü bırak, ultra sövüyorum sana şu an. Ne diye işin olmayan şeylere karışırsın ki? Neden bana engel oldun? Kim dedi gel beni kurtar diye?"

 

Doğukan'ın her zerresi, sözlerinin eksiğinin değil fazlasının olduğunu haykırıyordu. Genç adam arkadaşının onu kurtarmasından gram memnun değildi.

 

Az öncesinde Doğukan'ın atmayan nabzı ve hareket etmeyen göğsü, yıllar önce elini tuttuğu anne ve babasının da aynı şekilde cansız yattığı zamanı hatırlatmıştı ona. Bu yüzden de kendisini kurtardığı için ona onlarca şeyi sayan arkadaşına bakan Burak kontrolünü kaybettiğini hissetti.

 

"Sen de aynı şeyi yapardın!"

 

Doğukan alayla güldü.

 

"Senin intihar etmek için bir sebebin mi var da aynısını yapacağım bir durum oluşacak?"

 

"Diyelim ki var... Ne yapacaksın? Beni kurtarmayacak mısın?"

 

Bu varsayımı hafife alan Doğukan rahatlıkla cevap verdi.

 

"Gerçekten de haklı bir nedense... Kurtarmayacağım."

 

Dudaklarında bir gülümseme beliren Burak arkadaşına baktı ve kesin bir sesle konuştu.

 

"Unutma ama bu sözünü!"

 

Yavaş hareketlerle ayağa kalkan genç camın önüne giderken Doğukan alayla güldü.

 

"Birinci kat intihar için çok yüksek değil mi?"

 

"Camdan atlamak mı? Cık! Hiç tarzım değil. Bak uçurum olsa olurdu. O yükseklik güzel. Böyle yere düştüğünde tüm kemiklerin falan kırılıyor acı çekiyorsun. O iyi."

 

Burak'ın ses tonunu duyan Doğukan kaşlarını çattı.

 

Fazla mı ciddi çıkıyordu o ses? Tek ciddi de değil anlattığı şeyden zevk alırmış gibi...

 

Arkadaşı camı açarken anlamsız gözlerle izledi onu genç adam.

 

Allah aşkına ne saçmalıyordu bu Burak?

 

Arkadaşının hareketleri öylesine garipti ki 18 yıllık evinin odasında bulunmasalar, 10. katta olduklarını ve karşısındakinin de intihar etmek üzere olduğunu düşünebilirdi Doğukan.

 

Burak'ın elinde tuttuğu telefonunu camdan dışarıya doğru fırlattığını görmesiyle yaslandığı yerden doğruldu.

 

"Ne yapıyorsun?" derken ilk defa içinde bir korkunun filizlenmeye başladığını hissetti.

 

"112'yi arayama diye telefonumu atıyorum. Birazdan yok yere uğraşma diye de söyleyeyim. Gaz kokusundan dolayı şarteli indirmiştim. Bu bacakla ve o elle şarteli açman biraz imkansız. Anlayacağın ev telefonu işi de yaş. Komşulara haber vermek için dışarı çıkıp, geri gelene kadar da ben zaten çoktan tahtalı köye yollanmış olurum."

 

"Ne saçmalıyorsun sen Burak?" diyen Doğukan buz gibi bir sesle bu cümleleri kuran arkadaşına bakakalmıştı.

 

Burak'ın şakası yoktu!

 

Genç adam onun bu düşüncesini kanıtlamak istercesine cebinden bir maket bıçak çıkarttı. Bıçağı gören Doğukan az önce yerde yanlarında duran maket bıçağına baktı.

 

Yoktu!

 

"Bak unutma! İşin olmayan bir şeye karışmayacaksın. Engel olmayacaksın, beni kurtarmayacaksın. Söz verdin!"

 

Doğukan sargısız elini ağrıyan başına götürürken alayla güldü.

 

"Tamam, tamam. Haklısın! Lafla peynir gemisi yürümüyormuş. Ben de seni kurtarırdım. Az önce söylediklerim için özür dilerim. İstediğin empatiyi yaptım. Beni kurtardığın için teşekkürler. Şimdi bırak o bıçağı."

 

Arkasındaki camdan giren ışık sırtına doğru vurarken Burak'ın kaşları havaya kalktı.

 

"Oyun bozanlık yapıyorsun ama Doğu. Kurtarmayacağını söylemiştin."

 

"Tamam! Kurtarırdım. Yerinde olsaydım ben de seni kurtarırdım. Haklıydın. Bırak şunu Burak!"

 

"Hayır."

 

Gayet olağan bir şeymiş gibi parmaklarını elindeki maket bıçağının kenarlarına hafifçe sürten Burak, parmağından çıkan kana bakarak mırıldandı.

 

"Keskinmiş."

 

Hızlı hızlı nefesler almaya başlayan Doğukan korkunun tüm bedenini kapladığını hissetti.

 

"Bırak şimdi şu oyunu! Fazla uzattın! Anladım beni kurtarma isteğinin nedenini. Yeter daha fazlasına gerek yok."

 

Burak, yeşil gözlerindeki ölümcül ifadeyle arkadaşına baktı.

 

"Sesinde korku var Doğu. Sen de biliyorsun... Bunun bir oyun olmadığını."

 

Etrafına bakınan Doğukan, az ilerisinde duran değneğine hızla uzanırken bu durum geçtiğinde böyle hissetmesine neden olduğu için Burak'ı bizzat kendisinin öldüreceğine dair içinden yeminler etmeye başladı.

 

"Boşuna gelme! O bacağınla bana engel olamazsın."

 

Değneğini eline alan Doğukan zorlukla ayağa kalkarken kalbindeki korkunun had safhaya yükseldiğini hissetti.

 

"Bırak şu bıçağı!"

 

"Cık!" diyerek omzunu silken Burak bıçağı kalbinin üzerine dayadı.

 

"Seni öldüreceğim!" diye çıkıştı Doğukan.

 

"Boşuna uğraşmana gerek yok. Bunu ben yapacağım zaten."

 

Titrek bir nefes alan Doğukan rollerin nasıl bu denli hızlı değiştiğini merak etti. Alçılı ayağının üstüne basarak arkadaşının yanına gelirken hissettiği ağrı, aldığı ilacın etkisinin neredeyse geçtiğinin göstergesiydi. Bunu umursamayan Doğukan dişlerinin arasından tısladı.

 

"YETER! Bırak şu saçmalığı Burak."

 

"Nesi saçmalıkmış? Sen yaptığında saçmalık değil de ben yaptığımda mı saçmalık oluyor?" diyen Burak buz gibi bakışlarıyla arkadaşına baktı ve tısladı.

 

"Geri bas!"

 

Arkadaşının ses tonu, Doğukan'ın duraksamasına neden olurken Burak daha yumuşak bir sesle konuştu.

 

"Üzerine kan sıçramasın."

 

Başının döndüğünü hisseden Doğukan delirmişçesine gülmeye devam etti.

 

"Üzerine kan sıçramasın diyor yaa. A*ına koyayım delirtme beni Burak!"

 

Burak, sessiz kalarak arkadaşına baktı. Onun zehir yeşili bakışlarındaki ciddilik tüm ruhunu kaplarken Doğukan isyan içinde konuştu.

 

"Onca acının üzerine, bir de bunu kaldırabileceğimi düşünüyorsun musun gerçekten?"

 

"Sen düşündün ama..." diye fısıldadı Burak bakışlarını tavandaki halata çevirirken.

 

"Bencilsin Doğu. Çok bencilsin. Seni tavandan sarkarken gördüğümüzde nasıl hissedeceğimizi hiç düşünmedin mi?"

 

"Düşünmek mi? O da ne? Ölüler düşünemez Burak. Ben 1,5 ay önce öldüm."

 

"Ruhun ölse bile bedenin ayakta, karşımda duruyor."

 

"Duramıyor... Değneği bıraktığım anda düşerim." dedi Doğukan acı dolu bir sesle.

 

Burak derin bir nefes aldı. Karşısında çok büyük bir yıkıntı duruyordu.

 

Oldukça tanıdık gelen bir yıkıntı...

 

"Tekrardan deneyeceksin." dedi Burak bariz ortada olan bir şeye değinerek.

 

"Ölene kadar deneyeceğim." dedi Doğukan söylediği gayet sıradan bir şeymiş gibi.

 

Burak'ın dudaklarında hüzünlü bir gülümseme belirdi.

 

"Bu yüzden... Senden önce gitmeliyim. Öldüğünü göremem."

 

Başına tekrardan bir ağrı saplanan Doğukan sinirli bir nefes aldı.

 

"Asıl ben senin öldüğünü göremem. Bir kaybı daha kaldıramam."

 

Elindeki bıçağa bir bakış atan Burak hafifçe başını salladı. Kendince 'Ben de.' diyordu genç adam.

 

"Eeee bir paradoksun tam ortasına düştük. Ne yapacağız?" dedi Burak yeşillerini mavilere çevirirken

 

Doğukan, öfkelenmeye başladığını hissederek sağ elini yumruk yaptı.

 

"Önce elindekini, sonra da beni bırakacaksın."

 

"Seni bırakırsam ölürsün."

 

"İSTEĞİM BU ZATEN!" diye bağırdı Doğukan öfkeyle.

 

"Ölemezsin! Buna izin vermeyeceğim." dedi Burak gözlerindeki çaresizlikle. Arkadaşının atmayan kalbi ve durmuş nefesi aklına gelirken titrek bir nefes alan genç adam fısıltıyla tekrarladı.

 

"İzin veremem."

 

"Ne izninden bahsediyorsun? Sen benim yaşadığım cehennemi biliyor musun Burak? Ha? Ben annemle babamı aynı gün aynı anda kaybettim, üstüne üstlük normal bir kayıp değildi. Gözlerimin önünde patladılar. Beni kurtardıktan sonra... Gözlerimin önünde öldüler. Sen bunun nasıl bir his olduğunu biliyor musun? Biliyor musun he? BİLİYOR MUSUN?"

 

"Biliyorum." diye mırıldanan Burak ipin ucunu kaçırdığını hissetti. 14 gün sonra, tam 2 hafta sonra, o cehennemin yıl dönümüydü. Ailesiyle beraber öldüğü o gün! Burak'ın ortadan kaybolduğu gün...

 

Her yıl, atlama isteğiyle bir uçurumun kenarına oturduğu ama sevdikleri için son adımı atamadığı o gün.

 

Tekrardan Doğukan'a baktı Burak.

 

Bencildi işte! Çok bencil.

 

'O zamanlar onun yaşında olsaydın, 11 yaşında bir çocuk değil de 18 yaşında bir genç olsaydın... Sen de böylesine bencil olmaz mıydın Küçük Alfa?'

 

İç sesinin hitabı kalbine bir ok misali saplanırken gözlerinin dolduğunu hissetti Burak. Yalnızca 4 ay sonra 18 yaşına basacaktı. Küçükken hep '18 yaşıma geldiğimde bana Küçük Alfa diyemeyeceksiniz. Kocaman olacağım çünkü.' derdi. Bilmiyordu ki Burak. O zamanlar anlamamıştı. O Alfa'nın başındaki Küçük sıfatının yaşı küçük olduğu için değil de, Büyük Alfa'nın babası olmasından kaynaklandığını anlamamıştı.

 

Bunu anladığı gün, babasını kaybettiği gündü. Babası gözlerindeki yaşlarla 'Tek Alfa sen olacaksın.' dediğinde anlamıştı.

 

O günden sonra Büyük Alfa'nın olmadığı bir dünyada, Küçük Alfa olmanın da bir anlamı kalmamıştı tabii.

 

Büyüğü gittiğinde, Küçüğü bitmişti.

 

"Biliyormuş(!). Nah biliyorsun! S*ktir git Burak. Bu konu, bilmişlik taslayarak ukalalık yapabileceğin bir konu değil."

 

Doğukan'ın cümlesini duyan Burak alayla kahkaha attı.

 

"Sen nereden biliyorsun ki bu konunun nasıl bir konu olduğunu? Yalnızca 1,5 aydır yaşıyorsun bu acıyı."

 

Doğukan hayretle Burak'a baktı. Sanırım bugün karşısındaki adamla arkadaşlığının son günü olacaktı. Bu saatten sonra onun gibi birisi kesinlikle arkadaşı olamazdı.

 

"Ne diyorsun lan sen? O sesindeki küçümseme mi? Sen kimsin de benim yaşadıklarımı küçümseyebiliyorsun? Sen benim ne yaşadığımı biliyor musun?"

 

"Peki sen benim ne yaşadığımı biliyor musun?" diye mırıldandı Burak büyük bir isyanla.

 

"Ne yaşadın? Allah aşkına Burak ne yaşamış olabilirsin ki? Baban küçükken istediğin oyuncağı mı almadı? Ya da annen..." diyen Doğukan duraksadı. Ânın hararetiyle Burak'ın annesinin vefat ettiğini unutmuştu. Burak, tanıştıkları ilk günden itibaren Emre'lerde yaşadığı için çoğu zaman onların arasındakinin kan bağı değil de süt bağı olduğunu unutuyordu/unutuyorlardı.

 

Böyle olunca Salih Amca değil de Enver Amca babasıymış, Sevda Teyze de annesiymiş gibi bir intiba oluşturuyordu. Bu yüzden de Burak'ın öz annesinin olmadığı Doğukan'ın aklından çıkmıştı.

 

"Özür dilerim. Haklısın anneni küçükken kaybetmiştin bu yüzden de kaybın ne olduğunu biliyorsun ama yaşadıklarımla yaşadıklarını kıyaslayamazsın."

 

"Emin misin?" diye fısıldadı Burak acı dolu yeşil gözleriyle arkadaşına bakarken. Burak'ın gözlerindeki acı Doğukan'ın kaşlarını çatmasına neden olmuştu.

 

"Bu da ne?"

 

Yaptığı büyük hatayı fark eden Burak, kalp atışları hızlanırken her zaman yaptığını yaparak yüzüne alaycı maskesini taktı.

 

"Nasıl? Kandırdım mı seni? Yaşadıklarını küçümseyebilecek birisiymişim gibi bir izlenim oluşturabildim mi?"

 

Onun alaycı ve ukala üslubu Doğukan için son noktaydı.

 

"Senin ana..."

 

Edeceği küfrü zorlukla yutan Doğukan, yeşillerdeki ölümcül bakışlara baktı.

 

İkilinin arkadaşlığı kesinlikle bugün son bulacaktı!

 

"Tamamlasana Doğukan. Tamamla o cümleni. Ben de az önce hayatını kurtardığım bu bıçağı önce sana, sonra da kendi kalbime saplayayım."

 

Burak'ın buz gibi çıkan sesi karşısında Doğukan sessiz kaldı. Burak'ın en yumuşak karnına 'Yapma!' dediği halde saldırmıştı. Fakat karşısındaki de ne halde olduğunun farkında değil miydi?

 

"Halimi görmüyor musun Burak? Ne diye üstüme geliyorsun?"

 

"Sen benim halimi görmüyor musun Doğukan? Kendini asan sen isen elinde bıçak olan da benim."

 

"Yine başrol olmak için tutturdun sanırım? Her şeyde birinci olmaya çalışmak gibi bir hobin var değil mi? Ama üzgünüm (!). Söz konusu aileyi kaybetmekse birincilik benim hakkım."

 

Burak, gözlerinde derin bir acı varken alayla güldü.

 

"Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz?"

 

Arkadaşının en sevdiği şarkıdan melodisiyle birlikte alıntı yapması üzerine Doğukan iç geçirdi. Burak'ın favori şarkısı sanırım artık Doğu'nun da favorisi olacaktı.

 

"Ehh kimse diğerinin neler çektiğini bilmiyor işte. Bırak artık şu saçmalığı ve çek git evimden."

 

"Gitmiyorum. Gönderebiliyorsan gönder." dedi Burak arkasındaki camın pervazına yaslanarak.

 

"Her şeye sil baştan mı başladık?"

 

"Kendini öldürmene izin vermeyeceğim Doğu."

 

Gözlerini deviren Doğukan öfkeli bir nefes aldı. Bacağındaki ağrı iyice baş gösterirken arkadaşına ters bir bakış attı.

 

"Az önce yarım bıraktığım küfrü tamamlarsam s*tir olup gidecek misin?"

 

Doğukan'ın kurduğu cümle Burak'ın yaslandığı pencere pervazından öfkeyle doğrulmasına neden olmuştu.

 

"Ahh! Sanırım o zaman beni rahat bırakacaksın. O zaman tamamlayayım da sen de si..."

 

Doğukan'ın yanına gelen Burak arkadaşını yakasından tuttuğu gibi duvara yasladı. Böyle bir hamleyi beklemeyen Doğukan değneğini elinden düşürürken sertçe duvara çarpan sırtı yüzünden kesik bir nefes almıştı.

 

"Sana 'Yapma!' dedim di'mi?" diyerek tıslayan Burak elindeki maket bıçağını arkadaşının karnına yasladı.

 

"Öldürecek misin? Yapsana! Yap yalvarırım."

 

Bıçağı arkadaşının karnından çeken Burak kendi kalbine doğru çevirerek güldü.

 

"Yapacağım hiç merak etme!"

 

Arkadaşının ses tonu oldukça tanıdık çıkmıştı.

 

Dakikalar önce kendisini nasıl öldüreceğiyle alakalı kendi kendine yaptığı tartışmalardaki ses tonuyla aynıydı.

 

Her şeyden vazgeçmiş, tek düşündüğü ölmekmiş gibi...

 

Bu durum, Doğukan'ın hızla atılarak arkadaşındaki bıçağı kaptığı gibi odanın diğer ucuna fırlatmasına neden olmuştu.

 

"NE YAPIYORSUN?" diye bağırırken kalbi korkuyla çarpıyordu Doğukan'ın. Bıçağı alırken sağlam olan sağ elini hafifçe kesen genç adam, dakikalar önce halatı keserken elini kesen adam gibi hiçbir şey hissetmemişti.

 

"Az önce ipte sallanırken bulduğum adamın sorduğu soruya bakın hele?"

 

"Bak Burak! Beni delirtme. Yaşattığımı yaşatmak için çabalıyorsun ama yapma!" diye tıslayan Doğukan isyanla devam etti.

 

"Oğlum geberiyorum ben. Kabuslar görüp duruyorum. Kabus görmemek için uyumuyorum. Sonra güçten düşüp uyuyakalıyorum ve uyanamıyorum. Her kabusum diğerinden beter. Sürekli o günü görüyorum. Annemle babamın beni suçladığı kabuslar görüyorum ve uyanamıyorum! Şimdi kalkıp da kendimi öldürmeye çalıştım diye bana tek kelime edemezsin. Sen beni anlayamazsın! SEN BENİ ANLAYAMAZSIN!"

 

Burak, yakasından tuttuğu arkadaşının göğsüne alnına yaslayarak kahkaha atmaya başladı. Bu kahkaha öylesine deliceydi ki Doğukan tüm tüylerininin diken diken olduğunu hissetti.

 

"Burak?" diye fısıldarken tüm bedeni baştan ayağa buz kesmiş gibiydi. Kahkahaları kesilen srkadaşının omuzları sarılmaya başladığında bir hıçkırık sesi duydı.

 

Geri çekilen Burak, yumruk yaptığı eliyle Doğukan'ın göğsüne vurmaya başladı.

 

"SENİN YÜZÜNDEN! SENİN YÜZÜNDEN! Ölmüştün. Ölmüştün gerizekalı! ÖLMÜŞTÜN! Kalbin durmuştu, yüzün morarmıştı, göğsün hareket etmiyordu. Ben senin yüzünden yine o lanet güne gittim. Ben mi seni anlamıyorum a*ına koyayım? ANLIYORUM! BİLİYORUM! BİLİYORUM. LANET OLSUN Kİ BİLİYORUM!"

 

Nefesinin kesildiğini hisseden Burak kesik bir nefes aldı ve gözlerindeki yaşlarla devam etti.

 

"Keşke hiç bilmeseydim. Keşke hiç bilmeseydim ama biliyorum! O kabusları da, nefes alamamayı da, ölme isteğini de, ailenin seni korumak için canından olmasının nasıl olduğunu da biliyorum."

 

Duraksayan Burak, kıpkırmızı yeşilleriyle arkadaşına bakarken fısıldadı.

 

"Annenle baban gözlerinin önünde ölürken hiçbir şey yapamamanın nasıl bir his olduğunu biliyorum."

 

Doğukan, sağ gözünden yaşlar düşerken büyük bir şokla karşısında darmadağın duran arkadaşına baktı.

 

"Ben biliyorum zaten ama keşke sen de bilmeseydin. Keşke o mükemmel hayatın benimki gibi yok olmasaydı. Keşke bana dönüşmeseydin. Ama oldu."

 

Başını iki yana sallayan Burak acıyla güldükten sonra omuzlarını yukarı kaldırıp indirdi.

