Yeni Üyelik
22.
Bölüm

19. Bölüm- Kiler Faresi | Part 1

@yasminiesa

Cama vuran yağmur sesi eşliğinde dosyaları inceleyen Sinan Binbaşı, birkaç güne davanın çözüme kavuşacağından emin bir şekilde elindeki son dosyayı da sehpaya bıraktı. Saate baktığında daha 23.05 olduğunu gören adam, çay demleyip Salih'i çağırmakla adamı odasında yalnız bırakma arasında kısa bir ikileme düştü


İyi olduğunu söyleyen Hilal 3 gün önce herkesi hastaneden kovmuş, çok isterlerse akşam uğramalarının kendisine yeterli olduğunu söylemiş, bunun üzerine de Melek düzenli olarak moda evine gitmeye başlamıştı. Hal böyle olunca günlük rutin kahvaltılar haricinde Salih ve Melek'in birbirlerinin yüzünü gördüğü yoktu.


Bu durum, Salih Ege Aslan'ın odasına kapanarak düşünceler içinde hayattan kopmasına neden oluyordu.


Aslında her şeyi içine atmasa bazı şeyler daha iyi olabilirdi lakin Salih anlatmadığı gibi bir de üstüne 'Eğer istemediğim konuları açarsan ya da onlardan bahsetmeye kalkarsan direkt otelin yolunu tutarım Sinan.' diye adamı tehdit edip elini kolunu bağlamıştı.


Ehh dediğini yapar mıydı? Kesinlikle!


Sonunda çay demlemeye karar veren Sinan, oturduğu koltuktan kalkarak kettle'a çay suyunu koydu ve sehpanın üzerindeki dosyaları toplayarak dolaba kaldırdı. Çaydanlığa çayı koyan adam, kaynayan suyu çayın üzerine dökerken küçüklüğünden kalma alışkanlığıyla Tahiyyat, Fatiha ve İhlas süreleriyle Enbiya Ayetlerini okuyup 'Ya Şafi.' diyerek çayı demledi.


Dileğiyle birlikte çaya aşırı düşkün babalarına takıldıkları bir gün imam olan babaları ikisini de karşısına almış ve 'Çay Evliyalar'ın içeceğidir çocuklar.' diyerek şu menkıbeyi anlatmıştı.


-Ahmed Yesevî Hazretleri, Çin hududundaki Hıtay'a gidiyor. Çok sıcak bir günde yol kenarında dinlenirken, bir köylü, doğum yapmakta olan eşi için dua istiyor. Türkistan'ın Hocası dua ediyor ve doğum sorunsuz kolayca gerçekleşiyor. Bunun üzerine Yesevi Hazretlerine tanımadığı çaydan ikram ediliyor bir kaç bardak. Hoca Yesevi, o zamana kadar hiç görmediği çayı içince rahatlıyor ve harareti gidiyor. Ellerini açıp dua ediyor: "Ya Rabbi bu içeceğe revaç ver. Bizi sevenler içsin, faydalansınlar." Çayın Türkistan'da bilhassa mutasavvıflar arasındaki rağbetini bu duaya bağlarlar. Dervişleri uyanık ve zinde tuttuğu için "Evliya Çorbası" da denir.-


Sonra da hafız olan annesi gülen yüzüyle ekleme yapmıştı.


"Çay sohbettir, hâl hatır sormaktır ve çoğu zaman kaşığın bardaktaki şekerle dansı, anlatmaya nereden başlayacağımızı bilmediğimiz her hüznün fitilini ateşlemektir. Bazen 'Özledim, yüzünü göreyim.' diyemezsin, 'Gel sana çay ısmarlayayım.' dersin. Bazen konuşacak, anlatacak çok şeyin olur, 'Çayı koy, geliyorum' dersin. Bazen de hevesinin ve düşlerinin hesabını 'Üstü kalsın.' diyerek, soğumuş çayına ödersin. Yani söyleyemediğin her şeyin anlamını çaya yüklersin.


Çünkü çay zamanla hem demini, hem de birikmiş söyleyemediklerimizi alır. Ayrıca diğer bazı içecekler bizi kendimizden geçirirken, insan çayda kendini bulmaz mı? Ne çok ihtiyacımız var bir bilseniz, kendimizi bulmaya ve kendimizde olmaya (-Alıntıdır). Bu yüzden de Tahiyyat ile bereketini arttırıp, içene şifa olsun diye de dualarla demlerim ben çocuklar.'


Gerçekten de dikkat ettiğinde annesinin her çay demleyişinde dudaklarının kıpır kıpır olduğunu görmüştü Sinan. Bu durum o kadar hoşuna gitmişti ki kendisi de alışkanlık edinmiş, askeriyede de olsa herhangi bir görevde de olsa ,bazen aşikar bazen gizli, dualarla demlemişti çayını.


Annesiyle babasına son yaşananları anlatması gerektiğini bilen Sinan, ocağın altını açıp demliği ocağa aldıktan sonra düşünceli bir şekilde cam kenarına gitti. Yeğeniyle her karşılaştığında gözlerinin önüne onun ameliyathanenin önünde yaşadığı sinir krizi geliyordu. Burak'ın sözleri yeniden kalbine saplanırken bal gözlerinin kızardığını hissetti.


"Emanetine hakkıyla sahip çıkamadım sanırım ha Dileğim?" diye fısıldayan adam yağan yağmurun yavaş yavaş durulmasını izlerken titrek bir nefes almıştı.


Burak ile hâlâ yüzleşememişti. Burak'ın yanına olanları konuşmak için geldiği gün resmen konuyu dağıtmış ve yaşananlar hakkında herhangi bir yorum yapmamıştı. O gün Burak'taki kaçma genlerinin Yiğit'ten geldiğini düşünen Sinan, kendisinin de Yiğit'ten farksız olduğunu görmüştü. Belki de mesleğin büyük getirilerinden biriydi bu kaçma olayı.


Onlarca zorluğa şahit olmuş, onlarca kayıp yaşamış birisi olarak istemsizce kaçma mekanizması oluşturuyor ve kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Nedeni ne olursa olsun Sinan'ın, Burak ile konuşması gerekiyordu.


Ve ona sımsıkı sarılması...


"Tabii önce ağzını burnunu kırmam lazım." diye mırıldandı Sinan sesindeki yoğun sevgiyle.


Telefonunun çalmasıyla bakışlarını saate çeviren Sinan saatin 23.40 olduğunu gördü.


"Hayırdır inşaallah." diye mırıldanan adam ekrandaki 'Kadavra' yazısını gördüğünde hızla telefonu açmıştı.


"Ne oldu?"


"Küçük fareyi buldum dayı. Kısa süre önce gizlice girdi. Takipteyim şu an."


Aldığı haberle hızla portmantoya giden adam, silahını beline taktıktan sonra montunu giydi.


"Tamam. Sakın kaybetme. Yola çıkıyorum şimdi ben de."


"Ben hiç kaybeder miyim? Kalbim kırıldı bak." diye alayla konuşan Doğu ciddileşerek devam etti.


"Şahit olduğum birkaç görüntü hiç hoşuma gitmedi. Bul onu dayı. Şimdiki konumunu atıyorum sana. Güncellenirse bildiririm. Haberleşiriz."


"Anlaşıldı." diyen Sinan çıkmak üzereyken yeni ,geçici, ev arkadaşına haber vermediğini hatırlayarak yolunu değiştirdi ve Salih'in odasının kapısını çalarak hızla içeriye girdi.


Aniden açılan kapıya şaşıran Salih hazır haldeki Sinan'ı görünce kaşlarını çattı.


"Hayırdır?"


"Acil çıkmam gerekiyor."


"Görev mi? Bizimkiler mi?" diyerek doğrulan Salih'in sesi endişeli çıkmıştı.


"Yok öyle bir şey değil. Dönünce anlatırım. Çay demlemiştim. İstersen iç, içmeyeceksen de ocağı kapat. Çıkıyorum ben."


Sinan çıkmak üzereyken ayaklanan Salih arkadaşının içten içe telaşlı haline baktı.


"Yardımıma ihtiyacın var mı?"


"Zannetmiyorum." diyen Sinan ayakkabılarını giydikten sonra "Hadi kaçtım." diyerek apar topar evden çıktı.


"Bu ne gizem kardeşim." diye kendi kendine söylenen Salih çay içmek üzere mutfağın yolunu tutmuştu.


🦅


Arabaya bindiğinde haber vermesi gerektiğini hisseden Sinan, telefonunu arabanın hoparlörüne bağladıktan sonra onun numaraya tıkladı. Telefon açılır açılmaz yaklaşık 1 aydır bekledikleri haberi hiç bekletmeden verdi.


"Bizim Kiler Faresi tekrardan ortaya çıkmış. Doğu takipte. Haberin olsun."


"Neredesin? Ben de geliyorum."


"Neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz bu yüzden..."


"Evden çıktım bile Sinan. Beni almaya mı geliyorsun, taksiye mi bineyim?"


İç geçiren Sinan bu konuda kadına söz geçiremeyeceğinin farkındalığıyla cevap verdi.


"Geliyorum Sıla, geliyorum."


Arabayı hızla Sıla'nın evine doğru sürmeye başlayan Binbaşı, tüm bu olayların başlangıcını hatırlamıştı.


💫


Yorgun geçen Sakarya yolculuğunun ardından evine varıp duş alan adam bitkin bir şekilde yatağına uzandı. Şu an tek istediği güzelce dinlenmekti.


Sonunda her şey bittiği için mutlu olsa da, Burak'ı düşünen yanı hüzünlüydü.


"Umarım her şey yolunda gider evlat." diye mırıldanan adam Hilal varken olumsuz bir şey olmayacağının bilinciyle telefonunu eline aldı.


Sıla'dan gelen 2 cevapsız aramayı gördüğünde istemsizce gülümsemişti. Kadını ararken içinde hissettiği heyecan, dudaklarındaki gülümsemenin büyümesine neden oldu. Telefon açılır açılmaz mırıldandı.


"Birileri beni özlemiş anlaşılan."


"Yoğun bir Binbaşı olduğunuzdan zatınızı nadiren görüyorum zaten Beyefendi. Pek de yabancı değil bu duygu."


"Size zamanımı daha çok ayırmamı isteseydiniz işi gücü bırakırdım Hanımefendi." dedi Sinan gülen sesiyle.


"Biliyorsun cezvem ve ben her daim bekliyoruz." dedi Sıla da gülümseyerek.


"Elinde cezveyle saldırdığın bir görüntü canlandı gözümde. Size karşı yanlış yapmamam gerekiyor sanırım."


Sinan'ın cümlesiyle Sıla'dan yumuşak bir kahkaha yükseldi.


"İlahi Sinan. Nereden buluyorsun bu lafları? Gören de beni cazgır bir şey sanacak. Ne yaptın, geldin mi İstanbul'a?"


"Yeni vardık. Sevda çağırdı ama eve geçtim. Yoğun bir macera oldu malum."


"Yoğun ama güzel anlaşılan. Sesin mutlu geliyor. Gerçi yaşananlar düşünülünce sen mutlu olmayacaksın da kim olacak?"


"Öyle. Ahh şu an bir şekerli kahveye kesinlikle hayır demezdim."


"Kafedeyim hâlâ. Tek tük müşteri var, onlar da gider şimdi. Aslında sana danışmak istediğim bir şey de vardı. Gel istersen. Şefin Special'inden ısmarlarım bak." diyen Sıla'nın son cümlesinde sesi gülmüştü.


"Gel dedikten sonra, cezbedici herhangi bir ilaveye gerek yok Sıla Hanım. Senin gel demen benim için her daim yeterli."


Adamın söylediğiyle dudaklarında tarifi imkansız bir gülümseme beliren kadın mutlulukla mırıldandı.


"Gel o zaman."


"Geliyorum." dedi Sinan yumuşak bir sesle.


Kısa sürede hazırlanıp kafeye giden adam, son müşterilerini de uğurlayan kadını bir süre uzaktan izledikten sonra kafeye giderek kapıyı açtı.


Kapının üzerindeki zil çaldığında gülen gözleriyle Sinan'a bakan Sıla, gülümseyerek adamın yanına gitti.


"Hoş geldin."


Sıla yanına geldiğinde ona sarılan Sinan muzip bir sesle karşılık verdi.


"Hoş buldum Şekerli Kahvem."


