Yeni Üyelik
19.
Bölüm

17. Bölüm- Hayalet Mahalle

@yasminiesa

Derin bir nefes alan Melek, çalkantılı ruh halini gizlemek için yüzüne hafif bir tebessüm kondurduktan sonra kızının odasına girdi. Seher'in ve Burak'ın, Hilal'e takılarak kahvaltılıkları hazırladığını gördüğünde yüzündeki tebessüm içten bir gülümsemeye dönmüştü.

Annesinin geldiğini fark eden Hilal neşeyle şakıdı.

"Annem, hoş geldin."

"Hoş buldum kızım. Her şey tamam sanırım. Biraz hazıra geldim gibi olmuş." dedi Melek bariz bir mahcubiyetle.

Ege gittikten sonra yarım saat boyunca düşünceleri içinde boğulmuştu kadın. En sonunda kahvaltıya gelmesi gerektiğinin bilinciyle hızla hazırlanıp soluğu kızının odasında almıştı.

"Bir sen, bir de babam kalmıştı. Sen geldiğine göre şu an tek eksik babam." diyen Hilal babam kelimesini söylediği her seferinde hissettiği heyecanın günün birinde geçip geçmeyeceğini merak etmeye başlamıştı.

"O da gelir sanırım birazdan." diye mırıldanan Melek gece kendisine sarılarak uyuyan adam aklına düştüğünde usulca yutkundu.

Odada olan odada kalacakmış!

Annesinin dikkatli bakışlarıyla kendisini incelediğini hisseden Melek, gözlerini kaçırmamak için kendisini zorlayarak annesine doğru yürüdü ve elindeki şarj aletini ona uzattı.

"Ahh teşekkür ederim kızım. Senin odanda unutmuşum."

Kızının kahverengi gözlerinden geçen duyguların yoğunluğunu fark eden kadın dudaklarında beliren tebessüme engel olamamıştı.

Melek'in gözlerinde geçen günlerdeki yorgun, bitkin, uykusuz bakışlardan eser yoktu.

Seher'in cümlesi karşısında odada şok dolu sitemli bir ses yakılandı.

"Gerçekten mi anne?"

Arkasında duyduğu sesle kalp atışları hızlanan Melek, sakin kalmaya çalışarak adama döndü. Ege inanamamazlıkla annesine bakıyordu.

"Yaa gerçekten. İyi ki unutmuşum ama değil mi?"

Cümleyi duyan Ege bakışlarını Melek'e çevirdi. Ters bir yanıtta dikenlerini çıkaracağı belli olan kahvereleri gördüğünde elaları istemsizce gülmüştü. Adamın gülen bakışları karşısında dudağı hafifçe yukarı kıvrılan Melek yine kendini eski günlerdeki gibi hissetmişti. Seher'in delici bakışları ikilide dolaştıktan sonra Ege'nin üzerinde durdu. Kadının sorusuna ruhu 'İyi ki.' cevabını veren adamın kendisi sessiz kalmıştı.

Yaşanan bu olay karşısında Hilal ve Burak soru dolu gözlerle birbirlerine baktılar. Annesine ve babasına bir bakış atan Hilal yalnızca dudaklarını oynatarak sevgilisine sordu.

"Neler oluyor?"

Başını hafifçe iki yana sallayan Burak aynı şekilde karşılık verdi.

"Öğreniriz."

Burak ve Hilal'in kendilerini incelediğinin bilincinde olan Salih "Hastane hastane olalı böyle mükemmel kahvaltı görmemiştir. Her şey enfes görünüyor." diyerek dikkatleri masaya çevirdi.

"Bence dee. Sıla teyzem ve Sevda teyzem döktürmüşler. Anne sen de katılmayacak mıydın onlara? Neden gitmedin? Bir değişiklik olur diyordun."

Soru üzerine bir anlığına bakışlarını eski kocasına çeviren kadın, onun ela gözlerinin kendisinde olduğunu görünce kalp atışlarının yükseldiğini hissetti.

'Ben değişikliğin âlasını yaşadım kızım.' diye düşünen Melek boğazını temizledikten sonra Hilal'e döndü.

"Yorgundum biraz. Kızlardan rica ettim onlar hazırladılar işte." diyen Melek annesine bir bakış atmıştı. Sıla dün akşamki konuşmadan bahsetmişti.

Seher kızına bilmişçe tebessüm ederken, bu cevaptan pek de tatmin olmayan Hilal "Peki." diye yanıt verdi. Annesinin şu anda düne göre yorgun görünmediğini fark eden genç kız bakışlarını babasına çevirdiğinde onda da yorgunluktan eser olmadığını gördü.

'Yoksa...'

Kızının bir şeylerden şüphelendiğini anlayan Melek telaşını gizlemeye çalışarak konuştu.

"Eee kahvaltıya başlamıyor muyuz?"

"Bence de başlayalım. Ben kurt gibi acıktım." dedi Alfa sesindeki neşeyle.

Genç adamın gözleri, yıllar sonra huzurlu bir uyku çekmiş gibi görünen babasının üzerindeydi. Ege'nin kendisine dönen elalarındaki 'Sakın sesini çıkartma.' bakışlarını gördüğünde gizlice gülümsedi.

'Siz ikiniz dün gece birlikte uyudunuz değil mi? Şarj aleti muhabbetine bakarak tahmin yürütmem gerekirse, Seher Nine seni kandırdı baba. Onun odasına girdiğinde çıkamamışsındır. Melek abla gerçekten de çok bitmiş görünüyordu. Kıyamamışsındır ona.'

Düşüncelerini kendine saklayan Burak, yatağın yanından kalkarak boş sandalyeye oturdu.

"Bu arada şaşırdım kızım." dedi Melek sandalyesine otururken.

"Neden?" diye sordu Hilal beklenmedik bu cümleyle.

"Neden olacak? Seni ayakta kahvaltı tabaklarını hazırlarken bulurum diye bekliyordum. Malum yatak batar sana." dedi kadın, kızına gülerek.

"O biraz sıkar işte Melek abla." diye mırıldandı Burak keskin bir sesle.

Sevgilisinin cümlesini duyan Hilal, ona bir bakış atsa da sessiz kalmıştı. Onun sessiz kalması üzerine kaşlarını kaldıran Melek ekmeği alıp dağıtırken kızına takıldı.

"Hayret. Senin şu an ters yapman gerekmiyor muydu? Bu sessizlik de ne?"

Hilal yalnızca omuz silkerek karşılık verdiğinde kadın istemsizce mırıldanmıştı.

"Verilen kanın karaktere sirayet etmesi olayı doğru sanırım."

Cümleyi duyan Ege, kadına bir bakış attıktan sonra iç geçirdi.

"Bunu bile nasıl bana bağladın aklım almıyor Melek."

"Ne? Tek senin kanın mı verildi, niye üstüne alınıyorsun?" dedi kadın ona dönerek.

"Alınmamalıyım yani?" diye soran adam kaşlarını kaldırmıştı.

"Yoo alınmalısın." diyen Melek ciddi olmaya çalışsa da başarılı olamamıştı.

Kahverengi gözlerdeki gülümsemeyi gören Ege'nin dudakları istemsizce yukarıya kıvrılmıştı.

Onların flörtvari bakışlarla kurduğu diyaloğu gören Hilal mutlulukla gülümsedi.

Muhabbeti dudaklarındaki tebessümle sessizce dinleyen Seher de çayları koyduktan sonra yerine geçmişti. Kahvaltıya başlarlarken Melek'in çay bardağının -her zamanki gibi- boş olduğunu gören Hilal normal çıkarmaya çalıştığı sesiyle sordu.

"Çay ister misin anne?"

Soruyu duyan Ege'nin bakışları hızla Melek'e dönerken kadın bilinçli gözlerle kendisine bakan kızının elalarına kilitlenmişti.

İkilinin bakışmasının galibi Hilal oldu ve Melek kendisini de şaşırtarak kısık bir sesle mırıldandı.

"Olur."

Cevabı duyan Hilal dudaklarında kocaman bir gülümseme belirirken babasına döndü.

"Babacığım oradan anneme çay koyar mısın?"

Bu rica, bu sefer de Melek'in bakışlarının Ege'yi bulmasına; Ege'nin de Hilal'e gözlerini dikmesine neden olmuştu.

Odayı bir sessizlik kaplarken Ege titrek bir nefes aldı.

Meleğine çay koymak mı? Çay...

Babasının harekete geçmemesi üzerine Hilal konuştu.

"Bu oturma düzenine göre çaydanlığa en uzaktaki kişi benim. Burak ve annem de geçmek için hepinizi kaldırmak zorunda zaten. Ninemi de yormayalım yaşlı kadın."

Kızının yapmaya çalıştığı şeyi farkında olan Ege, bir kez bunu kabul ederse Hilal'in gelecekte çok daha ileriye gideceğinin bilinciyle oturmaya devam etti. Bunu gören Hilal hafifçe doğruldu.

"İyi o zaman ben..."

"Otur oturduğun yerde!" diye tısladı Burak sevgilisine ters bir bakış atarak.

Ege'nin kalkamayacağını anlayan Melek dudaklarında acı bir gülümseme belirdi.

Dün geceyi yok sayacağını söyleyen adam kalkıp da çay koyar mıydı?

Melek 'Çok sorun olduysa almayayım.' diyecekti ki duraksadı. Neden karşısındaki adam için sürekli kendinden/sevdiklerinden taviz veriyordu, vazgeçiyordu? Bu odada çayı en çok seven kişi aslında kendisiyken neden onun önündeki bardak boştu.

Çayı onu hatırlatıyor, canımı yakıyor diye içmeyi bırakmıştım. Artık bizzat varlığı hatırlatıyor kendisini. Canımı da bizzat kendisinin yaktığı gibi...

'Yaşatıp yok saydıkları, çaylı hatıralardan daha acı.' diye düşünen kadın kendisine bakmayan adama kızgın bir bakış attı.

'Korkaksın Salih Ege Aslan. Korkağın önde gidenisin.'

Sakinleşme isteğiyle derin bir nefes alan Melek kalkmak için hareketlendi.

"Anne izin verirsen geçeyim."

İç geçiren Seher çayı kendisi vermeyi teklif edecekti ki, Ege ayaktaki Melek'i kolundan tutarak durdurdu.

Melek, alev alev yanan gözlerini koluna dokunan adama çevirmişti.

'Demliği alıp başından aşağı dökeceğim şimdi. Benim oynayıp durma Ege!' demek isteyen kadın odadaki kızının varlığının hatırına sessiz kalmıştı. Gerçi hissettiği öfke bakışlarından okunuyordu.

"Tamam otur ben veririm." diye mırıldandı Ege biraz gönülsüzce.

Adamın isteksiz cümlesini duyan Melek kendini tutamayarak çıkışmıştı.

"İstemiyorum!"

Onu dinlemeyen adam, kadının kolunu bıraktıktan sonra arkasındaki küçük elektrikli ocağın üzerindeki demliği aldı. Elinde demlikle kendisine dönen adam "Uzat bardağını..' dediğinde Melek titrek bir nefes almıştı.

'Dejavu için aynı mekanda olmak önemli değilmiş. Tam şu an hayatımın en büyük dejavularından birindeyim. Ben bu ânı onlarca kez yaşadım. Aynı adam, aynı sevgi dolu bakışlar, aynı yumuşak cümle... '

Kadının gözlerindeki duygu seline kaybolan Ege usulca yutkundu. İşte bu yüzden vermek istememişti. Anılar girdabında kaybolmamak için. Ama artık çok geçti. Aklında onlarca an dolanıyordu.

'Uzat bardağını Meleğim.'

'O kaçıncı bardaktı acaba Gül Kokulum? Bir 300 falan olmuş mudur?'

'Sen çayı benden çok seviyorsun ha. Git çayınla uyu karıcığım. Gelmiyorum ben yatağa.'

'Senin yüzünden bir çay ile kendimi kıyaslama isteğime inanamıyorum Melek. Beni düşürdüğün hale bak. Çay ne ya? Çay ne?.'

'Eve artık çay almasam mı? O bardakla benden daha çok vakit geçiriyorsun Melek.'

'Bunu nasıl içiyorsun? Kahve varken çay da ne?'

'Asıl karadenizli olan benim daaa. Nedu senin bu çay sevdan?'

Eski kocasına bakan kadın gözlerinin kızardığını hissederken bakışlarını kaçırdı. Titreyen eliyle bardağını kaldırırken içinde aktif volkanlar dolaşıyordu. Titreyen bardağa bakan Ege hüsranla dişlerini sıktıktan sonra demliği yerine bırakarak kadının elindeki bardağı aldı. Melek, parmaklarına değen adamın elini hissettiğinde ani bir nefes almıştı.

Masaya arkasını dönen adam çayı bardağa doldururken acı bir alayla kendi kendine güldü.

'Bir çay meselesinin bizi getirdiği hale bak. Tüm hayatım onu üzmek üzerine kurulu resmen.'

Doldurduğu bardağı masaya bırakan Ege eski karısına bakmadan yerine oturdu. Dışarıdan bakan için gayet sakin hareketlerle masadaki poğaçayı alan adamın içinde fırtınalar kopuyordu. Sessiz bir şekilde kahvaltı yaparlarken ortamdaki bu duruma daha fazla dayanamayan Burak babasına laf attı.

"İhtiyar o poğaça sana dokunmasın? Kolesterolün falan çıkar sonra."

Burak'ın niyetini çok iyi bilen Salih aşina olduğu bu cümle karşısında bıkkınca oğluna baktı.

"Olmayan kolesterolüm nasıl çıkacak acaba Küçük Bey?"

"Yaşlılık işte. Her an bir kolesterol, tansiyon, şeker çıkabir. Bence sen şimdiden dikkat etmeye başla. Yaş aldı başını gidiyor." dedi Burak eğlenen bir sesle.

Masadaki ekmek bıçağını eline alan Salih Ege tehlikeli bir şekilde gülümsedi.

"Bıçak kullanabilecek kadar gencim Yüzbaşı."

"O bıçağı tenime değdirebileceğine inanacak kadar bunamışsın ama Binbaşı."

İkilinin sıklıkla yapıldığı belli olan bu doğal atışmasını kıskanç bakışlarla izleyen Hilal gözlerini kıstı.

"Benim babamla iyi anlaşsan yararına olabilir Burak."

Kızın çekemeyen ses tonu karşısında keyifle gülen Burak sevgilisine döndü ve kışkırtıcı bir sesle konuştu.

"Babamla iyi anlaşıyoruz zaten Hilal."

"O benim babam." dedi Hilal sevgilisine ters bir bakış atarak.

"Ama benim de babam." diyerek omuz silkti Burak.

İçten içe bu durumdan oldukça keyif alan Hilal gülümsemesini gizleyerek elalarını yeşillerle dikti.

"Ama benim babam."

Burak'ın karşılık vermek için ağzını açtığını gören Salih Ege hızla araya girdi.

"İkinizin de babasıyım diyerek noktayı koyalım çocuklar. Bu gidişle sabaha kadar devam edeceksiniz siz."

"Sabaha kadar değil..." diye başlayan Hilal'in cümlesini Burak tamamlamıştı.

"Diğeri pes edinceye kadar."

"Kesinlikle." diyerek erkek arkadaşını onaylayan genç kız sırıtarak ona bakmıştı.

"3 yaşındaki çocuklar gibisiniz gerçekten." dedi Melek onların bu haline gülerken.

"Valla bizde her yaş mevcut Melek abla. Birbirimize uyum sağlamamız saliseleri alır."

"Onu fark etmemek ne mümkün." diyen Melek'in neşeli çıkan sesi Ege'nin dudaklarında bir gülümseme belirmesine neden olmuştu.

Adamın kendisine olan bakışlarının bilincinde olan kadın çay bardağını eline alarak çayın kokusunu içine çekti. Yıllar sonra yaşadığı bu an dudaklarında bir gülümsemeye neden olurken Melek hevesle çayından bir yudum aldı.

Onun bakışlarının heyecanı içindeyken çay içmeyi özlemişti.

Çayını bırakan eski karısının kendisine bakacağını anlayan Ege, hızla salata turşusuna uzandı. Bu hareket oldukça tanıdıktı.

Emmi'nin evindeyken Meleğini gizlice izlediği o günleri hatırlamıştı adam. Çaya aşık olan kızın yüzündeki gülümsemeye kilitlenip kalır, yakalanacağını anladığında da odak değişimi yapardı.

Çatalındaki turşuya bakan Ege, alışkanlıkların gerçekten de asla değişemeyeceğini anladı. Geçmişte, eğer masadalarsa, turşu sevmeyen Melek o tarafa bakmıyor diye çatalını turşuya batırırarak odak değişiminde bulunurdu adam. Şimdi de bilinçsizce yaptığı gibi.

Bu tanıdık hareket karşısında gülümseyen Seher, kızına ve oğluna baktı.

"Sizi böyle görünce eski günlere gittim. Ah keşke Emmi de burada olsaydı."

Duyduğu cümleyle çatalı havada kalan Ege, bedenindeki tüm kanın çekildiğini hissetti. Çatalı tuttuğu (silahı tuttuğu) sağ eline bakan adamın nefes alış-verişleri hızlanmıştı. Aklına mağaradaki o an gelirken elinin titrediğini hissederek çatalını tabağına bıraktı. Çatalın tabağa çarptığında çıkardığı o küçük ses Salih'in kulaklarında silah sesi olarak yankılanmıştı.

BOM!

Kanlar içinde yere düşen Emmi'si,
Kahreden suçlulukla onun yanına yere çöken Salih Ege,
Babası saydığı, kendi öldürdüğü, adamın ölü başını alarak dizlerine koyan ve sessizliğe bürünen çaresiz bir genç...

Bakışlarını tabaktaki turşuya kilitleyen Ege'nin bedeni orada olsa da ruhu babasını öldürdüğü andaydı.

Emmi burada olamazdı.

Çünkü Ege yıllar önce onu öldürmüştü. Bizzat kendi elleriyle. Adamın kafasına sıkmış, beynini dağıtmıştı. Bu da yetmezmiş gibi cesedinin bataklıklarda çürümesine neden olmuştu.

Babasının durumunu gören Hilal, kıpkırmızı olan elalarını gizlemek için başını önüne eğerken; Burak da çaktırmadan telefonunu çıkartmış ve hızlı aramalarındaki Doğu'nun acil hattını çaldırıp kapatmıştı.

Babasını bu halden hemen çıkarmazsa Melek ve Seher bir şeylerden şüphelenirdi.

Seher'in cümlesinin üzerinden çok kısa süre geçmişti aslında ama adam biraz daha berbat bir şekilde acı dolu gözlerle tabağına bakarsa, onlarca sorunun muhatabı olurdu. Burak özellikle Melek'in gerçeği öğrenmesini istiyordu ancak bu, bu şekilde olmamalıydı.

Odada yankılanan telefon sesi Burak'ın dikkatleri üzerine çekmesine neden olmuştu.

"Kim ki bu saatte?" diye mırıldanan Burak telefonunu biraz yavaş hareketlerle cebinden çıkarttı. Göz ucuyla gördüğü kadarıyla telefon sesi babasını istediği gibi bu âna döndürmüştü.

Telefonunu açan Burak "Efendim?" diye cevap verdi.

Aldığı acil çağrıdan dolayı telaşlanmış olan Doğu endişeyle konuştu.

"Burak? Bir şey mi oldu?"

"Naber Doğu nasılsın? Hayırdır niye aradın, bir şey mi vardı?

"Konuşamıyor musun?" diye sordu Doğu anında.

"Evet, Hilal'lerle kahvaltıdayım işte. Sen de gel derdim ama hiç huyum değil, bu yüzden demiyorum."

"Gerçekten kahvaltıda mısın?" diye sordu Doğukan teyit ettirmek için.

"Evet." dedi Burak yalın bir şekilde.

Bu yalın komut karşısında rahatlayan Doğukan neler döndüğünü merak ederek sordu.

"Neden aradın? Önemli bir şey mi?"

"Anladım. Yani her zamanki gibi işte, çok da önemi yok aslında. Yine de haber verdiğin için çok sağ ol. Olmadı bir ara yanına uğrarım dosyaları tekrardan bir gözden geçiririm. Daha detaylı konuşuruz o zaman. Şimdi kapatmam gerekiyor."

"Tamamdır. Hadi bay."

Telefonu kapatan Burak, kendisini izleyen babasına döndü ve içten bir şekilde tebessüm etti. Yapılan küçük görüşme hem Salih'in hem de Hilal'in toparlanamasına neden olmuştu.

"Önemli miydi oğlum? Biz varız diye gitmiyorsan eğer önemli değil, yabancı değiliz biz. Hallet sen işlerini."

Seher'in cümlesini duyan Burak, sevgilisine doğru dönerek kızın elini tuttu.

"Hiçbir şey ondan önemli değil."

Hilal, elini tutan adamın elini sıktı. Ağlamamak için kendini zor tutan genç kız, sevgilisinden aldığı güçle derin bir nefes almıştı.

Melek ise neler olduğunu hiçbir şekilde anlamasa da Ege'nin az önceki hareketinde takılı kalmıştı.

Ne diye öyle donakaldı? Bir an nefesi kesildi sanki? Acaba amcam hakkında bir şey mi biliyor? Biz ondan haber alamadık ancak belki de ikisi görüşüyordu.' diye düşünen kadın tam 'Amcamla görüşmüş müydün hiç Ege? Ona ne olduğunu biliyor musun?' diye soracaktı ki Hilal'in ona seslendiği duyarak döndü.

"Bu arada anne... Senin işler ne oldu? Sen günlerdir buradasın, kim ilgileniyor onlarla?"

Kızının sitemli çıkan sesini duyduğunda iç geçiren Melek ona bir bakış attı.

"Yani ne yapabilirdim Hilal? Böyle bir anda iş mi düşünebilirdim?"

"Haklısın anneciğim de artık düşünme vakti geldi bence. Zaten çok zor geri dönüş yaptın. Tam işleri yoluna koymuşken müşterilerini tekrardan kaybetme."

"Bugün biraz daha düşeceğim üzerine. Birkaç telefon görüşmesi falan yapacağım."

"Bizzat git moda evine anne."

"Sen buradayken..." diyen Melek'in cümlesini Burak kesmişti.

"O uzun bir süre daha hastanede kalacak zaten Melek abla. Ben yanındayım endişelenme."

Burak'ın kurduğu cümledeki 'Uzun süre.' kelimesiyle kaşlarını çatan Hilal bu konuyu sonraya erteleyerek annesine baktı.

"Senin için de bir değişiklik olur anne. Madem kahvaltı hazırlamaya gitmedin bari işe git. Hem biriken işleri yoluna koyarsın hem de biraz hastane ortamından uzaklaşmış olursun. Çizim yapmak seni rahatlatıyor. Son zamanlarda hiç kendine vakit ayıramadın biraz farklılığa ihtiyacın var bence."

Annesinin itiraz etmek üzere olduğunu anlayan Hilal "Lütfen?" diye rica etti. Kızını kırmak istemeyen Melek başıyla onayladı.

'Hilal haklı. O kadar şey üst üste geldi ki... Buradan (Ege'den) biraz uzaklaşmak iyi gelecektir. Kendimle kalıp toparlanmalıyım.'

"Kaç gündür ikna etmek için uğraştığım şeyi 3 dakika başardın torunum. Tebrik ederim seni." dedi Seher, Melek'in ikna olmuş yüzüne gülümseyerek bakarken.

"Torununun ikna kabiliyeti üzerine tanımam ben Seher Nine." dedi Burak gülerek.

"Yok canım abartmayın." diyen Hilal'in sesi mütevazi değil de ukala çıkmıştı.

Muhabbete katılmamaya devam ederse çocuklarını üzeceğini bilen Salih Ege olumsuz düşüncelerini bir kenara itti ve sahte bir isyanla konuştu.

"Kızımı iyice kendine benzettin Küçük Bey. Eski Hilal olsa bu cümleyi mahcup bir mütevazilikle söylerdi."