 

"Bizim de kaderimiz buymuş be kardeşim. Bizim de kaderimiz bu sonsuz acıya mahkum olmakmış. O içindeki ölme isteğini herkesten daha iyi biliyorum ben. Sende yalnızca 1,5 aydır var, ben 6 yıldır bu hisle yaşıyorum. Ama ölemem ben. Dayım bir kere bile olsun içten gülmem için gözlerime bakarken, dedem ve ninem her telefonu korkarak 'Acaba o gün bugün mü? Torunumuzu da o kara toprağın altına koyacağımız gün bugün mü?' diyerek açarlarken, Emre her gün her an kendime zarar vereceğim endişesiyle bir an bile dibimden ayrılmazken, Salih babam benim için yaşıyorken ölemem. Enver babam ve Sevda annem beni kanlarından olan Emre'den ayırmamak için her şeyi yaparken ölemem. Annemle babamın kaybı onları yaktı yıktı. Bir de üstüne beni o toprağa koymayı hiçbiri kaldıramaz."

 

"Ne diyorsun sen Burak?" diye fısıldadı Doğukan 4 yıllık arkadaşına bakarken.

 

"Seni anladığımı söylüyorum. Seni çok iyi anladığımı... Fark etmedin mi Doğukan? Geldiğimden beri ağzımdan hiç 'Bunu neden yaptın?' ya da 'Bunu nasıl yapabildin?' gibi bir cümle çıktı mı? Ben biliyorum! Ben o deliliği, o gözü dönmüşlüğü çok iyi biliyorum. 6 yılda kaç kez bir uçurumun tepesinde durup dibi gözükmeyen o çukura baktım biliyor musun sen? Ya da kaç kez az önce yaptığım gibi elime bir bıçak alıp kalbime dayadım? Çok istedim! Hâlâ daha istiyorum. Deliler gibi ölmeyi istiyorum ben. Ama yapamam! Böyle bir bencillik yaparak onlara benim kaybımın acısını da yaşatamam. Olmaz!"

 

Arkadaşına bakan Burak kesin bir dille konuştu.

 

"Sen de bu bencilliği yapamazsın. Kimseye bunu yaşatmaya hakkın yok."

 

Yavaş yavaş kendine gelmeye başlayan Doğukan başını iki yana sallayarak fısıldadı.

 

"Benim uğruna yaşayacak bir ailem yok Burak. Ben öldüğümde ağır yıkımlar yaşayacak bir akrabam yok."

 

"Yok mu? Ömrümden ömür gitti Doğu. Kapıyı açtığımda seni orada asılı gördüğümde ömrümden ömür gitti."

 

"Kastettiğimin bu olmadığını çok iyi biliyorsun. Madem yaşadın, çok iyi biliyorsun... Ölme isteğimi biliyorsun. Nedenlerimi biliyorsun. Ben hiçbir yere ait değilim Burak. Ne Emre gibi bir kardeşe sahibim ne de dayın gibi bir dayıya. Bak senin Salih baban var. Öz değilmiş ve ben bunun şokunu ömrümün sonuna kadar yaşayacağım mesela. O adamın sana olan sevgisini ancak bir baba öz evladına karşı hissedebilir çünkü. Deden-ninen, Sevda annen, Enver baban... Sen kendin saydın Burak. Hepsi senin o kadar üzerine düşüyor ki. Benim ise hiç kimsem yok. Kraliçem var... Onu da bana mahkum etmemek için her şeyi yaparım. Anlayacağın... Ben kimsesizim! Ölmemem için, yaşamaya değer hiçbir sebebim yok. Elimden tutacak hiçbir akrabam yok."

 

Arkadaşına bakan Burak, sol eliyle Doğukan'ın sağ elini tuttu ve sıktı.

 

"Ahh..." diye inleyen Doğukan şaşkın bakışlarını eline çevirdi.

 

"Az önce... Kalbime saplamayayım diye fırlattığın bıçak elini kesti. Benim yaşa diye kestiğim halatın elimi kestiği gibi. Kardeşlik bir akrabalık türü değildir Doğu. Ama sen diyorsan ki ben kesin bir insanım, sıfatları hakikate dayandırıyorum diye... O zaman tam şu an kan kardeşim ilan ediyorum seni. Can kardeşi... Aynı anadan babadan doğmamış olabiliriz. Emre ile de aynı anne babadan doğmadık. Ama siz; sen, Emre, Ulaş... Kardeşimsiniz benim. Oğlum güldürdünüz lan beni. Ben yıllar sonra sayenizde güldüm. Mutlu oldum. Mutlu! 11 yaşında ölen o küçük ilk defa yaşadı. Ben sizinle genç oldum, yaşar oldum. Gerçek bir liseli oldum! Yaramazlıklar yaptım, haylazlıklar yaptım. Sayenizde mutlu anılar biriktirdim. Ve bunun benim için ne denli önemli olduğunu anlatamam sana. Çünkü ben ailem öldürüldüğünde onlarla beraber tüm anılarımı da gömdüm. Benden geriye yalnızca o vahşetin yaşandığı gün kaldı. Ama sayenizde hayatımda ilk defa o vahşette hapsolmadım. Bu yüzden... Ölmene izin veremem kardeşim! Benim bir kaybı daha kaldıracak gücüm yok. Sen ölürsen, ben de peşinden gelirim. Bu da sana sözüm olsun. "

 

Duyduklarının etkisinde kalan Doğukan birkaç saniye duraksadı. Öğrendiği bu yeni bilgi sindiremeyeceği kadar ağır gelmişti.

 

Burak'ın ailesi öldürülmüştü.

 

Ağır gelmesine gelmişti ama bir ışık misali her şeyi de aydınlatmıştı bu bilgi. Doğukan sonunda Burak'ın yıllar içindeki tüm o davranışlarına bir anlam yükleyebilmişti.

 

"Yani diyorsun ki bana 'Yaşarsan yaşarım, ölürsen peşinden gelirim.' öyle mi?"

 

Doğukan'ın bandajsız mavi gözüne bakan Burak başını hafifçe aşağı yukarı salladı. Dudaklarında çok hafif bir tebessüm belirmişti. Doğukan'ın sesi, kendisini ele veriyordu. Bir saçmalık yapmayacaktı. En azından uzun bir süre.

 

"Peki sen ölürsen ben peşinden gelirsem buna kabul musun?"

 

"Hayırdır? Beni öldürmeyi mi düşünüyorsun? Tek ricam bıçağı kalbime sapla."

 

Gözlerini deviren Doğukan arkadaşına dik dik baktı.

 

"Heee öldüreceğim seni(!)."

 

"Ölmeyi çok istiyordun ama?"

 

"Hâlâ daha istiyorum ama... Kardeşim izin vermiyor."

 

Doğukan'ın sevgi dolu sesi Burak'ın içten bir şekilde gülümsemesine neden olmuştu.

 

"Eee ölmüyor muyuz şimdi?"

 

"Sanırım ölmüyoruz." diye mırıldandı Doğukan esefle iç geçirerek.

 

"Öyle kuru söz olmaz. Antlaşma yapacağız. Maddeleri zamanla ekleriz ama ilk madde 'Biri öldüğünde diğeri kendini öldürecek.' olacak. Kardeş katili olmak istemiyorsak intihar etmeye kalkışmayacağız." diyen Burak çalışma masasına doğru gitti ve boş bir kağıt aldı.

 

"Sen delisin." diye mırıldandı Doğukan ona bakarken.

 

"Tavanda asılı bir halat varken bunu söylememelisin bence." diyen Burak elindeki kanı baş parmağına bulaştırarak kağıdın en alt kısmına bastırdı.

 

"Delilikten psikopatlığa terfi ettin şu an. Hayırlı olsun." diyen Doğukan saçma bir şekilde kendini iyi hissettiğini fark etti. Burak ne yaşamıştı bilmiyordu ama o kazadan sonra ilk defa yalnız olmadığı hissine kapılmıştı. Onu anlayan birisi, gerçekten anlayan birisi, vardı. Ve bu durum zor da olsa yaşama devam edebileceğini gösteriyordu.

 

"Ben mi psikopatım? Eve geldiğimde her yerde gaz kokusu vardı ulan." diye söylenen Burak boş kağıdı Doğukan'a uzattı.

 

"İkimiz de normal değiliz kesinlikle." diye mırıldanan Doğukan baş parmağı içe gelecek şekilde elini yumruk yaptı ve parmağına bulaşan kanla birlikte parmağını kağıda bastı.

 

"Yaşadıklarımızdan sonra normal kalmamız anormal olmaz mıydı Doğu?"

 

Burak'ın berbat çıkan sesi karşısında Doğukan ona baktı.

 

Az önce düşündüklerinde haklı çıkmıştı genç adam. Bugün, ikilinin arkadaşlığını bittiği gündü.

 

Arkadaşlıklarının bitip, kardeşliklerinin başladığı gün...

 

Kendisini kurtaran ve ona bir yaşam amacı veren kardeşine bakan Doğukan hafifçe tebessüm etti.

 

"Bundan sonra peşimi bırakmayacaksın değil mi?"

 

"Asla!" dedi dudaklarında hafif bir tebessüm beliren Burak.

 

"Senin gibi ukala herifin tekiyle bir ömür zor olacak olsa gerek. Rica ediyorum fazla uzatma bu durumu."

 

Burak'ın dudaklarındaki tebessüm gülümsemeye evrilirken omuz silkti.

 

"Kanımla imzaladığım bir antlaşmayı bozmak pek adetim değildir. Bu yüzden, rica ediyorum sen fazla uzatma bu durumu."

 

Derin bir nefes alan Doğukan bacağının iyiden iyiye ağrımaya başladığını hissederken arkasındaki duvara yaslandı. Mavi gözlerinin yaşardığını hissederken Burak'a baktı.

 

"Bana yardımcı olur musun kardeşim? Ben ne nefes almayı, ne yürümeyi ne de elimi kullanmayı biliyorum artık. Her şeye sil baştan başlama düşüncesi çok korkunç geliyor. Onların olmadığı bu ev canımı çok yakıyor. Ayrıca... Bundan sonra ne yapacağım ben? Tüm hayallerim yerle yeksan oldu. Bu hayatta yapabildiğim iki şey vardı. Birisi futbol, diğeri ise formüller. Futbol yalan oldu. Formüller desen... Onları hatırlatırken laboratuvara asla giremem. Hiçbir şey yapmasam da çıldırırım."

 

Bu konuyu arkadaşı kaza geçirdiğinden beri düşünen Burak ona bakarak yumuşak bir şekilde sordu.

 

"Sen neden o formülleri seviyorsun Doğu?"

 

"Bilmiyor musun?"

 

"Ailenin haricinde. Sen değil miydin 'Oyun koduna benziyor çok eğlenceli.' diyen?"

 

"Oyun kodu mu yazacağım yani?" diyen Doğukan kaşlarını hafifçe çattı. Daha önce hiç böyle bir şey düşünmemişti.

 

"Yok! Niyetim o kadar basit değil. Seni yanıma almayı düşünüyorum."

 

"Yanına derken?" diyen Doğu arkadaşının yeşillerine baktığı anda neyi kastettiğini anlamıştı.

 

"Vatanın için çalışmak ister misin Doğu? Senin gibiler-benim gibiler olmasın diye, kimse annesiz babasız kalmasın diye insanları kurtarmak ister misin?"

 

Burak'ın söyledikleri, belki de günler sonra ilk defa Doğukan'ın içinde bir ümit yeşermesine neden olmuştu.

 

"Siber uzmanlığı gibi bir şey mi diyorsun yani? Hacker misali? Ama nasıl olacak ki? Hem biliyorsun elim..." diyen Doğukan sol eline bakmıştı.

 

"Sen tek elinle klavye üzerinde harikalara imza atan Kadavra değil misin?"

 

"Bunu kabul edecekler mi? Ayrıca ben sağ elimi yemek yemenin haricinde adam akıllı kullanmazdım ki. Nasıl olacak?"

 

"Artık kullanacaksın. Hatta..." diye duraksayan Burak aklına gelen fikirle gülümsedi.

 

"Hadi yeni bir antlaşma yapalım. Sağ elini kullanabileceğin güne kadar ben de sağ elimi kullanmayı bırakıyorum. Bakalım hangimiz daha önce diğer elini doğal bir şekilde kullanmaya başlayacak."

 

Duyduğu cümleyle boğazında kocaman bi yumru beliren Doğukan, kızarmış mavi gözüyle Burak'a bakarken fısıldadı.

 

"Bunu gerçekten yapacak mısın?"

 

"İddiamsı antlaşmaları çok severim. Özellikle de kazanmayı."

 

Ukala bir şekilde bu cümleyi söyleyen Burak'ın yeşil gözlerinde büyük bir sevgi vardı.

 

Genç adam her kardeş gibi, kardeşi için her şeyi yapmaya kararlıydı.

 

Tek çocuk olan Doğukan hayatında ilk defa karşılaştığı bu koşulsuz kardeşliğin hissettirdikleriyle aniden Burak'a sarıldı. Kazadan sonra herkesten vebalıymışçasına kaçan delikanlının bu teması oldukça anlamlıydı.

 

"İkinci madde de 'Birisinin diğerine ihtiyacı olduğu anda, o kişi iki eli kanda bile olsa kardeşinin yardımına gidecek.' olsun mu kardeşim?" diye fısıldadı Doğukan bandajsız sağ gözünden yaşlar akmaya başlarken. Bu madde, Doğukan içindi aslında. Burak'ın ona uzattığı bu yardım elini boş geri çevirmemek içindi.

 

Burak "Olsun kardeşim. Olsun!" diye mırıldanırken kendi kendine söz verdi Doğukan.

 

Her nerede, nasıl bir halde olursa olsun Burak'ın ona ihtiyacı olduğu bir anda yardıma koşacaktı Doğukan. Kardeşi için... Tüm gücüyle koşacaktı!

 

Şimdiki Zaman

 

Ağrıyan başıyla birlikte inleyerek gözlerini açan Doğukan, bakışlarını tavana dikerek öylece yattı. Korku filmlerini aratmayacak derecede berbat başlayan ve tatlıya bağlanarak biten o günü hatırlamak psikolojik olarak çok yıpratmıştı adamı.

 

"Burak'a sözüm var..." diye fısıldayan Doğukan yattığı yerden zorlukla doğruldu. Kulağındaki kulaklıktan gelen ultra yüksek ses genç adamın yüzünü buruşturmasına neden olmuştu. Boşuna başı ağrımıyordu.

 

Kaç dakika baygın kaldığını görmek için saatine bakan Doğukan, 7 dakikadır bilinçsiz yattığını fark ederek hızlıca ayağa kalktı.

 

"S*ktir!" diyerek kendine söven genç adam yerdeki çantayı alarak koşar adımlarla merdivenleri inmeye başlamıştı. Aklındaki tek düşünce gideceği yere ulaşmaktı. En kısa zamanda...

 

Dış kapının önüne gelene kadar bir an bile durmayan Doğukan, zemin kata ayak bastığında derin bir nefes aldı. Merdiven engelini atlatmıştı.

 

Üçüncü Adım; Tamamlandı!

 

Kapının önüne geldiğinde karartmalı camdan dışarıdaki hayatı görerek duraksadı. Arabalar geçip gidiyor, insanlar koşuşturuyordu. Herkes bir yere yetişmeye çalışıyor, akıntıdaki bir yaprak misali oradan oraya sürükleniyorlardı.

 

'Benim de yetişmem gereken bir yer var.' düşüncesiyle elini otomatiğin düğmesine götüren Doğukan gözlerini kapatarak düğmeye bastı.

 

Şimdi kapıyı açacağım ve dışarıya çıkacağım. Her şey monitör başındaki gibi. Hiçbir şey yok. Bunu yapabilirim. Bunu yapmak zorundayım.

 

Kesik bir nefes alan Doğukan sanal bir dünyaya adım atıyormuş hissiyle kapıyı sonuna kadar açtı ve dışarıya çıktı.

 

Dördüncü Adım; Tamamlandı

 

Yaşadığı stresten tüm bedeni kaskatı kesilen adam, kulağındaki kulaklık sayesinde tüm dünyadan soyulanmıştı. Gerçekten de müzikten başka hiçbir şeyi duymadığını fark ederek gülümsedi Doğu. Görme işi hala sıkıntıydı ama bir operasyon kamerasından dünyayı izliyormuşçasına bir algı oluşturması, şaşırtıcı bir şekilde olaya hızla adapte olmasına neden olmuştu. Olmuştu olmasına ama... Sırada tüm adımların en zoru duruyordu.

 

Onu nasıl başaracaktı ki?

 

Olumsuzu düşünmemeye çalışan Doğukan, başka çaresi olmadığını tekrardan kendisine hatırlatarak dakikalar önce çağırdığı, kendisini bekleyen taksiye doğru yürüdü. Yaşanacakları tahmin ederek durağa 'Acil çıkmam gerekiyor ama evde biraz işim var bu yüzden şoförünüz kapıda beklesin. Ücreti ödeyeceğim.' demişti.

 

Taksinin yanına geldiğinde arka koltuğa oturamayacağının bilinciyle elini ön koltuğun kulbuna atan adam sanki yıllardır arabalardan kaçmıyormuşçasına kapıyı açtı.

 

İkinci atak tam o anda geldi.

 

Bacağında tarifi imkansız bir acı belirirken inleyen Doğukan, sağ eliyle kapının üst tarafına tutundu ve kesik bir nefes aldı.

 

Yolcu koltuğuna binmeye kalkışması hayatının en büyük hatasıydı. Çünkü o patlama yaşandığında annesi yolcu koltuğunda oturuyordu.

 

Annesinin kapısını açan babası onu sıkıştığı yerden çıkartıyordu ki aynı anda bir ışık parlaması ve yeryüzünü inleten şiddetlikte bir patlama sesi duyulmuştu.

 

O an öyle bir şoktu ki, aradaki metrelere rağmen hissettiği ani ısı Doğukan'ın refleksle yüzünü kapatmasına neden olmuştu. Bu refleks, gözünün kurtulmasını sağlarken parmaklarını biçerek yüzünde oldukça derin izler kalmasına neden olmuştu.

 

Başına keskin bir ağrı saplanırken dişlerini sıkan Kadavra, krize girip bayılmamak için ultra çaba sarf ediyordu. O günden ya da gerçekte hissetmediği bu lanet acıdan uzaklaşmaya çalışan genç adam dikkatini kulağından gelen müziğe yoğunlaştırmaya çalıştı. Bu durum, yeni bir gerçeğin tokat gibi yüzüne çarpmasına neden olmuştu.

 

Doğukan şu an duyamıyordu.

 

Genç adam, bu sefer gerçekten de o güne dönmüştü.

 

Patlama sesi öylesine yüksekti ki bayıldığı âna kadar dünyaya karşı sağır olmuştu Doğu. Bacağındaki keskin acı ya da parmaklarıyla birlikte yüzüne saplanan o cam yetmiyormuş gibi kısa süreliğine duyma yetisini de kaybetmişti genç adam. Bu yüzden boğazı çıkacak kadar bağırdığını fark edememiş ve zarar gören ses tellerini neredeyse bir hafta boyunca kullanamamıştı.

 

Hastanedeki o günleri ve o lanet kazanın yaşandığı an arasında gidip gelen Doğukan'ın başı şiddetli bir şekilde dönmeye başlamıştı. Kısa sürede baş dönmesine mide bulantısı da eklendi. Aynı anda sol elinin parmakları ve sol yüzündeki yara izi de sızladığında sendeledi Doğukan.

 

Ölüyordu...

 

Kendisine bir şeyler söylemeye çalışan taksi şoförünün arabadan ne ara indiğini ne ara yanına geldiğini anlayamamıştı adam. Karşısındaki taksiciyi buğulu görmesine bakacak olursa ağlıyordu Doğukan. Gözlerini hüsranla kapatan genç adam titrek bir nefes aldı. Ağladığını bile anlamayacak kadar dağılmıştı.

 

'Sanırım bu sefer sona geldim. Bu durum bayılmayla değil ölümle geçer.'

 

"AAHHHH!"

 

Bacağına giren ağrı oldukça yüksek bir şekilde inlemesine neden olurken elinde tuttuğu çantayı tekrardan yere düşürdü Doğukan. Çanta gibi kendisinin de yerle bütünleşmesine çok çok az kalmıştı.

 

Bu bayılmamda kesinlikle o güne döneceğim. Yaşayamam! O cehennemi tekrardan yaşarsam, yaşayamam.

 

Düşmemek/bayılmamak için eliyle kapının tepesini tutan Doğukan tekrardan inledi.

 

Bir yanı psikolojik kökenli çektiği bu fiziksel acılardan kurtulmak için bayılmayı istiyor, diğer yanı ise bayılırsa ruhsal acılarda boğulacağını çok iyi bildiğinden bayılmamak için çabalıyordu.

 

Yaşadığı bu zorlu savaş onu iyice harap ederken birisinin kolundan tutarak onu çevirdiğini hissetti Doğukan. Bu çekişi bir kuklaymışçasına karşılayan adam tuttuğu kapıyı bıraktı.

 

'Kolumu tutan her kimse, yere düşerken tutmayı da ihmal etmez umarım.'

 

Aldığı sık nefesler yüzünden iyice başı dönmeye başlayan Doğukan'ın gözleri karardı. Beklenen bayılma için kendisini hazırlayan adam önce boynunda hissettiği kollar, sonra da burnunda hissettiği koku ile afalladığını hissetti.