Duyduğu hitapla gülen Sıla sahte bir esefle iç geçirdi.


"45 yaşındaki kadına taktığın lakaba bak. Gören de 20'lik genç zannedecek bizi."


Bu cümle üzerine geriye çekilen Sinan abartılı bir jestle elini kalbinin üzerine koydu.


"Bana yaşlı mı dediniz siz şimdi Sıla Hanımcım? Çok kırıldım bak. O 20'lik yeni yetme hergelelere taş çıkartırım bir kere ben."


Neşeyle gülen Sıla başını iki yana salladı.


"Siz askerlere bu ego askeriyede mi yükleniyor yoksa hepinizin genlerinde mi var Binbaşı?"


"Çok zor bir soru sordun bak. Ben askeri mülakatta bile böylesine zor bir soruyla karşılaşmamıştım." diyerek gülen Sinan tekrardan kadına sarıldıktan sonra derin bir nefes aldı.


"Özledim seni. Annem bir atmaca edasıyla peşimde dolaşıp durduğundan adam akıllı sesini bile duyamadım."


Onun sarılışına karşılık veren Sıla, adamın mızmız bir çocuk gibi çıkan sesini duyduğunda küçük bir kahkaha atmıştı.


"Bence boşuna kaçındın. Anneler anlar. Annen anlamıştır."


Kadını duyan Sinan hafifçe geriye çekilerek parlayan gözlerini aşık olduğu kahvelerle birleştirdi.


"Hmm neyi anlamıştır mesela?" derken kadının yüzüne doğru gelen bir saç tutamını eline almıştı.


Adamın yoğun bakışları karşısında ruhunun kıpır kıpır olduğunu hisseden Sıla sessiz kaldı.


Kadın, 45 yıllık hayatında ilk defa böylesine güzel seviliyordu.


"Mesela... Oğlunun bir kadına gönül verdiğini anlamış olabilir mi? Onu görmek için tüm alışkanlıklarını öteleyip bulduğu her vakitte soluğu onun yanında aldığını da anlamıştır değil mi? Ya da yorgun argın dinlenme niyetiyle girdiği evinden, aşık olduğu kahve gözleri görebilmek için koşarak çıktığını? Onun karşısında gerçekten de 20'lik bir delikanlı olduğunu da anlamıştır. Seni görünce içimin kıpır kıpır olduğunu, kahve kokunu aldığımda nefesimin kesildiğini..." diyen adam kadının sağ elini tutarak yumuşak bir öpücük bıraktı.


"Yaralarını tek tek sarmalayarak gözlerinde barınan o korku ve endişeyi yok etmek istediğimi, seninle bol kahveli bir geleceği düşlediğimi de anlamıştır değil mi?"


Sağ gözünden bir gözyaşı süzülen Sıla huzurla bir nefes aldı.


"Eskiden dünyadaki en şanssız kadın olduğumu düşünürdüm. Şimdi ise açık ara farkla dünyanın en şanslı kadını olduğuma eminim. İyi ki hayatıma girdin Sinan Kor."


"Asıl sen iyi ki hayatıma girdin Sıla Karaman. Aşkın varlığını inkar etmesem de bir gün böyle hissedeceğimi asla düşünemezdim. Hele de bu ihtiyar yaşımda."


Sinan'ın sondaki imalı alaylı cümlesiyle Sıla bir kez daha güldü.


Bu adam, ömrü boyunca göstermeye fırsat bulamadığı gülüşlerini sergilemesine neden oluyordu. Ve bu güzel hissettiriyordu. Çok güzel...


Gözlerini kadının gülüşüne diken adam dilinin ucuna kadar gelen iki kelimeyi 'Seni seviyorum.'u yuttu. Söylediği anda kadının da karşılık vermek isteyeceğini biliyordu.


Veremeyeceğini de bildiği gibi...


Sıla çok yaralıydı. Sinan'ın düşünmek dahi istemeyeceği kadar yaralı... Kadın, Sinan'a eski kocasının ona uyguladığı şiddetten ya da onu aldatmış olduğundan bahsetmemişti ancak adam biliyordu. Sıla da Sinan'ın bildiğini biliyordu.


İlk günlerde gözleri Sıla'ya takılı kalıp durduğu sıralarda Enver 'Haddim değil ancak bilmen gerektiğini düşünüyorum. Sıla hiç kolay bir hayat yaşamadı Sinan. Bizim yanımızdan taşınmadan önce küçük kızı çok geldi bize sığınmaya. O it herif ailesine şiddet uyguluyordu. Sıla -Geri dönebileceğim bir baba evim yok. Gidersem babam almaz beni. Ben kızımı sokaklarda koyamam, bakamam ona. Eğitimim ya da tecrübem yok. Şu sıralar iş dolayısıyla çok stresli Orhan ondan dolayı böyle. Karışmayın lütfen.- diyerek çok karakol kapısından döndürdü bizi. İş bulup taşındıktan sonra gerçekten de dövmeyi bırakmış ama başka türlü pisliklik yapmış bu sefer de. Aldatmış...' diyerek gerçekleri söylemiş ve ekleme yapmıştı.


'Sen onu incitecek son insan bile olamazsın bunu biliyorum kardeşim ama sen yine de bunları bil öyle davran. Sıla gelecekte bana gelip isterse niye bundan bahsettin diye hesap sorabilir ama ben yine de söyleme ihtiyacı hissettim. O benim için kız kardeş gibiydi. O zamanlar, onu dinleyip de elim kolum bağlı bir kenarda durduğum için çok pişman oldum. Bu sefer de öyle bir kenarda durmayacağım... Geçmişini bil, öyle yaralarını sar. Sana emanet.'


Aklında Enver'in sözleri yankılanan Sinan elindeki kadının elini sıktıktan sonra muzip bir sesle konuştu.


"Ee nerede benim şekerli kahvem? Sırf kahveye gelmiştim buraya."


Ona gözlerini kısarak bakan Sıla başını dikleştirdi.


"Hani dedim ya telefonda 'Gören de beni cazgır bir şey sanacak.' diye. An itibariyle fikrim değişti. Bence benden iyi cazgır çıkar. Dur elime cezve alıp geleyim. Bir deneyelim bakalım neler yapabiliyorum."


Sıla'nın kinli sözleri karşısında Sinan gür bir kahkaha attı.


"Şekerli Kahvem oldu mu sana Acılı Telvem?"


"Seni tek cezve paklamayacak anlaşılan. İkinci cezveyi de alayım gitmişken." diyen Sıla ciddi kalmaya çalışsa da başarılı olamamıştı.


"Acılı Telve ne Allah aşkına Sinan?"


"Bizde lakap takma da genetik sanırım. Burak'tan bana geçen türden genetik ama. Alışkanlık işte. Ya da bu da askeriye kod adlarındandır kim bilir. Neden ne olursa olsun uymadı mı?"


"Binbaşı!" diye çıkıştı Sıla gülerek.


"Efendim Şekerli Kahvem?" diyerek sırıtan Sinan'ı gördüğünde neşeyle gülmüştü kadın.


"Gülmekten yanaklarım ağrıdı. Milletin yanında bana böyle hitap etmeyeceksin değil mi?"


"Acılı Telvem diye mi? Yok! Milletin yanında Eli Cezveli Yârim demeyi düşünüyorum."


"Sinan sen aklı başında biriydin. Kim oynadı ayarlarınla?" diyen Sıla dudaklarındaki sırıtışı silemiyordu.


"Sen!" dedi gülen Sinan parmağının ucuyla kadının burnuna hafifçe vurarak.


"Kızamıyorum da. Bakma şöyle." dedi kadın gülerek.


Kendisini liseli aşıklar gibi hissettiren bu adama nasıl kızabilirdi ki?


"Benden imkansızı istiyorsunuz ama Sıla Hanım."


Sinan'ın yumuşak sesini duyan Sıla yaşadığı mutluluğu taa iliklerinde hissetti.


Hayat, geçmişte yaşattığı kötülüklere kefaret olarak karşısındaki adamı göndermiş olmalıydı.


Elindeki eli sıkan kadın, içinde bir yerlerde bu mutluluğu bozmaya çalışan olumsuz sesi öteye ittikten sonra adama baktı. Bu ãnı bozmayı pek istemese de birkaç gündür aklında dönüp duran konuyu açmalıydı.


"Sinan?"


Kadının ciddileşen gözlerine bakan adam kaşlarını hafifçe çattı.


"Efendim?"


"Bir gelsene. Sana bir şey göstermem lazım. Birkaç gündür kafamı kurcalıyor. Sevda'lara da olayı anlamadan bir şey demek istedim. Seni bekledim. Ne yapmalıyım diye."


Kadının bilmece gibi konuşmasından hiçbir şey anlamayan Sinan, Sıla'nın kendisini kasanın yanındaki bilgisayara yönlendirmesine ses çıkarmamıştı.


İkili bilgisayar başına geldiklerinde Sıla geçmiş kamera kayıtlarına girerek kilere ait olduğu belli olan bir ekran görüntüsünü açtı. Ekranın üst köşesindeki tarihten videonun 3 gün önce gece 01.00 sularında çekildiği anlaşılıyordu. Sinan soru dolu gözlerle yanındaki kadına bir bakış atsa da sessiz kalarak videoyu izlemeye başladı.


Kısa süre sonra kilerdeki küçük havalandırma camı açıldı ve içeriye küçük bir karartı girdi. Gördüğü görüntüyle kaşlarını havaya kaldıran Binbaşı 9-10 yaşlarında olduğunu tahmin ettiği küçüğün yalnızca bir ekmek ve bir salatalık alarak çıkmasıyla şaşkın bir mimik yaptı.


"Tek bu değil. Bir tane daha buldum." diyen kadın 1 ay öncesine ait bir kayıt daha açtı. Sinan video başlar başlamaz beden yapısından ve adım şeklinden çocuğun aynı kişi olduğunu anlamıştı. Küçüğün bu kez de yalnızca 1 ekmek ve 1 salatalık aldığını gören Sinan düşüncelerini susturmayı umarak dalgacı bir sesle konuştu.


"Sizin kilere fare dadanmış Sılacığım. Vatana millete hayırlı olsun."


Sinan'ın sesindeki hafif zoraki tınıyı duyan kadın, adamın gördüğü kareyi hafifletme isteğiyle kalkıştığı bu oyuna ayak uydurdu.


"Nur topu gibi bir Kiler Faremiz oldu desene."


Kadının muzip ses tonuyla Sinan ister istemez tebessüm etmişti. Bir süre görüntüleri tekrar tekrar izleyen adam içinde büyüyen hüsranla tahmininin doğru olduğunu gördü.


Küçük farenin 1 ay önceki topallaması kronik rahatsızlıktan değildi.


'Kronik değilse buna neden olacak bir şey yaşamış olmalı. Daha küçücük bu çocuk. Bu şekilde topallamasına neden olacak şeyi düşünmek istemiyorum."


Videoları tekrar tekrar izleyen Sinan'ın yumruk halini alan elini ve git gide kararan ruh halini fark eden Sıla, elini adamın elinin üzerine koyarak sakinleştirmeye çalıştı.


Bu temasla derin bir nefes alan adam kadının elini sıkarken umutsuzca mırıldanmıştı.


"Şu an bu çocuğun düzenli olarak belli başlı kafelere girip hepsinden fark edilmeyecek cüzi bir miktar yiyecek çalarak stok oluşturuyor olmasını diliyorum."


"Bir ekmeğe muhtaç olacak kadar çaresiz ve aç olmasını değil." diye mırıldandı Sıla da berbat bir sesle. 3 gündür boğazından doğru dürüst yemek geçmeyen kadının aklına sık sık bu kısa sahne geliyordu.


Tekrardan kameradaki karaltıya bakan Sıla sessizce sordu.


"Bulacaksın değil mi bu çocuğu Sinan?"


"Bulacağım Sıla'm. Ne olursa olsun bulacağım." diyen adamın sözü kadından ziyade kendineydi.


💫


"Hakkında bir şey biliyor muyuz?" diye sordu Sıla endişeli bir sesle.


Konum onları kafeye yakın derme çatma evlerden oluşan ıssız bir gecekondu mahallesine getirmişti.


"Maalesef hayır. Drone'la takip ediyor Doğukan. Çocuğun bu mahalleye geldiğini söyledi ancak köşedeki ağacın yanında beklemiş. Evi var da ailesinden ayrı mı yaşıyor yoksa başka bir tanıdık mı bilmiyorum."