"Yani bu kötü bir şey mi İhtiyar? Bak al işte kızını bizden biri yaptım. Ne o öyle mütevazilik, mahcupluk falan?" dedi Burak kesin bir sesle.

Şaşkınca gülen Salih Ege başını iki yana salladı.

"Bu cümleyi öyle bir ciddiyetle söylüyorsun ki mütevazi olmanın kötü bir şey olacağını düşüneceğim evlat."

"Ya işte benim de ikna gücüm yüksektir. Bir Kelebek olamasam da..."

"Vay canına. Yazın bu itirafı bir kenara. Burak benim ondan daha iyi olduğumu kabul etti."

Kızın dalgacı cümlesine karşılık Burak ukala bir şekilde konuştu.

"Beni yenebildiğin tek şeyin bu ikna olayı olduğunu bilerek sana acıdım ve durumu kabul ettim Asenacığım."

"Bu lafları ödetirim ama Alfa Bey?" diyen Hilal'in gözlerindeki tehlikeli bakışlar Burak'ın aklına dün geceyi getirmişti.

Öpersen karşılık veririm diyerek kendisini kışkırtan Asena'yı.

Yeşillerini elalara diken adam dudaklarına yerleşen sırıtışla "Beklerim." diye mırıldandı. Hilal, adamın bakışlarındaki arsızlığa karşılık vermeye kalktığında boğazını temizleyen Burak gözlerini kızdan çekmişti.

Kızına yiyecek gibi baktığını fark ederse babasının kendisine pek de insaflı davranacağını zannetmiyordu.

Burak eline çay bardağını alırken, iç geçiren Hilal başını iki yana sallayarak mırıldandı.

"کسي هيچوقت خارش رو متوقف نميکنه؟"

(Bir insan kaşınmaktan hiç mi vazgeçmez?)

Kızın cümlesiyle keyifle sırıtan adam muzip gözlerini sevgilisine çevirdi.

"وقتي کسي هستي که خراش ميدي خيلي باحاله؟"

(Kaşıyan sen olunca aşırı zevkli oluyor ne yapayım?)

Bunu duyan Hilal neşeyle gülerken Ege homurdanarak konuştu.

"Biraz daha gözümün önünde flörtleşecek misiniz yoksa seni odadan atayım mı Burak?"

"Deneyebilirsin ama sonun acillik olur be İhtiyar. Bence hiç bulaşma." dedi Burak ukala bakışlarla.

"Kızımı sana vermeyeceğim Hergele." diye söylendi Salih oğluna bir ters bir bakış atarak.

Alfa onun bu cümlesine büyük bir özgüvenle karşılık vermişti.

"Göreceğiz İhtiyar. Göreceğiz."

🦋

Burak "Yosun Prensiiiiiiim." diyerek odaya dalan Eftalya'yı gördüğünde gülerek oturduğu koltuktan kalktı. Dizlerinin üzerine çömelen adam kendisine koşan kardeşini sevgiyle kucaklamıştı. Kardeşi ona sımsıkı sarılırken kollarındaki kız ile ayağa kalkan adam, başını küçük kardeşinin boynuna gömerek derin bir nefes aldı. Çileğe aşık olan küçük kız, 2 yıldır kullandığı çilekli şampuan sayesinde her daim çilek kokuyordu. Annesi gibi...

Gözlerini sımsıkı kapatan Burak, gözünden bir damla yaş süzülürken kardeşine sarılışını güçlendirdi.

"Çok özledim ben seni." diyen Eftalya'nın ağlamaklı sesini duyduğunda titrek bir nefes almıştı.

"Ben de seni çok özledim Deniz Kızım." diye fısıldarken aklında ameliyathanedeki sahne canlanmıştı.

Bir daha Deniz Kızını göremeyebilirdi...

"Sen hasta olmuşsun. Neden hasta oldun ki? Hani yara olmayacaktın, hep dikkatli olacaktın?"

Boğazının düğümlendiğini hisseden Burak sessiz kaldı.

Küçük kardeşine, kendini bilerek yaraladığını ve gönüllü bir şekilde ölüme koştuğunu söyleyebilir miydi ki? Asla!

Ona bir şey olsaydı Deniz Kızı ne kadar da üzülürdü.

Yankı ailesi bu sarılmayı duygu dolu gözlerle izlerken, küçücük kolların boynuna daha sıkı sarıldığını hisseden Burak'ın dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi.

"Bir yere gitmeyeceğim Küçüğüm. Beni boğmasan mı acaba?"

"Kötü şeyler oldu değil mi? Annemle babam hep üzgündü. Gök Prensim de eve hiç gelmedi."

Geriye doğru çekilen kız kızarmış mavi gözleriyle abisine baktıktan sonra elini kalbine götürdü.

"Sana kötü bir şey olunca benim buram acıyor. Bu yüzden sana hiç kötü bir şey olmasın olur mu? Sen hep gül, beni güldür. Olur mu abiciğim?"

Dolu gözlerinden bir damla yaş firar eden Burak, kızın alnına sevgi dolu bir öpücük kondurdu.

"Olur küçük kardeşim." diyen Burak kendisini kaybetmekten korkan mavi gözlere bakarken fısıltıyla ekleme yapmıştı.

"Miniğim..."

Küçücük bir çocuk olmasına rağmen her daim insanların duygularını hisseden Eftalya, abisinin çatallı çıkan sesindeki sevgiyi ve yeşil gözlerindeki acı dolu burukluğa fark etmişti. Daha önce ona hiç Miniğim demeyen abisinin bu hitabında derin bir anlam olduğunu anlayan küçük kollarını tekrardan Burak'ın boynuna sararak adama sarıldı.

"Seni çok seviyorum abim."

Küçük kızın saf sevgi dolu sesi karşısında adam huzur dolu bir nefes aldı. Bazen Eftalya'sı olmasaydı nasıl bir hayatı olurdu diye düşünür, sonra da Eftalya olmasaydı yıllar önce o odada kendini öldürmüş olacağı için zaten bir hayatı olmayacağını hatırlardı.

Şu an da o anlardan birindeydi...

"Ben de seni çok seviyorum Deniz Kızım. Aklının hayalinin alamayacağı kadar çok."

Bu cümleyle gülümseyen kız, geriye çekilerek bilmiş bir şekilde konuştu.

"Zaten sevgi akılla olmaz ki."

Onun odada yankılanan cümlesi karşısında odadaki herkes gülmüştü.

"Bir eve bir ukala yeterdi be Prensesim." diyen Emre endişe dolu kızarmış gözleriyle Burak'a bir bakış atmıştı.

Bunu gören Burak 'İyiyim.' dercesine gözlerini açıp kapatırken, Eftalya da Emre abisine döndü.

"Tamam da bu zaten gerçek. Gerçeği söylemek ukalalık mı oluyordu?" diyen küçük kız kafası karışmış bir şekilde başını kaşımıştı.

"İşte her şeyin başlangıcı olacak o cümle geldi. Bundan sonra bunun önünü asla alamayız millet. Geçmişler olsun hepimize." dedi Hilal gülerek.

Hilal'in cümlesi odada yeni bir kahkaha tufanına neden olmuştu.

"Aaa biz sana geçmişler olsuna gelmiştik. Unuttum ben bunu." diyen Eftalya Burak abisinin kucağından inerek yatağa doğru yöneldi.

"Hee abini gördün, her şeyi unuttun tabii." dedi Hilal gülerek laf sokarken.

Sevgilisinin cümlesini duyan Burak, odadaki Enver ve Sevda'ya rağmen imalı bir şekilde konuşmaktan kendisini alamamıştı.

"Senin gibi."

Burak'ın kışkırtıcı yeşilleriyle kurduğu cümle dudaklarında bir sırıtışa neden olurken Hilal sadece dudaklarını oynatarak 'Yapma.' dedi.

Genç kızın bir posta daha yetişkinlerin yanında sevgilisiyle flörtleşip, onların imalı bakışları karşısında durmaya gücü yoktu. Burak ile bir muhabbete girince etraftaki herkesi unutup duruyordu ve bir günde yaşadığı rezillik yeterdi de artardı. Bugün kendi tarafına yeterince malzeme vermişlerdi, Burak'ınkiler başka güne kalsındı.

Gözlerindeki haylaz bakışlara rağmen masumca omuz silken Burak, tam bir yaramazlık yapmış çocuk profili çiziyordu.

Onun bu haline gülen Hilal, bakışlarını yatağının yanına gelen Eftalya'ya çevirdi.

"Sen de uf olmuşsun Hilal abla. Çok acıdı mı?"

Eftalya'nın hüzünlü bir sesle sorduğu soruyu duyan Hilal, Burak'a bakmamaya özen göstererek dudaklarına kondurduğu gülümsemeyle küçük kızı cevapladı.

"Yok acımadı bitanem. Zaten doktorlar hemen iyileştirdi."

Kız arkadaşına bakan Burak'ın dudaklarında buruk bir gülümseme belirmişti. Gözlerini acı bürüdüğünü hisseden adam aklına gelen ameliyathane sahnesini silmeye çalışarak titrek bir nefes aldı.

Doktorlar pek de hemen iyileştirememişti.

Yutkunan Burak kendisine gelmeye çalışırken ela gözler adamı buldu.

Soru karşısında adamın olumsuz bir reaksiyon vereceğini bilen Hilal, Eftalya durumu anlamasın diye cevap verirken sevgilisine bakamasa da şimdi gözlerini adamın yeşillerine dikmişti. Ela gözlerdeki ciddiliği gören Alfa kendisini toparlaması gerektiğini bilerek başını hafifçe aşağı yukarı salladı.

O kötü anları düşünmek yoktu!

Ortamdaki olumsuz havayı hisseden Enver samimi bir şekilde sordu.

"Nasıl oldun güzel kızım?"

"İyiyim Enver amca. Yatakta yatmaktan sıkılmamın dışında her şey yolunda. "

"Daha çok sıkılacaksın o yatakta." diye mırıldandı Burak.

Adamın genç kızı uzun bir süre hastaneden çıkartmaya niyeti yoktu.

"Şekil A'da da görüldüğü gibi başımda izbandutum da var." diye söylendi Hilal iç geçirerek.

"Eh ne demişler. Kendi düşen ağlamaz." dedi Burak umursamaz bir sesle.

Onların konuşmasına şaşkınca bakan Eftalya başını iki yana salladı.

"Ben sizi anlamıyorum. Kavga mı ediyorsunuz yoksa birbirinizi seviyor musunuz?"

"İkisi de."

"İkisi de."

Hilal ve Burak'ın aynı anda aynı karşılığı vermesi üzerine Eftalya elini düşünceli bir şekilde çenesine koydu.

"Ama insan sevdiğiyle kavga etmez ki." derken sesinde kesinlik vardı.

Onun bu tatlı hareketi odadakileri gülümsemişti.

"Haklısın kızım da bu abinle ablan biraz değişik işte ne yaparsın" dedi Sevda kızına bakarak.

"Hmm değişik olmak güzel bir şey bence. Herkes gibi olmuyorsun. Bende mi büyüyünce değişik olsam?"

"Tek başına istediğin değişikliği yaşayabilirsin tabii." diye homurdandı Burak dişlerinin arasından.

Ona bir bakış atan Hilal kaşlarını kaldırarak küçük kıza döndü.

"Tek başına hiç eğlenceli olmaz Eftalya'cım. Sen büyü, ben zamanı gelince nasıl değişik olunur öğretirim sana."

"Olleeey."

"Hilaaaal." diye çıkıştı Burak kız arkadaşına bakarak.

"Ne yaa? Zamanı gelince diyorum. Hem ben hiç görümcemi senin gibi bir Alfa'nın insafına bırakır mıyım? Sen kızın turşusunu kurmaya kalkarsın."

Alev alev yeşil gözlerini elalara diken Burak istediği tepkiyi tabii ki de alamadı.

"Git o bakışlarını başkasına dik Yüzbaşı. Bende sökmez." dedi Hilal neşeli bir sesle.

Kızın neşeli hali ona kızmasını imkansız kılarken hüsranla iç geçiren Burak başını iki yana salladı. Bu sırada Eftalya da öznenin kendisi olduğunu anlasa da konuyu anlamadığı için yetişkinleri izliyordu.

"Şu an neden bahsediyorsunuz?"

"Benim varlığıma yatıp kalkıp şükredeceksin bitanem. Ondan bahsediyoruz."

Hilal'in cümlesiyle birlikte küçük kaşlarını çatan Eftalya, önce ablasına sonra da abisine baktı.

"Ben sizi hiç anlamıyorum. Garipsiniz hep."

Küçük kızın cümlesi karşısında dudaklarında hasret dolu bir tebessüm beliren Burak arkasındaki duvara yaslandı.

"Aynı kandan olsak bana bu kadar benzeyemezdin Deniz Kızım." derken sesi yumuşacık çıkmıştı.

"Yani tamam sana benziyorum Yosun Prensim de ben böyle garip olmam. Konuştuğunuz hiçbir şey anlaşılmıyor ve bu çok sıkıcı."

"Biz birbirimizi anlıyoruz ama." dedi Hilal araya girerek.

Burak ise buna benzer bir cümle kurduğunda babasının karşılık olarak 'Rabbim inşaallah sana senin gibi bir çocuk verir oğlum. İçimden bir ses çocuğunun seni benden daha garip bulacağını söylüyor.' dediğini yok saymaya çalışarak kardeşine baktı.

"Şu an başka birisi olsaydın 'Büyük konuşuyorsun sonra sonun benim gibi olur bak.' derdim ama konu sen olunca kesinlikle bu cümleyi kurmayacağım." dedi Burak şekerini paylaşmak istemeyen bir çocuk kıskançlığıyla.

"Bence de kurma." diye söylendi Emre de aynı hislerle.

"Kızımın sizden ne farkı var? O da zamanı geldiğinde sizin gibi birini bulacak. Abilik taslamayın bakayım benim biriciğime." diyerek araya girdi Enver.

Sevda gülen gözleriyle kocasını onaylamıştı.

"2'ye 2 halini bizim safımızda yer alarak bozuyorsun sanırım Hilal. Aha bu ikisi yüzünden kızımın geleceğinden korkuyordum valla."

"Bende bu iş endişelenme Sevda teyze. Bu iki Yüzbaşına karşı birlik olurum ben Eftalya'yla."

Emre ve Burak Hilal'e ters bakışlar atarken Eftalya da aynı bakışları odadaki yetişkinlere atıyordu. Küçük kız en sonunda ayaklarını yere vura vura kapıya doğru yürümeye başladı. Yanından geçen kız kardeşini yakalayarak kucağına alan Emre gülerek sordu.

"Nereye Prensesim?"

Abisinin kucağındaki kız kollarını kavuşturduktan sonra başka tarafa bakarak tripli bir sesle konuştu.

"Gidiyorum ben, küstüm size. Siz yetişkince konuşuyorsunuz anlamıyorum ne dediğinizi."

Onun bu haline neşeyle kahkaha atan odadakiler birkaç güzel söz ile küçüğün gönlünü almışlardı. Bir süre odada dönen muhabbetten sonra Eftalya telaşla konuştu.

"Ah unuttum. Size geçmiş olsun hediyesi getirmiştim. Annecim çantamı verir misin?"

Başını sallayan Sevda pembe sırt çantasını kızına uzattı. Çantayı açan Eftalya içinden 2 çilekli süt ve iki çilekli kek çıkartmıştı.

"Bunlar sana Yosun Prensim, bunlar da sana ela gözlü ablam."

Hilal ve Burak kıza teşekkür ettikten sonra Burak gülerek sordu.

"Yine hasta ziyaretini fırsat bildin değil mi seni yaramaz?"

"Fırsat bilme neydi?" dedi küçük kız anlamamazlıktan gelerek.

"Eftalyaaa." diyen Burak gözlerini kısarak kardeşine bakmıştı. Bu sırada Emre de gülmemek için kendini zor tutuyordu.

"Yok. Öyle bir şey olmadı ki."

"Olmadı mı? Kendine aldıklarını da söylesene Eftalya." diye takıldı Emre küçük kardeşine.

"Çok almadım sadece bir dıgım aldım bir kere." dedi Eftalya başını dikleştirerek

"27'lik süt paketinden 25'ini, 10'luk kek paketinden de 8'ini aldın değil mi? Kesinlikle sadece bir dıgım oluyor o." dedi Burak gülerek.

Küçük kız ne zaman hasta ziyareti olsa hevesle 'Ben de geleceğim.' der ve kutu kutu çilekli süt ve kek aldırır hastaya bir tanecik verip gerisini kendisine alırdı.

"Off yaa. Bir çilekli kek ve çilekli süt keyfim var ona da bir şey diyorsunuz. Derdimi unutturuyor onlar benim. Anlamazsınız siz beni."

"Derdini mi? Senin ne derdin olabilir Eftalya?" diye sordu Burak ciddi bir şaşkınlıkla.

"Ela, lale, el, ele. Sıkıldım artık ya. Ben okumayı biliyorum zaten öğretmen tutturmuş Ela'dır Lale'dir. Şimdi başıma Ali de çıktı. Banane Ali'den, topunu atmasından... Okul, dersler, okul, ödevler sonra yine okul. Okuldan geliyorum ödev yapıyorum azıcık Luna'yla oynuyorum sonra hop, uyuyorum. Neden? Çünkü siz okul için beni daha geceyken kaldırıyorsunuz sonra yine geceyken eve geliyorum ve uykum geliyor hiçbir şey yapamıyorum. Ahh ahh. Benim derdim olmasın da kimin olsun değil mi?" diye isyan içinde yakınan Eftalya dudaklarını büzerek iç geçirmişti.

Genç kızın cümlesi karşısında gülmemek için dudaklarını birbirine bastıran yetişkinler Burak'ın "Bu çocuk nasıl bu kadar ben olabilir aklım almıyor." demesi üzerine daha fazla dayanamayarak kahkahayı basmışlardı.

🐺

Akşam yemeğinden sonra Burak ile koyu bir muhabbete dalmış olan Hilal, kapının açılmasıyla birlikte kapıya doğru döndü. Kapı aradaki küçük holün sonunda olduğundan gelen kişiyi gizliyordu. İki sevgili soru dolu gözlerle birbirine bakarken açık kapıya üç kez vuruldu.

"Tık tık tık. Misafir kabul ediyor musunuz?"

Odada yankılanan Özgür'ün sesi, genç çiftin dudaklarında kocaman bir gülümsemeye neden olurken Hilal neşeli bir şekilde cevapladı.

"Gel abi gel. Hoş geldin."

"O benim abim bir kere." dedi yanındaki Burak memnuniyetsiz bir şekilde söylenerek.

9(!) yaşındaki mızmız sevgilisine bakan Hilal kaşlarını kaldırarak omuzlarını silkti.

"Hayır benim abim. Benimle arasında daha fazla yaş farkı var."

"Mantığa bak. Senin yaşın kadar onu tanımışlığım var bir kere benim."

"Abartma abartma... İstersen ona soralım ne dersin?" diye soran genç kız Hilal gülen gözlerle odaya giren Özgür'e baktı.

"Abi, sen hangimizin abisisin?"

"Bu da soru mu? Tabii ki de senin Hilal." diye yanıt verdi Özgür dudaklarındaki gıcık sırıtışla.

Bunu duyan Burak isyan içinde söylendi.

"Aaaa yeter ama daa."

"Daa'lar falan ne oluyoruz Burak Bey? Samsun'lu olan benim, hatırlatırım." dedi genç kız ukala bir sesle.

"Şuna bak yaa. Babamı aldığı yetmiyor, şimdi de abime sulanıyor."

"Valla abin de razı abim olmaya. Ah be koskoca Burak Kılıç'ın düştüğü şu hale bak. Senin pabuç damda gözükmüyor Alfa'm. NASA'yı arayıp sorduralım mı? Belki uzaydaki bir istasyona falan uçmuştur."

Sevgilisinin eğlenen sesine gülen gözleriyle bakan Burak sahte bir esefle iç geçirdi.

"Etrafımdaki herkesi kendimden nasıl bezdirdiysem artık, beni tokatlayacak hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar mübarek."

Koltukta oturan Burak'ın yanına gelen Özgür, küçük kardeşinin saçlarını karıştırarak güldü.

"Sevdiğimizden o sevdiğimizden."

Adamın saçlarındaki elinden kurtulmak için yana doğru kaçan Burak gözlerini devirerek söylendi.

"An itibariyle az önceki gıcık goygoylu sevmeni, saç karıştırmalı sevmene tercih ediyorum abi. 29 yaşındaki adamın saçı mı karıştırılır?"

"Abinim ben senin, istediğimi yaparım. "

"Az önce Hilal'in abisiyim diyordun? Yüz vermeyince değerimi mi bildin?" dedi Burak muzip yeşilleriyle ona bakarken.

"Yoo işime öyle geldiği için sıfat değişikliği yaptım." dedi Özgür gülerek.

Onun bu mutlu tavrı Burak'ın gülümsemesine neden olmuştu.

"Seni böyle görmek çok güzel abi."

Özgür, gözlerindeki parıltılarla kardeşine bakarken yeni bir ses doldurdu odayı.

"Bir de beni geride bırakmasa daha güzel olacak tabii."

Odaya, tekerlekli sandalyesi içindeki Gökçe girmişti.

Genç kız ameliyatından 10 gün sonra, bir gece vakti uyanmıştı.

§

Bilinci açıldığında duyduğu ilk şey odada yankılanan kalp atışları, hissettiği ilk şeyse elindeki eldi.

Elini tutan elin kimse ait olduğunu bilen Gökçe gözlerinin dolduğunu hissederken hayatta olmasının şükrüyle titrek bir nefes aldı.

'Özgür'ünü bu koca dünyada yalnız bırakmamıştı. O da annesi gibi erkenden gitmemişti.'

Ağzından çıkmak üzere olan hıçkırığı dudaklarını birbirine bastırarak tutan genç kız yaşlarla dolu gözlerini açtı.

Yatağının kenarındaki sandalyeye oturan nişanlısı başını yatağa koymuş elini tutarak uyuyordu. Loş odada adamın yüzünü inceleyen Gökçe, uzayan saçların kıvırcık olduğunu gördü.

'Saçları böylesine uzadıysa ben ne kadar zamandır bu haldeyim?' düşüncesi yüreğine otururken odada bakışlarını gezdiren genç kız dijital saatteki tarihi gördüğünde nefesinin kesildiğini hissetti.

6 ay geçmişti... KOSKOCA 6 AY!

Gözyaşları peşi sıra düşmeye başlarken titreyen elini aşık olduğu adamın başına doğru götürdü.

'Kahroldun değil mi? Çok canını yaktım senin. Özür dilerim. Çok özür dilerim aşkım. Bu kadar dikkatsiz davranmamalıydım. Seni böylesine bir acıya boğmamalıydım. Çok özür dilerim.'

Hıçkırıklarını daha fazla gizleyemeyen Gökçe elini nişanlısının, 6 ay önce eşi olması gereken nişanlısının, uzun kıvırcık saçlarında gezdirirken bu temasla uyanan adam nefesini tuttu.

'Şu an gerçekten de yaşanıyor muydu? Gökçe'si...'

"Özür dilerim." diye fısıldadı Gökçe pişman dolu bir sesle.

Gözlerinden yaşlar düşmeye başlayan Özgür kaybolmasından korkarak saçlarındaki eli tutarken kıpkırmızı gözleriyle başını kaldırdı.

Geçen ayların aksine aşık olduğu kadının gözleri kapalı değil, açıktı.

Nişanlısının gözlerine bakan Özgür büyük bir acıyla inledi. Aylardır bu an için yaşıyordu. Yalnızca bu an...

"Gökçeeem." diye inleyen Özgür bu ânın gördüğü o rüyalardan biri olmasından korktu.

"Özür dilerim. Çok özür dilerim." dedi genç kız çaresiz bir şekilde.

"Yine o rüyalardan birinde miyim? Canım yanıyor. Yine uyandığımda gözlerini kapalı bulursam ben..."