 

Turta kokuyordu...

 

Dudaklarından "Kraliçem..?" kelimesi dökülürken kulağındaki kulaklığın boynuna doğru indirildiğini hissetti.

 

"Buradayım. Buradayım, yanındayım. Derin derin nefesler al. Sakin ol! Ben yanındayım."

 

Kızın sarılışı sıkılaşırken Doğukan'ın ağzından bir hıçkırık kaçtı.

 

Sanırım bayıldım ve yıllar sonra ilk defa güzel bir rüya görüyorum.' diye düşünen Doğukan çatallı sesiyle "Buradasın..." diye fısıldadı. Genç adam ânın gerçekliğini sorguluyordu.

 

"Buradayım. Kapat gözlerini! Her şey kontrolüm altında. Her ne hissediyorsan unut. Sadece beni düşün. Bacağındaki ağrı gerçek değil, diğer şeyler de gerçek değil. Ama ben gerçeğim. Yanındayım. Seninleyim."

 

Kızın sözünü dinleyerek gözlerini kapatan Doğukan, burnuna dolan turta kokusu sayesinde sakinleştiğini hissetti. Geçmişte, pasta yapmaya aşık sevdiği her seferinde farklı bir kokuyla çıkardı karşısına. Bir gün portakallı kek, bir gün kurabiye, bir gün ise turta... Turta, favori kokusuydu Doğukan'ın. Hele de o turta elmalıysa.

 

Gözlerinden düşen yaşlar hızlanırken kollarını kızın bedeninin etrafına saran Doğukan başını kızın boynuna gömdü ve derin bir nefes aldı. Turta kokusu tüm hücrelerini sararken fısıldadı.

 

"Geldin... Gerçekten buradasın."

 

Doğukan'ın aciz, çaresiz, özlem ama en çok da sevgi dolu sesi Ecem'in ruhuna işlerken genç kız titrek bir sesle konuştu.

 

"Geldim. Seni iyileştirmeye geldim Doğu'm. Ve bu sefer beni yolumdan alıkoyamayacaksın. Bir daha asla gitmeyeceğim. Kollarımda tir tir titreyen, bayılmak üzere olan seni bir daha asla yalnız bırakmayacağım."

 

Kızı biraz daha kendisine doğru çeken Doğukan ânın getirisiyle hayattaki en büyük isteğini fısıldadı.

 

"Gitme!"

 

Ecem için bu yeterliydi. Gelecek günlerde Doğukan 'O an öylesine acizdim ki istemeden öyle söyledim.' demeye kalksa bile genç kız için bu yeterliydi. İçindeki korkular, şüpheler hepsi uçup gitmişti. Doğukan'ın geçen yıllara rağmen onu sevmesi ve ona ihtiyacı olması, adamın yanında kalması için en büyük sebepti.

 

Doğukan, Kraliçe'sinin kollarının arasında durduğu gerçeğini yeni yeni idrak ederken farkındalıkla gözlerini açtı.

 

"Sendin!"

 

Ecem'in 'Ne bendim?' diye sormasına gerek yoktu.

 

"Evet bendim. Ve sen de içten içe bunu çok iyi biliyordun. Sadece... Olmamamı istiyordun. Saklandığın yerden çıkmaktan korktuğun için."

 

Duyduğu cümle Doğukan'ın hızla geri çekilmesine neden oldu.

 

"Benim acilen gitmem gere..."

 

10 yıl sonra ilk defa aşık olduğu mavileri gören Doğukan cümlesini tamamlayamadı. Ecem, gözündeki güneş gözlüğünden ya da kepten dolayı kendisini göremese de Doğukan gayet rahat bir şekilde onu görebiliyordu.

 

'Sana şu lanet güneş gözlüğünün siyahlığı olmadan bakabilmek isterdim Kraliçem.'

 

Karşısında 17 yaşında değil de 27 yaşında bir Ecem vardı.

 

Yüzünde ve gözlerinde yaşanmışlığın getirdiği bir olgunluk belirmiş ve bu durum genç kıza çok yakışmıştı. Kendisine bakan mavi gözlerde kaybolan Doğukan, ona bir kez daha aşık olduğunu hissetti. Hızla atan kalp atışları bunun en büyük ispatıydı.

 

"Bakma!" diye söylendi Ecem sağ elini adamın gözlüğünün üzerine doğru tutarken.

 

Doğukan'ın kolları genç kızın belinde olduğu için ikili birbirlerinin oldukça yakınında duruyorlardı.

 

"Ben sana bakamıyorsam sen de bana bakamazsın. Kızgınım sana hem. Böyle evire çevire dövmek istiyorum seni."

 

Duyduğu cümle Doğukan'ın istemsizce gülmesine neden olmuştu. Kendi ağzından çıkan içten gülüş sesi adamın şaşkınlıkla duraksamasına neden olmuştu.

 

'Doğukan gülmeyi unutmamış mıydı?'

 

"Neye şaşırdın? Gülmene mi? Benimleyken gülebildiğin için bırakmadın mı zaten beni? Mutlu olmayı hak etmediğini düşündüğün için, ikimizi de sonsuz mutsuzluğa hapsettin ya hani"

 

Kızın sesindeki haklı kızgınlık ve sitem Doğukan'ın derin bir nefes almasına neden olmuştu.

 

"Ben sana 'Hayatına devam et!' demiştim." diye mırıldandı Doğukan, gözlüğünün üzerinde duran kızın elini aşağı indirirken. Ecem'in elini bırakmak için herhangi bir hamlede bulunmayan adam, kızın parmaklarını tutmasıyla yutkundu.

 

Fark etmeden sol eliyle indirmişti gözlerinin üzerindeki o eli.

 

Bilinçli bir şekilde yara izinin olduğu parmaklarına dokunmuştu Ecem.

 

Bu durum geçmişte olsaydı kızı iterdi Doğukan. Kazanın olduğu zamanlarda yaşanan herhangi bir şefkatli yaklaşım acıma gibi geliyordu genç adama. Ama şu an öyle olmadığını biliyordu. Bu temasın, acımadan değil de sevgiden kaynaklandığını biliyordu Doğu. Bu yüzden de kıza teslim oldu ve herhangi bir ters tepki vermeyerek kızın elini sıktı.

 

"Ecem..." diye başladığı cümleyi gözlerini kapatarak yarıda kesen Doğukan "Ecem." diye mırıldandı tekrardan.

 

Ne de çok özlemişti kızın ismini ağzına almayı, ona seslenmeyi.

 

"Efendim Doğu'm?" diyen sevgi dolu sesi duyduğunda gözlerini açarak kızın mavilerine baktı.

 

Ona 'Bir insan hem delicesine kızıp hem de delicesine sevebilir mi?' diye sorsalar karşısındaki mavileri gösterirdi Doğukan. Ecem'in ona ne denli öfkeli olduğu kızgın ve kırgın bakışlarından belli oluyordu. Yine de o mavilerdeki sevgi, kırgınlık ve kızgınlıktan çok çok daha ağır basıyordu.

 

'Tüm bunlar bittiğinde seni geri gönderemeyeceğim değil mi Kraliçem?' diye düşünen genç adam bakışlarını yerdeki çantaya çevirdi.

 

"Gitmem gerekiyor."

 

Ecem de bakışlarını yerdeki çantaya çevirdikten sonra Doğukan'a baktı.

 

"Yıllar sonra seni evden çıkaracak kadar büyük ne olmuş olabilir?"

 

"Yıllardır evden çıkmadığımı biliyorsun."

 

Ecem mavi gözlerini güneş gözlüğündeki siyahlığa dikerken dudaklarını ısırdı.

 

Bunun üzere Doğukan genç kıza cevabını bildiği soruyu sordu.

 

"Beni nasıl buldun Ecem?"

 

Soruyu duyan kız, bakışlarını kaçırmıştı.

 

"Seni buraya getiren kişi, beni dışarı çıkartabilecek tek kişi." diyen Doğukan kesik bir nefes aldı.

 

"Büyük ihtimalle sen bile beni o evden çıkartamazdın ama yıllardır yaşamamı sağlayan kardeşim çıkarttı. Benim bu çantayı Burak'a ulaştırmam lazım Ecem. Çok vakit kaybettim zaten. En kısa zamanda çantayı götürmeliyim."

 

Başka bir hikayede kız büyük bir kahramanlıkla 'Ben götürürüm.' diyerek atılırdı büyük ihtimalle. Fakat bu hikayede kız öyle söylemedi. Doğukan'ın tek bir telefonuyla, çantayı götürmek için kapının önünde bir ordu sıralayacağını farkındaydı Ecem. Demek ki çantadaki her neyse Doğukan'ın götürmesi gereken bir şeydi.

 

Öyle olmasaydı bile ona engel olmazdı genç kız. Çünkü şu an kendi kahramanlığının değil, Doğukan'ın savaşının sırasıydı. Dışarı çıktıysa bunun sonunu getirmeliydi. Zor da olsa... Getirmeliydi.

 

Bu yüzden de yükü sırtlanarak sevdiğinin kaçmasına izin vermek yerine bir çözümle geldi Ecem.

 

"Daha yeni dışarıya çıkmayı başarmışken o demir yığınına binemeyeceğini ikimiz de biliyoruz. Ayrıca çok vakit kaybettiğini söyledin. İstanbul trafiğinden kurtulmanın en güzel yanı nedir bilir misin?"

 

Kızın tatlı bir sesle şakıması Doğukan'ın ruhuna işlemişti.

 

En acı sözler bile ondan çıktığında şerbetti. Her zaman böyleydi, her zaman böyle olacaktı.

 

'Nedir?" diye sordu Doğukan sesindeki sevgiyle. Onun ses tonu, Ecem'in kesik bir nefes almasına neden olmuştu. Bir an ne söyleyeceğini unutan genç kız toparlanmaya çalışarak konuştu.

 

"Motosiklet!"

 

Duyduğu kelime Doğukan'ın hafifçe tebessüm etmesine neden olmuştu. Abisinin motosikletine aşık olan Ecem'in en büyük isteği motosiklet ehliyeti alacak yaşa ulaşıp o motoru kullanmaktı.

 

"Aldın mı sonunda ehliyetini?"

 

Soruyu duyan Ecem sırıtarak "Motor ehliyeti yaşımı doldurur doldurmaz.'' dedi. Sonrasında hafif bir hüzün ve endişeyle sordu.

 

"Binebilir misin?"

 

Doğukan düşünceli bir nefes aldı. Başka şansı yoktu ayrıca... Bakışlarını kızın kendisini izleyen mavi gözlerine çevirdi. Onu reddetmek, isteğini geri çevirmek hayatının en zorlu şeyiydi. Onu zaten bir kere kırmıştı daha fazlasını yapmaya gücü yoktu.

 

"Direksiyonda sen olacaksan... Evet!"

 

Bu cümle Ecem'in dudaklarında kocaman bir gülümseme belirmesine neden olmuştu. Biraz isteksiz bir şekilde sevdiği adamın kollarının arasından çıkan genç kız cebinden çıkardığı parayı biraz önce 'Ben durumla ilgileneceğim. Biraz bekleyin lütfen.' dediği taksi şoförüne doğru uzattı ve Doğukan'a bir bakış attı.

 

"Merak etme bugünden sonra o direksiyonda hep ben olacağım."

 

Bu cümle Doğukan'ın başını hafifçe iki yana sallamasını neden olmuştu.

 

Bu saatten sonra ne yaparsa yapsın Ecem bir kez daha gitmeyecekti.

 

'Gitmesin de zaten.' diye düşünen Doğukan çoktan teslim olduğunu fark etti. O notu gördüğü an, notu yazanın Ecem olduğunu anlamıştı aslında. Bile isteye o kadayıfı yemiş ve emin olmuştu sevdiği kızın yaptığına. Yine de inkarı ve kaçışı oldukça güçlü olduğu için kabullenmek istememişti genç adam. Her gün gelen notları merakla beklerken, notu okuduğunda dudaklarında hafif bir tebessüm belirirken reddetmişti o kişinin Ecem olduğunu.

 

Genç kız yerdeki çantayı alarak Doğukan'a uzatıktan sonra adamın elini tuttu. Bilerek Doğukan'ın sol elini tutmuştu Ecem. Biraz alışkanlık biraz da yaralarını iyileştirme isteğiydi buna sebep olan. Doğukan herhangi bir itirazda bulunmadı. Daha doğrusu bulunamadı.

 

İkili sanki her gün el ele yürüyormuşçasına hiç ayrılmamışlar gibi yaya geçidine doğru yürümeye başladılar.

 

Doğukan'ın çevresine, arabalara, bakarken kasılan bedenini hisseden Ecem, duraksayarak adamın kendisine bakmasını sağladı.

 

"Kulaklığını tak istersen."

 

"Bilmem hangi yabancının söylediği yüksek sesli Rock'n Roll müzik de bir yere kadar işe yaradı." diye mırıldandı Doğukan hüsran dolu bir sesle.

 

"Ne yapacağız?" diye sorarken sevdiği bir kez daha krize girecek diye ödü kopuyordu Ecem'in.

 

Esen rüzgar kızın saçlarını uçuştururken yıllar önce yaptığını yaparak parmaklarını Kraliçesinin saçları arasından geçirdi Doğukan.

 

Onun bu hareketi Ecem'in gözlerini kapatmasına neden olmuştu.

 

"Ben değil, sen yapacaksın!"

 

Doğukan'ın söylediği cümle kızın gözlerini açarak ona bakmasına neden olmuştu.

 

"Yapıyorsun da zaten. Bacağımdaki sahte ağrı geçti. Şaka gibi ama akan bir trafiğin yanında duruyorum ve dikkatimi çeken tek şey, elimi tutan elin. Yanımda durmanın getirisinden dolayı hızlanan kalp atışlarımı, şu saçma kulaklıktan gelen müzikten daha net duyuyorum."

 

Duyduklarıyla gözleri dolan Ecem'in sol gözünden bir damla yaş firar etti. Doğukan sağ elinin işaret parmağıyla damlayı yere düşmeden yakaladı. Bu temas genç kızın titrek bir nefes almasına neden olmuştu.

 

"Varlığın yetiyor ama yine de... Motorun yanına gidene kadar konuşsan olur mu? Motora binince, sana sımsıkı sarılarak gözlerimi kapattığımda zaman duracak zaten ama o âna kadar, sesinle şu korkunç ortamdan beni çekip çıkartsan olur mu Kraliçem?"

 

İkinci damla da yere düşmeden Doğukan'ın parmağının arasında kaybolurken Ecem başını aşağı yukarı salladı. Kızın mavi gözlerine bakan Doğukan bir kez daha gözündeki güneş gözlüğüne lanet etti. Sevdiğinin o uçsuz bucaksız mavilerini tüm saflığıyla görmek istiyordu.

 

'Göremiyorsun çünkü yüzünde kocaman iğrenç bir iz var Doğukan Bey. Ne çabuk unuttun yaşadıklarını? Yaralarla dolusun oğlum. Mahvetme o tertemiz kızı.'

 

İç sesi, o kazadan sonra belki de ilk defa Doğukan'a etki edememişti. İç sesini s*klemeyen adam, kızdan düşen üçüncü damlayı da usulca yakaladı.

 

"O notu gördüğüm an... Hayır! O kadayıfı gördüğüm an sen olduğunu anlamıştım aslında. Bu yüzden de içten içe bir gün karşıma çıkacağını bu güne hazırlıyordum kendimi."

 

"Bu ne demek?" diye sordu Ecem sesindeki umuda karışan korkuyla.

 

"Hâlâ gözyaşların canımı yakıyor demek."

 

"Doğu..." diye fısıldayan Ecem, adamın başını iki yana sallamasıyla sustu.

 

"Şimdi değil bitanem. Önce bunu Burak'a götürmem gerekiyor. Ondan sonra... İtiraf ediyorum ondan sonra ne olacak bilmiyorum. Hâlâ kendimle verdiğim bir savaşım var ama... Bu savaşı tek başıma vermekten çok yoruldum. Sonu ne olacak bilmiyorum ama elini tutmak istiyorum ben. Seni delicesine özlemişken bir daha bırakamam."

 

"Sen bırakmaya kalksan bile ben bırakmayacağım Doğu. Bu sefer değil! Artık 17 yaşında bir çocuk değilim. Hiç kimse bana 'Bu sadece çocukluk aşkı. Geçer, unutursun merak etme.' zırvalıklarıyla gelemez. 10 yıl geçti ve hâlâ hem aklımda hem de kalbimde sadece sen varsın. Bu yüzden... Seninle her şeye varım ben. Cemal Süreya demiş ya 'Kim istemez mutlu olmayı. Ama benimle mutsuzluğa da var mısın?' diye, ben seninle o mutsuzluğa da varım."

 

Boğazında kocaman bir yumru beliren Doğu sol gözünden bir damla yaşın düştüğünü hissetti.

 

"Var mısın gerçekten?"

 

Sevdiği adamın fısıldadığı cümle Ecem'in kaşlarını kaldırarak muzip bir şekilde konuşmasına neden oldu.

 

"Bilmem sen söyle! Pastaneler zincirine sahip birisi olarak küçücük bir tatlıcıda tatlı yapıyorum. Var mıyım sence?"

 

Kızın üstündeki önlüğe ve her tarafına bulaşan unlara bakan Doğukan istemesizce gülümsedi. Bu dünyada en sevdiğin an ne diye sorsalar hiç düşünmeden 'Kraliçemi unlu önlüğüyle gördüğüm her an.' diye cevap verirdi.

 

Yayalara yeşil ışık yanarken yaya geçidine varan Doğukan, genç kızdan önce kaldırımdan inerek sordu.

 

"Anlat bakalım Usta'm. Kimdir tüm hayatını elinin tersiyle bir kenara ittiğin o kişi?"

 

Adama bir bakış atan kız gözlerini devirdi.

 

"Şu çantayı yerine ulaştırdığımızda elimin tersiyle tokatı yapıştıracağım kişiyi mi soruyorsunuz Bayım?"

 

Kızın kin dolu bir sesle kurduğu cümle, Doğukan'ın sesli bir şekilde gülmesine neden olmuştu.

 

"Kinci bir insan olduğunu bilmiyordum."

 

"Hamur yoğurduğum için güçlenen yumruklarımın tadına baktığıda bilirsin. Hiç merak etme."

 

"Yoğurduğun hamurdan dolayı güçlenen yumruğunu yemektense, hamuru yemeyi tercih ederim sanırım."

 

İkili, farketmeden lise zamanlarına dönmüşlerdi. Her daim yaptıkları tatlı atışmalarına 10 yıl sonra kaldıkları yerden devam ederken ikisi de bu durumu yadırgamadı.

 

"Çiğ hamur yedirterek kinini al diyorsun. Bana uyar!"

 

Gözlerini kocaman açan Doğukan arabalarla dolu yoldan karşıya geçtiklerini bile fark etmezken kızın kurduğu cümleyle ona dönmüştü.

 

"Tamam topu auta attım. Vurma."

 

Doğukan'ın gülerek kurduğu cümle Ecem'in duraksamasına neden olurken Doğukan da söylediği şeyi fark ederek durmuştu.

 

Burak, genç kıza 'Futbol'un f'sini bile duymak istemiyor artık Ecem.' demişti. Yanındaki adamın da kendisiyle birlikte şaşırarak duraksamasına bakılırsa doğruydu da.

 

"Sanırım benim yanımda hep o çocuk olarak kalacaksın. İstesen de istemesen de." diye mırıldanan genç kız tekrardan yürümeye başlamıştı. Dolan gözlerini kırpıştıran Doğukan da kıza ayak uydururken fısıldadı.

 

"Bunu bildiğim için gönderdim ya seni."

 

Adama bakan genç kız konuşmaları gereken şeylerin gerçekten de çok fazla olduğunun bilinciyle derin bir nefes aldı.

 

10 yıl, anlatmak için oldukça uzun bir süreydi.

 

Tüm bunları sonrasında konuşmak için arka plana atan Ecem, karşı kaldırma geçtiklerinde adamı çekiştirerek az ilerideki motorunun yanına götürdü. Doğukan'ın elindeki çantayı alan genç kız, motorunun arka çantasını (bagajını) açarak oradaki yedek kaskını çıkarttı ve elindeki çantayı oraya koydu. Tahmin ettiği gibi çok da büyük olmayan çanta bagaja sığmıştı.

 

Motosikletinin üzerindeki kaskı alarak Doğukan'a uzattığında adam almak için herhangi bir hamlede bulunmadı.

 

Kaskı takması için hem gözlüğünü hem de şapkasını çıkartması gerekiyordu ne de olsa.

 

"Doğukan!"

 

Ecem'in tam ismini söylemesi Doğukan'ın derin bir nefes almasına neden oldu.

 

"Geçen 10 yıla rağmen hâlâ sinirlendiğinde tam adımı söylüyorsun."

 

"Geçen 10 yıla rağmen hâlâ beni sinirlendirecek şeyler yapıyorsun çünkü. Tak şu kaskı!"

 

Adamın kaskı almak için herhangi bir hamlede bulunmaması karşısında Ecem iç geçirerek arkasını döndü.