Binbaşı cümlesini bitirmeden telefonu çalmaya başlamıştı. Arabaya bağlı olan telefonu açtığında Doğukan'ın öfkeyle harmanlanmış telaşlı sesi duyuldu.


"Dayı ileriden sola dönünce gri alçılı ev. Acele et! O it herifi geberteceğim."


Gaza basarak hızlanan Sinan 'Neden? Ne oluyor?'larla vakit kaybetmemişti. Araba, öfkeli adımlarla hızlı hızlı yürüyen bir kadının yanından geçerek sola döndü. Bu sırada arabanın içindeki Sinan da Sıla'yı getirdiğine pişman bir şekilde konuşuyordu.


"Mahalle hiç tekin durmuyor. Ne olduğunu da bilmiyoruz. Arabadan çıkmanı istemiyorum."


"Söz vermeyeceğim Sinan. Dediğin gibi ne olduğunu bilmiyoruz. Çıkmam gerekirse çıkarım ancak çıkmamaya çalışacağım." dedi Sıla sesindeki endişeyle.


Kadının haklı olduğunun bilincindeki Sinan arabayı bahsedilen evden bilerek uzakta bırakıp aceleyle indi. Kapıyı kapatmadan önce Sıla'ya endişeli bir bakış atan adam, hızla bagaj tarafına geçip içindeki beyzbol sopasını alarak kadının yanına geldi.


"Tehlikeli bir durum olursa hiç acımadan karşındakini karnına geçir." diyen asker, kadından aldığı onayla belindeki silahı çıkartıp bahsi geçen eve doğru koşmaya başladı.


Birkaç Saat Önce


Her gök gürültüsüyle yerinde sıçrayan küçük çocuk, saklandığı boş binanın kuytu köşesinde şiddetle yağan yağmurun dinmesini bekliyordu.


Gözyaşları bir kez daha yanaklarını ıslatırken bacaklarını kendine çeken çocuk, küçük kollarıyla titreyen bedenine sarıldı.


Titremesinin nedeninin üstündeki monta, yüzündeki atkıya ve elindeki eldivene rağmen üşümesi olduğunu ya da korku olduğunu iddia edebilirdi ancak ikisi de değildi.


Ruhu üşüyordu çocuğun.


Annesini çok özlemişti Ömer.


Aklına, melek olan annesi geldiğinde bir kez daha hıçkırıklara boğuldu küçük çocuk.


Annesi hayatta olsaydı babasının ona böyle davranmasına asla izin vermezdi. Annesi rüzgar varken bile üşür diye dışarı çıkarmazdı ki onu. Babası ise yağmurun yağacağı bariz belli olmasına rağmen onu yine evden kovmuştu.


10 yaşına yeni basmış çocuk, başını kollarına yaslayarak hıçkırık seslerini susturmaya çalıştı. Binanın içindeki seslere bakılırsa biraz ilerisinde bir grup çocuk vardı ve Ömer'in varlığını hiç hoş karşılamayacaklarını bilmek için müneccim olmaya gerek yoktu.


Ömer'in hayatı 5 ay önce değişmişti. Annesini kaybettiğinde... Büyüyüp 3. sınıf olmanın heyecanını yaşayamadan önce adı gibi ışıldayan annesi Işıl'ı kaybetmiş sonra da çok büyük bir hevesle gittiği okulu elinden alınmıştı.


Annesini elinden alan kötü bir hastalıktı belki ama okulunu elinden alan babasıydı. Öz babası.


O kötü hastalıktan bile daha kötü olan babası...


Baba demeye bin şahit istenen Rıza, kumarbaz pisliğin tekiydi. İyi bir kazancı olan Işıl, Rıza'nın bu kumarbaz yönüyle maalesef çok geç tanışmıştı. Evliliklerinin 7. yılında evlerine onlarca borç harç geldiğinde...


Işıl yaşadığı şokla 5 yaşındaki küçük oğlunu da alıp gitmeye kalktığında Rıza yalvar yakar onu ikna etmiş ve yemin üzerine yeminler vererek bir daha kumara el sürmeyeceğini söylemişti.


Ve tabii ki de sözünü tutmamıştı.


Işıl'ın hastalığına kadar eline geçen en ufak parayı ganyana yatırarak gizlice at yarışları oynayan adam, Işıl kansere yakalandığında alenen kumar masalarına geri dönmüştü.


Kadın çok savaşmıştı kanserle. Oğlunu bu adamın insafına bırakmamak için çok direnmişti ancak geç farkedilen hastalığa yenilmiş ve hayatını kaybetmişti.


Çevresinde en ufak bir akrabası olsa kim olduğunu fark etmeksizin Ömer'i ona teslim ederdi kadın fakat ne anne babası hayattaydı ne de tek akrabası olan, onun gibi genç yaşta aynı hastalıktan ölen, amcası.


Yine de Işıl en kötü senaryolarında bile Rıza'nın böylesine kötü şeyler yapacağını tahmin edemezdi.


Annesinin vefatından sonra kendisine sürekli annesinin son nasihatlarını hatırlatan Ömer çok çok çok üzülse de artık annesinin canı acımadığı için sevinmişti. Özellikle son günlerinde incecik kalan annesi nefes alırken bile acı çekiyordu çünkü.


5 ay önce okuldan geldiği bir gün annesinin gözlerini açmaması üzerine korkarak alt kattaki komşuları Nebahat teyzesine gitmişti.


O gün Ömer'e 'Annen artık yok.' dedikleri gündü.


Bunu kaldıramayan küçük çocuk birkaç gün sonra gelen diğer darbeyle sarsılmıştı. Babası, her yanı annesinin el emeğiyle döşeli evlerini sattığını ve taşınacaklarını söylemişti.


'Belki de böylesi daha iyidir. Yeni eve geçtiğinizde daha çabuk atlatırsınız onun yokluğunu yavrucuğum.' diyerek küçük çocuğu teselli eden Nebahat, Rıza'nın Işıl'ın üzerine olan evi satıp parasını da kumarda yeme niyetinden bihaberdi. Kadın, adamın yeni ev dediği her tarafı dökülen gecekonduyu görseydi eğer, canını verirdi de bırakmazdı küçük çocuğu o şerefsiz adama. Ancak hiçbir zaman bilememişti Rıza'nın niyetini.


Sonraki süreçte annesinin yokluğunda her yer zaten kendisine soğuk geldiği için Küçük Ömer ne döküntü evin camlarından giren soğuğu dert etmişti ne de babasının onunla ilgilenmemesini.


Kendi başının çaresine bakmayı annesi ayağa bile kalkamayacak kadar hasta olduğunda öğrenmişti çocuk. Nerelerde kiminle olduğu bilmediği babası evde hiçbir şey yapmadığından Ömer okuldan geldikten sonra annesiyle kendisine ya yumurta kırar ya makarna yapar ya da hazır çorbalardan bir tane pişirir ve evde günlerce onu yerlerdi. Hiç olmadı ekmek arası salatalık yerler ancak asla aç kalmazlardı.


Bu yüzden de üşümemek için üzerini kat kat giyinip, çat pat yaptığı yemeklerle karnını doyuran çocuk, bu yeni gecekondu hayatına hızla adapte olmuş ve hiçbir şeyi sorun etmemişti.


Taa ki günün birinde 'Baba ben tekrardan okula ne zaman gideceğim?' diye sorana kadar.


Babası öyle bir cevap vermişti ki, Ömer hayatının şokunu yaşamıştı.


'Okul mu? Unut okulu. Bir daha okula falan gitmeyeceksin. Seni şanslı kerata seni.'


Ve işte küçük çocuk o gün anlamıştı.


Annesini kaybettiği günün okula gittiği son gün olduğunu ve bir daha da hayatının asla normal olamayacağını...


İşin en kötü tarafıysa, küçük çocuk ne zaman 'Daha kötüsü olamaz.' dese daha da kötüsünün karşısına çıkıyor olmasıydı.


Annesinin yokluğuyla çok çok yavaş geçen 2 ayın sonunda kazandığı ev parası biten Rıza öfke krizlerine girerek hıncını öz oğlunu döverek çıkarmaya başlamıştı. Ömer'i ise babasının tekmelerinden çok söyledikleri yakıyordu.


'Uğursuzun tekisin sen. Annenin hasta olmasında bile senin payın var seni uğursuz. Bana yükten eziyetten başka bir şey değilsin. Boşuna bir boğaz besliyorum ben senin yüzünden. Sana verdiğim parayı ganyana yatırsam en azından kazanma şansım olur. Sen ise yok yere harcıyorsun o parayı. Senin gibi evladım olduğu için çok şanssızım. Seni birine satmak vardı da dua et evi çekip çeviriyorsun yemek hazırlıyorsun. Yoksa bir saniye barındırmazdım seni bu evde. Ömrümü tüketiyorsun.'


Karnına inen tekmeler arasında Ömer her seferinde 'Ama ben çok bir şey yemiyorum ki. Bir ekmek ve bir salatalık olsun bütün gün hiçbir şey istemiyorum. Sessiz de duruyorum. Üşüdüğümde sobayı yak bile demiyorum. Yine de yük müyüm ki? Hem... Annem beni' Ömrüme ömür katanım.' diye severdi. Adımın anlamının 'Hayat, canlılık yaşama nedeni.' olduğunu söylerdi. İsmim Ömer'ken ömrünü tüketmem ki ben. Tüketir miyim?' diye düşünerek sessiz gözyaşları dökerdi.


Bu aralıklı dövmeler devam ederken babasının aklına annesinden kalan sigorta parası gelmiş ve aldığı paralarla Ömer huzura ermişti.


Taa ki yaklaşık 2 ay önce öz oğlunu akşamın karanlığında evden attığı güne kadar.


Ömer, babasının bu yeni alışkanlığının nasıl hatta tam olarak ne zaman başladığını pek de hatırlamıyordu. Tek bildiği bir gece yarısı babasının onu uykusundan uyandırarak kapının önüne koyduğuydu.


Küçük çocuk, o gün yaşadığı korkuyu asla unutamıyordu. Kolundan tutup kaldırılarak uyanmış ve ne olduğunu anlamaya çalışırken babasının odasındaki kadını görmüştü. Babası korkutucu bir sesle 'Eve girmeye kalkışırsan ya da sesini çıkartıp milleti başıma toplarsan seni öldürene kadar döverim sonra da ananın yanına gömerim.' diyerek onu evden atmıştı.


İnsaflı adam(!) sağ olsun montunu da dışarı atmıştı da küçük çocuk sabaha kadar donmaktan kurtulmuştu.


Ertesi sabah mahalle uyanmadan kadın evden çıkmış ve küçük çocuğun yüzüne bile bakmadan yanından geçip gitmişti. Babası da hiçbir şey olmamış gibi 'Geç içeri kahvaltı hazırla.' diyerek çocuğu eve geri almıştı. Bu olay birkaç kez tekrarlandığında karşı komşu teyzenin dikkatini çekmiş ve bir daha böyle bir saçmalık yaparsa Rıza'yı polise şikayet etmekle tehdit etmişti.


'Bir şey mi yapmışım?' diyen babasının vurdumduymaz sesi hala kulaklarındaydı Ömer'in. Kadın gittiğinde çocuğun omzunu çürütecek kadar sıkan adam(!) o cümleleri söylemişti.


'Eğer bir daha kendini bilmezin biri böyle kapıma dayanırsa seni önüme gelene güzel bir paraya satarım. Ayrıca polis mi? Beni içeri atarlarsa sana ne olur biliyor musun? Yetiştirme yurduna gidersin, her gün seni çalıştırırlar para getirmezsen de döverler, aç bırakırlar seni. Bak ben en azından seni çalıştırmıyorum. Para da almıyorum senden. Babalar gibi yatıyorsun evde valla. Bu devirde kim böyle bedavaya kalırmış bir evde. Bu bedavaya boğazının karşılığını da istediğim vakitte ortadan kaybolarak ödeyeceksin. Sakın ha bir dahakine mahallede kalmayasın. Erken haber ederim toz olursun buradan. Sabah vakti de fırından ekmek alıp gelir kahvaltıyı hazırlarsın. Gören olursa da ekmek almaya çıktım dersin. Olur da birine tek kelime edersen seni yurda veririm. Kalırsın öyle babasız, yersiz, yurtsuz."