Cümlesini tamamlamayan adam gerçekliğin içinde olup olmadığını sorguluyordu. Bu durum, Gökçe'nin ağlayışlarının şiddetlenmesine neden olmuştu.

Sevdiğinin katıla katıla ağladığını gören Özgür rüya ya da gerçek olmasını umursamadan nişanlısının yanına gitti.

"Ağlama lütfen." diye fısıldayan adam, kızı incitmemeye çalışarak ona sarılmıştı.

"Özür dilerim." diye mırıldandı Gökçe tekrardan. Kızın koluna sarılarak ağlayışı karşısında Özgür bir kez daha sorgulamıştı.

'Gerçek misin, rüyada mıyım?'

Odadaki kalp ritim sesleri genelden daha hızlı atarken Özgür bakışlarını etrafında gezdirdi. Her şey, bir rüya olamayacak kadar somuttu.

"Gerçeksin değil mi?" diye fısıldadı Özgür gözlerini kapatırken.

"Özür di..."

"Özür dilemeyi bırakır mısın?" dedi adam sesinde hissettiği isyanla.

Az önceki gözyaşları durmuş, ruhu şok içinde ne hissetmesi gerektiğini düşünüyordu.

"6, 6 ay olmuş. Bi-Biz evlenecektik. Sen... Sen çok acı çekmişsindir. Ben... Ben..." diyen Gökçe ağlamaktan devam edemedi.

Kısa süre önce beyin ameliyatı olan nişanlısını dikkatlice sarmış olan adam sarılışını sıkılaştırırken titrek bir nefes aldı.

"Bana döndün. Döndün. Savaşmaktan asla vazgeçmedin ve bana geri döndün Gökçe'm. Sözünü tuttun ve beni bırakmadın. Şu an diğer hiçbir şey umurumda değil. Sen gözlerini açtın ya... Geri kalan hiçbir şey önemli değil. Beni bırakmadın. Sen de gitmedin, sözünü tuttun. Bu yeterli. Bu yeter."

§

Gökçe'nin odaya girmesiyle odadakilerin dudaklarında bir gülümseme belirmişti.

"Gökçe'm? Ben neden hep seni etraftan topluyorum acaba?" diye söylenen Özgür nişanlısına ters olduğunu umduğu bir bakış atmıştı.

"Bensiz hasta ziyaretine gelmişsin Özgür, çok kırıldım. Annem söylemese öğrenmeyecektim."

Gökçe'nin şakacı sesindeki gerçekçi kırgınlığı duyan adam, nişanlısının yanına yürüyerek saçlarına küçük bir öpücük bıraktı.

"Yoruluyorsun ama. Dinlenmen gerekli."

Adam haklıydı. Şah olayından 2 gün önce uyanan kız, özellikle son günlerde aldığı fizyoterapiler yüzünden oldukça çabuk yoruluyordu.

"Ben yorulmuyorum. Sıkılıyorum sıkılıyooooor." diye isyan etti genç kız.

"Aha bu ben." diyen Hilal gülerek Gökçe'yi işaret etmişti.

"Biliyordum! Bir sen beni anlarsın. Artık tanışma zamanımız geldi de geçiyor bence Hilal."

Tekerlekli sandalyesiyle yatağın yanına yaklaşan Gökçe samimi bir şekilde Hilal'in elini tuttu. Ona gülümseyen Hilal parlayan gözleriyle "Bence de." diye cevap vermişti.

"Bence gerekmiyor. Sizin ikinizin tanışması bir salgın hastalık kadar tehlikeli." dedi Burak sahte bir onaylamazlıkla.

"Kardeşime kesinlikle katılıyorum. Siz ikiniz bir araya gelirseniz 'Kaçış Planı'nın hastane versiyonunu çekerseniz. Bunu göze alamayız."

Sevgilisinin başıyla abisini onayladığını gören Hilal kaşlarını kaldırdı.

"Bizi buraya hapsettiğinizi kabul ediyorsunuz yani?"

"Bence hiç konuşmamalısın Asena. Esaretin daha yeni başlıyor ne de olsa. Laf sokmalarını gelecek günlere sakla, ihtiyacın olacak."

"Bana bunu yapamazsııın." diye isyan etti Hilal sevgilisine bakarak.

"Arkana yaslan ve izle sevgilim. Dikişlerini aldırana kadar sana bu hastaneden çıkış yok."

Burak'ın sesindeki ciddiyeti duyan Hilal usulca yutkundu.

"Orta yolu bulabiliriz?" derken sesi tereddütlü çıkmıştı.

"Deneyebilirsin elbet." diyen adam kararlı yeşil gözlerini kızın ela gözlerine dikmişti.

Yüzbaşı Alfa Modu: On

"Bittim ben değil mi?" diyen kız sesini şakacı çıkarmaya zorladı.

"Bir süre izin yapacaksın işte ne güzel. Sevinmelisin." dedi Burak dudaklarında beliren yarı muzip gülümsemeyle.

"Ama senin yapman gereken işleri..."

"Ben iznimi çoktan verdim bile." diyen Burak şaşkınca kendisine bakan kızı yok sayarak odadakilere döndü.

"Kusura bakmayın biz sıklıkla ikili diyaloglarda kayboluyoruz. Eee nasılsın Gökçe iyi misin?"

"Özgür'le aynı kandan olup birlikte büyüseniz ancak bu kadar benzeyebilirdiniz Burak. Ben Özgür'ün 'Seni hastaneden çıkartmayacağım'larından kurtulmak için size sığınırım demiştim ancak görüyorum ki senin de ondan hiçbir farkın yok."

Gökçe'nin yarı şakacı tavrı karşısında Burak burukça gülümsedi.

"Hadi şakayı bir kenara bırakalım. Yaptıklarınızdan sonra bizden nasıl her şey normalmiş gibi davranmamızı bekleyebilirsiniz?"

"Bence şakayı bir kenara bırakmayalım, en azından misafirlerimiz varken. Onlar gittikten sonra ne söylemek istiyorsan bana söylersin." diye mırıldandı Hilal araya girerek.

"Ben söyleyeceğimi söyledim Hilal. Dikişlerin alınana kadar seni bu hastaneden çıkartmayacağım. İlerleyen günlerde birkaç kez gezmek için çıkarsın ancak bu kadar." dedi Burak gözlerindeki ifadeyi yumuşatmaya çalışırken.

Sevgilisine bakan Hilal konunun iki kelamla bir sonuca bağlanmayacağını anlayarak alttan almıştı.

"Tamam. Şimdilik istediğin gibi olsun."

"Şimdilik değil ama... Öyle rahat hissedeceksen şimdilik olsun." diyen Burak kollarını kavuşturarak onları izleyen çifte baktı.

"Az önce Gökçe'nin söylediği cümleyi sana iade edeyim. Bir sen beni anlarsın abi."

Dudaklarında hüzünlü bir gülümseme beliren Özgür hafifçe başını aşağı yukarı salladı.

'Anlarım, anladım. Eğer Hilal eve giderse refakatçiliğin sonlanacak. Bu da kabusların bir anda üstüne çullanması demek. Her şey bu kadar tazeyken kabuslarla başa çıkamazsın. Tek isteğin kabuslarınla az da olsa başa çıkabilecek kadar toparlanman. Bunun için de zamana ihtiyacın var. Ve bu zamanda onun yanında olmasına...'

Özgür düşüncelerini sesli dile getirmese de Burak adamın kendisini anladığını anlamıştı. Onların anlam dolu bakışmasını gören Hilal konuşmaktan kendisini alamadı.

"Bana da 'Hastanede kalacaksın.' demek yerine nedenini söylersen ben de anlayabilirim."

"Nedeni basit değil mi Güzelim? Daha hâlâ iyileşmedin." dedi Burak yumuşak bir şekilde. Yeşilleri sevgi doluydu.

"İkimiz de nedenin bu olmadığını biliyoruz." dedi Hilal ona bir bakış atarak.

"Uyanalı beri yaşadıklarımıza bir bakar mısın Kelebeğim? Ne diye üzerine yenisini eklemek için çabalayıp duruyorsun? Çözemediklerimizin yerine çözebileceğim bir sorun gelsin mi diyor... sun?" diyen Burak sorduğu soruda cevabı bulduğunu fark etmişti.

Elalar çaresizliğe bürünürken Burak derin bir nefes aldı.

"Bu sıralar pek de çözebileceğimiz bir sorunumuz yok gibi. Her konuda zamana ihtiyacımız var. Şimdilik iyileşmene odaklanalım sonrasına sonra bakalım lütfen Kelebeğim."

Gözlerinin kızarmasına izin vermeyen Hilal başıyla sevgilisini onaylayıp ona bir gülümseme bahşettikten sonra mahcupça Gökçe'lere baktı.

"Sizi de hasta ziyaretine geldiğinize geleceğinize pişman ettik."

"Bırak şunları ya. Hasta ziyaretine elleri boş gelmişler zaten." diyen Burak'ın sesi oldukça samimi çıkmıştı.

"Ben de hastayım bir kere. Bir de büyüklük yaptım sizi ziyarete geldim. Gördüğüm muameleye bak." diye söylendi Gökçe de ortama hızla ayak uydururken.

Odadaki atmosfer yeniden eski neşeli haline dönerken Hilal kıza baktı.

"Gerçekten nasılsın?"

"Mutlu? Hayattayım. O it parmakların arkasına girmiş ve yaslı aileler de sonunda huzura kavuşmuş. Şu arkadaşla da aramız iyi gibi." diyen Gökçe eliyle tekerlekli sandalyesinin koluna vurarak devam etti.

"Gelecekte de bununla arkadaşlığa devam edecek miyiz bilmiyorum ancak Özgür sonsuza kadar yanımda. Başka ne ister ki bir kadın? Sevdiğim adam yanımda ve mutluyum. Karalara bağlayıp onca olumlunun arasındaki olumsuzluğu görmeye gerek yok. İsteyene dünyadaki hiçbir şey engel değil. Kendi kendime gereksiz engeller oluşturmaya niyetim yok."

Kızın bu cümleleri kurarkenki pozitif sesi odadakileri gülümsetmişti.

"Eminim ki abim senin bu pozitifliğine aşık olmuştur." dedi Hilal gülerek.

"O benim abim."

Hilal, bıkkın bir şekilde iç geçirdi.

"Bir çocuk gibi bunu yapmaya devam mı edeceksin Yüzbaşı?"

Burak kesinlikle bu cümlenin altında kalmamıştı.

"Sabah yaptığımız kahvaltı boyunca bir çocuk gibi 'O benim babam.' dediğin onlarca anda neler hissettiğimi anla diye empati yaptırıyorum Psikolog Hanım."

Bu cümle üzerine oradakiler gülmüştü. Dörtlü bir süre sevgililerine laf atarak ve birbirleriyle kaynaşarak vakit geçirdikten sonra erkekler odanın ucuna çekilerek koyu bir muhabbete dalmış, kızlar da yatağın yanında onları çekiştirmeye başlamıştı.

"Vay be tanışmaya bak. Aksiyon dizilerinin içinde bulmuşsun kendini Hilal." dedi Gökçe gülerek.

"Hiç sorma. Olaylar o kadar gerçek dışıydı ki mont ve Efe faktörü olmasaydı zihnimde uydurduğumu bile düşünebilirdim."

"Sakin ol ben askerim.' ile başlayan ilişkinin geldiği noktaya bak." dedi Gökçe küçük bir ıslık çalarak.

"Seni çıldırtacağım çünkü ben askerim.' oluyor bu nokta."

Hilal'in sahte isyanlı cümlesi ile ikili neşeyle kahkaha atmıştı. Onların kahkahasını duyan adamlar konuşmayı kesip kızlara baktıktan sonra gülümseyerek konuşmalarına devam etmişlerdi.

"Bizim anlaşmamıza sevindiler." dedi Gökçe Hilal'e göz kırparak.

"Elti anlaşmazlığı denen bir durum var. Bu inancı yıktık. Sevinirler tabii." diyerek karşılık verdi Hilal de gülerek.

"Elti sırdaşlığına var mısın? Bunu birine söylemezsem çatlayacağım ve senden kesinlikle mükemmel bir yandaşçı olur."

"Yatakta yatarken pek de yandaşçı olamam ama..." dedi Hilal hafif bir üzgünlükle.

"Yok yok öyle bir şey değil. Hem benim durumum da ortada." diyen Gökçe başıyla tekerlekli sandalyesini işaret etmişti.

"Doğru." diyen Hilal hüzünle tebessüm etmişti.

"Şimdi söyleyeceğim şeye lütfen tepki verme." diyen Gökçe kızın başını sallamasıyla ona doğru yaklaştı ve büyük bir hevesle müjdeyi verdi.

"Bugün yürüdüm. Sadece 2-3 adımdı ancak yürüdüm."

"Gerçekten mi?" diyerek heyecanlanan Hilal'in gözlerinde de Gökçe'nin gözlerindeki parıltılardan belirmişti.

"Evet. Şu an bacağıma vurduğumda bunu hissediyorum. İlk uyandığımda hiçbir şey hissetmiyordum."

"Çok sevindim Gökçe. Gerçekten çok sevindim." diyen Hilal dudaklarındaki sırıtışı engelleyemiyordu.

"Abime sürpriz yapacaksın sanırım?"

"Niyetim o. Fizyoloterapilerin programını terapist arttırdı dedim ama aslında bunu isteyen bendim. İlk günler çok büyük bir inanç ve azimle çalışıyordum, bu sırada terapistim dr kısa egzersizlere rağmen oldukça umutlu konuştu. Ben de bu inanç ve azme umudu da ekleyip seansları biraz arttırttım. Hissetmeye başladığımda da heyecan eklendi. Özgür yoruluyorsun bu kadar tempoyla diyor ama ben hiçbir yorgunluk hissetmiyorum. Şu an en büyük hayalim onun kollarına koşarak boynuna atlamak. O anda gözlerindeki ışığın daha da çok arttığını görmek." diyen Gökçe son cümleyi söylerken sesinin titrediğini hissetmişti.

"Hiç yürüyemesem bile Özgür için hiçbir şey değişmez ancak bu durum onu üzüyor biliyorum. Üzme sebebi de kendisinden değil, benden. Benim ne kadar aktif olduğumu, oradan oraya nasıl hiç durmadan koştuğumu ve sahada çalışmayı ne kadar çok sevdiğimi en iyi o biliyor. Bu yüzden de bu durumda üzülüp, üzüntümü de ondan sakladığımı düşünüyor. Ondan sakladığım bir şey var doğru ama bu üzüntüm değil, sevincim."

Gökçe'ye uzanarak onun elini sıkan Hilal parıldayan gözleriyle ona baktı.

"Abim gözlerini açma ihtimalin olduğunu duyduğunda hayata dönmüştü. 'Her şeye varım yeter ki o uyansın.' diyordu. Uyandın, yakında da ona koşacaksın."

"Koşacağım. Yine de... Tüm bunlara rağmen aradaki 6 ayı nasıl telafi edeceğimi bilemiyorum."

Gökçe'nin üzgün cümlesinde kendi sesini duyan Hilal "Böyle." diye mırıldanarak bakışlarını sevgilisine çevirdi ve abisine gülerek bir şeyler anlatan adama bakmaya başladı. İzlendiğinin bilincindeki Alfa kısa süre sonra dudaklarındaki gülümsemeyle ona dönerek göz kırpmıştı. Adamın göz kırpışına karşılık ona bir gülüş gönderen genç kız, sevgilisinin dudaklarındaki gülümsemenin daha da büyümesini huzurla izledi.

Saniyelik bu andan sonra Hilal yanındaki Gökçe'ye dönerken, Burak da Özgür'e dönerek yarıda kalan hikayesini anlatmaya devam etmişti.

Hilal'in kendisine dönmesiyle birlikte Gökçe gülerek mırıldanmıştı.

"Bir gülüşümüz onlara o kötü günleri unutturacak kadar güçlü diyorsun."

"Gülüşümüz, bakışımız, sesimiz... Bizi biz yapan, onları esir oldukları karanlıktan çıkartan tüm özelliklerimiz. Hepsi birbirinden güçlü, birleştiğinde çok daha güçlü. Bence endişe etmemize gerek yok. Yanlarında olduğumuz sürece unutamayacakları/atlatamaycakları hiçbir kötülük yok."

"Haklısın. Zaten biliyordum bunu ama benim yaşadıklarıma benzer şeyleri yaşayan birisinden beni gerçekten anladığını bilerek duymak başka oluyormuş."

"Kesinlikle öyle. Milleti yavaş yavaş işe güçe kovmaya başladım artık. Madem beyler ikimizi buraya esir etti, gel yanıma birlikte bol bol vakit geçirelim. Hatta Burcu ve ufaklık da biraz toparlansın onlar da aramıza katılır."

"Biz birleştiğimizde de doktorlara kendimizi zorla hastaneden kovdururuz ve zafer bizim oluuuur." dedi Gökçe neşeyle gülerek.

"Hiç sevinme. Hepsi Burak'tan ayrı babamdan ayrı korkuyor. Hastaneyi başlarına yıksak bile kovmazlar bizi." dedi Hilal sahte bir hüzünle dudaklarını büzerken.

"Oldukça tehlikeli bir adama aşık olmuşsun. Geçmişler olsun."

"Eh ben de onu aratmıyorum aslında da bı sıralar yerimi bilmem gerekiyor. Gerçekten fazla ileriye gittim. Çok fazla..." diye mırıldanan Hilal kendisi gibi olan kıza baktı.

"Bu arada tam olarak neler oldu Gökçe? Sen Bukalemun'u nasıl buldun? Burak birkaç şey anlatmıştı Sakarya'dayken ama tam detaylı değildi."

"Ahh uzun bir hikaye. Neyse ki vaktimiz de var. Dur kahve isteyeyim. Kuru kuruya gitmesin." diyen Gökçe dudaklarına bir gülümseme kondurarak sevgilisine döndü.

"Aşkıııım?"

Onu duyan Özgür konuşmasını yarıda keserek kıza baktı. Kızın dudaklarındaki sırıtışı gördüğünde sahte bir bıkkınlıkla iç geçirmişti.

"Ben biliyorum bu gülümsemeyi. Kahve delisi yine iş başında. Filtre kahve mi istiyorsun Nescafe mi?"

"Bugün filtre hakkımı kullandım. Nescafe olabilir. Hilal sen?"

"Ben de aynısından alabilirim. Yanına da kurabiyeye hayır demezdim." diyen Hilal sırıtarak sevgilisine bakıyordu.

"Neden şu an içinden 'Bizi buraya hapsettiniz madem istediğimizi yapacaksınız.' dediğini hissettim."

"Çalış kölee." diyen Hilal dudaklarında beliren anlamlı gülümsemeyi silememişti.

Köle kelimesini duyan Burak'ın aklına geçen gece gelirken dudaklarındaki sırıtışla mırıldandı.

"یالا، ما میسوزیم."
(Yapma yanarız.)

"Ama kim daha çok?" diyerek kaşlarını kaldıran Hilal'in dudaklarında imalı bir sırıtış belirmişti.

"Kendim ettim kendim buldum. Asena ismini asla önermemeliydim."

"İsimden dolayı bu halde değilim, ayrıca ismi zaten sen önermemiştin ben seni tehdit ederek sahiplenmiştim Alfa Bey."

"Dök özelimizi dök. Ser herkesin ortasına." diye söylenen Burak kendisine gülerek bakan abisine samimi bir şekilde karşılık vermişti.

"Bir kere tüm özelimizi ortalara döken de sendin. Senin inadın yüzünden aylarca tüm kavgalarımızı, laf sokmalarımızı hatta flörtlerimizi ekibin yanında yaşadık."

"Ee hadi o zamanlar benim inadımdı, şimdi ne peki? O söylediklerinin hepsini şimdi de yapıyoruz biz, ki keşke ekip ile sınırlı kalsaydı."

Adamın haklı cümlesi karşısında Hilal "Hmm." diye mırıldanmıştı.

"Hmm yaa. Neyse abi hadi biz gidelim. Bu kız her seferinde benimle dalaşa devam edecek bir neden buluyor. Böyle giderse kahve falan yalan olur."

Erkekler odadan çıkarken bu deli çifti izleyen Gökçe neşeyle güldü.

"Siz ikinizin atışmasına şahit olmak da eğlenceli he. İnsan sizinle sıkılmaz."

"Beyefendi asla söylediğimin altında kalmıyor ki sıkılmaya fırsat bulalım."

"Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş.' diyoruz biz bu durumlar için."

Sözün haklılığının bilincinde olan Hilal muzipçe karşılık verdi.

"Yani sizin durum da bizden aşağı kalır değil bence. Hacı hacıyı Mekke'de, deli deliyi dakka'da durumu var hepimizde bildin mi?"

"Bildim bildim. Haklısın valla. İtina ile çekiyorum, şimdi de olduğu gibi." diyerek gülen Gökçe hikayesini anlatma isteğiyle konuştu.

"Valla ben kahveleri bekleyemeyeceğim."

Dedikodu moduna giren Hilal hevesle kıza baktı.

"Yalnız değilsin kesinlikle. Ee neler oldu?"

"Aslında olayların başlangıcı oldukça sıradandı. Ben Hayalet Mahalle olayını araştırmak için bir kütüphaneye gitmiştim. İşte sonra..."

10 Ay Önce

Kütüphaneye giren Gökçe, gazeteci kimliğini görevliye uzattı.

"Merhaba Beyefendi. Ben gazeteci Gökçe Türkoğlu. 26 Mayıs 2003 yılında Sakarya'da yaşanan Hayalet Mahalle olayının kaynaklarını görmek istiyorum. Birkaç araştırmadan sonra konu hakkında en donanımlı kütüphane olduğunuzu öğrendim. Yardımcı olursanız sevinirim."

"Hoş geldiniz Gökçe Hanım. Elimizde konu hakkında birçok gazete küpürü hatta birkaç belge kopyası bulunuyor. O zamanlarda kütüphaneyi işleten kişi haberler hakkında çok fazla kaynak toplamış. Size yardımcı olacak bir arkadaş ayarlıyorum hemen." diyen adam telefonu elinde aldı.

"Meryem girişe gelebilir misin?"

Gökçe kısa süre sonra, 20-22 yaşlarındaki genç kız ile kütüphanenin arka kısmına doğru yürümeye başlamıştı. Gerekli klasörleri alan Meryem, Gökçe'yi küçük bir odaya yönlendirdi.

"Siz araştırmanızı rahatça yapın Gökçe Hanım. Herhangi bir isteğiniz olursa ben dışarıdayım."

Meryem'in çıkmasıyla dosyaları incelemeye başlayan Gökçe, okuduğu ve öğrendiği gerçeklerle bir kez daha gözyaşlarına boğulmuştu. Aklında nişanlısının gözlerindeki yaşlarla anlattığı hikaye yankılanırken bir kez daha kendisine söz verdi.

'Ne olursa olsun olayın sorumlusunu bulacağım!'

Gazeteci kız, tüm belgeleri gerekli notları alarak tek tek okuduktan sonra dışarıya çıkmıştı. Yüzünde umutsuzluk vardı. Odadan dosyaları alıp yerine koyan Meryem, düşünceli ve üzgün görünen gazeteciye çekingen bakışlar attı. İkili, kısa süre sonra sessizce kütüphanenin ana holüne doğru yürümeye başlamışlardı. Gazeteciden yayılan üzgün atmosfere dayanamayan Meryem etrafına bir bakış attıktan sonra mırıldandı.

"Hayalet Mahalleyle alakalı önemli bir olay mı var?"

Kızın söylediğini duyan Gökçe soru dolu gözlerle ona baktı.

"Bu ne demek?"

Yürümeyi kesen Meryem, karşısındaki gazeteciye baktı.