 

"Tamam bakmıyorum! Çıkart şu şapkanı gözlüğünü, kaskı tak. Camı karartmalı zaten."

 

Kızın elindeki kaskı alan Doğukan, boynundaki büyük kulaklığı çıkartarak kapşonunu indirdikten sonra etrafına bir bakış attı ve kepi ile gözlüğünü çıkartarak kaskı taktı.

 

Elindeki malzemeleri de küçük bagaja tıkıştırıran Ecem kendi kaskını takarak adama döndü. Kızın kafasındaki kaskın camları karartmalı değildi.

 

'Yedek kaskı bu yüzden kendisi aldı. En başından beri karartmalı olmasaydı kask takmayacağımı biliyordu.' diye düşündü Doğukan.

 

"Beni gözlerinden mahrum bıraktığın her an için sana pastacı işkencesi uygulayacağım Kadavra Bey. Böyle yaparak işkence süresini uzatıyorsun haberin olsun."

 

"Pastacı işkencesi mi?" diye soran Doğukan yine istemsizce gülmüştü.

 

"Evet. Pastacı işkencesi! Bir pastacımın kendi oluşturduğu değişik lezzetleri(!) başka birisine tattırmasıyla oluşuyor."

 

"İyiymiş... En fazla ne olabilir ki?"

 

"En son çikolatalı hardallı bir pasta yedirmiştim abime."

 

Duyduğu cümle Doğukan'ın duraksamasına neden olurken usulca yutkundu.

 

"Neden böyle bir şey yaptın acaba Kraliçem?"

 

"Ballı hardallı gong var da çikolatalı hardallı pasta neden olmasın?"

 

"Bu düşüncelerle mi hazırlıyorsun o lezzetleri(!)?" diye soran Doğukan bir an kaskı çıkartıp kıza gözlerini göstermeyi düşünmedi dese yalan olurdu.

 

10 yılın acısı kaç lezzet(!) ile geçerdi acaba?

 

Karşısında neşeyle sırıtan kızı gördüğünde kesinlikle 2-3 lezzetle geçmeyeceğini anlamıştı.

 

"Evvet! Bu yüzden adı işkence ya Doğu'm. Şu zamana kadar biricik zavallı abim katlanıyordu bu işkencelerime artık sıra sende. Bence abim sırf onu bu işkenceden kurtardığın için bana yaşattıklarını unutup seni affedecektir." diyen Ecem "Hadi gidelim. Sen de yolda işkenceni nasıl hafifletebileceksin onu düşün!" dedikten sonra motosikletine bindi.

 

Doğukan da peşinden motosiklete binerek ona sarıldığında motoru çalıştıran genç kız, adama baktı.

 

"Adres ver Kaptan!"

 

Doğukan'ın söylediği adres ile şaşkınlıkla Ecem "Ne? Neden?" diye sordu.

 

Doğukan olayı kısaca özetlediğinde başını sallayan Ecem hızla yola çıkmıştı.

 

Motor ilerlerken kıza sarılışını sıkılaştıran Doğukan kasklı başını kızın sırtına yasladı.

 

Düşünmesi gereken çok şey vardı. Yaşanan çok olay...

 

Fakat onun düşündüğü tek şey 'Sen de yolda, işkenceni nasıl hafifletebileceksin onu düşün.' diyen kızdı. Ecem'in dudaklarından çıkan her sözü emir sayan kalbi ve aklı başka bir şey düşünmesine izin vermiyordu.

 

Motosiklet olanca hızıyla arabaların arasından geçerken Doğukan gözlerini kapattı.

 

"Bolca geçmiş olsun bana." diye mırıldandırken dudaklarında halinden oldukça memnun bir gülümseme belirmişti.

 

AYNI SAATLERDE

 

Helikopter yavaş yavaş inişe geçerken, helikopterin içindeki adam sabırsızlıkla ayağını sallamaya başladı. Pilotu sararak 'Hızlı ol!' diye haykırma isteğinin önüne zorlukla geçerken helikopterin kapısı açıldı. Bunu gören adam helikopterin ayakları yere değmeden kendisini zemine attı. Helikopterin pervanelerinin oluşturduğu hava akımı kendisini gram etkilemezken hızla koşmaya başlamıştı.

 

İçinde kocaman bir endişe bulutu, aklında onlarca düşünceyle...

 

Sakin olmak için kendisini telkin eden Salih Ege Aslan görevlinin yanına çok kısa sürede ulaşmıştı.

 

"Buradan efendim."

 

Görevliyi takip ederek binanın kapısında giren Salih, yürüdükleri yol boyunca adama sorular sorarak öğrenmek istediği bilgileri almıştı.

 

İkili, kısa bir yürüyüşten sonra sensörlü bir kapının yanına vardılar. Kapı engelini gören Salih Ege dişlerinin arasından nefes alırken yanındaki görevli ona bir bakış atarak elindeki kartı hızlıca okuttu. Asker üniforması giyen adamın sessiz gazabı görevliyi korkutmuştu.

 

Kapılar kayarak iki yana açıldığında içeri giren Salih kendisine doğru yürüyen Sinan'ı gördü.

 

Geldiğini bu kadar çabuk mu öğrenmişti yoksa zaten onu mu bekliyordu?

 

Salih, arkadaşına doğru birkaç adım atmıştı ki onun yüzündeki gözyaşı izlerini ve kıpkırmızı gözlerini görerek afalladı.

 

"Hayır." diye fısıldarken bedenindeki tüm kanın çekildiğini hissediyordu.

 

Kötü bir şey olmuştu... Çok kötü!

 

Salih şokla öylece kalırken, Sinan adımlarını hızlandırarak yanına ulaştı ve ona sımsıkı sarıldı. Arkadaşının omuzlarının titrediğini hisseden Salih onun ağlamaya başladığını fark ederken istemsizce gözlerinin dolduğunu hissetti.

 

Neler oluyordu?

 

"Oradaymış..."

 

Sinan'ın neredeyse duyulmayacak kadar kısık sesini duyan Salih yanlış duyduğunu düşündü... Yanlış anladığını.

 

"O gün oradaymış. Her şeyi görmüş. Yeğenim o lanet günde oradaymış. Orada... Dolabın içinde! Her şeye şahit olmuş."

 

Sinan'ın bir transtaymışçasına aynı şeyleri tekrarlamasıyla birlikte gözlerini hüsranla kapatan Salih, arkadaşına sıkıca sarılırken onun bu gerçeği nasıl öğrendiğini merak etti.

 

"Her şeyi görmüş. Dileğimin o bıçağı kend..."

 

Sesi boğulan Sinan nefes alamadığını hissederek sustu.

 

"Ben Burak'ın gözlerindeki o bakışı daha önce hiç görmemiştim Salih. Öyle büyük bir acı ve çaresizlik vardı ki... Yıllarca bu ızdırabı nasıl gizleyebildi? 'ORADAYDIM!' diyen haykırışını bir duysaydın..." diyen Sinan'ın ağzından bir hıçkırık kaçmıştı.

 

"O mu söyledi?" diye sordu Salih sessiz bir şekilde. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

"Evet o söyl... Bir dakika!"

 

Geriye doğru çekilen Sinan büyük bir şokla kollarını arkadaşının omuzlarından çekti ve kaşlarını çatarak sordu.

 

"Sen niye bu kadar sakinsin?"

 

Sinan'ın sorusu sessiz koridorda yankılanırken Salih usulca yutkundu. Arkadaşının bakışlarında önce büyük bir şok sonrasında ise acı, hüsran ve inanamamazlık belirdi.

 

"Biliyor muydun?"

 

Başını önüne eğerek derin bir nefes alan Salih sessizliğini korudu. Bunun üzerine aynı soru buz gibi bir sesle ve ihanet dolu bakışlarla tekrar edildi.

 

"Biliyor muydun?"

 

Bu yüzleşmeyi yapması gerektiğinin farkında olan Salih kısık bir sesle mırıldandı.

 

"Evet..."

 

Afallayan Sinan birkaç adım geriye doğru gitti. Bu iki adımla, gelmesi için saniyeleri saydığı ve omzunda ağladığı kardeşiyle arasına uçurumları koymuştu.

 

"Evet? EVET?" diyen adam şok içinde güldü.

 

"Nasıl yaa? Nasıl? Aklım almıyor. Biliyordun... Biliyordun ve bana bunu söylemedin mi? Nasıl? NASIL?"

 

"Söyletmedi." dedi Salih sakin bir sesle. Sakinliğinin aksine içinde fırtınalar kopuyordu. Yine de arkadaşını alttan almazsa çok daha kötü şeyler olacağının bilinciyle sakin durmaya çalıştı.

 

"Söyletmedi?" diyen Sinan büyük bir inanamamazlıkla ellerini yumruk yaparken sakinleşmeye çalıştı.

 

32 yıllık arkadaşlığını bitirmek istemiyordu. Bu dostluk bitiremeyeceği kadar köklü ve derindi. Yine de Salih'in bu yaptığı...

 

Bunu kaldıramadığını hisseden Sinan sesindeki alayla konuştu.

 

"Sana söyledi ama bize söyletmedi. Sen de bunun önemsizliğinden(!) dolayı bize söylemedin öyle mi?"

 

"O bana hiçbir şey söylemedi Sinan. Kabuslarının şiddetinden dolayı ben anladım orada olduğunu. O hiçbir şey söylemedi. Nasıl söyleyebilir ki zaten? Bazı şeyler dilden hiç dökülemiyor." diyen Salih dudaklarında hüzünlü bir gülümseme beliren Salih iç geçirerek devam etti.

 

"12 yaşında sırf psikoloğa gitmemek için bir hafta boyunca çatıda saklanan yeğeninden bahsediyoruz Sinan. Söyletmedi dediysem... Gerçekten de söyletmemiştir değil mi?"

 

"Ne yapmış olabilir? Sırf küçücük bir çocuk saklanarak seni tehdit etti diye bu kadar önemli bir gerçeği söylemedin mi gerçekten? Yok! Bunu yaptığına inanamıyorum. Aklım almıyor!" diye tısladı Sinan öfkeyle.

 

"O küçücük çocuk saklanarak değil, bir uçurumun tepesinde kesin bir şekilde 'Eğer söylersen kendimi öldürürüm. Yemin ederim atarım kendimi buradan baba.' diyerek tehdit etti beni." dedi Salih gözlerini arkadaşına dikerek. Duyduğu cümle Sinan'ın sendelemesine neden olmuştu.

 

"Ne?"

 

"Yapardı Sinan. Yapardı! Ben o gözlerdeki karanlığı, kararlılığı, kaybolmuşluğu gördüm. Her şeyden vazgeçen birinin bakışları vardı gözlerinde. Yıllarca gözlerimde olan bakışların aynısı! Ölmek umrunda değildi hatta ölümü en büyük kurtuluş olarak görüyordu. Yaşamasının tek nedeninin siz olduğunu söyledi. Eğer bu gerçeği öğrenirseniz yaşamasının bir anlamı kalmayacağını... Tek istediği sizin mutluluğunuzdu. O 12 yaşındaki çocuk 'Ben zaten ölmüşüm. Bari onlar yaşasın değil mi?' dedi."

 

Sol gözünden bir damla yaş firar eden Sinan boğazındaki yumruyla öylece kaldı. Arkadaşına bakan Salih'in dudaklarında acı bir gülümseme belirdi.

 

"Hani bu 'Sinan, Burak söyleme dedi ama ben bilmen gerektiğini düşünüyorum. Sen bil ama sakın bildiğini çaktırma.' durumu da değildi ki. Öğrendiğini, ona baktığın an anlardı. Bu saklanabilecek bir gerçek değil. Kaç kere dilimin ucuna geldi biliyor musun? Kaç kere cümleye başladıktan sonra konuyu değiştirdim. Bilmen gerektiğinin farkındalığıyla onlarca kez anlatmaya çalıştım ama olmadı."

 

Duraksayan Salih kızarık ela gözlerinden bir damla yaş düşerken arkadaşına baktı.

 

"Ben bir evladımı daha kaybedemezdim Sinan. Hiç sahip olamadığım o küçüğü kaybetmiştim zaten. Benim tek yaşam sebebim Burak'tı ve ben onu kaybetmenin acısını da yaşayamazdım. Ben bir sevdiğimi daha o kara toprağa gömemezdim. Çok kavga ettim Burak'la. Defalarca kez 'Söyle!' dedim, her seferinde farklı bir çıkışla aldım karşılığımı. Yaşı büyüdükçe tehditleri de büyüdü, tehditlerinin ciddiliği de... Tartışmalarımız da! Ama değişen hiçbir şey olmadı. Söylemedi size, söyleyemedim size. Evet buna hakkım yoktu. Bir el olarak böyle bir gerçeği kesinlikle ailesine -size- söylemem gerekiyordu. Ama onu öylesine iyi anlarken, yapabileceklerinin sınırsızlığını ondan bile daha iyi bilirken söyleyemedim."

 

Sinan, yanağından düşen yaşlarla arkadaşına baktı. Salih'in neden böyle bir şey yaptığını anlamıştı.

 

"Burak'a da söyledim bunu geçen gün. Ben onun yaşadıklarıyla yüzleşebileceği bir yaşa gelmesini istedim sadece. Asla öyle bir yaş yok elbette ama... 11-12 yaş da bunun için çok fazla küçük değil miydi be kardeşim? Hiçbir şey bilmediğiniz halde ona kırılacak narin bir vazo gibi davranıyordunuz. Halbuki o vazo paramparça olmuştu zaten. Sizin ona o şekilde davranmanızdan ölesiye nefret ederken gerçeği asla söylemezdi. Ama yaşı büyük olursa, küçükken yaptığı gibi de susamazdı. Bir yetişkin olduğunda sesini size duyurabilirdi. Hilal hayatına girmeseydi bir şekilde bu gerçeği açıklamasını sağlayacaktım elbette. Tabii önce senin sakladığın gerçeği açıklaman gerekecekti. İstediğin otopsiyi ve nedenini..."

 

Duyduğu cümle, Sinan'ın gözlerini kapatarak başını önüne eğmesine neden olmuştu.

 

"Sen bu gerçeği neden sakladıysan, Burak da bu yüzden sakladı orada olduğunu. Ben de bu yüzden söyleyemedim size. Onların o şekilde şehit olması herkesi yaktı Sinan. Tek bizi değil tüm Ülke'yi. Bir de üstüne yeğeninin her şeyi gördüğü gerçeğini kaldırabilecek miydin? Söylesene! Ben seni kaç kere silahınla bakışırken yakaladım abi?"

 

Sinan tüm hücreleri cayır cayır yanarken başını iki yana salladı. Kardeşinden kalanı olmasaydı çoktan ikizinin yanına gitmişti. Kıpkırmızı bal gözleriyle kardeşine baktı.

 

"Soğuk bir havayı içine çektiğinde bile ciğerleri üşür diye endişelendiğim canımın diğer yarısını kaybettim ben. Yaşamamın tek sebebi Burak'tı. Canımın canının, ailesinin katlini izlediğini öğrenseydim... Nasıl yaşamaya devam edebilirdim ki? Ama şu anda da ölüyormuşum gibi hissediyorum ben Salih. 17 yıl! Burak 17 yıldır böyle bir gerçeği saklamış bizden. O 17 yılda yanında olamamışım ben yeğenimin. Her şeye tek başına katlanmı..."

 

"Hayır! Bilmiyor olman onun yanında olmadığın anlamına gelmiyor. Emre 4 yıl önce gerçeği öğrendiğinde Burak ona 'En azından birimiz ayakta kalsın diye söylemedim.' demiş. Burak'ın ihtiyacı olan onunla düşecek birisi değil, onu düştüğü yerden kaldıracak birisiydi Sinan. Her şeyi bilerek onunla ağlamamaya çalışacak birisi değil, hiçbir şeyi bilmeden onu güldürmek için çabalayacak birisi... Hayatta kalmasının tek sebebi sizsiniz. Senin gülen bal gözlerini görerek annesini hatırlamak istedi o çocuk. O bal gözlerin hüzünle dolmaması için söylemedi orada olduğunu. Elinde olsa ömrünün sonuna kadar da söylemezdi." diye mırıldanan Salih Ege abisi bellediği adama baktı.

 

"Nasıl söyledi hâlâ aklım almıyor. Tam olarak neler oldu Sinan?"

 

Soruyu duyan adam acı dolu derin bir nefes aldı ve bal gözleri dolu dolu olurken cehennem gibi geçen o dakikaları anlatmaya başladı.

 

"İşte biz..."

 

🌙

 

"Burak'ı tanımasam böyle bir şey imkansız diyeceğim ama söz konusu Burak olduğunda gayet normal geliyor. Ondan da daha azı beklenemezdi zaten." diye mırıldandı Sinan'ın anlattıklarının etkisinden çıkamayan Salih.

 

İkili koridordaki onlarca boş banka rağmen omuz omuza yere oturmuş, boş bakışlarla karşılarındaki duvara bakıyorlardı.

 

"Şimdi ne olacak? Onu tekrar gördüğümde ne tepki vereceğim?"

 

Sinan'ın sorusu, Salih'in ona doğru bir bakış atmasına neden olmuştu.

 

"Seni azıcık tanıyorsam kızmaya çalışırken sarılacaksın."

 

"Gerçekten ona çok kızgınım. Hatta onlara! Emre de 4 yıldır bildiği halde saklamış. Ama... Kızamıyorum da. Ben de otopsi istediğimi söyleyeyemedim. Meğer Burak her şeyi biliyormuş zaten. Emre delirdi o bıçağın hikayesini öğrendiğinde. Sevda'lar desen... Burak'ın orada olduğuna mı yoksa Dileğimin kendisini korumak için kendimi bıç..."

 

Cümlesini tamamlayamayan Sinan sesi boğuklaşırken gözlerini kapattı.

 

"Her şey neden böylesine acı olmak zorunda? Tüm bunlar kaldıramayacağım kadar ağır. Bir de tüm bunların üstüne Güneş'imin varlığı var. Onu biliyor muydun?"

 

Soruyu duyan Salih başını iki yana salladı.

 

"Bilmiyordum. Burak zaten bana asla o günü anlatmadı ki. Dilek'i bile senden dolayı biliyordum. Burak'ın yardım için evden dışarı çıktığını, Oktay abisini o şekilde bulduğunu da şimdi senden öğrendim. Güneş'i de herkesle beraber öğrendim bu yüzden. İşin içinde bir küçük olduğunu bilseydim... Ayakta kalamazdım."

 

Son cümlesini fısıldayarak kuran Salih kesik bir nefes aldı. Kardeşine bir bakış atan Sinan ise sessiz kalmıştı. Kısa bir süre sonra Salih ona dönerek sordu.

 

"Toparlandın mı? Gidelim mi artık?"

 

"Sen de mi geliyorsun?" diye sordu Sinan şaşkınca. Sesi ve gözleri şaşkınlıkla doluydu.

 

"İstanbul'a ayak basmışım ben Sinan. Seninle gelmeyecek olsam neden buraya kadar geleyim ki?"

 

"Haklısın! Yine de... Şaşırdım haliyle." diye mırıldanan Sinan ayağa kalktı ve arkadaşına elini uzattı.

 

"Hadi gidelim!"

 

İkili, içlerindeki onlarca duyguyla birlikte koridorda yürümeye başladılar.

 

"Üstünü bile değiştirmeden gelmişsin." dedi Sinan, Salih'in üstündeki askeri üniformaya bakarak.

 

"Haberi alır almaz kendimi helikopterde buldum. Aklıma bile gelmedi üstümü değiştirmek. Cüzdanımı ve telefonumu bile son anda bir asker tutuşturdu elime."

 

"O kadar ha? İstanbul'a gelmemek için her şeyi yapan sen... Resmen İstanbul'a koşmuşsun."

 

Dudaklarında buruk bir gülümseme beliren Salih kalbindeki acıyla derin bir nefes aldı. Ne kadar da doğru bir tabir kullanmıştı Sinan. Gerçekten de yaşanan olay kelimenin tam anlamıyla buydu.

 

Bir süre kimsenin olmadığı karanlık koridorlardan geçtikten sonra hareketin baş gösterdiği aydınlık alana geldiler. Işıklı yere geldiklerinde birkaç adım atan Sinan istemsizce yavaşladı.

 

"Sinan?"

 

Salih'in uyarırcasına çıkan sesi karşısında Sinan acıyla iç geçirdi.

 

"Onların dağılmış hallerini görerek ayakta duramam."

 

"Durma o zaman! Her zaman dimdik ayakta duracaksın diye bir kaide yok. Güçlü olacağım diye Dilek ve Yiğit'in kaybını bile adam akıllı yaşayamadın. Kimse gözünden yaşlar akıyor diye, omuzların düşük diye seni eleştiremez. Bugünlüğüne/bir günlüğüne KİT'in Binbaşısı Kartal ya da Burak'ın dayısı Sinan olma. Dilek'in ikizi ol. Kendin ol! Herkes yıkılmış durumda zaten. Sen güçlü duruyorsun diye kimse ayağa kalkamayacak. En azından bugün, şu an, değil."