O günden sonra Ömer'in ızdırabına yeni bir ızdırap eklenmişti. Babası kumarda kazandığı günlerde onu aramış ve ortadan toz olmasını söylemiş, kaybettiği günlerde ise eve gelmiş ve acısını Ömer'den çıkarmıştı.


Böylelikle kış günü gece vakti sokaklarda sabalayarak korkudan ölmektense, dayak yemeyi tercih etmeye başlamıştı Ömer.


Bu yüzden de babası ne zaman kumar oynamaya gitse o gelene kadar elini açıp yalvarırdı.


'Allah'ım lütfen babam kumarda kaybetsin. Kaybetsin, beni dövse de olur ama evde kalayım ben. Kaybetsin, lütfen lütfen.'


Geçtiğimiz günlerde duası 2 sefer haricinde hep kabul olmuştu.


Bu, kabul olmayan üçüncü seferdi.


"Neden kabul olmadı ki ama? Korkuyorum ben. Keşke bugün de dövseydi beni de atmasaydı evden." diye fısıldadı küçük çocuk çaresiz bir sesle.


Bir süre korkuyla oturan çocuk, yağmurun sesinin azaldığını duyduğunda başını kaldırarak ürkekçe etrafına bakındı.


Yağmurun durması kötüye işaretti. Köhne binada sabahlayan sokak serserilerinin kısa sürede uyumak için buraya doluşacağı anlamına geliyordu.


Birkaç saat önce gök gürlemeye başladığında kendini hiç bilmediği bu binaya atan küçük çocuk, bilmediği yerdense bildiği mekanı tercih ederek hızla terk edilmiş binadan dışarı çıktı.


Sokakta kaldığı diğer 2 gecede güvenle sabaha ulaştığı tanıdık binaya (binanın arka merdiven boşluğuna) gitmek daha iyi bir fikir gibi gelmişti.


Bir süre sokaklarda öylece yürüyen Ömer, gördüğü bir su birikintisinden karşıya geçerken yanlışlıkla içine girmiş ve sonraki birikintilerde de dayanamayarak ya suyun içine ya da yanına atlamaya başlamıştı. Küçük çocuğun kendince başlattığı oyun bir süre sonra meyvesini vermiş, kısa sürede sokakta çocuğun küçük gülüşleri duyulmaya başlamıştı.


Uzun zaman sonra oyun oynayan çocuk, aylar sonra içten bir şekilde gülmüştü.


İşlek bir caddeye gelmesiyle su birikintileri azaldığını fark eden Ömer nerede olduğunu anlamaya çalışarak başını kaldırdı.


Yine o kafeye gelmişti.


Usulca yutkunan küçük çocuk açlığını hissederken "Bunu bir kez daha yapmamalıyım. Ben hırsız değilim ki." diye masumca mırıldanarak geriye döndü. Birkaç adım atmıştı ki yok saydığı açlığının artmasıyla duraksadı.


'Sabaha kadar böyle açlığa dayanamam ki. Evden çıkmadan önce çok çok az çorba içmiştim. Şimdi bir de dışarıda olduğum için uyuyamayacağım. Çok acıkırım.'


Birkaç saniye düşündükten sonra etrafına bakan küçük çocuk kafenin arka tarafına açılan sokağa girdi.


Küçük cam açılmazsa zaten geri dönerdi. Hem parası olunca çok çok çok para verip ekmeklerin ve salataların borcunu ödeyecekti. Çalmıyordu ki o, ödünç alıyordu. Çalmak çok kötü bir şeydi. Annesi öyle demişti. Bu yüzden mutlaka büyüyünce parasını ödeyecekti.


Kilerdeki küçük camın altına gelen çocuk çevresine baktıktan sonra hızla kasaları üst üste koydu ve birkaç ittirmeyle küçük camı açtı. Cam açıldığında dudaklarından istemsizce mutlu bir ses çıkmıştı. Yaptığının doğru olmadığını bilse de aç kalmayacağı için sevinmişti küçük.


Kendini yukarı çekerek camdan kilere giren Ömer, sadece ihtiyacı olan ekmek ve salatalığı aldıktan sonra geldiği yerden dışarıya çıktı.


Buraya ilk gelişi oldukça tesadüfi olmuştu. Bir önceki gün ayağının topallamasına neden olacak kadar şiddetli döven babası arayarak 'Şansım döndü velet. Bugün çok paralar kazandım. Boşalt evi. Unutma ama ha evden uzağa gideceksin. Kimse görmesin seni.' demiş ve Ömer de korkmamak için kalabalık olan bu caddeye gelmişti. Tek başına geç saatte gezdiği için de ona soru dolu gözlerle bakan insanları gördüğünde telaşla ismini çok sevdiği güzel kafenin arka sokağına girmişti.


İşte o gün yarı açık kiler penceresini görmüş ve aynı bu şekilde içeri girip çıkmıştı.


Muhtemelen küçücük camdan bir yetişkin giremeyeceği için camı yarı açık bırakmakta sakınca görmemişlerdi.


'Para ödemeye geldiğimde bu camı söylemem gerek sanırım. Ya kötü biri girerse ve bir tane değil de 2-3 tane çok tane ekmek alırsa? O zaman kilerde çalışan kişiler ekmeksiz kalırlar, çok üzülürler.' diye düşündü Ömer ekmeğine ve salatasına sıkıca sarılırken.


Bir süre yürüyen çocuk sonunda daha öncesinde gittiği boş binayı bulmuş ve gizlice merdiven altındaki yerine saklanmıştı.


Ekmeğinden küçük bir parça koparıp salatasından bir ısırık aldığında dudaklarında mutlu bir gülümseme belirdi. Hevesle ikinci ısırığı da aldığında hızlı davrandığı için boğazına kaçan ekmek parçasıyla istemsizce öksürmeye başladı. Öksürük sesi saklandığı merdiven altında yankılandığında boştaki elini hızla ağzına götürerek nefesini tutmuştu.


Tam bu sırada şu diyaloğa şahit olarak bir yaprak gibi titredi.


"Sen de duydun mu Esad?"


"Duydum abi, bir bakayım."


Usulca yutkunan çocuk, yakalanacağından ödü koparak merdivenin altından çıktı ve nefesinin kesilme pahasına koşmaya başladı.


Küçük Ömer o korkuyla kaçarken, iki ısırık aldığı ekmeğini ve bir ısırık aldığı salatalığını merdivenin altında unutmuştu.


§


Ağacın arkasına saklanan Ömer, akşamın karanlığında korkutucu görünse de ona güvenli görünen yere baktı.


5 aydır yaşadığı mahallesi...


Babası burada olduğunu öğrense dediği gibi onu yurda verebilir hatta döverek öldürebilirdi ama küçük çocuk yaşananlardan o kadar çok korkmuştu ki aklına eve gelmekten başka bir seçenek gelmemişti.


Eğer babası bu kadar uzağa taşınmamış olsaydı eski evinin oraya, Nebahat teyzesine gidebilirdi çocuk. Ancak babası onu hiç bilmediği bu uzaklara getirmişti. Bu yüzden de yabancı insanlara gidip yardım isteyemezdi.


Atkısı gözyaşlarıyla ıslanırken eldivenli eliyle gözyaşlarını silen Ömer titrek bir nefes aldı.


'Annem ağladığımı görürse üzülür. Ağlamamalıyım.'


Küçük çocuk yaslandığı ağaçta yarı uykulu bir şekilde otururken mahallede bir kapının açılma sesi yankılandı. Ardından da hunharca bağırışlar...


"Allah belanı versin. İt herif! Sakın bir daha arama beni. Paran da senin olsun. O paralarında geberip git inşaallah."


Yerinde doğrulan Ömer ne olduğunu anlamaya çalışırken babasının arkadaşının yanağını tutarak öfkeli bir şekilde evden çıktığını gördü. Babası da arkasından türlü hakaretler savuruyordu.


Kadının gittiğini gördüğünde heyecanlanan Ömer çat diye kapanan evinin kapısına doğru koştu.


Babasının arkadaşı gittiğine göre evinde uyuyabilirdi değil mi?


Evinin kapısına vardığında dudaklarında engelleyemediği bir tebessümle kapıyı çalmaya başladı.


"Ne var oro*pu?"


Kapıyı açan babasının yüzündeki ve sesindeki öfke önce dudaklarındaki tebessümü soldurdu sonra da yüreğindeki korkuyla bir adım geriye gitmesine neden oldu.


"Şey... Ben..." diyerek yutkunan Ömer bir adım daha geriye gitti.


Babası o kadar öfkeliydi ki mahallenin başındaki büyük ağacın altında sabahlama fikri, eve girmekten daha iyi bir fikir gibi gelmişti.


"Sen miydin?"


"Be-ben gideyim da-daha sabah olmadı."


Hızla arkasını dönen Ömer, iki adım atmamıştı ki babası şapkasından tutarak onu durdurdu.


"Nereye gidiyorsun seni küçük sıçan?"


Korkudan kalp ritimleri çok hızlı atan Ömer, babasının devamında kurduğu cümleyle şaşırdığını hissetti.


"Gel bakalım. Dışarıda kalma boş yere."


"Gerçekten mi?" diye soran çocuk sevinçle babasına döndü. Adam onu takmayarak içeri girdiğinde Ömer de mutlulukla peşinden girmişti. Eve girer girmez sıcacık hava dalgası onu karşıladı.


Babası neredeyse hiç yakmadığı sobayı arkadaşı için yakmıştı demek ki. Üzerindeki montu çıkarıp babasının bulunduğu oturma odasına girdi. Kurulmuş sofradaki çok lezzetli görünen etleri-tavukları, çeşit çeşit yemekleri ve tatlıları gördüğünden gözleri kocaman oldu.


"Aaa yemek. Hem de bir sürüüü. Ben de yiye... Ah!"


Masadaki kakaolu keke uzandığında elinde bir fiske hisseden çocuk cümlesini tamamlayamamıştı.


"Zıkkım yiyesice seni. Zaten aşırı öfkeliydim, iyi oldu gelmen." diyen Rıza, küçük çocuğu kendisine çevirdiği gibi okkalı bir tokat patlattı.


Hazırlıksız yakalandığı tokatla sert bir şekilde yere düşen çocuk, babasının karnına attığı tekmelerle hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.


'Keşke kendisi de annesiyle birlikte melek olup gitseydi.'


🦅


Elinde silahıyla mahallenin başındaki eve doğru koşan Sinan, yüksek sesli çocuk bağırışını duyduğunda öfkenin tüm bedenine hücum ettiğini hissetti. Eve yaklaştığında kapının önünde duran yaşlıca bir kadının söylendiğini duydu.


"Yetti gari küçücük sabiye yaptığı bu zulümü. Polisi arayacağım."


Camda duran daha genç bir kadın bu cümleye olumsuz bir şekilde yanıt verdi.


"Arasan ne olacak nine? Babası diyecekler iki güne salacakl..."


Camdaki kadın kendilerine doğru koşan adamın elindeki silahı gördüğünde korkuyla susmuştu.


"ARA POLİSİ!" diye bağıran Sinan kapının önüne geldiğinde tek bir tekmeyle kapıyı kırarken kendi kendine ekleme yapmıştı.


"Ara polisi yoksa o pi*i öldürmeme kimse engel olamaz."


İçeri girdiğinde askeri hiç istemese de tahmin ettiği manzara karşılamıştı.


Rıza, paldır küldür evine dalan bu adama çıkışmak için dönmüştü ki adamın elindeki silahı görerek sus pus oldu.


Bu sırada Sinan, ağzı burnu kan içinde yerde yatan çocuğun 'Beni kurtar.' dercesine yalvaran yeşil gözlerini görmüş ve sarsıldığını hissetmişti. O yeşillerdeki çaresizlik aklına yeğenini getirirken buz gibi bakışlarını Rıza'ya çeviren adam ölümcül bir sesle konuştu.


"O*ospu çocuğu. Seni mahvedeceğim."


Sinan'ın ürkütücü sesini duyduğunda bir adım geriye çekilen Rıza, adamın elindeki silahı beline koymasıyla birlikte rahatlamak yerine gerildiğini hissetti.


"Se-sen kimsin?" derken iki adım daha geriye gitmişti.


"Azrail'in say." diye tıslayan Sinan sağ yumruğunu olanca gücüyle adamın gözüne geçirdi. Bu darbeyle sırtı duvarla buluşan adam karnına yediği dizle inleyerek yere düşmüştü.