"Şey... Ben kütüphanede çalışmaya başlayalı çok olmadı, 5 aydır buradayım. Tarih son sınıfım ve okuldan arta kalan boş zamanlarımda buradayım. Neyse işte buraya geldiğim ikinci ay, bir adam geldi kütüphaneye. O da sizin gibi gazeteciydi. Kütüphanemizde çok fazla eski ve yeni vaka kaynakları var bu yüzden de gazeteciler sıklıkla gelir. Çalışmaya başladığım ilk ayda bile 8 gazeteci farklı davalar için gelmişti. Hiçbirinin hangi dava için geldiğini hatırlamıyorum, sadece onu hatırlıyorum. Hayalet Mahalle olayını istemişti. Ondan önce, araştırmaya geldiklerinde eski dosyaları ortak alandaki bir masaya koyardık ancak o şahsi bir oda istedi. Müdürümüz bu isteğini kırmadı ve o adam az önce bulunduğun odaya geçti. Saatlerce içeriden çıkmadı. Çıktığında da berbat görünüyordu. Sizin az önce çıktığınızdaki gibi."

Kafası karışan Gökçe kaşlarını çatarak kıza baktı.

"Herhangi bir şey söyledi mi? Kimmiş? Neden o haldeymiş?"

Meryem başını iki yana salladı.

"Üzgünüm, bilmiyorum. Tek bildiğim Özel Sakarya Gazetesi'nden olduğu. Onu da Adem Bey söylemişti. Gazeteci kimliğinden fark etmiş. Adam, kötü bir ruh halinde kütüphaneden çıkınca 'Memleketiyle alakalı bir olay mı acaba? Şahsi bağlantısı mı var?' demişti bana."

Duyduklarını değerlendiren Gökçe derin bir nefes aldı.

'Kim olabilir? Amacı ne? Bir müttefik olabilir mi?'

"İsmini bilmiyorsunuz sanırım?"

"Maalesef ismini benimle paylaşmadı. Adem Bey'in de başı kalabalıktı fark ettiğini zannetmiyorum. Adem Bey şu an kütüphanede değil ancak isterseniz arayıp sorabilirim."

Gökçe düşünceli bir şekilde "İyi olur." diye mırıldandığında genç kız telefonunu çıkarttı. Birkaç dakika sonra telefonu kapatarak başını iki yana sallamıştı.

"Tam tahmin ettiğim gibi. Üzgünüm ismini bilmiyoruz. Kayıtlara da ismini vermemiş. Önemli ve gizli bir dava demiş."

İncelediği belgelerde işe yarar bir şey bulamadığı için üzülen Gökçe yaşanan bu durum ile tekrardan umutlandığını hissederken hızla defterini çıkarttı.

"Nasıl birisi olduğunu hatırlıyor musun? Fiziksel özellikleri mesela."

Hiç duraksamadan "Yakışıklıydı." diyen Meryem yaptığı gafleti fark ederek elleriyle dudaklarını kapattı. Onun bu durumuna Gökçe istemsizce gülmüştü.

"Şey... Özür dilerim." diyen Meryem kızaran yüzüyle anlatmaya başladı.

"26-27 yaşlarındaydı. Uzun boyluydu. 1.90 falan vardır sanırım. Mavi gözlü, sarı saçlı, açık tenliydi. Hani delici bakışlar olur ya, bakışları aynı öyleydi. Tok bir sesi vardı ve diksiyonu da oldukça düzgündü. Yani pek de yardımcı olamayacağım sanırım. Herkes gibiydi ama değil gibiydi de."

Kızın bakışları dalarken Gökçe gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.

"Anladım ben seni."

Meryem, gazetecinin sesindeki imayı fark etse de herhangi bir tepki vermedi. Kendini daha fazla rezil etmek istememişti.

"Anlattıkların için teşekkür ederim Meryem." diyen Gökçe birkaç adım atmıştı ki duraksayarak geri döndü.

"Yalnız... Ben de ismimi vermiyorum kayıta. O gazetecinin de dediği gibi bu araştırma gizlilik içerisinde yürütülmesi gerekli. Malum olayın katili hâlâ yakalanamadı. İsmimizin herhangi bir yerde geçmesi belki de hayatımıza neden olur. Bu yüzden bir dahaki benzer durumda ne benim adımı ne de bahsettiğin gazetecinin adını hiç kimseyle paylaşma lütfen."

Gökçe'nin ciddi bakışlarını gören Meryem başını aşağı yukarı salladı.

"O adam çıktıktan sonra neyin onu o hale getirdiğini merak ettim ve o gece ben de dosyalara baktım. Olay yaşandığında ben sadece 3 yaşındaymışım, bu yüzden de her şeyden bihaberdim. Olayı, yıl dönümlerinden dolayı duydum ancak bu kadar detaylı bilmiyordum. Öyle bir caniliğe neden olup da elini kolunu sallayarak dışarıda gezen bir şerefsizin ne kadar tehlikeli olabileceğini tahmin edebiliyorum. O adamın kurbanlarını arttırmaya niyetim yok. Size kadar kimseye tek kelime etmedim, sizden sonra da etmem emin olabilirsiniz."

"Peki bana neden anlattın?"

Gökçe'nin sorusuyla birlikte Meryem hüzünle gülümsedi.

"Söyledim ya. Siz de o odadan onun gibi kıpkırmızı gözlerle çıktınız. Aynı dağılmışlık vardı ikinizde de, aynı umutsuzluk. Çıkmaz bir sokakta mahsur kalmış gibi... Yaşınız çok yok. Bu dava yaşandığında benim kadar küçük olmasanız da siz de çocuk olmalısınız. Bu olayın ikiniz için de sıradan bir dava olmadığını hissediyorum. 'Bir elin nesi var? İki elin sesi var.' demiş atalarımız. Belki de aradığınız her neyse birlikte bulursunuz. Bu yüzden anlattım."

İçindeki duygu karmaşasıyla derin bir nefes alan Gökçe anladım dercesine başını aşağı yukarı salladı.

'Kimdi bu adam? Neden Gökçe gibi dağılmıştı o da? Olay hakkında bir bilgisi var mıydı? O da Gökçe gibi Bukalemun'un peşinde olabilir miydi? Neden ama? Neden?'

Bu düşünceler içindeki Gökçe, Meryem'e teşekkür ettikten sonra kütüphaneden çıkarak yürümeye başladı. Zihni karman çorman olan genç kız, aklındaki soruların düşünmekle değil de icraatle sonlanacağının bilinciyle telefonunu çıkarttı ve bir gün sonrasına Sakarya bileti aldı. Özgür'e söylemeden böyle bir şeyi yapmaması gerektiğini bilse de kendisine engel olamıyordu Gökçe. 2 hafta önce öğrenmişti Hayalet Mahalle olayını. Özgür, hayatını değiştiren adamı ve ailesini çok anlatmıştı ona ama sonlarının bu denli acı olduğunu söylememişti. Gökçe sadece öldüklerini biliyordu.

Düğünleri hakkında konuşmaya başladıklarında Gökçe'yi Sakarya'ya götürmüştü Özgür. Mezarlığa... Karı kocanın mezar taşlarındaki ölüm tarihinin aynı olduğunu gören Gökçe bir trafik kazası olduğunu düşünürken Özgür gözyaşları içinde neden ve nasıl öldüklerini anlatmıştı. Babasının ölümünde tek damla gözyaşı dökmeyen sevdiğinin o gün o mezarlıkta döktüğü yaşlar Gökçe'nin ruhunu yakmıştı. O gün olayın sorumlusunu bulacağına söz vermişti kendisine. Yıllarca kimse bulamamışken nasıl yapacaktı bilmiyordu ancak tarafsız bir gözle, farklı bir bakışla, mesleğindeki aşkla yeniden incelemeye alacaktı davayı. Belli mi olurdu?

Belki de hiç kimsenin fark etmediği küçük bir ayrıntı bulurdu.

"Bu gizemli gazeteci o küçük ayrıntı olabilir mi?" diye mırıldanan Gökçe titrek bir nefes aldı. Özgür'e bir şey söyleyemezdi. Hem onu umutlandırmak istemiyordu hem de adamın ona karşı çıkacağını biliyordu. En sevdiği iki insanı (hatta Burak ile 3) kişiyi kaybeden sevdiği, Gökçe'nin de zarar görme ihtimaline asla izin vermezdi. Özgür onu Bukalemun adlı terörist ile aynı cümlede kullanmayı bile kaldıramayacakken, kız çıkıp da 'Ben onu araştırmaya karar verdim.' diyemezdi değil mi? Özgür, Gökçe'nin bu davayı kurcalamasına asla izin vermezdi. Elindeki nişan yüzüğüne bakan genç kız gözünden düşen bir damla yaşı hissederken fısıldadı.

"Üzgünüm aşkım. O gün o mezarlıkta sesindeki acıyı duydum bir kere. Bu işten geri dönemem. Hiçbir şey bulamasam bile en azından denemiş olacağım. Yeni hayatımıza, huzurla başlamamızı istiyorum."

Bunu diyen Gökçe başına gelecekleri bilseydi bu işe kalkışır mıydı orası meçhul.

🗞

Misafir kartıyla gazete binasına giren Gökçe, öncelikle Sakarya'ya gelme bahanesi olan Dürdane'nin yanına gitti.

"Kız sen iki hafta önce burada değil miydin? Geldiğini söylediklerinde çok şaşırdım. Hoş geldin.' diyerek ona sarılan üniversite arkadaşına karşılık veren Gökçe çaktırmadan kafeteryadaki insanları süzüyordu.

Sarı saçlı kimse yoktu...

"Biraz öyle oldu sanırım."

"Hain seni! Yoğunum diye düğünüme bile gelmedin şimdi iki haftada bir geliyorsun."

"Yeğenimi özledim belki olamaz mı?" diyerek gülümseyen Gökçe elini Dürdane'nin hafif büyüyen karnına götürdü.

"Yok artık arkadaş sen de mi? Çocuk yapmasam kimse benim yüzüme bakmayacaktı sanırım." diyerek şakayla söylenen Dürdane yerine oturduktan sonra ciddiyetle sordu.

"Gerçekten ne işin var burada?"

Arkadaşına yalan söylemek istemeyen ancak doğruyu da söyleyemeyecek olan Gökçe kısmi bir yalan söyledi.

"Özgür'e bir sürpriz yapmak istiyorum. Geçen geldiğimizde bir şeyler anlatmıştı Sakarya hakkında. Sürprizi buraya göre planlayacağım. Gözlem yapmaya geldim."

"Nasıl hiçbir şey açıklanmaz adlı çalışma oluyor sanırım bu? Yine gizemli takılıyorsun Gazeteci Hanım. Ne işler çeviriyorsun acaba?"

"Zamanı gelince anlatırım Dürdane. Eee sen anlat bakalım. Ne zamana belli oluyor bizim ufaklığın cinsiyeti? Geçen pek konuşamadık..."

Yarım saatin sonunda Dürdane bir haber için çağırılmış Gökçe de onunla vedalaştıktan sonra gazete binasında dolaşmaya başlamıştı.

Samanlıkta iğne aramak = Gazete binasında sarı saçlı mavi gözlü erkek aramak.

'Dua edeyim de kahverengi saçlı, kahverengi gözlü değil. Yoksa işim daha zordu. Çekinikleri almış en azından adam... Neyse hiç bulamazsam Meryem'i kolundan tutup getiririm. Eminim ki adamı dakikasında bulur.' diye düşünen Gökçe karşıdan gelen bir adamın sarı saçlı olduğunu görünce hemen başını önüne eğerek yürümeye devam etti.

Adam yanından geçerken yanlışlıkla(!) elindeki dosyayı düşüren genç kız yere dağılan gazete kağıtlarıyla birlikte ufak bir ses çıkardı.

"Off yaa."

Yanındaki centilmen adam "Yardım edeyim." diyerek yere çömeldiğinde ona teşekkür eden Gökçe bir yandan adam gibi yere eğilip kağıtları toplarken diğer yandan da gizlice adamın mimiklerini inceliyordu.

Adam, Sakarya ile alakalı manşetlerden derlenen kağıtlar arasındaki Hayalet Mahalleyi görmüş ancak mimik dahi oynatmamıştı.

'Bu değil.' diye düşünen Gökçe, adama tekrardan teşekkür ettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi yürümeye başladı. Odalara girmeye kalksa dikkat çekeceğinden koridorlarda yürümek zorunda olan genç gazeteci, biraz ileride gördüğü sarı saçlar ile heveslenmişti ki adamın 40'lı yaşlarda olduğunu gördüğünde onu eledi.

Koridorlarda birkaç tur gezen genç kız bu işin böyle olmayacağını fark ederek bir cam kenarına yaslandı.

'Ne yapacağım?'

Bir süre düşünceler içinde camdan dışarıyı izleyen Gökçe, elinde bir not defteriyle seri adımlarla gazete binasına doğru yürüyen sarışın adamı gördü.

"Acaba..?" diye mırıldanırken denemeye değer düşüncesiyle giriş kata inen merdivenlere yönelmişti bile.

Merdivenlerden inen Gökçe, adamın kapıdaki görevliye arşive gideceğini söylediğini duyarak hızla yan koridora girmişti. Ok işaretlerini takip eden genç gazeteci koşar adımlarla birkaç koridor geçtikten sonra kör bir noktada duraksadı. Kısa süre sonra adım sesleri bulunduğu yere yaklaşmıştı.

'Umarım gelen sarışındır.' düşüncesiyle mükemmel bir zamanlamayla koridoru dönen Gökçe istediği gibi gelen kişiyle çarpışmış ve kağıtların koridora dökülmesini sağlamıştı.

"Ahh."

"İyi misin?"

Bu kadar sert çarpışacaklarını tahmin etmeyen Gökçe 'Sanırım." diye mırıldanırken kolunu tutuyordu.

"Neden bu kadar hızlı dönersin anlamıyorum ki." diye söylenen adam, kızın iyi olduğuna emin olduktan sonra iç geçirerek etrafa saçılan kağıtlara yöneldi.

Gökçe, adam eline gazete kupürünü almadan önce onun aradığı kişi olduğunu anlamıştı. Meryem'in dediği delici bakışları görmüştü o mavilerde. Bu yüzden de adamın Hayalet Mahalle haberini gördüğünde bakışlarının o kupürdü biraz uzun kalmasına şaşırmadı. Hayalet Mahalle küpürünü en alta koymaya özen gösteren adam, ayağa kalkarak kağıt parçalarını Gökçe'ye uzattı.

"Bir dahakine dikkatli olun." derken sesi soğuk çıkmıştı.

'Sesindeki soğuklukla gözlerindeki acıyı gizlemeye çalışıyor.' diye düşünen Gökçe bakışlarını adamın yüzünde dolaştırdı.

'Kimsin sen? Ne ilgin var bu olayla?'

"Burada görevli misiniz? Adınız..."

"İşim var. İzninle." diyerek kızın sözünü kesen Çınar, Gökçe'yi orada bırakarak arşive doğru yürümeye başlamıştı.

Bu davranış aşırı sinirini bozarken gözlerini kısan Gökçe, hızla adamın peşinden gitti ve kolundan tutarak onu durdu.

Bıkkın bir nefes alan Çınar, ona bakmadan konuşmuştu.

"İlgilenmiyorum Hanımefendi."

Bu cümle Gökçe'nin alayla gülmesine neden olmuştu.

"Ne düşünüyorsun? Dizilerdeki gibi bir çarpışmayla sana tutulacağımı mı? Bilesin ki..."

Adam, kıza ters bir bakış attıktan sonra tekrardan sözünü kesti.

"Bildiğim tek şey ben binaya girdiğimde merdivenlerden inen senin ne hikmetse gideceğim arşiv koridorundan çıkıp onca insan arasından bana çarpman. Bir misafirin bu koridorda ne işi var? Güvenliği mi arayayım yoksa kendin mi ortadan kaybolursun?"

"İkisi de olmayacak." dedi Gökçe çakmak çakmak bakan kahverengi gözleriyle.

"Yani illa karakola gitmek istiyorsun?" dedi Çınar ilk defa Gökçe'ye gerçek anlamda bakarken.

"Hangi gerekçeyle?" diye çıkıştı genç kız.

"Takip, taciz, belki de saplantı?"

Karşısındaki adamın inanılmaz hayal gücü karşısında şaşıran Gökçe başını iki yana salladı.

"Karakola gidip 'Çok yakışıklıyım bu yüzden de bana dibi düşmüş ayarlamış bir çarpışma, benimle tanışmaya çalıştı.' mı diyeceksin? Niyetin buysa rezil olduğunla kalırsın bilgine." diyen Gökçe sağ elini havaya kaldırdı ve baş parmağıyla yüzük parmağındaki yüzüğü işaret etti.

"Eminim ki polisler senin bu beyanını pek de ciddiye almazlar."

"Yani az önceki çarpışma tesadüfen(!) mi oldu?" dedi adam tek kaşını kaldırarak. Sesi gibi yüzü de alay doluydu.

"Yoo bilerek çarptım. Hızı ayarlayamadım ama bak. Ders olsun, bir dahakine ona göre döneyim."

Sinirlerinin bozulmaya başladığını hisseden Çınar sakin kalmaya çalışarak bir nefes aldı.

"Neden ben? Bir kere de akıllısı bulsa keşke."

Adamın sesli mırıltısı karşısında Gökçe neşeyle güldü.

"Bak biz seninle iyi anlaşacağız bence."

"Kimsin sen? Ne istiyorsun?"

"Sonunda sorman gereken ilk soruyu sordun? Bir an gazeteci olduğundan şüpheye düştüm." dedi Gökçe neşeli çıkarmak için uğraştığı sesiyle. Ağzındaki baklayı çıkardığında karşısındaki adamın nasıl tepki vereceğini bilmemek onu geriyordu.

"İnan bana oyunlarla uğraşacak vaktim yok. Hadi başka kapıya." diyen Çınar tekrardan arkasını dönerek yürümeye başladı.

"Hayalet Mahalle!"

Duyduğu iki kelime tam kalbinin ortasına saplanırken duraksayan Çınar zorlukla yüzünü ifadesizleştirdikten sonra arkasındaki kıza döndü.

"Anlamadım?"

"Bu konu hakkında konuşmaya geldim."

"Yıllar önceki olayı neden eşeliyorsun bilmiyorum ama yanlış yerdesin."

"Olay mahallindeyim, nasıl yanlış yer?" dedi Gökçe kaşlarını kaldırarak.

"Bu binadaki personelin çoğu genç, olayı bilmezler. Eskiler buralı değil, buralı olanlar da bu konu hakkında konuşmazlar... Kapıya kadar eşlik etmeme gerek var mı?" diyen Çınar eli ile çıkışın olduğu koridoru işaret ederken karşısındaki kadının bu konuyu neden irdelediğini deliler gibi merak ediyordu.

"Tahmininden daha dişli çıktın. Vermeden alamayacağım sanırım." dedi Gökçe hüsranla iç geçirerek.

Cümleyi duyan adam gözlerindeki temkinle kıza bakmıştı.

"Adım Gökçe, ben de gazeteciyim."

"Burada adımı mı söylemem gerekiyor?" dedi Çınar umursamaz bir şekilde.

"Konuşabileceğimiz bir yer var mı?"

"Yok. Çok işim var." diye tersledi onu Çınar.

Adamın sesindeki gerginliği duyan Gökçe koridorda yalnız olduğundan emin olduktan sonra sessiz bir şekilde devam etti.

"2 hafta önce yine Sakarya'daydım. Nişanlımın gerçekten de çok değer verdiği iki insanı ziyaret ettim. Güldibi Mezarlığında."

Mezarlığın adını duyan Çınar, mavilerinin bulutlanmasına engel olamamıştı.

"O gün mezarların başında dururken dikkatimi çeken ilk şey aynı olan vefat tarihleriydi. 26 Mayıs 2003."

Tahmin ettiği sayıları duyan Çınar titrek bir nefes aldı.

"Peki neden buradasın?"

"Olay mahallinde bir bilgi bulabileceğimi düşündüm?"

"Gökçe neden buradasın? Neden karşımdasın?" diye sordu Çınar ciddi bir şekilde. Laf cambazlığına enerjisi yoktu.

"İstanbul'da olay hakkında belgeleri araştırmak için kütüphaneye gittiğimde, yol bir şekilde beni buraya getirdi."

Kütüphaneye uyarıda bulunmadığı için kendine söven Çınar memnuniyetsiz bir nefes aldı.

"Ters yola sapmışsın. Ceza yazılmadan çıkmanı öneririm."

Soğuk bir şekilde bu cümleleri söyleyerek arkasını dönen adamla birlikte gerçekten öfkelenmeye başladığını hisseden Gökçe tısladı.

"Hiçbir şey umurumda değil. O Bukalemun itini bulacağım."

Duyduğu cümleyle bir hışım Gökçe'ye dönen Çınar, etrafına baktıktan sonra kızın kolundan tuttuğu gibi onu sürüklemeye başladı.

"Ne yapıyorsun?" diyen Gökçe kolunu kurtarmaya çalışırken onu zorla koridorun sonuna götüren Çınar kartını okutarak arşive girmiş ve kapıyı üstlerine kapatmıştı.

İçinde beliren korkuyu dizginlemeye çalışan genç kız, kolunu adamın elinden kurtarmaya çalışırken Çınar öfkeyle ona baktı.

"Deli misin sen? O isim ortalık yerde söyleyebileceğin bir isim mi? Üstüne üstlük Sakarya'da! Bir de bulacağım diyor. Yıllardır hiç kimsenin bulamadığı o adamı sen mi bulacaksın? Hem de 2 hafta önce belki de ilk defa duyduğun bir hikayeden dolayı? Hayal kurma!"

"Bırak kolumu." diye tısladı Gökçe sesi kısık çıkarken.

"Bukalemun'u bulacaksın ha? Şu an bile tir tir titriyorsun ve Bukalemun'u mu bulacaksın? O adamın nasıl bir şerefsiz olduğunu biliyor musun sen? Katledilen koca bir mahalle açıklamadı mı bunu sana? Orada ölenlerden en küçüğü 6 yaşındaydı. 6 yaşında küçücük bir çocuk. Neyin kafasındasın sen? Ha?"

"Kolumu bırakır mısın canımı yakıyorsun?"

Kızın sesindeki acı canını yaksa da yüzündeki acımasızlığı silmeyen Çınar, kızın kolunu bırakmayarak sertçe devam etti.

"Aklındaki her neyse onu kafandan silip geldiğin yere dönüyorsun Gökçe. Burada sana yer yok."

"Dönmeyeceğim! Bu işin peşini bırakmaya niyetim yok."

Kızın ciddi anlamda ciddi olduğunu fark eden adam "Gerçekten oyun zannediyorsun bunu." diye söylenerek kızın kolunu bıraktı.

Bu bakışları ve kararlılığı kendinden biliyordu. Karşısındaki kız gerçekten de Bukalemun'u aramak gibi bir delilik yapacaktı. Onu engellemezse pişman olacağını bilen Çınar geriye doğru çekilerek elini gömleğinin düğmelerine götürdü.

"Ne yapıyorsun?" diye soran Gökçe sesindeki korkuyu saklayamamıştı.

Delici mavileriyle ona bir bakış atan adam, gömleğinin düğmelerini açarak karnındaki yara izlerini açığa çıkardı.

"Bak! Al sana oyun. Bu narkoz bile vermeden böbreğimi benden çaldıkları günden. Diğeri de ölmemek için onların elinden kurtulmaya çalışırken oldu... Teknik olarak katil olduğum günden hatıra."

Katil sözünü duyan Gökçe, bir adım geriye giderken Çınar dudaklarındaki acı alayla ona baktı.

"İnsanı 9 yaşındayken katil yapabilme potansiyeline sahip bir caniyi arıyorsun Gökçe."

'9 yaş mı?' diye düşünen Gökçe sessiz kaldı.

Gömleğinin düğmelerini iliklemeye başlayan Çınar gözlerini yerdeki karolara diken kıza baktı.

Korkmuş olsa da, kararlılığından taviz vermemişti.

Bu yüzden de Çınar başka bir noktadan vurdu.