 

Salih'in söylediklerinde haklı olduğunu bilen Sinan usulca başını salladı ve koridorun sonuna gelerek sola doğru döndü. İşte şimdi herkes karşısında duruyordu.

 

Burak ve Hilal hariç...

 

Salih ile beraber kalabalığa doğru yaklaşan Sinan, orada bulunan herkesin endişeli gözlerle onlara döndüğünü görerek derin bir nefes aldı. Zor dakikalar onları bekliyordu.

 

Yanındaki Salih'in adımlarının yavaşladığını hissettiğinde o da durdu. Arkadaşının bir yere doğru, birine doğru, baktığını fark ettiğindeyse oraya doğru döndü.

 

"Ahh siz tanışmamıştınız değil mi? Melek... Hilal'in annesi. Salih ise Burak'ın babası. Yani onu büyüten babası. Askeriye günlerinden beri kardeşim olur kendisi."

 

Melek'in ve Salih'in şok dolu bakışlarla birbirine bakmalarına bir anlam veremeyen Sinan, Salih'in sendelemesiyle birlikte hızlıca hareket ederek onu kolundan tuttu. Tuttuğu adamın tüm bedeni tir tir titriyordu.

 

"Salih?" diyerek kardeşine seslense de bakışları Melek'e kilitlenmiş olan Salih onu duymamıştı.

 

"Melek?"

 

🌙

 

Sinan ile birlikte koridordaki kalabalığa doğru yürüyen Salih, kendisine sırtı dönük olan bedenle birlikte bir anlığına kalp atışlarının hızlandığını hissetse de saçma bir hüsnü kuruntu yaptığını düşündü.

 

'İstanbul'a ayak bastığından beri aklında yalnızca O var. Bu yüzden gördüğün her simanın o olduğunu düşünüyorsun.' diyerek kendini teskin eden adam, kadının kendisine doğru dönmesiyle birlikte nefesinin kesildiğini hissetti.

 

Elaları, kahverengi gözlere kilitlenmiş bir haldeyken o kahvelerdeki bakışların yavaş yavaş değişimini izledi.

 

Şok, inanamamazlık, öfke/nefret ve acı... Sonsuz bir acı!

 

Yanındaki Sinan'ın sesi evrenin ötesinden gelirken, söylediği cümledeki tek bir kısım dikkatini çekmişti.

 

Melek... Hilal'in annesi.

 

Başının dönmeye başladığını hisseden Salih geriye doğru sendeledi.

 

Sinan, düşmemesi için onu kolundan tutarken tüm bedeni olanca şiddetiyle titriyordu.

 

Melek... Hilal'in annesi.

 

'Beni büyüten babam... Öz babam değilmiş. Öz babamın ise... Benden haberi yok!'

 

Aylar önce İstanbul'a geldiğinde kurmuştu genç kız bu cümleyi. Gözlerinde acı, hüzün ve merak dolanırken...

 

Başına olanca şiddetiyle bir ağrı saplanırken kendisine, üstündeki üniformaya, bakan kahvelerle göz göze geldi tekrardan.

 

Yıllardır hasretiyle yandığı kadına bakarken dudaklarından istemsizce adı dökülmüştü.

 

"Melek?"

 

Adını duyan kadın irkilerek geriye doğru bir adım atarken Salih kolunu Sinan'dan çekti.

 

Bir cevaba ihtiyacı vardı.

 

Cevabını bildiği sorunun cevabına ihtiyacı vardı.

 

Cevabı ONDAN duymaya ihtiyacı vardı.

 

Etraflarındaki izleyicileri neler olduğunu anlamaya çalışırken Salih gözlerini Melek'ten ayırmadı.

 

Yıllarca kafasında bu ânı kurmuştu. Tüm hayallerinde ya af dileniyor ya da ona koşarak sarılıyordu. Fakat şu an... Şu an Salih kendinden geçmişti hatta Meleğinden bile geçmişti. Tek istediği o cevaptı.

 

"Hilal..." diye sorarken sesi titredi adamın.

 

'Babam koymuş.' demişti. İsmini babasının koyduğunu söylemişti. Aklına gelmemişti Salih'in. 'Varlığından haberdar dahi olmayan adam nasıl ismini koyabilir?' diye sormak aklına gelmemişti.

 

Boynundaki yıldızın varlığı kendini belli ederken yıllar önce o mağarada kendisine sorduğu soruyu hatırladı.

 

'Sana verdiğim hilali ne yaptın Meleğim? Hangi kuytu köşeye fırlattın?'

 

Düşündüğü şey olamazdı değil mi? Nasıl olabilirdi ki? Salih DNA raporunu bizzat kendi gözleriyle görmüştü. O küçüğün Kadir'in çocuğu olduğu su götürmez bir gerçekti.

 

'Annem... İnkar etse de babamı, öz babamı, çok sevmiş. Ben annemden babamı dinleyerek büyüdüm aslında. Sesinde hissedilen sevgiyi saklayamıyordu. Şimdi anlıyorum ki gözlerindeki acıyı da saklayamıyormuş.'

 

Hilal'in sesi zihninde yankılanırken ağzından sessiz bir inleme döküldü Salih'in. Kabul edemiyordu. Olmuyordu.

 

24 yılını bir hiç uğruna (sahte bir rapor uğruna) onsuz geçirdiğini kabullenemiyordu.

 

'Biliyor musun? Benim ilk kelimem 'Baba'ymış. Mesela biz tanıştık, öyle konuşuyoruz. Bunu öğrendiğinde yanmaz mı? 'Kızımın ilk kelimesi babaymış ama bana karşı değil.' diye düşünüp üzülmez mi?' diye sormuştu.

 

Üzülmek mi? Salih Ege şu an kahrından geberdiğini hissediyordu.

 

Sinan'ın kendisine bir şeyler söylediğini hissetse de duymadı Salih. Gözleri, kıpkırmızı olmuş kahverengi gözlerdeydi. Gözleriyle sorduğu soruyu, gözleriyle bas bas 'EVET!' diyerek yanıtlıyordu Meleği. Ama bu Salih'e yetmiyordu. Duymaya ihtiyacı vardı. Gerçi duyması için önce sorması gerekiyordu. Soramıyordu ki... Dökülemiyordu o kelimeler dudaklarından.

 

Yıllar önceki suskunluğu gibiydi her şey. Çok ağır gelmişti. Çok çok ağır. Kaçmıştı bu yüzden kelimeleri.

 

'Çok küçük...' deyişi geldi aklına. O küçücük elin tetiği sıkan parmağını sımsıkı tutması, kendisine gülümsemesi.

 

Yıllar sonra tekrardan aynı kelimeyi kullanmıştı avucunun içindeki Hilal'in eli için...

 

'Benim elim küçük değil seninki büyük bir kere.' demişti genç kız gülerek.

 

İlk damla tam o an düştü Salih'in gözlerinden. Dolu gözleriyle sağ eline baktı.

 

'Bu el; yüzlerce, binlerce insanı kurtaran birinin eli. Bu el; küçük bir bebeğin doğmasını sağlayan, silah arkadaşlarını ailelerine kavuşturan birisinin eli. Bu el, sevdiğim adamı yıllarca koruyan adamın eli. Bu el, az önce hüzünlenen kızını teselli eden adamın eli. Bu yüzden... Lütfen nefretle bakma ona.' demişti. Anlam verememişti Salih. Yıllar sonra kalbindeki sızının nasıl bu cümlelerle geçtiğine bir anlam verememişti.

 

O sızının, küçücük bir bebeğin Cennet kokusuyla geçmesiyle aynı nedenden dolayı geçtiğini anlayamamıştı.

 

Aklına yıllar önceki o lanet gün gelirken bacaklarının tutmadığını hissetti.

 

'Hedef değişti. Bebeği vurun!'

'Seç! Sevdiğinin amcası mı, çocuğu mu?'

'Seç! Adam mı, bebek mi?'

'Ya o bebek sendense?.. Baban mı, kızın mı?'

 

Gerçekten de kızı mıydı yani?

 

O gün kurtardığı küçük, kızı mıydı?

 

İkinci damla da ikincisinin yanında yerini alırken, kahvelerinden yaşlar düşen sevdiğine baktı. Kendisine nefretle bakmaya çalışan ama 'Yardım et!' dercesine yalvaran bakışlara.

 

Kalbindeki sancıyla titrek bir nefes alan Salih, kalabalığın önünde durduğu kapıya döndü.

 

AMELİYATHANE

 

"Hayır..." diye fısıldarken tüm bunların gerçek olduğuna inanamıyordu.

 

Ona/onlara bir şey olmasından deliler gibi korkarak İstanbul'a koşmuştu.

 

Kızı yerine koyduğu Hilal için hayatının en büyük iki tabusunu çiğnemişti.

 

-Sevdiğinin hasretini hatırlatsa da İstanbul'a gelmişti.

-Annesini kaybettiği günü hatırlatsa da ameliyathane kapısının önünde beklemeye gönüllü olmuştu.

 

Bakışlarını ameliyathanenin kapısından zorlukla çeken Salih Melek'in elindeki kolyeye baktı.

 

Hilale... Kanla kaplı hilale!

 

Kolyedeki kırmızılık başındaki ağrıyı son safhaya çıkartırken, gözleri kararan Salih elini zorlukla yanındaki duvara dayadı. Ayakta duramıyordu. Ölmüştü Salih. Ruhunu vermiş, canından olmuştu. Ölmüştü.

 

"Allah aşkına Salih yalvarırım bir tepki ver. Neler oluyor? Sana söyledim Hilal'in durumu iyi. Doktorlar yaranın hayati bir bölgede olmadığını söyledi."

 

"Abi... Öldür beni."

 

Duyduğu cümle Sinan'ın gözlerinin kocaman açılmasına neden olurken Salih'in berbat ötesi sesi şaşkınca nefes almasına neden olmuştu.

 

"Ne diyorsun oğlum? Neler oluyor?"

 

Salih, ızdırap dolu kızarık elalarını Sinan'a dikti.

 

"Nefes alamıyorum ben. Ben bu sahneyi daha önce yaşadım. 12 saat boyunca bana can verenin o kapıdan çıkmasını bekledim... Çıkmadı! Ya şimdi de can verdiğim... Çıkmazsa? Bu olmadan öldür beni. Yaşananlar kaldıramayacağım kadar ağır. Öldür beni. Yalvarıyorum öldür!"

 

Sinan kaşlarını çatarak Salih'e bakarken koridorda Melek'in sesi yankılandı.

 

"Kızım o kapıdan çıkacak!"

 

Onun sesini duyan Salih'in gözünden bir damla yaş daha süzüldü.

 

"Saçma sapan konuşmayı kes ve defol buradan!"

 

Koridordakiler Melek'in nefret dolu sesiyle afallarken Sinan gerçeği anlayarak bir Salih'e bir Melek'e bakmaya başlamıştı.

 

Bu olabilir miydi gerçekten de?

Bu nasıl olabilirdi?

 

Melek'in nefret dolu cümlesi Salih üzerinde soğuk su etkisine neden olmuştu. Dayandığı duvardan güç alarak doğrulan adam Melek'in kahverengi gözlerine baktı.

 

"Hiçbir güç... Buradan ayrılmama neden olamaz." derken sesi istemsizce donuk çıkmıştı. Melek ile aralarındaki olay başka, o küçük ile bambaşkaydı.

 

İkisinin yaşadıkları Salih'in babalığına etki edemezdi.

 

"Senin burada durmaya hakkın yok. Defol git! Yıllardır hangi cehennemdeysen oraya git. Ve bir daha sakın karşıma çıkma."

 

Duyduğu cümle Salih'in alayla gülmesine neden oldu.

 

"Benim mi burada durmaya hakkım yok? Benim iki evladım da içeride. Birinin burada durmayı hakkı varsa o da benim!" dedi Salih içi titrerken. O kapı açıldığında, olumsuz herhangi bir haber alacak diye ödü kopuyordu adamın.

 

"Burak için endişelenebilirsin ama Hilal benim kızım!" dedi Melek büyük bir öfkeyle. Kızı can pazarındayken böyle bir tartışmayı yürüttüğüne inanamasa da kendisine engel olamıyordu. 25 yıl sonra hayatını mahveden adamla karşılaşmıştı.

 

Üstüne üstlük üstünde askeri bir üniforma varken...

 

Yıllarca Hilal'in 'Anne ben asker olacağım.' söylemlerini dinlemişti Melek. Kızındaki bu yoğun aşka bir anlam verememişti genç kadın. Ne de olsa sosyetenin içinde doğmuş, sosyetenin içinde büyümüştü. Fakat tam şu an, karşısındaki adama bakarken bu aşkın nedenini anlamıştı.

 

Kızının damarlarında karşısındaki adamın, karşısındaki askerin, kanı dolaşıyordu.

 

Zorlukla yutkunan Melek, dişlerini sıktı. Aklından onlarca düşünce geçerken tüm o düşünceleri geri plana attı, içinden onlarca his geçerken tüm o hislerini yok saydı. Geriye yalnızca öfke ve nefreti bıraktı. Bu adam için bir duygu hissedecekse yalnızca ikisi olmalıydı çünkü.

 

"Gözleri ve karakteri benden ibaretken, damarlarında benim kanım dolaşırken böyle bir iddiada bulunamazsın be Melek." diye mırıldandı Salih sesindeki saf acıyla.

 

Bu cümle ameliyathanenin önündeki herkesin şaşkınlıkla dolu nefesler almasına neden olmuştu.

 

Hilal'in babası Salih miydi yani?

 

"Ne saçmaladığını bilmiyorum ama Hilal'in babası öldü." dedi Melek son bir gayretle. Bu çabanın boşa olduğunu bilse de karşısındaki adamın yıllar sonra gelip kızı üzerinde hak iddia etmesi sinirini bozmuştu.

 

Adı bile yalandı...

 

"O kız bana babasından bahsetti. Kendisini büyüten adamın öz babası olmadığını anlattı. Öz babası hakkındaki endişelerini anlattı. Hilal bana Salih baba derken, hiç görmediği babasına duyduğu sevgiyi anlattı!"

 

İsyan edercesine tüm bu cümleleri kuran Salih'in isyanının kendisine olduğu belli oluyordu.

 

'Ben de ona her şeyi anlattım.' cümlesinin ağırlığında ezildiğini hisseden Salih bu konuyu düşünmemeye çalıştı.

 

"Peki sen ona bana yaptıklarını anlattın mı? Bana söylediklerini! Seninle asla karşılaşmayacağını düşündüğümden senden nefret etsin istemedim ama bir kendine gelsin yaptıklarını anlatacağım. O zaman 'Defol.' diyen kişi ben değil de o olacak. Seni kızımın yanında yamacında istemiyorum... Her kimsen artık."

 

Salih demeye dili, Ege demeye de gönlü razı gelmemişti Melek'in.

 

"İkimiz de Hilal'in asla öyle bir şey söylemeyeceğini biliyoruz." diye mırıldandı Salih.

 

Hele de ben yaptıklarımı ve nedenlerini gözyaşları içinde ona anlatmışken...

 

"Kızımı tanıyormuş gibi konuşma! 25 yıl sonra hiçbir şey olmamış gibi kızım üzerinde hak iddia edemezsin! Hayır aklım almıyor yaa. Nasıl bu kadar rahat kızın olduğunu kabullenip üstüne bir de sahipleniyormuş gibi numara yapabiliyorsun? Gerçi doğru! Unutmuşum! Senin işin zaten numara yapmaktı değil mi?"

 

Derin bir nefes alan Salih, ellerini yumruk yaparak sakin kalmaya çalıştı.

 

"Şu an bu durumu tartışma yeri mi? İzleyicilerimizi geçtim, o orada canıyla cebelleşirken..."

 

"İzleyicilerimizi niye geçiyoruz? Hepsi bilsin senin nasıl bir pislik olduğunu."

 

"Tamam Melek. Bilirler. Söylersin her şeyi. Ama şimdi değil. Allah aşkına! Başım çatlıyor, her şey çok fazla. Şu an değil. O oradayken değil! Lütfen!"

 

Salih'in berbat haline bakan Melek'in bakışlarından bir anlığına endişe geçti. Onun hayatını karartan bu adam için hissettiği endişe, tekrardan saldırmasına neden olmuştu.

 

"Seni burada istemiyorum. Onun için şu ana kadar ne yaptın da burada durabiliyorsun?"

 

"Onun için ne mi yaptım?" diye fısıldadı Salih acı dolu bir sesle, aklında 'Bom' sesi yankılanırken.

 

"Evet! Onun için hiçbir şey yapmamışken..."

 

"YETER! YETER MELEK! Sana yaptığım her şeyden dolayı beni suçlayabilirsin ama o değil. Kızım değil! Kızımla alakalı tek bir suçlamada bulunamazsın bana. Babalığıma laf söyletmem! Ona verdiğim değere laf söyletmem. Onun, seninle aramızda geçenlerle hiçbir alakası yok. Bana saldıracaksan sana yaptıklarımdan saldır. Kızımdan değil!"

 

Salih'in bu çıkışı karşısında şaşkınlıkla duraksayan Melek, kalbinde hissettiği çalkantıyı hissederek titrek bir nefes aldı. Adamın gözlerinde çok büyük bir acı vardı ve bu Melek'in yıllar önceki gibi hissetmesine neden olmuştu.

 

O acıyı geçirmek için ona sarılmak istiyordu...

 

Bu istek, ağladığı yıllara ihanet gibi gelirken tekrardan çıkıştı.

 

Eğer ona kızmazsa, ona koşabilirdi çünkü.

 

"Babalığın? Hangi babalığın? Burak'a yıllarca yaptığın babalıksa bunun Hilal ile bir ilgisi yok. Sen kızıma babalık yapmadın!"

 

"Buna izin verdin mi?" diye sordu Salih acı bir sesle.

 

"Kadir ile evlenmemi mi kastediyorsun? Bunda suçlu ben miyim? Beni boşayan sendin! Sen! Ben kızım da benim gibi babasız büyümesin istedim sadece."

 

"Ve başkasına baba demesine izin verdin." diye mırıldandı Salih.

 

Mantıklı tarafı Melek'i anlıyordu aslında. Mantıklı tarafı Melek'e kızmaması gerektiğini, suçlunun kendisi olduğunu da anlıyordu. Ama Salih Ege şu an mantıklı düşünecek bir pozisyonda değildi. Kaybolan yıllarının, kızından ayrı geçen yıllarının, acısı her hücresini sarmıştı.

 

Bakışlarını ameliyathanenin kapısına çevirdi.

 

Hele de böyle bir anda... Aklına düşen tüm olumsuzlukları yok saydı adam. Hilal'e bir şey olmayacaktı. O çok güçlü bir kızdı. Ona hiçbir şey olmayacaktı.

 

"Bu yaptığım için beni suçlayamazsın... Dünya üzerinde olmayan adam."

 

Melek'in cümlesi üzerine bakışlarını ona çevirdi Salih Ege. En son ne konuşuyorlardı onu bile unutmuş gibiydi. Düşündüğü tek şey Hilal'in o küçük elini bir kez daha tutabilmekti. Ona sımsıkı sarılmak, papatya kokusunu içine çekmek ve Berceste'm diyebilmekti.

 

Gözleri dolan adam 'Sözünü tutmuş. Gerçekten de vatanına katkıda bulunacak bir meslek seçmiş.' diye düşündü yıllar önce parktaki konuşmalarını hatırlayarak.

 

Melek'in sesini duyduğunda düşüncelerinden sıyrılarak tekrardan ona baktı.

 

"Ben, bana söylediğin onca hakarete rağmen hamile olduğumu öğrendiğimde seni aradım. Hiçbir yerde yoktun. Amcama soracaktım ama o da ortadan kayboldu. Kadir'in gücünü bile kullandım! Fakat bana söylediğin isimde Türkiye'de yaşayan birisi yoktu. Bu yüzden sakın... Sakın beni suçlamaya kalkma! Ben kızım için en doğru kararı verdim." diyen Melek gözlerindeki acıyla devam etti.

 

"Baştan ayağa yalan olman benim suçum değil!"

 

Melek'in kıpkırmızı gözlerine bakan Salih hüzünle gülümsedi.

 

"Sen de haklısın."

 

"Öyle bir söyledin ki... Gören de senin haklı olduğun bir nokta var zannedecek." dedi Melek büyük bir öfkeyle.

 

Salih derin bir nefes aldı. İyi değildi... Görmüyor muydu bunu?

 

"Bana saldırınca gitmeyeceğim Melek. Yapma o yüzden olmaz mı? Gerçekten hiç iyi değilim." diyen adam isyanla ellerini iki yana açtı.