Sinan yere düşen adamın karnına sertçe tekmeler atmaya başlarken, Ömer de babası olacak caniden ve tanımadığı bu yabancı adamdan uzaklaşma isteğiyle zorlukla yerden kalktı ve karnındaki/bedenindeki acıya rağmen dışarı çıkarak koşmaya başladı.


Küçük çocuk o kadar korkmuştu ki ne kış günü yalın ayak montsuz bir şekilde dışarı çıktığının farkındaydı ne de kendisine seslenen komşularının.


Tek istediği o kötü babasından uzaklaşmaktı.


Tek istediği annesine sarılıp onun sıcak kucağında hıçkıra hıçkıra ağlamak ve o saçını okşarken huzurla uyumaktı.


Ömer bu düşünceler içinde koşarken/kaçarken, arabada oturan Sıla bulunduğu yere doğru çıplak ayak koşan çocuğu fark ederek alelacele arabadan indi.


İsmini bilmediği çocuğa "Hey!" diye seslense de tüm dünyayla bağını kesen küçük diğerleri gibi onu da duymamıştı.


Sağa dönen çocuğun peşinden fırlayan Sıla kısa sürede onu yakalayarak önüne geçti.


Karanlık sokakta önüne geçen karartıyla duran Ömer karşısındaki kişinin yüzünü seçemezken, üstündeki montu çıkaran Sıla çocuğu ürkütmeye korkarak onunla aynı hizaya indi. Sokak lambasının ışığında çocuğun yüzündeki yaralara çok kısa bir bakış atan kadın, içi cız ederken montunu titreyen çocuğun omuzlarına koydu.


Bu nazik hareket artık açlığın, uykusuzluğun ve yoğun acının sınırında olan küçük Ömer'in umutlu bir sesle mırıldanmasına neden olmuştu.


"Anne? Sen misin?"


Çocuğun masum bir şekilde sorduğu soruyla gözlerinden yaşlar akmaya başlayan Sıla, tir tir titreyen küçük çocuğu kendisine çekerek yumuşak hareketlerle sarıldı.


Gördüğü bu şefkat, Ömer'in hıçkıra hıçkıra ağlamasına neden olurken şiddetin yarasının nasıl can yaktığını herkesten daha iyi bilen Sıla da onun hıçkırlarına aynı hıçkırıklarla karşılık vermişti.


🦅


Elinin altındaki baygın adamı öldürme dürtüsüne yenilmemek için büyük bir savaş veren asker, sakinleşme dileğiyle derin nefesler alıp verirken geri çekildi.


Bu o*ospu çocuğunun hak ettiği cezayı en güzel şekliyle alması için her şeyi yapacak olan Sinan, bulduğu iple baygın itin kolunu koltuğun kenarına bağlarken öfkeyle söyleniyordu.


"Ne yaptın tam bilmiyorum ama kesin p*çin tekisindir. Senin gibilerini gebertip ibreti alem olsun diye darağacında sallandırmak vardı ama..."


Bu gereksizle çok vakit kaybettiğinin bilincinde olan asker onu orada bırakarak dışarı çıktı. Yaşlı kadının yanında bulmayı beklediği çocuğun orada olmadığını gördüğünde telaşla kadının yanına gitti.


"Çocuk nerede?"


"Koştu gitti bir anda, çok seslendim ama durmadı. Yetişemedim ben de."


"Ahh gerçekten mi?" diyen Sinan sinirlerine hakim olmaya çalışarak kadının gösterdiği yere yönelmişti ki camdaki kadın konuştu.


"Endişe etmeyin. Sanırım sizin olan, şu sokağın başındaki arabadan bir kadın indi Ömer'in peşinden gitti... Bu arada siz kimsiniz?"


Kadına cevap vermeyen Sinan sokağa giren ekip otosunu görerek o tarafa yöneldi. Polisler atandan inerken yetkili polise askeri kimliğini gösterdi. Polis memuru kimlikteki Binbaşı rütbesini gördüğünde afallayarak selam vermişti.


"Binbaşım?"


"Bırakalım şimdi formaliteyi. İçeride bir it var. Çocuğunu öldüresiye döverken yakaladım. Alın onu Merkez Karakola götürün. Ben onları bilgilendireceğim, teslim edersiniz.


"Anlaşıldı Binbaşım. Çocuk nerede?"


Polisin sorusu üzerine hissetmiş gibi Sıla kucağındaki çocukla mahallenin başında göründü.


"Çocuk benimle. Kontrole hastaneye götüreceğim."


"Eşliğe gerek var mı?" diyen polis yanındaki yardımcısını gösterirken Sinan başını iki yana salladı.


Eşliğe gerek yoktu. Sabaha kadar ne Sıla çocuğun yanından ayrılırdı ne de kendisi...


Sıla'nın yanına gitmek için birkaç adım atan asker, aklına gelen şeyle geriye dönerek eve girmek için hareketlenen polislere seslendi.


"Ha bu arada Beyler!"


Duraksayan polisler Binbaşına döndüğünde Sinan gözlerindeki alevlerle konuştu.


"İçerisi biraz(!) dağınık ve o it de takılıp merdivenlerden düştü(!). Herhangi bir şey soran olursa 'Kartal ile konuşacakmışsınız.' dersiniz. Hastaneye falan değil direkt karakola götürün."


"Anlaşıldı Binbaşım."


Olay mahallini polislere emanet eden Sinan, Sıla'ya doğru yürürken yanına yaklaştığı kadının telaşını hissederek koşar adımlarla kadının yanına vardı.


İlk farkettiği Sıla'nın gözlerindeki yaşlar, ikinci fark ettiyse gözleri kapalı olan çocuğun perişan haliydi.


"Bayıldı." diye mırıldandı Sıla yanına gelen bal gözlü adama. Sesi çatlak çıkmıştı.


Elini hızla çocuğun nabzına koyan Sinan, kalp atışlarını düzenli olduğunu fark ettiğinde derin bir nefes aldı.


"Korkudan ve bitkinlikten büyük ihtimal ama hemen hastaneye gidiyoruz."


Çocuğu kadının kucağından alan Sinan, Sıla'nın bedeninin titrediğini fark etmişti.


Keşke bu titreme çocuğa montunu verdiği için soğuktan olsaydı ama Sinan öyle olmadığını biliyordu.


"İyi olacak...sınız." diye mırıldandı Sinan başını omzuna yasladığı çocuğun sırtına şefkatle destek verirken.


Kendisini de kapsayan cümle karşısında titrek bir nefes alan Sıla, şefkat dolu bal gözlere bakarken başını aşağı yukarı sallayarak fısıldadı.


"İyi olacağız."


Arabanın yanına geldiklerinde Sıla hızla arka koltuğa oturmuş, Sinan da dikkatli bir şekilde çocuğun başını kadının kucağına koyarak çocuğu arka koltuğa yatırmıştı. Arabayı çalıştırdığı gibi klimayı sonuna kadar açan adam, yol boyu sık sık dikiz aynasından arkadaki ikiliye bakmıştı.


Bedenindeki yaralara rağmen düzenli nefesler alan çocuğa ve gözlerindeki yaşlarla onun saçlarını şefkatle okşayan kadına...


Sıla'nın hiç tanımadığı bir çocuğa karşı gösterdiği sevgi ve şefkat, Sinan'ın ona bir kez daha aşık olmasına neden olurken adam yumuşak bir sesle konuştu.


"Adı Ömer'miş."


Duyduğu cümleyle başını kaldıran Sıla, dikiz aynasından kendisini izleyen adamın yoğun bal gözlerine bakarken dakikalar sonra ilk defa tebessüm etmişti.


"Ömer... Çok güzel bir ismi varmış."


Bakışlarını önce kadının dudaklarındaki tebessümde sonra da kucağındaki çocukta gezdiren Sinan sevgiyle mırıldandı.


"Bence de."


🦅


"Herhangi bir kırık, çıkık yok dayı. Çok yorgun düşmüş küçük bedemi bu yüzden de küçük bir serum taktık, birazdan biter. Aç kaldı büyük ihtimal. Üstüne yediği soğuk, darp olay ve korku... Tüm bu stresten bayıldığını düşünüyorum. Yine de kendine geldiğinde tam taramalı bir kontrole alırsak içimiz daha rahat edecektir. Kırığı yok ancak özellikle kaburgalarıyla karın bölgesinde aşırı miktarda et ezilmesi ve et ezilmesine bağlı olarak morarma oluşmuş. Hastaneye geldiğinde bedeni mosmordu ve buz tedavisiye büyük miktarda rahatlattık bedenini. Darbelerin şiddeti çok aşırıymış dayı. Eğer sen yetişmeseydin bu olayın sonu çok ciddi kırıklar, iç kanama hatta..." diyen Ediz, Sıla'nın gittikçe solan yüzünü gördüğünde cümlesini yarıda kesip olumlu bir sesle devam etti.


"Neyse kötü ihtimalleri değerlendirmeye gerek yok. Şu an iyi, biz ona bakalım."


"Değerlendirelim Ediz değerlendirelim. Ulaş'la konuş dava kime verilmiş öğren ve az önce bahsettiğin aşırılığı bildiren bir rapor hazırla. Davanın yalnızca darp ile kapanmasına asla izin vermeyeceğim. O it, cinayete teşebbüsten yargılanacak."


"Tamamdır dayı. Ben raporu hazırlayıp Ulaş'a veririm. Gerekirse davayı yürüten kişiyle de irtibata geçerim. Bu işin peşini bırakmam." diyen Ediz yanına gelen hemşireyle ona döndü.


"Hocam serumu taktık, uyuyor şu an. Gece burada mı kalacak yoksa gidecek mi? Eğer gidilecekse yeni kıyafete ihtiyacı olacak. Eski kıyafetleri giyilemeyecek kadar kötü durumda, bilginiz olsun."


"Sabah da gitse her türlü kıyafet lazım. Karşıdaki market 7/24 açıktı değil mi Ediz? Giyim bölümü var mıydı?"


"Var Sıla teyze. Bu civarda birkaç hastane olduğundan birkaç yıl önce 7/24 düzenine geçip, satış ürünlerinin yelpazesini de genişlettiler."


"O zaman ben..." diyen Sıla, Sinan'a döndü.


"Sen kıyafetleri al canım. Ben de bizim çocuklarla konuşup olayın aslını astarını tam anlamıyla öğreneyim. Bu sırada da bizim Küçük Fare'nin serumu biter sanırım."


Küçük Fare hitabıyla dudaklarında hafif bir tebessüm beliren Sıla başını aşağı yukarı salladı.


"Hemen geleceğim."


Sıla uzaklaşırken Sinan bakışlarını Ediz'e çevirdi ve ciddi bakışlarla sordu.


"Gerçekten iyi değil mi? Darp haricinde herhangi bir... İstismar tespit edildi mi?"


"Yok dayı sadece darp. Önceden oluştuğu beli olan izlere de rastladık fakat darp harici herhangi bir kötü bulgu yok için rahat olsun. Yaşıtlarına göre daha zayıf olsa da bir şekilde kendine bakmış bence. Normalde bu tür vakalarda çocuklar kemikleri sayılacak durumda olur ama Ömer'de buna rastlamadım. Ha tabii bu durum şiddetin başlangıç zamanına göre değişiklik gösteriyor orası ayrı."


"Yok yok haklısın. O küçük kesinlikle kendine bakmasını biliyor." diyen Sinan gözlerinin önünde canlanan kilere giren çocuk görüntüsüyle hafifçe gülmüştü.


"Ne yapacaksınız şu an dayı?"


"Sabaha kadar kalalım, uykusunu alsın çocuk. Hem durumu öğrenmem de lazım. Sonraki sürece sabah karar veririz. Sabah ola hayrola."


"O zaman serumu bitince odaya aldırıyorum ben."


"Tamamdır." diyen Sinan aklına gelenle Ediz'i durdurdu.


"Ediz tenha bir koridorda bulunan bir odanız var mı?"


Bu isteğe pek bir anlam veremeyen Ediz başını aşağı salladı.


"Hastanenin arka cephesinde var bir tane. Genelde personel misafiri falan kalıyor ancak şu an boş diye biliyorum. Boşsa alayım mı?"


"Çok iyi olur evlat. Teşekkür ederim." diyen adamla birlikte vedalaşan Ediz gitmişti.