"Nişanlın bu yaptığını biliyor mu?"

Soru karşısında Gökçe hızla bakışlarını adama çevirmişti.

"Bilmiyor tabii ki. Nişanlısının Bukalemun'un peşine düşecek kadar aptal olduğunu tahmin etmemiştir. Aslında zeki birine benziyorsun."

"Onun için bir şey yapmak istiyorum." dedi Gökçe sesindeki hüzünls.

"Kendini öldürtmek mi? Çok güzel düşünmüşsün. Seni seven adama bundan daha güzel bir hediye veremezdin, tebrikler." dedi Çınar alayla.

"Ölmeye niyetim yok. Niyetim o adamı bulmak."

Bu cümle üzerine Çınar, bir kez daha alayla konuşmuştu.

"Ben yıllardır arıyorum. Bulursan bana da haber ver olur mu?"

"Sana gelmekle gerçekten çok büyük bir hata yapmışım. Yardım edersin zannetmiştim."

"İntihar etmek isteyenlere yardım etmiyorum ben." dedi Çınar ters bir şekilde.

"Hayır, yani gerçekten... Ne yaşadın bilmiyorum ama bu laf sokmaların fikrimi değiştirmeyecek."

"Benim de fikrim değişmeyecek. Benden her ne istiyorsan ben bu işte yokum." diyen Çınar arşivin kapısını açtı ve kızı kolundan tuttuğu gibi dışarı attı. Gökçe neye uğradığını anlamadan arşivin yüzüne çarpan kapısıyla öylece kalakalmıştı. Birkaç dakika kapalı kapıya bakan genç kız, adamın inadını kıramayacağını fark ederek gazete binasının çıkışına doğru yürümeye başladı.

Arşivin kapısına yaslanan Çınar ise uzaklaşan ayak seslerini duyduğunda yorgun bir şekilde duvar dibine çökmüştü. Uzun süredir yalnız yürüdüğü bu yolda bir müttefik fikri güzeldi ancak karşısındaki rakip düşünüldüğünde, Gökçe denilen kız ona müttefik olamazdı.

Eğer Bukalemun onun peşine düştüklerini öğrenirse yalnızca kız değil, kızın nişanlısı ve ailesi de tehlikeye girerdi. Çınar, sırf bu tehlike kendinden başkasında yaşanmasın diye gazeteci olduğu gün ailesini Fransa'daki halasının yanına yollamıştı.

Olur da Bukalemun onun hakkında araştırma yapan gazetecinin varlığını öğrenir de ailesine bir zarar vermeye kalkar diye.

"Bukalemun'un verdiği zarar yeter de artar. Daha fazlasına gerek yok." diye mırıldanan Çınar'ın eli karnındaki yaranın üzerindeydi.

Yeter de artardı....

🗞

Asansörün kapıları açıldığında içeri giren Çınar, arkasından koşturan kişiyi duyduğunda asansörü bekletti. Asansöre binen kişiyi gördüğündeyse bu hareketi için kendine sövmüştü.

"Yine mi sen?" derken sesinde büyük bir memnuniyetsizlik vardı.

Bu kız, bir aydır haftada bir kez mutlaka burnunun dibinde bitiyordu.

"Benimle anlaşmayı kabul edene kadar böyle Çınar."

"Öyle bir şey olmayacak Gökçe." diyen adam açılan asansör kapısıyla birlikte katta yürümeye başlamıştı. Gökçe de peşinden...

Artık bu durum iyice canına tak etmiş olan Çınar durduktan sonra ters bir şekilde kıza baktı.

"İşin yok mu senin?"

"Var ama sayende, yakında yok olacak. Bu kadar iyi bir gazeteci olmasam çoktan kovulmuştum."

"Evlilik arifesinde kovulman pek de iyi fikir değil bence. Gerçi maddiyat sıkıntın yok sanırım. Ne de olsa her hafta buraya gelmek için paranı çar çur ediyorsun." diye söylenen Çınar yürümeye devam etti.

"Valla kovulursam da işsiz kalacağımı zannetmiyorum. Olmadı buraya taşınırız Özgür ile, ben de bu gazetede işe başlarım."

Duyduğu cümleyle Çınar tekrardan duraksamıştı.

"İlla diyorsun ki 'Git nişanlıma her şeyi anlat.' Yapamam zannetme, yaparım Gökçe."

"Anlat ya da anlatma. Özgür'e rağmen bu davaya bakacağım ben. En azından elimden geleni yaptığımı bilerek, huzurla hayatıma devam ederim." dedi genç kız kararlı bir sesle.

"İşte sorun da burada. Bu işe girersen hayatına devam etmen imkansız."

"O adamdan bu kadar çok mu korkuyorsun Çınar?"

Etrafına göz atan adam yalnız olduklarından emin olarak delici mavileriyle kıza baktı

"Burada korkmaman anormal olan. Aptallık etme Gökçe. Yaşananları sadece gazete küpüründen gördüğün için mi bu denli cesursun? Bir mahalle, küçük büyük dinlemeden katledildi. O gün ve sonraki günlerde tüm şehri geçtim, tüm ülke yasa boğuldu. Sen neyin kafasındasın acaba?"

Adamın söyledikleri bir kulağından girip diğerinden çıkarken Gökçe gözlerini ona dikti.

"Madem bu kadar çok korkuyorsan sen ne diye araştırma yapıyorsun?"

"Korkmuyorum." dedi Çınar ciddiyetle.

"Hadi yaa. Buradan bakınca öyle gözükmüyor." dedi Gökçe alayla.

"Korkmuyorum. Hayatımı borçlu olduğum kişiye borcumu ödemeye çalışıyorum ve bu uğurda ölmekten de korkmuyorum. Zaten yıllar önce ölmem gerekiyordu benim. Anlayacağın birisi o topun altına girecekse bu ben olacağım. Git nişanlınla mutlu mesut yaşa. Benim kaybedecek bir şeyim yok ama senin var."

"Hayatını borçlu olduğun kişi... Özgür de böyle söylemişti. 'Ona tüm hayatımı borçluyum. O benim için her şeyi yaptı ama ben onun için hiçbir şey yapamadım. Vatanı uğruna şehit oldu ancak bundan kimsenin haberi yok.' demişti."

"Vatanı uğruna şehit oldu ancak bundan kimsenin haberi yok." diye tekrarladı Çınar acı dolu bir sesle.

Bu sırada asansörün kapısı açılmış, içinden çıkan personel onlara bir bakış atarak yanlarından geçip gitmişti. Onun uzaklaşmasını bekleyen Gökçe neredeyse duyulmayacak bir şekilde mırıldandı.

"Yiğit Kılıç değil mi? Hayatını borçlu olduğun kişi o. Senin hayatına da Özgür'ünküne dokunduğu gibi dokundu. Değil mi?"

İsmi duyan Çınar dağıldığını hissetmişti. Aklına onu kurtarmak için çırpınan o adam gelmişti. Gerçi hiç gitmiş miydi ki gelsin...

Karşısındaki kızın pes etmeyeceğini anlayan Çınar, kolundan tuttuğu Gökçe'yi ilerideki boş kayıt odasına götürerek kapıyı arkalarından kapattı.

Burada rahat konuşabileceklerinin bilincinde olan Gökçe buruk bir şekilde sansürsüz konuştu.

"İkimiz de o cesur adam için bu davayı araştırmak istiyoruz. Yaptığı iyiliğin borcunu ödemek için. O adamın hak ettiği şerefe artık kavuşması gerekmiyor mu Çınar? Öğrendim! 2 yıl önce mahalleye Yiğit Kılıç'ın ismini vermek için çabalayan kişi senmişsin. Bukalemun'u benden daha fazla bulmak istiyorsundur. O mahallenin sakinlerini artık huzurlarına kavuşturalım. Olmaz mı?"

Gözünden bir damla yaş süzülen Çınar, bakışlarını kayıt odasının duvarlarında gezdirirken sessiz kaldı.

"Yiğit Kılıç'a olan borcunu ödemene yardım edeyim." dedi Gökçe bir kez daha çabalayarak.

Genç kızın çabası bu sefer karşılıksız kalmamış ve adam kısık bir sesle mırıldanmıştı.

"Öleceğimi düşündüğüm bir anda çıktı karşıma."

Yiğit Kılıç'ın varlığından birine bahsedebilecek olmak kalp atışlarını hızlandırmıştı Çınar'ın. Kızın, Yiğit Kılıç hakkında ne kadarını bildiğini bilmese de bahsedilen mahalle ismi olayından onun asker olduğunu bildiğini varsayarak devam etti.

"Tek beni değil, benimle birlikte olan herkesi kurtardı. Ama o gün o depodakilerden onun kim olduğunu bilen tek kişi benim. Hastaneye giderken bütün yol boyunca beni sakinleştirmeye çalışmıştı. Uyuyamayayım diye bir sürü hikaye anlattı. 'Sakın ölme Küçük Bey. Seni ailene mutlaka kavuşturacağım. Oğlumla aranızda birkaç yaş varken kollarımın arasında ölemezsin. Buna izin vermiyorum.' dedi çaresiz bir şekilde. Beni kurtaran adamın istediğini yaptım ve ölmedim. Sonrasında birkaç kez kimseye görünmeden hastaneye girmişliği var. Böyle bir ziyaret sırasında merakla adını sordum. Önce söylemek istemedi ancak sonrasında bana karşı dürüst oldu ve adını bahşetti. İyileştikten sonra, bedenen iyileştikten sonra, bir gün onu markette gördüm. Benim gibi o da ailesiyle birlikteydi. Tanımıyormuş gibi geçtim yanından. Onu görmek 1 ay önce yaşananları hatırlattığı için değil, o küçük yaşıma rağmen onu tanımamam gerektiğini hissettiğim içindi. Bir ara göz göze geldik bana göz kırptı. Yeşil gözlerinde şefkat ve takdir vardı. Hayatımı kurtaran adama gizlice tebessüm ettim ben de... Annem, karısını tanıyormuş. Dilek Öğretmen diyerek yanına yaklaştı. Ayaküstü konuştular öyle. Eve dönüşte annemin babama yaşadıkları mahalleyi tarif ettiğini duydum. Yine de, o olayın olduğu güne kadar, hiç gitmedim o eve. Açıklayamacağım bir durumdu ayrıca yaralarım hâlâ tazeydi ve ailemle sanki hiç kaçırılmamış, hiç böbreğimin teki alınmamış ve asla onlara nedenini anlatmayacağım diğer yara izim olmamış gibi davranırken Yiğit Kılıç ile herhangi bir diyaloğa girmek o günleri hatırlatırdı. Sonra bir gün..." duraksayan Çınar titrek bir nefes aldı.

"Bir sabah anneme bir telefon geldi ve annem hızla televizyonu açtı. Haberlerin hepsinde aynı vahşet vardı. 'Dilek öğretmenlerin olduğu mahalle.' dedi annem babama korkuyla. Gerisini duymadım bile. Evden fırladığım gibi mahalleye gittim. Polis şeritleri vardı her yerde. Bir sürü ambulans, bir sürü ceset torbası. Ve tüm bu kargaşanın içinde bembeyaz bir yüzle etrafa boş bakışlar atan markette gördüğüm o güler yüzlü çocuk. Artık gülmüyordu o çocuk. Bir daha gülebildi mi bilmiyorum. Umarım gülebilmiştir."

Gözünden düşen yaşları hisseden Çınar silmek için uğraşmadı. Karşısındaki kız ondan daha berbat bir haldeydi. Arkasındaki masaya yaslanan adam kısa süre sonra daha güçlü bir sesle devam etti.

"Bukalemun'un yaptığını biliyordum. Belki de oradaki polislerden bile önce biliyordum. O adamın Bukalemun'un peşinde olduğunu biliyordum ben çünkü. Beni/bizi bu sayede kurtarabilmişti. Bizi kurtarmıştı ancak kendini kurtaramadı." diyen Çınar titreyen bir sesle ekleme yaptı.

"Oğlunu kurtarmış gerçi... Hiç tanımadığı bir çocuğa 'Oğlum gibisin, kucağımda ölemezsin.' diyen adam, oğlu ölmesin diye çok çabalamıştır değil mi?"

Dudaklarının arasından bir hıçkırık kaçan Gökçe başını aşağı yukarı salladı. Özgür'ün Burak'tan bahsederken sesinde beliren acı dolu sevgi gelmişti aklına.

Umarım mutlusundur Burak Kılıç. Umarım...

İkisinin de içinden aynı dua geçerken Çınar öfkeli bir şekilde konuştu.

"O it adının hakkını verdi ve bir Bukalemun gibi yok oldu. Birileri mi korudu, birilerinden haber mi aldı bilmiyorum ancak içeride adamı olduğu kesin. Yoksa bu vahşet yaşanmazdı. O olaydan sonra kurtulan çocuğu aldılar, sakladılar. Sonuç olarak yıllar geçti ve değişen hiçbir şey yok. O p*ç elini kolunu sallayarak geziyor ve ben de yürüdüğüm karda izimi bile belli etmemeye çalışarak onu arıyorum. Ama haliyle bulamadım."

"Beraber arayalım." diye mırıldandı Gökçe çatlak bir sesle.

"Hayır dedim Gökçe. Anlattıklarımı algılayamıyor musun? O adam normal değil. Bu kadar yıl kimsenin onu bulamaması normal bir durum değil. Her yerde adamı olabilir."

"Gizlice araştıracağız Çınar."

"Olmaz. Ayrıca benimki de aptalca bir umut zaten. Polisler, yetkililer bir şey bulamamışken ben nasıl bulacağım ki?"

"Bizde, onlarda olmayan bir şey var." dedi Gökçe sesindeki inançla.

"Neymiş o?" diye sordu Çınar alayla.

"Sen." dedi Gökçe ciddiyetle.

"Ben mi?" derken sesi şaşkın çıkmıştı.

"Evet sen! Sen Bukalemun'un kurbanlarından birisi değil misin? Onun hakkında hatırladığın bir şey yok mu?"

"Asla karşımıza çıkmadı. Hiç görmedim onu." dedi Çınar başını olumsuzca sallarken.

"Etrafındakileri bulalım o zaman. Olmaz mı?"

Adam, cümleye kaşlarını kaldırarak yanıt vermişti.

"Olayın 17 yıl önce olduğunu hatırlatmama gerek var mı?"

"O zamanlar yanında olan biri yok muydu?" diye ısrar etti Gökçe.

"Vardı, Cavit. 16 yıldır hapiste. Tek kelime etmedi çünkü gerçekten de o itin nerede olduğunda bihaber."

Bir süre duraksayan genç kız arkasındaki duvara yaslandı.

"Peki onun yanındakiler?"

"Dıdısının dıdısını nasıl bulacağız Gökçe?" dedi Çınar yorgun bir sesle.

"Biz hitabını sevdim bak. Şöyle ki..."

Çınar, kızın hevesle başladığı cümlesini kesti.

"Biz diye bir şey yok. Çok ciddiyim her neredelerse nişanlını ve aileni bulurum, ne yapmaya kalkıştığını anlatırım."

"Neyse şimdilik 'Sen'den de devam edebiliriz. Zaten kilit sensin. Hatırladığın birisi yok mu?'"

"Hapise giren Cavit bizimle birebir iletişimdeydi. En net hatırladığım o. Yüzü bilindiğinden şu an içeride ya zaten." diyen Çınar, Yiğit Kılıç'ın hastaneye geldiği günlerden birinde eşgal istediğini hatırladı. Adamın hapise girmesindeki en büyük etkenin kendisi olduğunu tahmin ediyordu Çınar.

"Başka kimseyi hatırlamıyor musun?" diye sordu Gökçe çaresiz bir şekilde.

Çınar, aklına gelen görüntüyü silmeye çalıştı.

Kaçmaya çalışırken kendisini yakalayarak karnına bıçak saplayan o adam ve adamın cebindeki silahı korkuyla alarak silahın patlamasına neden olan kendisi..

Silah patladığında yere düşen koca beden, hızla açılan kapıdan içeriye giren kurtarıcısı...

Küçük çocuk korkmuş gözlerle yerdeki adamın karnından akan kanlara bakarken gelen kişi silahı elinden almıştı. Adamın kendisini vuracağını düşünen Çınar, gözlerini sıkıca kapatırken odada iki el silah sesi yankılanmıştı.

'Bak bana.' diyen yumuşak sesi duyduğunda gözlerini korkuyla açmış ve kızarık yeşillerle karşılaşmıştı.

'Sen değildin bendim. Onu ben öldürdüm. Şimdi de sizi bu lanet yerden kurtaracağım ve seni hastaneye yetiştireceğim. Anlaştık mı?'

Tanımadığı adamın sesindeki güvenle yerdeki ölü adama bakan Çınar sessizce fısıldamıştı.

'Bizi kurtarmaya mı geldin? Gerçekten mi?'

'Gerçekten. Bu kadar geç geldiğim için özür dilerim ufaklık.' diyen yeşil gözlü adam şefkatle çocuğun saçını okşadı. Bu hareket Çınar'ın adama sımsıkı sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamasına neden olmuştu.

"Çınar?" diye seslendi Gökçe. Onun sesiyle âna geri dönen Çınar gözlerindeki buğuyla kıza baktı.

Hatırladığım tek kişi de öldü. Kısmen ben öldürdüm...

"Yok hatırlamıyorum. Aslında çok kişi vardı ama hiçbirinin yüzü net değil."

"Dövme, yara izi ya da başka bir şey?"

"Hatırlamıyorum dedim ya Gökçe. Travma ânıydı, beynim herkesi her şeyi sildi. Silmeseydi zaten yaşamaya devam edemezdim."

"Hatırlamak için herhangi bir yardım almadın sanırım." diye mırıldanan Gökçe ileri gittiğini hissediyordu.

"Hatırlamak için değil de unutmam için aldırmaya çalıştılar." diye fısıldadı Çınar hüsran dolu bir şekilde.

"Anladım." dedi kız kısık bir sesle.

İkili bir süre düşüncelerinde kaybolmuşken kayıt odasının kapısı açıldı.

"Ah kusura bakmayın Çınar Bey, dolu olduğunu bilmiyordum." diyen temizlik görevlisi meraklı bir şekilde bir Gökçe'ye bir de Çınar'a bakıyordu.

"Çıkıyoruz biz Saime abla geç sen i. Misafirim de gidiyordu zaten." diyen Çınar ile ikili odadan dışarı çıktılar. Asansöre doğru yürürken ikisi de sessizdi. Asansörün düğmesine basan Gökçe gelen asansöre bindiğinde Çınar'ın da girmesiyle şaşırdığını hissetti. Asansör aşağı inerken Çınar düşünceli bir şekilde mırıldanmıştı.

"Diyelim ki birini hatırladım. Ne olacak o zaman?"

"Bilmiyorum. Elimizde hiçbir bilgi yok. Belki onun yanındakilerden birisini bulursak Bukalemun hakkında bir şeyler öğreniriz. Aklıma başka bir seçenek gelmiyor şu an. 17 yıllık bir davayı araştırmak kolay değil biliyorsun. Bir de onlarca kişi bu olayı araştırmasına rağmen hiçbir şey bulamadı. Büyük ihtimalle en çetrefilli, en karmaşık, en uzun belki de en imkansız yolu öneriyorum ancak diğer her yolu denemişlerdir. Biz de bu yolu deneyelim."

Asansörün kapıları açıldığında çıkışa doğru yavaşça yürümeye başladılar.

"Gerçi bana söylemesi kolay. Kabusu yaşayacak olan sensin. Ve tüm bunların sonunda elimizde yalnızca bir hiç olabilir." diye mırıldandı Gökçe endişeyle yanındaki adama bakarken.

Çıkış kapısının önüne geldiklerinde duraksayan gazeteci kız, gergin duran adama baktı.

"Ben gelecek hafta cumartesi yeniden geleceğim. O zamana kadar karar vermiş olursan konuşuruz."

Gökçe, misafir kartını bırakıp gazete binasından çıkarken Çınar, düşünceli gözlerini yerdeki karolara dikmişti. 2 yıldır elinde bir hiçle kimsenin bulamadığı Bukalemun'u arıyordu. Ve bu süreçte aklına bir kez bile olsun hipnoz vb. yardım ile adamı anılarında aramak aklına gelmemişti. Gökçe düşündüğünden de zekiydi. Onun gibi bir müttefikle güçlerini birleştirirse o ite gerçekten de yaklaşabilirlerdi.

Belki de belli mi olur, onu bulurlardı bile.

'O berbat günleri bilinçli olarak hatırlamak istediğine emin misin Çınar?' diye düşünen adamın aklına şefkat dolu yeşiller geldi.

'Sen değildin bendim. Onu ben öldürdüm.' diye teselli edişi, onu yaşatmak için çırpınışı, eşgal verdiğinde takdir eden gülüşü, markette gördüğünde gülen gözleriyle göz kırpışı...

"Onun için değer." diye fısıldayan Çınar hızla gazete binasından çıktı. Taksiye binmek üzere olan gazeteciyi gördüğünde telaşla seslendi.

"GÖKÇE!"

Adını duyan genç kız ne olduğunu anlamak için taksiden inerken kendisine doğru koşan Çınar'ı gördü. Yanına gelen adam nefes nefese konuşmuştu.

"Yapalım. Kabul! Sonu bir hiç olacaksa bile denemek istiyorum. Bunu kaldırabilirim. O insanlar artık mezarlarında rahat uyusunlar."

Çınar'ın kararlı gözlerine bakan Gökçe tebessüm etti.

"Yapalım Çınar. Yapalım."

🗞

Elindeki resme bakan Çınar, takdir dolu bir ıslık çaldı.

"İçinde bir ressam varmış Gökçe Hanım."

Cümleyle tebessüm eden kızın bakışları ister istemez parmağındaki yüzüğüne kaymıştı. Özgür için çizdiği tasarımlarla başlayan ilişkisi gelmişti aklına.

Gökçe'nin yüzüğe bakışlarını gören Çınar iç geçirdi.

"Ona ne zaman söylemeyi düşünüyorsun?"

"Bazı şeyler yoluna girince." diye yanıt veren Gökçe konuyu değiştirmek isteyerek kurukafa resmi bulunan ikinci kağıdı eline aldı. Çınar'ın anlattığına göre adamın bileğinin içinde bir kurukafa dövmesi vardı.

"Bu seferkinde dövme var. Bu çok işimize yarayacak. Yine isim hatırlamıyorsun değil mi?"

"Maalesef. Genelde isim kullanmıyorlardı. Emir, Enis, Enes... Belki de hiçbiri. Ama bu adam diğerlerinden farklı. Bu seferki hipnoterapi daha sarsıcıydı. Bu adamla alakalı her şeyi neredeyse hatırladım. Şu bahsettiğim Cavit'in adamıydı bu. 20'lerinin başlarında oldukça genç biriydi ancak Cavit'in en güvendiği adamlardandı. O adam kötüydü Gökçe. Cavit hariç diğer adamlardan ciddi anlamda korkmazdım. Diğerleri itlerdi mitlerdi ama bir yerlerde insanlıkları vardı. Suyumuzu yemeğimizi verirler, bazen de bize acıyan bir bakış atar çıkarlardı. Ancak bu kurukafalı adamdan ve... "

Aklına, kaçmaya çalışırken onu durdurmak için bıçaklayan adam ve silahın patladığı an gelirken dişlerini sıktı.

"... Biri daha vardı. Onlardan en az Cavit kadar korkardım. İkisi de merhametsizin önde gideniydi. Gözlerinde saf kötülük vardı. O zamanki itler arasından Bukalemun hakkında bir bilgisi olan varsa ancak bu kurukafalı adam olabilir."

"İkisi diyordun. Diğeri de işimize yaraya..."

"Öldü." dedi Çınar hissiz bir şekilde.

Adama bir bakış atan Gökçe bahsedilen kişinin Çınar'ın yarasını yapan kişi olduğunu anlamıştı.

'Teknik olarak katil olduğum günden hatıra...' demişti adam ilk tanıştıkları gün.