 

"Ne duymak istiyorsun? Özür mü dileyeyim? O özrün hiçbir boka yaramayacağını ikimiz de biliyoruz. Yaşananları bir özürle silmeyi bırak, hiçbir şekilde silemeyeceğiz. Senden sadece... Azıcık anlayış bekliyorum. Aptal değilsin. Üzerimdeki üniformayı gördüğün an bazı şeyleri anladın. O nefret ettiğin adamlarla neden sürekli dip dibe durduğum gibi şeyleri... Tamam! Bu hikayede en çok yanan kişi sen olabilirsin. Ama bu benim de kül olmadığım anlamına gelmiyor değil mi? Ben şu an hayatta en çok nefret ettiğim yerde, bir ameliyathanenin önünde duruyorum şu an. Ve zaten korkarak geldiğim bu ameliyathanenin içindeki kızın öz kızım olduğunu öğrendim. Oğlum da içeride... Bu yüzden yalvarıyorum dur artık. Ben ayakta duramıyorum çünkü. İnan bana ben ayakta duramazsam hiç iyi şeyler olmaz. Buna şahit olmak istemezsin. Şu an deliliğimin son safhasındayım. Daha fazla üstüme gelme. Ne yaparsan yap buradan ayrılmayacağım zaten. Sen o köşede dur, ben de bu köşede. İnan bana tek kelime etmeyeceğim. Düşünmem gereken çok şey var zaten."

 

Salih'in sözleri Melek'in kalbine saplanırken gözünden bir damla yaş düştü. Kendisine onca şey yaşatan bu adam için kalbinin ağrımaması gerekiyordu fakat Melek'in kalbinde kocaman bir ağırlık vardı. Nefes aldırmıyordu.

 

Yıllarca düşünmüştü. Bir gün Ege gelirse ona onca hakareti sayacak, Hilal'i hak etmediğini söyleyecek ve adamı kovacaktı. Bazı hayallerinde Ege buna itiraz etse de hiçbir hayalinde böylesine ızdırap dolu, hüzünlü elalarla bakmıyordu.

 

Gözlerini zorlukla ela gözlerden çeken kadın hiçbir şey söylemeden ameliyathane kapısının yakınındaki bekleme koltuğuna doğru giderek oturdu. Onun oturmasıyla birlikte Salih de kendini düşercesine yere bıraktı ve başını arkasındaki duvara yaslayarak gözlerini kapattı.

 

Tüm bunlar nasıl olabilmişti?

 

🌙

 

Aradan yarım saat geçmiş ve bu yarım saatte ameliyathanenin önündeki koridordan çıt dahi çıkmamıştı. Tek Melek ve Salih'ten değil, hiç kimseden!

 

Herkes yaşanan olayların şiddetiyle öylece kalakalmış, Hilal ve Burak'ın ameliyathaneden sağ salim çıkması için dualar ediyordu.

 

Ruhunun çekildiğini hissederken gözünü duvara dikerek öylece oturan adam, nefes almayı unutacak kadar çok dağılmıştı. Nefes alsa ne olacaktı ki sanki? Aldığı nefesler ciğerlerine ulaşmıyor, her nefes bir bıçak darbesine tekabül ediyordu.

 

'Daha beteri yaşanamaz!' dediği her an hayat karşısına daha beterini çıkartmıştı. Fakat en büyük, en acı savaşı bu olmuştu. Canının canı yanıyordu ve Salih'in yapabildiği tek şey öylece oturmaktı.

 

Boğazındaki yumruyla gözlerini kapatan adam, başını sertçe arkasındaki duvara vurdu.

 

Bu nasıl olabilirdi? Nasıl?

 

Şu an kaybettikleri 24 yıla yanamıyordu bile. 24 yıl sonra bulduğu kızı avuçlarından kayıp gitmek üzereydi. Yanağından bir damla yaş süzülürken titrek bir nefes aldı.

 

Diğer tarafta ise oğlu vardı. Yanağından ikinci bir yaşın daha süzüldüğünü hisseden Salih zorlukla yutkundu. Onları kaybetme düşüncesi; yıllardır çektiği vicdan azabını, acıyı, hatta sevdasına olan hasretini sollayıp geçmişti.

 

Yıllar önceki bekleyişini hatırladı Salih. Hastanenin bahçesinde korku, ümit ama en çok da mutluluk ile beklediği o günü... Sonrasında içeriye girişi ve yeni doğan ünitesindeki camın önünde duruşunu hatırladı. Düşmesinden korkarak eline aldığı o miniğin Cennet kokusu tekrardan genzine dolarken gözlerinden akan yaşlar hızlanmıştı.

 

'Eğer o küçük olduğunu bilseydim sana sarıldığım her seferinde doya doya papatya kokunu içime çekerdim kızım. Bilseydim seni korumak için canımı verirdim. Yalvarırım bırakma beni! Salih baba değil de baba deyişini duymak istiyorum ben. Kızım olduğunun, Berceste'm olduğunun bilinciyle sana sımsıkı sarılmak istiyorum. O 4 yaş varsayımını her yıla yayarak yaşamak istiyorum. Arada 1 yaşında arada 11 yaşında ilan ederek yapman gerekenleri senin yerine yapmak istiyorum. Kaybolan yıllarımızı telafi etmek istiyorum. Hem... Daha sana vermem gereken hediyeler var. Hani Sakarya'dayken sormuştun ya bana 'Bu oda ne Salih baba? Kapısı da kilitli.' diye. Ben cevap olarak susmuştum, sen sustuklarımı duymuş kurcalamamıştım. O odada sana ait olanlar vardı Berceste'm. Doğduğun ilk günden itibaren her doğum gününde sana aldığım hediyeler vardı. Sana hiç veremediğim. Hani dedin ya o benim için en önemli günleri kaçırdı diye... Kaçırdım doğru ama hediyelerini asla esirgemedim. 1. Sınıf hediyen güzel bir kitaptı mesela. Okumayı öğrenmenin şerefine. 2. Sınıf'ta ise neden bilmem bir tane müzik kutusu aldım. Çok hoşuma gitti görür görmez aklıma sen geldin. Zamanla iş doğum günü, karne hediyesi ya da özel günlerden çıktı. Gördüğüm ve beğendiğim her şeyi alırken buldum kendimi. Her seferinde 'Dur Salih! Saçmalama Salih!' desem de kendime söz dinletemedim. İlk başlarda her şey kolaydı fakat yıllar geçtikçe daha büyük bir şüpheyle almaya başladım her hediyeyi. 'Acaba sever mi? Onun tarzı mı?' düşünceleriyle. Sonra parkta yanına geldiğim gün... Seni az buçuk tanıma imkanı bulduğumda Burak ile birbirinize ne denli benzediğinizi fark ettim. İşte o günden sonra bir süre Burak'a aldığım puzzle'ın bir eşini sana aldım. Burak'a aldığım kitabın bir diğer eşini aldığım gibi. Ama sonra yaşın büyüdü. 18 oldun, 19... Bir genç kıza ne hediye alınır bilemedim. Ben daha önce hiç kız babası olmamıştım ki. Her girdiğim mağazada görevlilerden yardım istedim. Hepsi 'Kim için bakıyordunuz?' diye sordu. Cevap hep aynıydı. 'Kızım için!'. Şimdi diyorlar ki bana 'O gerçekten de senin kızın. Yıllarca gördüğün her küçükte aklına gelen, yaşaması için ölmeyi seçtiğin o kız, senin kızın.'. Hem de bunu bir ameliyathanenin kapısının önünde söylüyorlar. 'Kavuşamadan kaybedebilirsin.' diyorlar. Olmaz ki. Seni de kaybedersem yaşayamam ki ben. Bu yüzden geri dön Hilal'im. Sakın gitme. İyileştirmen gereken, tedavi etmen gereken yaralı bir adam var Kelebek Hanım. Sakın onu bırakıp gitmeye kalkma. O adam, tüm hayatını senin için yaşadı. Sen gidersen yine dili lal olur, ruhu dünyaya küser... Ölür. Bu yüzden hiçbir yere gidemezsin. Babanı böyle bir acıya hapsedip hiçbir yere gidemezsin kızım."

 

Hıçkırmamak için dudaklarını birbirine bastıran adam, dakikalar geçtikçe gerçekliğin çok daha sert bir tokat gibi çarptığını hissediyordu. Aklında sürekli 18 yaşındayken annesi için ameliyathane önünde bekleyişi, doktorun çıkarak 'Başınız sağ olsun. Ameliyat esnasında çok fazla komplikasyon gelişti. Kurtaramadık.' deyişi yankılanıyordu.

 

Acı dolu kesik bir nefes alan Salih, ellerini yumruk yaptı.

 

Hayatının mutlu olduğu kısmına ne zaman geçebilecekti acaba? Yoksa yalnızca ilk 18 yılıyla mı sınırlı kalacaktı bu mutluluk?

 

'Meleğinle geçirdiğin günlerde de mutluydun.' diyerek araya girdi iç sesi. Gül kokulusu aklına gelirken gözlerini açarak ilerideki kadına baktı. Meleği, başı önde kızının -kızlarının- kolyesi elinde öylece duruyordu. Aklına, kolyeyi ilk verdiği gün gelirken kesik bir nefes aldı. O günü, evlendikleri günü, hatırlamak başka bir ölümdü. Üst üste iki ölümü kaldıramayacağını hisseden Salih Ege kolyeden bakışlarını zorlukla çekerek kadının hüzünlü yüzüne baktı.

 

Saf mutlulukla geçen 3 ayın bedeli, 25 yıllık daimi acı olmuştu.

 

Melek, onu izlediğini hissetmiş gibi başını kaldırarak ona baktı. Göz göze geldiklerinde, Salih ela gözlerini kaçırmadı. Daha doğrusu kaçıramadı. Buna ne mecali vardı ne de isteği.

 

O anda ikili; Melek ve Ege değil, Hilal'in annesi ve babasıydılar. İkisi de aynı acıda kahroluyorlardı, ikisi de aynı korku girdabında boğuluyorlardı.

 

Yan yana olsalar birbirlerine dayanarak güç alabileceklerken, ikisi de ayrı ayrı dağılıyorlardı.

 

Aralarındaki mesafeye rağmen gözleriyle 'Bir şey olmayacak!' dedi Salih Ege. Melek, ela gözlerdeki bu teselliyi fark etmiş olacak ki gözlerinden usulca birkaç damla yaş düştü. Kızı için delicesine korkuyordu ve karşındaki adamın da aynı korkuya sahip olduğunu biliyordu. İşte tek sorun o adamın karşısında olmasıydı. Yanında değil!

 

İkilinin bu bakışmasını bölen şey, ameliyathanenin açılan kapısı oldu. Kapının açılması herkesin ayaklanmasına neden olmuştu. Salih hızlı adımlarla ameliyathanenin kapısına geldiğinde diğerlerini itti ve kapıdan çıkan hemşirenin önünde durdu. Adam farkında olmadan Meleğinin tam yanına gelmişti.

 

Bedeni de ruhu gibi söz dinlemiyor, soluğu onun yanında alıyordu.

 

"Ne oldu? Kızım iyi mi?" diye sordu Melek sesindeki endişeyle.

 

Hemşirenin bakışlarındaki olumsuzluğu gören Salih, bir adım geriye doğru sendeledi.

 

"Ameliyatta... Hiç tahmin etmediğimiz bir komplikasyon gelişti. Doktorumuz çıktığında gerekli açıklamayı yapacak fakat şu an acil kana ihtiyacımız var."

 

Hemşirenin komplikasyon dediği kısımdan sonrasını duymadı Salih. Başı dönüyordu. Tutunma ihtiyacıyla elini attığında tuttuğu kolun Meleğine ait olduğunu anlayamayacak kadar çok kendinden geçmişti. Melek ise onun bu teması karşısında herhangi bir tepki vermedi çünkü o da o an yalnızca adamdan aldığı güçle ayakta durabiliyordu.

 

"Hastanın kan grubu 0 Rh negatif. Bildiğiniz üzere 0 negatif yalnızca 0 negatiften kan alabiliyor. Şu an kan bankamıza da sorduruyoruz ama yeterli gelmeyebilir. Ayrıca kanın elimize acilen ulaşması gerekiyor. Hilal Hanım'ın hayati tehlikesi var. İçinizden birinin kanı uyuş..."

 

"Ben..." diye mırıldandı Salih. Kadının söylediklerinin yine yüzde 80'inini duymamıştı. Duyduğu tek şey kızının kana ihtiyaç olduğu ve Salih'in kanının da onunla uyuştuğuydu.

 

Kan grubunu da ondan almıştı.

 

Damarlarındaki kanın benden ibaret olduğunu tüm dünyaya haykırmak mı istemiştin Berceste'm? Ben babamın kızıyım haberiniz olsun mu demek istemiştin?

 

"Kan grubunuz uyuşuyor mu? Öyle olsa bile... Siz hiç iyi gözükmüyorsunuz Beyefendi. Bu halde kanınızı alamam."

 

Duyduğu cümle üzerine Salih alayla gülmeye başladı. Adamın ses tonundaki acı, alaydan kat be kat üstündü.

 

"Şimdi sen bana kızıma kan veremeyeceğimi mi söylüyorsun?"

 

Hemşire, askeri üniforma giyen adamın bembeyaz olmuş yüzüne baktı.

 

"İyi gözükmüyorsunuz. Yaralı mısınız yoksa?"

 

Soru üzerine herkes endişeyle Salih'e dönmüştü. Özellikle de Melek'in bakışlarındaki endişe çok net bir biçimde seçiliyordu.

 

"Evet..." diye mırıldandı Salih berbat bir sesle.

 

"Ne? Nasıl? Neresi?"

 

Melek'in korkuyla kendisine dönerek peş peşe sıraladığı sorular, Salih'in ona bakmasına neden oldu. Aşık olduğu o kahveler yıllar sonra ilk defa bu kadar yakınındaydı. Onca yaşanan şeye rağmen kadının gözlerinde beliren korku ve endişe, unutamayan tek kişinin Ege olmadığının kanıtı olmuştu. Kadının gözleri bedenini incelerken hüzünle gülümsedi adam.

 

"Boşuna aranıyorsun. Yaralarımı çıplak gözle göremezsin. Görme de zaten! Senden de benden de geriye hiçbir şey kalmamışken görme."

 

Salih'in fısıltısı ruhuna işlerken Melek bulundukları pozisyonu fark etti. Eli kolunda olan adam çok yakınındaydı. Fazla yakınında. Onun yaptıkları aklıma gelirken geri çekilecekti ki adam ondan önce davrandı.

 

Ege, elini kolundan çektiğinde tüm bedenini bir üşüme sardı Melek'in. Bacaklarının tutmadığını hissederken annesinin sesini duydu.

 

"Sizden geriye bir şey kalmadı mı gerçekten de? Her şeyden öte bir kızınız var."

 

Geldiğinden beri bakmamaya çalıştığı kadının, annesinin, sesini duyan Salih kesik bir nefes aldı. Boğazı düğüm düğüm olurken dikkatini karşısındaki hemşireye verdi. Az önce yaşananlar, bakışmaları konuşmaları, yalnızca bir dakika içerisinde gerçekleşmişti fakat 25 yıllık hasrete sahip adam için bir ömürdü o bir dakika.

 

Şarkıdaki gibi, bir dakika silmişti aslında o yılların özlemini.

 

🎶 Seninle bir dakika

Umutlandırıyor beni

Bir dakika siliyor canım

Yılların özlemini

 

Hasret tükenmez gibi

Kavuşmak bir dakika

Sevmek bir ömür sürer

Sevişmek bir dakika

 

Seninle buluşmamız

Bir dakikada geçti

Gözlerin gözlerimi canım

Bir dakikada içti 🎶

 

Ruhunu Meleği doldururken aklında kızı olan Salih çatlak bir sesle mırıldandı.

 

"Kanımı alın."

 

Derin bir nefes alan genç hemşire, gözlerindeki olumsuz bakışlarla ayakta zor duran adama baktı.

 

"Beyefendi bakın gerçekten iyi görünmü..."

 

"DEĞİLİM ZATEN! İYİ FALAN DEĞİLİM! DEĞİLİM!" diye haykırdı Salih bir anda. Hemşire bu bağırış karşısında neye uğradığını şaşırarak irkilmişti.

 

Sinan, Salih'in yanına gelerek koluna dokundu.

 

"Sakin o..."

 

"S*KMİŞİM SAKİNLİĞİNİ!" diye çıkıştı Salih kıpkırmızı gözleriyle Sinan'a dönerken.

 

"Abi komplikasyon diyor. Hayati tehlikesi var diyor. Ama iyi gözükmediğimden kanımı alamazmış! Canımı alıyor benden ama kanımı alamazmış! İnan bana hayatım boyunca hiçbir zaman şu anki kadar acı çekmedim ben. O gün bile! Silahı alıp kafama sıkmıyorsam eğer onun ela gözlerini bir kez daha görmek istediğimden. Bana benzeyen ela gözlerini... Onu daha yeni buldum ben. Kaybedemem. Olmaz. Ne Hilal'i ne de Burak'ı kaybedemem! Tansiyonum düşer falan diye kanımı almamak için çabalıyor ama eğer ona bir şey olursa zaten morga gireceğim."

 

Genç hemşire, karşısındaki askerin cümlelerini duyduğunda derin bir nefes aldı. Karşısındaki adam neredeyse bayılmak üzereydi, ayrıca yaşı çok da genç değildi. Aldığı kan adamın şoka girmesine neden olabilirdi ve bu karar hemşirenin kendi başına verebileceği bir karar değildi.

 

"Dediğini yap Seda Hemşire." diyen hastane Müdür'ünü duymasıyla sesin geldiği yöne doğru döndü.

 

Salih, gelen Ferman'a bakarken herhangi bir tepki vermedi. Ferman ise Hilal'in, Salih'in kızı olmasının getirdiği şokla adama bakıyordu.

 

"Tamam hocam. Buyrun Beyefendi sizi kan odasına ala..."

 

"Burada!" dedi Salih kesin bir dille.

 

Ona bir bakış atan Ferman, başını iki yana salladı.

 

"Olmaz Salih. Yarım ünite kan ver diyeceğim kabul etmeyeceksin. Bu durumda bir ünite kan vereceksen odada bulunmalısın. Herhangi bir komplikasyo..."

 

"O kelimeyi kullanma!" diye tısladı Salih. Hayatında en nefret ettiği kelimelerin başında geliyordu komplikasyon kelimesi. Annesini kaybettiği gün o zırvalığı birçok kez işitmişti. Şimdi de kızı...

 

"Tamam. Kan vermeni kabul ediyorum ama benim şartlarıma uymalıs..."

 

"BEN DERDİMİ ANLATAMIYOR MUYUM FERMAN? Yaa gerçekten anlatamıyor muyum ben kendimi? Hiçbir güç beni buradan ayıramaz. Şart ha? Madem ortada bir şart olacak o zaman benim şartlarıma göre hareket edeceğiz." diyen Salih üniformasının cebindeki çakısını çıkarttı.

 

"Salih?"

 

"Salih amca?"

 

"Oğlum?"

 

Seher'in oğlum kelimesi yüreğini parçalarken titreyen eliyle üniformasının sol kolunu kıvırdı adam. Elindeki çakıyı doğal hareketlerle açtıktan sonra dirsek içindeki damara hafifçe baskı uygulayan Salih Ege ciddi gözlerle Ferman'a bakmaya başladı.

 

"Bu iş çok uzadı. Modern yollarla mı alırsınız kanımı, ilkel yollarla mı vereyim?"

 

Çakının temas ettiği yerde ince bir kan sızıntısı oluşurken Ferman hemşireye baş işareti verdi.

 

"Malzemeleri getirin. Kan şekerini sabit tutabilmek adına birkaç atıştırmalık da getirin."

 

Birkaç saniye arkadaşına bakan Salih çakısını katlayıp yerine yerleştirirken alayla gülmüştü.

 

"Komiksin Ferman. 29 yıl boyunca onlarca işkenceye maruz kalmış bir askerin, bir ünite kan verdi diye bayılacağını mı düşünüyorsun gerçekten de? İyi görünmeme sebebim bedenim değil ruhum... Kabul edeceğini bilsem iki ünite kan verirdim, yine de gıkım çıkmazdı. İnan bana bu beden çok daha beterlerini yaşadı."

 

Adam , Melek'in ve Seher'in kendisine baktığını görene kadar kurduğu cümlelerin farkında bile değildi.

 

"Daha beterlerini derken?" diye soran Seher'i duyduğunda yaptığı büyük hatayı ve bu hatadan dönmek için çok geç kaldığını fark etti.

 

Hüsranla iç geçiren Salih Ege, kadının sorduğu soruyu duymazdan geldi. Verebilecek bir cevabı yoktu. Annesine ne yaşadığı işkenceleri anlatabilir ne de bedenindeki izleri gösterebilirdi. Hele de o izlerin çoğuna bile isteye, acı çekme isteğiyle, katlandığını hiç söyleyemezdi.

 

Hemşire gerekli malzemelerin bulunduğu tepsiyle birlikte yanına geldiğinde kimsenin hareket etmesine fırsat dahi vermeyen Salih turnike lastiğini alarak koluna sardı. Adamın, dirseğinin içini pamukla sterilize etmesi ve enjektör iğnesini alarak damarına batırması çok kısa sürede gerçekleşmişti.

 

Karşısındaki genç hemşire elindeki tepsiyle öylece kalakalırken, ona bakan Salih mantığını kazandığı ilk anda bu genç hanımdan özür dilemeyi aklının bir köşesine not etmişti.

 

"Oturmalısın. En azından bunu yapar mısın Salih? Lütfen."