Onun gitmesiyle birlikte cebinden telefonunu çıkartan Sinan, bakışları Sıla'nın zorla pansuman yaptırdığı elinde takılı kaldığında derin bir nefes aldı.


Çevrenin tenha olmasını Sıla için istemişti adam. Bu şiddet olayı kadını çok kötü etkilemiş, geçmişini hatırlatmıştı. Sinan'ın bunu anlaması için acı dolu hüzne bürünen kızarmış kahverengi gözlere birkaç saniye bakması yetiyordu.


Salih'ten gelen cevapsız çağrıları gördüğünde ona kısa bir durum mesajı atan Sinan, neler olduğunu konuşmak için Doğukan'ı yanına çağırmış, peşine de Ulaş'ı arayarak karşılıklı bilgi alışverişine başlamıştı.


🦅


Sessizce kapıyı açan kadın, yatakta yatan yara bere içindeki çocuğu gördüğünde nefesinin kesildiğini hissetti. Kaşı patlayan çocuğun sol gözü mor, yanağı da hafif şişti. Titrek bir nefes alan Sıla, elindeki poşetleri koltuğun üzerine koyduktan sonra ürkek adımlarla çocuğa doğru yaklaştı.


Yakından, uzakta olduğundan daha kötü görünüyordu.


Geçmişte aldığı darbelerin etkisi yüzünde görünüyordu. Çenesinde soluk bir çürük var, boynunda ise pembeye çalmış bir kızarıklık duruyordu.


Kahverengi gözlerinden peşi sıra yaşlar akan Sıla, yüzeyde gördüğü darbeler böyleyse kıyafetlerinin altındakiler nasıldır diye düşündü. Bu düşünce ruhunu daraltmış, dudaklarının arasından bir hıçkırık kaçmasına neden olmuştu.


Yatakta olanca masumluğuyla uyuyan çocuğa elini uzatan Sıla uyanırsa diye dokunmaya korkarak geri çekildi.


"Ah be küçük. Sen böyle bir muameleyi asla haketmemiştin." diye fısıldayan kadın geçmişinin darbeleri ruhuna çarparken ayağa kalktı ve kelimenin tam anlamıyla kaçarcasına odadan çıktı.


Koridorun boş olduğunu görmesiyle yüzündeki yaşları silmeyen Sıla, az ilerisindeki cama doğru giderek gözlerini kapattı. Kesik kesik nefesler alan kadın, hıçkırıklara boğulmamak için dudağını ısırıyordu.


"Sıla'm..."


Sinan'ın yumuşak sesini duyduğunda tutmaya çabaladığı hıçkırık dudaklarının arasından fırlayan Sıla, aciz bir şekilde arkasında duran adama döndü.


Sevdiği kadının kıpkırmızı gözlerini gören Sinan onun bu hale gelmesine sebep olduğu için eski kocası Orhan Latin'i de, Ömer'in babası olacak Rıza itini de öldürmek istedi.


"Çok canı yanmıştır." diye fısıldadı kadın acı dolu bir sesle.


Dudaklarında buruk bir tebessüm beliren Sinan, Sıla'nın yanına gelerek kollarını iki yana açtı.


Bu hayatta kendisini asla incitmeyeceğini bildiği adamın kollarına sığınan Sıla, Sinan'ın saçlarını okşamaya başladığını hissettiğinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.


Bir süre sonra hıçkırıkları durulsa da gözyaşları akmaya devam eden kadın çatallı bir sesle mırıldandı.


"Ya ben kilerdeki çamurlu ayak izlerini fark etmeyip kameralara bakmasaydım? Ya bugün onu bulamasaydın? O zaman... O zaman..."


"Şşşt. Sen fark ettin Sıla'm. Sen kameralara baktın ve senin sayende onu bulup kurtardık. Biraz geç kalsak da... Ömer'i kurtardık."


"Kollarımın arasında tir tir titriyordu Sinan. O kadar kork-korkmuştu ki..." diyen kadın acıyla inleyerek devam etti.


"Aslı da böyleydi. Kollarımın arasında tir tir titrerdi ve ben hiçbir şey yapamazdım. Ben buna nasıl izin vermişim? Ben buna nasıl izin verdim?"


Sıla'nın kendinden nefret edercesine kurduğu suçlayıcı cümleler karşısında geriye çekilen Sinan ciddiyetle ona baktı.


"Senin suçun değildi."


"Nasıl değildi? Ondan boşanmalıydı..."


"Sonra? Şu an karşımda duran kadın böyle bir şeye asla izin vermezdi. Bugün ben olmasam o itin karşısında kendin durup Ömer'i kurtarırdın sen Sıla. Ama o zamanlardaki kadın kendinde bu gücü bulamazdı, bulamamıştı."


"Bulmalıydım! Ben nasıl bir anneyim? Kızım için o adama bir dur demeliydim."


"Yapmadın mı? Kaç kez kızına siper oldun Sıla'm? Söylesene." dedi adam yumuşak bir sesle.


Sinan'ın cümlesiyle titrek bir nefes alan kadın gözlerini kaçırdı. Onun bu halini gören adam kahır dolu sesiyle konuşmaya başladı.


"Maalesef tahmin edebiliyorum. Hem tahmin hem de bu mesleğin getirisi olan tecrübe. Nasıl bir cehennem yaşadığını, her... Her darbede kendini suçladığını, sanki yanlış bir şey yapan senmişsin gibi hissettiğini, o itin ruhunu/benliğini ne denli ezdiğini, seni nasıl çaresiz bırakıp manipüle ettiğini biliyorum."


Sinan'ın cümleleri Sıla'nın gözlerindeki yaşları hızlandırmıştı. Şefkatli hareketlerle sevdiğinin gözlerindeki yaşları silen adam kızarık kahvelere baktı.


"Geçmiş kararlarını, şu zamanki kendine göre değerlendiremezsin Sıla. O zamanın şartları ile şu zamanın şartları da, o zamanki kendin ile şimdiki sen de bir değilsin. Evet o zamanlar bu kararı verseydin hem kendin hem de kızın açısından birçok şey daha kolay olacaktı doğru. Ama bu kararı almaya cesaret edemedi diye geçmişteki kendini suçlayamazsın. Çünkü o kadının o zamanlar öyle davranmasının sebebi de yine 4-5 yaşlarındaki küçük kızını korumaktı. Bunu unutma! Bunun yanlış bir koruma olduğunu söyleyerek o kadını suçlamaya ne benim ne bir başkasının ne de şimdiki senin hakkı var. Kendine bunu yapmanı istemiyorum. Hele de o olayda en çok yarayı sen almışken."


Son cümleyi duyan kadın başını iki yana salladı.


"Aslı kadar değil. Kızım o küçük yaşında öyle bir muameleyi hak etmiyordu."


Geçmişinde yaptığı hatanın, o adamdan boşanmamasının, pişmanlığı yaşayan Sıla utançla gözlerini yer dikti. Bunu gören Sinan iki parmağıyla nazikçe kadının çenesini yukarı kaldırdı ve hüzne boğulmuş bal gözlerini kızarık kahvelerle buluşturdu.


"Ben sevdiğini koruyamamın nasıl hissettirdiğini çok iyi biliyorum Sıla. O yaranın kalbine nasıl kazındığını çok iyi biliyorum. Bu yüzden sen daha çok yara aldın. Lütfen olanları hiç yaşamamış gibi yapma. Lütfen benden yaralarını/geçmişini gizleme. Bunu istemiyorum. Benden kaçınmanı, utançla gözlerini kaçırmanı, geçmişte acı çekmemiş gibi yapmanı istemiyorum. Bana sonsuz güvendiğin halde tetikte kalmana neden olan o içindeki sesi de saklamanı istemiyorum. Karşımda tüm yalınlığınla durmanı istiyorum ben Sıla'm. Nasıl ki o gün kafeye geldiğimde beni ve geçmişimi sarmaladıysan, benim de seni ve geçmişini sarmalamama izin vermeni istiyorum."


Adamın bal gözlerindeki sonsuz sevgiye ve anlayışa bakan Sıla başını aşağı yukarı salladı.


"Haklısın. İstediğini yapacağım. Hayatımın yeni sayfasını en güzel şekliyle eksiksiz doldurmak istiyorum." dedi kadın gözündeki son yaşları da silerken.


"O zaman işe geçmişte en doğru kararı verdiğini düşünen o kadını suçlamayı bırakıp, onu affederek başlayabilirsin. İnan bana o da böyle bir muameleyi hak etmiyor. Hiç hak etmiyor hem de."


İncitmeye korkarak tüm yalınlığıyla kendisini izleyen bal gözlere baktı Sıla. Şu zamana kadar geçmişi hakkında tek kelime etmemiş olmasına rağmen birkaç bilgi ve tahminlerle kendisini anlayan ve her zaman teselli eden bu güzel kalpli adama.


En başından beri cesurca davranan, kendisinden hiçbir duygusunu saklamayan, dünyadaki en önemli kadınmış gibi hissetmesine neden olan, hiç tanımadığı bir çocuk için seferber olup o çocuğu sonsuz şefkatiyle sarmalayan bu adama...


Kollarında durduğu Sinan kendisinin sessiz bakışlarına her zamanki gibi içten tebessümüyle karşılık verirken ona sahip olduğu için ne kadar şanslı olduğunu düşündü Sıla. Tanıştıklarından bu yana ilk kez, tüm kalbiyle, içindeki küçük karanlık olmadan bakıyordu o bal gözlere.


Ne de güzel bakıyordu o bal gözler.


Ne de güzel seviyordu onu karşısındaki bu yüreği güzel adam.


'Ben de...' diye düşündü Sıla. 'Ben de onu seviyorum. Korkmadan, bana asla zarar vermeyeceğini bilerek, tüm benliğimle.'


Bu sansürsüz düşünceyle kadının dudaklarında tarifi imkansız bir gülümseme belirdi. O iki kelimeyi söylemek için kendisinin hazır olmasını bekleyen adam, artık tereddüt etmeden ona karşılık vereceğini bilmeliydi. Seni seviyorum demek için dudaklarını aralamıştı ki Ömer'in yattığı odadan büyük bir gürültü koptu.


İkili hızla birbirinden ayrılırken elini silahına götüren Sinan, Sıla'ya baktı.


"Burada kal!"


Kadın, bilinmezliğin hissettirdiği korkuyla başını sallarken Sinan hızla odaya girdi.


Boş odaya...


"Lanet olsun!"


Ses, açık camdan esen kuvvetli rüzgarın masanın üzerindeki vazoyu düşürmesiyle oluşmuştu. Yerdeki hastane önlüğüne bakan Sinan, hızla gardıroba gitti.


Küçük bir umut... Belki de dolaba saklanmıştır.


Açık camın ters köşe olmasını deliler gibi istese de Sinan'ı boş bir dolap karşılamıştı.


Sinan'ın sessizliği karşısında kapının yanına gelen Sıla "Ne oldu?" diye sordu. Odaya göz attığında korkuyla içeri girdi.


"Ömer nerede?"


Sıla, getirdiği kıyafet poşetinin boş bir şekilde kanepenin üzerinde durduğunu gördüğünde sorusuna kendi cevap verdi.


"Kaçmış mı?"


"Bulacağım. Burada kal, hiç sanmıyorum ama belki geri gelir."


"Mont bulamamıştım Sinan. Bu yüzden ince bir ceket almak zorunda kaldım. Hava soğuk, üşür dışarıda. Hemen bul onu."


Sıla'nın endişeli sesi karşısında onu teselli etme niyetiyle kadının sağ elini tutan adam elindeki eli sıkarak başını salladı.


"Bulacağım. Bulunca haber veririm. Burada bekle camın önünde dur ama camı kapat. Hava soğuk."


Bunu diyen asker, kadın ne olduğunu anlamadan cama doğru gitti ve aşağı atladı. Çocuğun kaçma ihtimali hiç aklına gelmemişti. Gelseydi asla zemin kattan ayarlatmazdı odayı.


Koşarak ağaçları geçip açıklık alana çıkan asker, telefonunu çıkararak Doğukan'ı aradı.


"Ömer kaçtı Doğu. Odanın camından atlamış."


"Kameralara bakıyorum hemen." diyen Kadavra 10 saniye sonra konuştu.


"Kaçtığında ikinci otoparkın o tarafa doğru koşmuş dayı. Şu anki konumunu arıyorum. Sen otopark tarafına yönel."