"Bir şey sora..."

"Hayır." dedi Çınar kesin bir sesle. Tüm bedeni gergin olan adamın ruh hali oldukça soğuktu.

"Öyle bir şey değil...Yardım alıyor musun? Yani,hipnoterapilerin üzerindeki etkileri iyi olmayacaktır."

"Bu yeni mi aklına geldi?" diye tersleyen Çınar cümleyi kurduğu anda pişman olmuştu.

Bunu yapmak için kimse onu zorlamamıştı ki.

Adamın nasıl bir ruh hali içinde olduğunun farkında olan Gökçe bu tepkiye alınmamıştı.

İç geçiren Çınar başını aşağı yukarı salladı.

"Bana kalsa almazdım ancak ilk hipnoterapide o kadar kötü oldum ki doktor yarıda bırakmak zorunda kaldı."

"Bunu bana söylememiştin." diye mırıldandı Gökçe kendini suçlu hissederken.

"Sen nasıl ki silah zoruyla burada değilsen ben de öyle değilim Gökçe. Bunun yaşanacağını tahmin etmiştim. Tahmin etmediğim şey Psikiyatr'ın 'Tedavi almayı kabul etmezsen hipnoterapi uygulamayacağım. Sakarya'da ben dahil hipnoterapi yapan sadece 3 kişi var. Diğerlerine gitmeye kalkarsan senin benim hastam olduğunu söyleyerek bunu engelleyeceğim. Yani ya merdiven altı bir hipnozcu bulursun ya şehir dışına taşınırsın ya da benden yardım almayı kabul edersin. Yalnız şunu söylemem lazım. Hangi uzmana gidersen git ilkinde olmasa bile mutlaka ikinci terapide benim sunduğum şartı sunacak. Sen bu haldeyken kimse sana hipnoz yapmaz. Yardım alman lazım.' demesi oldu. Haklı olduğunun farkındaydım. Hipnoz öncesi ve sonrasında konuşuyoruz işte."

"Birkaç kez ilaç alırken görmüştüm. Onlar.." diyen Gökçe sesi kısılırken susmuştu.

Onun bu halini gören Çınar memnuniyetsiz bir şekilde konuştu.

"Aramızdaki ilişkinin o kadar da yakın olmadığını fark ettin sanırım?"

"Özür dilerim. Sadece tüm bunlara ben sebep oldum..." dedi genç kız pişman bir şekilde.

"Senin bir suçun yok, ayrıca pek de kötü olduğu söylenemez. Artık geceleri daha rahat uyuyorum. Ailemin bu durumdan haberi yok ama eskisine nazaran daha iyi göründüğümü söylediler. Böyle bir şey olmasaydı o günlerin yanından bile geçmezdim ben. Şu an tek istediğim bunca çabanın bir sonucunu almak."

Gökçe başını aşağı yukarı salladı.

"Benim de istediğim bu. Gerçekten çok büyük bir fedakarlık yapıyorsun Çınar. Bunun boşa gitmesini kesinlikle istemiyorum, gitmeyecek gibi de hissediyorum. Bak artık bir hedefimiz var. İşimize yarayacak ne hatırlıyorsun?"

"Bildiğim tek şey 16 yaşlarındayken bir kavgada birini bıçakladığı. Tüm deliller onu gösteriyormuş hatta birkaç gün ıslahevinde kalmış ancak sonra yalancı şahitlikle çıkmış. Çıktıktan sonra da ayrı bir özgüven tabii. Yapsam da yakalanmayacağım durumu. Bu sıralarda da Cavit'le tanışıp onun koruması altına girmiş. Diğerleri onu çekiştirirken duymuştum bunları. Başka bir şey bilmiyorum maalesef."

"Hmm. Bu muhabbet olduğunda 20'lerinin başlarındaysa o zaman 2000 civarı ya da daha öncesinde ıslahevine girmiştir. Bir kere girdiyse ıslahevinde mutlaka kaydı vardır. 2000 öncesinde kaç tane çocuk ıslah evi vardır acaba?"

"Hepsine tek tek bakacak mısın?" diye sordu Çınar şok dolu bakışlarla.

"Gerekirse evet. Sen kendi üzerine düşeni yapıyorsun, ben de kendi üzerime düşeni yapacağım." dedi Gökçe kararlı bakışlarla.

"O zamanlar elektronik sistem olmadığını biliyorsun değil mi?"

"Ben neden gazeteci oldum biliyor musun Çınar? Çünkü araştırmak benim göbek adım. Eski dosyaları, kitapları karıştırmak ve aradığımı bulduğumdaki o zafer hissi. Bunu o kadar çok seviyorum ki çoğu zaman en imkansız gibi görünen zor ve eski davaları alıyorum. Biraz uzun sürer ama sabırlıyımdır. Eninde sonunda bulacağım bu adamı." dedi Gökçe işaret parmağını önündeki kağıda vururken.

Gökçe, kendine verdiği sözü tutmuş ve uykusuz geçen onlarca geceden sonra Çınar'ın bahsettiği adamı bulmuştu.

Enis Çarkuş'u!

Enis'in yeni işlerini öğrenen Gökçe, çalıştığı birkaç muhabirini adamın peşine takmış ve onun Tornado'yla çalıştığını öğrenmişti. Tornado'nun Bukalemun ile alakası olup olmadığını bilmeyen Gökçe, Çınar'a bu yeni bilgilerinden bahsetmemiş; adamın aradığı her seferde ona 'Hâlâ araştırıyorum. Az kaldı.' diye yanıt vermişti. Çünkü biliyordu Gökçe. Çınar'a Tornado'nun varlığından bahsettiği anda, adamın Bukalemun ile bağlantısına bakmaksızın bu işten uzaklaştırırdı Gökçe'yi. Ne de olsa Tornado, Türkiye üzerindeki en tehlikeli adamlardan biriydi ve kimliğini öğreneni öldürmesiyle meşhurdu. Gökçe'nin, Tornado'yu bulmak istemesinin nedeni biraz da buydu. Çünkü zamanında Bukalemun da aynısını yapıyordu.

Ne demişler? Can çıkar, huy çıkmazdı...

Tabii ki de neden bile sayılmayan bu küçücük çıkarımla Tornado'nun Bukalemun olduğunu iddia edemezdi genç kız.

Bu yüzden de çok tehlikeli işlere kalkıştı Gökçe.

Enis'in güvendiği bir adamının telefonuna gizlice GPS yerleştirerek muhbirine adamı takip ettiren Gökçe, Çınar'ın haber için Afganistan'a gitmesiyle birlikte icraatlerini arttırdı.

Gitmeden önce Çınar, sıkı sıkıya kızı tembihleyerek onu tüm gelişmelerden haberdar etmesini ve saçma bir şey yapmaması için uyarmıştı. Adam bununla da sınırlı kalmamış ve bir şeylerden şüphelenirse nişanlısı Özgür'e her şeyi anlatacağını söylemişti ancak Gökçe eline bu kadar bilgi geçmişken geri dönemezdi.

Sonunu düşünmeden o gün Enis ile Tornado'nun buluştuğu o fabrikaya gitmiş olmasının nedeni de işte tüm bunlardı.

🗞

"Bırak kolumu!" diye tısladı Gökçe.

Onu görünce miyavlayan bir kedi yüzünden yakalandığında inanamıyordu.

"Sus! Yürü!" diyen adam kızı kolundan tutarak çekiştirirken adamın karnına dirseğini geçiren Gökçe ondan kurtularak koşmaya başladı. Son hızla koşan kız sağa dönerken çantasını açmış ve not defterini karanlık kuytu bir köşeye fırlattıktan sonra polisi aramak için telefonunu çıkartmıştı. 155 yazmıştı ki arama tuşuna basamadan önündeki kapıdan bir adam çıktı. Silahını ona doğrulturken sert bir sesle emir verdi.

"Bırak telefonunu."

'Bırakırsam öldürürsünüz.' diye düşünen genç kız arama tuşuna basmak üzereydi ki arkasından gelen adam telefonunu aldı. Ensesine dayanan silah ile titrek bir nefes alan Gökçe pişmanlıkla gözlerini kapattı.

'Özür dilerim Özgür'üm. Böyle olmasını istememiştim.'

İki adam, Gökçe'yi kollarından tutarak patronlarının yanına götürdüler. Enis, küçümseyici gözlerle kıza bakarken Gökçe Galerici Vural Caydan olarak tanınan Tornado'ya bakıyordu.

"Daha önce ölüme bu kadar susayan birini görmemiştim." diyerek alayla gülen Tornado silahını çıkarttı ve Gökçe'ye doğrulttu.

"Burayı nasıl buldun?"

Telefonuna takip cihazı yerleştirmek için kandırdığı Enis'in adamı onu tanımıştı. Gökçe ona döndüğünde adam korkmuş bakışlarını Tornado'ya çevirdi.

"Be-Ben bilmiyord..."

BOM!

Adam yere düşerken Gökçe tepki bile veremeyerek şok dolu bakışlarla karşısındaki caniye bakıyordu.

Ölecekti. Kesinlikle ölecekti.

'Zaten yolun sonundayım en azından doğru izin peşine mi düşmüşüm onu öğreneyim. son nefesimi bunun huzuruyla vereyim. Olur da bir gün defterim bulunursa, Bukalemun'u mu yakalamış olacaklar? Ölümüm, Bukalemun'u yakalatmış olacak mı?' diye düşünen Gökçe tüm bedeni korkudan titrese de karşısındaki adama baktı.

"Bu- Bukalemun sen misin?"

Soru karşısında odadaki tüm başlar Tornado'ya dönmüştü. Adamın gözlerindeki dumura uğramışlığı gören Gökçe doğru iz peşinde koştuğunu anladı.

Karşısındaki adam Bukalemun'du.

'En azından bir hiç uğruna ölmeyeceğim.'

Genç kız aylardır istediğini gerçekleştirmiş, Bukalemun'u bulmuştu.

"Bukalemun mu? Şu Sakarya olayı mı?" diye sordu Gökçe'yi tutan adamlardan birisi. Adamın cümlesi yeni bitmişti ki fabrikada bir silah sesi yankılandı.

Gökçe, yanındaki adam kanlar içinde yere düşerken bir çığlık atmıştı.

"Sana adamlarını iyi seçmeni söylemiştim Enis!" diyen Tornado buz gibi bir sesle bunu söyledikten sonra fabrikada Enis'in adamı olarak bulunan 4 kişiyi daha acımadan öldürdü.

Titreyen elleriyle kulaklarını kapatan Gökçe'nin gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordı.

Saniyeler sonra ben de öleceğim.

Silahını Enis'e çeviren Tornado ruhsuz bakışlarla ona baktı.

"Öldüreyim mi seni de?"

Korkusunu saklamaya çalışan Enis ellerini havaya kaldırarak yutkundu.

"Tüm müşterilerini tanıyan benim. Benden başkasıyla irtibata geçmezler. Bir şans daha ver Tornado. Senin verdiğin adamlarla çalışacağım ve asla isteğin dışına çıkmayacağım. Söz veriyorum."

"Eğer bunun aksi olursa seni öldürmem, süründürürüm Enis." diyen adam silahı Gökçe'ye doğrulttu.

"Etrafta başkası var mı Topal?"

"Yok Patron. Kız tekti. Telefonu da burada." diyen adam telefonu Tornado'ya uzattı.

Son aramanın 3 saat önce yapıldığını gören Tornado kıza baktı.

"Burada olduğunu kimse biliyor mu?"

Sesinin çıkamayacağını düşünen Gökçe başını iki yana sallamıştı.

"Beni nasıl buldun?"

"O-onun sayesinde." dedi Gökçe eli ile yerdeki adamı işaret ederek.

"Bukalemun olayını o mu söyledi?" diyen Tornado'nun sesinde öfke vardı.

'Bu soru ve sesindeki öfke o adamın, senin Bukalemun olduğunu bildiği anlamına mı geliyor?' diye düşünen Gökçe, Çınar'ı tehlikeye atmak istemeyerek başını aşağı yukarı salladı.

Zaten kendisi için yolun sonuydu.

"E-e-evet."

"Güvenilir demiştin Enis!" diye tıslayan Tornado Enis'e ters bir bakış attı.

"Seninle konuşacağız sonra. Önce..." diyen Tornado silahın tetiğini çekerek kıza yöneltti.

Öleceğini anlayan Gökçe havada olan elindeki alyansına baktı ve son bir umut konuştu.

"Be-beni öldürürseniz sizi bulurlar. Gazeteciyim ben. Ölümümü yerde bırakmazlar. O adamlar gibi yok olup gitmem ben. Bir şekilde ulaşırlar size. İzleme... İzleme cihazını aldığım muhbirim devreye girer ve sizi bir şekilde bulurlar."

Zeki bir adam olan Tornado, kızın haklılık payının farkındalığıyla başını salladı.

"İyi o zaman. Ben de öldürmem." diyen Tornado adamlarına işaret etti.

"İleride bir uçurum var. Arabasını bulun, birkaç madde kullanırın ve uçurumdan uçmasını sağlayın. Öldürüldüğüne dair tek bir kanıt olmayacak. Kafası güzelken kendini attı gibi gözükecek. Enis, amire haber ver davayı o alsın ve intihar olarak kapatsın. Şurayı da temizleyin." diyen Tornado hiçbirine bakmadan öfkeyle dışarı çıktı.

Bukalemun ismi, yıllar önce onu oyuna getiren yeşil gözlü askeri hatırlatmıştı ve bu durum adamın delicesine öfkelenmesine neden olmuştu.

Ve Tornado böylelikle yıllar sonra bir kez daha hata yaptı.

Gökçe'nin herhangi bir madde ya da alkol kullanıp kullanmadığını bilmeden ayak üstü intihar süsü verdirten adam, ne kızın nişanlısındaki potansiyel tehlikeden ne de Gökçe'nin fabrikanın bir köşesine fırlattığı defterden haberdardı.

Geçmişteki düşmanının varlığı Bukalemun'u öylesine delirmişti ki, paranoyaklığıyla bilinen adamın kendini yakalatması için altyapıyı hazırlamış ve Gökçe'nin ölmemesine neden olan olaylar zincirini başlatmıştı.

Yani Gökçe'yi kurtaran kişi teknik olarak Yiğit Kılıç'ın ta kendisi olmuştu.

Alfa'nın varlığı, hayatta olmasa dahi düşmanlarının hata yapmasına neden olacak kadar güçlüydü.

Şimdiki Zaman


"Gökçe gerçekten de çok çabalamış." diye mırıldandı Hilal karanlıkta yanında yatan adama bakarak.


Gökçe ve Özgür uzun süren keyifli muhabbetin ardından yeniden görüşmek için anlaşarak gitmişlerdi.


"Öyle. İlk uyandığında yanına ziyarete gittim biliyorsun. Teşekkür ettiğimde asıl teşekkürün kendisine ait olduğunu söylemişti. Nişanlısının hayatındaki yerimiz için çok minnettar olduğunu söylemişti. Gökçe'yle ciddi anlamda birbirinize benziyorsunuz. Şöyle bir bakıyorum da... Ecem de sizin gibi. Ona da söylemiştim bunu. Bizim gibi yaralı adamları iyileştirebilmek için sizin gibi cesur, ne istediğini bilen ve kaçmayan kadınlar lazım."


"Ve çok seven." dedi Hilal sevgilisinin kollarının arasına biraz daha yerleşirken.


"Ve çok sevilen." diye karşılık verdi Burak yumuşak bir gülümsemeyle.


Uyumak için gözlerini kapatan genç kız aklındaki soruyla bir süre sonra adama seslenmişti.


"Burak?" 


"Hilal?" 


Adamın verdiği karşılık istemsizce tebessüm ettirirken Hilal aklındaki soruyu sordu.


"Annem ve babam arasında ne yaşanmış olabilir? Sabah... Farklıydılar."


"Bir tahminim var." diye mırıldanan Burak sevgilisine doğru döndü ve camdan gelen loş ışıkla aydınlanmış elalara baktı.


"Nedir?" diye soran kızın da bir tahmini vardı.


"Babam yorgun gözükmüyordu. Melek abla da aynı şekilde..."


"Dinlenmişler gibiydi. Sanki uyumuşlar gibi." diye devam ettirdi Hilal bu cümleyi.


"Babam olaylar bu kadar tazeyken asla dinlenebilecek kadar uzun süreli uyuyamaz. Tabii bu uyku onunla olursa başka." diye mırıldandı adam tahmininin doğru olduğundan emin bir şekilde.


"Bu mümkün olabilir mi peki? Gerçekten de yıllar sonra beraber uyuyup sabahında hiçbir şey olmamış gibi davranabilirler mi?"


"Bizde de bu denli şiddetli olmasa da bir benzeri yaşanmadı mı Kelebeğim? Yaşayıp yaşayıp yok sayıyorlar işte."


"Annem bunu yapmaz ama." dedi Hilal inanamayarak.


"Sevdiğine ihtiyacı olan, onu kaybetmek istemeyen herkes bunu yapar Hilal. Ama evet. Melek abla uzun süreli bunu devam ettiremez. Babam da..." diyen Burak cümlesini tamamlamadı.


"Babam gerçekten de anneme hiçbir şey anlatmayacak değil mi?" diye sordu Hilal sesi titreyerek.


Sevgilisinin gözlerinin dolduğunu gören Burak dikkatli bir şekilde ona sarıldı.


"Bir yolunu bulacağız Kelebeğim. Gözlerimizin önünde eriyip bitmelerine izin vermeyeceğim. Nasıl bilmiyorum ama bu işin bir olurunu bulacağım."


Gözünden bir damla yaş düşen Hilal başını aşağı yukarı salladı.


"Sana güveniyorum Alfa'm. Sen yapacağım dediysen yaparsın."


"Tabii ki. Alfa olmak bunu gerektirir." dedi Burak ukala bir muziplikle.


Onun ses tonunu duyan Hilal gülümsediğinde amacına ulaşan Burak da tebessüm etti.


Şu son günlerin yoğunluğu ciddi anlamda ikiliyi yormuştu. Hasta ziyaretine gelenlerle muhabbet etmek çok keyifli olsa da bedenlerini dinlemeye fırsat bulduklarında zehrin etkisinin tam anlamıyla geçmediğini ve yorulduklarını fark ediyorlardı.


"Ha Burak unutmadan Çınar'ın sana çok selamı varmış. Geçmiş olsun için arayacakmış ancak hem sen yoğunsundur diye arayamamış hem de kendisi bir dava peşindeymiş ve oldukça geç saatlerde boş kalıyormuş. Geç vakitte de rahatsız etmek istememiş. Gökçe öyle dedi haberin olsun."


"Abim de biraz bahsetti. Dürdane'yle Gökçe'yi ziyarete gelmek istiyorlarmış ancak şu an gizli kattayız diye Özgür şimdilik bu isteklerini geri çevirmiş. Olmadı birkaç gün sonra dayıma sorup izin çıkartırım da gelir. Hem babamın kitabının basım işini de konuşacağız." diyerek gülümseyen adamın aklına Çınar ile tanıştığı gün gelmişti.


💫


Gazete binasının önünde duran adam bir süre binaya baktı. Yıllardır bu ânı bekliyordu. Bu haberi vermeyi...


Burak Kılıç, sonunda o günün geldiğinin huzuruyla titrek bir nefes aldı. Yeşil gözlerinin şimdiden kızarmış olması, bu görüşmeden tek parça halinde çıkamayacağının kanıtı niteliğindeydi. Bedenindeki titremeyi zorlukla kontrol altına alan adam, gazetenin müdürüyle görüşmeden dağılmaması gerektiğinin bilinciyle sert adımlarla içeri girdi.


Bulutlu bir günde güneş gözlüğü takan adama bakan güvenlik görevlisi şüpheli bir şekilde "Kimliğiniz?" diye sorarken önce adamın parmak boğumlarındaki kızarıklığı sonra da montunun altındaki kabarıklığı fark etmişti. Sağ elini belindeki silahına atan güvenlik, bakışları sertleşirken sol elini de ihtiyaten kulaklığına götürmüştü. Herhangi bir sorun çıkmasını istemeyen Burak, temkinli hareketlerle arka cebinden askeri kimliğini çıkarttı.


Gördüğü kimlikle duruşunu rahatlatan görevli "Bir sorun mu vardı Yüzbaşım?" diye sorarken askerin soy adının Kılıç olduğunu gördüğünde hüzünlendiğini hissetmişti. Şehrin en acılı gününü ve en acılı caddesini hatırlatmıştı bu isim.


Görevlinin düşüncelerinden bihaber olan Burak gergin bir şekilde "Bir görüşme için gelmiştim. Birine haber verme." diyerek dedektörün yanından geçti ve içeriye girdi. Misafir kartı bile almadan kısmen destursuz içeriye giren askerin arkasından bakan güvenlik görevlisi bir sorun olmamasını diledi.


Sakin olmaya çalışarak holde yürüyen Burak, attığı her adımla bu yüzleşme için erken olup olmadığını sorguluyordu.


Daha Bukalemun'u dün içeri tıkmışken şimdi de onunla görüşebilir miydi ki?


'Bukalemun'un yakalandığının müjdesini senin vermen gerekmiyor mu? Artık yaslı ailelerin huzura ermesinin vakti gelmedi mi?'


Bu düşüncelerle adımlarını güçlendiren adam kısa sürede Müdür'ün odasının yanına gelmişti. Onu gören sekreter profesyonel bir şekilde gülümsedi.


"Buyurun Beyefendi?"


"Müdürünüz ile görüşmek istiyorum."


"Randevunuz var mıydı?" diye soran sekreter Burak'ın başını iki yana sallamasıyla nazikçe konuştu.


"Üzgünüm Beyefendi. Randevunuz yoksa görüşemezsiniz. Size hemen en kısa zamana randevu ala..."


"Çok önemli bir mesele." diyen Burak, müdürün odasına doğru baktı.


"Yine de..."


"Benim geldiğimi söylerseniz alacaktır." dedi asker sabırsız bir şekilde.


"Şu an müdürümüz çok önemli bir toplantıda bu yüz..."


"Ne zamana çıkar?"


Sekreter, sürekli sözünü kesen bu adam karşısında sakin kalmaya çalışarak konuştu.


"Akşama kadar sürecektir Efendim."


"Bu kattaki odada sanırım?" diyerek arkasını dönen Burak ile sekreterin gözleri büyüdü.


Sert adımlarla toplantı salonuna yürüyen asker, sekreterin "Beyefendi bunu yapamazsınız... Zehra abla güvenliği çağır." sözleriyle adımlarını hızlandırmıştı. Toplantı salonunun önüne geldiğinde bir saniyeliğine duraksayan Burak derin bir nefes alarak kapıyı açtı.


Toplantı salonundaki bütün başlar ona dönmüştü.


"Koray Bey üzgünüm engelleyemedim." diyen sekreter telaşla adamın arkasından girdi. Burak ise donakalmış bir şekilde karşısındaki adama bakıyordu.


Koray Samancı'ya... 


'Abine ne çok benzemişsin abi.' diye düşünen Burak gözlerinin dolduğunu hissetti.


Aklına 'Ohh korktum Oktay abi yaa...' dedikten hemen sonra küçücük yaşında ölü gördüğü üçüncü beden gelmişti. Sevdiği bir insanın ölü bedeni...


O zamanlar İstanbul'da Gazetecilik okuyan Koray, öğrendiği haberle berbat bir halde Sakarya'da almıştı soluğu. Herkes gibi Koray'dan da kaçmıştı Burak. Hatta Koray'dan daha başka kaçmıştı.


Başından vurulan Oktay abisinin ölü gözlerine eş gözlerle baktığı için.


Ayağa kalkan adamın bir şeyler söylediğini duyduğunda dikkatini zorlukla bu âna çevirdi.


"Size diyorum Beyefendi. Şu an yaptığınız etiğe uygun değil. Gazeteme bu şekilde girip toplantı salonumu basamazsınız. Zor kullanmadan çıkmanızı rica ediyorum."