 

Ferman'a gözlerini diken Salih cevap vermedi.

 

"Burak ile gerçekten de kan bağınız olduğunu düşüneceğim. İkiniz de bedeninize acı çektirmeye bayılıyorsunuz. Otur şuraya Salih!"

 

Sinan'ın cümlesi üzerine isteksizce iç geçiren Salih, aynı isteksizlikle bekleme koltuğuna oturdu. Kolundan kan torbasına doğru akan kana gözlerini diken adamın aklında yıllar önce ellerine bulaşan kanlar vardı. Sevdiği iki kişiyi (öldürdüğü iki kişiyi) kendi elleriyle toprağa gömdüğü o zamanlar.

 

Bu düşüncelerden kurtulma isteğiyle bakışlarını ameliyathanenin kapısına çeviren adam, bu sefer de 18 yaşına gittiğini hissederek hızlıca gözlerini kapattı.

 

Bir, iki değildi ki yarası. Delik deşikti tüm ruhu.

 

Aradan geçen dakikalarda kimseden ses çıkmadı. Hepsi Salih'in berbat ruh halinin farkındaydı. Nasıl yandığının...

 

Kan torbası dolduğunda hemşire yavaşça koluna dokundu. Gözlerini açan Salih torbaya bir bakış attıktan sonra taktığı sertlikle iğneyi bedeninden çıkarttı. Bu durum genç hemşirenin derin bir nefes almasına neden olmuştu. Hayatı boyunca karşısındaki adam kadar bedenine hor davranan birisini görmemişti.

 

'Ameliyathanedeki diğer genç adamı unutuyorsun.' diye araya girdi iç sesi.

 

Doğru! O da vardı.

 

Elindeki pamuğu koluna bastırması için adama uzatan Seda Hemşire kan torbasını eline aldı. Bugün, genç kızın hayatı boyunca unutamayacağı bir gün olmuştu. Hayatının sonuna kadar bir daha böylesine garip ve delice bir gün yaşayamayacağı kesindi!

 

"Pamuğu birkaç dakika bastırın sonrasında da bası bandını yapışt..."

 

Ameliyathane kapısının açılmasıyla birlikte hemşirenin cümlesi yarıda kaldı. Dışarı çıkan genç bir adam sesinde hissedilen şok ve korkuyla konuştu.

 

"Seda kanı acil getirmen laz... Heh ver onu bana çabuk. Kan bankasından 2 ünite daha kan iste. Ne kadar süreceğini bilmiyoruz."

 

Adam, ameliyathanenin önündekilerin bakışları eşliğinde çıktığı hızla içeri geri dönmüş, Seda Hemşire ise durumun ciddiyetini fark ederek hızla kan bankasına doğru yola çıkmıştı.

 

Gerideyse, her şeyden bihaber bir şekilde çıldıran bir sürü insan kalmıştı.

 

Emre isyan içerisinde "Ferman amca ne oluyor?" diye sordu. Ayakta durabilmesi için kolundan tuttuğu Aslı hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı.

 

"Tamam öğreneceğim ne olduğunu. Demir ve Aylin hastanemizin en iyi doktorlarından. Neler olduğunu bilmiyorum ama üstesinden geleceklerdir."

 

Adam telefonunu çıkartıp uzaklaşırken gözlerindeki yaşlarla ve boş bakışlarla ameliyathanenin kapısına bakan Melek nefes alamadığını hissetti.

 

En başından beri hayati bir yarası yok denirken şimdi ne olmuştu da durum bu noktaya gelmişti?

 

Yüzü gözyaşlarıyla kaplı olan genç kadın, sık sık nefesler almaya başlarken başının döndüğünü hissetti.

 

Bayılırsa rüyasında kızını görebilir miydi?

 

Kızının ışıl ışıl olan gülümsemesini görmek istiyordu Melek. Kızına sımsıkı sarılmak ve onu hiç bırakmamak istiyordu. Hilal'in kanlar içinde bembeyaz bir şekilde sedyeyle getirildiği ânı hatırlarken daha fazla dayanacak gücünün kalmadığını hissetti. Bacakları bedenini taşımaktan vazgeçmişti ki... Onun kokusu burnuna doldu.

 

Ege'nin!

 

Ege'sinin...

 

'Onca yıla rağmen bir insan nasıl aynı kokabilir?' diye düşünürken başını kaldırarak kendisini kollarından tutan adama baktı.

 

'Onca yıla rağmen bir insan nasıl aynı bakabilir?'

 

Kızının gözlerinin aynısı olan elalara bakan Melek acıyla inledi.

 

"Ege..."

 

Hitap karşısında birkaç saniye gözlerini kapatan adamın ela gözlerinden birer damla yaş düşerken kesik bir nefes aldı.

 

"Ona bir şey olursa ben yaşayamam. O benim her şeyim. Olmasın bir şey ona. Onu kaybedemem ben. Canım yanıyor Ege. Çok canım acıyor... Çok kan vardı biliyor musun? Çok kan vardı. Bir şey olmaz değil mi? Ona bir şey olmaz. Olmasın. Kızıma bir şey olmasın. Hilal'ime bir şey olmasın."

 

Meleğinin kendini kaybetmiş bir şekilde aynı şeyleri tekrarlaması üzerine kalbi acıyan Ege kesik bir nefes aldı. Elleri kendisinden bağımsız olarak kadının yüzüne gittiğinde Meleği gözlerini kapattı.

 

Ege, önce narin hareketlerle sevdiğinin yüzündeki yaşları sildi sonra da onu kendisine çekerek sıkıca sarıldı.

 

"Şşşşt. Olmayacak. Ona bir şey olmayacak. Ona hiçbir şey olmaz. O senin kızın. Gücünü senden almış. Bu yüzden hiçbir şey olmaz ona." diye fısıldayan Ege'nin sağ eli kadının saçlarının üzerindeydi. Yavaş hareketlerle elinin altındaki saçları okşayan adam, gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Almayı beklediği koku, kesinlikle limon kokusu değildi.

 

Gül kokulusunun artık gül kokmadığı gerçeği tüm haşmetiyle yüzüne çarparken usulca yutkundu adam.

 

"Az önce haklıydın. Gözleri gibi karakteri de aynı sen. Ayakta duramadığın halde ayakta duruyorsun, üstüne üstlük beni de tutuyorsun. Bu yüzden... Ona hiçbir şey olmayacak. Benden dolayı değil, senden dolayı." diye mırıldanan Melek kollarında durduğu adamın güvenine sığındı ve kontrolünün elinden kaymasına izin verdi.

 

🌙

 

Hemşir adamın hiçbir açıklama yapmadan ameliyathaneye geri girmesi üzerine oturduğu yerden hızla kalkan Salih, kısa bir baş dönmesi yaşadı.

 

Emre'nin "Ferman amca ne oluyor?" diye soran sesini duyan Salih, ölecek gibi hissediyordu. Canından can gidiyordu ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. En çok da bu koyuyordu. Öylece beklemek... Habersiz, bilgisiz hiçbir şey yapmadan beklemek.

 

Bakışları istemsizce Meleğine kayarken genç kadının yüzünün bembeyaz kesildiğini gördü. Elindeki pamuğu hızla bir köşeye fırlatan Salih Ege, düşmek üzere olan kadına son anda ulaşmıştı.

 

Sevdiğini kollarından tuttan adam kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Onca yıldan sonra, böylesine bir anda bile, ona yakın olmak heyecanlanmasını neden oluyordu.

 

Ona dokunduğu için Melek'ten herhangi bir ters tepki bekleyen Salih Ege, kadının bedenini ona yaslayarak kendisine teslim olmasıyla birlikte afalladığını hissetti. Melek'in derin bir nefes alarak kokusunu içine çektiğini fark etmesiyle dağılırken, kadının başını kaldırarak ona bakmasıyla paramparça olmuştu.

 

Karşılaştıkları andan itibaren o kahverengi gözlerde barınan her duygu olumsuzlukla doluydu. Nefret, öfke, kızgınlık, acı, hayal kırıklığı, pişmanlık ve daha nicesi. Fakat şu an... Şu an ona eskisi gibi bakıyordu Meleği. Gözlerinde aynı sevgi vardı. Gözlerinde aynı sevilme ihtiyacı, aynı teslimiyet hatta aynı güven.

 

Yeniden sığınağı bellemişti onu. Bu belki yalnızca şu âna mahsus olarak kalacaktı ama yine de en zor anında ona sığınmıştı Meleği. Bu durum, adamın elalarının dolmasına neden oldu.

 

"Ege..."

 

Duyduğu isimle birlikte Salih hasretle gözlerini kapattı. İçindeki Ege'nin öldüğünü düşünmüştü hep. İçindeki o umut dolu gencin kendini öldürerek bir kuytu köşede çürümeye mahkum olduğunu... Fakat tam şu an hissettiği onlarca duygu, o gencin hâlâ yaşadığını kanıtlamıştı. Solan gülleri tekrardan canlanmış gibiydi.

 

Yalvarırım bir kez daha Ege de Meleğim diye düşünen adamın ela gözlerinden birer damla yaş düşerken gözlerini açtı. Bir daha ne zaman kendisine bu denli yakın olacağını bilmediği o kahveleri görmek istiyordu.

 

Kontrolünü kaybetmek üzere olduğunu fark eden Salih Ege kesik bir nefes aldı.

 

"Ona bir şey olursa ben yaşayamam. O benim her şeyim. Olmasın bir şey ona. Onu kaybedemem ben. Canım yanıyor Ege. Çok canım acıyor... Çok kan vardı biliyor musun? Çok kan vardı. Bir şey olmaz değil mi? Ona bir şey olmaz. Olmasın. Kızıma bir şey olmasın. Hilal'ime bir şey olmasın."

 

Karşısındaki sevdiğinin ikinci kez kendisine Ege demesi Salih'in ruhunu okşarken ellerini kadının yüzüne götürdü. Hüzün dolu acı kahvelerden akan her bir inciyi parmaklarıyla tek tek silen Salih Ege, yıllardır hasretiyle yandığı sevdiğini kendisine çekerek sarıldı.

 

Ben de deliler gibi korkuyorum Meleğim. İnan bana imkanım olsaydı onu korumak için canımı verirdim.

 

Kollarında ağlayan sevdiğinin gözyaşları canını yakarken sessizce fısıldadı Salih Ege.

 

"Şşşşt. Olmayacak. Ona bir şey olmayacak. Ona hiçbir şey olmaz. O senin kızın. Gücünü senden almış. Bu yüzden hiçbir şey olmaz ona."

 

Söyledikleriyle kimi teselli ediyordu bilmiyordu Ege. Öylesine korkuyordu ki sesi gibi bedeni de hafifçe titriyordu. Sakinleşmek ve sakinleştirmek isteğiyle sevdiğine sığındı adam. Yıllar önce Fetih'i vurmak zorunda kaldığı o günlerde de yaptığı gibi...

 

Kadının bedenini biraz daha kendisine yaklaştırırken aşık olduğu o ipek saçları usulca okşamaya başladı Salih Ege.

 

Kollarındaydı... 25 yıl sonra tekrardan kollarındaydı sevdiği.

 

Gözlerinden usul usul hasret gözyaşları düşen adam gözlerini kapattı ve mümkünmüşçesine kadına biraz daha sıkı sarıldı. Kokusuna aşık olduğu sevdiğinin, kokusuyla sakinleşmek isteyen Ege derin bir nefes aldı.

 

Aldığı nefes sonucunda burnuna gelen koku adamın gözlerinin bir anda açılmasına neden olmuştu.

 

Gül kokulusunun artık gül kokmadığı gerçeği, tüm haşmetiyle yüzüne çarparken usulca yutkundu Salih Ege.

 

O, bu durumun şokuyla öylece kalakalırken Meleğinin kısık bir sesle konuştuğunu duydu.

 

"Az önce haklıydın. Gözleri gibi karakteri de aynı sen. Ayakta duramadığın halde ayakta duruyorsun, üstüne üstlük beni de tutuyorsun. Bu yüzden... Ona hiçbir şey olmayacak. Benden dolayı değil, senden dolayı."

 

Kollarındaki bedenin bir anda boşluğa düştüğünü hisseden Salih onu sımsıkı tutarken, kadının yaşadığı stresten dolayı bayıldığını bilse de içindeki korkuya engel olamamıştı. Annesinin -Seher annesinin- "MELEK!" diye bağırışını hayal meyal duyarken sol elini kadının bacaklarının altından geçirerek Meleğini kucağına aldı.

 

Sonunda yıllara rağmen değişmeyen bir şey buldum Meleğim. Hâlâ bir tüy kadar hafifsin.

 

Kadının 'Yok artık! Her şeyin bir abartı Ege'm. Ben 54 kiloyum. 54! 5 kilo değil.' diyen sesini duyar gibiydi.

 

Adam, kollarında tuttuğu sevdiğine bakarken, ayrı geçen acı dolu yılların kötü bir kabus olduğuna inanacaktı neredeyse. Hiçbir şey değişmemiş gibiydi.

 

'Her şey değişse bile ona olan sevgin aynı kaldığı sürece hiçbir şey değişemez Salih Ege Aslan.'

 

Kadına sevgi dolu gözlerle bakan Salih, dudaklarının çok hafifçe yukarıya doğru kıvrıldığını hissetti. Her şey berbat bir durumdaydı. İçinden çıkamayacağı kadar karışık bir duruma düşmüştü. Konuşulması gereken onlarca şey vardı ama hiçbirini Meleğine anlatamayacağı için asla konuşulamayacaktı o konular. Aynı zamanda kızı için deliler gibi korkuyor, geçen yılların acısınıysa tüm hücrelerinde hissediyordu.

 

Yine de... Kollarındaydı. Kollarındaydı işte. Artık gül kokmasa da, kahveleri kendisine öfkeyle bakıyor olsa da kollarındaydı. Ne derse desin, ne yaparsa yapsın kendisinden ölesiye nefret ediyor olsa dahi ona güveniyordu. Ona sığınacak kadar, kontrolü elden bırakıp direksiyona geçmesine izin verecek kadar çok güveniyordu.

 

Ve güvenin ham kaynağı sevgiydi. Bu asla şaşmayan bir gerçekti.

 

Aptal değildi Salih Ege. Hilal 'Annem babamı... Öz babamı hâlâ unutamamış.' demeseydi bile kadının ona karşı hissettiği tek duygunun nefret olmadığını anlardı.

 

Kahverengi gözlerdeki o alevi görmüştü çünkü.

 

Yıllarını insanları okumakla geçiren askerin sevdiğini okuyamaması garip kaçardı. Okuyamasaydı dahi Melek'in onu sevdiğini anlardı Salih.

 

Hissettiği ve gösterdiği nefretten...

 

Nefret çok güçlü bir duyguydu. En az sevgi kadar güçlü bir duygu. Ve genelde sevdiği insanı unutmak istemeyen bir insan, nefrete sığınırdı. Attığı her odunla birlikte o nefreti harlarken, fark etmeden içindeki o sevgiyi de alevlendirirdi.

 

Melek'in 25 yıldır dinmeyen bir nefreti vardı. 25 yıllık bir acısı... Sevmeseydi eğer, o gözlerdeki nefret ya da acı bu denli büyük olmazdı.

 

Melek Gökmen, yaşanan her şeye rağmen hâlâ Salih Ege Aslan'ı seviyordu.

 

İşte tam bu an... Asıl sorun başlıyordu.

 

Salih Ege ona 'Senin bir amcan vardı. Adı Hüseyin'di hatırladın mı? Hani baban yerine koyduğun. İşte ben onu öldürdüm. Böyle tam alnının ortasından vurdum. Hani dedin ya bana çok kan vardı diye... O gün de çok kan vardı be Meleğim. Şaşırtıcı bir şekilde gözleri kapalıydı ama öldüğünde. Gözleri açık gitmedi yani. Dudaklarının da hafifçe iki yana kıvrılık olduğunu söylesem inanır mısın bana? Yoksa yalan söylediğimi mi düşünürsün? Büyük ihtimalle yıllar boyu ondan bir haber almaya çalıştın. Alamazdın! Yıllarca bir bataklıkta çürüdü o. Ben bile bulamadım yerini. Sonunda bulunduğunda da kendi ellerimle kazdığım mezara gömdüm onu. Ama hemen kızma bak. Tüm bunlar için gerçekten haklı bir sebebim vardı. Kızını kurtarmaya çalışıyordum yalnızca. Zaten benim yüzümden hayatı tehlikeye giren kızını. Haa bu arada söylemeden geçemeyeceğim. İyi ki Kadir ile evlenmişsin. Eğer sen öyle nüfuslu birinin karısı olmasaydın o gün o mağaraya seni de getirtecekti o it. Sanki hiç acı çekmemişsin gibi daha çok acı çekecektin. Sanki hiç yanmamışım gibi daha çok yanacaktım. Yani bu yüzden, Kadir Alacalı ile evlendiğin için teşekkürler eski karıcığım.' mı diyecekti?

 

Boğazındaki yumru artarken sol gözünden usulca bir damla yaş düştü Salih'in. Kavuşup da kavuşamamak mı oluyordu bu şimdi? Şöyle bir gerçek vardı ki... Melek bu olanları öğrenip ona olumsuz bir tepki gösterirse kafasına sıkardı adam.

 

'Hayırdır Ege Bey? Nereye sıkıyorsunuz kafanıza? Sevdayı seçip babalığınızı mı satacaksınız?'

 

İç sesinin kurduğu cümle Salih'in bakışlarının ameliyathaneye doğru dönmesine neden olmuştu.

 

Ameliyathanenin üstündeki saat, kan vermesinin ve o ameliyathanenin kapısının açılıp kapanmasının üzerinden yalnızca 4 dakika geçtiğini gösteriyordu. Ona 4 saat gibi hatta 4 yıl gibi gelse de yalnızca 4 dakika geçmişti.

 

İçindeki endişenin en şiddetli haliyle nüksettiğini hissederken, önce kucağındaki sevdiğine sonra da ameliyathanenin kapısına doğru baktı. Bakışları bir süre kapalı kapılarda kalan Salih telefonuyla haber almaya çalışan Ferman'a doğru döndü.

 

"Buraya en yakın oda nerede?"

 

"Bu koridorda oda yok. Koridorun sonundan sağa dönersen birkaç boş müşahede odası çıkacak karşına."

 

Elaları tekrardan ameliyathanenin kapısına doğru çeviren adam derin bir nefes aldı. Kararını aslında dakikalar önce vermişti. Hiç kimseye tek kelime etmeden ameliyathaneye sırtını dönerek yavaş adımlarla yürümeye başladı.

 

'Yine büyük konuştun sanırım ha Ege? Hani hiçbir güç seni buradan ayıramazdı?'

 

Bakışlarını sevdiğinin yüzüne çeviren Salih hafif hüzünlü bir tebessümle fısıldadı.

 

"Nasıl her seferinde kendime verdiğim sözleri çiğnememi sağlıyorsun acaba Meleğim?"

 

Koridorun sonuna ulaşan adam, sağa doğru dönerek gördüğü ilk odanın kapısını açtı. Odaya girip şçerideki yatağın yanına geldiğinde kollarındaki kadına baktı.

 

"Seni şu an bırakırsam bir daha böyle kollarıma alabilir miyim acaba? Böyle bir şeyin tekrarlanmasına izin vermezsin değil mi Meleğim?"

 

Acı dolu bir nefes alan Ege hüzünle başını sallayarak kendi sorusunu cevapladı.

 

"Asla izin vermezsin!"

 

Sevdiğini hiç bırakmak istemese de aklı kızında olan adam, kadını yavaş hareketlerle yatağa yatırdı. Örtüyü üzerine doğru örterken aklına koltukta uyuyakalan Meleğini yataklarına taşıdığı ve aynı bu şekilde üstünü örttüğü onlarca an gelmişti.

 

Başını iki yana sallayan Salih bu zamanda kalmaya çalıştı. Şu an geçmişi düşünerek yasa bürünmenin sırası değildi. Kızının yanına gitmesi gerekiyordu.

 

Fakat... Gidemiyordu ki.

 

Sevdiği kadının gözündeki gözyaşlarını gördüğünde istemsizce mırıldandı.

 

"Sen ağlama, dayanamam. Ağlama gözbebeğim sana kıyamam..."

 

Duraksayan Salih'in dudaklarında alaylı bir gülüş belirirken acıyla devam etti.

 

"Dedi yıllarca kadının ağlamasına sebep olan adam."

 

Hüsranla iç geçiren Salih Ege yatakta yatan sevdiğine baktıktan sonra arkasını dönerek raflara doğru yöneldi. Birkaç karıştırmadan sonra aradığı şeyi bularak kadının yanına gelmişti.

 

"Kızacaksın kesin uyanınca ama... Ameliyathanenin önünde o ızdıraplı saatleri yaşamanı istemiyorum. Gözümün önünde dağılmana seyirci kalamam. Gözümün önünde dağılırken hiçbir şey yapamamaya ise dayanamam."

 

Elindeki düşük doz sakinleştiriciyi kenara bırakan adam, kadının kolunu açtıktan sonra odadaki solüsyonu pamuğa döktü. Birkaç saniye sonra hazırladığı iğneyi sevdiğinin koluna batırdığında hafifçe irkilmişti.