"Tamamdır." diyen Sinan üzerindeki monta rağmen soğuk havanın keskinliğini hissederken zaten bitkin olan küçük çocuğun nasıl üşüdüğünü düşünmek dahi istemeyerek adımlarını hızlandırdı.


Kısa süre sonra telefondaki Doğu'nun sesini duymuştu.


"Buldum onu. Ana caddeye gidiyor. Saat geç ama geçen arabalar var ve çok hızlılar dayı. Yaya geçidi yok caddede, üst geçiti de esgeçmiş. Karşıya geçmeye kalkarsa... Acele et dayı. Başına bir şey gelmesin."


Doğukan'ı sözleriyle koşmaya başlayan adamın aklında yalnızca çaresiz bakan yeşil gözler vardı.


Gözlerinden dolayı küçük yeğeniyle bağdaştırdığı bu çocuğa bir şey olursa, Sinan asla toparlanamazdı.


Caddeye vardığında arabaları gözleyen sarı ceketli çocuğu gördü. Seslenirse kaçacağını hatta anlık boşlukla yola atlayacağını bildiği için sessizce, çocuğa görünmeden koşmaya başladı.


Ömer'in yanına varmak üzereydi ki onu fark eden çocuk bir anda yola fırladı.


"Hayır. Kahretsin!"


20 Dakika Önce


Gözlerini hastane odasında açan Ömer, bir süre korkuyla nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Üstündeki hastane önlüğünü gördüğünde hastanede olduğunu anlayan çocuk, yaşananları hatırlayarak hızla doğruldu.


"AHH!"


Bu ani hareketi yediği tekmeler yüzünden mahvolan bedeninde büyük bir acıya sebep olmuştu.


Hızlı hızlı nefesler alan küçük, kendi kendine durum değerlendirmesi yaptı.


'O adam her kimse polise haber vermiştir. E polis geldiyse ve babamı götürdüyse o zaman beni yurda mı gönderecekler?'


"Ben yurda gitmek istemiyorum." diye fısıldadı çocuk ağlamaklı bir sesle.


Babasının dediği gibi ona çok kötü davranacakları yere gidemezdi. Daha babasından yeni kurtulmuştu.


'Ben en iyisi eve gideyim. Hem babam da yok rahat ederim. Ben kendime bakabiliyorum ki. Polis abiler gelirse derim onlara. Ben hiç aç kalmam, uslu da çocuğum diye. Bulaşık da yıkıyorum, çamaşır makinesini çalıştırmayı da biliyorum. Ütü yapamıyorum ama olsun çok da önemli değil. Ütüsüz giyerim temiz olsun yeter.' diye düşünen çocuk başını aşağı yukarı salladı.


"Evet evet. Öyle yapayım."


Her yeri ağrırken yataktan zorlukla inen çocuğun gözleri kanepenin üzerinde gördüğü kıyafetlerle büyüdü.


Ama bunlar çok güzeldi! Ve yepyeni.


En son annesi çok hasta olmadan 4 ay önce yeni kıyafet almıştı ona. Sonra ayağa bile kalkamadığı için ona kıyafet alamamıştı.


Sessizce üstündeki önlüğü çıkartan çocuk bedenindeki koyu koyu morlukları gördüğünde içli bir şekilde nefes aldı. Elini morluğa götürüp bastıran küçük hissettiği acıyla gözlerini kapatmıştı.


Bu sefer gerçekten çok kötü uf olmuştu.


Yüzünden akan yaşları elinin tersiyle silen Ömer oturup ağlama lüksünü olmadığının bilinciyle kıyafetlerini giymeye başladı. Bu sırada birkaç kez acıyan vücudu yüzünden çığlık atmak üzereyken zar zor eliyle ağzını kapatmıştı.


Eğer uyandığını öğrenirlerse onu yurda götürürlerdi.


Gözlerine yaşlar dolan küçük çocuk, ağlamamak için gözlerini kırpıştırdıktan sonra bembeyaz olan yeni ayakkabıları gördü. O kadar güzellerdi ki yararlı vücudunu unutarak sırıtmıştı.


Eski ayakkabısı artık çorabını ıslatmaya başlamışken gelen bu yeni ayakkabıyı çok çok sevmişti.


Yepyeni kıyafetler içinde olmanın mutluluğuyla kapıya giden çocuk, iki kişinin konuştuğunu duyarak durdu.


'Sanırım oradan çıkarmayacağım. Ne yapacağım?'


Odadaki camı gördüğünde oraya yönelen Ömer, biraz zorlanarak camı açtıktan sonra dışarıya baktı.


Zemin kattaydı.


"Yaşasın!" diye sevinen çocuk ses çıkardığı için hızla ellerini ağzına kapattı. Odaya kimsenin girmediğini duyduğunda derin bir nefes alan Ömer birkaç denemeden sonra cama çıkmış ve aşağıya atlamıştı.


"AAAAHHH!"


Bu sefer elini ağzına götüremeyecek kadar kötü durumdaydı Ömer. Karnının oralar çok acıdığından biraz çimenlerin üzerinde yattı.


Çimenlerde yatmak hep hoşuna giderdi çocuğun. Belki de gözleri de çimenler gibi yeşil olduğu içindi ama böyle yuvarlanmak çoook eğlenceli gelirdi ona.


Biraz daha yatarsa kendisini yurtta bulacağını bilen çocuk, bedeninde hissettiği acının babasının vuruşlarından daha kötü olmadığını düşünerek yerden kalktı ve nereye bile gittiğini bilmeden koşmaya başladı.


Kısa sürede arabaların geçtiği büyük bir caddeye varmıştı.


'Bizim mahallenin az ilerisinde de böyle büyük bir yol var. Acaba bura ora mı?' diye düşünen çocuk evinden dakikalarca uzakta olduğundan bihaberdi.


Karşı kaldırımda tanınan bir pizzacı zincirinin dükkanını gördüğünde dudaklarında kocaman gülümseme belirdi.


'İşte bizim orada da vardı aynı böyle pizzacı. Hep yemek istemiştim ama babama söylemeye korkmuştum. Neyse. O zaman karşıya geçip çok az yürürsem evde olacağım.'


Hızla geçen birkaç arabaya endişeyle bakan küçük çocuk, yaya geçidi aradı ama bulamadı. Etrafına bakınırken gördüğü merdivenli köprüyle üzgün bir nefes aldı.


'Ama yürüyünce bile canım çok acıyor, merdiven çıkarsam olmaz ki. Bir de çoook uzun merdiven. Asansöre de binemem. Annem bir çocuk tek başına asansöre binmemeli demişti.'


Hızla geçen tek tük arabaya bakan Ömer biraz bekleyip hiç arabanın gelmediği bir zamanda hızlıca koşarak karşıya geçmeye karar verdi.


Soğuk hava yüzünden elleri ve yüzü çok soğuk olan çocuk, ellerini ceketinin cebine koyarak titremeye başlayan bedenini ısıtmaya çalıştı.


Geçen arabalara umutsuz gözlerle bakarken kendisine doğru gelen adamı gören Ömer, yeşil gözleri korkuyla açılırken yola fırladı.


Onu yurda götürmeye gelmişlerdi. Çalıştıracaklar, ona çok kötü davranacaklar, yemek bile vermeyeceklerdi.


Yolun ortasında hızla koşmaya başlayan çocuk, duyduğu yüksek sesli kornayla birlikte bir anda durarak etrafına bakındı. Kendisine doğru gelen arabanın ışıklarını gördüğünde, asla durmaması gerektiğini anlasa da çok geç kalmıştı.


Gözlerini kapatan Ömer, arabanın kendisine çarpmasını beklerken bir anda havalandığını hissetti. O anda attığı çığlık korkudan değil, karnındaki zedelenmeye baskı yapan kollar yüzünden hissettiği acıdandı.


Son anda tek koluyla çocuğu yakalayarak geri çeken Sinan, arabanın acı bir fren yaptığını duydu.


Araba, Ömer'in donakaldığı yerden biraz ileride ancak durabilmişti.


Hızla kaldırıma geçerken aklında yalnızca bu düşünce vardı.


'Yani ben yetişemeseydim...'


Başını iki yana sallayarak toparlanmaya çalışan asker, kaldırıma geldiği gibi çocuğu yere bırakmıştı.


Çocuğu bu şekilde yakalamasıyla karnında morluklar olan küçüğe çok büyük bir acı yaşattığını farkındaydı Sinan. Acı dolu çığlığı hatırlayarak dişlerini birbirine bastırdı.


'Arabanın altında kalması daha mı iyi olurdu Kartal? Kendine gel! Bırak şimdi duygusallığı. Sen yapılması gerekeni yaptın.'


Yaşadığı korkudan dolayı kalp atışları kulaklarında yankılanan Ömer, yere indirilse de titreyen bacakları yüzünden kaldırıma basamamıştı.


Küçük çocuk gözlerinden düşen yaşları fark edemeyecek kadar büyük bir şoktaydı.


Nefes nefese olan Sinan, sakinleşmeye çalışarak montunu çıkardıktan sonra çocuğun omuzlarına bıraktı ve dizlerinin üzerine çöktü. Ömer'i ayakta tutan tek şey onu kollarından tutan elleriydi. Tüm bedeni titreyen çocuğa bakan Sinan, bedeninde morartılar olduğunu bilmesine rağmen yine de çocuğa sarıldı.


Ruhundaki korku, bedenindeki morluklardan daha ağır basmıştı.


Adamın bu hareketiyle bir yetişkinin korumasında olduğunu hisseden Ömer, kesik kesik hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı.


Dolan gözlerini kapatan Sinan, sakinleşmesi için çocuğun sırtını sıvazlarken bir yandan da "Geçti, geçti." diye mırıldanıyordu.


Az daha çocuğa çarpacak olan arabanın şoförü telaşla arabadan indi.


"Ula uşak iyu midur?"


'İyi mi? Yaşadığı onca şeyden sonra, tüm bedenindeki morarıklara, ruhundaki yaralara rağmen mi?'


İç sesinin aksine adama bakarak başını salladı.


"İyi iyi. Kusura bakmayın."


"Haçan dikkat edun daa." diyen adam deliler gibi korkmuş olan baba oğula bakarken konuyu uzatmamaya karar verdi.


"Hayde geçmişler ola." dedikten sonra arabasına binerek gitti.


Ömer, biraz sakinleştiğinde kaçıp gitmesi gerektiğini bilse de kendisinde bu gücü bulamadı. Bunun yerine yalvararak konuşmaya başlamadı.


"N'olur beni yurda götürmeyin. İstemiyorum ben orayı. Lütfen lütfen yalvarıyorum. İstemiyorum. Yurda gitmek istemiyorum. Götürmeyin beni yurda. Lütfen."


Çocuğun histerik bir şekilde aynı cümleleri tekrar ettiğini duyan Sinan kaşlarını çattı.


"Ömer..."


"Ben evimde kalırım. Her şeyi her şeyi yapabiliyorum. Hiçbir şeycik olmaz bana. Çok da uslu dururum. Asla yaramazlık yapmam. Kendi yemeğimi yapıp, tabağımı yıkayıp, kitap okuyup azcık televizyon seyrederim sonra da uyurum. Hiç kimseye bir rahatsızlık vermem."


"Ömer?" diyen Sinan geri çekilerek kendisine korkuyla bakan yeşil gözlere baktı.


"Lütfen beni yurda gönderme." diyen küçüğün kızarık yeşillerinden birkaç damla yaş düşmüştü.


"Göndermeyeceğim tamam. Hem daha iyileşmedin. Bu yüzden..."


"Hastaneye mi gideceğiz? İstemiyorum orayı. Sevmiyorum ben hastaneyi. Benim canım annem hastanede çok vakit geçirdi. Hep canı yandı, güzel saçları gitti. Sevmiyorum ben hastaneyi. Uyumam orada. Çok uyudum küçükken. Şimdi de uyumam. Banane. Dışarıda kalacağım o zaman ben. Hastanenin dışında kalırım hastaneye gidersek."


"Tamam. Hastaneye de gitmeyeceğiz."


Bunu duyan Ömer kaşlarını çattı.


"Nereye gideceğiz o zaman?"


"Bilmem. Benim evime?" dedi Sinan çocuğun soru sormasına şükrederek.