"Önemli bir haber var." dedi Burak kalbi kulaklarında atarken.


Koray, karşındaki adama bakarken kaşlarını kaldırdı.


"Bunun yolu yordamı bu mu peki? Müsait olan gazetecilerimize ileti..."


"İletmeye geldim zaten."


"Oradan bakınca müsait gibi mi gözüküyorum? İlla benimle görüşmek istiyorsanız toplantım akşama doğru anca biter. O zamana kadar beklerseniz..."


"Bekleyemem. Çok bekledim. Bir insanın bekleyemeyeceği kadar çok..." diye mırıldandı Burak karşısındaki adamın yüzünü incelerken.


Koray abisi üniversiteye gidene kadar onunla birçok oyun oynamış, ikisi Oktay abisinden daha çok birlikte vakit geçirmişlerdi. Aklına geçmiş günler gelen Burak gözlerinin tekrardan dolduğunu hissederken, Koray gelen güvenlik görevlisini eliyle durdurdu ve öfkesini gizlemeye çalışarak konuştu.


"Zor kullanmak istemiyorum ama beni buna zorluyorsunuz."


Adamın bu tavrı Burak'ın dudaklarının iki yana kıvrılmasına neden olmuştu. Koray Samancı nezaketinden bir şey kaybetmemişti. Oktay Samancı olsaydı şimdiye güvenlik görevlileri tarafından çoktan kapı dışarı edilmişti.


"Gülüyor musunuz bir de? İnanın işim başımdan aşkın bu yüzde..."


"Tüm işlerini bırak Koray Samancı. Sana bir haber getirdim" diyen Burak elini güneş gözlüğüne götürerek gözlerini açığa çıkarttı.


Koray, karşısında gördüğü kızarık yeşillerle birlikte kesik bir nefes almıştı.


"Uzun zaman oldu abi." diye fısıldadı Burak çatlak bir sesle. Koray'ın kahverengi gözlerinde gördüğü acı-hüzün ve özlem, dolu olan yeşillerinden bir gözyaşının usulca firar etmesine neden olmuştu.


"Burak? Sen misin?.. Sensin." diyen Koray aralarındaki kısa mesafeyi hızla alarak Burak'a sarıldı. Adamın sıkı sarılışı karşısında hıçkırmamak için alt dudağını ısıran Burak, zihnindeki Oktay abisinin kanlı görüntüsünü silme dileğiyle gözlerini sıkıca kapattı.


Panduflarına bulaşan kanlar, ışığı açık camlardaki kan izleri, yerde yan yana yatan annesiyle babasının cesedi...


"Neredesin oğlum sen? Senin için ne kadar endişelendim biliyor musun? Neredesin?"


"Geldim." dedi Burak titreyen sesiyle. Sesi gibi tüm bedeni de titriyordu.


Kollarının arasındaki genç adama sıkıca sarılan Koray, onun biraz önceki söylediklerini hatırlayarak geri çekildi. Karşısındaki kırmızı yeşillere bakan adam, cevabının düşündüğü şey olmamasından korkarak sordu.


"Ne haberi getirdin?"


"Beklediğin haberi. Ömrün boyunca her güne 'O gün bu haberi yapacağım gün mü?' diyerek başladığın o haberi." diyen Burak gözlerinden düşen yaşları hissetti.


Nefes alamadığını hisseden Koray, gözleri dolarken inanamaz bir acizlikle sordu.


"Gerçekten mi?.. Yakalandı mı?"


Yaralı parmaklarına kısa bir bakış atan Burak, başını sallayarak titrek bir nefes aldı.


"Yakalandı. Yakaladım!"


Bir anda hıçkırıklara boğulan Koray, yıllardır beklediği bu haberi veren Burak'a sarılarak ağlamaya başladı. Karşısındaki adamın yıllardır nasıl bir yangında yandığını çok iyi bilen Burak da başını adamın omzuna gömerek sessizce onun acı dolu ağlamasına eşlik etmişti. İkili, 17 yılın kahrında boğulurken toplantı salonundaki gazeteciler odayı boşaltmışlardı. Odadan ilk çıkan kişi ise Çınar adındaki gazeteciydi. Odadan çıkan adam yaşlı gözleriyle kendini boş yangın merdivenine atmıştı.


Merdivenin başındaki duvar dibine çöken Çınar sesli bir şekilde gözyaşlarına boğuldu.


Kurtarıcısı artık huzur içinde uyuyabilirdi.


🐺


"Ellerin mahvolmuş." diye mırıldandı Koray bakışları Burak'ın yara dolu parmaklarındayken.


"Daha da ileri gidecektim de..." diyen Alfa iç geçirerek sustu. İçinde bir yerlerde hâlâ o adamı öldürmek isteyen bir taraf vardı.


"Ölüm ona kurtuluş olur. Ölmesin, her gün daha da beter olsun p*ç herif."


Koray'ın sesindeki nefreti içinde hisseden Burak başını aşağı yukarı salladı.


"Onu öldürmememin nedenlerinden birisi de buydu zaten."


Bu kesin cümleyi duyan adam ciddi gözlerle ona baktı.


"Bu tavrından ve yakaladım sözünden anladığım kadarıyla sen de asker olmuşsun."


'Sen de.' kastıyla kaşlarını çatan Burak, dayısı gibi asker olduğunu ima ettiğini düşünerek başını aşağı yukarı salladı.


"Evet. Ben de dayım gibi asker oldum."


"Ve baban gibi." 


Koray'ın cümlesi karşısında kalp atışları hızlanan genç adam şok dolu bakışlarla ona baktı.


"Biliyor muydun?" 


"2 yıl önce öğrendik."


"Öğrendiniz?" diye tekrarladı Burak şaşkınca.


"Biz çok şey öğrendik ancak sen öğrenememişsin sanırım. Gerçekten de burasıyla tüm bağını kestin değil mi?"


"Ne demek istiyorsun abi?" diye soran Burak kaşlarını çatmıştı.


Odadaki saate bakan Koray yaslandığı duvardan doğruldu.


"Konuşuruz, konuşacağız. Önce bu müjdeyi öğlene yetiştirmemiz gerekiyor. Haber ayarlanacak, baskıya haber verilecek, dağıtım yapılacak... Ayrıca karakoldan da bir yasak çıkartmamız lazım. Kimsenin reyting uğruna mahallemize girip çekimler yapmasını istemiyorum. Yıllar geçse de hepimizin acısı hâlâ taze ve röportaj vb. saçmalıklarla yarayı deşmenin âlemi yok. Röportaj vermek isteyen olursa gitsin gazete binasında ya da anıtın yanında versin. Mahallemizden ya da mezarlarımızdan uzak dursunlar."


Koray'ın söyledikleriyle başını aşağı yukarı sallayan Burak telefonunu çıkartarak Emre'ye mesaj atmıştı.


"Merak etme kısa sürede yasak çıkar ve basın organlarına gerekli mesaj iletilir."


"Yetkin birine benziyorsunuz Burak Kılıç."


Kılıç soyadını duyan Burak istemsizce tebessüm ederken yanındaki abisine ukala bir bakış attı.


"Yani benden de daha azı beklenemezdi değil mi?"


"Küçükken de böyle egoisttin sen. El kadar bebeydin, senden 9 yaş büyük olan benimle boy ölçüşmeye kalkardın." dedi Koray samimiyetle gülerek.


"Valla hâlâ aramızda 9 yaş var ama senin boyunu geçmişim Koray abi. Bir kez daha anlıyoruz ki bir şeyi yaptıysam mutlaka bir sebebi vardır."


Burak'ın ukala cümlesi Koray'ın kahkahasıyla sonuçlanmıştı. Kahkası durduğunda sevgi dolu bakışlarla genç adama baktı.


"Kocaman olmuşsun be. Yiğit abime çok benziyorsun. Gerçi daha doğduğun andan belliydi böyle olacağı. Seni hastaneden eve getirdikleri zamanı hatırlıyorum da parlak yeşil gözlerini gören herkes 'Babasının oğlu.' demişti."


Adamın söylediklerini duyan Burak boğazının düğümlendiğini hissetti. Yıllarca onu gerçekten tanıyan herkesten uzak durmuştu. Ailesiyle birlikte anıları olan, kendisini bebekliğinden itibaren tanıyan kişilerden soyutlanmak; geçmişini gerçek anlamda yok saymasına neden olmuştu. Karşısındaki adama bakarken istemsizce mırıldandı.


"Sen de Oktay abime çok benzemişsin." derken sesi çatallı çıkmıştı.


Oktay abisini andığında kanla kaplı yüzü, açık kalan ölü gözleri değil de onu omuzlarına alarak uçak yaptığı günleri hatırlamalıydı. Nasıl olacaktı bilmiyordu ancak bunu yapmalıydı. Çünkü biraz daha Koray abisinin yüzünde Oktay abisinin ölü yüzünü görürse vereceği tepkiler ifşalanmasına neden olurdu.


"Öyle oldu. Bunu ben bile beklemiyordum. Aynaya baktığım her geçen günde biraz daha abimi gördüm gözlerimde, yüz hatlarımda." dedi Koray sesindeki özlemle. Bir yandan da Bukalemun'un gerçekten de yakalanmış olmasının inananamamazlığı içindeydi.


"Haberi nasıl yapacağız?"


Soruyu duyan Burak omzunu silkti.


"Gazeteci olan sensin."


"Benim de... Ne yazacağım Burak? Sadece manşeti atıp bırakamam, insanlar merak edecektir. Neden bu zamana kadar yakalanmadı mesela?" derken sesi titremişti adamın.


"Olay fazla karışık abi. Sadece benim verdiğim bilgileri paylaşabilirsiniz. Fazlasını arasanız da bulamazsınız, yetki dışınızda kalır." dedi asker ciddi bir şekilde.


"Tahmin etmiştim. İşte bu yüzden haberi nasıl yapacağız diye soruyorum. Notları burada mı alayım yoksa diğerlerinin yanında mı anlatırsın?"


"Sanırım diğerlerinin yanında anlatmam senin daha çok işine gelecek." dedi Burak iç geçirerek.


"Yani öyle. Seninle konuştuktan sonra onlarla toplantı yapıp üstüne haberi öğlene yetiştirmeyi düşünmek hayalperestlik olur. İnsanların hemen öğrenmesini istiyorum." diyen Koray mırıltıyla devam etti.


"Bu arada eşim beni mahvedecek. Böyle bir haberi ilk onunla değil de gazeteyle paylaştığım için."


Cümle karşısında gülümseyen Burak başını aşağı yukarı salladı.


"Tamam o zaman diğerlerinin yanına geçelim. Güvendiğin kişileri çağır sen. Binanın bu bölümünün girişine de bir görevli dikip geçişi yasaklayalım. Ne kadarını anlatacağım ne kadarını yazıya dökmenize izin vereceğim bilmiyorum şu an. Minimum bir ekip daha iyi olacaktır. Gazete basım aşamasına geçtiğinde de ailenin yanına gidersin."


"Böylesi kesinlikle daha hızlı olur." diyerek tebessüm eden Koray seri adımlarla toplantı salonunda çıktı. Burak ile ofise girdiklerinde tüm başlar onlara çevrilmişti.


"Evet arkadaşlar elimizdeki tüm işleri bırakıyoruz. Ekip 1 burada kalsın diğerleri çıkabilirsiniz. Demet, güvenlikten birini..."


"Girişteki. Furkan'dı adı sanırım. O gelsin." dedi Burak emir verircesine konuştuğunun bilincinde olmayarak. Ona bir bakış atan Koray gülerek başını iki yana salladı.


"Reel hayatında da böyleysen çevrendekilere geçmişler olsun."


Burak, adamın soktuğu lafa umursamaz bakışlarla karşılık verdi.


"Bu yine iyi halim. Yat kalk şükret bence."


Ofisteki harici insanlar toparlanıp dışarı çıkarken Furkan da içeriye girmişti.


"Beni çağırmışsınız Koray Bey."


Burak, Koray konuşmadan lafa girdi.


"O değil, ben çağırdım. Şimdi Furkan diğer görevliler ile iletişime geçiyorsun ve özel bir haber olduğunu bu yüzden de ofis katının kısa süreliğine girişe kapatıldığını duyuruyorsun. Kat görevlisi, çaycısı, fotokopiçisi kim varsa... Şu an bu odada bulunanların haricinde tüm kat boşaltılacak, yeni gelen herkes de bilgilendirilecek. Merdiven, yangın merdiveni ve asansör konum olarak birbirlerini görüyor tek görevli yeter, oraya birini koy. Sen burada kalacaksın ve herhangi bir terslikte beni bilgilendireceksin. Kamera odasındaki arkadaşlara da söyle, şu an bu kata ayrı bir özen göstersinler. Anlayacağın binadakiler konu hakkında bilgilendirecek ve kimse kata çıkmayacak. Olur da kata yanlışlıkla(!) giren birisini görürsem, ben de yanlışlıkla(!) onları içeri atarım ve gazeteci kimliklerine el koyarak haklarında soruşturma başlatırım. Anlaşılmayan bir şey?"


"Yok Yüzbaşım. Ben gerekli bilgilendirmeleri hemen yapıyorum."


Yüzbaşım hitabını duyan gazeteciler ayrı bir merakla Burak'a bakmaya başlamışlardı.


"Sekreterin kalıyor mu abi, çıkıyor mu?" diye sordu Burak, Koray'a dönerek.


"Kalıyor. Ben yokken gelen görüşme isteklerine neden ve nasıl yanıt vereceğini bilsin."


"Tamamdır. Bir dakika." diyen Burak odadaki kişilere bir göz attıktan sonra telefonunu çıkartarak arkadaşını aradı.


"14 kişilik sözleşme faksla Kadavra."


"Büyük bir onurla. Çok uzun zamandır ülkece bu haberi bekliyoruz. Dünü ve bugünü tarihe yazalım."


"Ben yazdım bile." dedi Burak gülen sesiyle. Faks makinesinden ses gelirken Doğu da neşeyle gülmüştü.


"Tarih de yazarım diyorsun. Yapamadığın bir şey var mı?"


"Sadece bir şey var ancak moduna düşürmemek için ne olduğunu söylemeyeceğim."


"Böyle yaparak hiç de söylemedin." diye söylenen Doğukan sessizce devam etti.


"Özgür'ü yakaladığın gün az daha onu da başarıyordun. Beni az daha dışarı çıkaracaktın, kendinle gurur duyabilirsin... Kağıtların hepsini faksladım. Haber sonrası rahatsız edici, hoşuma gitmeyen herhangi bir yazıyı/yayını da dünya üzerinden zevkle sileceğim. İzin var mıdır Yüzbaşım?"


"Her daim kardeşim. Görüşürüz sonra." diyen Burak faks makinesinin yanına giderek kağıtları aldı.


"Bunları dağıtır mısın Demet? Kendine de al, Koray abime de ver."


Sekreter kız hiç duraksamadan kağıtları alıp dağıtmaya başlarken Burak konuştu.


"Sözleşmede yazılanları güzelce okumanızı ve ilgili yerleri doldurarak imzalarınızı atmanızı istiyorum. Yazdığınız tüm bilgiler teyit edilip resmi kayda geçecektir bu yüzden de eksik ya da yanlış bilgi vermeyin. Ayrıca aranızda 'Kağıtta yazılanlara uyamam, çenem düşüktür gizlilik benim işim değildir.' diyen birisi varsa ben konuşmaya başlamadan önce çıksın dışarı. Elinizdeki Gizlilik Sözleşmesi basite alamayacağınız kadar ciddi bir durum. Sözleşme sonunda da yazdığı gibi maddelere uymamanın cezası para cezası değil; duruma göre takip, meslekten uzaklaştırma/men/ihraç, şartlı tahliye veya hapis cezasıdır. Bunların bilinciyle imzalayın o kağıtları."


Askerin sözleri üzerine odadaki gazeteciler ister istemez gerilirken, sarışın bir gazeteci kağıdı bile okumadan bilgilerini yazıp imza attı. Koray'ın bile kağıdı okuduğu bu durumda gazetecinin yaptığı hareket Burak'ın kaşlarını kaldırmasına neden olmuştu.


"Risk mi seviyoruz hayırdır? Kağıdı okuman gerekiyor."


Yüzbaşının kendisine bakarak konuşması üzerine mavi gözlerini yeşillerle birleştiren Çınar hafifçe tebessüm etti.


'Babana ne kadar da çok benziyorsun Burak Kılıç.' diye düşünen adam kesin bir şekilde konuştu.


"Bu odadan hiçbir yere gitmeye niyetim yok ve ne olursa olsun gerekli kurallara uyacağım. Bu yüzden de öncesinde imzalamakta bir sakınca görmedim. Şimdi izninle kağıdı okuyayım."


Karşısındaki adamın bu tavrı karşısında ona incelercesine bakan Burak, bu elemanın ne ayak olduğunu merak etti. Odadakiler tek tek kağıdı imzalarken Furkan da gelmiş, kendisine uzatılan sözleşmeyi hızlıca okuduktan sonra sorgusuz imzalamıştı. İmzalı kağıtları toplayan Demet, Burak'ın yanına geldi.


"Bir dosyaya koyar mısın? Giderken alacağım." diyen asker karşısındaki ekibe baktı. Hepsinin gözlerinde merak vardı. Sarı saçlı adam hariç.


"Kimsin sen? Fazla rahat hareketlerin." dedi Burak şüpheci bir şekilde.


"O genel olarak öyle ama güvenilirdir Burak. En güvendiğim çalışanlarımdan." diyerek araya girdi Koray.


Çınar baskın bir karakterdi ve Burak'la çatışma ihtimali yüksekti.


"Bahsettiğim rahatlık farklı. Neden burada olduğumu biliyor musun Çınar?"


"Biliyorum. Müjdeli bir haber için geldiğini sen kendin söyledin." diyen Çınar gözlerindeki mutluluğu gizleyemiyordu.


"Benimle konuşan insanlar, özellikle rütbemi öğrendiklerinde, siz derler." dedi Burak sert bir şekilde.


"Arada istisnalar oluyordur elbette. Olmuyor mu?" diyen Çınar'ın sesi gülüyordu.


Adamın rahat tavrından çok kendisinin bilmediği bir şeyi biliyor olması onu rahatsız ederken asker ters bir sesle konuştu.


"Ya bu davranışlarının sebebini açıklarsın ya da dışarı çıkarsın ve ben toplantıma başlarım."


"O dediğin olmaz işte Yüzbaşı. Neler olduğunu öğrenmeden kimse beni bu odadan çıkartamaz. Sen bile." dedi Çınar ciddi bakışlarla.


Olayın büyümesini istemeyen Koray tekrardan araya girdi.


"Burak, Çınar bu tarz davalardaki en iyi gazeteci. Neyi nasıl yazması gerektiğini de konuşulmaması gereken konularda halkı nasıl tatmin edeceğini de biliyor. Çok yardımı dokunacaktır."


Herhangi bir cevap vermeyen Burak, Çınar'a bakmaya devam ediyordu. Bu işin böyle olmayacağını anlayan Koray boğazını temizleyerek mırıldandı.


"Çınar, 7 yıl önce şehrimize yapılan Hayalet Mahalle anıtının mimarlarından. O zamanlar üniversite öğrencisi olmasına rağmen anıtın hem mimarisinde hem de yapımında aktif rol oynadı."


Hayalet Mahalle vahşetinin 10. yıl dönümünde vefat edenler için özel bir anıt inşaa edilmişti.


Sapanca'nın dillere destan güzellikteki büyük parkının en huzurlu köşesinde, heykelden devasa bir ağaç.


32 dalı olan ağacın her dalında beyaz bir güvercin figürü, bu güvercinlerin içinde de vefat eden kişilerin isimleri vardı. Gövdesinde mahallenin tasviri olan devasa heykel, koca bir çınar misali herkesi gölgesi altına alıyordu. Anıt için 'Yüceliğiyle Sonsuzluk' anlamına gelen Çınar ağacını seçmeleri kesinlikle tesadüf değildi. 'Onlar her zaman buradaydılar ve hep burada olacaklar.' mesajını vermek için çınardı.


Anıtın etrafını süsleyen toprak mahalledeki evlerin bahçesinden getirilmiş, anıtı çevreleyen taştan kütüğün içindeki kırılmaz cam kutulara da şehitlere ait şahsi eşyalar yerleştirilmişti.


Bu devasa heykelin yanındaki alanda ise çeşitli hayvanlara ev sahipliği yapan küçük barınma evleri bulunuyordu. İnsanların ziyaretinde bulunmadığı zamanlarda dahi kuşlar, kediler ve köpekler hep anıtla birlikteydi...


Manevi anlamı çok yüksek olan bu anıt güvenlik önlemlerinin en üst düzeyiyle korunuyordu. En azılı suçlunun bile anıta zarar vermekten haya etmesinin nedeniyse bu güvenlik değil, içlerindeki insanlıktı.


Ne olursa olsun dünya üzerindeki hiçbir suçlu, Bukalemun kadar cani olmamıştı.


Yıllardır Sakarya'ya gelmeyen Burak, Salih babası anıt fikrini ilk söylediğinde 'Çınar ağacı mı olsa? Annem severdi çınar ağaçlarını. Bana 'Osmanlı döneminde çınar ağaçlarının geçmiş ile geleceği birbirine bağladığına inanılırdı. Çünkü çınarın ömrü çok uzundu ve nesiller boyunca bir mesaj aktarırdı.' demişti. Mesele anmaksa eğer, sonsuza kadar sürsün.' diye mırıldanmıştı. Sonrasında anıt hakkında tek bir soru sormamış, yapıldığını ise haberlerden öğrenmişti. Birçok kez anıtın resmine bakmak istese de buna cesaret edemeyen Burak, Kelebeğiyle birlikte anıtı ziyaret etmek istediğini hissetti.


Aklındaki düşünceleri zorlukla bastıran Burak bu karşısındaki adamın amacını çözmeye çalışarak kuşkuyla sordu.


"Neden?"


"Sen küçükken de böyleydin. Bir şeye taktın mı takardın." diye söylenen Koray bu işin böyle olmayacağını düşünerek asıl vurucu darbeyi yaptı.


"2 yıl önce mahallemin adı değişti. Değişmesine neden olan da oydu. İmza topladı insanlardan."


"Bir dakika bir dakika. Mahallenin adı mı değişti? Bunu yaparken kime sordunuz?" diyen Burak'ın sesinde öfke vardı.


Alfa'nın asıl sorduğu soru 'Bunu yaparken bana sordunuz mu?' idi.


"İlgili herkese sordum. İtiraz eden olmadı." dedi Çınar sesindeki kışkırtmayı silemezken.


"Sen kimsin de benim..." diyen Burak aniden sustu.


Bu gazeteye hatta bu şehre yalnızca Burak ya da Yüzbaşı Burak olarak gelemeyeceği ciddi anlamda dank etmişti adama. Bu şehirde hep Burak Kılıç'tı işte. Saklamaya çalışsa da bunu asla saklayamazdı. Benliğini asla saklayamazdı...


Yine de bir kez daha 'O geceden sağ kurtulan tek kişiymiş.' bakışlarını kaldırabileceğinden emin değildi adam. Burak Kılıç olduğunu öğrenen insanların bakışlarında belirecek olan o acımayı. Bu yüzden de kim olduğunu buradaki insanlara söylemek istiyor muydu karar verememişti.


"İtirazın mı var Yüzbaşı?" diye soran Çınar, Burak'a doğru yürüdükten sonra adama birkaç adım kala durdu.


Burak, karşısındaki mavi gözleri daha önce gördüğünden emin bir şekilde nefes aldı.


'Çınar isminde bir tanıdığım yok. Bu adamı tanıyor olsam bu tanışıklık hissi bu kadar az olmazdı. Nerede gördüm?'


"Bu dünya üzerinde mahallenin yeni ismine itiraz etmeyecek son kişi sen olursun eminim ki."