 

İğneyi kendi koluna hunharca saplayan adam, canını yakmaktan ölesiye korktuğu sevdiğine oldukça nazik davranmıştı.

 

İğneyi enjekte ettikten sonra koluna bant yapıştırırken istemsizce yatağın kenarına oturdu. Meleğinin yanından ayrılmak istemiyordu. Bir daha ona bu denli yakın olacağı bir zaman dilimi olamayacaktı çünkü.

 

Parmakları ondan izinsiz kadının yüzüne doğru giderken sevgiyle gülümsedi. Eli sevdiğinin yanağına ulaştığında şefkatle o yanağı okşarken gözlerini kapatmıştı Salih Ege.

 

"Gerçek dışı geliyor. Sana dokunuyorum. Şu an gerçekten de yanımdasın Gü..."

 

Gül Kokulum demek üzere olan adam bir anda sustu. Sevdiğinin artık gül kokmadığını hatırlamış ve yanmıştı.

 

"Gül kokmamana neden bu kadar şaşırdıysam, güllerini solduran ben iken."

 

Meleğinin yüzünü görme isteğiyle gözlerini açan adamın elalarından ilk damla tam o an firar etmişti. Kadının yüzüne doğru gelen saçları parmaklarıyla arkaya doğru iterken gözleri kıpkırmızıydı adamın. Bir süre öylece sevdiğini izledikten sonra titreyen sesiyle fısıldadı.

 

"Özür dilerim Meleğim."

 

Özrüne eş olarak gözlerinden birer damla daha yaş düşmüştü.

 

"İncinmemen için çabalarken seni en çok inciten kişi ben oldum. Sana hayatının en büyük acısını yaşattım. Senden gençliğini ve yıllarını çaldım. Kuru bir özrün hiçbir şeyi geçirmeyeceğini biliyorum ama... Yine de çok özür dilerim."

 

"Özrüne değil, açıklamana ihtiyacı var."

 

Duyduğu ses ile yutkunan Salih, yanlış bir şey yapmış gibi hızlıca elini kadının yanağından çekti.

 

Kapının yanındaki ayak sesleri kendisine doğru yaklaşırken yüzündeki yaşları silen Salih Ege oturmaya devam etti. Ayağa kalkarsa bacaklarının tutamayacağını hissetmişti adam.

 

"Sakinleştirici mi yaptın?"

 

Seher'in sorusuna yalnızca başını sallayarak cevap veren Salih konuşmadı. Suçlu bir çocuk gibi başını hafifçe önüne eğen adamın gözleri hâlâ Meleğinin üzerindeydi. Bakışlarını ondan çekemiyordu.

 

"İyi yapmışsın. Ben teklif etmiştim ama kabul etmedi. Bugün çok yıprandı kızım."

 

Tek bugün değil. Yıllarca... diye düşündü Salih acıyla.

 

Karşısındaki adama bakan Seher lafı dolandırmanın lüzumsuzluğuyla onu gördüğü ilk andan beri aklında dolaşan soruyu sordu.

 

"Dünya üzerinde Ege Koral isminde birisinin olmamasının nedeni o zamanlar gizli görevde olman mıydı?"

 

Salih, annesinin dan diye böyle bir soruyu sormasını beklemediği için afallayarak kesik bir nefes aldı. Soruya cevap vermeye fırsat bulamamışken ok gibi saplanan ikinci soru geldi.

 

"Görevde dikkat çekmemek için mi kızımla evlenerek bizi ailen ilan ettin?"

 

"Ne?" diye şokla fısıldayan Salih kıpkırmızı gözleriyle annesine baktı.

 

Gerçekten de böyle mi düşünüyordu? Koskoca adam olduğu halde onun kucağında kaybettiği ailesi için küçük bir çocuk gibi ağlamışken, ona 'Anne' demişken böyle mi düşünüyordu?

 

Seher'in kahverengi gözlerine baktığı anda kadının kesinlikle böyle düşünmediğini anlamıştı Salih Ege. Oyuna getirilmişti.

 

"Şu tepkin, az önceki bakışların... Bu saatten sonra ne yalan söylersen söyle, beni o yalanına inandıramayacaksın oğlum."

 

Hitap bir kez daha ruhunu deşerken Salih Ege titrek bir nefes aldı.

 

"Sana olan yakınlığımın hiçbir zaman yalan olduğunu söylemedim zaten... Anne."

 

Seher kaşlarını kaldırarak adama baktı.

 

"Az biraz gideri olan bir hamle. 'Seni annem olarak gördüm ama onu sevdalım olarak görmedim.' diyorsun yani öyle mi?"

 

Yutkunan Salih Ege, yatakta yatan Meleğine doğru bakarak sessiz kaldı.

 

"Laf olsun diye bile söyleyemiyorsun. Bunu bile yapamıyorken neden onu sevdiğini inkar ediyorsun?"

 

Elalarını annesine doğru çeviren Salih Ege bu soruyu da cevapsız bırakmıştı.

 

"Bakışlarla anlaşan senle ben değil, kızımla sendin. Bu yüzden de anlamam için konuşman gerekiyor oğlum. Gerçi konuşmasan da olur. Ona olan sevginin ilk günkü gibi olduğu her halinden belli oluyor. Ama dikkat et! Yüzüne karşı Meleğim demeye kalkarsan tahmininden çok daha ağır bir tepkiyle karşılaşırsın."

 

Son cümle Salih'in acıyla gülmesine neden olmuştu.

 

"Haksız mı?.. O yaşananların hiçbirini hak etmedi."

 

"Peki ya sen? Sen oğlum? Sen hak ettin mi? Neler oldu Ege? Ne oldu da onu boşamak zorunda kaldın? Ne oldu da geçen yıllara rağmen 'Neden?' sorusunu cevapsız bırakıyorsun? Ne oldu da gözlerinin her haresinden acı akıyor? Ne oldu oğlum?"

 

Gözlerinden birkaç damla yaş düşen Salih Ege kontrolünü kaybetmek üzere olduğunu hissederek başını iki yana salladı.

 

"Sorma. Sorma anne! İnan bana cahillik en büyük mutluluk. Bırak ben pisliğin teki, yalancı bir alçak olarak kalayım. Böylesi daha iyi."

 

"Buna gerçekten inanıyor musun? Bu hikaye yalnızca ikinizin hikayesi değil Ege. Hilal var. Sizin bir kızınız var! Hepimizin gördüğü üzere kızına babalık yapacaksın. Gelecek yıllarda Melek'le hiç karşı karşıya gelmeyecek misin yani? Bunun imkansızlığını ikimiz de biliyoruz. Ona en kısa zamanda, ne olduysa anlatmalısın."

 

"Anlatamam..." diye fısıldayan Salih Ege çaresiz bir şekilde devam etti.

 

"Anlatamam. Ona yaptıklarımı anlatamam. Söylediğim her kelimeyle birlikte gözlerinde değişen o ifadeyi göremem. Olmaz! Bana nefretle bakmasını kaldırabilirim ama korkuyla bakmasını... Asla! Yaptıklarımı öğrenirse olacak olan da bu. Benim gibi bir adamdan köşe bucak kaçacaktır. Nasıl kaçmasın?"

 

Seher'in konuşmak için ağzını açtığını gördüğünde başını iki yana salladı.

 

"Yalvarıyorum... Şu an değil. Tercihim hiçbir zaman değil ama şu an hiç değil. Canım/canlarım orada can savaşı verirken değil." diyen Salih kadın odaya girdiğinden beri aklına olan soruyu korkarak sordu.

 

"Ne olmuş? Ne dedi Ferman?"

 

"İçeridekiler kısa süre sonra detaylıca anlatacaklarını, şu an müdahale ettiklerini söylemişler."

 

Korkusunu hisseden annesinin şefkatli bakışlarını hisseden Salih Ege tüm iradesini kaybettiğini hissederek titrek bir nefes aldı. Koskoca adamın gözlerinden sicim gibi yaşlar akmaya başlarken dudaklarından da bir hıçkırık kopmuştu. Onun bu halini gören Seher şefkatle oğluna sarıldı.

 

"Anne ben çok korkuyorum. Ameliyathanenin önüne gitmekten, kötü bir haber almaktan çok çok korkuyorum. Hilal'in o küçük olduğunu anladığım andan beri aklımda sürekli onunla geçirdiğimiz anlar dolaşıyor. Ya, ya onu bir daha göremezsem? Ya ona hiç sarılamazsam? Bunu kaldıramam. Şu zamana kadar onlarca şeye katlandım ama bu olmaz. Ben evlat acısına katlanamam. Bir de değil... İkisi de. Şu zamana kadar hep sustum. Belki uslu durmadım ama hiç isyan da etmedim. Yaptığım her şeyin sorumluluğunu zor da olsa üstlendim. Çok zor da olsa sonuçlarını göğüsledim. Ama bu olmaz. O olmaz. Bana anlattığı baba hasretini dindirmeden olmaz. Ayrı geçen yılların telafisini yaşamadan olmaz. Hiç görmediği babasının kendisini sevip sevmeyeceğini merak ediyordu. Bilmeli Babasının onu her şeyden çok sevdiğini bilmeli. Babasının daha onu görmeden, babası olup olmadığını bile bilmeden çok sevdiğini bilmeli. Bilmeli anne. Benim yıllardır onun için yaşadığımı bilmeli. Beni hayata bağlayan o küçük elin sahibinin kendisi olduğunu bilmeli. Onu görür görmez ona vurulduğumu, onun sayesinde tüm yaralarımı geride bıraktığımı ve 'Onun için değer.' dediğimi bilmeli. Bana salıncakları neden bu kadar çok sevdiğimi sormuştu. O'ydu. Sebebi O'ydu. O seviyor diye sevmiştim ben salıncakları. Onun neşeli kahkahalarını hatırlayayım da yaşamaya devam edebileyim diye sevmiştim. Bunu bilmeli. Hem... Daha ona aldığım hediyeleri açmadı hiç. Verememiştim bile. Bilseydim vermez miydim? Bilseydim onu bırakır mıydım hiç? Bilmiyordum ki ben. Bilmiyordum anne." diyen Ege annesi sırtını sıvazlarken devam etti.

 

"Ama en çok da babasının kötü biri olmadığını bilmeli. Damarlarında akan kanın şerefsizin birine değil de vatanı için kendini feda eden birine ait olduğunu bilmeli. Burak gibi kendisinin de 'Vatanın çocuğu' olduğunu bilmeli. Yıllarca öz babasından ayrı kalmasının nedeninin boş bir neden değil, vatan için olduğunu bilmeli."

 

Geriye çekilen Salih yanan ela gözleriyle annesine baktı. Kadının ondan hiçbir farkı yoktu. Bakışları kahır, gözleri yaşlarla doluydu.

 

"Bilecek değil mi anne? Öğrenecek. Yaşayacak ve tüm bunları öğrenecek. Onu ne kadar sevdiğimi öğrenecek... Öğrenmeli! Anne ben kızımı tanımak istiyorum. Ben kızımı tanımak istiyorum. Daha onun kızım olduğunu bilmeden ortak noktamız çıktı diye seviniyordum ben. En büyük ortak noktamız damarlarımızda gezinen kanmış! Bilemedim..."

 

"Ortak nokta mı? O baştan aşağı sen. O senin kızın Ege. İnan bana o senin kızın. Seni hiç tanımamış olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Aynı sen! Bazen bir mimik yapıyor ya da bir cümle kuruyor, diyorum 'Oğlum da aynısını yapardı.'. Bir inadı var... Melek'ten de almış o inadın yarısını ama tutturduğunda gözleri aynı senin gibi çakmak çakmak oluyor. Şu ana kadar isteyip de alamadığı bir şeyi görmedim mesela. Senin gibi çevresine karşı aşırı hassas. Gözlem yeteneğinden bahsetmiyorum bile. Hele de Vatan aşkı... Liseye geçtiği zamanlarda 'Ben asker olacağım!' diye tutturdu. Melek izin verseydi olacaktı da. Doğruya doğru içindeki sevdanın bu denli büyük olmasına hiçbirimiz anlam verememiştik. Meğer babasına çeken güzel kızım, babasının izinden gitmek istemiş. Yaptı da teknik olarak. Bak şu an askeriyede. Asker olamasa da Vatanı için çırpınıyor. Şu an o ameliyathanede yatıyorsa vatanı için, masumları korumak için... O senin kızın Ege. Senin kadar güçlü! Yıllar önce de senin çok güçlü bir insan olduğunu hissediyordum, şimdi bunu bizzat görüyorum. Üstündeki bu şanlı üniformayı görüyorum. Demem o ki... Ona hiçbir şey olmayacak. Damarlarındaki kan buna izin ve diyecek. Hilal de Burak da o ameliyathanenin kapısından sağ salim çıkacaklar. Şimdi git o kapıya ve çocukların için dua et."

 

Oğlunun omuzlarını sıkan kadın geriye çekildi. İkili çok yoğun bir duygu seli içindelerdi. Ortamdaki havayı yumuşatmak isteyen Seher hafifçe güldü.

 

"Duana, gerçeği öğrendiklerinde çocuklarının senin için çok fazla kıskançlık savaşında bulunmamalarını da ekle bence. İkisi de apayrı bir sahiplenici yapıya sahip. Seni paylaşamayıp da kavga etmesin iki sevdicek."

 

Bu cümle gözleri yaşlı adamın da gülümsemesine neden olmuştu.

 

"Yaparlar... Onlar bir çıksın da oradan, ömrümün hepsi onlara feda olsun. İkisine de yeterim ben. Sevgim ikisine de yeter." diyen adam Meleğine uzun bir bakış attı. Mışıl mışıl uyuyordu.

 

"Gitmeden önce koluna bakayım." diyen Seher ile bakışlarını ona çevirdi.

 

"Kolum?"

 

"Bir çıkalım şu hastaneden, bedenini bu kadar hor kullandığın için seni 37 numara terliklerimle döveceğim."

 

Bu cümle Salih'in dudaklarının iki yana doğru kıvrılmasına neden olmuştu.

 

"37 küçükmüş. Ben benim terlikleri vereyim 44 numara. Daha etkili olur."

 

Sahte bir esefle derin bir nefes alan Seher pamuğu eline alarak solisyon döktü. Kan aldırdıktan sonra ağır bir şey taşımak iyi değilken 54 kilo taşımıştı oğlu. Bandaj da takmadığı için kolu kanamış fakat Ege bundan haberdar dahi olmamıştı. Kana bakarken dik dik adama baktı. Kesinlikle kolu şişecekti.

 

"Ben yaparı..."

 

Salih'in uzanan eline vuran Seher kaşlarını çattı.

 

"Uslu dur. Otur oturduğun yerde."

 

Yediği azar ile süt dökmüş kediye dönen Binbaşı şefkatli hareketlerle kolundaki kanı temizleyen kadına baktı. İncitmekten korkarak endişeyle kaşlarını çatmıştı. Bu durum Ege'nin gözlerinin dolmasına neden oldu. Annesi de böyle yapardı. Sonra da yarabandını yapıştırır ve 'Şimdi geçecek.' derdi. Gerçekten de geçerdi.

 

Annelerin parmakları sihirliydi ne de olsa...

 

Gözünden bir damla yaş süzülürken koluna yarabandını yapıştıran kadına bakarak fısıldadı.

 

"Kalbimin üzerine de bir yarabandı yapıştırsan ve oradayı da iyileştirebilsen keşke."

 

Duyduğu cümle Seher'in başını kaldırarak oğluna bakmasına neden oldu.

 

"Ben yalnızca kendi üzerime düşen görevi yerine getirebilirim oğlum." diyen Seher bakışlarını kızına çevirdi.

 

"Bu isteğini yalnızca kalbinin sahibi yerine getirebilir. Yarabandı o çünkü."

 

Bakışlarını Meleğine çeviren Salih kesik bir nefes aldı.

 

"Yarana bant istiyorsan önce yaralarını ona göstermelisin."

 

"İmkansız.. Ne o kaldırabilir benim yaralarımı, ne de ben kaldırabilirim onun tepkisini."

 

Oğluna bakan Seher biraz çekinerek konuştu.

 

"Yeri ya da zamanı değil farkındayım fakat sormam gerekiyor. Beni hayata bağlayan küçük el derken ne demek istedin? Baban olduğunu bilmeden sevdim seni derken Burak'ın sevgilisi Hilal'i mi kastediyordun yoksa Melek'in kızı Hilal'i mi?"

 

Sorulan soru Ege'nin Seher'e dönmesine neden olmuştu. Adamın bakışlarını gördüğünde cevabını aldı.

 

"Meleğin hamile olduğunu biliyordun! En başından beri mi?"

 

"Hayır. Öğrendiğimde..." diye fısıldayan Ege sesi çatladığında sustu. Öğrendiği gün yaşananlar yine girmişti kalbine.

 

Salih Ege'nin sessizliğini yanlış yorumlayan Seher "Bu sizin hikayeniz. Melek'e sen söylemeden bir şey söylemeyeceğim.'' dedi.

 

Bir yandan da içinden 'Torunum söylenmesi gerekenleri söyler, ikinizi birbirinize mutlaka kavuşturur.' diyordu.

 

"Ondan değil. Ben sadece... Öğrendiğimde 6 aylık hamileydi. Hilal postmatüre doğmasaydı belki..."

 

Sesi azalan Salih sustu. Şimdiden keşkelere ve belkilere başlamıştı.

 

"Hilal postmatüre doğdu diye mi rahmetli Kadir oğlumun çocuğu olduğu hükmüne kapıldın?" diye sordu Seher inanamamazlıkla.

 

"Hayır. %99.9 eşleştiğinden dolayı..."

 

Gözleri kocaman açılan Seher şok içinde mırıldandı.

 

"Biz o testi Kadir'in babası Kemal Beyi kandırmak için değiştirmiştik."

 

"Beni de kandırdı." diye fısıldayan Salih berbat hissediyordu. Kızının ve oğlunun yanına gitmesi gerektiğinin bilinciyle ayağa kalktı adam.

 

Birkaç adım atmıştı ki istemesizce duraksadı.

 

"Bir daha onu bu kadar uysal bulamazsın haberin olsun. Ben kendime az ilerideki sebilden su alacağım." diyen Seher oğlunun kolunu hafifçe dokunarak odadan çıktı.

 

Onun çıkmasıyla birlikte Meleğine dönen Salih Ege birkaç adımda yatağın yanına ulaşarak az önce kalktığı yere oturdu.

 

"Seni o kadar özledim ki, bu özlemin geçmesi için bir 25 yıl yanından hiç ayrılmadan durmam gerek sanırım Meleğim."

 

Parmaklarını kadının saçlarında dolaşıran Salih derin bir nefes aldı.

 

"Fakat sanırım bu imkansız, artık gül kokmayan Gül Kokulum. Yine de..." diyen Salih Ege kadının elini avucunun içine aldı ve hafifçe sıktı.

 

"Kızımız ameliyathaneden sağ salim çıkana kadar yanında duracağım. Belki bu elini şimdiki gibi tutamayacağım, senden metrelerce uzakta kalmak zorunda kalacağım ama gözlerin hep seni teselli edecek. Baktığında hep elalarımın teselli sözleriyle karşılaşacaksın. Bu da sana sözüm olsun!" diyen adam isteksizce ayağa kalkarak kadına yaklaştı ve alnına sevgi dolu bir öpücük kondurdu.

 

"Özür dilerim... Keşke tüm bunları yaşamasaydın Meleğim."

 

Zorlukla geriye çekilen Salih arkasını dönerek kapıdan dışarı çıktı. Önceleri hızlı olan adımları kısa sürede yavaşlamıştı. Melek'inin (sığındığı limanının) yanında susan düşünceleri ve olumsuz hisleri tekrardan ortaya çıkmıştı.

 

Hilal'in başına gelen nasıl bir komplikasyondu, verdiği kan onun hayata tutunmasına yetebilecek miydi bilmiyordu Salih.

 

Bundan sonra neler olacaktı, Hilal ve Burak ameliyathaneden çıktıktan sonra, gerçeği öğrendiklerinde nasıl tepki vereceklerdi onu da bilmiyordu Salih.

 

Şu an ne yapması, ne tepki vermesi gerekiyor onu bile bilmiyordu adam.

 

Bildiği tek bir şey vardı.

 

Eğer evlatları o ameliyathanenin kapısından sağ salim çıkmazlarsa kızına verdiği kan, Salih'in damarlarında son kez geziniyor olacaktı.

 

Çünkü;

Sevdasını kaybeden bir aşık yanardı

Evladını kaybeden bir baba ise... Ölürdü.

 

Bu kadar netti olay. Bu kadar net!

 

Bakışlarını yaklaştığı ameliyathanenin kapısına çeviren Salih, yanağından yaşlar süzülmeye başlarken fısıldadı.

 

"Allah'ım yalvarırım çocuklarımı bana bağışla. Yalvarırım bana evlat acısını yaşatma. Yalvarırım Allah'ım. Yalvarırım..."

 

🕳️İLK KİTABIN SONU🕳️

Loading...
0%