Soru demek merak ve iletişim demekti. Takılmışçasına histeriyle kurulan cümlelerden kesinlikle çok çok daha iyiydi.


"Seni tanımıyorum. Olmaz. Annem tanımadığım kimselerle gitmememi söylemişti." diyen Ömer ilk defa karşısındaki adama dikkatli bir şekilde baktı.


Bal renkli gözleri gördüğünde yeşil gözleri kocaman olmuştu.


"Sen beni kurtaran kişisin."


Dudaklarında hafif bir gülümseme beliren Sinan başını aşağı yukarı salladı.


"Beni iki kere mi kurtardın yani? Vay canınaaa! 'O zaman şimdi sen benim kahramanım mı oldun?'


Ömer'in çocuksu bir hayranlıkla kurduğu cümle, Sinan'ın sesli bir şekilde gülmesine neden olmuştu.


"Senin kahramanın olduğuma göre artık pek de yabancı sayılmayız sanırım?"


"Hmm..." diye bir süre düşünen Ömer başını aşağı yukarı salladı.


"Beni kurtardıysan kötü biri değilsindir galiba. Ama nereye gideceğiz?"


"Hava çok soğuk. Önce arabama gidelim. Orada konuşalım olur mu? Bu sırada benim evime gitme olayını da düşünürsün. Seni isteğin dışında hiçbir yere götürmeyeceğim Ömer. Endişe etme."


Duyduğu cümleyle şaşıran Ömer, gözlerini kırpıştırarak karşısındaki adama baktı.


"Yani nereye gitmek istediğime ben mi karar vereceğim? Benim istediğim mi olacak? Ama büyük olan sensin. Büyükler asla küçüklere ne istediğini sormaz ki. Hep kendi istediklerini yaparlar. Gerçi benim canım annem bana hep sorardı ne istediğimi. Anneler sorar ama büyükler sormaz çünkü."


Ömer'in cümleleri yüreğini dağlarken zorlukla tebessüm eden Sinan çocuğun saçlarını karıştırdı.


"Ben, sen ne istersen onu yapacağım. Tabii isteklerin çok aşırıya kaçmadığı sürece. Yani bana dinozor istiyorum dersen onu getiremem bak. Baştan anlaşalım."


Sinan'ın muzip cümlesini duyan Ömer neşeyle güldü.


"Dinozorlar yaşamıyor ki akıllım. O yüzden dinozor istemem. Hem... Ben hiçbir şey istemem ki."


"İstemez misin? Şu an istediğin herhangi bir şey yok mu?" diye sordu Sinan tek kaşını kaldırarak.


Başını kaşıyan Ömer hafifçe omuz silkti.


"Bilmem. Hiç düşünmedim. Daha önce hiç kimse bana böyle bir soru sormamıştı ki. Hep kendi istediklerini yaptılar. Bu yüzden okula gidemiyorum mesela."


Bu detayı yeni öğrenen Sinan kaşlarını çattı. Tam nedenini soracakken Sıla'nın haber beklediğini hatırlayarak telefonunu çıkarttı ve kadına mesaj attı.


-Onu buldum. Hastaneye girmek istemiyor. Arabanın yanına gelir misin?-


Adamın bir anda telefonunu çıkartmasıyla şüphelenen Ömer gözlerini kıstı.


"Ne yaptın?"


"Seni merak eden birine iyi olduğunu söyledim."


"Beni merak eden biri mi var? Beni?" diyen Ömer şaşkınlıkla kendini gösterdi.


"Bu çok mu imkansız Küçük Bey?"


"Şu ana kadar annemden başka beni merak eden kimse olmadı ki."


"Biz de çok merak ettik." dedi Sinan çocuğa tebessüm ederek.


"Siz kim?"


Çocuğun peşi sıra olan soruları karşısında Sinan istemsizce güldü. Bu küçük çocuğun tek yeşil gözleri değil, merakı da Burak'a benziyordu anlaşılan.


"Ben ve kız arkadaşım."


"Kız arkadaşın mı? Ama sen çok büyüksün. Karın değil de kız arkadaşın mı?" diyen Ömer elini ağzına kapatarak gülmüştü.


"Çok mu komik Ömer Bey?"


"Hihihihi. Evet. Çok komik."


"Seni güldürebildiysem ne mutlu bana." diye söylenen Sinan çocuğun gülen gözlerine bakarken gülümsedi.


'Seni güldürebildiysem ne mutlu bana çocuk.'


"Hadi arabama gidelim." diyerek ayağa kalkan Sinan çocuğun tek başına yere basmasını sağlandığında yüzünden geçen acıyı görerek tekrardan çömeldi.


"Seni kucağıma alabilir miyim?"


"Ne? Olmaz! Ben bebek değilim."


"Bu pabuç kadar dille bebek olamazsın zaten. Bebekler konuşamaz ne de olsa."


Sinan'ın alaylı sesiyle gözlerini ona diken Ömer sordu.


"Kötü bir şey dedin di'mi?"


"Ömer'cim canın acıyor biliyorum. Arabaya kadar kucağımda taşıyayım seni. Bunu yapmam senin bebek olduğunu göstermez."


"Peki ne olduğumu gösterir?" dedi çocuk yeşil gözlerini Sinan'a dikip çenesini de dikleştirirken.


"Sana yardım etmeme izin verdiğini gösterir." diyen adam elini Ömer'in yaralarının en ağır olduğu karnına doğru götürerek parmaklarının tersiyle hafifçe ona dokunmuştu.


Sinan'ın bal gözlerindeki üzgün ifadeyi gören Ömer, kendisini kurtaran kahramanına kıyamadı.


"Bana yardım etmene izin vereceğim."


Çocuğun cümlesiyle içten bir şekilde gülümseyen Sinan mırıldandı.


"Teşekkür ederim."


Çok uzun zaman sonra birinin kendisine teşekkür ettiğini duyan Ömer'in gözleri dolmuştu.


İnsan gibi hissetmeyeli çok uzun zaman olmuştu.


Bu yüzden de "Rica ederim." diyen Ömer'in sesi çatlak çıkmıştı.


Karşısındaki çocuğun duygu karmaşasının farkında olan Sinan, onu kendine çekerek sarılmak istedi ancak Ömer'in bu şefkati acıma olarak algılayacağını hissettiği için buna yeltenmedi.


Derin bir nefes alarak ayağa kalkan adam, çocuğu kucağına alarak arabasına doğru yürümeye başladı. Bu sırada aklında dönüp duran soruyu sormuştu.


"Okula neden gitmiyorsun?"


"Bilmem. Galiba ceza aldım. Ama neyde yanlış yaptığımı bilmiyorum. Ben gerçekten uslu bir çocuğum aslında. Ama babam öyle düşünmüyor."


"Baban göndermedi yani okula?"


"Evet. Canım annem Cennete gittikten sonra bir daha hiiiiç okula gidemedim. Ama bizim bir komşu var, onun çocuğu 4. sınıf olduğu için 3. sınıf kitaplarını atmıştı. Ben de gizlice çöpten aldım onları, onlara bakıyorum arada. Ama okuyunca anlamıyorum. Öğretmen bu yüzden varmış sanırım. Öğretmensiz olmuyormuş. Bunu anladım."


Çocuğun başta kurduğu cümlelerle üzülse mi sonda bilmiş bir şekilde kurduğu cümlelere kahkaha mı atsa arada kaldı Sinan.


"Gerçekten tam Burak'sın, Ömer." demekten kendini alıkoyamamıştı.


"Burak mı? O kim? Oğlun mu?"


"Yok. Yeğenim. Kız kardeşimin oğlu." dedi Sinan kısık bir sesle.


"Aaa senin kardeşin mi var? Ben de isterdim bir kardeşim olmasını."


Duyduğu cümleyle titrek bir nefes alan Sinan çatallı sesiyle konuştu.


"Vardı. Ama şu an annen gibi Cennette."


"Yaaa. Çok üzüldüm." diyen çocuk başını önüne eğdi. Kısa süre sonra başını kaldırarak parlayan gözleriyle Sinan'a baktı.


"Annemle orada arkadaş olmuşlar mıdır acaba?"


Onun bu hevesli hali karşısında Sinan istemsizce güldü.


"Kim bilir? Belki olmuşlardır."


"Yaa öyleyse sevinirim. Canım annem yalnız kalır diye üzülmüştüm."


Arabaya yaklaştıklarında bir oraya bir buraya yürüyen Sıla'yı gören Sinan kucağında taşıdığı çocuğa bir bakış attı.


İçinde, anlam veremediği garip bir his dolaşıyordu.


Kucağındaki küçükle gelen Sinan'ı gören Sıla hızla onların yanına gitti.


"Ömer? İyi misin?"


Kadının endişeli bakan kahverengi gözleri karşısında kalp atışları hızlanan Ömer, başını aşağı yukarı salladı.


'Birisi daha kendisi için endişeleniyordu. Bu his güzeldi.'


"İyiyim." derken başını hafifçe yana yatırarak tanımadığı kadına bakmıştı.


'Onu daha önce gördüm mü? Tanıdık geliyor.'


"Hava soğuk. Üşürsün Sinan. Arabaya geçelim hadi." dedi montunu çocuğa verdiği için kazakla duran adama bakan Sıla.


Sıla'nın telaşlı cümlesiyle Sinan istemsiz bir kahkaha atmıştı.


"Sen benim kim olduğumu unuttun sanırım Şekerli Kahvem? Hayatımı şöyle bir gözden geçiriyorum da onca zorlu soğuk geceden sonra bu hava yaz günü gibi geliyor."


Zorlu soğuk gece cümlesini duyan Ömer üzgünce adama baktı ve masum bir şekilde sordu.


"Sen de mi sokaklarda kaldın? Senin baban da mı seni evden dışarı atıyordu?"


Ömer'in cümlesi üzerine bakışan Sıla ve Sinan'ın gözleri hüznün tüm renklerini barındırıyordu.


"Hadi arabaya geçelim." diyen Sinan'la kapının kulbundaki düğmeye basan Sıla kapıları açtı.


Arka koltuğa oturan kadın Sinan'ın, Ömer'i yanına oturtmasıyla daha fazla dayanamayarak çocuğa sarılmıştı.


"Çok korkuttun Ömer. Neden kaçtın hastaneden?"


Bir anda kendisine sarılan kadınla afallayan Ömer, kadının saçlarını okşamasıyla bir aydınlanma yaşadı.


"O sendin değil mi? Ben evden kaçtığımda beni durdurup böyle sımsıkı sarılan kişi."


"Evet bendim." diyen Sıla geri çekilerek çocuğun yanağındaki yarayı okşadı.


"Annem olamayacağını biliyordum zaten." diyen Ömer'in sesi üzgün çıkmıştı.


Karşısındaki kadının kahverengi gözlerinin bu cümlesiyle üzüldüğünü görünce hemen ekleme yaptı.


"Ama üzülme. Sen de böyle bir anne gibi sarıldın. Korkum geçti hemencecik. O yüzden iyi ki sarıldın. Teşekkür ederim."


Küçük çocuğun yaşadığı kötü hayata rağmen çevresine saçtığı olumlu enerji, Sıla'nın gülümsemesine neden olmuştu.


Arabayı çalıştırarak klimayı açan Sinan, arkadaki ikiliye döndü.


"Evet Küçük Bey. Benim evime gitme olayını düşündün mü?"


"Benim evime gidemiyor muyuz?" diye sordu Ömer kısık bir sesle.


Birkaç saniye duraksayan Sinan dürüst bir cevap verdi.


"Şey... Sizin kapı kırıldı. Bu saatte onu tamir etmemiz imkansız. Ayrıca... Evin biraz(!) dağılmış olabilir. Bu yüzden sizin eve gitmek pek de iyi bir fikir değil gibi."


"Hmm... Başka şansın yok diyorsunuz galiba?"


Çocuğun büyük bir yetişkin ciddiyetiyle kurduğu cümle Sıla ile Sinan'ın gülmesine neden olmuştu.


Gülen yetişkinlere bakan Ömer merakla sordu.


"Kimsiniz siz? Neden benim evimdeydiniz ki?"


'Güzel soru.' diye düşünen Sinan, Sıla'ya baktı.


Ne cevap vereceklerdi?


İkilinin sorusuna cevap vermeyerek sessizce bakışmasından rahatsız olan Ömer yerinde kıpırdandı.


"Arabadan inmek istiyorum."


Loading...
0%