Bu kesin cümleyi duyan asker yeşillerindeki soruyla adama baktı. Çınar ise dudaklarında bir tebessüm belirirken hissettiği gururla mahallenin adını söyledi.


"Şehit Yüzbaşı Yiğit Kılıç Caddesi."


"Ne?" diye fısıldayan Burak kalp atışlarına eş olarak nefes alış-verişlerinin de hızlandığını hissetmişti.


Her şeyden bihaber olan Dürdane bu konu hakkında bir bilgisi olmadığını düşündüğü Yüzbaşı'nı bilinçlendirmek için konuşmaya başladı.


"Sizin gibi Yüzbaşı olan bir meslektaşınızın ismini verdik mahalleye Yüzbaşım. Bizim yaşımız küçüktü o zamanlar yaşananları sadece ailemizden ya da geçmiş kaynaklardan öğrenebiliyorduk ancak bu gerçeği Çınar'ın araştırması sayesinde öğrendik. Ailelerimiz bile bilmiyormuş."


"Neyi?" diye mırıldanan Burak'ın bakışları Çınar'ın kızarmış mavi gözlerindeydi.


"Mahalledeki şehitlerimizden birisi aslında askermiş. Normalde görevden iznini istemiş ancak olayın olduğu gün mahalleyi savunmaya çalışmış. Yine de maalesef tek başına yeterli olamamış. Çınar, o askerin geçmiş yıllarında belli başlı yurtdışı operasyonlarına katıldığına dair kanıtlar bulmuş. Mahalleye askerimizin ismini verelim anlam katalım diyerek önce mahalleli ile konuştu sonra da Sapanca'daki halktan imza topladı. Yiğit Kılıç herkes tarafından çok sevilen birisiydi bu yüzden de kimse itiraz etmedi."


"Abim hep onu anlatır. Zamanında onun spor salonuna gitmişti. Polis olmaya karar vermesindeki en büyük etken Yiğit Kılıç'tı. Tabii o zamanlar sadece bir Vatan Aşığı zannediyorduk kendisini ama o aktif görevler yapmış kahraman bir askermiş." diye ekleme yaptı 30'lu yaşlarındaki bir adam.


"Çok iyi insandı gerçekten. Eşinden dolayı tanıyorum ben de. Dilek Hoca öğretmenim olmuştu. Bana edebiyatı sevdiren kişidir kendisi." dedi bir kadın da dudaklarındaki buruk tebessümle.


"Kesinliği belli değil ancak Yüzbaşı'nın gizlice göreve devam ettiği dedikodusu da dolaşıyor ortalıkta. Zamanında birkaç kez onu özel ekibin polisleriyle birlikte görenler olmuş. Hatta Bukalemun'un peşinde olduğu bile iddia ediliyordu. Dedem hep 'Yiğit evladım o pisliğin kötülüklerini şehrimizin üzerinden almaya çalışırken şehit oldu, biliyorum ben. Mahalledeki herkese şehit ünvanı verilmeli. Başta da Kahraman Yiğidimize.' derdi. Tabii ki biz bunun aslını asla bilemeyeceğiz." dedi Demet de araya girerek.


Diğerleri de benzer birkaç güzel dönüt yaparken Burak'ın kızarık gözlerini gören Furkan, gördüğü Kılıç soyadının anlamından emin bir şekilde konuştu.


"Ben babamı küçük yaşta kaybettim Komutanım. Zamanında anneme hem maddi hem de manevi çok yardımlarda bulunmuş Yiğit Kılıç. Annem her gün dua eder. Onlara ve... Geride kalana."


Dolu gözleriyle ona bir bakış atan Burak, boğazındaki yumrunun had safhaya çıktığını hissetti.


"Bu şehirde onları kötü anan tek bir kişi bile bulamazsın." diye mırıldandı Çınar yumuşak bir şekilde.


Gözünden yaşların düşmemesi için çabalayan Burak, gizlemenin anlamsız olduğunun bilinciyle çatlak bir sesle sordu.


"Babamı nereden tanıyorsun?"


Soruyu duyan kişiler büyük bir şokla Burak'a bakarken, iş arkadaşlarının yanında bunun cevabını vermek istemeyen Çınar da karşılık olarak bir soru sordu.


"Bukalemun itini nasıl yakaladın?"


"En sinir olduğum şeydir biliyor musun soruya soruyla karşılık verilmesi."


"İçimden bir ses senin de bunu çok sık yaptığını söylüyor." dedi adam dudaklarındaki tebessümle.


Çınar'ın samimi sesi sayesinde adama karşı gard almayan Burak yeni bir soru sordu.


"Seni nereden tanıyorum?"


İşte bu soru Çınar'ı şaşırtmıştı.


"Beni tanıyor musun? Seninle hiç tanışmadık. Yani... Bir kez ailemle gezerken büyük markette karşılaşmıştık ancak senin dikkatin reyonlardaydı. Küçük bir andı hatırlamazsın."


"Ben bu küçük ânı hatırlamıyorum ancak sen hatırlıyorsun yani? Neden?"


"Bu soruna cevap vermeyeceğim Burak... Mezarlıktaydım. Oradan hatırlarsın belki."


Cümleyi duyan Burak kaşlarını kaldırdı.


"Olay olduğunda kaç yaşındaydın da mezarlıktaydın sen?"


Boğazını temizleyen Çınar, bu soruyu da cevapsız bırakırsa odadan kovulacağını hissederek mırıldandı.


"9."


"9? Gizlice mi mezarlı..."


Cümlesini yarıda kesen Burak bakışlarına yerleşen farkındalıkla konuştu.


"Buldum." 


"Nereden? Mezarlıktan mı?"


"Hayır. Sen o sabah oradaydın. Polis kordonunu geçmeye çalıştın sonra da ailen geldi apar topar götürdü seni."


Gerçekten de olay öyle olmuştu.


"Nasıl?" diye sordu Çınar şok içinde. Devamında kurduğu cümle bu şok halinin nedenini açıklıyordu.


"O gün ciddi anlamda kaybolmuş görünüyordun. Nasıl beni hatırlayabilirsin?"


Dudaklarında acı dolu buruk bir gülümseme beliren Burak mırıldandı.


"Yıllar boyu her gece sil baştan yaşadığım bir ânın konuk oyuncularını hatırlamamdan daha doğalı olabilir mi?"


Burak'ın bu cümleyi kurarkenki ses tonu Çınar'ın tüylerini diken diken etmişti. Böyle bir cümleye herhangi bir karşılık verilemeyeceğini bilerek sessiz kaldı adam.


"Sen de geç masana. Anlattığımın iki katı soru soracağını hissediyorum, umarım beni yanıltırsın."


"Bir gazeteci olarak tatmin olana kadar duramıyorum." dedi Çınar elimden bir şey gelmiyor dercesine.


"Umrumda değil. Gizlilik kağıdını imzalamış olmanız tüm gizli bilgileri ifşalayacağım anlamına gelmiyor. Ayrıca ben tanımadığım insanlara güvenmem, güvenmediğim insana da kerpetenle bile laf vermem."


"Yani şimdi ben sana 'Elindeki izler o iti döverken oldu değil mi? Çok canını yaktın, ölmeyi dileyecek hale getirdin ve geberip gidene kadar her gün ciddi anlamda acı çekmesini sağlayacaksın değil mi?' diye sorsam, bunu cevapsız bırakacaksın öyle mi?"


Çınar'ın sesindeki saf nefreti duyan Burak'ın duruşu dikleşirken bakışları da ciddileşmişti. Tam tekrardan adama kim olduğunu soracaktı ki 'Battı balık yan gider.' diye düşünen Çınar yanında bulunan iş arkadaşlarına rağmen gerçeği açıkladı.


"Ben 17 yıl önce Yiğit Kılıç'ın, Bukalemun'un elinden kurtardığı kurbanlardan birisiyim."


Cümle odada bir kez daha bomba etkisine neden olmuştu.


"Babamı oradan tanıyorsun." diye mırıldandı Burak farkındalıkla.


"O kahraman asker olmasaydı cesedim bile bulunamazdı. Beni her yönden kurtardı o gün. Sonraki süreçte de yine birkaç kez yanıma uğradı sessizce destek oldu. Ben Yiğit Kılıç'ın o dönem kurtardığı çocuklardan yalnızca birisiyim... Tutulduğum mekanda 20 çocuk olduğunu ve bu mekandan yalnızca Sakarya'da 5 tane olduğunu, diğer illerde de birtakım benzer mekanlar olduğunu düşünürsek... Yüzlerden yalnızca biri. O adam, yüzlerce çocuğu ailesin geri kavuşturdu. Çoğu için o yalnızca bir kahraman, tek tük birkaçımız da benim gibi o kahramanın Yiğit Kılıç olduğunu biliyor. Bilenler mi daha şanslı bilmeyenler mi emin olamadım hâlâ. Ailemle vakit geçirirken, buna sebep olan o kahramanın da evinde ailesiyle mutlu bir şekilde vakit geçirdiğini düşünmek isterdim. Yine de onu tanımak güzel. 'Bu dünyadan bir Yiğit Kılıç geçti.' demek. Hiç tanımadığı çocukları kurtarmak için her şeyi yapan, aşık olduğu Vatan'ı için şehit olan kahraman asker... Yıllar önce o p*çin elinden kaçmamamıza yardım eden ve hayatımı kurtaran o adamı görüyorum şu an sende. Babana çok benziyorsun Burak Kılıç.''


'O olay olduğunda 9 yaşındaysa kaçırıldığında da 9'ların başında ya da daha küçük olmalı.' diye düşündü Burak derin bir nefes alarak.


"Ne geçiyor aklından?" diye sordu Çınar ona bakarken. Genç adam arkadaşlarının şok dolu acı bakışlarıyla karşılaşmaya hazır hissetmiyordu kendisini.


"Yıllarca babamın Bukalemun'un peşine benim yüzümden, benim bir sözüm yüzünden, gittiğini düşünerek kendimi suçladım. Şu an pek de yanılmadığımı fark ediyorum. Gerçekten de ben büyük etkendim. Kurtardığı her çocukla beni koruyordu, kaybolan her çocukla çaresizce evladını arayan ailelerle empati yapıyordu."


Başını öne eğen Burak hüzünlü bir alayla güldü.


"Empati de bizim mesleğin laneti işte. Mesleğin en zor yanı desem yalan olmaz sanırım."


İç geçiren asker, haberi yapmaları gerektiğini bilse de sormaktan kendini alıkoyamadı.


"Babama borçlu hissettiğinden mi onun asker olduğunu duyurup mahalleye ismini verdirdin?


"Hissettiğimden değil, borçluyum zaten. Ülkemizde adı sanı bilinmeyen yüzlerce kahraman var ve ben onun bilinmesini istedim. Beni kurtaran adamın isimsiz kahraman olarak kalmasını istemedim. Bu yüzden de rahat araştırma yapabilmek için gazeteci oldum. Onu araştırdım, onu insanlara tanıttım. Asker olduğunu ve belki de o zamanlar vatan uğruna şehit olduğuyla alakalı haberler yaptım. Anıt fikrini ortaya attım, mahalleye isminin verilmesini sağladım. Hatta yaşadıklarım hakkında, yaptıklarından bahseden ve onu tanıtan bir kitap bile yazdım ama paylaşmadım. Kitabı yayınlattığım an, o Bukalemun p*çi harekete geçerdi. Kitabımı okuyan ve kurtarılmış olan o yüzler tehlikeye girebilirdi. Ayrıca bu durum yalnızca Sakarya ile sınırlı kalmaz yine tüm ülkeye gündem olurdu. Bukalemun'un tekrardan hatırlanması faaliyetlerine yeniden başlamasına neden olurdu. Öyle itler yaptıklarının duyulmasından zevk alıp haz duyarlar. Buna izin veremezdim. Neyse işte tüm bunlardan sonra..." diyen Çınar duraksadı.


"Sonra?" diye sordu Burak soru dolu gözlerle.


"Belki Bukalemun'u bir şekilde bulurum diye bu sefer de oklarımı ona yönelttim. Böyle bir aptallığı asla yapmamalıydım."


Çınar'ın sesindeki kahrı duyan Burak kaşlarını çattı.


"Neden?"


"Fark etmeden bu işe birisini dahil ettim ve zarar görmesine neden oldum çünkü. Uyanmazsa kendimi asla affetmeyeceğim."


"Uyanmazsa mı? Kim?" diye sordu Burak aklında bir isim belirirken.


"Birisi işte." diye mırıldandı Çınar.


"Çınar, kim?"


"Bir gazeteci. Benim Bukalemun'u araştırdığımı öğrenmiş geldi beni buldu. Kendisi de o itin peşindeydi ve ne yaparsam yapayım bu davayı bırakması için onu ikna edemedim. Kapıdan kovdum, bacadan girdi. Yakamı bir türlü bırakmadı."


"Neden senin peşine düştü?" diye sordu Burak şüpheyle.


"Benim tanık olduğumu söyledi. Bukalemun'u yakalamak için çok önemli bir anahtar olabileceğimi. Bir şeyler hatırlarsam o iti bulabileceğimizi... Lanet olsun ki teklifini kabul ettim. En başından beri içimde bir huzursuzluk vardı ancak Gökçe beni fütursuzca davranmayacağına dair ikna etti. O kızın hedefe ulaşmak için her şeyi yapacağını tahmin etmeme rağmen hipnoz sayesinde hatırladığım eşgalleri ona vermekle kalmadım, üstüne bir de onu burada yalnız bırakıp Afganistan'a gittim. Bu kadar dikkatsiz davranacağını bilseydim en başında teklifini asla kabul etmezdim."


Öğrendiği bu yeni bilgiler yapbozun eksik parçalarını tamamlarken Burak yumuşak bir sesle kendisini suçlayan adama seslendi.


"Çınar."


"Efendim?" 


"Az önce o iti nasıl yakaladığımı sordun yaa... Senin sayende."


"Ne?" diye fısıldayan Çınar duyduğu şeyi anlamlandırmaya çalışıyordu.


"Olay çok karışık ancak kısaca söylemek gerekirse Gökçe'nin senin sayende tuttuğu notlar ışığında yakaladım onu. İsmini ve icraatlerini değiştirmiş bu yüzden de yakaladığım p*çin o olduğunu bilmiyordum. Büyük ihtimal Gökçe de şüphelendi ve emin olmak için öyle bir tehlikeye atıldı.'


"Gökçe mi? Arkadaşım olan Gökçe'den bahsediyoruz sanırım? Siz şimdi o kazanın aslında kaza olmadığını mı söylüyorsunuz?"


Dürdane'nin ağlamaklı sesini duyan ikili hızla ona döndü. Birkaç ay önce doğum yapan ve ara sıra gazeteye gelen kadının gözleri yaşlıydı.


"Sen neden doğum iznine ayrılmazsın ki zaten. Daha adam akıllı toparlanmadın bile. Otur şuraya Dürdane." diyen adam, kadına doğru yürümeye başlamıştı.


"Bana bunları nasıl söylemezsin Çınar?" diyerek yaşlı gözlerle hesap soran kadın bir yandan da Çınar'ın sözünü dinleyerek sandalyeye oturuyordu.


"He tabii söyleseydim de 'Ben de araştıracağım.' diyerek dibimizde bitseydin. Hamile halinle!" diyerek çıkıştı Çınar.


"Kazayı niye söylemedin peki? Bilerek yapmışlar, komada olmasının sebebi onlarmış." diyen Dürdane'nin hâli karşısında bambaşka yerlere giden konuyu toparlama ihtiyacındaki Burak konuştu.


"Gökçe şu an çok iyi hekimler tarafından gözlem altında ve o doktorlar iyileşmesi için bir umut ışığı buldular."


Dürdane "Gerçekten mi?" diye sorarken Çınar da soru dolu gözlerle Burak'a bakıyordu. Adamın doğruyu söylediğini anladığında şükranla gözlerini kapattı.


"Dürdane dışarıya çıkmaya ihtiyacın var mı? Artık toplantıya başlamalıyız."


"Yok Yüzbaşım, iyiyim ben. Sadece çok şaşkınım ama... Devam edebilirim."


"Tamam o zaman. Önce siz en başından başlayarak bana Sakarya halkı tarafından bilinenleri anlatın. Ona göre ben de size gerekli bilgileri vereyim ve onları derleyerek haberi yapalım. Ayrıca Çınar... Bahsettiğin kitabı görmek istiyorum." diyen Burak'ın içinde bir heyecan belirmişti.


Yiğit Kılıç'ı anlatan bir kitap fikri kulağa çok güzel geliyordu.


'Gerekli yerlerden izin alıp kitaba ekleme-çıkarma yaparak basıma sürebilir miyim ki?' diye düşündü Burak dudaklarında bir gülümseme belirirken.


"Zevkle Yüzbaşım." dedi Çınar gözlerindeki parlaklıkla.


Ve o gün o odada tarih yazıldı.


"HAYALET MAHALLE VAHŞETİNİN CANİSİ BUKALEMUN, 17 YIL SONRA, 20 ARALIK 2020 TARİHİNDE YAKALANARAK 33 KEZ AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBET CEZASINA ÇARPTIRILDI.'


💫


"Kitabın ismini ne koyacaksınız? Bir de... MİT olayları ne olacak?"


"Kitabın son hali hâlâ Avcı'da. Basılacak halini göndermedi bana. Bir şey ekleyip çıkartır mı bilmiyorum ama Alfa olayı yaş. Babamın kod adını kullanmak her açıdan tehlikeli olur. Ancak belki gizli bir MİT mensubuydu gibisinden bir şeyler olabilir. İsim olayını da hâlâ düşünüyorum. En yakışanı Alfa olurdu. O elenince aklıma hiçbir şey gelmedi. Senin aklında var mı bir şey?"


"Şu an yok. Biraz düşünelim bir şey buluruz mutlaka Alfa'm." dedi genç kız sesindeki heyecanla. [Yazar Notu; Sizce adı ne olmalı? Ne olabilir?]


Yiğit Kılıç'ın bir kitabı olacağı fikri çok ama çok güzeldi...


Uykusu gelen Hilal "Bugün yine verimli bir gün oldu." derken gözlerinin kapandığını hissediyordu.


"Bak bir de yatmaktan sıkılıyorum diyorsun. Sıkılmaya vaktin yok ki. Hastanede olduğunu unutursan her şey gayet güzel ilerleyecek."


"Şu an uykum var Alfa'm. Sonra bu konuyu konuşacağım seninle." diyen genç kız gözlerini kapatarak adama sokuldu.


"Tatlı rüyalar Alfa'm."


"Benli rüyalar Kelebeğim."


2 Gün Sonra


"Bu demlik bize yetmemeye başladı. Yarınkini büyütelim." dedi Seher odadakilere hitaben.


"Bu kahvaltı olayını iyice alışkanlık haline getirdik." diyen Melek halinden memnundu.


"Ben bu işi çok sevdim. Herkese böyle güzel alışkanlıklar lazım." dedi Hilal onlara gülümseyerek.


"Katılıyorum. Kahvaltı önemli. Tempoya girdiğimizde peynir ekmekle geçiştirdiğimiz kahvaltıların intikamını alıyorum şu 3 gündür." diyerek muhabbete dahil oldu Burak.


"Ben geldiğimden beri, çalışmaya kaldığımızda güzelce kahvaltı yapıyoruz bir kere."


Hilal'in çıkışı karşısında Burak gülümsedi.


"Orası öyle güzelim de benim bahsettiğim tempo daha çok görevler. Zaten stresten, keyifle değil de hayatta kalmak için yiyorsun."


"Görev kelimesinin peşine hayatta kalmak için cümlesini kullanmanı sevmedim." diye söylendi Hilal.


"Haklısın. Bir dahakine daha dikkatli kelime seçimleri yaparım." dedi Burak kız arkadaşına göz kırparak.


Gençler kendi aralarında konuşurlarken Melek kaçamak bakışlarla Ege'ye baktı.


Bugün ayrı bir sessizdi adam...


Salih Ege, verdiği sözü tutuyor ve yaşananlar hiç olmamış gibi Melek'e soğuk yapıyordu. İki gündür moda evine giden kadın, adamı yalnızca bu kahvaltılarda görüyor haricinde Ege itina ile onunla yalnız kalmaktan kaçınıyordu.


Kısaca, her şey aynıydı işte!


Adamın kendisine bir bakış dahi atmamasının kızgınlığındaki Melek odadan çıkma isteğiyle ayağa kalkarak Sevda'nın dükkanında gelen plastik kapları eline aldı.


"Ben bunları yıkamaya gideyim."


Onun bu cümlesi sabahtan beri kadına bir kez bile bakmayan adamın ayağa kalkmasına neden olmuştu.


"Sonra halledersin." 


'Aaa siz benimle muhatap olur muydunuz Ege Bey?' diye düşünen kadın soğuk bir şekilde gülümsedi.


"Şimdi halledeceğim." diyen kadın çıkışa doğru yönelmişti ki yanına gelen Ege kolundan tutarak onu durdurdu.


Bu garip duruma şaşıran Melek soru dolu bakışlarla adama dönmüştü ki odanın kapısı çalındı.


"Birini mi bekliyorduk?" diye sordu Hilal erkek arkadaşına bakarak.


"Cık." diyerek kaşlarını çatan Burak "Buyurun." diye seslendi.


İçeriye, resmi üniformalı iki askerin eşlik ettiği kelepçeli bir adam girmişti.


Kadir Alacalı


Adam içeriye girdiğinde, odada yüksek sesli bir gürültü yankılandı.


Melek'in elindeki kaplar yere düşmüştü.


"Kadir?" dedi kadın büyük bir inanamamazlıkla.


Koltukta oturan Seher, elini kalbinin üzerine götürerek şok içinde mırıldanmıştı.


"Oğlum?" 


Hilal ve Burak da şaşkınlıkla birbirine baktı.


Kadir Alacalı'nın burada ne işi vardı?


Yatakta yatan kızının iyi olduğunu gören Kadir titrek bir nefes aldıktan sonra kelepçeli ellerini askere uzattı.


"Çözer misiniz? Kızıma sarılmak istiyorum."


"Herhangi bir ters hamlenin sonuçları çok ağır olur biliyorsun değil mi?"


"Sizce bu katta kaç yetkili asker vardır? Oradan bakınca o kadar aptal bir adam gibi mi görünüyorum?" diye soran Kadir bakışlarını şok dolu bakışlarla kendisine bakan Melek'e çevirerek devam etmişti.


"Gerçi yaptığım birkaç aptallık oldu."


Ölü olduğuna inandıkları Kadir'i sağ salim karşılarında gören Melek ve Seher gözleri kocaman olmuş bir şekilde askerin kelepçeyi çıkarmasını izlediler.


Kelepçeler çözüldüğünde bileklerini ovuşturan Kadir bakışlarını odada gezdirdi.


"Bilin diye söylüyorum. Şu an yapacağım şey bahsedilen aptallık kategorisine girmiyor. Bunu yapmayı çok uzun zamandır bekliyorum."


Ve odadakiler ne olduğunu anlayamadan Kadir Alacalı, Salih Ege Aslan'ın yakasına yapışarak ona oldukça sert bir kafa attı.


🌙 


Bölüm sonu için sövgüler serbest 🙈😅asdadadss


Böyle ekşınlı yerde bitirmek çok eğlenceli dua edin hep yapmıyorum 🤣


Bölüm nasıldı? Başroller için biraz geçiş bölümüydü. Bombayı sona sakladım ve BOM 💣💥


Gelecek bölüm tahminlerinizi alayım 😎


Bir dahaki bölüm ne zamana gelir meçhul. Sağım solum belli olmaz. Bu bölümün bu kadar geç gelmesinin en büyük nedenini de kelime sayısı açıklıyor bence. Bölüm konuları yetişsin diye ve Kadir gelince bitireceğim diye atamadım bölümü bir türlü 🤧😅


Neysem Efenim kavuşturayım artık sizi.


Hadi Allah'a emanet olun 🌼


B.K.S

19.500


Loading...
0%